Print Friendly and PDF

Necip Fazıl KISAKÜREK “İHTİLAL” İSİMLİ ESERİNDEN




İhtilâlleri, mâna ve madde kıymetleriyle 5 sınıfa ayıra­biliriz:
1- En ulvî...
2- Ulvî...
3- Toprak seviyeli fikre bağlı...
4- Süflî...
5 -En süflî...

Birincisi, Resullerin temsil ettiği mutlak inkılâplar ve onlara bağlı hareketler...
İkincisi, aynı yolda, tâbi kahramanların büyük hamlele­ri...
Üçüncüsü, madde ötesi, mânevî bir ideale malik bulun­maksızın girişilen, hak veya bâtıl, dünya görüşü sahibi, geniş çapta (aksiyon)lar...
Dördüncüsü, saman kâğıdı üzerinden kopya, köksüz davranışlar...
Beşincisi, elindeki mankafa silâh ve âlet imtiyazını en vahşi zorbalık ve en galiz eşkiyalığa vâsıta edici yeltenişler...

Birinciye misal, başta Kâinatın Efendisi olmak üzere bütün Resuller ve hususiyle ve bazı farklarla, Nuh, İbrahim, Musa Peygamberlere ait vâkıalar...
İkinciye misal, Allah ve gerçek din uğrunda, muvaffak olsun veya olmasın, bütün çileli mücadele ve mücahede örnek­leri ki, Hazret-i İsâ’nın havârilerinde en müşahhas ifadesini canlandırmakta ve henüz tarihte ve yeni çağlarda kendisine üs­tün bir zemin açamamış bulunmakta..
Üçüncüye, topyekûn, muhasebesiz ve murakabesiz, özenti ve ezberci darbeler ve bildiğimiz operet (mizansen)leri nümune...
Beşinciye de, Halife ve Padişahın baldırını çimdikleme­ye ve hayâlarını sıkmaya kadar giden, çürümüş ordu (sembol)ü Yeniçeri şekavetleri örnek gösterilebilir.
Dikkat edilecek nokta şudur ki, bu sınıflar arasında "ulvî" taklitçisi "süflî’ler bulunduğu gibi, "süflî" esaslı olması­na rağmen bazı çizgileri ve çapiyle "ulvî"yi hatırlatıcı şekiller de vardır. Ve bütün dâva güdülen gayenin zatında ve o zata fi­kirde ve fiilde tercüman olabilmek ehliyetindedir.
Artık siz, verdiğimiz ölçülere göre, ilk insandan günü­müze değin "eski"yi yıkmak ve "yeni"yi yapmak yolundaki beşerî atılışları sınıflandırabilir ve bizim fazla "müşahhas"a kaçmamak mazeretimizi kestirirsiniz.
Beşerî anlayışa göre kolayca hazmedilecek ve nefse sin­dirilecek ihtilâl ve inkılâplar, toprak seviyeli fikre bağlı çeşit­lerden olduğuna ve zaten "en ulvî'si ve "ulvî’si, gökle bağlantı­sı mahfuz, toprağa inmek mükellefiyetinde bulunduğuna göre, çapları bakımından Fransız ve Rus ihtilâllerini oluşları bakı­mından "ulvî" hesabına birer ders kitabı sayabiliriz. O zaman, "bâtıl"a inanışın bile, mücerret inanış ve bu inanışın gerektirdi­ği maddî ve mânevî kanunlar sayesinde hangi kuvvet derecele­rine ulaştığını haşyetle görürüz. Görür ve dâvamıza karşı mes'uliyetimizi kavrarız.
Bu bakımdan, birer ders kitabı halinde gösterdiğimiz (3) numaralı sınıfa bağlı ihtilâllerin, frenklerce (fason d'ajir - façon d'agir) denilen “iş görme tarzı”ndan, hem fert, hem devlet hesa­bına yararlanmış oluruz.
Her şeyden önce noktalayalım ki, bu eser, ihtilâli sev­dirme ve gayeleştirme değil, onu her köşesi ve olanca ruhiyle anlatma, mücerret mânasını gösterme denemesidir; ve müşah­has bir tahsis ve teşvikle alâkasızdır. Eserimize ihtilâl telkincisi göziyle bakmak, sâf hukuk ve kanun anlayışı nazarında herhan­gi bir ihtilâl filmini tahrik vasıtası diye görmek gibi bir abese varır ve hakikati arama cehdini incitir. Bu ölçüyü esas tuttuktan sonra da, dileyen, bu eseri, dilediği mânaya hizmet ettirmekte hürdür ve böyle bir hürriyet, eseri suçlandırmaya sebep teşkil etmez. Devletler ve rejimler, nefslerinin müdafaası için böyle eserlere muhtaç oldukları kadar, fertler ve topluluklar da dâvalarının kültürü bakımından aynı ihtiyaç içindedirler... Fikir başka ve fiil başka olduğuna göre de bazı fikirleri fiile tahvil et­menin suçu, onu yapacak olanlara düşer. Hiçbir silâhçı, malını "adam öldürün!" diye satmaz.
Bu ana kıstâslardan sonra, şimdi, ihtilâlin ruhî ve fiilî mekanizmasını ele alabiliriz.
Yeni ve muazzez Türk gençliğine, tatbik mevzuu bulun­maksızın en faydalı irfan vasıtası olarak ve "yapın!" değil, "bi­lin!" teziyle sunduğumuz bu eser, onun başucu kitaplarından biri değilse, hiç olmazsa bu değeri ihtar edici mahiyette sayıl­malıdır. Bu ince noktayı da bundan sonraki bahisler aydınlata­caktır.
İlk iş bir dünya görüşüne sahip olmaktadır. Ve bu görüş, dünyanın ötesine, kâinatın muhasebesine vardığı zamandır ki, dünyayı sımsıkı eline alır (dünya âhiretin tarlası) ve dünyanın gerçek görünüşünü ve gösterilişini temsil eder.
İnsanoğluna, kâinatın hesabını, ferdiyetinin encamını ve didinişlerinin hâsılasını, neye vardığını, nerede karar kıldığını haber vermeyen hiçbir ideâl, aslında ideâl olmaya lâyık değildir. Üstünlerin üstünü dâva bu; ve mevzuumuzun müntehâ noktası...
Biz yine yeryüzüne bakalım:
Evet; bu her şeyden evvel bir dünya görüşü... Olanlara göre bu dünya görüşünün mutlaka hak olması gerekmez. Fakat bir dünya görüşü ve yeni bir cemiyet nizamı belirtmesi şart...
Kendisini hak kabul eden her dünya görüşü için, ihtilâl, bir (arena - boğuşma çerçevesi)dir. O zaman da, gerçek ihtilâl mevzuu olarak (glâdyatör - döğüşçü)ler arasında kıyamete ka­dar sürecek bir mücadeledir, gider. Böyle geldi böyle gidecek... Ama hak, çilesi çekilmiş, eseri verilmiş şekilde olursa, bâtıl dünya görüşlerine de, menfi tarafından bir kıymet ve haysiyet tanır. Bizce dünya görüşü (1) ve (2) numaralı sınıflandırmalar­da tecelli ettiğine göre (3) numaralı maddeye ayırdığımız kıy­met ve haysiyet, gösterdiğimiz dereceyi aşamaz; fakat ele alın­mak, hasusiyle karşısına çıkılmak borcunu, hakka, en mukad­des vazife halinde yükler. (Anti tez - tersine dâva)nın tahribi, her sahada (tez)in borcudur.
Fikirsiz ve meselesiz, kafasında bir mimarî hayâli olma­dan, sırf yıkmak için yıkma, yahut da bir şey yapabileceğini sa­nıp da, yıkmış olmaktan ibaret kalma davranışlarıysa ne üzeri­lerinde fazla konuşmaya, ne de sivri sineklere sıkılacak flit ilâçlarından başka bir mukabeleye değer şeyler... (3) ve (4) nu­maralı maddelerdekiler de bu kabîlden...
Hak veya bâtıl, fakat dünya görüşü denilebilecek hare­ketlerin esere, kitaba dayalı olması kanundur. Büyük Fransız İhtilâlinin, patlayışından evvel kaleme alınmış ve ihtilâle temel olmuş yüzlerce eseri var... Başta (Ansiklopedi)ciler diye anılan (Volter), (Russo), (Didro), (Monteskiyö), (Dalâmber), (Jakar)...
Komünistlerin ana eseri (Das Kapital - Sermaye) ve (Marks)la (Engels) malûm... Peşlerinden, hem fikir ve hem (ak­siyon) işinde (Lenin) ve kitapları, gazeteleri, makaleleri...
(Lenin), içinde boğulduğu bâtılın ummânında her şeye rağmen korkunç derinliklere ulaşmış ve ulaştıkça hakkı kaybet­miş, beyni hummâlı insan... Eğer bu vasıflar bir madalya ise onu (Lenin)in göğsüne bizzat hak takar ve sonra kendisini, in­sanoğlunun ebedî hayatına kasdetmiş olmanın suç yaftası boy­nunda, idam eder.
Faşizma ve Nazizma gibi, ihtilâl ve inkılâp diye göste­rilmeye pek değmez hareketlerin de kitapları vardır. (Hitler) ve (Musolini)nin malûm eserlerinden başka (Haydeger) ve (Rozenberg) gibi filozoflara dâvalarının felsefesi yaptırılmak isten­miş, fakat bu gayretler tutmamıştır.
Eseri ve ideolocyası olmayan daha niceleriyle beraber Cumhuriyet İnkılâbıdır. Eğer ona "Anadolu İhtilâli" veya "Cumhuriyet İnkılâbı" demeselerdi de "Millî Kurtuluş Hareke­ti" veya "Hükümet Taklibi" deselerdi mesele kalmazdı. Onu ta­kip eden "devrim"ler de ayrıca müşahede lâboratuarına oturtu­labilirdi.
Hakikatlere artık iki kaşı ortasından bakmanın ve onları erkekçe dile getirmenin zamanı gelmiştir.
Bir de ihtilâle temel fikri vermek gayesi olmaksızın on­da mücerret kitle hareketlerinin ruh ve tekniğini göstermek için yazılan eserler vardır ki, bunların başında, (Lenin)in de yanın­dan ayırmadığı (Von Klâvzviç)in "Harbe Dair" eseri gelir. Ay­rıca, kaba "müşahhas’a dayanılarak yazılan, kendinden bir şey getiremeyen ve malûm tecrübeleri mânalandırmaya çalışan ba­sit bir eser: (Malâparte)nin "Hükümet Darbesi" isimli kitabı... (Malâparte), bütün (kamuflaj - saklama) gayretine rağmen "sol"u selâmladığı bu eserinde, hiçbir zümreye ihtilâl dersi ver­mek sevdasında olmadığını, hattâ daha ziyade hükümetleri uyarmaya baktığını kaydeder; ve Paris’in meşhur Polis Müdürü (Şiyap)tan aldığı mektuba ait şu satırları ileriye sürer:
"- Siz, devlet adamlarına, çağımızda ihtilâle götüren ha­diselerin neler olduğunu, ihtilâl usûllerini ve bunların vukuun­dan önce nasıl sezileceğini öğretiyor, âsilerin, iktidarı zorla ele geçirmelerine nasıl engel olunacağını öğretiyorsunuz."
Bu çeşit, ihtilâl mühendisliği ve mimarlığı yerine, kalfa­lık ve dülgerlik kitaplarını bir tarafa bırakalım da, nasıl edebî nazariyat eserlerini okumakla şair yetişemezse, gerçek bir sanat olan ihtilâlin de el kitaplarından öğrenilemeyeceğini ve her bü­yük ihtilâlcinin ayrı bir üslûp, ilim ve tekniği olmak gerektiğini ve bunun mutlaka bir ana kitaba dayalı olmak borcunda oldu­ğunu tespit edelim.

SANAT, İLİM, KEŞİF
Felsefenin, kendi içinde, kendi kendisini şöyle bir mu­hasebeye çekişi vardır:
Felsefe ilim midir, sanat mı?
İlim, kanunlarını mücerret tefekkürden alıp onları bir ta­kım sûrî nispetler içinde kalıplaştırma; sanat ise "büyük mücer­ret" peşinde ebedî bir arama ve kalıptan kaçınma işi... Birini akıl, öbürünü ruh besler. Anlamayla, yahut anladığını sanmay­la, sezme ve bedahet duygusu içinde kâşifliğe erme arasındaki fark...
İhtilâl de, daha evvel dokunduğumuz gibi bir sanat... Fakat ilme, yani kalıplarını bulmaya muhtaç bir sanat... Başta nebîler -ki İlâhî vahye mazhar olanlar her kıyastan münezzeh­tir-, arkalarında bağlıları, daha sonra da yeryüzü dâvası güden­lerden büyük yaratılışlar, "dehâ" diye isimlendirilecek bu sanat­tan sırasıyla pay sahibidirler. Zaten insanoğluna verilen hangi işte böyle bir sanat payı rol oynamaz ki?...
Dâvasını ve rüyasını maddeye nakşetme cehdini besle­yen her fert, kuru ölçü âleti akıl hesaplarından önce, bilinmedik ve beklenmediklerin mevcelerini zaptedebilme mânasına bir sa­nat belirticisidir; ve onun eseri, önceden ve mânalar âleminde bir ihtilâldir. İş o mânaların madde ve hareket zarfı içinde billûrlaştırılmasına gelince o da ayrı bir sanatla birlikte ilim...
Sâf sanatlar müstesna, (aksiyon) işindeki sanata, öz il­minin müntehasındaki marifet diyebiliriz; ve bu marifeti, kitle idareciliğine ait her yerde buluruz. Geçit resminden ateş hattına sürülüşüne kadar askeri bir kıtanın sevk ve idaresi sanat değil de nedir? Bir mimar nasıl blok taşlarla, nakışlarından istiflerine kadar oynarsa, insanlarla öyle oynayan bir (aksiyon)cudan her şeyden evvel sanat beklemekte haklıyız.
Askerlik çerçevesinde olsa da, kitle sevk ve idaresi ba­kımından toplu hareketlerin en haysiyetli eserini yazmış ve il­mini yapmış olan kalem, biraz evvel bahsini ettiğimiz (Von Klâvzviç)tir. O, bir kumandanda binbir meziyet arasında en çarpıcı vasıf olarak hayâl gücünü ve kâşiflik kabiliyetini, yani sanatı arar ve bu bakımdan övdüklerinin başında (Napolyon)u gösterir.
Kızıl Ordunun kurucusu (Troçki)nin, karadan, hükümet kuvvetlerince kıstırılması, zaif de olsa ihtimâl belirtirken ko­münist "Şafak" gemisini (Neva) nehrinden içeriye sokması ve onun 15'lik toplarıyla Kışlık Sarayı ateş altına alması ve kor­kunç bir (panik) doğurması yine parlak bir hayâl ve keşif mah­sulü...
Birinci Dünya Harbinde üstüste hücumlara rağmen düşürülemeyen (Liyej) kalesinin mutlaka o gün akşama kadar sükut ettirilmesi emri gelince, yüksek bir yerden cepheyi taras­sut eden Alman Ordular Grupu Kumandanı bir de bakar ki, düşman müdafaa ordusuyla kendi arasında tesadüfi bir boşluk açılmıştır; ve cephe boyunca düşman hatlarında hiç bir çökertme ve yarılma yokken bu bir ânlık boşluk, hayâl üstü denilecek kadar müthiş bir ihtimâle kapı açmaktadır. Öyle bir ihtimâl ka­pısı ki, açılmasıyla kapanması arasında bir ânlık, evet, bir ânlık bir zaman payı vardır. Alman kumandanı bu inceliği yıldırımvâri bir keşifle yakalar, kumandanlık flamasını taşıyan otomobiline atlar, arkasında karargâh maiyeti, boşluktan tek başına geçer, düşman karargâhını tek başına basar; ve düşman kumandanını karşılarında görünce her yönden sarıldıklarını ve çökertildiklerini sananlar, ellerini havaya kaldırıp teslim olurlar ve karargâh gönderine beyaz bayrağı çekerler. (Liyej) de o ak­şam düşer.
Ya, tarihte eşsiz ve benzersiz olan bu atılışın mânası?...
Öyle bir atılış ki, en küçük mukavemeti görseydi asıl kendi kumandanını esir verecek ve topyekûn Alman kuvvetleri­nin en nazik noktası Şimal cenahını paramparça edecekti.
İşte, muvaffak olursa "dehâ", olamazsa "cinnet" dedik­leri sanat budur.

Başsız, ne hayat, ne hareket, ne de ihtilâl ve inkılâp dü­şünülebilir. Baş, toplayıcılığın, birleştiriciliğin ve fikri hedefine yönelticiliğin remzi... Onbaşısı olmayan manga bile yoktur. Li­der ise her içtima? harekette ilk şart olarak düşünülmesi lâzım irade merkezi... Lidersiz ihtilâl ve inkılâp olmaz değil de, bun­ların olması için lider gerek... Yani (1) adedi (2) den önce oldu­ğu gibi, lider de hareketten evvel... Böyle olmazsa hareket cur­cunaya döner. Tarihte nice başı boş davranışları bilmemezlikten gelemeyiz ama, bunlara da mevzuumuzun şiarını yakıştıra­mayız. Liderin olduğu ve liderlik şartlarına yaklaştığı nispette, "ulvî"sine kadar hamle ve hareket de vardır.
Liderlik şartlarına malik fert, çocukluğundan ve ilk mektep talebeliğinden başlayarak göze çarpar. Arkadaşlarını dama taşı gibi dizer ve onlara dilediği biçimleri verir. Büyü­dükçe de liderlik şuuruna ermeye başlar, plânlar yapar, hamle­lere girişir, kendini aşma humması içine girer.
Tahsil safhasında yüksek not almanın liderlikten yana hiçbir değeri yoktur. Hattâ bu gibiler umumiyetle, sıradan çalış­kan, ibdâ cehdine uzak, ezberci kimseler olduğu için kendileri­ni başka türlü gösteremezler...
(Napolyon), ilk askerî mektebi olan (Ekol militer dö Briyen - Briyen Askerî Mektebi)nden hep kırık numaralar al­mış ve hiçbir mümtazlık gösterememiştir. BÜYÜK İRFAN, İLİM VE DİRAYET SAHİBİ KÖPRÜLÜ FAZIL AHMED PAŞA’NIN BABASI, ASIL KAHRA­MAN KÖPRÜLÜ MEHMED PAŞA BİR ÜMMÎYDİ. Şüphesiz ki, en mesut gaye, irfan (ezbere bilgi değil, kültür) ile, yapıcı ve do­ğurucu hamle ruhunu birleştirebilmekte...
Liderden sonra ilk hayatî sual, kadro... Lider'in uzuvları, elleri, ayakları, gözleri, kulakları mevkiindeki kadro... (Lenin)in meşhur sözü:
"- KADROSUZ İHTİLÂL OLAMAZ!"
Buradaki "kadro"dan murad, kalabalıklar değil, onların güdücüsü kurmaylar... Dâvayı güneş makamındaki liderden alıp ay rolünü oynayanlar ve karanlıkta yol arayan yığınları ışıklandıranlar... Bu hikmete tam ve mutlak misal, yine tenzih kaydıyla, peygamberler ve onların sahabîleri... Roma'yı yıkan, Hazret-i İsâ’nın bir avuç havârîsi olmuş; atını okyanus dalgala­rına doğru sürüp:
-    Allahım, karşıma bu derya çıkmasaydı ismini daha ötelere götürürdüm!
Diye bağıran İslâm kumandanı da, ruh feyzini, Kâinat Efendisinin sahabîlerince yayılan soluktan almıştır. Kaydettiği­miz gibi, onlar münezzehtir, hiçbir benzetişe unsur teşkil ede­mez; fakat bu kayt altında, hikmet noktasından, bütün insanlığa en ulvî misali yine onlar billûrlaştırır.
İş, toprak seviyeli oluşlara gelince; işte tamamıyla hususî vasıflar içinde "Napolyon’un Mareşalleri" diye anılan kadro!... İşte, her ferdi ve her ferdinin rolü malûm (Lenin) grubu!... Ve işte, hususiyeti tek lider dışı ve tepeden inme birçok güdücü elinde olmaktan ibaret Büyük Fransız İhtilâlinin muhte­şem kadrosu!... Bu kadronun fertleri, ekseriyetiyle önceden malûm değildi; cemiyetin alt tabakasında ve uykudaydı; inkılâp olunca da dışarıya vurdu ve her biri ayrı ayrı liderlik vasıflarına yükseldi. Demek ki, inkılâpları liderler doğurduğu kadar, inkılâpların da lider ve kadro meydana getirmekte rolleri var­dır.
Netice şudur ki, bir ihtilâl ve inkılâbın kadrosuna bak­mak, ona verilecek kıymet notu bakımından yeterlidir.
"Anadolu İhtilâli" veya "Cumhuriyet İnkılâbı" denilen vâkıa şunun için ihtilâl olmak hüviyetinden uzaktır ki, gösterdi­ğimiz misallere uyar, (Lider)inden ayrı bir kadrosu yoktur. Olanlar, hangi (kare)ye oturtulursa orada kalacak olan piyonlar­dır. Ne varsa (Lider)indedir.
Şu noktayı iyice kavramak lâzımdır ki, biz, bu eserimiz­de, "Millî Kurtuluş Hareketi' nin kendisini ve (Lider)ini küçült­müyoruz; yapılanlar ve hazır imkân üzerine bina edilenler her neyse, onları ayrı birer kıymet hükmü mevzuu diye göstererek ihtilâl ve yığın marifetiyle inkılâp hareketi dışında tutuyoruz.
Farzedin ki, biz, bir bakırcılık işi üzerindeyiz; bize ben­zeyen madde altun bile olsa onu dışımızda tutmak fikir hakkı­mızdır. Bize "yobaz" diyenler asıl böyle bir yobazlıktan korun­maya baksınlar...

CÜR'ET VE GÖZÜKARALIK
(Lenin)in insan ruhunu tahlilde en sevdiği artist (Şar­lo)...
-    İnsanı bütün zaafları ve iç sefaletleriyle tanıyan adam!
Gibilerden bir sözü varmış (Şarlo) için...
(Şarlo)nun, (Lenin) tarafından her halde bilinmeyen bir filminde şöyle bir sahne var:
Bir işsiz, başvurduğu her kapıdan kovulmuş, gözleri yerde, yavaş yavaş yürürken arkasından bayraklar ve (pan­kartlarla, grevci bir amele grubu sökün ediyor. O sırada hızla ilerleyen spor flâmaları yüklü bir kamyonette yere bir flama düşüyor. İşsiz rolündeki (Şarlo) eğilip flâmayı alıyor. Kendisini elinde flama ile gören grevci işçiler de onu lider ilân ediyor­lar!!!
Hadiselerin itelediği meccanî liderlere bundan daha gü­zel bir misal bulunamaz. Lider bu soydan oldu mu, artık onda bu makamın üstün vasıfları aranamaz. Lider, hadiselerin itele­diği değil, hadiseleri iteleyen ve nasibinde varsa başarıya ula­şan kahramandır. O zaman da liderliğin üstün vasıfları içinde cür'et ve gözükaralık başta gelir.
Bu zamana kadar, iyi kötü, hiçbir lider gelmemiştir ki, kendisinde cür'et ve gözükaralık hassasından büyük paylar bu­lunmasın... Bu hassayla her şey bitmese de, onsuz hiçbir şey başlayamaz.
Şu, içimizde kaynaşan, sanki bizim uyuşuk iklimimiz­den değil de başka bir âlemden gelmiş gibi, cür'et ve gözükaralıkta en aşırı derecelere tırmanabilen solcuların haline bakın! Nasıl, şeytanî bir vecd içinde, asıl Rahmânî ve İslâmî olması lâzım bir ruh temsil etmektedirler! Ve biz, bu vatanın maddî ve mânevî tapusunu ceplerinde taşıyanlar, ruh kökümüzün, için­den çürümeye yüz tuttuğu 16’ncı Asırdan 19. Asra ve dışından baltalanmaya başladığı 19. Asırdan bugüne kadar, ne yılgın ve ezgin, her türlü temellük ve tasarruf hakkından mahrum, bir sı­ğıntı ömrü sürmekte, tutsak kampı hayatı yaşamaktayız! İslâmiyet’te ismi "Şecaat" olan cür'et ve gözükaralık, hamle ve şah­lanış kabiliyeti, asırlardır, içimizdeki sahtelerle dışımızdaki sui­kastçılar tarafından öyle tahrip edilmiştir ki; sanki şırıngalarla ruh kanımız çekilmiş, eskilerin "amîk fakrüddem" dediği derin bir kansızlık bünyemizi istila etmiş ve birbuçuk asırdan beri bu halin kavruk nesilleri birbirini takip etmiştir. Yepyeni bir genç­lik dölünün meydana gelir gibi olduğu şu devre ise ancak çey­rek asırlıktır. Asıl büyük inkılâp, bu gençliğin, kanun çerçeve­sinde ve muazzam bir fikriyatın mihrakında, hakkını, yerle gök arası mahyalaştıracağı gün olacak ve daima kanun çerçevesin­de bu işin gerektirdiği şecaat mutlaka gelecektir. Üzerlerinde cür’et ve icabında gözükaralık öyle bir haslettir ki, onu, hamle ve hareket sehpasının masayı tutan ayaklarından biri kabûl edebilirsiniz. Sehpa, ne tek başına onunla durur, ne de onsuz...
İhtilâl ve inkılâbı bırakalım da dâvayı sâf (aksiyon) cep­hesinden ele alalım:
Büyük İskender, hiçbir bahadırın binemediği (Bosefal) isimli atı zaptedişinden Hindistan'da (Ganj) nehrine kadar va­ran fetihleriyle, mevzuumuz olan (kalite) bakımından ne ifade eder?
Fatih Sultan Mehmed, bir gecede gemilerini Haliç’e in­dirir ve madde hesaplarını çatlatan bir atılış gösterirken, karak­terinin hangi köşesiyle iş görmektedir?
Ya, çadırına kurşun sıkan Yeniçerinin üzerine varışı ve orduyu topyekûn peşine takışiyle Yavuz Sultan Selim?...
Menkibelerini gördüğümüz, hayatı baştan başa cür’et ve gözükaralık misali (Napolyon)?...
Hattâ, en sefil tarafından ve sırf cür'et için cür'et olsa da, hükümet kuvvetinin, başındaki ihtiyar sadrâzama ait şahsî bilek gücü kadar zaif hale geldiğini sezen İttihat ve Terakki komita­cılarınca girişilmiş Bâbıâli baskını...
Cür'et ve gözükaralığın büyük imtiyazı vardır; bu nokta ânî ruh boşluklarından faydalanmanın (stratejik) çıkış merkezi­dir; ve (aksiyon) ruhuna maya tutturan cevher budur.
Umumî ahlâk eğer bir su hâzinesiyse bu hâzinenin su verdiği musluklardan başlıcası da hareket ve (aksiyon) seciye­sidir.
Kaydetmiştik ki, ihtilâl ve inkılâplar, yetişmiş liderlerin eserleri olduğu kadar lider yetiştirmekte de müessir... Bu nokta, bilhassa ahlâk ve fedakârlık cephesinde göze çarpar.
Ulvî soydan hareketlerde inkılâp ahlâkı başlı başına bir müessisedir ve ölçülerini madde ötesi inanışlardan alır. Böyle bir inanışa bağlı olmasa bile, mücerret inanış imtiyazı olarak, mesnedsiz, fakat kendi başına bir ahlâk kaynağı teşekkül edebi­lir. Zaten teşekkül etmezse o hareket bir inkılâp değil, eşkiyalık olur.
Böyle bir ahlâkın teşekkülü, her şeyden evvel nefsânîlikten tecerrüt ve bâtıl da olsa gayeye bağlılıkta tecellisi­ni bulur.
İşte, herhangi bir tenkide karşı bu mevzuun kendi hususî hayatına taallûk ettiğini ileriye süren bir sorumluluğa (Lenin)in verdiği "bir komünistin hususî hayatı yoktur!" cevabı bu hik­mete işarettir. Bir maddecinin değil, bir ruhçunun, bir dinsizin değil, bir müslümanın ölçüsü olmak icap eden bu cevap. (Lenin)in dünya görüşüne zıttır, ona uymaz ve onda iğretidir. Onun, farkında olmaksızın, içinde beslediği ve maddeci ahlâkına yamamaya kalkıştığı (mistik) ruhundan bir tezahür... Fakat, aslı ve esası bizim olarak ne harikulâde söz!...
(Lenin)in bütün hayatı, dâva ahlâk ve fedakârlığının ser­gisidir. Küfre din ruhiyatının bütün usûllerini tatbik hilesinde gerçekten samimî, yani küfrü din haline getirmeye davranışta mahir bu adam, eğer bizim anlayışımıza göre müspet yolda ol­saydı, yine bizim ölçümüze göre meydana bir harika gelebilir­di.
En aydınlık metodlarla ebedî karanlığın avcısı bu adam, (antikapitalist) olarak getirdiği ve devletleştirdiği şahsî mülki­yet mahrumluğunu en sert şekilde öz nefsine sindirmiş ve "Bü­tün Rusyaların" hâkimiyken millîleştirdiği ormanların ayıların­dan bir posta bile sahip olmamıştır. Sefil bir (mujik) kılığı, yağlı bir kasket ve boyaları dökülmüş bir hastahane karyolası... Böyle yaşadı.
Âlemde düşmanlık mefhumunun kemâl haddiyle zıddı olduğumuz komünizma şeflerinden bazılarına ve bazı hususlar­da gösterdiğimiz takdir, zaafımız ve tezadımız olmak yerine kuvvetimiz ve bütünlüğümüz icabı sayılmalıdır. Tezlerin tezi, sistemlerin sistemi ve gayelerin gayesi olan İslâm, hiçbir haki­kat tespitinden korkmaz ve "hikmet müminin kaybolmuş malı­dır; nerede bulsa alır!" düsturu gereğince hakkı yerli yerine oturtmaktan kaçınmaz. Onun içindir ki, öz ırkını "çıfıt" diye vasıflandıran Çıfıt Yahudi (Kari Marks)ın kan kusarak ölürken başucunda ısırılmış bir elmadan başka mal bırakmadığına dik­kat ve onu da ebediyen bâtıl dâvasında ahlâk sahibi olarak kay­deder. Nitekim aynı çıfıtın her köşesiyle Çıfıt karısı, (Marks) ölünce şöyle demiştir.
-   (Das Kapital)i yazacağına keşke bana biraz (kapital) bıraksaydı!..
Bu misalde de, dâva ahlâkına en uzak tip olan Yahudi ve ona ait şahsî menfaat seciyesinin, karı-koca arası en korkunç te­zadına şahit oluyoruz. Muhakkak ki, fertlerin olduğu kadar ce­miyetlerin ve ırkların da hususî birer ahlâkı vardır ve saffetini koruyabilmiş ırklarda bu nokta daha bârizdir.
Bu ters misallerden sonra, ölçümüz ve itikadımızca müspet sahanın kahramanları arasında göstereceğimiz misaller, mutlak inkılâbın kıyastan münezzeh yürütücüleri olarak, başta Hazret-i Ebu Bekr ve ardındaki üç halife, bütün sahabîlerdir.
Dâva ve (Aksiyon) ahlâkının şahsî menfaatta gözü ol­mamak bahsi bununla bitmez; canda da gözü olmamak, canda da fedakârlık mertebesine ulaşabilmek lâzım... İnsanın, kendi canını fedâ edecek derecede gayesine bağlı, gayesinde fâni olu­şuna tek delil budur. Dâvası yolunda en ince temkin ve ihtiyat tavrından sonra şartların "öleceksin!" emrini verdiği anda ölüm kadehini buzlu bir şerbet içercesine dikmeyi bilmeyenler; eğer ebedî hayata inandıklarını iddia ediyorlarsa, yalancı ve eğer böyle inançları yoksa alçak diye gösterilebilirler.
(Sokrates) meşhur müdafaasını yaparken, bunun, kurtu­luşa değil, ölüme götüren cinsten bir savunma oldu­ğunu söylemiştir. (Napolyon)un mareşallerinden (Ney) kendisi­ne ateş edemeyen askerî müfrezeye "Çocuklarım; size emredi­yorum; kumandana itaat ve üzerime ateş ediniz! Yalınız çehre­me hürmet gösteriniz!" demiş ve böyle kurşuna dizilmiştir. Bü­yük Fransız İhtilâlinin (giyotin) altında can veren hemen her ferdi, ölümü karşılayışları bakımından birer kahramandır.
Japonların herhangi bir zillet karşısında bıçağı karınları­na saplayıp bir ucundan öbür ucuna kadar çekecek bir irade kuvvetiyle nefslerine kıymaları, gerçek din ölçüsü noktasından son derece kötü ve her hal-ü kârda yasak bir fiil olmasına rağ­men mücerret hayat istihkârı ve bir doğrunun yanlışa kurban edilişi olarak müthiş bir ders ve ibret mevzuudur. Elverir ki, bu hayat istihkârı, kendi eliyle kendisine kıymak şeklinde değil de, düşman silâhı üzerine atılmak tarzında tecelli etsin ve mukad­des bir gaye yolunda olsun... İşte şehidin de ulaşılmaz mertebe­sindeki sır da burada...
Bir Japon generalinin askerine şöyle bir ihtarı var:
-   Ölüm gayet kolay bir şey!... Püften bir hadise!... Dü­şünmemek yeter!... Onu böyle karşılayınız.
Bu sözde bir kahramanlık değil, korkunç bir dolandırıcı­lık yatmaktadır. İşi gaflet tavsiyesiyle yutturmak ve kolayına getirmek sahtekârlığı... Hayır; ölüm büyük şey ve en zor katla­nış... Bu katlanış, onun bütün dehşetiyle idraki ve ancak gaye yolunda bile bile iktihamı (yüklenilmesi) tarzında olursa makbul olur ve dâva ahlâkına bağlı gerçek fedakârlığı ifade eder. İsâ Peygamberin havârilerinden, en çarpıcı misallerini Varlık Nurunun sahabîlerinde bulan inkılâplar inkılâbının ger­çek şehitlerine ve onlardan bugüne kadar, topyekûn gönüyle bağlı olduğu bir gaye uğrunda kim can verdiyse böyle verdi ve can fedakârlığını, gafletle değil, en acı şuurla gösterdi.
Şu yakıcı levhaya bakınız:
Sahabîlerden Habib Hazretlerini Kureyş kâfirleri tuzağa düşürtüp esir ediyor. Mekke'de boynunu vuracaklar... Herkes meydan yerinde toplanmış, manzarayı seyredecek... Yüzündeki nura güneşin nazar edemediği mübarek sahabîyi cellâdın önüne getiriyorlar... O, dudaklarında nâmütenahi derin ve tatlı bir te­bessüm, cellâdın kılıcına bir gül dalı gibi bakıyor. Henüz küfür­de olan, Kureyş'in Reisi Ebû Süfyan atılıyor ve Habib'e:
-    Söyle, diyor; senin yerine Peygamberini tutsak da ba­şını kessek ve seni azad etsek razı olur muydun? İşte ölümün eşiğindesin; samimiyetle cevap ver!
Habib, tebessümünü büsbütün derinleştiriyor:
-    Evet, ölümün eşiğindeyim; samimiyetle cevap vere­yim: Ben, Onun ayağına bir diken batmasındansa, ölmeyi, ço­luk çocuğumdan olmayı, gün ışığından yoksun kalmayı tercih ederim!
Ve kafasını cellâda uzatıyor. Ve Ebu Süfyan haykırıyor:
-    Vâllahi ben, sahabîlerinin O'na bağlı olduğu kadar, kimsenin kimseye bağlı olduğunu görmedim!
O ki dâva ve gayenin ta kendisi...
Eğer işimiz (sentez) yapmak olmasaydı da vaka sırala­mak olsaydı, müspet ve menfi inkılâp adamlarında göstereceği­miz misallere kamuslar dar gelirdi ve bunların yüzde doksanı İslâm tarihinden olurdu.
Bir de, en canlı misalleri eski Romanın tefessüh devrin­de saklı âsi generaller ve bedavacı diktatörlerin askerî kuvvet manivelâsiyle başa geçtikten sonra, memleketlerini maddede ve mânada nasıl nefslerine kul etmek yoluna girdiklerini düşüne­cek olursanız, sadece ahlâk ve fedakârlık zaviyesinden, gerçek ihtilâl ve inkılâpla îtisaf (kan dökücülük) ve eşkiyalık arasında­ki farkı anlarsınız!

Büyük Alman edip ve şairi (Göte)nin bir sözü var:
-    Herhangi bir nizamsızlık yapmaktansa bir haksızlık yapmayı tercih ederim!
(Göte) bu sözü söylerken farkında mıdır ki, bizzat ni­zam hatâsı haksızlıkların en büyüklerindendir ve onu yapma­maya dikkat, başka ve küçük haksızlıklara sebep olsa da sîneye çekilmek icap eder? Elverir ki, nizam asabiyeti, zulmün değil, hak ve adaletin emrinde olsun...
İslâmiyette bir cemaat namazının belirttiği ve imama namaz başlamadan arkasına dönüp safların düzenini murakabe emrini verdiği ruh, bizzat nizam âbidesidir ve müslümana her işinde rehber bir (sembol) mahiyetinde... Hâlbuki biz, âlemde en titiz nizam ruhunu pırıldatıcı İslâmî tersine anlamış bulunu­yoruz.
Bugün (Greko Lâtin) medeniyetinin çatısını taşıyan Yu­nan aklı, Roma nizamı ve Hristiyanlık ahlâkı sütunlarından ni­zama düşen ağırlık en büyüğüdür ve aslı bizde olan bu sütu­nun, malikiyetiyle Avrupalıya ne kazandırdığı ve mahrumiye­tiyle bize ne kaybettirdiği besbelli...
Nizam ve onun gerektirdiği disiplin, bir dâvanın manivelâsıdır ve bu fikre malik olmayan bir baş ve hareket, kolsuz ve ayaksız demektir.
Bütün büyük oluş ve becerişler nizam sayesinde meyda­na gelir.
-   Devler gibi eser vermek için karıncalar gibi çalışmalı­dır!
Diyeceği yerde "burjuvalar gibi çalışmalı" tabirini kulla­nan (Balzak) nizamı ifadeye çok yaklaşmıştır.
Şiir, müzik, bütün güzel sanatlar nizamdan geldiği vc bizzat nizamı ifade ettiği gibi, büyük hareketlerin de nizam ve disipline ihtiyacı, gözün ışığa muhtaç oluşuna benzer. (Sen Piyer) bazilikasının dâhi yapıcısı (Mikel Anj), 30 küsur yıl çalış­tığı eseri üzerinde, bir gün çizmesi çekildiği zaman derisi de beraber çıkacak şekilde, kendinden geçmiş, soyunmadan, ye­meden, içmeden hayatını harcarken vecdini hangi nizama, niza­mını da hangi disipline bağlamaktadır, düşünelim!...
Demek ki, her şey vecdden, yani imandan geliyor. Ger­çek ve üstün ihtilâl ve inkılâpların istediği vecd ise bir beda­het...
(Viktor Hugo)nun "93 İhtilâli" eserinde bu vecd, nizam ve disipline bağlı muhteşem bir levha var:
İngiltere’ye hayatî bir (mesaj) götürmeye memur bir Fransız harp gemisi, Manş’ı geçerken müthiş bir fırtınaya tutu­lur. O zamanın harp gemilerinde toplar zincirle güverteye bağ­lı... Fırtına yüzünden toplardan biri, zincirini kopartır ve öbür topların üzerine düşmeye başlar. Felâket!... Eğer tekerlekli top zaptedilemezse, öbür topların da zincirini kıracağı, gemide bir ana-baba günü doğacağı, boşanan topların cidarlara çarparak delikler açacağı ve geminin batmasına kadar sebep olacağı şüp­hesiz... Boşanan topun duraklar gibi olduğu bir ân, bir subay koşar, ayağını tekerlek altına atar, ayağı kırılır, fakat hemen ko­şuşanlar, topu, boynuzlarından tutulan bir canavar gibi zaptederler. Bu fedakâr subay, önceden, mahut topun bir kancasını takmayı unutan sorumludur. O sırada, sırtında siyah bir pelerin, kaptan köşkünden manzarayı seyreden ihtilâl şefi, güverteye iner, vaziyeti öğrenir, bir manga asker ister ve subayın göğsüne fedakârlığından ötürü ihtilâl madalyasını taktıktan sonra, ihma­linden dolayı da onu kurşuna dizdirir.
İhtilâl ve inkılâp ahlâkının nizam ve disiplin maddesin­de af ve müsamahaya yer yoktur.
Birinci Dünya Harbinde, Fransa üzerine hareket eden Alman ordularının sağ cenah kumandanlarından biri, Başku­mandanlığın emrine itaatle gösterdikleri noktaya kadar varıp durduğu ve panik halindeki düşmanı takip etmediği için sorgu­ya çekilince şu müdafaayı yapmıştır:
Hangisi iyi?... Neticesi meçhul bir atılışla mevzii bir za­fer kazanmak emeli peşinde emir ve kumandayı çiğnemek mi, yoksa böyle bin zafere bedel, emir ve kumandaya riayet seciye­sini muhafaza etmek mi?.... O türlü bir kere kazanılırsa da bu bin defa kazanılmış olmaz mı?...
Bizce iyi ve doğru olan, iki şıkkın birbirine yol verici orta yeridir. Şahsî (insiyatif - teşebbüs melekesi)nden, cür'et ve fedakârlık karakterinden feda etmeksizin emir ve kumandaya riayet seciyesi... Nitekim milletler de bu seciyelerin birinden biri üzerindedir. Fransızlar birincisinde, Almanlarsa İkincisin­de... Fakat iş büyük (aksiyon)a gelince her ikisinde...

İhtilâl nasıl nizam isterse onun usûl ve tekniği de karşı tarafın kuvvet nizamını çökertmektir diye ifade olunabilir. Dai­ma böyle olmuştur ve başka türlü olabilmesine imkân mevcut değildir. Karşı tarafın nizamı yerinde oldukça ihtilâl ve inkılâba yol kapalıdır. İki ayrı ve yerinde nizamın birbiriyle çarpışması ise ihtilâl değil, ülkeler arası dalaşma, yani harptir. İhtilâl, ken­di içinden bir şahlanışla kendi kendisini zapt ve feth demek ol­duğuna göre, olabilme imkânı bakımından mutlâka ayrı ve hususî bir tekniğe muhtaçtır.
Dünya ihtilâllerine baktığımız zaman, "teknik" fikrinin de gelişmesiyle beraber, 19'uncu Asra kadar bu sahada çok ya­vaş bir terakki görüyoruz. O zamana kadar ihtilâllerin fikri ney­se, onun verdiği hamleyle ileriye atılmak, işin usûl ve tekniğini birtakım basit tedbirlere bırakmak ve ikinci plânda tutmak, tabiî bir yol olmuştur. Bu, insanların, üzerinden geçe geçe açtı­ğı toprak yol... 19'uncu Asırdan sonra asfalt yol açılmaya başla­mış, mesele bir (teknoloji) ifadesine bürünmeye yüz tutmuş ve o           hale gelmiştir ki, yolun sâf gayesinden ziyade, nasıl döşene­ceği birinci plâna geçmiş, bu da gerçek ihtilâl ve inkılâp ruhunu karartmaya dek gitmiştir. Yani "niçin"in yerine "nasıl", mücer­ret dâvayı kurban etmeye kadar varmıştır. Nihayet, devletlerin, vatan çitini korumaları için en modem silâhlarla cihazlandırdığı ordular, birtakım çeyrek aydın subaylar elinde, bu silâhların ko­layca devlete çevrilebileceği gibi bir bedavacılık hevesine kapı­lınca, ön plâna çıkan usûl ve teknik kıymeti de ucuzlamış, aya­ğa düşmüş ve Cenup Amerika’sıyla Afrika ve Cenup Asyası ve Orta Doğu, Avrupa’nın da Yunanistan ve Portekiz uçlarındaki operet ihtilâllerine zemin açılmıştır.
Bunda da en büyük âmil, 19'uncu Asrın yarısından son­ra, silâhların ve silâhlı teşekküllerin kazandığı kuvvettir. Şunu iyice düsturlaştırmak lâzımdır ki, bugün, silâhların malûm te­rakkisi önünde artık sâf mânasiyle halk hareketleri yapılabilme­sine imkân kalmamıştır. Evet, bu kuvvet bizzat devlete karşı dönmedikçe ve ondan yana oldukça halk hareketine paydos!... Çakmaklı tüfek devrinde, orduda da, halkta da aynı silâh vardı, ordunun bütün imtiyazı bir hazır kuvvet teşkilâtı olmasından ibaretti, halk ise teşkilâtını kurup (barikat) arkasına geçince mesele kalmadı. Fransız İhtilâli bu sayede muvaffak oldu ve ondan sonra Rus İhtilâlindeki hususiyet bir tarafa, bu yol ka­pandı.
Rus İhtilâli, Çarlık devletinin içinden çökmeye doğru gitmesi ve ayrıca toslamaya hacet bırakmaması ve bayraklaştır- dığı fikri, kuvvetli bir kadro elinde halka maletme yolunu tut­ması ve fikirle oluş tekniğini ilk defa içiçe yürütebilmesi üzeri­ne bina edilebilir. Kaydettiğimiz gibi, ondan evvelki ihtilâllerde oluş tekniği diye müstakil bir ölçü yoktur ve ana dâva maiye­tinde böyle bir teknik ilk defa (Bolşevizm) hareketiyle belirlen­mektedir. Bu tekniğin de (taktisyen - tabiyeci) ferdi, (Lenin)in fikrî ve fiilî (strateji - yönleri tayin) temsilciliğine mukabil (Troçki) olmuştur. Kurnaz bir yahudi olan ve dâvasını (Lenin)vâri bir vecd içinde ele almaktan uzak bulunan, sadece (pratik - amelî) dehâya kıymet veren (Troçki), İstanbul'da, Büyükada'da kaleme aldığı "RUS İHTİLÂLİ TARİHİ" eserinde (taktik) marifetlerini sayıp döker ve insana, gayeyi teknik ve kuru mü­şahede de arayıp fikri bir tarafa bıraktığı hissini verir. İşte ihtilâl ve inkılâpların en nazik dönemeç noktalarından biri de buradadır. Fikir ve onun gerektirdiği maddî ve mânevî (strateji) ile, dâvayı tatbik sahasına koyma dehâsı ve ona bağlı (taktik), bir arada olacaktır.
Şimdi sıra, tatbik sahasının müşahhas hedeflerini kuşa­tan usûl ve (teknik)te...
Dâvanın büyük (Strateji) plânında her türlü yayın, bütün şubeleriyle güzel sanatlar, fevkalâde açıkgöz bir (diyalektik - kelâm sanatı), hücum edilecek maddî ve mânevî kal'a burçlarını hedef alma şuuru, hâsılı insanları kafalarından, gönüllerinden ve ellerinden yakalama metodu ve bu hazırlık zemini üzerinde idare mekanizmasının nerelerden ele geçirilebileceğine ait he­sap...
Memleketimizde, son zamanların solculuk hareketlerin­de, esasen her ihtilâlin başvurma borcunda olduğu bu tesir ka­demeleri üzerinde, doğrudan doğruya Moskova'nın sevk ve ida­resiyle neler yapıldığına dikkat edilecek olursa teşhisimizdeki hakikat meydana çıkar.
Bundan sonra, yarı (stratejik) ve yarı (taktik) hareketler:
Sabotajlar...
Grevler...
Sendika furyaları...
Anarşi ve hercümerc kundakçılığı...
Ruhî kıymetleri zedelemek yolunda devletten ve devrimlerden yana görünmek sahtekârlığı...
Îktisadî sıkıntı ve ekmek derdi doğurma gayreti...
(Kamuflaj)lı partilerle Millet Meclisine sızma ve yüksek makamlara adam yerleştirme oyunu...
Memleketin ne kadar ıstırabı ve halkın nice mahrumluğu ve işlerden memnuniyetsizliği varsa hepsini birden istismar edip, (tez) yerine (anti tez) yoliyle kendi dâvasını can kurtaran simidi gibi göstermek hokkabazlığı...
Ve:
Bütün bu yollardan ordu ve gençliğe nüfuz kollayıcılığı...
Bunlar, vatanımızda, açıkça bir ihtilâl (strateji) ve (taktik) dâvası güden ve nasıl olup da tepelerine topyekûn bal­yoz indirilemediği izah dışı kalan solcuların yolu... Onları gör­dükçe ihtilâl sevk ve idaresinin ne olduğunu anlamak; üstelik bütün bu maddelerin, bazı yerde ayniyle ve bazı yerde tersiyle her ihtilâl için şaşmaz düstur olduğunu bilmek lâzım... Bütün bunlar Moskof üslûplu ise, bir de onların şu veya bu millet ve neticede hak üslûplu olanı vardır ki, onu da ilmen bilmek her hak bağlısına farzdır.
İhtilâl usûl ve tekniğinin bu (stratejik) ve (taktik) husu­siyetlerinden sonra, iş, daha ziyade tâbiye, yani (taktik) sahası­nın şu hedeflerine dönüyor:
1   - İdare mekanizmasının zaif noktalarını, vücudun kan, idrar, her tahlili ve kalb, beyin, her test'i elinde, bir doktor ihti- sasiyle tespit ve ona göre hedef tayin etmiş bulunmak...
2    - (Troçki) ve (Malâparte)nin üzerinde hassasiyetle durduğu, haberleşme (radyo, televizyon, telgraf, telefon) ve ulaşma (tren, vapur, uçak) ve muharrik kuvvet (elektrik santral­leri ve benzin depoları) şebekelerine göz koymak...
3   - Türlü kalıp ve meslek kılığı içinde, gizlendiği locala­rın kapılarını bir vuruşta devirip ortaya çıkacak, her ân hazır bir kuvvete sahip olmak...
4    - Baskın tesirini asla gözden kaçırmayıp, Fransız İhtilâlinde olduğu gibi, meydan yerinden saraya doğru yol al­mak yerine, sarayın zaptından sonra meydan yerine dökülmek ve her şeyi tek vehiede bitirmek...
5  - Haber almada, içeriden yardımlaşmada, büyük yığın­ları meydan yerinde toplamada, karşı kuvvetleri iptal edici bu­luşlar sahibi olmada üstün bir kabiliyet ve hem tam ölçülü, hem tam ölçüsüz bir atılganlık...
İhtilâllerin usûl ve tekniği budur; ve bunları bilmek; hem düşman ihtilâllere mâni, hem de kendi davasına hâkim olabilmek, hususiyle devlete yol göstermek bakımından borç­tur.

Artık (monarşi - krallık idaresi) diye basit hedeflere kar­şı bir ihtilâl mevzuu kalmamıştır. Bunlar son Afrika ve Anado­lu cenubundaki memleketlerde görülen mini ihtilâllerle ortadan kalkmıştır. Ortada birkaç mostralık ülkeden başka da, "melik" veya "kral" ünvanı altında bir örnek yoktur. Fakat feciin fecii ve günden güne modalaşmakta şu hal vardır ki, eski “melik” lerin yerine, hemen hepsi asker, diktatörler ve onların (oligarşi - hizip idaresi) tipleri geçmiştir. Sadece, ellerine silâh emanet edilmiş olmanın imtiyazından faydalanarak (monarşi)lerini de­viren ve (oligarşi)lerini kuran bu tipler, Afrika'nın şimalinden başlayarak Asya'nın Anadolu cenubu Akdeniz kıyılarını yala­yan ve oradan Basra körfezine doğru uzanıp Mezopotamyayı içine alan ve Pakistan’a kadar ulaşan, zelzele hattına benzer bir şerit üzerinde, sefil, komik, fikirsiz, çilesiz, mazi ve istikbâl murakabesinden yoksun, en sığ plânda taklitçi ve yafta bilgilere dayalı bir ihtilâlcilik oyununa rejisörlük etmektedir. Öz nefsi­nin gafili olduğu kadar, taklide yeltendiği Batının da cahili bu tipler, hakikatte, Doğu âlemini Batı kültür emperyalizmasına ezdirmiş, türlü ülkelerde türlü örnekleri yaşayan mücerret bir küfür modelinin aynı kalıptan dökülme maketleridir ve istikbâlin ihtilâlleri bakımından başlıca hedefi teşkil etmek mevkiindedir. Batının madde terakkileri önünde kendisine yeni bir ruh arama buhranına düştüğünden habersiz ve bu feci buh­ranın 19'uncu Asır ortalarından başlayıcı seyrinden bilgisiz bu tipler, kolayca başardıkları ihtilâlleri, muazfcam bir ideolocya plâtformasına dayalı, en zor bir ihtilâl şekline devr ve tazmin etme borcundadırlar. Bunlar, hem büyük mütefekkir eksikliği sebebiyle asırlardır içinden, hem de son asırda bedavacı mukal­litler vasıtasıyla dışından çökertilen Doğu âlemini, iki dünya arası mahsup sırlarına âşinâ, yepyeni, şahsiyetli ve bütün insan­lığa aradığı muvazeneyi vâdetmekte liyakatli bir nesle bırak­mak zorunun kılıcı altındadırlar. Yıktıkları bîçare idarelere kar­şılık ülkelerini çaresiz kılan bu (enkizisyon) rahipleri, karşıları­na çıkarılacak, atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle büyük ihtilâl dâvasının İstakbâlde Şark bölümünü ihtar ediyorlar.
Eserimiz ideolocya esasları üzerinde derinleşmeyen, bu noktayı öbür kitaplarımıza bırakan ve doğrudan doğruya (aksi­yon) dâvası üzerinde bazı (ideolojik) izlerle yetinen bir terkip belirttiği için istikbâlin ihtilâllerini, bir gebeye dışından bakarcasına böylece mevzulandırıp bir de Batı dünyasına kısa bir göz atalım:
Bugün Batının, Türkiye ile beraber en fazla korkması gereken ihtilâl, beklenmedik bir anda ve her yerde patlak ver­mesi mümkün bir komünizma hareketidir. Böyle bir davranışa Avrupa’da en müsait ülke olan Fransa, bilmelidir ki, 2 asırdan 14 yıl eksiğiyle kendisinin getirdiği, asıl kıvamını daha önce İngiltere’de bulan ve en son Amerika'da ocaklaşan demokrasi ve liberalizma artık tabiî ömrünü tamamlamıştır ve kendisini medenî sanan dünya, bizzat kendi madde keşiflerinin (otamat) kölesi haline geldikten sonra, yeni baştan maddeye tahakkümü­nü sağlayabilecek yeni bir nizam ve ruha erememiştir.
O halde:
O halde, onun, menfi tarafından en korkacağı, Ortaçağ barbar akınlarından farksız bir komünizma istilâsı ise, müspet tarafından ümit bağlayacağı şey de, (Hitler) ve (Musolini)nin berbad ve maskara ettiği bir ruhçuluk ve mâneviyatçılık hamle­sidir. Bu hamlenin hedefi de, yatalak demokrasi, hasta libera­lizma ve zabıtasız kapitalizmadan başka bir şey olamaz ve tek düşmanı komünizma olduğu halde, onunla mecburî bir hedef iştiraki belirtse bile sahte ve gerçek arası incelikleri belirtici bir iş ve mâna (kriteryum - kıstâs)ına erişebilir.
Bu da, inancıyla (materyalist), fakat hayatı ve mizacıyla (mistik) Rusya bir tarafta; inancıyla (anti materyalist), fakat ha­yatı ve mizacıyla (materyalist) Amerika öbür tarafta; zıt veya zıtlıkları içinde aynı, iki kutba karşı Avrupa’nın bir "Haçlılar" kıyamına kalkması yönünden düşünülebilir.
Görülüyor ki, istikbalin büyük hareketleri, artık, parça ve ucuz ihtilâl sınırını aşmış ve hem içeriye, hem dışarıya doğ­ru, kıt'a ihtilâl ve inkılâbı çapına ulaşmıştır.
Bahsimizi ve eserimizi yine ihtilâl sanatının mânivelâsma ait hükümlerle nihayetlendirelim:
Evet ihtilâl bir sanattır, fakat "sanat için sanat" değil de, yüce bir gaye için sanat... Son zamanların maskara ihtilâllerinde, büyüğünü yapamamanın tıknefesliği içinde, iş, "sanat için sanat"ı da en pestpaye derecesine düşmüştür. Her şey "yapabiliyorum ya; yapayım da görsünler!" den ibaret...
Bu işin büyüğü, ulvîsi, münezzehi nasıl olur?
Günümüzün madde ve ruh şartlarına göre "olamaz!" gi­bi bir şey...
Dâvanın ideal ve (ideolojik) cephesini Doğu ve Batı yönlerinden kitap başlıkları halinde ortaya döktük. İş şim­di ameliye sahasına dökülünce, yine temas etmiş bulunduğu­muz mesele çıkacaktır:
HALK İHTİLÂLLERİ, SİLÂHLARIN BUGÜNKÜ TERAKKİSİ ÖNÜNDE TARİHE KARIŞMIŞTIR VE HİÇ BİR İHTİLÂL ONA ORDU KARŞI ÇIKTIKÇA YAPILA­MAZ!
Bu hükmü bir mütearife bedahatiyle kabul edince, kendi kendisine şu riyazî hükme varmak gerekiyor:
ORDUYU KAZANMADAN İHTİLÂL BAŞARILA­MAZ!
Orduyu kazanmaya çalışmaksa her yerde ve her kanun­da suçtur ve daima ilmî zaviyeden belirtelim, bir ihtilâl zümre­sinin gözünde suç diye bir hürmet ve riayet mevzuu olmasa bile "cürm-ü meşhut" dedikleri cinsten "suç üstü" yakalanmayı gerektirici bir iştir. Buna da hiçbir ihtilâlci zekâsı yanaşamaz. Or­duyu (direkt) tesir yollarıyla devşirmek mümkün olmayınca, uzaktan ve suç tarafı (kamufle - örtülü) fikirlerle elde etmeye çalışmak kalıyor. Bu da, bir "mücerred"in yavaş yavaş telkini olarak "müşahhas"a intikal ettirilip ettirilemeyeceği meçhul ve neticesi kefaletsiz bir tarz... Ordu, subaylar heyeti demek oldu­ğuna göre onların tek tek ruhlarını işgal ve sonra bu ruhları de­metleyip harekete kalbetmek, ancak merkezden muhite doğru bir câzibe yolu açmakla kalır, nazariyeden ileriye geçemez ve mutlaka muhitten merkez istikametinde gelecek bir dış tesirle birleşmesi iktiza eder.
Bu dış tesir de gençlikten başkası olamaz.
Gençliği; her memlekette nüfusun yirmide birinden ek­sik olmayan okur - yazar gençliği, öğrencisi ve öğretmeniyle büyük gençliği kuşatabilmek lâzımdır.
Bütün bu İlmî izahlardan sonra, işte, son yıllarda komü­nistlerin memleketimizde takip ettikleri usûlleri daha yakından görüyor ve anlıyorsunuz.
Ruhu, maddesi, diyalektiği, nefret ve aşk hedefleriyle kuşatılacak ve techizatlandırılacak bu gençliğin, ilk (aksiyon) farikası da, gayet hareketli, seyyar, seyyal, çevik, gözükara ve hudutsuz fedakâr olması...
Yazıklar olsun ki, bu hassaları da, vatanımızın ruh kö­küne bağlı gençlikte değil, Moskova reçeteleriyle iş gören ko­münistlerde buluyoruz.
Şimdi bizim gençliğimize ait bir hususiyeti mühürleye­lim:
Bizim gençliğimiz, Büyük Doğu fikir dokuma tezgâhının 32 yıllık çileli çalışmaları neticesinde artık dâvayı her kutbiyle kavramış, üstün ideâle varmış, onun geleceğe doğ­ru muazzez dölünü hazırlama yoluna girmiş ve olanca faaliyeti kanun çerçevesinde ruh nakkaşlığından ibaret kalmış bir sınıf­tır; ve bugün Türkiye'yi birdenbire avlama teşebbüslerine en sağlam mâni, bu gençlik olduğu gibi, Türk vatanı üzerindeki bin yıllık hakkını ilân etmek vazifesi de yine onundur. Bu GENÇLİK İHTİLÂL YAPMAYA DEĞİL, DÂVASINI VE MİLLETİNİ KORUMAK İÇİN ONUN NASIL YAPILDIĞINI BİLMEYE MEMURDUR.
(s.329-354)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar