Print Friendly and PDF

NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN YOLUNU DÜZELTEN KİŞİ: İbrahim Aşkî (TANIK)



Yakub aleyhisselâm Yusuf’u için çok ağladı. Gözlerine kara sular indi. Yusuf aleyhisselâm  Mısıra kral oldu. Daha sonra babasıyla Mısır’da karşılaştıklarında
-Baba Benim Mısar’a sultan olacağımı biliyordun, niçin bu kadar ağladın? dediğinde, Yakub  aleyhisselâm:
-Yusuf’um, yolun bir yolsuza uğrar da çile çekersin ve nebiler defterinden silinirsin diye çok korktum.
Necip Fazıl’ın hayat tarzı ve eserlerinde tasavvufî duyuş ve düşünüşünün önemli bir yeri vardır. Onun gençlik yıllarına dayanan tasavvufa olan ilgisi, özellikle 1934 yılında Abdülhakim Arvasî ile tanışmasından sonra bambaşka bir hâl almış ve Necip Fazıl bundan sonra tasavvufî hayat ve düşünce içerisinde yer almıştır[1].
Necip Fazıl’ın tasavvufla ilk teması, Bahriye Mektebi’nde öğrenci iken edebiyat hocası İbrahim Aşkî Bey’in kendisine okuması için verdiği tasavvufî kaynaklı iki kitapla başlamıştır[2].
Necip Fazıl, “Hocalarının en yaşlısı, derin irfan sahibi, edebiyat ve felsefeden riyaziye ve fiziğe kadar iç ve dış birçok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar nüfuz edebilmiş, birkaç risaleden başka hiçbir şey neşretmemiş[3] ve fazla tanınmayan edebiyat hocası olarak tarif ettiği İbrahim Aşkî Bey’in, kendisine bilmeden, isteklisi olduğu dünyadan, belki derme çatma, fakat ilk adresleri verdiğini belirtmiştir.
Necip Fazıl okuduğu bu kitaplardan ilkinin, tasavvuf hakkında genel malumatlar veren ve bazı velî menkıbelerini hikâye eden Sarı Abdullah Efendi’nin Semerâtü’l- Fuad (Gönül Verimleri)” adlı eseri, diğerinin ise Nakşî tarikatının zevk ve hikmetlerini anlatan “Divan-ı Nakşî’ adlı, sahibini bilmediği manzum bir eser olduğunu söylemiştir[4].
Bu kitaplar sayesinde Necip Fazıl, tasavvufla, deri üstü bir satıh planında, yüzeysel de olsa ilk temasının başladığını ve plastik görünüşlere takılan ilk şiir zevkinin artık yavaş yavaş istikamet değiştirdiğinden bahsetmiştir[5].
Bu eserlerin tesiriyle de olsa gerek, Necip Fazıl, varlık âlemiyle, akılla, ölümden sonrası ile ilgili kafasında sorular ve korkuların oluşmaya başladığını ve her şeyden şüphe eder bir vaziyette olduğunu belirtmiştir. O, bu hâli şöyle anlatmıştır:
“Başımda ne sabit fikirler, kurcalayışlar, tırmalayışlar... Bütün bedahetler, meccani ve hazırlop insan emniyetleri nazarımda yeniden gerçekleştirilmesi lazım birer mahiyet alıyordu. İnsanların kaşları, gözleri, parmakları bile tuhafıma gidiyor, bunları ilk defa görüyormuş ve sebebini anlayamıyormuşçasına bir garabet duygusu beni kaplıyordu.
Bir de, bu hislerin arkasında, hayale sığmaz korkular: Ya bir sabah kalkar da, kendimde, konuştuğum dilden tek kelime bulamayacak olursam? Öldükten sonra ebedî hayat... Cennet veya cehennemde ebediyet... Sonu olmamak... Hep var olmak... Bu dünyadaki devam ölçüsüne göre nasıl kavranır bu iş? Akıl patlamaz da ne yapar?
Teki, tek olanı, mutlakı, mutlak olanı arayan ruhum, aradığımın değil, kendi varlığımın sıkıntısı içinde bunalıyor ve bedahet dediğimiz seziş zevkini kaybettikçe anlamayı da kaybettiği hissini veren cehennemden beter bir azaba düşüyordu” .
Necip Fazıl’ın, gençlik yıllarında kafasındaki bu vehim ve sorular, Abdülhakim Arvasî’yi tanımasıyla birlikte daha büyük boyutlarda gerçekleşmiştir. O, îmam-ı Gazali’nin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmeyen ve Paskal’ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payına düşenleri aldığını, şimdiye kadar bildiği, öğrendiği her şeyin yıkılıp gittiğini ve her şeyden şüphe ettiğini, eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırdığını[6] belirterek nasıl bir hâlde olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Onun, zihnine takılan ızdıraplar o denli artmıştır ki o, bir şüphe ve iç bunalım geçirmiştir. Fikir çilesinde büyük saygı ve bağlılık duyduğu Gazali’nin çektiği cinsten bir çile çektiğini ve “her şeyi o türlü kaybettim ki Allah’ı kazandım” [7] diyerek gayesine ulaştığını ve geçirdiği buhrandan sonra gerçek bilgiye kavuştuğunu ifade etmiştir.
Necip Fazıl, “Bin bir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki meccani emniyet ve bedahat saadeti karşısında şaşkın, hep o Bir etrafında helezonlar çizen” [8] hayatını kendisi, Gazali’nin geçirmiş olduğu vehim ve şüphelere benzetmiştir. “Ben de bir manevî buhran geçirdim. Tefekkür ve büyük sanat, büyük nefs muhasebesine, entelektüel krize ve buhrana girmeden olmaz. Öyle bir yere geldim ki -İmam Gazali’de göreceksiniz[9]- arzın kabuğu ayağımı bastığım yerde bir santimlik bir satıh gibi derhal delinecek gibi geliyordu bana. Bütün itimat hislerimi kaybetmiştim. Deliliğinde ufkundaydım. İlerisinde... Nihayet Allah’a hamd ederim, imanım ucuz bir iman olmamıştır. Mü’min doğdum. Allah’ın bir lütfü ile de, o imanı çile kapısına kadar götürebildiğimi sanıyorum. Yani o nura intikal ettim ve bulur gibi oldum[10].
Bana kemal yolunda aklın iflasını görmüş ve bu iflasın yangını içinde kavrulmuş biri lazımdı. Nihayet buldum. İmam-ı Gazali... Akıl sahasında bu davayı; idrak
sırrını sır idrakinde tamamlayan ve kafayı kafayla kalbe çeviren bu davaların davasını kimse bana İmam-ı Gazali derecesinde gösteremezdi[11] ”.
Artık Necip Fazıl, 1934 öncesi yaşadığı hayatın sıkıntılarından, telaşlarından uzaklaşmış ve o, “her şeyin Allah sevgilisinin batınından bir feyiz nuru alabilmekten ibaret olduğunu ve o nura teslim olup kurtulduğunu” [12] ifade etmiştir.
Necip Fazıl, İslâm Tasavvufuna dair okuduğu bütün kitaplarda bir mürşid-i kâmile, üstün irşad ediciye bağlanma gerekliliğinden bahsedildiğine sıkça değinmiştir. Kendisinin de gerçek, üstün bir irşad ediciye bağlanarak, geçirdiği vehim ve şüphelerden kurtulduğuna inanmıştır[13]. Onun bahsini ettiği bu “mürşid-i kâmil, irşad kutbu” ise “kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, efendim” [14] dediği ve onun için “O ve Ben” adlı ayrı bir eser yazdığı Abdülhakim Arvasî Efendi’dir. Necip Fazıl’ın hayatında çok önemli bir yere sahip olan Abdülhakim Arvasî Efendi, 1860 (h.1281) yılında Van’ın Arvas köyünde doğmuştur[15]. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir. Irak’m değişik beldelerinde, yüksek âlimlerden sarf ve nahiv, mantık, kelam, tefsir, hadis, Şafiî ve Hanefî fıkhı, fıkıh usulü, tasavvuf, riyaziye, hendese gibi ilim dallarında tahsil gördükten sonra Van’da bir medrese inşa ettirmiş ve 20 yıl bu medresede ders okutmuştur. Nakşî tarikatı halifelerinden Seyyid Fehim Efendi’den icazet almıştır. Daha sonra İstanbul Eyüp Sultan’daki Kaşgarî dergahında sohbet halkası kurmuş, Beyoğlu’nda ki Ağa ve Beyazıt Camilerinde dersler ve sohbetler vermiştir. Süleymaniye Medresesi’nde tasavvuf hocalığı yaptığı dönemde, Necip Fazıl tarafından da sonradan sadeleştirilen “er-Riyâzu’t-Tasavvufîyye (Tasavvuf Bahçeleri)” adlı kitabı ve “Rabıta-i Şerife” adlı risalesini kaleme almıştır. Soyadı kanunuyla birlikte “ Üçışık” soyadını alan[16] Abdülhakim Arvasî Efendi 1943 yılında vefat etmiş ve Ankara’da Bağlum mezarlığına defnedilmiştir[17].
Kısaca kendisinden bahsettiğimiz Abdülhakim Arvasî Efendi’yi Necip Fazıl, Beyoğlu’nda ki Ağa Camii’nde sohbet verdiği 1934 yılında tanımış ve bu tarihi kendi hayatı için bir dönüm noktası olarak ifade etmiştir[18]. Necip Fazıl kendi hayat hikayesini anlattığı “O ve Ben” adlı eserini “Tanıyıncaya Kadar” ve “Tanıdıktan Sonra” şeklinde ikiye ayırarak, “efendisinin” kendi hayatındaki yerini ortaya koymaya çalışmıştır. Bu hususu şiirlerindeki şu mısralarda da görmek mümkündür:
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman duracak kadar güzel.[19]
**
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisi çaktınız! [20]
**
“Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!”
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...[21]
Sh:147-151

Kaynak: İlyas Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek Düşüncesinin Felsefî Yönü ,T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (İslâm Felsefesi) Anabilim Dalı,  Yüksek Lisans Tezi, Ankara- 2007






[1]   O ve Ben, s. 94-95.
[2]   Kafa Kağıdı, s. 154.
[3] İbrahim Aşkı̂ Tanık’ın yazdığı eserlerinden: Mekteb-i Bahriye Edebiyat Dersi Hulâsaları : Makine Deniz Talebesi İçin , Mektebi Bahriye Edebiyat Dersi Hülasaları, Tasavvuf = FüTuhat-I Mekkiyye , ÇOcukların Şİir Defteri , Fuzuli Hakkında Bir Söz,  Mektep Terbiyesi ,
[4]   Kafa Kağıdı, s. 157; O ve Ben, s. 39.
[5]   O ve Ben, s. 41.
[6]   Aynı eser, s. 102-104.
[7]   Aynı eser, s. 102 .
[8]   Tanrı Kulundan Dinlediklerim, İstanbul, 2004, s. 151.
[9]   Bkz. Gazali, el-Munkızu min-ad-dalal, s. 20-21.
[10]  Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 125- 126.
[11]  O ve Ben, s. 123.
[12]  Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 125-126.
[13]  Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s. 13; O ve Ben, s. 105.
[14]  Başbuğ Velilerden 33 (Altun Silsile), İstanbul, 1981, s.336.
[15]  O ve Ben, s. 115; Başbuğ Velilerden 33 (Altun Silsile), s. 338.
[16]  Başbuğ Velilerden 33 (Altun Silsile), s. 336 - 351.
[17]  O ve Ben, s. 221.
[18]  Aynı eser, s. 107.
[19] Çile, “Allah Dostu”, s.76.
[20] Aynı eser, “Mürşid”, s.77.
[21] Aynı eser, “Sonsuzluk Kervanı”, s. 65.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar