NECİP FAZIL VE ŞİİR- Seyfettin Başcıllar
“Aklımı gerdim gerdim, kopacak kadar gerdim;
gördüm ki akıl sınırlıdır ve ötesine yol verici değildir.”
gördüm ki akıl sınırlıdır ve ötesine yol verici değildir.”
İmâm-ı Gazali
Her çağın sanatçısı, çağına bağlı olduğu oranda, geçmişe ve
geleceğe de gizli kökler ve dallar
salar. Çağından kopuk sanatçının dünü ve yarını da yok gibidir. Bu bakıma, bir sanatçıyı incelerken, onun
geçmişten neler almış olduğunu, bu
aldıklarını geliştirerek çağının hamuruyla nasıl mayalandırdığını ve
kendinden sonrasına neler bıraktığını
göz önünde tutmak gerekir. Soylu sanat yapıtlarının, dünü, bugünü ve yarını kapsayan birçok
boyutları vardır. Sanatın
değerlendirilmesinde, çoğu zaman, sanatçının çevresi, yaşam çizgisi,
kişiliği, olaylarına bakış açısı,
eğilimleri, inançları da önemli bir yer tutar.
Necip Fazıl‘ın ilk şiirleri, biçim ve değiş yönünden, genellikle halk
şiirine yaslanır. Bu şiirlerin çoğuna,
üzerinde dize dize çalışılmış çağdaş bir Karacaoğlan, bir Dadaloğlu şiiri gözüyle bakabiliriz:
İçerimde koca bir dağ gizlidir,
Cemal Süreya, Necip Fazıl‘a, bir yerde Yunus Emre‘yi bir
yerde Süleyman Nazif‘i kök almanın
mümkün olduğunu; biraz zorlayarak onu ―Nefi‘ye bile götürebileceğimizi belirtiyor. Necip Fazıl, 2
mayıs 1905 doğumludur. İlk şiirleri
yayımlandığında on yedisindedir henüz. Yıl: 1922, Mehmet Akif‘in 49,
Ahmet Haşim‘in 39, Yahya Kemal‘in ise 38
yaşlarında olduğu yıl… Yahya Kemal, o
gün için, Türk şiirlerine yeni bir dil
ve anlayış getirmiş; şiiri yabancı öğelerden
arıtmıştır. Necip Fazıl da ―Sade Türkçeyi harikalaştırmış olarak gösterir onu. Bu yeni şiir dili, 17 yaşında, kendini aramakta
olan bir şair üzerinde elbette etkili
olacaktır. Necip Fazıl‘ın kendini araması uzun sürmeyecek, kısa zamanda,
o halk şiirine yaslanan açık anlamlı
şiirden içe dönük, koyu gölgeli Necip Fazıl şiirlerine geçiş yapacaktır. Çünkü, genç şairin
yaşamında, bir takım iç ve dış sarsıntılar
başlamış ya da hızlanmıştır. Görüş açısı değişmektedir. Nesnelere ve insanlara alışılmamış ürpertici yönlerden bakmaktadır.
Gizlerle dolu cinli ve perili bir evrendir
bu.
O gün için yepyeni bir deyiştir bu Bauldelaire‘imsi bir
havadır. Yirmi yaşındadır şimdi ve kendi
deyişiyle çilelerin en can yakıcısıyla Paris‘te
bulunmaktadır. Uçurum uğultusuna benzer bir şiir iklimi içindedir.
Eğitim için gittiği bu kentte, korkunç
bir kumar tutkusuna kapılmıştır. Eline geçen paraları hep kumar masalarında eritmektedir. -Burada Dostoyevski‘nin kumar düşkünlüğünü de anımsayalım.
”Parası olamadığı zaman yine kulüpte, herhangi bir
oyuncunun arkasına geçip kendisini onun
yerine koyuyor, onun kazancı ile seviniyor, kaybı ile üzülüyor.”
Gündüzleri uykuda, geceleri uyanık. Elbette bu böyle
süremez. Bir gün ödeneğinin kesildiği
bildirilecek kendisine; yurda dönüş biletiyle birlikte eline bir miktar para tutuşturulacak. Bu para da
hemencecik kumara verilecek. Meteliksiz
sokaktadır şimdi.
“Pırıl pırıl cadde… Paris kaynıyor… O, genç şair, şehrin
kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve
her an göz kırpan ışıkları ortasında bir çocuk gibi kimsesiz…”
Gözü kaldırımlarda, kaldırım şiirlerini içinde damıta damıta
saatlerce yürüyüp oteline gelecek ve
odasına kapanıp ağlıyarak haykıracaktır:
İçinde bir uçurum açılacak, arkadaşlarından kopacak.
İçindeki canavarı yenmek için
çırpınacak, ama başaramayacak. Bir bela çiçeğidir çeken onu. Sonraları yazdığı
bir şiirinde:
demekten kendini alamayacak…Paris bitmiştir onun için artık.
Arkadaşlarının aldıkları tren biletiyle
Marsilya‘ya dönecek. Türkiye‘ye gidecek vapurun üç gün sonra kalkacağını öğrenince biletini
değiştirip üste aldığı parayı da kumara verecek. Gene büyük yalnızlığıyla iç dengesizliklerle
kalacak ortada. O kaldırımların çocuğu
olduğu kadar bunalımların, doyumsuzlukların da çocuğudur. Ve şiirlerine
bütün bu karmaşanın iz düşümü vuracak.
Otel odaları solgun bir hüzün aynası gibi görünecek ona, isli lambalarda bir acıma yanacak hep.
İzbe sofada terlikler, bir sırrı
sürükleyecek. Küfürlü aynalarda, daha önce gelip geçmiş olan yüzlerden
birer akis görecek. Denizler, açıklar
bile ölüm korkusu kadar derin görünecek ona:
Hep böyle, kendi gölgeli, bunalımlı iç dünyasından nesnelerin
iç dünyalarına doğru uzanacak. Hep bilinmeyeni, hep öteleri kurcalayacak:
Zaten ona göre şair; “his cephesinden, daha ilk nefeste
vecd çözülüşleriyle yere seriliveren bir
afyon tiryakisi; fikir cephesinden de, bu afyonu esrarlı hayvanlarda hazırlayan ve tek miligramının
tek hücre üzerindeki tersini hesaplayan
bir simyacı”dır: Kaldırımlara bile bir insanca kişilik kazandırıp
onunla arkadaşlık edecek bir
simyacı.
Kaldırımlar içimizde yaşamış bir insandır aynı zamanda,
çilekeş yalnızlıkları emziren bir annedir.
Kaldırımlar, bir parçamız olmuştur artık. O biziz belki de.
Kimse bizi onun kadar anlayamaz. İkinci şiirin sonunda coşkulu bir lirizme
haykıracaktır:
Gece kaldırımlarıdır bu kaldırımlar, geceyle özdeştir bir
yerde. Esmer bir kadın gibi, eteğini sürükleyen gece çağıran ama bir türlü
erişilmeyen bir kadın.
Kaldırımların yayınlanması, edebiyatımızda bir sanat olayı
olarak karşılanacak, övünüp yüceltilecek. M. Ş. Tunç, “Yalnız bu şiir büyük
bir zanaatkâra yeter:” diye yazacak. Necip Fazıl, yıllar sonra bu
yargılardan hoşnut kalmadığını belirtip şöyle diyecek:
“Şu benim herkese parmak açan şiirim
Kaldırımlar”ı göklere
çıkartıyorlar. Bense yerin dibine
indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız sefil
bir sınıfın destanı… Halbuki o belki
şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz mustarip fikir prensinin, çilekeş
(entelektüel)in şiiri… Yirminci asır
(entelektüel) ine bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette
bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin
şiiri…”
Edebiyatımızın en
güzel şiirlerinden biri olan bu şiir, her güzel ve gerçek şiir gibi, okuyucuyu kendi iç dünyasına, kendi
algılarına göre duygulandırıp çarpan çok
boyutlu lirik bir şiir. Hececilerin, dış zarı delip derine inmeden
kabukta kaldıkları o günkü hece
şiirimizde öteleri gösteren bir konak taşı… Genç şair, bu ünlü şiirini yazdığı zaman, 22 yaşındadır ve sanat
kişiliğini bu şiiriyle perçinlemiştir. Kaldırımlar‘ı Otel Odaları, Sayıklama
gibi güzel şiirleri izleyecektir. Edebiyatımızın sanatçıyı kemiren süregen
hastalıklardan biriyle karşı karşıyayız
şimdi. Araştırma, değerlendirme, güçlü güçsüz yanları bulmaya çalışma yerine övgüler sıralamak: dost övgüler,
arkadaş övgüler… Artık ona toplantılarda,
- Sen daha
yolundasın! Yürü! diye seslenecek, yazdıklarını,
- Harika, harika!
diye karşılayacaklar.
Bir dev aynası tutulacak genç sanatçının karşısına. Bu durum
onun taşkın ve tutkulu kişiliğine bir
kendini beğenmişlik duygusu verecek.
Atak davranışlı, ―fikirde ve harekette
hudutsuz cesur‖ bir genç şair çıkacak ortaya. Gözünü kırpmaksızın bir takım kesimle hoşgörüsüz yargılarda
bulunacak: “Babıali dâhileri öyle ahmak şeyler ki… Edebiyat-ı Cedide baştan başa bir
gerizekalılar mahşeridir… Türk romanı
yoktur…”
Bir gün Arif Dino, ona, “Sen kendinde, benim sende
gördüğümden daha fazla kuvvet hayal ediyorsun.” diyecek ve “Susuyorum;
ben kendimi yiyen bir adam olduğum için bu anlayışında bir hak payı görüyorum.” karşılığını alacak. Ve Necip Fazıl sürdürerek
diyecek ki:
- Biliyor musun,
kimse beni, kendi kendimi zemmetiğim kadar yeremez.
Kimse de…
Arif Dino şu karşılığı verecek:
- Ben devam edeyim:
Seni, kendi kendini medhedilmeye layık gördüğün kadar övemez.
- Doğrudur.
- Sen muhteşem bir
iddiacısın!
Bu kişilik, bu iç çelişkiler, bu kendine aşırı güven duygusu
içinde birçok değerlere başkaldıracak, giderek
günün olaylarına ters düşmeye başlayacaktır. Ama kişi ne denli üstün olursa olsun, bir başına
yetersizdir. Ona tutunacak ve güç
verecek, içine ışık tutacak bir kaynak gerektir. Ben ve Ötesi‘nin
sonunda:
diye seslenecektir. Nedir gelecek olan, bir diriliş mi?
Kendini yıkmak istercesine davranışları, uykusuzlukları, kafasını kemiren
iç susuzlukları sürmektedir hala.
“Fahişe kokan” küçük eğlence yerleri, yolculuklar,
bankacılık ve içinde “azgın bir davet”…
Hayır, hiçbiri ona aradığını, umduğunu vermeyecek. Dağla uçurum arasında yürüyecek hep. Kimi zaman dağa, kimi
zaman uçuruma yaklaşarak. Trabzon‘da bir otel odasında 39 derece ateşle
yatmaktadır. Hasta yatağında Ahmet
Haşim‘in ölüm haberi onu yüreğinden vuracaktır. Birkaç yıl önce Güzel Sanatlar Akademisi‘nin balosunda Ahmet
Haşim‘e iki tokat atmış ve ortalığı birbirine katmıştır. Bu tatsız olayı
anımsama, ölüm haberinden daha çok içini karartmaktadır. Dışarda ince, sonsuz
gibi bir yağmur. Bu yağmur, kanını boğan bir iplik gibi yağmakta ve hiç
dinmemektedir. Beyninde korkunç bir düzensizlik ve üstün bir düzen özlemi…
Teninde acısız yatan bir bıçak gibi bu
yağmur mistik bir hava içinde şiirleşecek:
Bu kez de bir aşk onu alt üst edecek. Delice bir ruh
coşkunluğu içinde kendinden en az 7-8
yaş büyük bir kadına tutulacak. Gene hep çağrılacak ve çağırana hiç varamayacak. “Üzerine
gelenden, ufuklar gibi, kaçmayı, uzaklaşmayı”
bilmemesi yüzünden neler neler yapmayacak, nelere katlanmayacak. Ama çıkış yok, en kalabalık anlarda, en ıssız yalnızlıklarla
çevrilidir… Bu yalnızlıklardan dolayı “ne
azap, ne sitem”, “aşınmaz duvar” kendi içindedir çünkü. Günü gelince
şiire dökülecek bu da:
Aşktan kurtuluşu da onu yoklukta, yani gerçek varlıkta
bulmakla sağlayacaktır. Dağa daha
yakındır şimdi. Sevdiği kadına şu satırları yazacaktır: “Artık siz benim
içim lüzumsuz bir şeysiniz! Size erişememenin inkisarı (kırıklığı) içinde asıl erişilmesi gerekenin kim olduğunu
dehşetle görüyorum… Siz bir hayal, bir
gölge, bir benzeyiş, bir remizden ibaretsiniz. Siz mutlak yokluğunuz
içinde malikiyetin mahrumluğa dönen şekliyle
karşıma mutlak varlığı, Allah‘ı
çıkardınız…” Fuzuli‘nin Leyla İle Mecnun‘unda, Mecnun‘un Leyla‘da
bulduğu şey… Beklenenin gelip gelmemesi, ona erişilip erişilmemesi önemli
değildir artık.
Ona Ataç, mistik şair sıfatını vermiştir. Metafizik bir
bunalım içindedir. Dengesiz ve acılarla
dolu bir ruh coşkusuna yakalanmıştır. Hasta gibidir. Usunu ve duygularını germektedir hep, koparcasına germektedir:
“Zaman nedir, mekân nedir, aydınlık
nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir?” Bu sorular ortasında
kafasının içi ana baba günü gibi.
Boşluğu ense kökünde gezdirmeye başlayacak. Metafizik acılar içinde dört bölümlük bir şiir doğacak:
o zaman Senfoni başlığıyla yayınlanıp sonradan Çile adı verilecek şiir.
“Şeşi beş görmeğe başlayacak.” Aynalara bakıp kendi kendinden korkacak. Sıkıntıları
dayanılmaz bir derecededir. Annesiyle birlikte “Efendim” dediği bir
şeyhe gidecekler.
- Buraya sık sık
geliniz, sohbet sizi açar, denilecek.
Ayrılacaklar. Rahatlamış, aradığını bulmuş gibidir. Kendini
dine verecek artık. şeriatı savunacak.
Atatürk Devrimi‘nin amansız düşmanı kesilecek. Bu yüzden hapislere girip çıkacak. Şiirin hızı
kesilecek, duralayacak. 1941-1957 yılları arasında on dört yılda ancak üç şiir yazabilecek. Bu
yüzden Fikret Adil Sabık “Şair” diye
adlandıracak onu. Gerici olarak bilinecek. En önemlisi şiirini
yenileyemeyecek, dil ve deyiş hep olduğu
yerde sayacak. Eski şiirlerinden birçoğunu atacak, birçoğunu değiştirecek. Ona göre şiir “mutlak
hakikati arama işidir. Mutlak hakikat Allah‘tır. Şiir, Allah‘ı sır ve güzellik
yolundan arama işi…”
Sh:273- 279
Kaynak: Osman EROĞLU, Seyfettin Başcıllar’ın Hayatı,
Sanatı Ve Şairliği T.C. Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk
Dili Ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yüksek
Lisans Tezi Gaziantep Haziran 2013
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar