Print Friendly and PDF

NAMAZ KILAN ADAMLA KÖPEK


Mescidin birinde iyi bir adam konaklamıştı. Din yolunda birazcık derdi vardı, bir miktar derdi azık edinmişti.
O âşık adam, o gece sabaha kadar namazdan başka bir şeyle meşgul olmamak üzere mescide gitmişti.
Gece olup etraf kararınca bir ses duyuldu. Sanki birisi mescide girmişti. Namaz kılan, bir kemal sahibi gelmiş, mescide konuk­lamış sandı. Gönlünden, böyle bir yere bu çeşit adam, ancak Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere gelir. Bu iyi adam bana dikkat eder, namazımı görür, ibadetimi duyar, dedi.
Bütün gece sabaha dek ibadette bulundu. Bir an bile ibadeti bırakıp dinlenmedi. Bir hayli duada bulundu, ağlayıp inledi. Gah tövbe etti, gah istiğfar etti.
Edep ve sünnetlerini yerine getirdi. Kendisini adamakıllı iyi göstermişti.
Tan yeri ışıyıp etraf ağarınca mescit de aydınlandı. Adam bir baktı ki mescidin bir bucağında bir köpek yatıp uyumuş.
Bu dertle canı yandı, kanı kurudu. Yağmur gibi gözyaş­ları kirpiklerinden damlamaya başladı...
Gönlü utanç ateşiyle öyle bir yandı ki içinden çıkan ahtan dili de yandı, damağı da.
Dilini açtı da kendisine dedi ki:
“ A edepsiz herif, Allah seni bu gece şu köpekle terbiye etti. Bütün gece köpek görsün diye ve köpek için ibadette bulundun. N’olurdu, bir gececik de Allah için uyanık kalsaydın. Senin bir gece bile Allah için riyasızca ibadet ettiğini görmedim gitti.”
“Ey riyâkâr! Nice köpek var ki senden daha iyi, bir bak hele. Köpek nerde, sen neredesin?
“Utanmazlığın yüzünden riyalara gark oldun. Allah’tan utanmaz mısın sen? Öndeki perde düştü mü Allah Teâlâ’ya ne diyebileceksin ki?
“Kendi kadrimi, mevki ve derecemi şimdicek gördüm ya. Artık bir iş başaracağımdan tamamıyla ümidimi kestim.”
“Âlemde benim elimden bir iş gelmez. Gelse bile ancak köpeklere lâyık bir iş olur o.
Kaynak:
Feridüddin ATTÂR, İlâhinâme, çev: Abdülbâki Gölpınarlı, MEB, İst. 1993, 291s. (s.121-123)

(Birçok kişi Allah Teâlâ’ya ve kullarına layık bir iş yapıyorum diye zannederken,
köpeklere dahi yaraşmayacak işlerde bulunur.
Bu da yetmezmiş gibi
Hakk Divanından silinmesine müncer olurda haberi olmaz.”

Akbaba bir çaylağa:
“Uzağı görmekte benden üstün mahlûk yoktur.” demişti. Çaylak:
“Bunu söylemek yetmez. Gel bakalım ovanın etrafında ne görüyorsun?" diye karşılık verdi. Akbaba bir günlük yol tutan bir yükseklikten aşağılara baktı:
“inanırsan, dedi, ovada bir buğday tanesi görüyorum.”
Çaylak, hayretinden sabredemedi. Yukarıdan aşağı doğ­ru süzülmeye başladılar; fakat akbaba o tanenin yanına gelir gelmez, ayağına uzun bir tuzağın ipliği düğüm­leniverdi. Zavallı, taneyi yemek düşüncesiyle boynuna feleğin kement attığını bilememişti.
Her sedef inciye gebe değildir; nişancı her zaman hedefe vuramaz, değil mi?
Çaylak:
“Sen düşmanın tuzağını fark edemedikten sonra taneyi görmüşsün, ne faydası var?” dedi.
İşittim; akbaba, boynu kemendin içinde, söyleniyor:
“Mukadderattan kaçmanın imkânı yok ki....” diyordu.
Sözün kısası ecel, akbabanın kanına kastetmiş, kaza da onun keskin gözünü bağlamıştı. Kıyısı görünmeyen bir suda, yüzücünün gururu işe yaramaz.
Kaynak:
Sa'dî-i Şirâzi, Bostân, çev:Hikmet İlaydın, MEB, İst.1997, 485s. (s.226-227)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar