Print Friendly and PDF

NECİP FAZIL KISAKÜREK “SOSYALİZM, KOMÜNİZM VE İNSANLIK” İSİMLİ ESERİNDEN

Bunlarada Bakarsınız




KADER BİLMECESİ
Dinde kader sadece bir itikat işidir; bir amel ve hareket mevzuu değil... Yani "Kader böyle imiş" diye hiç bir fert fîilinin sorumluluğundan kurtulamaz veya hareketsizliğini mâzur gösteremez. Kader gizlidir, hükmü ancak vakıadan sonra bellidir ve hiç bir işde peşin kaide teşkil etmek mevkiinde değildir. Hiç bir hastalık, kaderinde ölüm veya şifa vardiye tedâviden uzak tutulamayacağı gibi, hiç bir sermaye, nasibindeki büyümek veya sıfıra inmek ihtimallerine göre faaliyetten alıkonulamaz. Bazı İçtimaî ve iktisadı hadiselerin de kadere nispeti, menfi misallerde onlara aynen tahammül etmek, müspet misâllerde ise muhafazalarına çalışmak şeklinde tecelli edemez. Gerçek dinde kader telâkkisi budur ve her şey kulun irâdesi yoluyla İlâhî takdire bağlıdır. Topyekûn hamle ve teşebbüslerde ise kader mülâhazası diye bir kaygı ve hesaba yer yoktur.
Bu ölçüyü başa aldıktan sonra kaydedelim ki, insan iş ve emeğinin kıymet tecellilerinde ve rızk taksiminde kader bilmecesi, mümin ruhlarda, zâhir plânlarının çok üstünde ve derinlerde olan İlâhî hikmet ve adalete sığınmayı ve her şeyi ona havale etmeği zarurî kılıcı bir teselli menbaıdır. Deniz kenarında simidini kemiren bir yavrunun suya düşürdüğü susam tanesi, elbette ki, milyonlarca balık arasında yalnız biri tarafından yutulur ve bu hal, namütenahi muğlak İlâhî muhasebenin mutlaka hususî bir kaydını belirtir. Bu vaziyette, insana ait hamle ve teşebbüs dehâsını aslâ köreltmeksizin ve her türlü adaletsizliği giderme yolundan dönmeksizin, her şeyi İlâhî murada bağlamakta ve ona rıza göstermekte, rahatlatıcı bir itminan payı vardır.
Deli Roma İmparatoru (Kaligüla) atına altın yaldızlı arpa yedirir ve bu yüzden öldürürken, bir buğday tanesi bulamamaktan ölen ilk ve gerçek Hristiyanların nasibi, Allah’ın sır defterindedir ve bu işin kaba akıl plânında "niçin” ve "nasıl"ı yoktur.
Hazret-i Ali, bir şiirinde, bu sırrı ne derin ifadelendirir:
“Bazen devesini yormayan mal kazanır da didinip çırpınanın elleri boş kalır."
Hamle ve teşebbüs daima elde olarak, kader bilmecesinde kanaat sırrı, kanaat sırrında da kendi kendine yetme saadeti vardır. (s.23-24)

*****
Vücut hikmeti = mülkiyet hakkı...
Zamanın, ehramları bile kurşun kalem gibi yonttuğu ve her şeyin dipsiz bir adem uçurumuna doğru kaydığı bu fanî âlemde insanın baş meselesi ve bütün (efor)unun tek merkezi, ölümsüzlük çabası diye gösterilebilir. Böyle olunca, yeryüzünde devamını ancak çocuklarında sağlayabilen insan, onlarla ilk verimini ve bütün mülkiyet haklarının başı olan ilk mâlikiyet prensibini tespit etmiş olur. İşin ötesi, artık ferdin bin bir hedefe karşı bin bir hamleyle elde edeceği verimlerde ve bu verimlerle ulaşacağı çeşitli malikiyetlerde... İnsan, çocuğunda olduğu gibi, verimini ve eserini şahsî mülkiyet çerçevesinde seyretmeğe muhtaç olduğu için, mülkiyete bir nevi varlık şahadetnamesi gözüyle bakar ve bu yüzdendir ki, malı canın yongası bilir.
Ferdi şahsî mülkiyetinden ayırmak, onu eserinden, dolayısıyla var olma imtiyazından koparıp atmak demektir ki, yok etmek ve toplum manivelâsında istinat noktasını kaldırmak mânasına gelir; ve aydınlık ararken topyekûn karanlığa varmakta karar kılar.
Ferdî mülkiyetlerin nispetsizliklerini imkân dairesinde düzeltmek ve aralarındaki çatışmayı önlemekten ibaret olan dâva, mülkiyetin kaldırılmasıyla, hastalık arazını gidermeği ölümde bulmaktan ileriye geçemez ve âlemde hiç bir mezhep ferdî mülkiyetteki dinlerce teyidli aziz vasfı gölgeleyici bir mânâ getiremez.
"Hastalığın arazını gidermeği ölümde aramak", yani şifayı ölümde bulmak şeklindeki teşhisimiz, yeri geldikçe tekrarlanacaktır.
Dinlerin, başta can olmak üzere her türlü mülkiyetten vazgeçmeğe ve her fedakârlığı göstermeğe davet edici emirleri, mülkiyeti ferde bahşettikten sonra vâki olan ahlâki bir telkindir; bu bakımdan yine mülkiyet esasına dayanmakta, "malını ver!" demekle kişiye mal sahipliği hakkını tanımakta, böylece kişiden sahip olmadığı bir şeyi istememekte, yani ferdlerin mülkiyet hakkından mahrum bulundukları bir cemiyet prensibine tam zıt noktayı tutmaktadır.
Ferdi kendi öz iradesinde serbest bırakan ve asla cebre yanaşmayan, tamamıyla ahlâkî bir prensip...
Günümüzde bazı yarım adamların "Hıristiyan sosyalizminden bozma "İslâm sosyalizmi" klişesi altında bir cereyanı körüklemeğe çalıştıklarına şahidiz.
Bunlar, büyük sahâbîlerden Ebu Zer hazretlerinin halife Hazret-i Osman'a baş vurup:
"- NİÇİN ZENGİNLERİN MALINI ALIP FAKİRLERE DAĞITMIYORSUN?"
Demesini esas tutuyorlar ve bu noktadan bir sahabî içtihadına sığınıp, İslâm'da ferd mülkiyetlerine el koyma imkân ve cevazı bulunduğunu iddiaya kalkışıyorlar.
Böyleleri Müslüman değil, yalnız sosyalisttir ve Müslümanlığı sosyalizm lokomotifine takılacak bir vagon mâhiyetinde görmektedir.
Nitekim sadece taşkın bir takva ve fedakârlık vecdi içinde bu teklifi yapan Ebu Zer hazretlerine, ince ve derin Hazret-i Osman’ın verdiği cevabı bilmemezlikten geliyorlar:
“BEN, ALLAHIN RESULÜNDEN GÖRMEDİĞİM BİR ŞEYİ YAPAMAM! VERMEK İSTEYEN GÖNÜL RIZASIYLA VERİR!"
Ferdî mülkiyet hakkı azizdir, insanın suratı kadar tabiîdir; ve iptali, insanların suratlarını battal edip yerine kemiyet numaraları taşıyan maskeler takmak derecesinde oluşa aykırıdır. (s.29-30)

****
İLK ALDATICI SESLER (Rönesans)
Beşer, milyonlarca yıllık hayatında bu eski “psikoloji”ye fikir süsü veren davranışı, (Rönesans) sıralarına kadar idrâk etmemiştir. Milâttan 4 asır önce Eflâtun, özlediği cemiyette para ve kazanç ölçülerini kuşatan birtakım adalet tasavvurlarına yer yermişse de, bunlar hep onun getirdiği idealizm planındadır ve ne ezilen bir sınıfın ıstırabına, ne de mücerret manada iş ve emek denkleşmesi gibi umumî bir tesviyelenme esasına bağlıdır. Eflâtunun cemiyetinde iş ve emek, baremini büyük fikir adamlarının takdirinde bulan bir keyfiyettir, (ide) emrindedir ve kendi başına müstakil bir kıymet etmekten uzaktır.
(Rönesans)a doğru ve (Rönesans) içinde, hiç bir sistem belirtmese de ana zemini hatırlatıcı üç sese rastlıyoruz.
Biri, Osmanlı devletinin ilk devresindeki Şeyh Bedrettin Simavî (Simavna kadısı Bedrettin), öbürleri de 16 ve 17 nci asırlar arası (Rönesans) fikircilerinden (Tomas Moros) ve (Kampanella)...
Nazım Hikmet’in, hakkında bir destan yazarak ilk komünist diye gösterdiği "Vâridat" isimli eserin sahibi Şeyh Bedrettin, din büyükleri gözünde dalâlette bir insandır ve muhakeme edilirken
"Kendi kendin biç” diyen şeriat hâkimine "Benim cezam idamdır” cevabını vermiş ve öz hükmüyle başını kılıca teslim etmiştir. Şeyh Bedrettin’in dünyası, İslâm ölçülerine tamamıyla aykırı şekilde; herkesin rast geldiği kapıyı çalarak o evin gıda maddelerine, malına hattâ kadınına kadar el uzatmayı mubah gören behimî (hayvanca) bir hayalden ibarettir ve aynı hayvani psikolojiden başka dayanılan hiç bir fikir mesnedine mâlik değildir, fakat cemiyetlerin birtakım iç illetlerini sömürmek ve bazı uzak benzerliklerini alet diye kullanmaktan başka sanatı olmayan komünizm, fare kılı ile fil kılı arasındaki ayniyeti, fare ile filin aynı şey olduğu gözbağlığınâ kadar götürürve Şeyh Bedrettini ilk  komünist olarak gösterir.
İkinci andırıcı ses, 16 ncı asır   (Tomas Moros)un...
Arkasından (Rönesans)ın büyük (skolastik) düşmanlarından (Kampanella) geliyor. Macera dolu hayatının 27 yılını hapiste geçiren bu adam "Güneş Devleti" isimli eserinde, insanları aynı tevâzün ve tesâvi çizgisi üzerinde hayal ettiği bir çevre ve (metropolis) içinde toplayarak (Tomas Moros) ile beraber komünizmden ilk işaretçi mevkiine Fakat eseri ve fikirleri büyük bir iz bırakmamış, olmaktan ileriye geçememiş ve (Rönesans) gibi aklın kiliseden intikamı diye anlatabilecek bir Harekette onu omuzlayanlardan biri olmadan ayrı bir sistem getirememiştir. (Tomas Moros) ise, eserinin ismiyle, bir ütöpyacı...
Neticede, tarih öncesi ve sonrası insan hayatında topluma hâkimidâre ölçüsü, 18 inci asra kadar (mono arhiya-tek tek fert hakimiyeti) çevresinden tam manasıyla dışarıya çıkamadığı hususiyle Ortaçağ boyunca kral ve hükümdar mefhumu, aksi düşünülemez ve katlanılması mecburî bir tegallüp vakıası ifade ettiği için ferdin bütün meselesi kendini ve kendini, ve hürriyetini kurtarmaktan ibaret kalmış ve ancak ondan sonra gelmesi kabil fertler-arası adalet dâvasına 19 uncu asra kadar yol açılmamıştır. Bütün malı ve mülkiyle sultanî hâkimiyet örneklerine ait ferd, birbirine karşı dava sahibi olmak için evvelâ serbestliğe kavuşmayı beklemiş; ve nihayet cemiyet tezatlarını fark etmeğe müsait zemini, Büyük Fransa İnkılabı’nın her an yeni bir şey getiren hızlı seyri içinde ve 19 uncu Asır başlarında bulmuştur.            .
(Rönesans)ın getirdiği serbest fikir ikilini içinde "Ansiklopediciler” diye anılan 18 inci Asır Fransız mütefekkirleri (Didero, Volter, Monteskiyö, Russo, Dalamber), göz önünde maddî ve mânevi şekilleriyle ve kendilerince bütün bir bir dünya ve âlem panoraması çizerlerken, Fransız İnkilâbı'na  basamak olan insan hak ve hürriyetlerinin ötesinde iş ve emek  kıymetlerindeki eşitsizlik ve dengesizlik diye bir tasaya düşmemişler; aksine;, bütün fikir cehtlerini iki koldan "halk idaresi-demokratos" veya “fert hürriyetî-liberalis” üzerinde mihraklaştırmışlardır. (s.36-39)

****


İLK DEVREDE SOSYALİZMİN SONU
Belirttiğimiz şekilde sosyalizm tereddiye doğru giderken, davaların oluşla olmayış buhranını yaşadığı demlerde peydahlanan tiplerden biri meydana çıkar. Bu, Fransız (Prudon)...
"Mülkiyet nedir?" sualine "Mülkiyet hırsızlıktır!" cevabını veren ve esasta sosyalist veya komünist olmasında hiç bir mani bulunmayan, bu, tezatlara boğulmuş tip, her iki tarafta da dâvanın inkişaf şeklini kabul etmemekte, hatanın kökte olduğunu unutarak gövdeye ve dallara saldırmakta ve ağaca kendisince yeni bir şekil aramaktadır.
Şöyle konuşuyor:
"- (Sensimon)cular gelip geçmiş bir kâfile... (Furye) gülünç... Komünistlerde taaffün merkezi..."
Ve devam ediyor:
“Sosyalizm hiç bir şey değildir, hiç bir şey olamamıştır ve hiç bir şey olamayacaktır!"
Böyleyken (Prudon), düşmanı olduğu ve hırsızlık saydığı mülkiyetin ne olduğunu tarife çalışıyor:
"- Çalışılmadan elde edilen kıymet ve nimet: Fâiz, prim, komisyon, irâd, iskonto, monopol vesaire..."
O           devrede (Prudon)un "hava parası"ndan henüz haberi yoktur.
(Prudon), bünyeye ters gitmenin değil, onu içinde düzeltmenin fıkircisidir ve onca esas olan, hürriyettir.
Müspet bir dayanağı ve mektebi olmayan bu adam da, hürriyetle beraber yer vermeğe mecbur olduğu ferdiyet icaplarından gafil ve bu noktada en büyük tezadını yaşamaktadır: Hür olan ve başını madde üstü bir inanışa bağlamayan ferd, elbette ki (liberalist) anlayışınca her şeyden evvel mülkiyet hakkına muhtaç olacak, ayrıca öz menfaati yolunda her kombinezonu düşünecek, muhâtabı olan öbür ferde belki cebretmemek şartıyla her istismâra başvuracak, hususiyle kendisini cemiyette fâni görmenin hiç bir rejimine yanaşmayacaktır.
BAŞIBOŞ HÜRRİYET PRENSİBİ İLE MÜLKİYETİ İLGA FİKRİNİ BARIŞTIRMAYA YELTENMEK, KUTUPLARDA HURMA AĞACI, ÜSTÜVA HATTI ÜZERİNDE DE KUTUP AYISI YETİŞTİRMEĞE DAVRANMAKTAN DAHA GÜLÜNÇTÜR.
(Prudon), sosyalizmin ilk devredeki başarısız sonunu mühürleyen bir (dekadans) ihtarcısı olmuştur. (s.47-48)
****
ÜÇ AYAKLI SEHPA
Komünizm, bir ayağı (Marks), bir ayağı (Engels) ve bir ayağı (Lenin)den ibâret üçayaklı bir sehpadır.
(Marks)la beraber (Engels), kendi mücerret hakikatlerini filozof (Hegel)i tahrif ederek temelleştirirler; (Marks) bu mücerret dünyayı İçtimaî ve İktisadî tatbik yollarında planlaştırır; (Lenin) ise, aynı dünyanın, deli vecdi içinde, aksiyoncu olarak meydana çıkar, ihtilâlini yapar ve devletini kurar.
İnsanlığın idam sehpasına benzeyen bu üçayaklı çatıda, dili bir karış dışarıya vurmuş, gözleri fırlamış ve suratı kireçten daha beyaz bir renk bağlamış bir (martir - mazlum) sallanmaktadır.
İnsan...
Tasavvufta, Allah’ın mutlak varlığına nispetle "mâsivâ" dedikleri dış âleme atfedilen gölge vücudun, aynen tersiyle, ruha ve onun müesseselerine, yani Allah’a isnat edilmesi; mutlak varlığın da maddeye ve onun hareketlerine, yani puta bağlanması...
Yüzde yüz aksine döndürülmüş (mistik); tam tepetaklak edilmiş hakikat...
İdam sehpasındaki (martir)in de göğsünde, aynen kendi kelimeleriyle şu yafta vardır:
"- Bütün manevî değerler, baskı altında kabul ettirilmiş ve semerelendirilmiş birer vehimden ibârettir ve Allah yoktur!!!"
Dikkat buyurunuz: (Marks) Yahudi’dir. Böyleyken yine gizli bir Yahudi tıynetiyle Yahudiliğe çatmış, Yahudiliği para ve sermaye çıfıtı diye göstermiş ve neticede Yahudi’nin yaptığını Yahudi’ye yıktıran, sonra da bu yıkıcılığı yıkma vazifesini yine Yahudi’ye veren hilkat cilvesini, farkında olmadan ortaya koymuştur.
KAPİTALİZMİ KURAN YAHUDİ (BİNBİR MİSAL), ONU YIKMAYA SAVAŞAN YİNE YAHUDİ (KARL MARKS), KOMÜNİZME EN YIKICI DARBEYİ VURAN DA TEKRAR YAHUDİ (HANRİ BERGSON)...
Demek ki Yahudi, nerede bir teşekkül, billurlaşma, oluş vahdeti görürse onu yıkmaya memur, mücerret tahrip dehâsı... Bu nokta, (Kari Marks) ve komünist ihtilâlindeki birçok Yahudi’yi ve daha nicelerini içine alan, dikkate lâyık bir teşhisi belirtir.
(Marks)ın dostlarından bir Yahudi, başka bir Yahudi’ye, bir Yahudi mütefekkirine mektup yazıyor, kendisi gibi Yahudi (Karl Marks) için diyor ki:
“ZAMANIMIZIN EN BÜYÜK VE EN GERÇEK FİLOZOFU, DOKTOR (MARKS)... BENİM PUTUMUN ADI BUDUR! HENÜZ ÇOK GENÇ BİR ADAM... ORTAÇAĞ POLİTİKASINA VE DİNE, SON, CAN ALICI DARBEYİ BU ADAM İNDİRECEK!.."
İşte bu adamla o adam... (Marks) ve (Engels)... Henüz (Lenin)e vakit var...
(Engels) sosyalizmden komünizme doğru çizgiyi uzatan "Alman Kollektivizmi" nin de kurucularından biri... (Marks) ise çizgiyi komünizmde düğümleyen en keskin hamlenin ve tamamlayıcı tahlil ve terkip örgüsünün sahibi... El ele veriyorlar ve kaydettiğimiz gibi, dâvalarının mâdenini (Hegel) materyalizminin ateşinde kızdırıp (Materyalizm Historik) buzunda soğuttuktan sonra, şekil şekil billûrlaşmış olarak meydana çıkarıyorlar. Artık onlar, 1847 de bütün kalıbı dökülmüş olan nazari "Komünist Birliği"nin direkleridir. "Komünist Beyannâmesi" nden sonra her taraftan kovuldukları için nihayet Belçika'ya sığınmışlar, derken oradan da kovulmuşlardır. Sağda ve solda, serseri, fakat batıl dâvalarına tam sadık bir hayat.
(Marks) ve (Engels) çiftinde kendi batıllarına inanış, dâvalarına sadakat ve samimiyet inkâr edilemez. Bu hususiliği, daha keskin olarak (Lenin)de göreceğiz.

ZAMAN BOYUNCA
Asıl (Lenin) ve arkadaşlarının elinde bombalaşacak ve hadiseler plânını gümbürdetecek olan komünizm, (Enternasyonal) hareketine rağmen nazariye çerçevesinden dışarıya çıkmadı, her yerde polis mevzuu bir hadise olarak kaldı, hattâ söner gibi oldu. Biraz evvelki tâbirimizde komünizm onbaşılarının koğuşu olan (ENTERNASYONAL) 1872 DE AMERİKA'YA "NAKL-İ HÂNE" etti. Fakat cansız ve küçük bir kulübe kadrosu... 1886'ya doğru büsbütün pörsüyüş ve sönüş...
1883 yılında (Marks) sefalet ve mahrumiyet içinde öldü.
(Engels) artık tek başına kalmış, (Marks)ın eserlerini derlemekle meşgul... (Enternasyonal)de fiili rolü yok... Zaten orta yerde ciddi bir ifade sahibi olan ve hacim belirten, kol kol sosyalizm hareketleri... Mesnetsizliğine rağmen bazı zümrelerin, kendi dayanaklarına oturttukları ve ona göre benimsedikleri sosyalizm yeniden ele alınmakta... Komünizm gayet tehlikeli bir fantezi sayılıyor, bir gün devletleşme ihtimâlini asla vaadetmiyor ve kimseden yüz bulmuyor.
Nihayet 20'nci Asra beş yıl kala (Engels) isimli ikinci adam da öldü. Ve uykuya yatan dâva, kendisini 22 yıl aradan sonra tekmeyle uyandıracak ve bütün insanlığı (mitolojik) bir canavar gibi yutması için geliştirecek adama kaldı.
İkinci (Enternasyonal) 1904'de Amsterdam'da ve aktif politika dışı, korkak bir nazariye plânında, Üçüncüsü de, Rus Komünist İhtilâlinden sonra (1921) de Moskova'da ve bütün cihana meydan okuyucu, çığlıklı bir politika zemininde... Bir de, 1922-23'de Berlin'de Üçüncü (Enternasyonale aykırı madde, ikisi ortası muvâzaacıların tertiplediği Dördüncü (Enternasyonal) var... (s.63-67)

DİYALEKTİK (Cedel)

Diyalektik,[1] fikrin kendisi değil, bina edilişi, cümle ve kelimeler içi mimarisi...
Her mezhebin bir diyalektiği vardır.
Onlardaki, işte bütün bu dâvaların, kalbur gibi üzerinde elendiği hilekâr, sahtekâr, dolandırıcı bir diyalektik...
(Hegel)den aparılma, punduna getirici, yutturucu, şaşırtıcı, apıştırıcı tarihî materyalizm diyalektiği...
Her şeyi kel ve keleş kemiyet çerçevesinde ele alıp, her şeye eski, geri, kokmuş, pörsümüş yaftasını takan o dar, o tek sesli, o vahşi diyalektik...
Bandrollü hakikatler hokkabazlığı; asılsız kıymet hükümleri reçeteciliği...
İstanbul'da Büyük Postane önünde leke, sabunu satan işportacıların kolay ve ucuz belâgati...
Eski Yunan'ın sofistlerine eş, bütün ulvî gerçekleri el çabukluğuna getirip bastırmaya memur, Yirminci Asır küfür yobazlığı talâkati...
Komünizmi olanca fikriyat, kitabiyat ve kelâmiyâtiyle önünüzden geçit resmi yapmaya davet edecek olursanız yukarıdaki hükümlerden başka bir kanaate varamazsınız. Bu teşhis, hususiyle, komünizmin, tatbikat sahasına girişinden sonraki tecellilere aittir.
İşte, hem nazariye, hem ameliye plânında gördüğümüz ve en mahrem çizgileriyle tespitine çalıştığımız komünizm!.. Özü de şu kadar:
"- Allah yok, din yok, ruh yok, vatan ve millet mefkûresi yok, ruhçu ahlâk yok, felsefe ve tarih yok, anane ve terbiye yok, aileye bağlı çocuk yok, ferdî mülkiyet ve tasarruf hakkı yok; yok, yok, yokluk tasavvuru bile yok!...
Ne ıstırapsız dünya!... (s.82-83)



Necip Fazıl KISAKÜREK (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) “KONUŞMALAR”  İSİMLİ ESERİNDEN


 “Millî bir edebiyat ne demektir? Böyle bir edebiyatın belli başlı vasıfları nelerdir?

—Bütün bir millete,  o millete mensup olmayan duyuş tarzına, ders verir gibi muayyen millî tezler telkin eden ve millet mefhumiyle yegâne alâkası yalnız «millet» kelimesini kullanmaktan ibaret olan bir edebiyata millî edebiyat denemez. Millî edebiyat, o milletin ruhunu, duyuş tarzını ve şahsiyetini eserinde temsil ve tahlil eden edebiyat demektir. Gayesi milliyetsizlik olan bir millete milliyetsizlikten bahseden şair millî şairdir. Gayesi hırsızlık olan bir millete, kendi hırsızlık maceralarını anlatan şair millî şairdir. Dernek ki, millî edebiyat millî bir duyuş tarzına uygun edebiyat demektir.” (s. 15)
***
                 Nâm-ı diğer Parmaksız Salih'in gayesi nedir? Eseriniz­de yapmak ve belirtmek istedi­ğiniz şeyler nelerdir? Eser, ne gibi ruhî saikler altında mey­dana gelmiştir?
                 Arılara, eğer ballarının izahı rolü verilseydi, bu herhalde balın lezzetinden düşürücü bir iş olurdu. Ama muharrir öyle midir? Onda hem, ne yaptığını bilmeden çalışan arı; hem de ne yaptığını bilmek ihtiyacında olan insan vardır. O halde sanatkâr, hem bal verecek hem de sırasına ve işine göre, ne yapmak istediğinin izahla mükellef olacaktır. Fakat dedim ya; muharrire asıl sanat hummasının dilsiz hüviyetini yaşatan arı cephesi hareketlendikçe, şuur ve fenni tarafı biraz çenesini kilitlemek ihtiyacına düşüyor. O zaman da, muharrire hâkim olan sükûti edadan şöyle bir hitap tütüyor:
“Ben ne anlatayım? Siz tadın anlayın!”
                 “Nam-ı diğer Parmaksız Salih” benim altıncı tiyatro eserimdir. Yedincisi ve sekizincisi de var ama, onlar tamam sayılmaz, biri, 1 perdelik “Siyah Pelerinli Adam”, öbürü de “Sır” isimli, yarım kalmış, daha doğrusu yarım bıraktırılmış ve başıma bir takım belalar açar gibi olmuş bir piyestir. Evet, bu defaki, Tohum, Bir Adam Yaratmak, Sabır Taşı, Künye ve Para’dan sonra altıncı eserim… Şehir tiyatrosunda temsil edilen eserlerimin de dördüncüsü… Bu eserde, en canhıraş sebebleri ve neticeleriyle kumarı göstermek istedim. (Vis) ve günahların en müthişi olan ve şimal kutbundan cenup kutbuna, güneşin doğduğu her noktadan battığı her noktaya kadar bütün yeryüzünü saran, yakıcı, kavurucu, kül edici ihtiras… Dünyada hiçbir kitabın satışı, 52 sahifelik iskambil kağıdı desteleri kadar olabilir mi? Hele memleketimizde, Tekel idaresinin her sene bunlardan bir milyon tane sattığını, bunlardan herbirinin de artık sayfaları pörsüyüp eskiyinceye kadar en aşağı bin kere okunduğunu düşünürseniz, kavrarsınız ki, iskambil kağıdı isimli şeytani kitap, yalnız bizde, her yıl bir milyar defa elden geçirilmektedir. İşte, eserimde ana unsur diye ele aldığım müthiş salgının kemmiyet mikyası!… Ya keyfiyeti? Piyeste, kahramanımız, onu şöyle anlatıyor:
                 “Doktoru ve ilacı olmayan hastalık!…”
                 Eserde her şeyi bu ani unsur etrafında vererek, en kuvvetli müessir ve saiklere bağlı bir hayat entrikası tertiplemeye ve bu tertip içinde meydana çıkması beklenen müstesna bir ruh tecellisine çalıştım. Asıl kıymet hükmünü bu iki noktadan bekleyen eserim hakkında bir değer ölçüsü koymak selahiyetine ne ben malikim, ne de şu veya bu, “bilirkişi” tanınmış efendi, bay… O selahiyete, binlerce ve onbinlerce göz büyüklüğünde ve gökler kadar derin tek bir gözden başka kimseyi sahip tanımıyorum: seyirci…
                 ” Nam-ı diğer Parmaksız Salih” de, benim ” milli” ve “mahalli” den anladığım her şeyin tam mevcut olduğuna kaniim. Yerli renkler, muhitler, ocaklar; ve elle tutulacak, hatta her akşam tiyatroda ve seyirciler arasında benzerlerine rast gelinecek kadar hakiki ve tabii şahıslar… Benim, “milli” ve “mahalli” den anladığım da, bütün bir tahassüs, eda ve üslup hususiliği vermek bakımından, budur.
                 Ondan sonra eserimde, “milli” üstü bir “insani” cepheyi esas tutmak kaygısından hiç vazgeçmedim. Haddehaneli Salih, nam-ı diğer Parmaksız Salih, bir Çinli, bir Amerikalı, bir Patagonyalı olabilir.
                 Daha sonra eserde ifadelendirmek istediğim tek ve tam dava, binbir tezad ve binbir zıd kader cereyanı içinde hakiki fışkırışını bulamamış ve hatta kötülük baskısı altında uyuşmuş bir ruhun, en büyük saike kavuşur kavuşmaz birden şahlanışı; ve tam 55 yıl bilmeden hasret çektiği ve daima istekli yaşadığı ulvi aksiyona şiddetle atılışıdır. Ben de, ruh tecellisini, derin irfan ve fikir sahibi bir münevverde arayacağıma, inadına, yarım yamalak okumuş, efendi ile serseri arasında muallakta kalmış, tecellisini kendince merd külhanbeylikte ulmuş, laf palavrası ukalalık afetinden uzak bir tip üzerinde aramayı tercih ettim. Ve ruh maktalarını çok zengin ve çeşitli telakki ettiğim bu tipe erkekliğin en derin ve girift akidesi olan “babayı”, en ileri babalık fedakarlığını yüklemeye kalktım.
                 Bu arada ve yüzüğün ana taşı mevkiindeki kahramanımızın etrafında, daha birçok iyilik ve kötülük örneği var… Onları da bütün insanlık çevresi ile beraber cemiyetimizde ve aramızda kolaylıkla teşhis edilebilir; böylece kumarın insanı nereye kadar düşürdüğünden, hangi kötülük saiklerine ve iyilik aksülamellerine kadar yol açtığını görebilirsiniz. Kumarın emzirdiği ve beslediği ahlaksızlık bünyeleriyle, belirmesine vesile verdiği fazilet şahlanışları, bu eserde teker teker örnekleştirilmek istenmiştir.
                 Şimdi ağzımdan garip bir söz kaçıracağım! Eserimi kumar hakkında bu zamana kadar yazılmış bütün eserlerle mukayese etmeden söylüyorum: Dünyada (dostoyevski) den itibaren, bu mevzuda yazılmış nice piyes ve roman okudum. Fakat hiçbirinin, kumar ejderhasını tam yakalayıp sımsıkı çevreleyebilmiş olduğuna inanamadım. Aman, sakın “işte buna ben muvaffak oldum!” dediğimi sanmayınız. Demek istediğim şu ki, bir türlü yazılamayan, dibine ulaşılamayan ve daima satıhlarında dolaşılan bu cehennem ikliminin, bu aciz eserimle ben de derinliğine dalamamış bulunuyorum ama, dalınması gereken bir derinliği olduğunu ve o mıntıkanın bakir kaldığını haber vermek cesaretini gösterebiliyorum, gerisi, davanın başı ve sonu, ilk ve son söz, burada değil, orada; sahnede…1948 (s. 50-53)
 ****
                 Sizinle konuşurken, dün­ya savaşlarından söz etmemeye imkân yok. Çok ilginç bir hayat sürdürdünüz. Şöyle: Çocuklu­ğunuz birinci Dünya Savaşı içinde geçti. Eser vermeye baş­ladığınız dönemlerde de ikinci dünya savaşını gördünüz. Bi­rinci dünya savaşı sonunda, dünyanın denge devleti olan Osmanlı Devleti çöktü, ikinci dünya savaşı sonunda da Av­rupa uygarlığı handiyse yıkılı­yordu. Aslında, Osmanlı Dev­leti Doğu Uygarlığının Devle­tiydi. Şu halde, bir uygarlığın çöktüğünü, bir uygarlığın da yı­kılmaya ramak kaldığı çok kri­tik dönemleri gördünüz. Yaşa­mınız ve düşünceleriniz üzerin­deki bu iki dünya savaşının et­kilerini açıklar mısınız?
— Bu sualinizin cevabını eserlerim her yön­den vermiştir. Bizim anladığımız ve ismini davâmızın başlığı haline getirdiğimiz büyük doğu, Batının kafa macerasını eşya ve hadise­lere tahakküm mizacını Batıya örnek teşkil edecek bir asliyetle iktibas ettikten sonra, onu kendi öz ruhumuzun emrine alacak bir dünya­nın ismidir. Biz, iki dünya arasındaki mahsup sırrına asla yaklaşılmadığını, hususiyle Cumhuriyet Devrinden sonra batılılaşalım derken, ondan büsbütün uzak düşüldüğünü ve Batıya anlamak hakkının Doğulu kalarak mümkün olduğunu mahyalaştırıcı bir telâkkiden geliyoruz ve inşası yolunda çırpındığımız dünyanın sade doğuya değil, batıya da örnek teşkil edeceği iti­kadını besliyoruz,
Son Almanya seyahatimde benimle buluşmak isteyip sabaha kadar yanımdan ayrılama yan Berlin Protestan Baş Papazı, bu husustaki sualine verdiğim cevaba hayran kaldığını, yüzlerce dinleyici önünde itiraf etmiştir. Alman protestan kilisesinin mümessili mevkiindeki papaz, bana
«materyalizm ve spritüalizm ara­sındaki bu dünyanın hali ne olacak? Dinlerin istikbalini nasıl görüyorsunuz? Dinler arasında maddeciliğe karşı bir ittihad kurulabilir mi?» diye sormuş ve Batının bu günkü ruh buhranı­nı ve deprenişini izahla başlayıp «Doğunun ek­siği batıda, Batının eksiği de Doğuda» şeklinde­ki formülümü aynı kelimelerle tasdik etmişti.
O           konuşmanın geniş tafsilatını ilerde neşrini düşündüğüm her hangi bir vasıtayla kaleme al­mak niyetindeyim. (s.89-90)
****
                 Burada hemen bir şey so­racağım. Sizin bu memlekette büyük bir tesiriniz var. Bu tesir, kuvvetini bütün yabancı tesir­lere karşı koymaktan almakta­dır. Hal böyleyken, "Bayılıyo­rum Avrupalıya" dediniz.
— Benim Avrupalıya bayılıyorum demem, sizi yanıltmasın. Bu onu tespit ederim demektir. Benim gözümde Avrupa, insan kafasının, eşya ve hadiseler üzerindeki (tefahhus İnceden inceye araştırma) hakkının aslında bir İslamî emir olmasına rağmen, böyle şahane bir tarzda meydana getirmiş olan saha­nın ismidir. Rönesans ise, din adına ortaya konan abeslerin ve tarahatın hıncı olarak akim şahlanışıdır. Akim heyecanını o kadar derin bir şekilde hissettiler ki, ateşe atılan meşhur Bruno, odunlar üzerinde yanarken dudaklarına uzatılan haç’ı, ayaklarıyla tekmeledi. Hakiki bir muvahhit olsa idi, bu hareket onu şehitliğin en üst mertebesine çıkarabilirdi. Hâlbuki o, bü­yük oluştan mahrum olduğu için, bir bâtılı, bir başka bâtıl adına itmiştir. Evet, ben durumu tespit ederim. Kapılanmam Avrupaya. Avrupa’­nın arayıp, çok kanlı mücadelelere rağmen, bu­lamadığının İslam’da olduğuna kaniim. Bula­mamış Avrupalılara da "yazık olmuşlar” gözüy­le bakarım. Amma onların kıvranışlarını, davranışlarını beğenebilirim.. İşte bayıldığım bu tarafları olabilir. İşte Pascal. O bir adamın, rehbersiz hiçbir noktaya ulaşamayacağının en güzel misalidir. Kaldı ki, rehbersiz olarak gidi­lebilecek noktanın muhaline kadar da varabilmiştir. Öyleyken, bir gün bir buhran anında haykırıyor,
"Bana filozofların bulduklarını sandıkları Allah’a inanışı değil, fakat peygamberlerin nass halinde getirdikleri inanışı veriniz" ve isimler sayıyor. Hz. İbrahim’den İsa’ya kadar. Orada duruyor. İsim saymasa yahut en son is­mi de son peygamberi de zikretse kurtulacak. Fakat son anda yetişir gibi olduğu vapuru en son anda kaçırıyor. Neticede batıyı iyi ve kotu taraflarıyla tasnif ederim. Ona mağlup olmak mevzubahis değildir. (s.106-107)
****
                 Sizin hem bir sanatkâr çizginiz var, hem bir tasavvuf. Bu ikisini birleştirmiş bulunan bir büyük, Mevtana hakkında fikriniz?
                 Mevlana beşeri planda çok büyüktür. Bu bakımdan Avrupalılar tarafından anlaşılması da kolaydır. Fakat eseri bakımından şöhreti ve kolay anlayışı davet eder. Bu yolun büyüklerin­den Öyleleri vardır ki, şöhretten kaçmışlardır. Mevlana’nın bu kolaylığı onu bugünkü rejim ta­rafından maalesef bir turist terliği gibi kullan­masına bile müncer olmuştur. Tabii bu kıyasla­malar tasavvuf! Gerçeklere ve büyüklere nispet­ledir. Yoksa o, beşeri planın ve kelimelerin gö­türebileceği en son noktaya kadar varmış bir büyüktür. Amma tasavvuf! Marifet bütün bu kelime haşmetinin ötesindedir. Bu bakımdan, Mevlana’yı anlayan Avrupa, İmamı Rabbani ve Şahı Nakşibend'in keyfiyetini anlamaktan uzaktır.
                 Bir de Yunus var edebi­yatla tasavvufu birleştiren.
Yunus Emre, Türk cemiyet hayatında yetişen bildiğimiz edebî ve dinî tahassüs ve te­fekkürün en büyük örneğidir. Umumiyetle me­tafizik ürpertisi zayıf olan ırkımızın bu bahis­teki zaafını telafi edecek kudrette bir şahsiyet­tir. Bu arada tasavvuf için bir iki şey söyleye­yim.
"Tasavvuf, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin batınıdır."
Bu çetin yolda son merhale hayrettir., ilk mer­halenin de hayret olduğu gibi.. Bu konudaki en ince tespiti İmamı Rabbanî yapmıştır: "Ben yokum, o, yani Allah var" diyen murid ben yokum derken bile varlığını iddia etmektedir, in­sanın yokluğunu bile iddia edememesi hali, ta­savvufun en büyük mertebesidir.. Şahı Nakşibent bunun için "Mutlak tevhid muhal"dir, bu­yurmuştur.(s.108)
****
Karamsarlık iddiasına gelince, ne deri üstü, ne sathi bir görüş! Bunlar zıt kutuplar arasın­daki ahengi anlamayanlar!... Ayol; dâvayı Al­lah’ta ve ölümsüzlük gayesinde tamamlayan bir insan nasıl karamsar olabilir?
Nur’a ancak zulmet dehlizinden geçilebile­ceğini anlamayanlara cevabım,. Eski Yunanda (lirik) şiirin babası (Pindaros)un şu sözüdür:
"Meğer ben, bir ömür, katırların yemliğine saman yerine çiçek doldurmuşum!"... Burada konuşmama bir ilâve yapmak iste­rim:
Şair Pindaros bu sözü Eski Yunanda en kemalli devre olan Perikles çağının aydın geçi­nenleri için söylüyor; ya bizim aşağılıkta kema­lini bulmuş cemiyetimizin katırları hakkında ne buyrulur? .(s.138)
****
                 Tiyatro ve şiir sahasında belirttiğiniz müstesna şahsiyete rağmen kendinizi yıllardır poli­tikaya vermenizin sebebini sorabilir miyim?
                 Netâmeli bir sual!...
Ben bir dâvanın adamıyım!
Dâvamı muvaffak kılmak için gere­kirse kanalizasyon ameleliği yapmaktan bile çe­kinmem! (s.139)
****

Bir arkadaşım bir İngilizin eserini tercüme etmiş bana gönderdi: "Yeni Cemiyette Ruh İn­hitatı... (Çökme, gerileme, alçalma) " zavallı muharririn hâli dikkatimi çekti adam ıstırabını söylemiyor, süblime edemiyor, edebilse belki teskin olacak, onun için şiire, teşbihlere kaçıyor, neticede şunu söylüyor:
Ne olacak bu Batı aleminin hali, çoluğumuza çocuğumuza bir takım delinmiş dağlar mı, toprağa yapışmış maskaraca füze iskelet­leri mi ampuller mi birtakım teknoloji masal­ları mı bırakacağız?
Yani sıkıntısını hissettiğimiz tabiatten ko­puş... Bu dava 19. asırdan beri düşünülmekte­dir. 19. asırda makinenin yarattığı sosyal ve ru­hî ıstırablar, bir çok mütefekkir tarafından söy­lenmiştir.. Fakat bu adamın sesi çok can ya­kıcı.. Evet, bugün Batı bir düzen kaybı içinde­dir.. Hiçbir şeyin müeyyidesi kalmamıştır.
Bunun hemen yanı başında Türkiye’nin ha­li, Batı’nın bu buhranlarının içinde zamandan ve mekândan bir fiske ile dışarıya atılmış bir ülkeyiz. Dünyanın, ne de kendi iç ıstırabından haberdar, Batının ikiyüz sene evvel bıraktığı başlangıç noktasının taklidinde..
Bir gün Ayhan Songar Bey’le evimde konu­şuyorduk, kendisine tasavvuftan bir cümle söy­ledim beğendi hemen kaydetti:
“Bir ilmin but­lanı (Batıl olma durumu), bâtıl olması o ilmin müntehâsında, sonun­da belli olur" bu tasavvuf ölçüsü, biz bâtının müntehâsında iptidasının mukallidiyiz.
Gel de siyasetten bahsetme!..
Batıda iki korkunç ejderha görünüyor. İdeolojisi ile ismi ile kaydedeyim:
MOSKOF EJDERHASI VE AMERİKAN EJDERHASI. Biri kafada materyalist, diğer ka­fada antimeteryalist, yaşayışta materyalist. Bu bilen için tam bir ayniyettir. Ruhların içtima et­tikleri yerleri yardır,
Muhiddin Arabi:                                      
"Eğer zıtlar bir birleşse bir daha birbirlerini bırakmazlar"       
Der. Şimdi bu iki ejderha şu vaziyettedir.
Biri liberal... (Libaralüs) şahsî istiklal "herkes istediğini yapar". Öteki Demokrasi, halk idare­si... Moskoflar bunu çok güzel istismar etmiş­lerdir, istediğini zerk ediyor, buna halkın ira­desi diyor. Amerika liberalistdir. Öbürü tamamiyle başka bir kutubda, artık davanın fikri ta­rafını bırakmıştır. Zaten komünizm, Marksizm, Leniniz'm, fikirde pek kısa bir zamanda iflas et­miştir. Bütün cevaplarını almıştır.
Fakat Moskoflar son derece pratik zeka sa­hibi... Düşmanımızı tanıyalım ki müsademe imkânını düşünelim. Bize gelince, Televizyon­da birtakım solcular görüyorsunuz, yüzlerine baksanız şaşarsınız, bunlar sığır gütmeyi bile beceremeyecek insanlar... Bunlar komünist, leninist... Sorsanız Leninizm nedir, Lenin kim­dir? bilmez...
Lenin inancında çok mutaassıp pratik zekâya sahip, şiddetli disiplin sahibi kendi batıl inancına çok bağlı, bundan hiçbir fedakârlık yapamaz. (s.204)
****
                 Ne güzel bahçe ve ne gü­zel köşk... Ama köşk modern, içi ve eşyası klâsik.. Dış hayat­tan da hiçbir ses sızmıyor bah­çenize. Herhalde rahat ve hu­zurunuz yerinde..
                 Evet, dışı modern olmak gayretinde bir .. İçi de klâsik ve muhafazakâr görünüşlü...
Ev, malım olmadığı için beni taahhüt altına al­maz. İçi ise dışına nispetle belirtiği tezat bakı­mından, beni ve yaşadığım cemiyeti sembolleş­tirebilir. Rahat ve huzura gelince, evvelâ dünya hayatının esasında yok, sonra 19. Asrın sonla­rından başlayarak dünyada yok, derken 20. Asırdan bu yana insanlıkta nâmevcut 20 yıldır da Türkiye’de kökünden nâbut...
"Nabud" yani silinip geden, vücudundan eser kalmayan. Bana gelince, kendimi bildim bileli rahat ve huzurdan haberim olmamıştır. Uzunca bir zamandır kendimi hapsettiğim bu evde, hele birkaç mevsimden beri öyle bir ruh haletine bürünmüş bulunuyorum ki, yakın dost cenazesi, hastane muayenesi ve bazı resmi işler mecburiyeti dışında şehre indiğim bile olmu­yor. İndiğim zamanlarda da, güzelim İstanbul bana (Şanghay) kadar yabancı geliyor. O da "nâbud’lardan biri oldu. Nerede eskisi, nerede yenisi!...
                 Üzerinde yıllardır çalış­tığınız dev eser tamamlandı de­ğil mi üstad? Yani İman ve İs­lâm Atlası adlı ilmihaliniz.
                 Tamamlandı. Tamamlandıktan sonra içime derin bir hüzün çöktü.
—Niçin-?
Erişilen her şey gaye olmadığı, gayeyi ufuk çizgisi gibi bir adım daha uzaklaştırdığı için... Bu dünyada tamamlık var mıdır ki?.. (s.232)
****
Bir alış-veriş vasıtası olarak paranın mahiyeti konusunda ne düşünüyorsunuz?
— Bilmiyorum mizacınıza bunu neşretmek uygun düşer mi..
Para bir Yahudi icadıdır.
Paranın teşkil ettiği zulme karşı antikapitalizm keza Yahudi icadıdır. Velhasıl bu Yahudi garip şeydir. Tahribe memurdur. Nerede mükemme­liyet görürse onu tahrip eder. Marks, Yahudi’dir. Ama Yahudiye dehşetli çatar, çıfıt diye.,
ACAYİP BİR ŞEY; TEZİ YAHUDİ, ANTİ TEZİ YAHUDİ, SENTEZİ YAHUDİ, ANALİZİ YAHUDİ., BU İNCE İŞTİR.. Benim Abdülhamit’le ilgili kitabîm okunursa pek çok sorunun cevabı bulunur. (s.252)
****
A.K. — Yaşadığınız muhak­kak tabi...Tezahürleri neler ol­du?.. Şiirinize akseden tarafıyla biz anlamaya çalışıyoruz.
                  Cevabı, bir nevi bir psikolog veya psikiatr karşısında kendi kendini tahlil eder gibi konuşmakla kabil.. Umumi olarak mesele şöy­le konabilir: Goethe, -takdir ettiğim zekâlar­dandır- der ki
"İnsanlar hayatlarında bir kere büluğ ıstırabı çekerler. Fakat dehânın çocuk­ları sık sık. Çünkü her defâsında gençleşir­ler.." Bu Goethe’nin bir ifadesidir. Dehâ­nın çocuğu olmak, ona özenmek, hatırımız­dan geçmez. Şu var ki, "cins kafa" muhakkak kurcalayacaktır. Mücerretlerden mücerrede ge­çecektir.
Ulâya doğru gidecektir. Bu gidiş arasında, kafanın hudutlu olması, müthiş bir ıstıraptır.. Ve bu cins kafanın bir nevi kaderidir.
Demin size söyledim at üstünde giden adam ufka doğru bakıp ufka doğru düşme vehmine giriftâr oluyor. Bu ne demek? Bunu kime anlatsanız anlamaz...
Öyle anlarım vardı ki benim bir kaç tablo istiyorsanız eğer, söyleyeyim... Mesela İş Bankası’nın Edirne Şubesi’ni ben tesis ettim. Ben memur edildim. Dayım da orada polis müdü­rüydü. Dayımda yatıyordum.
Öyle bir ıstırap içindeydim ki, sanki gö­zümü, kulağımı, burnumu takma diş gibi çıka­rıp konsolun üstüne koyuyor gibiydim. Sabahle­yin kalkınca gözümü takmak filân... Normal görünmek için... Ve hiçbir serrişte (ipucu) ver­memek halimden...
Bu hal nedir?
Şudur:
Ayağımı atarken bastığım toprak çökecek­miş gibi geliyordu. Buna öyle inanıyordum ki, adım atmanda imkân yoktu. Ama hiçbir zaman inanmıyordum.
Çünkü burada cinnetle üstün şahsiyet ara­sında çok ince bir çizgi var... Kendisini frene edebilen, o zaman, dehâ olur, kıymet olur. Onun tam mahkumu oldunuz mu olmaz. Hâkimi olacaksınız! Nitekim bu bahis tasavvufta çok mühimdir. Hatarat bahsidir, bu imân vesvesesi, küfür vesvesesi halinde gelir adama...
Bir gün Resullullah’a hallerini şikâyet edi­yor sahabîler; çektikleri hatarattan...
Tebessüm buyuruyorlar ve diyorlar ki:
"İmanın kemalindendir!"
Arz edebildim mi?.. Böyle...
İmam-ı Gazzâli... Bir eser daha yazmak iste­rim; Allah izin verirse..." Büyük Mustaripler" diye... "Büyük Mazlumlar"ı yazdık ama bunu yazmadık. Bu Büyük Mustariplerin Şarktan ve Garbdan olması lazım gelir. Şark’ta en büyük mümessili İmamı Gazzali’dir.
Şimdi, garibinize gidecek bir şey söyleyeyim size... Bir gün Efendi Hazretlerine sordum:
"İmam-i Gazzâlî’nin buhranı mı büyüktü, be­nimki mi?"
Dedim. Ne dese beğenirsiniz?
"Senin ki!"
Dedi.
Onunla her konuşmam virgülüne kadar hatırımdadır. Meselâ,
"Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!" mısraı var ya... Bu daha evvel "Diz çök zorlu kader, önümde diz çök!" idi. Şiiri okuduğum zaman, kendisi dikkatle dinledi ve sükut etti. Ne tasvip' ne bir şey... Ürperdim. Ve hemen, Şeriate en küçük mikyasta zıtlık ifade eden bir nokta var mı diye baktım. Bunu bul­dum.
KADER DİZ ÇÖKMEZ!.. ONU "NEFS" YAPTIM.
A.K. — Niçin efendim, İmam-ı Gazzâli’nin ki mi, sizin ki mi? Cevabı verdi mi efendiniz?
Ben niçinini sormadım.. Meselenin fizik tarafım söyleyeyim. Bir lokma ekmek yesem bir bardak su içsem onu temsil edemiyordum. Temessülüm gitmişti. Yuvarlanıyordum yerde.
Sonra, Allah!ın lutfuyla kurtuluşumu bulu­yorum...
Gazzâli diyor ki:
"Gördüm ki bu akıl, çıkmaz sokaktır. Müşkâk-ı Nebeviye, Peygamber kokusuna, ruh feyzine yapışmadan olmaz bu iş.. Böyle yap­tım.. "
Zahirî ilimde çok üstündü mevkii... En bü­yük eserleri bundan sonradır.
Bana uzun zaman "sâbık şâir" (Geçen, önceki, eski) dediler. Bu kelimeyi çıkaran Fikret Adil’dir. Ölmeden, kısa bir zaman önce evine gittim. Ona "Perdeler" isimli şiirimi okudum. Yeni yazmıştım. Bir iki senelik mesele... Başladı ağlamaya:
"Ben sana sabık şair diyordum. Meğer lahik (yetişen, vâsıl olan, ulaşan) şairmişsin!.."
Dedi. Sonra hastalığı için ne güzel teselli bulmuştu. Şu, parkinson hastalığı mı ne?.
"Bu çektirir ama öldürmez diyorlar."
Dedi. Gitti, ameliyat oldu ve öldü.
Evet... İşte benim de buna benzer kriz hal­lerim var... Meselâ, böyle bir anda, tutun siz, 70 kilodan 59 kiloya, 58’e inin!.. Size o devri an­latıyorum! Bir yalıda oturuyorduk Beylerbeyin­de... Yalının bahçesinde yürüyorum. Bir Kur’ân-ı Kerim sesi...
Bir ayeti okuyor. Onu duyar duymaz ken­dime geldim. Demek dedim; tâkat veriyorsun ki, bu yükü de yüklüyorsun. Bütün mesele muvâzeneyi teminde... Bir şeyin, sizi ya tersin­den ya yüzünden inanmaya sevk eden "hatar’ın yükünü çekebilmek lâzım.. Ayhan Bey, doğru buluyor musunuz?
(s.281-284)





[1] Diyalektik: isim Fransızca dialectique: Gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve bu çelişmeleri aşmaya yarayan yolları aramayı öngören akıl yürütme yöntemi, eytişim.
Diyalektik kavramı, başlangıçta tartışma sanatı, ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelmektedir. Karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir, diyalektik ve Sokratik yöntem, tartışma ve düşünme sanatı olarak diyalektiğin Antik Çağ'daki en yetkin halidir. Değişimin ve hareketin sürekliliği düşüncesi bu aşamada diyalektik olarak ifade edilmiştir. Bir fikirden ya da ilkeden içerdiği olumlu ve olumsuz bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik denilmekteydi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar