NECİP FAZIL KISAKÜREK “SOSYALİZM, KOMÜNİZM VE İNSANLIK” İSİMLİ ESERİNDEN
KADER
BİLMECESİ
Dinde kader sadece bir
itikat işidir; bir amel ve hareket mevzuu değil... Yani "Kader böyle
imiş" diye hiç bir fert fîilinin sorumluluğundan kurtulamaz veya
hareketsizliğini mâzur gösteremez. Kader gizlidir, hükmü ancak vakıadan sonra
bellidir ve hiç bir işde peşin kaide teşkil etmek mevkiinde değildir. Hiç bir
hastalık, kaderinde ölüm veya şifa vardiye tedâviden uzak tutulamayacağı gibi,
hiç bir sermaye, nasibindeki büyümek veya sıfıra inmek ihtimallerine göre
faaliyetten alıkonulamaz. Bazı İçtimaî ve iktisadı hadiselerin de kadere
nispeti, menfi misallerde onlara aynen tahammül etmek, müspet misâllerde ise
muhafazalarına çalışmak şeklinde tecelli edemez. Gerçek dinde kader telâkkisi
budur ve her şey kulun irâdesi yoluyla İlâhî takdire bağlıdır. Topyekûn hamle
ve teşebbüslerde ise kader mülâhazası diye bir kaygı ve hesaba yer yoktur.
Bu ölçüyü başa aldıktan
sonra kaydedelim ki, insan iş ve emeğinin kıymet tecellilerinde ve rızk
taksiminde kader bilmecesi, mümin ruhlarda, zâhir plânlarının çok üstünde ve
derinlerde olan İlâhî hikmet ve adalete sığınmayı ve her şeyi ona havale etmeği
zarurî kılıcı bir teselli menbaıdır. Deniz kenarında simidini kemiren bir
yavrunun suya düşürdüğü susam tanesi, elbette ki, milyonlarca balık arasında
yalnız biri tarafından yutulur ve bu hal, namütenahi muğlak İlâhî muhasebenin
mutlaka hususî bir kaydını belirtir. Bu vaziyette, insana ait hamle ve
teşebbüs dehâsını aslâ köreltmeksizin ve her türlü adaletsizliği giderme
yolundan dönmeksizin, her şeyi İlâhî murada bağlamakta ve ona rıza göstermekte,
rahatlatıcı bir itminan payı vardır.
Deli Roma İmparatoru (Kaligüla)
atına altın yaldızlı arpa yedirir ve bu yüzden öldürürken, bir buğday tanesi
bulamamaktan ölen ilk ve gerçek Hristiyanların nasibi, Allah’ın sır defterindedir
ve bu işin kaba akıl plânında "niçin” ve "nasıl"ı
yoktur.
Hazret-i Ali, bir
şiirinde, bu sırrı ne derin ifadelendirir:
“Bazen devesini yormayan
mal kazanır da didinip çırpınanın elleri boş kalır."
Hamle ve teşebbüs daima
elde olarak, kader bilmecesinde kanaat sırrı, kanaat sırrında da kendi kendine
yetme saadeti vardır. (s.23-24)
*****
Vücut hikmeti = mülkiyet
hakkı...
Zamanın, ehramları bile
kurşun kalem gibi yonttuğu ve her şeyin dipsiz bir adem uçurumuna doğru kaydığı
bu fanî âlemde insanın baş meselesi ve bütün (efor)unun tek merkezi, ölümsüzlük
çabası diye gösterilebilir.
Böyle olunca, yeryüzünde devamını ancak çocuklarında sağlayabilen insan,
onlarla ilk verimini ve bütün mülkiyet haklarının başı olan ilk mâlikiyet
prensibini tespit etmiş olur. İşin ötesi, artık ferdin bin bir hedefe karşı bin
bir hamleyle elde edeceği verimlerde ve bu verimlerle ulaşacağı çeşitli
malikiyetlerde... İnsan, çocuğunda olduğu gibi, verimini ve eserini şahsî
mülkiyet çerçevesinde seyretmeğe muhtaç olduğu için, mülkiyete bir nevi varlık
şahadetnamesi gözüyle bakar ve bu yüzdendir ki, malı canın yongası bilir.
Ferdi şahsî mülkiyetinden
ayırmak, onu eserinden, dolayısıyla var olma imtiyazından koparıp atmak
demektir ki, yok etmek ve toplum manivelâsında istinat noktasını kaldırmak
mânasına gelir; ve aydınlık ararken topyekûn karanlığa varmakta karar kılar.
Ferdî mülkiyetlerin
nispetsizliklerini imkân dairesinde düzeltmek ve aralarındaki çatışmayı
önlemekten ibaret olan dâva, mülkiyetin kaldırılmasıyla, hastalık arazını
gidermeği ölümde bulmaktan ileriye geçemez ve âlemde hiç bir mezhep ferdî
mülkiyetteki dinlerce teyidli aziz vasfı gölgeleyici bir mânâ getiremez.
"Hastalığın arazını
gidermeği ölümde aramak", yani
şifayı ölümde bulmak şeklindeki teşhisimiz, yeri geldikçe tekrarlanacaktır.
Dinlerin, başta can olmak
üzere her türlü mülkiyetten vazgeçmeğe ve her fedakârlığı göstermeğe davet
edici emirleri, mülkiyeti ferde bahşettikten sonra vâki olan ahlâki bir telkindir;
bu bakımdan yine mülkiyet esasına dayanmakta, "malını ver!"
demekle kişiye mal sahipliği hakkını tanımakta, böylece kişiden sahip olmadığı
bir şeyi istememekte, yani ferdlerin mülkiyet hakkından mahrum bulundukları bir
cemiyet prensibine tam zıt noktayı tutmaktadır.
Ferdi kendi öz iradesinde
serbest bırakan ve asla cebre yanaşmayan, tamamıyla ahlâkî bir prensip...
Günümüzde bazı yarım
adamların "Hıristiyan sosyalizminden bozma "İslâm sosyalizmi"
klişesi altında bir cereyanı körüklemeğe çalıştıklarına şahidiz.
Bunlar, büyük sahâbîlerden
Ebu Zer hazretlerinin halife Hazret-i Osman'a baş vurup:
"- NİÇİN ZENGİNLERİN
MALINI ALIP FAKİRLERE DAĞITMIYORSUN?"
Demesini esas tutuyorlar
ve bu noktadan bir sahabî içtihadına sığınıp, İslâm'da ferd mülkiyetlerine
el koyma imkân ve cevazı bulunduğunu iddiaya kalkışıyorlar.
Böyleleri Müslüman değil,
yalnız sosyalisttir ve
Müslümanlığı sosyalizm lokomotifine takılacak bir vagon mâhiyetinde
görmektedir.
Nitekim sadece taşkın bir
takva ve fedakârlık vecdi içinde bu teklifi yapan Ebu Zer hazretlerine, ince ve
derin Hazret-i Osman’ın verdiği cevabı bilmemezlikten geliyorlar:
“BEN, ALLAHIN RESULÜNDEN
GÖRMEDİĞİM BİR ŞEYİ YAPAMAM! VERMEK İSTEYEN GÖNÜL RIZASIYLA VERİR!"
Ferdî mülkiyet hakkı
azizdir, insanın suratı kadar tabiîdir; ve iptali, insanların suratlarını battal
edip yerine kemiyet numaraları taşıyan maskeler takmak derecesinde oluşa
aykırıdır. (s.29-30)
****
İLK ALDATICI SESLER
(Rönesans)
Beşer, milyonlarca yıllık
hayatında bu eski “psikoloji”ye fikir süsü veren davranışı, (Rönesans)
sıralarına kadar idrâk etmemiştir. Milâttan 4 asır önce Eflâtun, özlediği
cemiyette para ve kazanç ölçülerini kuşatan birtakım adalet tasavvurlarına yer
yermişse de, bunlar hep onun getirdiği idealizm planındadır ve ne ezilen bir
sınıfın ıstırabına, ne de mücerret manada iş ve emek denkleşmesi gibi umumî bir
tesviyelenme esasına bağlıdır. Eflâtunun cemiyetinde iş ve emek, baremini büyük
fikir adamlarının takdirinde bulan bir keyfiyettir, (ide) emrindedir ve kendi
başına müstakil bir kıymet etmekten uzaktır.
(Rönesans)a doğru ve
(Rönesans) içinde, hiç bir sistem belirtmese de ana zemini hatırlatıcı üç sese
rastlıyoruz.
Biri, Osmanlı devletinin
ilk devresindeki Şeyh Bedrettin Simavî (Simavna kadısı Bedrettin), öbürleri de
16 ve 17 nci asırlar arası (Rönesans) fikircilerinden (Tomas Moros)
ve (Kampanella)...
Nazım Hikmet’in, hakkında
bir destan yazarak ilk komünist diye gösterdiği "Vâridat"
isimli eserin sahibi Şeyh Bedrettin, din büyükleri gözünde dalâlette bir
insandır ve muhakeme edilirken
"Kendi kendin biç” diyen şeriat hâkimine "Benim
cezam idamdır” cevabını vermiş ve öz hükmüyle başını kılıca teslim
etmiştir. Şeyh Bedrettin’in dünyası, İslâm ölçülerine tamamıyla aykırı
şekilde; herkesin rast geldiği kapıyı çalarak o evin gıda maddelerine, malına
hattâ kadınına kadar el uzatmayı mubah gören behimî (hayvanca) bir hayalden
ibarettir ve aynı hayvani psikolojiden başka dayanılan hiç bir fikir mesnedine
mâlik değildir, fakat cemiyetlerin birtakım iç illetlerini sömürmek ve bazı
uzak benzerliklerini alet diye kullanmaktan başka sanatı olmayan komünizm, fare
kılı ile fil kılı arasındaki ayniyeti, fare ile filin aynı şey olduğu
gözbağlığınâ kadar götürürve Şeyh Bedrettini ilk komünist olarak gösterir.
İkinci andırıcı ses, 16
ncı asır (Tomas Moros)un...
Arkasından (Rönesans)ın
büyük (skolastik) düşmanlarından (Kampanella) geliyor. Macera dolu hayatının 27
yılını hapiste geçiren bu adam "Güneş Devleti" isimli
eserinde, insanları aynı tevâzün ve tesâvi çizgisi üzerinde hayal ettiği bir
çevre ve (metropolis) içinde toplayarak (Tomas Moros) ile beraber komünizmden
ilk işaretçi mevkiine Fakat eseri ve fikirleri büyük bir iz bırakmamış,
olmaktan ileriye geçememiş ve (Rönesans) gibi aklın kiliseden intikamı diye
anlatabilecek bir Harekette onu omuzlayanlardan biri olmadan ayrı bir sistem
getirememiştir. (Tomas Moros) ise, eserinin ismiyle, bir ütöpyacı...
Neticede, tarih öncesi ve sonrası
insan hayatında topluma hâkimidâre ölçüsü, 18 inci asra kadar (mono arhiya-tek
tek fert hakimiyeti) çevresinden tam manasıyla dışarıya çıkamadığı hususiyle
Ortaçağ boyunca kral ve hükümdar mefhumu, aksi düşünülemez ve katlanılması
mecburî bir tegallüp vakıası ifade ettiği için ferdin bütün meselesi kendini ve
kendini, ve hürriyetini kurtarmaktan ibaret kalmış ve ancak ondan sonra gelmesi
kabil fertler-arası adalet dâvasına 19 uncu asra kadar yol açılmamıştır. Bütün
malı ve mülkiyle sultanî hâkimiyet örneklerine ait ferd, birbirine karşı dava
sahibi olmak için evvelâ serbestliğe kavuşmayı beklemiş; ve nihayet cemiyet
tezatlarını fark etmeğe müsait zemini, Büyük Fransa İnkılabı’nın her an yeni
bir şey getiren hızlı seyri içinde ve 19 uncu Asır başlarında bulmuştur. .
(Rönesans)ın getirdiği
serbest fikir ikilini içinde "Ansiklopediciler” diye anılan 18 inci Asır
Fransız mütefekkirleri (Didero, Volter, Monteskiyö, Russo, Dalamber), göz
önünde maddî ve mânevi şekilleriyle ve kendilerince bütün bir bir dünya ve âlem
panoraması çizerlerken, Fransız İnkilâbı'na
basamak olan insan hak ve hürriyetlerinin ötesinde iş ve emek kıymetlerindeki eşitsizlik ve dengesizlik
diye bir tasaya düşmemişler; aksine;, bütün fikir cehtlerini iki koldan "halk
idaresi-demokratos" veya “fert hürriyetî-liberalis” üzerinde
mihraklaştırmışlardır. (s.36-39)
****
İLK DEVREDE SOSYALİZMİN
SONU
Belirttiğimiz şekilde
sosyalizm tereddiye doğru giderken, davaların oluşla olmayış buhranını yaşadığı
demlerde peydahlanan tiplerden biri meydana çıkar. Bu, Fransız (Prudon)...
"Mülkiyet
nedir?"
sualine "Mülkiyet hırsızlıktır!" cevabını veren ve esasta
sosyalist veya komünist olmasında hiç bir mani bulunmayan, bu, tezatlara
boğulmuş tip, her iki tarafta da dâvanın inkişaf şeklini kabul etmemekte,
hatanın kökte olduğunu unutarak gövdeye ve dallara saldırmakta ve ağaca
kendisince yeni bir şekil aramaktadır.
Şöyle konuşuyor:
"- (Sensimon)cular
gelip geçmiş bir kâfile... (Furye) gülünç... Komünistlerde taaffün merkezi..."
Ve devam ediyor:
“Sosyalizm hiç bir şey
değildir, hiç bir şey olamamıştır ve hiç bir şey olamayacaktır!"
Böyleyken (Prudon),
düşmanı olduğu ve hırsızlık saydığı mülkiyetin ne olduğunu tarife çalışıyor:
"- Çalışılmadan elde
edilen kıymet ve nimet: Fâiz, prim, komisyon, irâd, iskonto, monopol vesaire..."
O devrede (Prudon)un "hava parası"ndan
henüz haberi yoktur.
(Prudon), bünyeye ters
gitmenin değil, onu içinde düzeltmenin fıkircisidir ve onca esas olan,
hürriyettir.
Müspet bir dayanağı ve
mektebi olmayan bu adam da, hürriyetle beraber yer vermeğe mecbur olduğu
ferdiyet icaplarından gafil ve bu noktada en büyük tezadını yaşamaktadır: Hür
olan ve başını madde üstü bir inanışa bağlamayan ferd, elbette ki (liberalist)
anlayışınca her şeyden evvel mülkiyet hakkına muhtaç olacak, ayrıca öz menfaati
yolunda her kombinezonu düşünecek, muhâtabı olan öbür ferde belki cebretmemek
şartıyla her istismâra başvuracak, hususiyle kendisini cemiyette fâni görmenin
hiç bir rejimine yanaşmayacaktır.
BAŞIBOŞ HÜRRİYET PRENSİBİ İLE MÜLKİYETİ İLGA
FİKRİNİ BARIŞTIRMAYA YELTENMEK, KUTUPLARDA HURMA AĞACI, ÜSTÜVA HATTI
ÜZERİNDE DE KUTUP AYISI YETİŞTİRMEĞE DAVRANMAKTAN DAHA GÜLÜNÇTÜR.
(Prudon), sosyalizmin ilk
devredeki başarısız sonunu mühürleyen bir (dekadans) ihtarcısı olmuştur. (s.47-48)
****
ÜÇ AYAKLI SEHPA
Komünizm, bir ayağı
(Marks), bir ayağı (Engels) ve bir ayağı (Lenin)den ibâret üçayaklı bir
sehpadır.
(Marks)la beraber
(Engels), kendi mücerret hakikatlerini filozof (Hegel)i tahrif ederek temelleştirirler;
(Marks) bu mücerret dünyayı İçtimaî ve İktisadî tatbik yollarında planlaştırır;
(Lenin) ise, aynı dünyanın, deli vecdi içinde, aksiyoncu olarak meydana çıkar,
ihtilâlini yapar ve devletini kurar.
İnsanlığın idam sehpasına
benzeyen bu üçayaklı çatıda, dili bir karış dışarıya vurmuş, gözleri fırlamış
ve suratı kireçten daha beyaz bir renk bağlamış bir (martir - mazlum) sallanmaktadır.
İnsan...
Tasavvufta, Allah’ın
mutlak varlığına nispetle "mâsivâ" dedikleri dış âleme atfedilen
gölge vücudun, aynen tersiyle, ruha ve onun müesseselerine, yani Allah’a isnat
edilmesi; mutlak varlığın da maddeye ve onun hareketlerine, yani puta
bağlanması...
Yüzde yüz aksine
döndürülmüş (mistik); tam tepetaklak edilmiş hakikat...
İdam sehpasındaki
(martir)in de göğsünde, aynen kendi kelimeleriyle şu yafta vardır:
"- Bütün manevî değerler,
baskı altında kabul ettirilmiş ve semerelendirilmiş birer vehimden ibârettir ve
Allah yoktur!!!"
Dikkat buyurunuz: (Marks)
Yahudi’dir. Böyleyken yine gizli bir Yahudi tıynetiyle Yahudiliğe çatmış,
Yahudiliği para ve sermaye çıfıtı diye göstermiş ve neticede Yahudi’nin
yaptığını Yahudi’ye yıktıran, sonra da bu yıkıcılığı yıkma vazifesini yine
Yahudi’ye veren hilkat cilvesini, farkında olmadan ortaya koymuştur.
KAPİTALİZMİ KURAN YAHUDİ
(BİNBİR MİSAL), ONU YIKMAYA SAVAŞAN YİNE YAHUDİ (KARL MARKS), KOMÜNİZME EN
YIKICI DARBEYİ VURAN DA TEKRAR YAHUDİ (HANRİ BERGSON)...
Demek ki Yahudi, nerede
bir teşekkül, billurlaşma, oluş vahdeti görürse onu yıkmaya memur, mücerret
tahrip dehâsı... Bu
nokta, (Kari Marks) ve komünist ihtilâlindeki birçok Yahudi’yi ve daha
nicelerini içine alan, dikkate lâyık bir teşhisi belirtir.
(Marks)ın dostlarından
bir Yahudi, başka bir Yahudi’ye, bir Yahudi mütefekkirine mektup yazıyor,
kendisi gibi Yahudi (Karl Marks) için diyor ki:
“ZAMANIMIZIN EN BÜYÜK VE
EN GERÇEK FİLOZOFU, DOKTOR (MARKS)... BENİM PUTUMUN ADI BUDUR! HENÜZ ÇOK GENÇ
BİR ADAM... ORTAÇAĞ POLİTİKASINA VE DİNE, SON, CAN ALICI DARBEYİ BU ADAM
İNDİRECEK!.."
İşte bu adamla o adam...
(Marks) ve (Engels)... Henüz (Lenin)e vakit var...
(Engels) sosyalizmden
komünizme doğru çizgiyi uzatan "Alman Kollektivizmi" nin de
kurucularından biri... (Marks) ise çizgiyi komünizmde düğümleyen en keskin
hamlenin ve tamamlayıcı tahlil ve terkip örgüsünün sahibi... El ele veriyorlar
ve kaydettiğimiz gibi, dâvalarının mâdenini (Hegel) materyalizminin ateşinde
kızdırıp (Materyalizm Historik) buzunda soğuttuktan sonra, şekil şekil
billûrlaşmış olarak meydana çıkarıyorlar. Artık onlar, 1847 de bütün kalıbı
dökülmüş olan nazari "Komünist Birliği"nin direkleridir. "Komünist
Beyannâmesi" nden sonra her taraftan kovuldukları için nihayet Belçika'ya
sığınmışlar, derken oradan da kovulmuşlardır. Sağda ve solda, serseri, fakat
batıl dâvalarına tam sadık bir hayat.
(Marks) ve (Engels)
çiftinde kendi batıllarına inanış, dâvalarına sadakat ve samimiyet inkâr edilemez.
Bu hususiliği, daha keskin olarak (Lenin)de göreceğiz.
ZAMAN BOYUNCA
Asıl (Lenin) ve
arkadaşlarının elinde bombalaşacak ve hadiseler plânını gümbürdetecek olan
komünizm, (Enternasyonal) hareketine rağmen nazariye çerçevesinden dışarıya
çıkmadı, her yerde polis mevzuu bir hadise olarak kaldı, hattâ söner gibi oldu.
Biraz evvelki tâbirimizde komünizm onbaşılarının koğuşu olan (ENTERNASYONAL)
1872 DE AMERİKA'YA "NAKL-İ HÂNE" etti. Fakat cansız ve küçük bir
kulübe kadrosu... 1886'ya doğru büsbütün pörsüyüş ve sönüş...
1883 yılında (Marks)
sefalet ve mahrumiyet içinde öldü.
(Engels) artık tek başına
kalmış, (Marks)ın eserlerini derlemekle meşgul... (Enternasyonal)de fiili rolü
yok... Zaten orta yerde ciddi bir ifade sahibi olan ve hacim belirten, kol kol
sosyalizm hareketleri... Mesnetsizliğine rağmen bazı zümrelerin, kendi
dayanaklarına oturttukları ve ona göre benimsedikleri sosyalizm yeniden ele
alınmakta... Komünizm gayet tehlikeli bir fantezi sayılıyor, bir gün devletleşme
ihtimâlini asla vaadetmiyor ve kimseden yüz bulmuyor.
Nihayet 20'nci Asra beş
yıl kala (Engels) isimli ikinci adam da öldü. Ve uykuya yatan dâva, kendisini
22 yıl aradan sonra tekmeyle uyandıracak ve bütün insanlığı (mitolojik) bir
canavar gibi yutması için geliştirecek adama kaldı.
İkinci (Enternasyonal)
1904'de Amsterdam'da ve aktif politika dışı, korkak bir nazariye plânında,
Üçüncüsü de, Rus Komünist İhtilâlinden sonra (1921) de Moskova'da ve bütün
cihana meydan okuyucu, çığlıklı bir politika zemininde... Bir de, 1922-23'de
Berlin'de Üçüncü (Enternasyonale aykırı madde, ikisi ortası muvâzaacıların
tertiplediği Dördüncü (Enternasyonal) var... (s.63-67)
DİYALEKTİK (Cedel)
Diyalektik,[1]
fikrin kendisi değil, bina edilişi, cümle ve kelimeler içi mimarisi...
Her mezhebin bir diyalektiği
vardır.
Onlardaki, işte bütün bu
dâvaların, kalbur gibi üzerinde elendiği hilekâr, sahtekâr, dolandırıcı bir
diyalektik...
(Hegel)den aparılma,
punduna getirici, yutturucu, şaşırtıcı, apıştırıcı tarihî materyalizm diyalektiği...
Her şeyi kel ve keleş
kemiyet çerçevesinde ele alıp, her şeye eski, geri, kokmuş, pörsümüş yaftasını
takan o dar, o tek sesli, o vahşi diyalektik...
Bandrollü hakikatler
hokkabazlığı; asılsız kıymet hükümleri reçeteciliği...
İstanbul'da Büyük Postane
önünde leke, sabunu satan işportacıların kolay ve ucuz belâgati...
Eski Yunan'ın sofistlerine
eş, bütün ulvî gerçekleri el çabukluğuna getirip bastırmaya memur, Yirminci
Asır küfür yobazlığı talâkati...
Komünizmi olanca fikriyat,
kitabiyat ve kelâmiyâtiyle önünüzden geçit resmi yapmaya davet edecek olursanız
yukarıdaki hükümlerden başka bir kanaate varamazsınız. Bu teşhis, hususiyle, komünizmin,
tatbikat sahasına girişinden sonraki tecellilere aittir.
İşte, hem nazariye, hem
ameliye plânında gördüğümüz ve en mahrem çizgileriyle tespitine çalıştığımız
komünizm!.. Özü de şu kadar:
"- Allah yok, din
yok, ruh yok, vatan ve millet mefkûresi yok, ruhçu ahlâk yok, felsefe ve tarih
yok, anane ve terbiye yok, aileye bağlı çocuk yok, ferdî mülkiyet ve tasarruf
hakkı yok; yok, yok, yokluk tasavvuru bile yok!...
Ne ıstırapsız dünya!...
(s.82-83)
Necip
Fazıl KISAKÜREK (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) “KONUŞMALAR” İSİMLİ ESERİNDEN
“Millî bir edebiyat ne demektir?
Böyle bir edebiyatın belli başlı vasıfları nelerdir?
—Bütün bir
millete, o millete mensup olmayan duyuş
tarzına, ders verir gibi muayyen millî tezler telkin eden ve millet mefhumiyle
yegâne alâkası yalnız «millet» kelimesini kullanmaktan ibaret olan bir
edebiyata millî edebiyat denemez. Millî edebiyat, o milletin ruhunu, duyuş
tarzını ve şahsiyetini eserinde temsil ve tahlil eden edebiyat demektir.
Gayesi milliyetsizlik olan bir millete milliyetsizlikten bahseden şair millî
şairdir. Gayesi hırsızlık olan bir millete, kendi hırsızlık maceralarını
anlatan şair millî şairdir. Dernek ki, millî edebiyat millî bir duyuş tarzına
uygun edebiyat demektir.” (s. 15)
***
—
Nâm-ı diğer Parmaksız Salih'in gayesi nedir? Eserinizde
yapmak ve belirtmek istediğiniz şeyler nelerdir? Eser, ne gibi ruhî saikler
altında meydana gelmiştir?
—
Arılara, eğer ballarının izahı rolü verilseydi, bu herhalde balın
lezzetinden düşürücü bir iş olurdu. Ama muharrir öyle midir? Onda hem, ne
yaptığını bilmeden çalışan arı; hem de ne yaptığını bilmek ihtiyacında olan
insan vardır. O halde sanatkâr, hem bal verecek hem de sırasına ve işine göre,
ne yapmak istediğinin izahla mükellef olacaktır. Fakat dedim ya; muharrire asıl
sanat hummasının dilsiz hüviyetini yaşatan arı cephesi hareketlendikçe, şuur ve
fenni tarafı biraz çenesini kilitlemek ihtiyacına düşüyor. O zaman da, muharrire
hâkim olan sükûti edadan şöyle bir hitap tütüyor:
“Ben ne anlatayım? Siz tadın anlayın!”
—
“Nam-ı diğer Parmaksız Salih” benim altıncı tiyatro eserimdir.
Yedincisi ve sekizincisi de var ama, onlar tamam sayılmaz, biri, 1 perdelik
“Siyah Pelerinli Adam”, öbürü de “Sır” isimli, yarım kalmış, daha doğrusu yarım
bıraktırılmış ve başıma bir takım belalar açar gibi olmuş bir piyestir. Evet,
bu defaki, Tohum, Bir Adam Yaratmak, Sabır Taşı, Künye ve Para’dan sonra
altıncı eserim… Şehir tiyatrosunda temsil edilen eserlerimin de dördüncüsü… Bu
eserde, en canhıraş sebebleri ve neticeleriyle kumarı göstermek istedim. (Vis)
ve günahların en müthişi olan ve şimal kutbundan cenup kutbuna, güneşin doğduğu
her noktadan battığı her noktaya kadar bütün yeryüzünü saran, yakıcı, kavurucu,
kül edici ihtiras… Dünyada hiçbir kitabın satışı, 52 sahifelik iskambil
kağıdı desteleri kadar olabilir mi? Hele memleketimizde, Tekel idaresinin her
sene bunlardan bir milyon tane sattığını, bunlardan herbirinin de artık
sayfaları pörsüyüp eskiyinceye kadar en aşağı bin kere okunduğunu düşünürseniz,
kavrarsınız ki, iskambil kağıdı isimli şeytani kitap, yalnız bizde, her yıl bir
milyar defa elden geçirilmektedir. İşte, eserimde ana unsur diye ele
aldığım müthiş salgının kemmiyet mikyası!… Ya keyfiyeti? Piyeste, kahramanımız,
onu şöyle anlatıyor:
—
“Doktoru ve ilacı olmayan hastalık!…”
—
Eserde her şeyi bu ani unsur etrafında vererek, en kuvvetli
müessir ve saiklere bağlı bir hayat entrikası tertiplemeye ve bu tertip içinde
meydana çıkması beklenen müstesna bir ruh tecellisine çalıştım. Asıl kıymet
hükmünü bu iki noktadan bekleyen eserim hakkında bir değer ölçüsü koymak
selahiyetine ne ben malikim, ne de şu veya bu, “bilirkişi” tanınmış efendi,
bay… O selahiyete, binlerce ve onbinlerce göz büyüklüğünde ve gökler kadar
derin tek bir gözden başka kimseyi sahip tanımıyorum: seyirci…
—
” Nam-ı diğer Parmaksız Salih” de, benim ” milli” ve “mahalli” den
anladığım her şeyin tam mevcut olduğuna kaniim. Yerli renkler, muhitler,
ocaklar; ve elle tutulacak, hatta her akşam tiyatroda ve seyirciler arasında
benzerlerine rast gelinecek kadar hakiki ve tabii şahıslar… Benim, “milli” ve
“mahalli” den anladığım da, bütün bir tahassüs, eda ve üslup hususiliği vermek
bakımından, budur.
—
Ondan sonra eserimde, “milli” üstü bir “insani” cepheyi esas
tutmak kaygısından hiç vazgeçmedim. Haddehaneli Salih, nam-ı diğer Parmaksız
Salih, bir Çinli, bir Amerikalı, bir Patagonyalı olabilir.
—
Daha sonra eserde ifadelendirmek istediğim tek ve tam dava, binbir
tezad ve binbir zıd kader cereyanı içinde hakiki fışkırışını bulamamış ve hatta
kötülük baskısı altında uyuşmuş bir ruhun, en büyük saike kavuşur kavuşmaz
birden şahlanışı; ve tam 55 yıl bilmeden hasret çektiği ve daima istekli
yaşadığı ulvi aksiyona şiddetle atılışıdır. Ben de, ruh tecellisini, derin
irfan ve fikir sahibi bir münevverde arayacağıma, inadına, yarım yamalak
okumuş, efendi ile serseri arasında muallakta kalmış, tecellisini kendince merd
külhanbeylikte ulmuş, laf palavrası ukalalık afetinden uzak bir tip üzerinde
aramayı tercih ettim. Ve ruh maktalarını çok zengin ve çeşitli telakki ettiğim
bu tipe erkekliğin en derin ve girift akidesi olan “babayı”, en ileri babalık
fedakarlığını yüklemeye kalktım.
—
Bu arada ve yüzüğün ana taşı mevkiindeki kahramanımızın etrafında,
daha birçok iyilik ve kötülük örneği var… Onları da bütün insanlık çevresi ile
beraber cemiyetimizde ve aramızda kolaylıkla teşhis edilebilir; böylece kumarın
insanı nereye kadar düşürdüğünden, hangi kötülük saiklerine ve iyilik
aksülamellerine kadar yol açtığını görebilirsiniz. Kumarın emzirdiği ve
beslediği ahlaksızlık bünyeleriyle, belirmesine vesile verdiği fazilet
şahlanışları, bu eserde teker teker örnekleştirilmek istenmiştir.
—
Şimdi ağzımdan garip bir söz kaçıracağım! Eserimi kumar
hakkında bu zamana kadar yazılmış bütün eserlerle mukayese etmeden söylüyorum:
Dünyada (dostoyevski) den itibaren, bu mevzuda yazılmış nice piyes ve roman
okudum. Fakat hiçbirinin, kumar ejderhasını tam yakalayıp sımsıkı
çevreleyebilmiş olduğuna inanamadım. Aman, sakın “işte buna ben muvaffak
oldum!” dediğimi sanmayınız. Demek istediğim şu ki, bir türlü yazılamayan,
dibine ulaşılamayan ve daima satıhlarında dolaşılan bu cehennem ikliminin, bu
aciz eserimle ben de derinliğine dalamamış bulunuyorum ama, dalınması gereken
bir derinliği olduğunu ve o mıntıkanın bakir kaldığını haber vermek cesaretini
gösterebiliyorum, gerisi, davanın başı ve sonu, ilk ve son söz, burada değil,
orada; sahnede…1948 (s. 50-53)
****
—
Sizinle konuşurken, dünya savaşlarından söz etmemeye
imkân yok. Çok ilginç bir hayat sürdürdünüz. Şöyle: Çocukluğunuz birinci Dünya
Savaşı içinde geçti. Eser vermeye başladığınız dönemlerde de ikinci dünya
savaşını gördünüz. Birinci dünya savaşı sonunda, dünyanın denge devleti olan
Osmanlı Devleti çöktü, ikinci dünya savaşı sonunda da Avrupa uygarlığı
handiyse yıkılıyordu. Aslında, Osmanlı Devleti Doğu Uygarlığının Devletiydi.
Şu halde, bir uygarlığın çöktüğünü, bir uygarlığın da yıkılmaya ramak kaldığı
çok kritik dönemleri gördünüz. Yaşamınız ve düşünceleriniz üzerindeki bu iki
dünya savaşının etkilerini açıklar mısınız?
— Bu
sualinizin cevabını eserlerim her yönden vermiştir. Bizim anladığımız ve
ismini davâmızın başlığı haline getirdiğimiz büyük doğu, Batının kafa
macerasını eşya ve hadiselere tahakküm mizacını Batıya örnek teşkil edecek bir
asliyetle iktibas ettikten sonra, onu kendi öz ruhumuzun emrine alacak bir
dünyanın ismidir. Biz, iki dünya arasındaki mahsup sırrına asla
yaklaşılmadığını, hususiyle Cumhuriyet Devrinden sonra batılılaşalım derken,
ondan büsbütün uzak düşüldüğünü ve Batıya anlamak hakkının Doğulu kalarak
mümkün olduğunu mahyalaştırıcı bir telâkkiden geliyoruz ve inşası yolunda
çırpındığımız dünyanın sade doğuya değil, batıya da örnek teşkil edeceği itikadını
besliyoruz,
Son
Almanya seyahatimde benimle buluşmak isteyip sabaha kadar yanımdan ayrılama yan
Berlin Protestan Baş Papazı, bu husustaki sualine verdiğim cevaba hayran
kaldığını, yüzlerce dinleyici önünde itiraf etmiştir. Alman protestan
kilisesinin mümessili mevkiindeki papaz, bana
«materyalizm
ve spritüalizm arasındaki bu dünyanın hali ne olacak? Dinlerin istikbalini
nasıl görüyorsunuz? Dinler arasında maddeciliğe karşı bir ittihad kurulabilir
mi?» diye
sormuş ve Batının bu günkü ruh buhranını ve deprenişini izahla başlayıp «Doğunun
eksiği batıda, Batının eksiği de Doğuda» şeklindeki formülümü aynı
kelimelerle tasdik etmişti.
O konuşmanın geniş tafsilatını ilerde
neşrini düşündüğüm her hangi bir vasıtayla kaleme almak niyetindeyim.
(s.89-90)
****
—
Burada hemen bir şey soracağım.
Sizin bu memlekette büyük bir tesiriniz var. Bu tesir, kuvvetini bütün yabancı
tesirlere karşı koymaktan almaktadır. Hal böyleyken, "Bayılıyorum
Avrupalıya" dediniz.
—
Benim Avrupalıya bayılıyorum demem, sizi yanıltmasın. Bu onu tespit ederim demektir.
Benim gözümde Avrupa, insan kafasının, eşya ve hadiseler üzerindeki (tefahhus İnceden
inceye araştırma) hakkının aslında bir İslamî emir olmasına rağmen, böyle
şahane bir tarzda meydana getirmiş olan sahanın ismidir. Rönesans ise, din
adına ortaya konan abeslerin ve tarahatın hıncı olarak akim şahlanışıdır. Akim
heyecanını o kadar derin bir şekilde hissettiler ki, ateşe atılan meşhur Bruno,
odunlar üzerinde yanarken dudaklarına uzatılan haç’ı, ayaklarıyla tekmeledi.
Hakiki bir muvahhit olsa idi, bu hareket onu şehitliğin en üst mertebesine
çıkarabilirdi. Hâlbuki o, büyük oluştan mahrum olduğu için, bir bâtılı,
bir başka bâtıl adına itmiştir. Evet, ben durumu tespit ederim. Kapılanmam
Avrupaya. Avrupa’nın arayıp, çok kanlı mücadelelere rağmen, bulamadığının
İslam’da olduğuna kaniim. Bulamamış Avrupalılara da "yazık olmuşlar”
gözüyle bakarım. Amma onların kıvranışlarını, davranışlarını
beğenebilirim.. İşte bayıldığım bu tarafları olabilir. İşte Pascal. O
bir adamın, rehbersiz hiçbir noktaya ulaşamayacağının en güzel misalidir. Kaldı
ki, rehbersiz olarak gidilebilecek noktanın muhaline kadar da varabilmiştir.
Öyleyken, bir gün bir buhran anında haykırıyor,
"Bana
filozofların bulduklarını sandıkları Allah’a inanışı değil, fakat
peygamberlerin nass halinde getirdikleri inanışı veriniz" ve
isimler sayıyor. Hz. İbrahim’den İsa’ya kadar. Orada duruyor. İsim saymasa
yahut en son ismi de son peygamberi de zikretse kurtulacak. Fakat son anda
yetişir gibi olduğu vapuru en son anda kaçırıyor. Neticede batıyı iyi ve kotu
taraflarıyla tasnif ederim. Ona mağlup olmak mevzubahis değildir. (s.106-107)
****
—
Sizin hem bir sanatkâr çizginiz var, hem bir tasavvuf.
Bu ikisini birleştirmiş bulunan bir büyük, Mevtana hakkında fikriniz?
—
Mevlana beşeri planda çok büyüktür. Bu bakımdan
Avrupalılar tarafından anlaşılması da kolaydır. Fakat eseri bakımından şöhreti
ve kolay anlayışı davet eder. Bu yolun büyüklerinden Öyleleri vardır ki,
şöhretten kaçmışlardır. Mevlana’nın bu kolaylığı onu bugünkü rejim tarafından
maalesef bir turist terliği gibi kullanmasına bile müncer olmuştur. Tabii bu kıyaslamalar
tasavvuf! Gerçeklere ve büyüklere nispetledir. Yoksa o, beşeri planın ve
kelimelerin götürebileceği en son noktaya kadar varmış bir büyüktür. Amma
tasavvuf! Marifet bütün bu kelime haşmetinin ötesindedir. Bu bakımdan,
Mevlana’yı anlayan Avrupa, İmamı Rabbani ve Şahı Nakşibend'in keyfiyetini
anlamaktan uzaktır.
—
Bir de Yunus var edebiyatla tasavvufu birleştiren.
Yunus Emre, Türk cemiyet
hayatında yetişen bildiğimiz edebî ve dinî tahassüs ve tefekkürün en büyük
örneğidir. Umumiyetle metafizik ürpertisi zayıf olan ırkımızın bu bahisteki
zaafını telafi edecek kudrette bir şahsiyettir. Bu arada tasavvuf için bir iki
şey söyleyeyim.
"Tasavvuf, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin batınıdır."
Bu çetin yolda son merhale
hayrettir., ilk merhalenin de hayret olduğu gibi.. Bu konudaki en ince tespiti
İmamı Rabbanî yapmıştır: "Ben yokum, o, yani Allah var" diyen
murid ben yokum derken bile varlığını iddia etmektedir, insanın yokluğunu bile
iddia edememesi hali, tasavvufun en büyük mertebesidir.. Şahı Nakşibent bunun
için "Mutlak tevhid muhal"dir, buyurmuştur.(s.108)
****
Karamsarlık iddiasına
gelince, ne deri üstü, ne sathi bir görüş! Bunlar zıt kutuplar arasındaki
ahengi anlamayanlar!... Ayol; dâvayı Allah’ta ve ölümsüzlük gayesinde
tamamlayan bir insan nasıl karamsar olabilir?
Nur’a ancak zulmet
dehlizinden geçilebileceğini anlamayanlara cevabım,. Eski Yunanda (lirik) şiirin
babası (Pindaros)un şu sözüdür:
"Meğer ben, bir ömür,
katırların yemliğine saman yerine çiçek doldurmuşum!"... Burada konuşmama bir ilâve yapmak
isterim:
Şair Pindaros bu sözü Eski
Yunanda en kemalli devre olan Perikles çağının aydın geçinenleri için
söylüyor; ya bizim aşağılıkta kemalini bulmuş cemiyetimizin katırları hakkında
ne buyrulur? .(s.138)
****
—
Tiyatro ve şiir sahasında belirttiğiniz müstesna
şahsiyete rağmen kendinizi yıllardır politikaya vermenizin sebebini sorabilir
miyim?
—
Netâmeli bir sual!...
Ben
bir dâvanın adamıyım!
Dâvamı
muvaffak kılmak için gerekirse kanalizasyon ameleliği yapmaktan bile çekinmem! (s.139)
****
Bir arkadaşım bir
İngilizin eserini tercüme etmiş bana gönderdi: "Yeni Cemiyette Ruh İnhitatı... (Çökme, gerileme, alçalma)
" zavallı muharririn hâli dikkatimi çekti adam ıstırabını söylemiyor,
süblime edemiyor, edebilse belki teskin olacak, onun için şiire, teşbihlere
kaçıyor, neticede şunu söylüyor:
Ne olacak bu Batı aleminin
hali, çoluğumuza çocuğumuza bir takım delinmiş dağlar mı, toprağa yapışmış
maskaraca füze iskeletleri mi ampuller mi birtakım teknoloji masalları mı
bırakacağız?
Yani sıkıntısını
hissettiğimiz tabiatten kopuş... Bu dava 19. asırdan beri düşünülmektedir.
19. asırda makinenin yarattığı sosyal ve ruhî ıstırablar, bir çok mütefekkir
tarafından söylenmiştir.. Fakat bu adamın sesi çok can yakıcı.. Evet, bugün
Batı bir düzen kaybı içindedir.. Hiçbir şeyin müeyyidesi kalmamıştır.
Bunun hemen yanı başında
Türkiye’nin hali, Batı’nın bu buhranlarının içinde zamandan ve mekândan bir
fiske ile dışarıya atılmış bir ülkeyiz. Dünyanın, ne de kendi iç ıstırabından
haberdar, Batının ikiyüz sene evvel bıraktığı başlangıç noktasının taklidinde..
Bir gün Ayhan Songar
Bey’le evimde konuşuyorduk, kendisine tasavvuftan bir cümle söyledim beğendi
hemen kaydetti:
“Bir ilmin butlanı (Batıl olma durumu), bâtıl
olması o ilmin müntehâsında, sonunda belli olur" bu tasavvuf ölçüsü,
biz bâtının müntehâsında iptidasının mukallidiyiz.
Gel de siyasetten
bahsetme!..
Batıda iki korkunç ejderha
görünüyor.
İdeolojisi ile ismi ile kaydedeyim:
MOSKOF EJDERHASI VE
AMERİKAN EJDERHASI. Biri
kafada materyalist, diğer kafada antimeteryalist, yaşayışta materyalist. Bu
bilen için tam bir ayniyettir. Ruhların içtima ettikleri yerleri yardır,
Muhiddin
Arabi:
"Eğer zıtlar bir birleşse bir
daha birbirlerini bırakmazlar"
Der. Şimdi bu iki ejderha
şu vaziyettedir.
Biri liberal...
(Libaralüs) şahsî istiklal "herkes istediğini yapar". Öteki
Demokrasi, halk idaresi...
Moskoflar bunu çok güzel istismar etmişlerdir, istediğini zerk ediyor, buna
halkın iradesi diyor. Amerika liberalistdir. Öbürü tamamiyle başka bir
kutubda, artık davanın fikri tarafını bırakmıştır. Zaten komünizm, Marksizm,
Leniniz'm, fikirde pek kısa bir zamanda iflas etmiştir. Bütün cevaplarını
almıştır.
Fakat Moskoflar son derece
pratik zeka sahibi...
Düşmanımızı tanıyalım ki müsademe imkânını düşünelim. Bize gelince, Televizyonda
birtakım solcular görüyorsunuz, yüzlerine baksanız şaşarsınız, bunlar sığır
gütmeyi bile beceremeyecek insanlar... Bunlar komünist, leninist... Sorsanız
Leninizm nedir, Lenin kimdir? bilmez...
Lenin inancında çok
mutaassıp pratik zekâya sahip, şiddetli disiplin sahibi kendi batıl inancına
çok bağlı, bundan hiçbir fedakârlık yapamaz. (s.204)
****
—
Ne güzel bahçe ve ne güzel köşk... Ama köşk modern,
içi ve eşyası klâsik.. Dış hayattan da hiçbir ses sızmıyor bahçenize.
Herhalde rahat ve huzurunuz yerinde..
—
Evet, dışı modern olmak gayretinde bir .. İçi de
klâsik ve muhafazakâr görünüşlü...
Ev,
malım olmadığı için beni taahhüt altına almaz. İçi ise dışına nispetle
belirtiği tezat bakımından, beni ve yaşadığım cemiyeti sembolleştirebilir.
Rahat ve huzura gelince, evvelâ dünya hayatının esasında yok, sonra 19. Asrın
sonlarından başlayarak dünyada yok, derken 20. Asırdan bu yana insanlıkta nâmevcut
20 yıldır da Türkiye’de kökünden nâbut...
"Nabud" yani
silinip geden, vücudundan eser kalmayan. Bana gelince, kendimi bildim bileli rahat ve huzurdan
haberim olmamıştır. Uzunca bir zamandır kendimi hapsettiğim bu evde, hele birkaç
mevsimden beri öyle bir ruh haletine bürünmüş bulunuyorum ki, yakın dost
cenazesi, hastane muayenesi ve bazı resmi işler mecburiyeti dışında şehre
indiğim bile olmuyor. İndiğim zamanlarda da, güzelim İstanbul bana (Şanghay)
kadar yabancı geliyor. O da "nâbud’lardan biri oldu. Nerede eskisi, nerede
yenisi!...
—
Üzerinde yıllardır çalıştığınız dev eser tamamlandı
değil mi üstad? Yani İman ve İslâm Atlası adlı ilmihaliniz.
—
Tamamlandı. Tamamlandıktan sonra içime derin bir hüzün
çöktü.
—Niçin-?
— Erişilen her şey gaye
olmadığı, gayeyi ufuk çizgisi gibi bir adım daha uzaklaştırdığı için... Bu
dünyada tamamlık var mıdır ki?.. (s.232)
****
— Bir alış-veriş vasıtası olarak
paranın mahiyeti konusunda ne düşünüyorsunuz?
— Bilmiyorum mizacınıza
bunu neşretmek uygun düşer mi..
Para bir Yahudi icadıdır.
Paranın teşkil ettiği
zulme karşı antikapitalizm keza Yahudi icadıdır. Velhasıl bu Yahudi garip
şeydir. Tahribe memurdur. Nerede mükemmeliyet görürse onu tahrip
eder. Marks, Yahudi’dir. Ama Yahudiye dehşetli çatar, çıfıt diye.,
ACAYİP BİR ŞEY; TEZİ
YAHUDİ, ANTİ TEZİ YAHUDİ, SENTEZİ YAHUDİ, ANALİZİ YAHUDİ., BU İNCE İŞTİR.. Benim Abdülhamit’le ilgili
kitabîm okunursa pek çok sorunun cevabı bulunur. (s.252)
****
A.K. — Yaşadığınız muhakkak
tabi...Tezahürleri neler oldu?.. Şiirinize akseden tarafıyla biz anlamaya
çalışıyoruz.
—
Cevabı, bir nevi bir psikolog veya psikiatr karşısında
kendi kendini tahlil eder gibi konuşmakla kabil.. Umumi olarak mesele şöyle
konabilir: Goethe, -takdir ettiğim zekâlardandır- der ki
"İnsanlar
hayatlarında bir kere büluğ ıstırabı çekerler. Fakat dehânın çocukları sık
sık. Çünkü her defâsında gençleşirler.." Bu Goethe’nin bir ifadesidir.
Dehânın çocuğu olmak, ona özenmek, hatırımızdan geçmez. Şu var ki, "cins
kafa" muhakkak kurcalayacaktır. Mücerretlerden mücerrede geçecektir.
Ulâya doğru gidecektir. Bu
gidiş arasında, kafanın hudutlu olması, müthiş bir ıstıraptır.. Ve bu cins
kafanın bir nevi kaderidir.
Demin size söyledim at
üstünde giden adam ufka doğru bakıp ufka doğru düşme vehmine giriftâr oluyor.
Bu ne demek? Bunu kime anlatsanız anlamaz...
Öyle anlarım vardı ki
benim bir kaç tablo istiyorsanız eğer, söyleyeyim... Mesela İş Bankası’nın
Edirne Şubesi’ni ben tesis ettim. Ben memur edildim. Dayım da orada polis müdürüydü.
Dayımda yatıyordum.
Öyle bir ıstırap
içindeydim ki, sanki gözümü, kulağımı, burnumu takma diş gibi çıkarıp
konsolun üstüne koyuyor gibiydim. Sabahleyin kalkınca gözümü takmak filân...
Normal görünmek için... Ve hiçbir serrişte (ipucu) vermemek halimden...
Bu hal nedir?
Şudur:
Ayağımı atarken bastığım
toprak çökecekmiş gibi geliyordu. Buna öyle inanıyordum ki, adım atmanda imkân
yoktu. Ama hiçbir zaman inanmıyordum.
Çünkü burada cinnetle
üstün şahsiyet arasında çok ince bir çizgi var... Kendisini frene edebilen, o
zaman, dehâ olur, kıymet olur. Onun tam mahkumu oldunuz mu olmaz. Hâkimi
olacaksınız! Nitekim bu bahis tasavvufta çok mühimdir. Hatarat bahsidir, bu
imân vesvesesi, küfür vesvesesi halinde gelir adama...
Bir gün Resullullah’a
hallerini şikâyet ediyor sahabîler; çektikleri hatarattan...
Tebessüm buyuruyorlar ve
diyorlar ki:
"İmanın
kemalindendir!"
Arz edebildim mi?..
Böyle...
İmam-ı Gazzâli... Bir eser
daha yazmak isterim; Allah izin verirse..." Büyük Mustaripler" diye...
"Büyük Mazlumlar"ı yazdık ama bunu yazmadık. Bu Büyük Mustariplerin
Şarktan ve Garbdan olması lazım gelir. Şark’ta en büyük mümessili İmamı
Gazzali’dir.
Şimdi, garibinize gidecek
bir şey söyleyeyim size... Bir gün Efendi Hazretlerine sordum:
"İmam-i Gazzâlî’nin
buhranı mı büyüktü, benimki mi?"
Dedim. Ne dese
beğenirsiniz?
"Senin ki!"
Dedi.
Onunla her konuşmam
virgülüne kadar hatırımdadır. Meselâ,
"Diz çök ey zorlu
nefs, önümde diz çök!"
mısraı var ya... Bu daha evvel "Diz çök zorlu kader, önümde diz
çök!" idi. Şiiri okuduğum zaman, kendisi dikkatle dinledi ve sükut
etti. Ne tasvip' ne bir şey... Ürperdim. Ve hemen, Şeriate en küçük mikyasta
zıtlık ifade eden bir nokta var mı diye baktım. Bunu buldum.
KADER DİZ ÇÖKMEZ!.. ONU
"NEFS" YAPTIM.
A.K. — Niçin efendim,
İmam-ı Gazzâli’nin ki mi, sizin ki mi? Cevabı verdi mi efendiniz?
Ben niçinini sormadım.. Meselenin fizik tarafım söyleyeyim. Bir lokma ekmek yesem bir bardak su içsem onu temsil edemiyordum. Temessülüm gitmişti. Yuvarlanıyordum yerde.
Ben niçinini sormadım.. Meselenin fizik tarafım söyleyeyim. Bir lokma ekmek yesem bir bardak su içsem onu temsil edemiyordum. Temessülüm gitmişti. Yuvarlanıyordum yerde.
Sonra, Allah!ın lutfuyla
kurtuluşumu buluyorum...
Gazzâli diyor ki:
"Gördüm ki bu akıl,
çıkmaz sokaktır. Müşkâk-ı Nebeviye, Peygamber kokusuna, ruh feyzine yapışmadan
olmaz bu iş.. Böyle yaptım.. "
Zahirî ilimde çok üstündü
mevkii... En büyük eserleri bundan sonradır.
Bana uzun zaman "sâbık
şâir" (Geçen, önceki, eski) dediler. Bu kelimeyi çıkaran Fikret
Adil’dir. Ölmeden, kısa bir zaman önce evine gittim. Ona "Perdeler"
isimli şiirimi okudum. Yeni yazmıştım. Bir iki senelik mesele... Başladı
ağlamaya:
"Ben sana sabık şair
diyordum. Meğer lahik (yetişen,
vâsıl olan, ulaşan) şairmişsin!.."
Dedi. Sonra hastalığı için
ne güzel teselli bulmuştu. Şu, parkinson hastalığı mı ne?.
"Bu çektirir ama
öldürmez diyorlar."
Dedi. Gitti, ameliyat oldu
ve öldü.
Evet... İşte benim de buna
benzer kriz hallerim var... Meselâ, böyle bir anda, tutun siz, 70 kilodan 59
kiloya, 58’e inin!.. Size o devri anlatıyorum! Bir yalıda oturuyorduk
Beylerbeyinde... Yalının bahçesinde yürüyorum. Bir Kur’ân-ı Kerim sesi...
Bir ayeti okuyor. Onu
duyar duymaz kendime geldim. Demek dedim; tâkat veriyorsun ki, bu yükü de
yüklüyorsun. Bütün mesele muvâzeneyi teminde... Bir şeyin, sizi ya tersinden
ya yüzünden inanmaya sevk eden "hatar’ın yükünü çekebilmek lâzım.. Ayhan
Bey, doğru buluyor musunuz?
(s.281-284)
[1] Diyalektik:
isim Fransızca dialectique: Gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye
yarayan ve bu çelişmeleri aşmaya yarayan yolları aramayı öngören akıl yürütme
yöntemi, eytişim.
Diyalektik kavramı, başlangıçta
tartışma sanatı, ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına
gelmektedir. Karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir,
diyalektik ve Sokratik yöntem, tartışma ve düşünme sanatı olarak diyalektiğin
Antik Çağ'daki en yetkin halidir. Değişimin ve hareketin sürekliliği düşüncesi
bu aşamada diyalektik olarak ifade edilmiştir. Bir fikirden ya da ilkeden
içerdiği olumlu ve olumsuz bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik
denilmekteydi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar