NASIL ŞEYH OLUNUR?
Bir kimse hangi yoldan ve nasıl şeyh
olur?
Bu soruya verilecek tek bir cevap yoktur.
Çünkü tarih boyunca çeşitli yollardan ve çeşitli şekillerde irşat makamına
ulaşanlar olmuş, zamanla kendiliğinden tabii bir şekilde irşat ve rehberlik
mevkiine gelme faaliyeti, daha sonra bir takım kurallara, şartlara ve
merasimlere bağlanmıştır.
Sûfilik, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem–Sahabe ilişkisinden kaynaklandığından, önce bu noktaya bakmak gerekir.
Mü’min olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gören, sohbetinde bulunup
O’ndan feyz alanlara sahabe/ashab denilmesi İslâmî anlamda rûhâni ve mânevî
hayatın cemaat halinde Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
sohbetlerinde yaşanmış olmasındandır.
Buna İslam sırrîliği /mistisizmi ve bâtınîliği/ esoterizmi demekte bir sakınca yoktur. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sohbetinde bulunanlar O’nun vahiy alırken geçirdiği vecd ve istiğrak hallerini görüyor, burcu burcu mânevîyat ve rûhaniyet kokan heyecanlı ve etkileyici konuşmalarını can kulağı ile dinliyor, hatta bazen bir bedevi, bazen Dihyetu’l–Kelbî adındaki bir genç sûretine bürünerek Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelen Vahiy Meleği Hz. Cebrail aleyhisselâmı görüyor, bu ve benzeri hallerden derin bir şekilde etkileniyor, hisleniyor, heyecanlanıyor, âdeta kendilerinden geçiyor, bu sûretle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşadığı sırrî ve mânevî hayata katılıyor ve bundan nasib/feyz alıyorlardı.
Buna İslam sırrîliği /mistisizmi ve bâtınîliği/ esoterizmi demekte bir sakınca yoktur. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sohbetinde bulunanlar O’nun vahiy alırken geçirdiği vecd ve istiğrak hallerini görüyor, burcu burcu mânevîyat ve rûhaniyet kokan heyecanlı ve etkileyici konuşmalarını can kulağı ile dinliyor, hatta bazen bir bedevi, bazen Dihyetu’l–Kelbî adındaki bir genç sûretine bürünerek Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelen Vahiy Meleği Hz. Cebrail aleyhisselâmı görüyor, bu ve benzeri hallerden derin bir şekilde etkileniyor, hisleniyor, heyecanlanıyor, âdeta kendilerinden geçiyor, bu sûretle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşadığı sırrî ve mânevî hayata katılıyor ve bundan nasib/feyz alıyorlardı.
Bu hayatı bu şekilde yaşayarak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından tâlim ve irşatla görevlendiriliyor,
kabileler arasına gönderiliyorlardı. Bu sahabeler bulundukları meclislerde,
katıldıkları sohbetlerde veya gönderildikleri kavim ve kabîleler arasında
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzurunda yaşadıkları mânevi hayatı
yaşamaya ve yaşatmaya gayret ediyor, bu suretle dinî hisler ve heyecanlar
Müslümanlar arasında dalga dalga yayılıyordu.
Bazı hadislerde ilim meclislerinin yanında
zikir meclislerinin bulunduğundan bahsedilir. Bazı hadislerde Allah Teâlâ’yı
zikr etmek üzere toplanan cemaat üzerine meleklerin gelip kanatlarını
gerdiklerinden bahsedilir. Bu ve benzeri hadisler başlangıçtan beri Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem örnek alınarak müminlerin dinî sohbetler
düzenlediklerini, bu suretle dinî his ve heyecanları yoğun, derin ve dolu dolu
yaşamaya gayret ettiklerini, sahabeden sonra bu geleneğin ve uygulamanın
tabiine, onlardan da Etbau’t–Tabiine intikal ettiğini göstermektedir.
Sûfilerin sohbet meclisleri işte bu
geleneğin bir devamı, açılımı ve şartlara göre geliştirilmiş bir şeklidir. Söz
konusu sohbetlere katılanlar arasında; takva, ilim, kıraat, hitabet ve taat
itibariyle diğerlerine nazaran biraz daha önde olan, biraz daha fazla göze
çarpan, cemaatin önderi ve temsilcisi şeklinde ortaya çıkıyor; Hoca, âlim ve
delil olarak görülüyorlardı. Bunların bir rehber ve cemaat önderleri şeklinde
belirmeleri başka birinden aldıkları icazete ve hilafete değil, tamamıyla kendi
dindarlıklarına, takvalarına, ihlâslarına, hayırseverliklerine ilimlerine,
şahsî erdem ve yeteneklerine dayanıyordu. “Allah katında en değerli olanınız
takvaca en önde olanınızdır.” mealindeki âyet ve benzeri diğer ayetler
cemaat içinde böyle bir önderin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Siyasi alanda
halifelerde aranan nitelik, ehliyet ve erdem anlayışı şüphesiz ki dindar
cemaatlere yansıyordu.
İlk dönem Müslümanlar arasında cemaat önderleri bahsedilen tarzda tamamıyla serbest, doğal ve kendiliğinden ortaya çıkıyor, önderlerin kim olacağını onun kişisel meziyet ve yetenekleri belirliyordu. Bu durumu ilk sufiler arasında açık olarak görmek mümkündür. Bu dönemde belli bir çevrede ve belli meşrepte olanlar arasında kabul gören, saygı gören ve örnek alınan zatlar vardır. Bunlara bazen üstat, bazen imam, bazen delil, bazen sufi, bazen fakir, bazen arif, bazen da şeyh denirdi. Muhasibiye diye bilinen bir sufiler cemaatinin önderi olan Haris-i Muhasibi vefat ettiğinde (Bkz İbn Hallikan, vefeatu’l – ayan II, 58) buna rağmen o ünlü bir şeyhti, İbn Hafif, tasavvuf yolunda uyulması gereken beş kişiden biri olarak O’nu görüyor ve başkalarına O’nu tavsiye ediyordu. Genellikle Tayfuriye, Hakimiyye, Kassariye, Sehliye vb. tasavvufi hareketler ve bunların önderleri de böyle idi.
İlk dönem Müslümanlar arasında cemaat önderleri bahsedilen tarzda tamamıyla serbest, doğal ve kendiliğinden ortaya çıkıyor, önderlerin kim olacağını onun kişisel meziyet ve yetenekleri belirliyordu. Bu durumu ilk sufiler arasında açık olarak görmek mümkündür. Bu dönemde belli bir çevrede ve belli meşrepte olanlar arasında kabul gören, saygı gören ve örnek alınan zatlar vardır. Bunlara bazen üstat, bazen imam, bazen delil, bazen sufi, bazen fakir, bazen arif, bazen da şeyh denirdi. Muhasibiye diye bilinen bir sufiler cemaatinin önderi olan Haris-i Muhasibi vefat ettiğinde (Bkz İbn Hallikan, vefeatu’l – ayan II, 58) buna rağmen o ünlü bir şeyhti, İbn Hafif, tasavvuf yolunda uyulması gereken beş kişiden biri olarak O’nu görüyor ve başkalarına O’nu tavsiye ediyordu. Genellikle Tayfuriye, Hakimiyye, Kassariye, Sehliye vb. tasavvufi hareketler ve bunların önderleri de böyle idi.
IV / XI. Asırdan sonra tarikat teşkilatı ve tekke müessesesi belirgin bir
şekilde ortaya çıktıktan sonra müritlik ve şeyhlik de buna bağlı olarak
değişmeye, belli kurallara bağlanmaya başladı. Kurallarının artması ve önem
kazanması neticesinde belli sistemler ve gelenekler oluştu. Sonuçta şekilcilikten
ve merasimlerden mümkün mertebe uzak kalması gereken şeyh – mürid ilişkisi
şekilciliğe ve merasimciliğe dönüşmeye başladı. Bir dereceye kadar zahirciliğe,
lafızcılığa, kuralcılığa, şekilciliğe ve merasimlere tepki olarak ortaya çıkan
ve öyle olması mahiyetinin de gereği olan tasavvufi hayatın kendi içinde
oluşturduğu kurallara ve merasimlere dönmesi onu özünden uzaklaştırmaya sebep
oldu. Daha sonraki dönemlerde haklı şikâyetlere ve eleştirilere maruz kalan
tasavvuftaki şekilcilik ve merasimcilik böyle başladı. İmam Rabbani kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz son dönem şeyhlik anlayışından yakınır. Son dönem şeyhleri
bir şeyhe bağlanan bir mürid başka şeyhlerin sohbetinde bulunamaz, onlardan
faydalanamaz, der. Bunu da çatal kazık yere batmaz, sözüyle doğrulamaya
çalışırlar.(!)
İmam Rabbani diyor ki:
“Bu yolda şeyhlik – müritlik külah / hırka ve
şecere / silsile ile değil, yolu öğretmek ve öğrenmekle olur. Oysa hırka ve
silsile meşayıhın çoğu nezdinde uyulması gereken bir kural haline gelmiştir.
Hatta son şeyhlerin de Şeyhlik – müritlik hırka ve silsileden ibaret bundan
dolayı da onlar bir müridin birden fazla şeyhi olmasını caiz görmemekte,
tarikat esaslarını öğretenlere şeyh değil, mürşit demekte, şeyhlere
gösterdikleri saygıyı ve bağlılığı tam olarak mürşitlere göstermemektedirler.
Bu da onların koyu bir cehaletin içinde bulunmalarının ve akılsızlıklarının
sonucudur. Bu cahil ve akılsızlar şeyhlerinin talim şeyhine de, sohbet şeyhine
de şeyh dendiğini bilmiyorlar. O büyük şeyhler bir müridin birden fazla şeyhi
olmasını caiz görürlerdi hatta onlar şu kanaatte idiler:
Talip, manevi gelişmesi için diğer bir şeyhin
daha uygun olduğu kanaatine varırsa, önceki şeyhi hayatta iken bile söz konusu
kişiyi şeyh edinmesi caizdir. Ve bu yüzden eleştirilemez. Hace Nakşibend bunun
caiz olduğu konusunda Buhara ulemasından sağlam bir fetva almıştı. Bir mürit
lüzum görürse hırkayı irade şeyhinden giyer, tarikatı başka bir şeyhten
öğrenir, üçüncü birini de sohbet şeyhi edinebilir. Ama hırka şeyhi ona bu üçünü
birden verebilecekse en büyük devlet bu olur. Talibin tarikatı birden fazla
şeyhten öğrenmesi de birden fazla şeyhin sohbetinde bulunması da caizdir. (Mektubat I, 199; İstanbul, 1963)
Öyle şeyhler vardır ki kendilerine sadakatle
bağlı olan zeki ve yetenekli müritlerine: “Evladım, benim sana vereceğim bu
kadar, daha fazlası bende yok. Sen daha fazlasına ehilsin, başka bir şeyhe git,
yolun açık olsun.” derler ve yetenekli müritlerin önünü açarlar. (Şimdi
bu türlü şeyhe örnek vermek çok nadir ve yoktur.)
BU DÖNEMDE ŞEYH OLMANIN BAŞLICA YOLLARI DA
ŞUNLARDI:
1-Eskiden olduğu gibi ibadet ve taate düşkün
ahlaklı, edepli ihlâslı ve yetenekli dindar ve erdemli müminlerin, herhangi bir
merasime bağlı olmadan doğuştan gelen yetenekleri ve nitelikleri sebebiyle
kendiliğinden rehber konumuna gelme geleneği devam etti. Giderek alanı
daralan bu gelenek her zaman varlığını korumuştur.
2-Vefat eden şeyh sağlığında ölümünden sonra
yerine kimin geçeceğini açık bir şekilde tayin etmediğinden müritler vefat eden
şeyhlerinin sağlığındaki tavır ve hallerini dikkate alarak yeni şeyhlerini
seçerler. Bu seçim usûlüdür. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
halifesini açık bir şekilde tayin etmemiş olması, sahabenin Hz. Ebubekir
radiyallâhü anhı halife seçip kendisine biat etmiş olmaları buna örnekti.
3-İstihlaf / tahlif usülü. Şeyh,
hayatta iken yerine müritlerinden kimin halifesi olacağını sözlü yada yazılı,
açık veya işaret yoluyla belirler. Şeyhin vefatından sonra bu zat onun yerine
geçer. Hz. Ebubekir radiyallâhü anhın yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi
buna örnektir.
4-Çoğu zaman şeyh, yetenekli ve yetişkin
müritleri arasında seçtikleri bazı kişileri sağlığında irşatla görevlendirerek
uzak yerlerdeki müritlerine halifesi olarak gönderir. Bunlar mürşitleri
hayatta iken gittikleri yerlerde şeyhleri adına irşat görevlerini yürütürler.
Bu anlamdaki halife eğer bir tane ise şeyh vefat edince yerine o geçer. Şayet
halifeler birden fazla ise şeyhlerinin vefatından sonra bunlar bir araya
gelerek içlerinden birini şeyhin yerine geçirirler. Hz. Osman radiyallâhü anhın
şura usûlü ile halife tayin edilmesine benzer, bu durum. Fakat bazı hallerde
şeyh adayı olan halifeler kimin halife olması lazım geldiği konusunda ya
anlaşamadıklarından veya her biri bulunduğu yerde bağımsız bir şeyh olarak
irşat görevini sürdürmeyi tercih ettiğinden, halifelerin bir birinden uzak
bölgelerde ikamet etmeleri de bunu gerektirdiğinden birden çok şeyhler ortaya
çıkabilir. Bunlar kolbaşı adı verilir. Bu durumda bir tarikat çeşitli
şubelere – kollara ayrılmış demektir.
5-Veraset usûlü vefat eden şeyhin
yerine oğlunun veya kardeşinin veya damadının geçtiği de olur. Böylece şeyhlik
babadan oğula miras kalır. Hz. Ali kerremallâhü vecheden sonra oğlu Hz. Hasan radiyallâhü
anhın halife olması da buna örnek gösterilir.
6-Memlüklerde ve son dönemde Osmanlılarda
olduğu gibi bazı hallerde özellikle tekke şeyhliklerine devletçe resmen bazı
kişiler şeyh olarak atanabilmiştir. Bu da tekkelerin ve şeyhlerin
devletleştirilmesi ve devlet memuru haline gelmeleri anlamına gelir.
7-Rüyada irşatla görevlendirilme:
Rüyada gördükleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem veya çok önceleri
vefat etmiş ulu bir şeyh tarafından irşatla görevlendirildiklerine inanılan
şeyhler vardır. Cüneyd Bağdadi’nin irşat görevini rüyada gördüğü
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden aldığı rivayet edilir. (Attar,
Tezkiretül-Evliya, 422)
Müritlerin şeyhlerini bulmalarında rüya çok
önemlidir.
8-Üveysilik: Veysel Karani, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemle görüşmediği halde manevi ve ruhani yoldan O’nun
tarafından irşat edilmiştir, diye kabul edilir. Aynı şekilde Cafer-i Sadık,
Bayezid-i Bistami’yi, Bayezid-i Bistami Ebu’l Hasan Harakani’yi o da Ebu
Said Ebu’l – Hayr’ı ruhani yoldan terbiye etmiştir diye inanılır. İrşada
başlamada ruhani ve manevi buluşma önemlidir. Gerek rüya gerekse üveysilik
yoluyla irşada başlayanlar daha evvel hayatta bulunan pek çok şeyhin sohbetinde
bulunup onlardan feyz almışlardır. Çok önceleri vefat eden ulu bir velinin
ruhaniyetleri vasıtasıyla terbiye görmeleri ve irşada başlamalaları sülûkun son
halkası olarak kabul edilir.
Şeyhlik ehliyetine ve niteliğine sahip
olmadığı halde herhangi bir sebeple samimi suretle şeyh olduğuna inanıp irşad
görevine koyulanlar az değildir.
Cüneyd Bağdadi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, iki yüzden fazla şeyhe hizmet
ettim, bunların içinde örnek alınma ve rehber edinme niteliğine sahip olanların
sayısı yediden fazla değildi, demiştir. (Attar, Tezkiretü’l–Evliya, 420)
İbn Hafif, “Şeyhlerimizden beşini örnek /
rehber edininiz, geri kalanları halleriyle baş başa bırakınız” demiştir.
(Kuşeyri, Risale, 73)
Yeni şeyhlik yapan veya şeyh olarak kabul
edilen pek çok kişi görebilirsiniz, bunlar evliyadan da olabilir ama
başkalarına delil ve rehber olma ehliyetine ve niteliğine sahip olmayabilirler.
Şeyh / rehber başka, evliya başkadır. Her mürşid evliyadandır ama her evliya
mürşid değildir.
Vefat eden şeyhin yerine yenilerinin geçmesi
her zaman gürültüsüz patırtısız gerçekleşmez. Halifeler arasında ihtilafların
çıkması, çekişme, kavga, dargınlık ve kırgınlık eksik olmaz. Post kavgaları adı
verilen ihtilaflar nesiller boyunca sürebilir ve bölünmelere sebep olur. Kemal
sahibi faziletli zevat arasında bu tür ihtilaflar ve kavgaların ortaya çıkması
yadırganabilir. Fakat bu tür hak iddiaları ve ardından gelen çekişmelerin sebep
olduğu hizipleşmeler bazı hallerde insan tabiatının icabı olarak ortaya
çıkmaktadır. Onun için sufiler:
“Sıddıkların zihninden en son çıkan kötü huy
baş olma sevdasıdır.” demişlerdir. (Cami, Nefehat, trc. 312)
Baş olma konusunda zahit olmak altına /
gümüşe karşı zahit olmaktan daha zordur. (Kuşeyri, risale, 285)
Bu sebeple bir insan evliya, arif veya sıddık
da olsa onda başkan olma arzusu, bazı hallerde hevesi, hatta hırsı bulunabilir.
Post kavgaları, her insanda az çok bulunan bu duygudan kaynaklanır. Hz. Ali kerremallâhü veche ile Aişe, Talha,
Zübeyr ve Muaviye (radiyallâhü anhüm) arasında cereyan eden savaşlar da bu
duygunun etkisi vardır. Sahabe iktidar için mücadele edebilmiştir. Meşayihin
post kavgaları da buna benzer.
En ergin ve erdemli insanlar bile hubb-ı câh
ve hubb-ı riyaset denilen bu arzunun zararlı şekillerinden kendilerini kolay
kolay koruyamazlar.[1]
PROF. DR. Süleyman ULUDAĞ
HAKİKATİ GÖRMEK NE KADAR ZOR
Vaktiyle valinin biri azlolunmuş, hayli zaman
açıkta kalmış. Bir gün uşağı: Efendi, demiş, filân ağaç kovuğunda bir zat
oturur herkes gidip onun duasını alır, büyük bir zattır. Haydi, biz de gidelim
de senin için duâ isteyelim!
Efendi de uşağın sözünü dinleyerek kalkar ve
beraberce o zâta giderler. Elini öpüp hacetlerini söylerler. O zat da:
“Yâ Rabbî, der, ne kadar hayır sahipleri ne
kadar sâlihler, âşıklar varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama yakında bir
memuriyet ihsan et!”
Bu duayı aldıktan sonra Efendi ve uşak
evlerine dönerler. Biraz sonra da bir yaver gelerek filân yere vali tayin
olduğunu bildirir. Aradan beş on sene geçtikten sonra vali tekrar azlolunur.
Yine uşağın teklifi üzerine ağaç kavuğundaki zâta gidip yeniden duâ isterler.
Ama bu defa o zat:
Yâ Rabbî, ne kadar meyhaneci, edepsiz, katil,
hırsız kulların varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama bir memuriyet ver,” diye duâ eder. Bu türlü bir niyaz beklemeyen
valinin hayreti karşısında:
“Merak etme oğlum, tecelli devir devirdir bu
da hak, o da hak... Sen işine bak tayin olunursun,” diye cevap verir. Gerçekten de üç gün sonra
tekrar bir tâyin çıkarak adamcağız yeni işine gider.
Bazı kimseler görüyorsun, Hak yolunda oldukları
halde birçok maddî mahrumiyetler ve elemler içindedirler. Fakat onların içinde
bulundukları ateşte ne gülistanlar gizlidir. Allah Teâlâ’dan uzak kalan bir
kimse ise, ne kadar zevk ve safa içinde de olsa yine ateşin içindedir. Çünkü
aslı ateştir neticede de yine ateşe munkalip olur.
Fakat bu iki ateş arasında azîm farklar vardır. Biri ateş görünür içi
gülistandır. Biri gülistan görünür içi ateştir. Fark bu..”[2]
İmam-ı Azam'ın da bulunduğu bir mecliste
birisi şöyle bir soru sordu:
"Bir adam ki, cenneti istemez,
cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküşüz secdesiz namaz kılar, görmediğine
şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kâfir midir, mümin
mi?"
Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine
"Bunlar kâfirin sıfatlarıdır, böyle bir
adam kâfirin ta kendisidir."
dediler. İmam-ı Azam susuyordu:
"Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam,
"Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri
müminin ta kendisidir" dedi.
itiraz ettiler:
"Ya imam nasıl olur, mümin cenneti
istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye. İmam tek tek açıkladı:
"Gerçek mümin cenneti istemez, sahibini
(Allah Teâlâ'yı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti
dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah Teâlâ'yı görmez ama
kesin inanır, rükûsuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever,
çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur’ân-ı
Kerim’de mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir);
hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni
etmez."
[1] Günümüzde
cemaati olan şeyhler durumlarını gözden geçirip, dünyadan göçtüklerinde
müritlerine kaynayan kazan gibi bir ortam bırakmaları yerine onların sakin ve
salim olmalarını sağlayacak tedbirleri almaları gerekli olduğudur. Çünkü fitne
belasının çalmadığı kapı yoktur. İyi ve kötüyü aramaz, hepsine zararı dokunur.
“Bir de
öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz
(umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı
şiddetlidir.” (Enfal, 25)
[2]Ken’an Rifâî, Sohbetler, hzl:
Sâmiha Ayverdi, İst, 2000 s. 160
MÜRİTLERDEN ÖNCE ŞEYHLERİ TERBİYE EDELİM
Zamanımızda, nefis ve ruh ilişkilerini,
ferdiyet temelinde çözümleye çalışan, eskiye dönük merkezli açıklamalar, hem
şeyhlerden hem de müritlerden yoğun eleştiriler almış olmasına rağmen, çoğu
zaman oturmuş bir metodolojiye sahip tasavvuf kavramı, insanların hayatları
boyunca en güçlü bir biçimde varlığını ve etkisini sürdürmeye devam
ettirmektedir. Ancak tasavvufî yaklaşımın, insanlar arası ilişkiler, kurumlar,
fikirler ve usuller çerçevesindeki çözümleme anlayışı, günümüzdeki
teşkilatlanmış tarikatların, kendi amaçları doğrultusunda kullanma imkânları
henüz ortadan kaldırmadığı gibi, sürekli bir doktrin olarak zayıflayıp güç
kaybetmeye yüz tutmaktadır. Bazı kesimlerden çıkan düzeltici yaklaşımlar,
tasavvuf sistemini ve cemaat kavramını öne alıp, insanlar arası ilişkilere
getirdiği yeni açıklamaların, büyük bir ilgi görmesine rağmen, son yıllarda
iletişim teknolojisi sayesinde ulaşılan gerçeklerle, daha önceden anlatılan
birçok şeyin göründüğü gibi olmadığını göstermektedir.
Tasavvufi temellerin çatırdamasında,
bütünüyle insan yaşamın zor şartlarla idamesi temelinden bağımsızlaşma
eğilimini göstermesiyle, yeni değişkenler ve kategorilerin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Bu meyanda cemaatlerin büyüme amaçlı hareketleri, içe
kapanık olmak veya olmamak arasında kalmıştır. Bu durum ise usulde
zayıflama ve içerik boşalmasına engel de olamamıştır. İnsanlar arasındaki
bağımlılık arttıkça, insanın yalnızlaşması artık mümkün değildir. Hâlbuki
cemaatleşmenin bugünkü düzeyi dikkate alındığında, henüz sözü edilen bu
değişimlerin yeterince olgunlaşmadığı görülmektedir.
Cemiyetleşme sürecinin ileri boyutlara
varması yanında günümüzde, insanın kendi hayatında ferdileşmesi ve istikrar
arayışlarının, önceki zamanlara nazaran arttığını görmekteyiz. Buna rağmen,
tarikatların kendi kendilerini yeni duruma göre disipline etmeyi gereksiz
görüp, adapte olamamaları sebebiyle, dünya hayatı ve ekonomik politikaların
oluşturacağı yeni düzen, daha sert ve baskı kısıtlamalarını tarikatlara
dayatarak, giderek artan bir ölçüde, onları içine çekmeye veya yok etmeye
çalışacaktır. Bu sebeple, tasavvufi hayatta yeni bir yenileyici ve devrim
olması gerekmektedir. Eğer bu başarılamazsa, insanların yüzyıllar öncesinde
uyum sağlayarak başarılı olduğu bu sistemi kaybetmesiyle, toplum büyük bir
değer kaybına uğramış olacaktır. Bu ise gelecekte meydana gelebilecek tehlikeli
durumların oluşmasına sebep teşkil edebilir.
Tasavvufun temelinde, beşeri katmalar çok
olduğundan, dinin akideleri gibi sağlamlığını koruması mümkün değildir.
Genellikle sapık fırkaların, tasavvuf kültürleri içerisinde olma nedeni budur
diyebiliriz. Onun için, şu an şeyh adı ile geçinenler, kendilerine çeki düzen
vermelerinin gerekliliği önemli noktaya gelmiştir. Çünkü uzun bir gelecek
insanlığı beklemektedir. Şöyle bir düşünün, İstanbul’da yaşayan bir insana, “Eski
Topkapı garajı, bir zaman sonra bir uzay istasyonu olacak” denilse hiç inanabilir
mi acaba? Şu anki şartlar, tabiî ki bunu hayalden öteye götüremeyecektir.
Fakat öyle olduğu zaman da “..bak adam nasıl bilmiş…” gibi cümleler de
hevâi olacaktır. Buradan bahsetmek istediğimiz, tasavvufî terbiyede unutulmuş
olan “hedef sunmak usulünü” hatırlatmak içindir. Bu usulü, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem kullanmıştır. Arabistan çöllerinde, dünyanın birçok
yerinden habersiz olanlara, konstantiniye’yi (istanbul’u) hedef gösterirken,
hedeflenen şey ile dünya imarının, maddî ve manevî temel dinamiklerini ortaya
çıkarıp tespit etmesidir.
Bir rivayette şudur. Hafız Ebû Nuaym ve Yahya
bin Said-ül Ümevî; Kelbi'ye dayanarak diyorlar ki, bir defasında Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Beni Bekr bin Vâil'e gitti ve onlarla sohbet
ederken “savaş durumunuz nasıl” diye sordu. Onlar dediler ki :
“Biz ne İran’la savaşacak durumdayız, ne de
İran’a karşı kimseyi koruyabiliriz.” Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi:
“Bir gün gelecek, siz onların menzillerine
ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksiniz ve onların evlatlarını esir
alacaksınız.” Bu görüşmeden sonra, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem oradan ayrıldı ve oraya Ebû Leheb geldi ve halka şöyle dedi:
“Bu adam eskiden çok iyi idi, ama şimdi
aklını kaçırmıştır.” Benî Bekr bin Vâil'e mensup olanlar da
dediler ki:
“Evet, İranlılardan bahsedince, onun akli
dengesinin yerinde olmadığına kanaat getirdik.”. Bu vak'a gösteriyor ki, o sıralarda hiçbir
Arap, Arapların İran gibi muazzam bir saltanatı yerle bir edip, bütün İran'a hâkim
olacaklarını, akıllarının uçlarına bile getiremiyordu. Böyle bir şey onlarca,
sadece deli divane bir kişi tarafından söyleyenebilirdi. Fakat aradan 15-16
sene geçmedi kî, aynı adamlar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
söylediklerinin harfiyen gerçekleştiğine şahit oldular.][1]
Bugün, hala Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mucizesi ve ikramı
olan [Diyarbakır en eski ismi Asur kaynaklarında Amid olarak geçmektedir. Diyarbekir
ismi ise, Arabistan’dan göç eden bir kabîleden ortaya çıkmıştır. Arabistan’dan
gelen Beni Bekr Kabîlesi Dicle civârına yerleştiler. Bölgeye “Bekrlerin Diyârı”
mânâsına gelen Diyâr-ı Bekr ismi verildi. Zamanla bu isim Diyarbekir
olarak söylenmeye başlandı. 1937 senesinde Bakanlar Kurulu karârıyla Diyarbakır
olarak değiştirildi.][2]
Sonuçta, kabuğunu kırıp içinden çıkamayan
civciv ölür. Tarikatlar, ferdin ahlakını terbiye etmeyi düşünürken, cemaat
terbiyesine, dolayısıyla toplumun içine açılmaya, onları kendileri ile
buluşturmaya ve bedevi olmaktan kendilerini kurtaramaya yöneltmelidir. Bu
nedenle ilk yapılacak şey, (her ne kadar yasak olsa bile) şeyh, üstad…
adı ile ünlenmiş kişilerin, ilk önce eğitimden geçirilmesi gerektiğidir.
Müritler sınıfı, rüzgâr önünde uçan gazeller gibidir. Nerede bir rüzgâr
bulursa, onun elinden kendini kurtaramaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına
sebep şeyler arasında, bu şeyh taifesini görülünce, Meclisi Meşayihi kurmaya
mecbur kalmış ve bu işin başıboş bırakılmayacağını anlamıştır. Ancak ne var ki,
bu tedbirin vakti geçmiş olduğu için, çokta etkili de olmamıştır. Daha sonra
1925 te tekkelerin kapatılması ile bu durum başıboş bir hal altında, kısmî ve
gizli devam etmiştir. Ancak, siyasilerin çıkar amaçlı göz yummaları ile yeniden
(sosyal bir gerçek olan) cemaatler oluşmuştur. Fakat bu seferde, amacı ve
istikameti belirsiz, toplumda içinde bulunan veya ne olduğu belirsiz bir hal
almıştır. Bizim burada demek istediğimiz, bu başıboşluğun önüne geçmek ve
bezirganvari hareketleri önlemektir. Gerçek ve mecburiyet arz eden bu durumu,
yok etmektense, kontrol altında tutmak ve ilerisi için tedbir almak, toplumun
yıkılmaması ve ayakta durabilmesine yardımcı olunması açısından, milletimiz
için hayati bir önem arz etmektedir.
[1]Mevdudi trc: Naim ASRAR Tarih Boyunca Tevhid
Mücadelesi ve Hz.Peygamber [Kitap]. - Ankara : Pınar, 1984. s.580
[2] Rehber
Ansiklopedisi
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar