Print Friendly and PDF

NASIL ŞEYH OLUNUR?




 Bir kimse hangi yoldan ve nasıl şeyh olur?
Bu soruya verilecek tek bir cevap yoktur. Çünkü tarih boyunca çeşitli yollardan ve çeşitli şekillerde irşat makamına ulaşanlar olmuş, zamanla kendiliğinden tabii bir şekilde irşat ve rehberlik mevkiine gelme faaliyeti, daha sonra bir takım kurallara, şartlara ve merasimlere bağlanmıştır.


Sûfilik, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem–Sahabe ilişkisinden kaynaklandığından, önce bu noktaya bakmak gerekir. Mü’min olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gören, sohbetinde bulunup O’ndan feyz alanlara sahabe/ashab denilmesi İslâmî anlamda rûhâni ve mânevî hayatın cemaat halinde Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sohbetlerinde yaşanmış olmasındandır.
Buna İslam sırrîliği /mistisizmi ve bâtınîliği/ esoterizmi demekte bir sakınca yoktur. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sohbetinde bulunanlar O’nun vahiy alırken geçirdiği vecd ve istiğrak hallerini görüyor, burcu burcu mânevîyat ve rûhaniyet kokan heyecanlı ve etkileyici konuşmalarını can kulağı ile dinliyor, hatta bazen bir bedevi, bazen Dihyetu’l–Kelbî adındaki bir genç sûretine bürünerek Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelen Vahiy Meleği Hz. Cebrail aleyhisselâmı görüyor, bu ve benzeri hallerden derin bir şekilde etkileniyor, hisleniyor, heyecanlanıyor, âdeta kendilerinden geçiyor, bu sûretle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşadığı sırrî ve mânevî hayata katılıyor ve bundan nasib/feyz alıyorlardı.
Bu hayatı bu şekilde yaşayarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından tâlim ve irşatla görevlendiriliyor, kabileler arasına gönderiliyorlardı. Bu sahabeler bulundukları meclislerde, katıldıkları sohbetlerde veya gönderildikleri kavim ve kabîleler arasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzurunda yaşadıkları mânevi hayatı yaşamaya ve yaşatmaya gayret ediyor, bu suretle dinî hisler ve heyecanlar Müslümanlar arasında dalga dalga yayılıyordu.
Bazı hadislerde ilim meclislerinin yanında zikir meclislerinin bulunduğundan bahsedilir. Bazı hadislerde Allah Teâlâ’yı zikr etmek üzere toplanan cemaat üzerine meleklerin gelip kanatlarını gerdiklerinden bahsedilir. Bu ve benzeri hadisler başlangıçtan beri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem örnek alınarak müminlerin dinî sohbetler düzenlediklerini, bu suretle dinî his ve heyecanları yoğun, derin ve dolu dolu yaşamaya gayret ettiklerini, sahabeden sonra bu geleneğin ve uygulamanın tabiine, onlardan da Etbau’t–Tabiine intikal ettiğini göstermektedir.
 Sûfilerin sohbet meclisleri işte bu geleneğin bir devamı, açılımı ve şartlara göre geliştirilmiş bir şeklidir. Söz konusu sohbetlere katılanlar arasında; takva, ilim, kıraat, hitabet ve taat itibariyle diğerlerine nazaran biraz daha önde olan, biraz daha fazla göze çarpan, cemaatin önderi ve temsilcisi şeklinde ortaya çıkıyor; Hoca, âlim ve delil olarak görülüyorlardı. Bunların bir rehber ve cemaat önderleri şeklinde belirmeleri başka birinden aldıkları icazete ve hilafete değil, tamamıyla kendi dindarlıklarına, takvalarına, ihlâslarına, hayırseverliklerine ilimlerine, şahsî erdem ve yeteneklerine dayanıyordu. “Allah katında en değerli olanınız takvaca en önde olanınızdır.” mealindeki âyet ve benzeri diğer ayetler cemaat içinde böyle bir önderin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Siyasi alanda halifelerde aranan nitelik, ehliyet ve erdem anlayışı şüphesiz ki dindar cemaatlere yansıyordu.
İlk dönem Müslümanlar arasında cemaat önderleri bahsedilen tarzda tamamıyla serbest, doğal ve kendiliğinden ortaya çıkıyor, önderlerin kim olacağını onun kişisel meziyet ve yetenekleri belirliyordu. Bu durumu ilk sufiler arasında açık olarak görmek mümkündür. Bu dönemde belli bir çevrede ve belli meşrepte olanlar arasında kabul gören, saygı gören ve örnek alınan zatlar vardır. Bunlara bazen üstat, bazen imam, bazen delil, bazen sufi, bazen fakir, bazen arif, bazen da şeyh denirdi. Muhasibiye diye bilinen bir sufiler cemaatinin önderi olan Haris-i Muhasibi vefat ettiğinde (Bkz İbn Hallikan, vefeatu’l – ayan II, 58) buna rağmen o ünlü bir şeyhti, İbn Hafif, tasavvuf yolunda uyulması gereken beş kişiden biri olarak O’nu görüyor ve başkalarına O’nu tavsiye ediyordu. Genellikle Tayfuriye, Hakimiyye, Kassariye, Sehliye vb. tasavvufi hareketler ve bunların önderleri de böyle idi.
IV / XI. Asırdan sonra tarikat teşkilatı ve tekke müessesesi belirgin bir şekilde ortaya çıktıktan sonra müritlik ve şeyhlik de buna bağlı olarak değişmeye, belli kurallara bağlanmaya başladı. Kurallarının artması ve önem kazanması neticesinde belli sistemler ve gelenekler oluştu. Sonuçta şekilcilikten ve merasimlerden mümkün mertebe uzak kalması gereken şeyh – mürid ilişkisi şekilciliğe ve merasimciliğe dönüşmeye başladı. Bir dereceye kadar zahirciliğe, lafızcılığa, kuralcılığa, şekilciliğe ve merasimlere tepki olarak ortaya çıkan ve öyle olması mahiyetinin de gereği olan tasavvufi hayatın kendi içinde oluşturduğu kurallara ve merasimlere dönmesi onu özünden uzaklaştırmaya sebep oldu. Daha sonraki dönemlerde haklı şikâyetlere ve eleştirilere maruz kalan tasavvuftaki şekilcilik ve merasimcilik böyle başladı. İmam Rabbani kaddese’llâhü sırrahu’l azîz son dönem şeyhlik anlayışından yakınır. Son dönem şeyhleri bir şeyhe bağlanan bir mürid başka şeyhlerin sohbetinde bulunamaz, onlardan faydalanamaz, der. Bunu da çatal kazık yere batmaz, sözüyle doğrulamaya çalışırlar.(!)
 İmam Rabbani diyor ki:
“Bu yolda şeyhlik – müritlik külah / hırka ve şecere / silsile ile değil, yolu öğretmek ve öğrenmekle olur. Oysa hırka ve silsile meşayıhın çoğu nezdinde uyulması gereken bir kural haline gelmiştir. Hatta son şeyhlerin de Şeyhlik – müritlik hırka ve silsileden ibaret bundan dolayı da onlar bir müridin birden fazla şeyhi olmasını caiz görmemekte, tarikat esaslarını öğretenlere şeyh değil, mürşit demekte, şeyhlere gösterdikleri saygıyı ve bağlılığı tam olarak mürşitlere göstermemektedirler. Bu da onların koyu bir cehaletin içinde bulunmalarının ve akılsızlıklarının sonucudur. Bu cahil ve akılsızlar şeyhlerinin talim şeyhine de, sohbet şeyhine de şeyh dendiğini bilmiyorlar. O büyük şeyhler bir müridin birden fazla şeyhi olmasını caiz görürlerdi hatta onlar şu kanaatte idiler:
Talip, manevi gelişmesi için diğer bir şeyhin daha uygun olduğu kanaatine varırsa, önceki şeyhi hayatta iken bile söz konusu kişiyi şeyh edinmesi caizdir. Ve bu yüzden eleştirilemez. Hace Nakşibend bunun caiz olduğu konusunda Buhara ulemasından sağlam bir fetva almıştı. Bir mürit lüzum görürse hırkayı irade şeyhinden giyer, tarikatı başka bir şeyhten öğrenir, üçüncü birini de sohbet şeyhi edinebilir. Ama hırka şeyhi ona bu üçünü birden verebilecekse en büyük devlet bu olur. Talibin tarikatı birden fazla şeyhten öğrenmesi de birden fazla şeyhin sohbetinde bulunması da caizdir. (Mektubat I, 199; İstanbul, 1963)
Öyle şeyhler vardır ki kendilerine sadakatle bağlı olan zeki ve yetenekli müritlerine: “Evladım, benim sana vereceğim bu kadar, daha fazlası bende yok. Sen daha fazlasına ehilsin, başka bir şeyhe git, yolun açık olsun.” derler ve yetenekli müritlerin önünü açarlar. (Şimdi bu türlü şeyhe örnek vermek çok nadir ve yoktur.)
BU DÖNEMDE ŞEYH OLMANIN BAŞLICA YOLLARI DA ŞUNLARDI:
1-Eskiden olduğu gibi ibadet ve taate düşkün ahlaklı, edepli ihlâslı ve yetenekli dindar ve erdemli müminlerin, herhangi bir merasime bağlı olmadan doğuştan gelen yetenekleri ve nitelikleri sebebiyle kendiliğinden rehber konumuna gelme geleneği devam etti. Giderek alanı daralan bu gelenek her zaman varlığını korumuştur.
2-Vefat eden şeyh sağlığında ölümünden sonra yerine kimin geçeceğini açık bir şekilde tayin etmediğinden müritler vefat eden şeyhlerinin sağlığındaki tavır ve hallerini dikkate alarak yeni şeyhlerini seçerler. Bu seçim usûlüdür. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin halifesini açık bir şekilde tayin etmemiş olması, sahabenin Hz. Ebubekir radiyallâhü anhı halife seçip kendisine biat etmiş olmaları buna örnekti.
3-İstihlaf / tahlif usülü. Şeyh, hayatta iken yerine müritlerinden kimin halifesi olacağını sözlü yada yazılı, açık veya işaret yoluyla belirler. Şeyhin vefatından sonra bu zat onun yerine geçer. Hz. Ebubekir radiyallâhü anhın yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi buna örnektir.
4-Çoğu zaman şeyh, yetenekli ve yetişkin müritleri arasında seçtikleri bazı kişileri sağlığında irşatla görevlendirerek uzak yerlerdeki müritlerine halifesi olarak gönderir. Bunlar mürşitleri hayatta iken gittikleri yerlerde şeyhleri adına irşat görevlerini yürütürler. Bu anlamdaki halife eğer bir tane ise şeyh vefat edince yerine o geçer. Şayet halifeler birden fazla ise şeyhlerinin vefatından sonra bunlar bir araya gelerek içlerinden birini şeyhin yerine geçirirler. Hz. Osman radiyallâhü anhın şura usûlü ile halife tayin edilmesine benzer, bu durum. Fakat bazı hallerde şeyh adayı olan halifeler kimin halife olması lazım geldiği konusunda ya anlaşamadıklarından veya her biri bulunduğu yerde bağımsız bir şeyh olarak irşat görevini sürdürmeyi tercih ettiğinden, halifelerin bir birinden uzak bölgelerde ikamet etmeleri de bunu gerektirdiğinden birden çok şeyhler ortaya çıkabilir. Bunlar kolbaşı adı verilir. Bu durumda bir tarikat çeşitli şubelere – kollara ayrılmış demektir.
5-Veraset usûlü vefat eden şeyhin yerine oğlunun veya kardeşinin veya damadının geçtiği de olur. Böylece şeyhlik babadan oğula miras kalır. Hz. Ali kerremallâhü vecheden sonra oğlu Hz. Hasan radiyallâhü anhın halife olması da buna örnek gösterilir.
6-Memlüklerde ve son dönemde Osmanlılarda olduğu gibi bazı hallerde özellikle tekke şeyhliklerine devletçe resmen bazı kişiler şeyh olarak atanabilmiştir. Bu da tekkelerin ve şeyhlerin devletleştirilmesi ve devlet memuru haline gelmeleri anlamına gelir.
7-Rüyada irşatla görevlendirilme: Rüyada gördükleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem veya çok önceleri vefat etmiş ulu bir şeyh tarafından irşatla görevlendirildiklerine inanılan şeyhler vardır. Cüneyd Bağdadi’nin irşat görevini rüyada gördüğü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden aldığı rivayet edilir. (Attar, Tezkiretül-Evliya, 422)
Müritlerin şeyhlerini bulmalarında rüya çok önemlidir.
8-Üveysilik: Veysel Karani, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle görüşmediği halde manevi ve ruhani yoldan O’nun tarafından irşat edilmiştir, diye kabul edilir. Aynı şekilde Cafer-i Sadık, Bayezid-i Bistami’yi, Bayezid-i Bistami Ebu’l Hasan Harakani’yi o da Ebu Said Ebu’l – Hayr’ı ruhani yoldan terbiye etmiştir diye inanılır. İrşada başlamada ruhani ve manevi buluşma önemlidir. Gerek rüya gerekse üveysilik yoluyla irşada başlayanlar daha evvel hayatta bulunan pek çok şeyhin sohbetinde bulunup onlardan feyz almışlardır. Çok önceleri vefat eden ulu bir velinin ruhaniyetleri vasıtasıyla terbiye görmeleri ve irşada başlamalaları sülûkun son halkası olarak kabul edilir.
Şeyhlik ehliyetine ve niteliğine sahip olmadığı halde herhangi bir sebeple samimi suretle şeyh olduğuna inanıp irşad görevine koyulanlar az değildir. Cüneyd Bağdadi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, iki yüzden fazla şeyhe hizmet ettim, bunların içinde örnek alınma ve rehber edinme niteliğine sahip olanların sayısı yediden fazla değildi, demiştir. (Attar, Tezkiretü’l–Evliya, 420)
İbn Hafif, “Şeyhlerimizden beşini örnek / rehber edininiz, geri kalanları halleriyle baş başa bırakınız” demiştir. (Kuşeyri, Risale, 73)
Yeni şeyhlik yapan veya şeyh olarak kabul edilen pek çok kişi görebilirsiniz, bunlar evliyadan da olabilir ama başkalarına delil ve rehber olma ehliyetine ve niteliğine sahip olmayabilirler. Şeyh / rehber başka, evliya başkadır. Her mürşid evliyadandır ama her evliya mürşid değildir.
Vefat eden şeyhin yerine yenilerinin geçmesi her zaman gürültüsüz patırtısız gerçekleşmez. Halifeler arasında ihtilafların çıkması, çekişme, kavga, dargınlık ve kırgınlık eksik olmaz. Post kavgaları adı verilen ihtilaflar nesiller boyunca sürebilir ve bölünmelere sebep olur. Kemal sahibi faziletli zevat arasında bu tür ihtilaflar ve kavgaların ortaya çıkması yadırganabilir. Fakat bu tür hak iddiaları ve ardından gelen çekişmelerin sebep olduğu hizipleşmeler bazı hallerde insan tabiatının icabı olarak ortaya çıkmaktadır. Onun için sufiler:
“Sıddıkların zihninden en son çıkan kötü huy baş olma sevdasıdır.” demişlerdir. (Cami, Nefehat, trc. 312)
Baş olma konusunda zahit olmak altına / gümüşe karşı zahit olmaktan daha zordur. (Kuşeyri, risale, 285)
Bu sebeple bir insan evliya, arif veya sıddık da olsa onda başkan olma arzusu, bazı hallerde hevesi, hatta hırsı bulunabilir. Post kavgaları, her insanda az çok bulunan bu duygudan kaynaklanır. Hz. Ali kerremallâhü veche ile Aişe, Talha, Zübeyr ve Muaviye (radiyallâhü anhüm) arasında cereyan eden savaşlar da bu duygunun etkisi vardır. Sahabe iktidar için mücadele edebilmiştir. Meşayihin post kavgaları da buna benzer.
En ergin ve erdemli insanlar bile hubb-ı câh ve hubb-ı riyaset denilen bu arzunun zararlı şekillerinden kendilerini kolay kolay koruyamazlar.[1]
PROF. DR. Süleyman ULUDAĞ

HAKİKATİ GÖRMEK NE KADAR ZOR


Vaktiyle valinin biri azlolunmuş, hayli zaman açıkta kalmış. Bir gün uşağı: Efendi, demiş, filân ağaç kovuğunda bir zat oturur herkes gidip onun duasını alır, büyük bir zattır. Haydi, biz de gidelim de senin için duâ isteyelim!
Efendi de uşağın sözünü dinleyerek kalkar ve beraberce o zâta giderler. Elini öpüp hacetlerini söylerler. O zat da:
“Yâ Rabbî, der, ne ka­dar hayır sahipleri ne kadar sâlihler, âşıklar varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama yakında bir memuriyet ihsan et!”
Bu duayı aldıktan sonra Efendi ve uşak evlerine dönerler. Biraz son­ra da bir yaver gelerek filân yere vali tayin olduğunu bildirir. Aradan beş on sene geçtikten sonra vali tekrar azlolunur. Yine uşağın teklifi üzerine ağaç kavuğundaki zâta gidip yeniden duâ isterler. Ama bu defa o zat:
Yâ Rabbî, ne kadar meyhaneci, edepsiz, katil, hırsız kulların var­sa onların yüzü suyu hürmetine bu adama bir memuriyet ver,” diye duâ eder. Bu türlü bir niyaz beklemeyen valinin hayreti karşısında:
“Merak etme oğlum, tecelli devir devirdir bu da hak, o da hak... Sen işine bak tayin olunursun,” diye cevap verir. Gerçekten de üç gün sonra tekrar bir tâyin çıkarak adamcağız yeni işine gider.
Bazı kimseler görüyorsun, Hak yolunda oldukları halde birçok maddî mahrumiyetler ve elemler içindedirler. Fakat onların içinde bu­lundukları ateşte ne gülistanlar gizlidir. Allah Teâlâ’dan uzak kalan bir kim­se ise, ne kadar zevk ve safa içinde de olsa yine ateşin içindedir. Çünkü aslı ateştir neticede de yine ateşe munkalip olur.
Fakat bu iki ateş arasında azîm farklar vardır. Biri ateş görünür içi gülistandır. Biri gülistan görünür içi ateştir. Fark bu..”[2]
İmam-ı Azam'ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu:
"Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküşüz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kâfir midir, mümin mi?"
Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine
"Bunlar kâfirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kâfirin ta kendisidir." dediler. İmam-ı Azam susuyordu:
"Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam,
"Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler:
"Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye. İmam tek tek açıkladı:
"Gerçek mümin cenneti istemez, sahibini (Allah Teâlâ'yı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah Teâlâ'yı görmez ama kesin inanır, rükûsuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur’ân-ı Kerim’de mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."


[1] Günümüzde cemaati olan şeyhler durumlarını gözden geçirip, dünyadan göçtüklerinde müritlerine kaynayan kazan gibi bir ortam bırakmaları yerine onların sakin ve salim olmalarını sağlayacak tedbirleri almaları gerekli olduğudur. Çünkü fitne belasının çalmadığı kapı yoktur. İyi ve kötüyü aramaz, hepsine zararı dokunur.
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.” (Enfal, 25)
[2]Ken’an Rifâî, Sohbetler, hzl: Sâmiha Ayverdi, İst, 2000 s. 160

MÜRİTLERDEN ÖNCE ŞEYHLERİ TERBİYE EDELİM


Zamanımızda, nefis ve ruh ilişkilerini, ferdiyet temelinde çözümleye çalışan, eskiye dönük merkezli açıklamalar, hem şeyhlerden hem de müritlerden yoğun eleştiriler almış olmasına rağmen, çoğu zaman oturmuş bir metodolojiye sahip tasavvuf kavramı, insanların hayatları boyunca en güçlü bir biçimde varlığını ve etkisini sürdürmeye devam ettirmektedir. Ancak tasavvufî yaklaşımın, insanlar arası ilişkiler, kurumlar, fikirler ve usuller çerçevesindeki çözümleme anlayışı, günümüzdeki teşkilatlanmış tarikatların, kendi amaçları doğrultusunda kullanma imkânları henüz ortadan kaldırmadığı gibi, sürekli bir doktrin olarak zayıflayıp güç kaybetmeye yüz tutmaktadır. Bazı kesimlerden çıkan düzeltici yaklaşımlar, tasavvuf sistemini ve cemaat kavramını öne alıp, insanlar arası ilişkilere getirdiği yeni açıklamaların, büyük bir ilgi görmesine rağmen, son yıllarda iletişim teknolojisi sayesinde ulaşılan gerçeklerle, daha önceden anlatılan birçok şeyin göründüğü gibi olmadığını göstermektedir.
Tasavvufi temellerin çatırdamasında, bütünüyle insan yaşamın zor şartlarla idamesi temelinden bağımsızlaşma eğilimini göstermesiyle, yeni değişkenler ve kategorilerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu meyanda cemaatlerin büyüme amaçlı hareketleri, içe kapanık olmak veya olmamak arasında kalmıştır. Bu durum ise usulde zayıflama ve içerik boşalmasına engel de olamamıştır. İnsanlar arasındaki bağımlılık arttıkça, insanın yalnızlaşması artık mümkün değildir. Hâlbuki cemaatleşmenin bugünkü düzeyi dikkate alındığında, henüz sözü edilen bu değişimlerin yeterince olgunlaşmadığı görülmektedir.
Cemiyetleşme sürecinin ileri boyutlara varması yanında günümüzde, insanın kendi hayatında ferdileşmesi ve istikrar arayışlarının, önceki zamanlara nazaran arttığını görmekteyiz. Buna rağmen, tarikatların kendi kendilerini yeni duruma göre disipline etmeyi gereksiz görüp, adapte olamamaları sebebiyle, dünya hayatı ve ekonomik politikaların oluşturacağı yeni düzen, daha sert ve baskı kısıtlamalarını tarikatlara dayatarak, giderek artan bir ölçüde, onları içine çekmeye veya yok etmeye çalışacaktır. Bu sebeple, tasavvufi hayatta yeni bir yenileyici ve devrim olması gerekmektedir. Eğer bu başarılamazsa, insanların yüzyıllar öncesinde uyum sağlayarak başarılı olduğu bu sistemi kaybetmesiyle, toplum büyük bir değer kaybına uğramış olacaktır. Bu ise gelecekte meydana gelebilecek tehlikeli durumların oluşmasına sebep teşkil edebilir.
Tasavvufun temelinde, beşeri katmalar çok olduğundan, dinin akideleri gibi sağlamlığını koruması mümkün değildir. Genellikle sapık fırkaların, tasavvuf kültürleri içerisinde olma nedeni budur diyebiliriz. Onun için, şu an şeyh adı ile geçinenler, kendilerine çeki düzen vermelerinin gerekliliği önemli noktaya gelmiştir. Çünkü uzun bir gelecek insanlığı beklemektedir. Şöyle bir düşünün, İstanbul’da yaşayan bir insana, “Eski Topkapı garajı, bir zaman sonra bir uzay istasyonu olacak” denilse hiç inanabilir mi acaba? Şu anki şartlar, tabiî ki bunu hayalden öteye götüremeyecektir. Fakat öyle olduğu zaman da “..bak adam nasıl bilmiş…” gibi cümleler de hevâi olacaktır. Buradan bahsetmek istediğimiz, tasavvufî terbiyede unutulmuş olan “hedef sunmak usulünü” hatırlatmak içindir. Bu usulü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kullanmıştır. Arabistan çöllerinde, dünyanın birçok yerinden habersiz olanlara, konstantiniye’yi (istanbul’u) hedef gösterirken, hedeflenen şey ile dünya imarının, maddî ve manevî temel dinamiklerini ortaya çıkarıp tespit etmesidir.
Bir rivayette şudur. Hafız Ebû Nuaym ve Yahya bin Said-ül Ümevî; Kelbi'ye dayanarak diyorlar ki, bir defasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Beni Bekr bin Vâil'e gitti ve onlarla sohbet ederken “savaş durumunuz nasıl” diye sordu. Onlar dedi­ler ki :
“Biz ne İran’la savaşacak durumdayız, ne de İran’a karşı kimseyi koruyabiliriz.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi:
“Bir gün gelecek, siz onla­rın menzillerine ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksiniz ve on­ların evlatlarını esir alacaksınız.” Bu görüşmeden sonra, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem oradan ayrıldı ve oraya Ebû Leheb geldi ve halka şöyle dedi:
“Bu adam eskiden çok iyi idi, ama şimdi aklını kaçırmıştır.” Benî Bekr bin Vâil'e mensup olanlar da dediler ki:
“Evet, İranlılardan bahsedince, o­nun akli dengesinin yerinde olmadığına kanaat getirdik.”. Bu vak'a gösteriyor ki, o sıralarda hiçbir Arap, Arapların İran gibi muazzam bir saltanatı yerle bir edip, bütün İran'a hâkim olacaklarını, akıllarının uçlarına bile getiremiyordu. Böyle bir şey onlarca, sadece deli divane bir kişi tarafından söyleyenebilirdi. Fakat aradan 15-16 sene geçmedi kî, aynı adamlar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediklerinin harfiyen gerçekleştiğine şahit ol­dular.][1]
Bugün, hala Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mucizesi ve ikramı olan [Diyarbakır en eski ismi Asur kaynaklarında Amid olarak geçmektedir. Diyarbekir ismi ise, Arabistan’dan göç eden bir kabîleden ortaya çıkmıştır. Arabistan’dan gelen Beni Bekr Kabîlesi Dicle civârına yerleştiler. Bölgeye “Bekrlerin Diyârı” mânâsına gelen Diyâr-ı Bekr ismi verildi. Zamanla bu isim Diyarbekir olarak söylenmeye başlandı. 1937 senesinde Bakanlar Kurulu karârıyla Diyarbakır olarak değiştirildi.][2]
Sonuçta, kabuğunu kırıp içinden çıkamayan civciv ölür. Tarikatlar, ferdin ahlakını terbiye etmeyi düşünürken, cemaat terbiyesine, dolayısıyla toplumun içine açılmaya, onları kendileri ile buluşturmaya ve bedevi olmaktan kendilerini kurtaramaya yöneltmelidir. Bu nedenle ilk yapılacak şey, (her ne kadar yasak olsa bile) şeyh, üstad… adı ile ünlenmiş kişilerin, ilk önce eğitimden geçirilmesi gerektiğidir. Müritler sınıfı, rüzgâr önünde uçan gazeller gibidir. Nerede bir rüzgâr bulursa, onun elinden kendini kurtaramaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına sebep şeyler arasında, bu şeyh taifesini görülünce, Meclisi Meşayihi kurmaya mecbur kalmış ve bu işin başıboş bırakılmayacağını anlamıştır. Ancak ne var ki, bu tedbirin vakti geçmiş olduğu için, çokta etkili de olmamıştır. Daha sonra 1925 te tekkelerin kapatılması ile bu durum başıboş bir hal altında, kısmî ve gizli devam etmiştir. Ancak, siyasilerin çıkar amaçlı göz yummaları ile yeniden (sosyal bir gerçek olan) cemaatler oluşmuştur. Fakat bu seferde, amacı ve istikameti belirsiz, toplumda içinde bulunan veya ne olduğu belirsiz bir hal almıştır. Bizim burada demek istediğimiz, bu başıboşluğun önüne geçmek ve bezirganvari hareketleri önlemektir. Gerçek ve mecburiyet arz eden bu durumu, yok etmektense, kontrol altında tutmak ve ilerisi için tedbir almak, toplumun yıkılmaması ve ayakta durabilmesine yardımcı olunması açısından, milletimiz için hayati bir  önem arz etmektedir.



[1]Mevdudi trc: Naim ASRAR Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz.Peygamber [Kitap]. - Ankara : Pınar, 1984.  s.580
[2] Rehber Ansiklopedisi

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar