“NİTELİKSİZ ADAM ”
Ernst
Fischer tarafından Niteliksiz Adam’ı tanıtmak için kaleme alınan denemede roman
hakkında verdiği bilgilerden kısa bir alıntı.
Musil’in bitmemiş başyapıtı Niteliksiz Adam,
uçsuz bucaksızlığıyla, bütünsellik eğilimiyle, bütün dünyayı içine alma
hırsıyla, kişilerden ve düşüncelerden, olaylardan ve gözlemlerden, tutkulardan
ve yorumlardan oluşma örgüsüyle hem görkemli, hem de sorunlu bir tuhaf edebiyat
eseridir. Yazarı istemiş olsun ya da olmasın, Barok’un tıkabasalığıyla, beden
ve kostümlerle, perde ve arkaplanlarla, şehvet ve tepkilerle dolu olan bu
roman, Avusturya Baroku’nun son görkemli parçalarından biridir. Ve Barok
tiyatrosunun tiplerinin kendilerini alegorik olarak, daha yüce bir gerçekliğin
temsilcileri kimliğiyle sergilemeleri, ya da oyunun anlamını bu kimliklerin
alacalı maskelerinin indirilmesinin oluşturması gibi, bu romanın tiplerinin
işlevi de düşüncenin yakıtı yerine geçmektir; tiplerden her birinden çelişkili
bir felsefenin bulutları yükselir, her biri kendini ve dünyayı çok-anlamlı
olarak yorumlamak peşindedir. Bu bağlamda Musil’in, somut deneyden çok, bu
deneyden türetilecek soyut formülü önemseyen bir deneyciye benzediği
söylenebilir.
Romanda somut insanların davranışları en
yüksek düzeyde bir edebi yoğunlukla sergilenir; ama daha sonra bir perde kalkar
ve kapkara bir arkaplan görünür: Bu, yazarın üstüne denemesinin neyi göstermesi
gerektiğini yazdığı bir karatahtadır ve bu gösterilmesi gereken de çoğu kez
kabarık sayıda bilinmeyenleri olan, karmaşık bir denklemdir. Musil, kendi yazma
biçimi üzerine şöyle demiştir: “Benim için önemli olan, düşünme eyleminin coşkulu enerjisidir.” Ve bir başka yerde: “Yazma
sanatı, söylenecek olanı kişilere uygun kılan durumlar yaratmak, öte yandan da
söylenecek olanı, düşüncelerin akışı içerisinden bir ölçüde etkileyici düğüm
noktalarını, kişilerin fazla bir şey söylemelerine gerek bırakmaksızın seçebilmektir.” Demek ki Musil için önem
taşıyan nokta, söylenecek olan’dır; söylemek istediği için gerekli olan durum
ise ardından kurgulanır. Ama öte yandan Musil, birinci sınıf bir anlatıcıdır;
bu yüzden kişileri ve durumları okurun düşüncelerine silinmez bir damga vururken,
dallı budaklı düşünce onu üreten zekânın bütün sıradışılığına karşın çoğu kez
belirsizliğin sisleri arkasında kalır. Romanın tözü, buzlu camı andıran bir
sıvıya ya da hemen dağılıp gitmesi beklenen bir sise benzer; bu tözden güçlü ve
önem taşıyan insanlar çıkar, ve sonra ansızın her şey yine parıltılı bir
alacakaranlık içersinde yitip gider.
Bu
romanda olaylar, aynı zamanda üç sahnede birden geçer:
Önde, birinci sahnede Habsburg Monarşisinin
çöküş süreci, daha derin arkaplanlara doğru açılan İkincisinde artık varlığı
tartışılır bir dünyada insanların durumları, yalnızca Avusturya’ya özgü değil,
fakat genel bir yıkımın yaklaşması, sınırsızlığın bulanıklığına doğru uzanan
üçüncü sahnede ise felsefe düzlemindeki gerçeklik sorunu izlenir (bu sorun
Musil’in yaşantısında doğal olarak İmpkralya’daki hayaleti andıran
gerçekdışılıkla çok yakından ilintilidir). Musil’in hazırlık notlarında şöyle
denmektedir: “Akhilleus [ki sonradan romanın Ulrich’i olmuştur], kendi
zamanından, savaştan önceki zamandan yola çıkılarak işlenip geliştirilecek.
Yani ölümü tanımayan zamandan... Akhilleus, artık patolojik bir insan olduğuna
inanmaktaydı. Savaşın sergilediği bütün insani olanaksızlıkları önceden
bilmişti. Bu, onun anormalliğiydi...” Bir başka yerde: “Yine en üst düzeydeki
sorun: ...Kültürün (ve kültür düşüncesinin) yıkılışı. Bu, gerçekten de 1914
yazının getirdiği şeydir...” Ve: “Atmosfer: Yıkılan (daha doğrusu: Akıl ve
duygu ile ilgili sorularda hep fazladan bir olasılık daha bilen insan. Çünkü
o, durup dururken yıkılmış değildir), hep yalnız olan, her konuda çelişkiye
düşen ve hiçbir şeyi değiştiremeyen insanın trajedisidir...” “O halde bütünü
için bir ana tema: Olasılıkların insanının gerçeklikle hesaplaşması...” Ve sonunda:
“Bu varoluşun altında bir başkası bulunmaktadır. Ben, bir
yanılsamadır. Bu Ben’in altında genel nitelikte, dirençli bir töz yatmaktadır.” Musil, bu genelin ne
olduğu sorusunu yanıtlarken, duygusal açıdan değişim gösterdiği gizemleştirmeyi
bilme yoluyla aşma çabasındadır: “Tikel ve bütün: Bu ‘bütün’e bakalım bir
kez... Bunun (politik, toplumsal) örgütlenme olduğu açık.” Sh: 40-42
["Niteliksiz Adam' adlı eseri, diğer
başyapıtlardan ve romanlardan farklı kılan, onun kendine dair bir doku ve
içerik bütünleşmesine sahip olmasıdır. Yani bir diğer deyişle, bütün metin, hem
kendi içinde ayrı ayrı neden-sonuç ilişkileri taşır, hem de başlı başına
koskoca bir neden sonuç ilişkisini oluşturmaktadır.]
Robert Musil’e yazdığı bir mektupta Thomas Mann, şöyle
demişti: “Ölümsüzlüğünden sizinki kadar emin olduğum bir başka yaşayan
Alman yazarı yok!” Ne yazık ki ölümsüzlük, borç karşılığı
gösterilebilecek bir ipotek değildir ve karın doyurmaya da yaramaz.
Avusturyalı romancıların en büyüğü, 1942’de sığınmacılığın yoksulluğu
içerisinde öldü; geride kalan belgeleri arasında şu not bulundu: “Artık
devam edemem! Kendim üzerine yazıyorum, ve yazar olduğumdan bu yana bu, ilk kez
oluyor. Söylemek istediklerim, başlıkta. Ve son derece ciddi... Enflasyondan
önce, bana sade koşullarda ulusuma bir yazar olarak hizmet etmemi sağlayan bir
mal varlığına sahiptim. Çünkü bu ulus, sözünü ettiğim olanağı bana kitaplarımı
satın alarak sağlamıyordu. Kitaplarımı okumuyordu. Ancak kitaplarımı okuyan
birkaç bin ya da on bin kişi vardı, ve bana bugünkü ünümü getiren
eleştirmenler ve amatörler de onların arasındaydı. Şu tuhaf ün! Güçlü, ama
yüksek sesli değil. Çoğu kez üzerinde düşünmeye zorlandım: Bu ün, bir görünümün
varolmasıyla varolmaması konusunda düşünülebilecek en çelişkili örnek...” Ve ikinci bir not: “yaşamım, ...her gün kopabilecek
bir pamuk ipliğine bağlı ve son yıllarda, Niteliksiz Adam üzerinde çalışırken,
insanın can düşmanı için bile istemeyeceği epey zamanlarım oldu.” Ve İsviçre’deki acı sürgünden, bir vatansızın örümcek
ağı kadar zayıf yaşamından önce, onu umursamayan bir vatanda yazdıkları: “Gerçekte
ise, daha Niteliksiz Adam’ı yazmaya başladığımdan bu yana o kadar yoksulum ve
yaradılışım nedeniyle her türlü para kazanabilme olanağından öylesine yoksunum
ki, yalnızca kitaplarımın geliriyle, daha doğru söylemek gerekirse, yayıncımın
belki de böyle bir gelirin gerçekleşebileceği umuduyla bana verdiği avanslarla
yaşıyorum.”
6 Kasım 1880’de Avusturya’nın bir taşra kenti olan
Klagenfurt’da doğan Robert Musil, 15 Nisan 1942’de Cenevre’de öldü.
Avusturya-Macaristan ordusunun bu genç subayı, önceleri makine mühendisliği ve
felsefe öğrenimi gördü. Mühendis oldu, “Musil Renkli Çarkı”nı icat etti, başlangıçta edebiyatta değil, ama iş
yaşamında kök saldı. İmparatorluğun yıkılmasının ardından, 1920’den 1922’ye
kadar Avusturya Federal Ordu İşleri Bakanlığında uzman danışman olarak çalıştı.
Daha sonra Berlin’e gitti ve, hiç tereddüt etmeksizin, yazar oldu. İlk romanı
için bulduğu konuyu bir arkadaşına bırakmak istedi. Arkadaşı konuya el
atmayınca, mühendis Robert Musil sonunda bütün cesaretini toplayıp edebiyata
bir kaçamak yaptı. Sh: 13-14
Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam - I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları - 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam - I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları - 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
HEP RUHUNU SATANLARI SÖYLERİZ, YA KULLANANLAR
Niteliksiz Adam
“Robert MUSİL”
“Robert MUSİL”
İnsanın
ruhunu satabileceği şeytan hikâyesine belki bu insanların hepsi inanmıyor
olabilir; ama din adamı, tarihçi ve sanatçı olarak ruhun sırtından iyi paralar
kazandıkları için ruhtan biraz anlamak zorunda olan herkes, ruhun matematik
tarafından yıkıldığına ve matematiğin insanı bir yandan yeryüzünün efendisi
kılarken öte yandan da makinenin kölesi yapan kötü bir aklın kaynağı olduğuna
tanıklık ediyor.
Bu anlatılanlara göre insanoğlunun iç
dünyasındaki kuraklık, ayrıntıda kılı kırk yarmaktan, genelde ise
umursamazlıktan oluşan o korkunç karışım, insanlığın bir ayrıntılar çölündeki
korkunç terkedilmişliği, tedirginliği, kötülüğü, yüreğe değgin eşsiz
umursamazlığı, para hırsı, soğukluğu ve zorbalığı gibi zamanımızı belirleyen
özellikler, yalnızca ve yalnızca çok sağlam bir mantığı temel alan bir
düşüncenin yol açtığı kayıpların sonucudur!
İşte
o zamanlar, yani Niteliksiz Adam Ulrich’in (Robert Musil) matematikçi olduğu
dönemde de, artık insanın inançtan, sevgiden, saflıktan, iyilikten yoksun
olması nedeniyle Avrupa kültürünün çökeceği kehanetinde bulunanlar çıkmıştı ve
ne ilginçtir ki bütün bu kişiler, gençlik ve okul dönemlerinde kötü birer
matematikçi olmuşlardı. Böylece de matematiğin, doğa bilimlerinin anası ve
tekniğin büyük anası olan matematiğin, sonunda zehirli gazlara ve savaş
uçaklarına kaynaklık eden ruhun da ilk anası olduğu sonradan onları haklı
çıkaracak biçimde kanıtlanmıştı.
-……………..
İnananlarına şöyle diyebilecek olan adam,
henüz dünyaya gelmemişti: Çalın, öldürün, ahlâksızlık
yapın -bizim öğretimiz öylesine güçlüdür ki, günahlarınızın çirkef kokan
suyunu bembeyaz köpüklü pınar sularına dönüştürebilir; buna karşılık bilim
alanında birkaç yılda bir o zamana kadar yanlış sayılanın bütün görüşleri
altüst ettiğine ya da gösterişsiz ve aşağı görülen bir düşüncenin yeni bir
düşünce imparatorluğunun hükümdarı olduğuna rastlanıyordu; bilimde böyle
olaylar yalnızca köklü dönüşümler olarak kalmayıp, göğe uzanan merdivenler
gibi, her şeyi yükselmeye götürüyordu. Bilimde olup bitenler, bir masaldaki
kadar güçlü, umursamaz ve görkemlidir. Ve Ulrich, şunu
hissediyordu: İnsanlar bunu bilmiyorlar, o kadar; nasıl düşünülebileceğinden
haberleri bile yok; onlara düşünmek yeniden öğretilebilseydi, o zaman onlar da
farklı yaşarlardı.
Şimdi
insan kendine doğal olarak şunu soracaktır:
Dünyada her şey bu kadar ters mi işliyor
ki, ortaya hep düzeltmek zorunluluğu çıksın?
Ama
dünyanın kendisi çok zaman önce buna iki yanıt vermişti. Çünkü dünya varolduğundan bu yana insanların çoğu gençliklerinde
düzeltmekten yana çıkmışlardır. Yaşlıların var olana bağlı kalmalarını ve
beyinleri yerine bir parça etten başka bir şey olmayan yürekleriyle
düşünmelerini gülünç buldular. Bu
genç insanlar, yaşlıların ahlâki açıdan sergiledikleri aptallığın aynı zamanda,
tıpkı normal entelektüel aptallık gibi, yeni bağlantılar kurabilme yeteneğinin
eksikliği anlamına geldiğinin ayırdına vardılar; onların kendileri açısından
doğal saydıkları ahlâk ise edimin, kahramanlığın ve değişimin ahlâkıydı. Yine
de eylemde bulunabilecekleri yıllara adım atar atmaz bunları unuttular ve
hatırlamak da istemediler.
Sh:118-121
Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam - I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları - 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam - I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları - 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Niteliksiz
Adam
“Robert MUSİL”
“Robert MUSİL”
Ne var ki Ulrich kafasını yine o
gençliğindeki soru, bütün o önemsiz ve daha yüce bir anlamda da doğru olmayan
açıklamaların dünya tarafından neden böylesine tedirgin edici ölçüde
desteklendiği sorusu kurcaladı. “İnsan ancak yalan söylediğinde hep bir adım ilerliyor” diye düşündü;
Ulrich tutkulu bir insandı, ama burada tutkudan,
ayrı ayrı tutkular diye adlandırılanları anlamamak gerekir. Ulrich’i hep bütün
bunların içine sürüklemiş olan bir şey vardı herhalde, ve bu, belki de
tutkuydu, fakat heyecanlıyken ve heyecan sonucu olan eylemlerde bile Ulrich’in
tutumu aynı zamanda hem tutkulu, hem de umursamazdı. Yaşanabilecek hemen her
şeyi yaşamıştı, şimdi de kendini her an, onun için herhangi bir anlam taşıması
gerekmeyen, buna karşılık eylem içgüdüsünü kışkırtan bir şeyin içine
atabileceğini hissetmekteydi. Bu nedenle yaşamına ilişkin olarak ve biraz
abartıyla, bu yaşamın içindeki her şeyin ondan çok birbirlerine aitmiş gibi
olup bittiğini söyleyebilirdi. İster kavgada, ister aşkta olsun, A’yı hep B
izlemişti. Ve bu durum karşısında Ulrich, bu bağlamda kazandığı niteliklerin kendisinden
çok birbirlerine ait olduklarına inanmak durumundaydı; hatta, kendini iyice
incelediğinde, bu niteliklerden her birinin onunla ilişkisinin, aynı
nitelikleri kazanmak isteyen başka insanlara oranla daha yakın olmadığını
anlıyordu.
Fakat yine de insanın, onlarla bütünleşmese
bile, böyle nitelikler tarafından belirlendiği ve bunlardan oluştuğu kuşkusuzdur,
ve insan bu yüzden bazen kendi kendine, dingin halinde de hareketlilikte olduğu
gibi yabancı gelir. Eğer Ulrich’in nasıl biri olduğunu tarif etmesi gerekse,
sıkıntı çekerdi, çünkü pek çok insan gibi o da kendisini hep ancak bir görev
bağlamında ve böyle bir görevle ilişkisi doğrultusunda sınamıştı. Özbilinci ne
zarar görmüştü, ne de şımartılmış ve kendini beğenmişti, ve bu özbilinç, adına
vicdani muhasebe denilen o kendini onarma ve yağlama işlemini gereksinmiyordu.
Güçlü bir insan mıydı Ulrich? Bunu bilmiyordu; belki de bu konuda çok kötü
sonuçlara yol açabilecek bir yanılgı içersindeydi. Ama hep gücüne güvenen bir
insan olduğu kesindi. Şimdi bile kendi yaşantılarına ve niteliklerine sahip
olmak ile bütün bunlardan uzak kalmak arasındaki farkın yalnızca bir tutum
farkı, belli bir anlamda irade ürünü bir karar veya genellik ile kişisellik
arasında yer alan, insanın sathında varolduğu bir derece olduğundan kuşku
duymuyordu. Basitçe ifade etmek gerekirse, insan başına gelenler veya yaptıkları
karşısında daha çok genel ya da daha çok kişisel bir tutum alabilir. Bir
darbeyi bir acı olmasının dışında, bir kırgınlık olarak da alabilir ve darbe,
bu yüzden dayanılmaz ölçüde ağırlaşır; ama aynı darbe sportmence, insanı ne
korkutması ne de kör bir öfkeye sürüklemesi gereken bir engel olarak da
alınabilir, o zaman insanın bu darbeyi hiç fark etmemesi de ender rastlanan
olaylardan değildir. Fakat bu ikinci şıkta olan, aslında darbenin genel bir
bağlama, kavga eylemi bağlamına yerleştirilmesinden başka bir şey değildir ve
bu arada darbenin özünün, yerine getirmesi öngörülen görevden bağımsız olduğu
ortaya çıkmıştır. Ve özellikle de bu görünümü, yani bir yaşantının önemini,
dahası içeriğini ancak birbirinin sonucu olan eylemlerden oluşma bir zincir
içersinde kazanması şeklindeki görünümü, o yaşantıyı sadece kişisel bir olay
değil, fakat tinsel gücüne yönelik bir meydan okuma sayan her insan sergiler. O
zaman da o insan, ne olursa olsun, yaptığını daha zayıf hissedecektir;
gelgelelim ne tuhaftır ki boksta üstün bir tinsel güç sayılan, boks yapmasını
bilmeyen insanlarda manevi yanı ağır basan bir yaşam biçimine eğilim olarak
ortaya çıktığında, yalnızca soğukluk ve duygusuzluk diye adlandırılır.
Duruma göre genel veya kişisel bir tutum
uygulamak ya da talep etmek için kullanılagelen başkaca ayrımlar da vardır. Bir
katilin işini ciddi tutması, vahşilik diye yorumlanır; karısının kollarında bir
problemi çözmeyi sürdüren profesörün davranışı, kemikleşmiş bir kuruluk
sayılır; yıkıma sürüklenen insanların üzerine basa basa yükselen bir
politikacınınki, kazandığı başarıya göre alçaklık ya da büyüklüktür;
başkalarında olduğunda mahkûm edilen bu sarsılmazlık, askerlerden, cellatlardan
ve cerrahlardan neredeyse talep edilir. Her defasında nesnel açıdan doğru tutum
ile kişisel açıdan doğru tutum arasında ödün verilerek sağlanan uzlaşmadan
yansıyan kendine güvensizlik, çarpıcıdır; bunu belirgin kılmak için verilen
örneklerin ahlâk yanına daha fazla eğilmeye gerek yoktur.
Bu güvensizlik, Ulrich’in kişisel sorununa
daha geniş bir arka plan eklemekteydi, insanlar eskiden bugüne oranla daha
rahat bir vicdanla birey olurlardı. Eskiden insanlar saman saplarına benzerlerdi; Tanrı, dolu,
yangın, salgın ve savaşın etkisiyle büyük bir olasılıkla bugüne oranla çok daha
fazla oraya buraya savrulurlardı, ama bir bütün olarak bakıldığında, kentler boyutunda,
belli bir arazi boyutunda, tarla boyutunda ve tek bir saman sapı için kişisel
hareket alanı bağlamında geriye daha ne kalıyorsa, o boyutta bakıldığında,
bütün bu olanlar sorumluluğu üstlenilebilen, ne olduğu bilinebilen şeylerdi.
Bugün ise
sorumluluğun ağırlık noktası insanda değil, bağlamlarda yatıyor.
Yaşantıların kendilerini insandan bağımsız
kıldıklarının ayırdına varılmadı mı?
Yaşantılar tiyatroya taşındılar; kitaplara,
araştırma merkezlerinin ve araştırma amaçlı yolculukların raporlarına geçtiler;
yaşamanın belli türlerini, toplumsal bir deney yaparcasına ötekilerin zararına
geliştiren fikir ve din topluluklarına gittiler, ve iş başında olmadıkları
zaman da, öylece havada süzülmekteler; bugün herhangi bir kimse, başkaları
işine bunca karışırlarken ve her şeyini ondan daha iyi bilirlerken, öfkesinin
hâlâ gerçekten kendi öfkesi olduğunu bilebilir mi?!
Artık
adamsız niteliklerden, yaşayanı olmayan yaşantılardan oluşma bir dünya çıktı
ortaya, ve görünüşe bakılırsa sanki ideal konumda, insanın artık hiçbir şeyi
kendi özelinde yaşamayacağı ve kişisel sorumluluğun o dostane ağırlığının olası
anlamlardan meydana gelen bir formüller sisteminde eritileceği söylenebilecek.
İnsanı onca uzun bir zaman boyunca evrenin
merkezi sayan, ama artık yüzyılların akışı içersinde kaybolmaya yüz tutmuş
insanmerkezci tutum, büyük bir olasılıkla Ben’in kapısına gelip dayanmıştır,
çünkü bir şeyi yaşamanın en önemli yanının o şeyi yaşamak, eylemin en önemli
yanının da eylemde bulunmak olduğu yolundaki inanç, insanların çoğuna artık bir
safdillik gibi gözükmeye başladı. Çok kişisel yaşayan insanlar gerçi hâlâ var; bu gibileri: “Dün
şuna ya da buna gittik” veya “bugün şunu ya da bunu yapıyoruz” demekteler, ve
başkaca bir içeriğe ya da anlama gerek duymaksızın buna seviniyorlar. Parmaklarının
temas ettiği her şeyi seviyorlar ve ne kadar mümkünse o kadar özel kişi
oluyorlar; dünya, onlarla ilintisi kurulduğu anda özel dünya oluyor ve bir
gökkuşağı gibi parlıyor. Belki de çok mutlular bu insanlar; ama nedeni asla
kesin olmamasına karşın, başkalarına sırf bu yüzden saçma geliyorlar. Ulrich,
bu düşünceler karşısında ansızın, kendinin bir karakteri olmamasına karşın,
gene de bir karakter olduğunu gülümseyerek itiraf etmek zorunda kaldı.
Sh:268-271
Gerçi ruhu öldüren,
ama daha sonra onu genel kullanım için küçük küçük konserveler halinde saklayan
bir aracı da ruhun eskiden beri akılla, inançlarla ve pratik eylemlerle
bağlantısı olmuştur; bu bağlantı bütün ahlâki öğretiler, filozoflar ve dinler
tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi,
ruhun ne olduğunu ancak Tanrı bilir! Yalnızca ruhun sesine kulak vermeye
yönelik ateşli arzunun geride ölçüsüz bir hareket alanı, gerçek anlamda bir
anarşi bıraktığı kuşkusuzdur, ve neredeyse kimyasal arılıktaki ruhların da suç
işlediklerini gösteren örnekler vardır. Buna karşılık bir ruh ahlâka, dine,
felsefeye, köklü bir burjuva eğitimine ve görev ve güzellik alanlarında
ideallere sahip olur olmaz, ona kurallardan, koşullardan ve uygulama
ilkelerinden oluşma, daha dikkate değer bir ruh olmayı düşünmeye meydan
bulamadan uymak zorunda olduğu bir sistem armağan edilir, ve ruhun kor ateşi,
tıpkı bir yüksek fırınınkiler gibi, kumdan yapılma, düzenli dörtgenlere
yöneltilir. Ondan sonra geriye yalnızca herhangi bir eylemin hangi buyruğun
alanına girdiği gibi, yoruma ilişkin mantıki sorular kalır, ve o zaman ruh,
ölülerin hareketsiz upuzun yattığı, geride kalan bir parça yaşamın nerede
doğruldu-ğunun ya da inlediğinin hemen farkına varıldığı bir savaş alanı gibi
her yanıyla görülebilir. Bundan ötürü insan, eline geçen ilk fırsatta bu geçişi
gerçekleştirir. Gençlikte bazen rastlandığı gibi inanç sorunlarından ötürü acı
çektiğinde, hemen inanmayanların peşine düşer; aşk kafasını karıştırdığında,
onu evliliğe dönüştürür ve üstüne başkaca bir coşkunun ağırlığı çöktüğünde, hep
onun ateşi içersinde yaşamanın olanaksızlığından dolayı kaçar, sırf bu ateş
için yaşamaya başlar. Başka deyişle, her biri bir içeriği ve itici gücü
gereksinen günlerinin çok sayıdaki anlarını kendi ideal konumu yerine bu ideal
konum için harcadığı çabalarla, yani bu ideal konuma ulaşmasına hiçbir zaman
gerek bulunmadığı konusunda ona kesin güvence veren, amaca yönelik çok sayıda
araçlar, engeller ve küçük olaylarla doldurur. Çünkü ruhla donanmışlığın
ateşine kesintisiz olarak dayanabilmek, ancak uçukların, ruh hastalarının ve
saplantılı kişilerin işidir; sağlıklı insan ise, bu gizemli ateşin bir
kıvılcımı bile eksik olsa, hayatın yaşanmaya değer olmayacağı yolundaki
açıklamayla yetinmek zorundadır.
……..
Ahlâk alanında ta başında, tanımlanması
olanaksız bir ateşin tutuşturulmuş olduğunu, bu manzara karşısında kendisi
gibi düşünen bilinç sahibi birinin bile bakışlarını yanmış kömürlere dikmekten
başka bir şey yapamadığını hissederdi.
O zaman bütün dinler ve söylenceler
tarafından dile getirilen, dinsel buyrukların insanlara tanrılar tarafından
armağan edildiği öyküsü, bu öyküdeki karanlık görünüm, yani pek tekin olmasa da
herhalde yine de tanrıların hoşuna giden, ruha ilişkin bir erken evre sezgisi,
insanı normalde onca kendinden memnuniyetle dört bir yana yayılan düşüncesinin
sınır bölgelerinde tuhaf bir tedirginliğe yol açar. Sh:318
**
Ruh denilen şeyi
biyolojik ve psikolojik açıdan bütünüyle kavramayı ve kullanmayı öğrenmesinden
sonra, insanın hâlâ bir ruhunun olabileceği düşünülebilir mi?
Ama biz, yine de bu duruma ulaşmak için
çaba harcıyoruz! Olay bu işte. Bilmek bir tutumdur, bir tutkudur. Aslında
onaylanamayacak bir tutumdur; çünkü içki tutkusu, cinsellik tutkusu ve zorbalık
tutkusu gibi, bilmek zorunda olmak tutkusu da ortaya dengesiz bir karakter
çıkarır. Araştırmacının doğrunun izini sürdüğü asla doğru değildir, aksine
doğru, onun izini sürer. Araştırmacı, doğruyu bir acı olarak yaşar. Doğru olan,
doğrudur ve olgu da gerçektir, ve bütün bunlar araştırmacıyı umursamadan
böyledir; araştırmacıda yalnızca karakterini belirleyen tutku vardır, gerçeğin
bir ayyaş gibi tiryakisidir, ama yaptığı saptamaların bir bütüne, insanca bir
şeye, yetkinliğe ya da başkaca bir şeye dönüşüp dönüşmemesine metelik bile
vermez. Burada çelişkilerle dolu, acı çeken ve bu arada olağanüstü bir eylemde
bulunma gücüne sahip bir yaradılışın varlığı söz konusudur!”
…
“Çevremize, ama bu arada kendimize de
bakışımız her gün değişiyor. Bir geçiş döneminde yaşamaktayız. En önemli
görevlerimizi bugüne kadar olduğundan daha iyi ele almadığımız takdirde bu
dönem, belki de gezegenimiz yok olup gidene kadar sürer. Ama buna rağmen
karanlıkta kalan insan, bir çocuk gibi korkudan şarkı söylemeye başlamamalıdır.
Oysa insanın bu dünyada nasıl davranmak gerektiğini biliyormuş gibi yapması,
aslında korkudan söylenen bir şarkıdır; bağırışınla yeri göğü sarsabilirsin,
fakat bu sadece korkudur! Ayrıca şuna da inanıyorum ki, hepimiz atlarımızı
tırısa kaldırmış gitmekteyiz! Hedeflerden henüz çok uzağız, hedefler
yakınlaşmıyor, onları hiç görmüyoruz, daha yolumuzu çok şaşıracağız ve atları
değiştirmek zorunda kalacağız; ama günün birinde öbür gün ya da iki bin yıl sonra ufuk akmaya başlayacak ve dev dalgalarla
üstümüze saldıracak!” sh:358-359
**
Hepimiz hemen her zaman aynı insanla kavga
ederiz. Kendilerine onca anlamsızca bağlı kaldığımız insanların kim oldukları
araştırılsaydı eğer, onların aslında anahtarlardan sakal bırakmış, kilitlerini
ise bizim taşıdığımız adam olduğu ortaya çıkardı.
Peki ya aşkta durum nasıldır?
İnsanlar sabah akşam hep aynı sevilen yüze
bakarlar, ama gözlerini kapattıklarında bu yüzün nasıl olduğunu söyleyemezler.
Ya da sevgiyi ve nefreti bir yana bırakırsak eğer: Her şey sürekli bir biçimde
ve alışkanlıklara, insanların keyfine ve bakış açılarına göre ne kadar çok
değişim geçirir! Sevincin yanıp kül olduğu, onun altından ortaya yok edilmesi
olanaksız bir keder çekirdeğinin çıktığı, ender midir?! İnsan kaç kez
umursamazlıkla bu başka insana vurup durur, oysa aslında onu rahat bırakmak
elindedir. Yaşam, sanki olduğu gibi olmak zorundaymış izlenimini yaratan bir
yüzeydir, oysa asıl olup bitenler bu yüzeyin altındadır. Sh: 392
Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Niteliksiz
Adam
“Robert MUSİL”
“Robert MUSİL”
TİNİSİM, [psikoloji ]: 1
. Ruh. 2 . felsefe
Birtakım fizik ötesi kurucularının, gerçeği ve evreni açıklamak için her
şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsedikleri madde dışı varlık.
Tuzzi’lerdeki buluşmalar
artık düzenli ve yoğun sürecinin yörüngesine oturmuştu. Daire Başkanı Tuzzi,
“Konsil” sırasında “yeğen” ile konuştu. “Bütün bunların daha önce de olduğunu
biliyor musunuz?”
Gözleriyle, kendisine yabancılaşmış olan evindeki kaynaşan kalabalığı
işaret etti. “Hıristiyanlığın başlarında; Hazreti
İsa’nın doğumundan hemen sonraki yüzyıllarda. O zamanlar, fokur fokur kaynayan
Hıristiyan-Levanten-Helen-Yahudi kazanında sayısız tarikatlar kurulmuştu.” Tuzzi, bu tarikatları
saymaya başladı: “Adamitler, Kabilliler, Ebionitler,
Koliridyanlar, Arkontikler, Enkratitler, Ophitler...”; Tuzzi, Hıristiyanlık
öncesine ve erken Hıristiyanlık dönemine ait dini tarikatlardan oluşma, uzun
bir listeyi, birinin yaptığı herhangi bir şeyin hızlı tempo yansıtan
alışılagelmişliğini ehlileştirircesine gözden saklamak istediğinde sergilediği
o tuhaf, aslında içinde bir aceleciliği gizleyen ağırlıkla sayıp dökmekteydi;
bu tutum, karısının kuzenine aslında bu evde olup bitenler hakkında özel
nedenlerden ötürü belli ettiğinden çok daha fazlasını bildiğini dikkatle
anlatmak istiyormuş izlenimini yaratıyordu.
Daha sonra sözüne devam etti ve biraz önce andığı adların açıklamasına
girişerek, bir tarikatın, bekâreti koşul
kılmasından ötürü evliliğe karşı çıktığını, bir başkasının ise yine bekâret
talebinde bulunduğunu, ama bu hedefe tuhaf bir biçimde ölçüsüz yaşamaya ilişkin dinsel kurallarla varmayı amaçladığını
anlattı.
Tarikatlardan birinin üyeleri, kadın bedenini bir şeytan icadı
saydıklarından kendi kendilerini sakatlıyorlardı, öteki tarikatların
uygulamalarında ise kadınlar ve erkekler kilise toplantılarında
soyunuyorlardı.
Cennette Havva’yı baştan çıkardığı
söylenen yılanın aslında tanrısal bir kişilik olduğu sonucuna varan, inançlı
kılı kırk yaranlar, hayvanlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı; başkaları da
bakirelere hoş gözle bakmıyorlardı, çünkü bilimsel temelli inançlarına göre Tanrının
annesi, Hazreti İsa’dan başka çocuklar da doğurmuştu ve bu
yüzden bekâreti kabul etmek, tehlikeli bir yanılgı olurdu.
Birileri hep ötekilerin yaptıklarının tam tersini, üstelik de yaklaşık
olarak aynı nedenlerden ve inançlardan ötürü yapmaktaydı. — Tuzzi, bütün
bunları, tuhaf olsalar da tarihsel olaylara yakışan bir ciddiyetle ve sesinde
erkekler arasındaki şakalara özgü bir alt tonla anlatmaktaydı. Duvarın yanında
duruyorlardı; Daire Başkanı Tuzzi, dudaklarında küçük ve öfkeli bir
gülümsemeyle sigarasının izmaritini bir tablaya attı, kafası hâlâ karışık
olarak kalabalığa baktı ve sanki tam bir sigara içimlik süre kadar konuşmak
istermişçesine, sözlerini şöyle noktaladı:
“Zannediyorum o
zamanlar egemen olan fikir ayrılıklarının ve kişisel görüşlerin durumunun
bizim edebiyatçılarımızın çekişmelerini hatırlatan çok yanı var. Bunlar yarın
havada dağılmış olacak. Eğer çeşitli tarihsel koşullar yüzünden tam zamanında
politik etkinliğe sahip, tinsel bir memuriyet sistemi oluşmasaydı, o zaman
bugün Hıristiyanlık inancının izi bile kalmayacaktı...”
Ulrich, buna katıldı. “Ücretleri
resmen cemaat tarafından ödenen din görevlileri, resmi kuralların hafife
alınmasına izin vermezler. Ben, genel olarak ortak niteliklerimize karşı
haksız bir tutum içinde olduğumuzu düşünüyorum; o niteliklerin güvenilirliği
olmasaydı, tarih asla oluşamazdı, çünkü tinsel çabalar hep tartışmalıdır ve
havada kalır.”
…
Bu arada karısının yeğeni de tıpkı kendisi gibi, can sıkıcı bir yakınlıkla
önüne bakmaktaydı ve konuşmaya ara verildiğinin farkına bile varmamıştı.
Tuzzi, bir şeyler söylenmesi gerektiğini hissetti; kendini sık hayal gören ve
suskunluğuyla kendini ele verebileceğinden korkan bir insan gibi tehdit
altında hissediyordu. “Her şey hakkında olumsuz düşünmekten
hoşlanıyorsunuz,” dedi gülümseyerek, din görevlilerine ilişkin söylem o âna kadar
kulaklarının önünde içeri girmeyi beklemişçesine “ve karım herhalde,
akrabalıktan kaynaklanan bütün sempatisine rağmen, sizin katkınızdan biraz
olsun korkmakta haksız değil. Böyle konuşmama izin verirseniz eğer,
hemcinslerinize ilişkin düşünceleriniz biraz küçültücü spekülasyon olmak
eğiliminde.”
“Bu, mükemmel bir söylem,” diye karşılık verdi Ulrich sevinçle “her ne kadar
böyle bir söylemin gereğini yerine getiremeyeceğimi alçakgönüllülükle söylemek
zorunda olsam da! Çünkü insanla ilgili küçültücü veya yüceltici spekülasyonda
bulunan, hep dünya tarihidir; bunu, küçültücü yoldan hile ve zorbalıkla,
yüceltici yoldan da yaklaşık olarak burada muhterem eşinizin denemeye çalıştığı
gibi, düşüncelerin gücüne inanmakla yapar. Dr. Arnheim da, söylediklerine
inanmak gerekirse eğer, bir yücelticidir. Buna karşılık meslekten bir küçültücü
olarak sizin bu melekler korosu içersinde bilmekten hoşlanacağım duygularınızın
bulunması gerekiyor.”
Daire Başkanı Tuzzi ye anlayışlı bir ifadeyle baktı. Tuzzi, cebinden
sigara tabakasını çıkartarak omuzlarını kaldırdı. “Neden bu konuda karımdan
farklı düşünmem gerektiğine inanıyorsunuz?” diye karşılık verdi. Sohbetin
kişisel bir noktaya dönmesini reddetmek istemiş, ama yanıtıyla bu noktayı
güçlendirmişti; karşısındaki neyse ki bunun farkına varmadı ve konuşmasını
sürdürdü: “Bizler, herhangi bir biçimde içine
girdiği her kalıba uyan bir kitleyiz!” Tuzzi: “Bu, beni aşar” gibisinden kaçamak bir yanıt verdi. Ulrich, buna
sevindi. Böylesi, kendisinin tam karşıtıydı; tinsel kışkırtmaya karşılık
vermeyen, fakat hemen bütün kişiliğini korumaktan başkaca bir savunma aracına
sahip bulunmayan veya öyle bir aracı kullanmak istemeyen birisiyle konuşmaktan
çok zevk alırdı.
…
Ulrich lâfı fazla dolandırmadan. “Siz neye inanıyorsunuz?” diye sözünü
kesti,
“Ama bakın!” dedi Tuzzi. “Ben artık çocuk değilim ki buna öyle hemen yanıt verebileyim! Ben sadece
şunu söylemek istedim: Bir diplomat kendini zamanının tinsel akımlarıyla ne
ölçüde özdeşleştirebilirse, mesleği kendisine o ölçüde kolay gelecektir. Son
kuşaklar boyunca ortaya çıkmıştır ki, tinin bütün alanlardaki ilerlemeleri
büyüdüğü ölçüde insanın da diplomasiye duyduğu ihtiyaç artmıştır; ama sonuçta
bu da zaten çok doğal!?”
“Elbette?! Fakat böylece siz de benim söylediğimin aynısını söylemiş
oluyorsunuz!” dedi Ulrich yüksek sesle ve vermek istedikleri resme, yani
birbirleriyle ölçülü bir sohbeti yürüten iki beyefendinin görüntüsüne uygun
düştüğü ölçüde hararetle.
“Ben, üzülerek tinsel ve iyi olanın,
kötünün ve maddi olanın yardımı olmaksızın sürekli ayakta kalamayacağını
vurguladım, ve siz de bana yaklaşık olarak ne kadar çok tin varsa o kadar
dikkat gereklidir, diye yanıt veriyorsunuz. O halde şöyle diyelim: insana
aşağılık biriymiş gibi davranılabilir ve bu yoldan istenilen yere götürülmesi
sağlanamayabilir; ama aynı insan coşkuya itilebilir ve yine istenilen yere götürülmesi
sağlanamayabilir. Bu yüzden bizler, bu iki yöntem arasında gidip geliriz, iki
yöntemi birbiriyle karıştırırız; bütün dediğimiz, budur. Kanımca ben, sizin
itiraf etmek istediğinizden çok daha ileri ölçüde sizinle bir görüş birliğinin
mutluluğunu yaşamaktayım.”
Daire Başkanı Tuzzi, sorusuyla onu tedirgin eden kişiye döndü; küçük bir
gülümseme, minik bıyığını yukarı kaldırdı, parlak gözlerinde alaycı ve
hoşgörülü bir ifade belirdi; bu tür bir konuşmaya son vermek istiyordu, çünkü
böylesi, dümdüz bir buzdan zemin gibi tehlikeliydi ve çocukların buzda
gelişigüzel kaymaları gibi amaçsızdı. “Bakın, bu söyleyeceğimi belki de
barbarlık sayacaksınız,” diye karşılık verdi “ama size
açıklayacağım: Aslında yalnızca profesörlerin felsefe yapmasına izin verilmeli!
Bizim tanınmış ve büyük filozoflarımızı elbette bunun dışında tutuyorum, onları
çok takdir ederim ve hepsini de okudum; ama onların durumu farklı.
Profesörlerimiz ise bunun için atanmışlar, onlarınki bir meslek ve daha başka
bir şey olması da gerekmiyor; sonuçta alan tükenmesin diye öğretmenlere de
ihtiyaç var. Ama bunun dışında, vatandaşın her şey üzerine kafa yormaması
gerektiği yolundaki o eski Avusturya ilkesinin haklılığını kabul etmek
gerekiyor. Çünkü bu yolla ortaya iyi bir şeyin çıktığı çok ender, çıkanda da
hep biraz cüretkârlık havası var.”
….
“Soru, çok daha genel sorulabilir” diye düşüncesini açıkladı Ulrich. “Bir insan,
her şeyi elde edebilecek kadar zengin ve nüfuzlu ise eğer, o zaman neden
yazar? Aslında belki de safça sormam gereken, şu: Bütün meslekten anlatıcılar,
neden yazarlar? Aslında olmamış bir şeyi anlatırlar; sanki olmuşçasına. Burası
açık. Ancak yaptıkları şey, hayata zengin adamın çevresini alan ve onun kendilerine
ne kadar az aldırdığını anlatmaya doyamayan otlakçıların bu adama duydukları
gibi bir hayranlık duymak mıdır? Ya da hep yineleyerek geviş mi getirirler?
Veya gerçekte erişemedikleri ya da taşıyamadıkları bir şeyi hayal dünyasında
üreterek bir tür mutluluk hırsızlığı mı yaparlar?”
“Siz kendiniz hiç yazmadınız mı?” diye sözünü kesti Tuzzi.
“Benim için çok tedirgin edici bir şey, ama asla. Çünkü asla bunu yapmak
zorunda kalmayacak kadar mutlu değilim. Ben, kısa sürede buna ihtiyaç
duymadığım takdirde, bütünüyle anormal bir yaradılıştan ötürü kendimi öldürmeye
karar vermiş biriyim!”
Bunu öylesine ciddi bir sevimlilik ifadesiyle söylemişti ki, bu şaka,
kendisi istemeksizin, ıslak bir taşın ortaya çıkışı gibi konuşmanın akışının
dışına taşmıştı..sh:91-101
**
Düşünceleri asla huzur bulmuyordu ve her şeyin hiçbir yerde bir düzene
kavuşamayan, sürekli göçebe kalıntılarının farkına varıyordu. Bu yüzden sonunda insanlar içinde yaşadıkları zamanın ruhsal
kısırlığa mahkûm olduğuna ve bu durumdan ancak sıradışı bir olayla veya çok
sıradışı bir insanla kurtarılabileceğine inanmışlardı. O sıralarda entelektüel diye
nitelendirilen insanların arasında Kurtarmak kelime grubunun rağbet görmesi, işte
böyle gerçekleşmişti. En kısa zamanda bir Mesih’in gelmemesi durumunda artık
böyle devam edilemeyeceğine inanılmıştı. Duruma göre bu, tababeti insanlar bir yanda hiç yardım alamadan hastalanıp
ölürken, soğukkanlılıkla sürdürülen bilimsel araştırmalardan kurtaracak bir tıp
Mesih’i olabilirdi; veya milyonlarca insanı tiyatrolara sürükleyebilen ve
bunun yanı sıra koşulsuz bir tinsel yücelik taşıyabilen bir oyun yazabilecek
bir edebiyat Mesih’i olabilirdi: Aslında her insani etkinliğin ancak özel bir
Mesih aracılığıyla yeniden kendini bulabileceği yolundaki bu inancın yanında,
pek tabii ki her şeyi düzeltebilecek kadar güçlü bir Mesih’e yönelik yalın ve
hiçbir şekilde parçalanmamış bir talep de vardı. Böylece
o zamanlar, yani büyük savaştan hemen önce, gerçekten de Mesih’lerin
damgasını taşıyan bir zaman yaşanmaktaydı, ve her ulus tek başına bir bütün
halinde kurtarılmayı istese bile, bu alışılmadık ve özel bir şey anlamını
taşımıyordu.
Konuşulan her şey gibi bunu da kelimesi kelimesine ciddiye almamak gerekiyordu.
“Bugün Mesih geri dönseydi eğer,” dedi kendi kendine “o zaman onun hükümetini de öteki hükümetler gibi
düşürürlerdi!”
…
Kısaca işin kiliseye ait kısmıyla
başlanılacak olursa, insan dine inandığı sürece, iyi bir Hıristiyan’ı veya
dini bütün bir Yahudi’yi umudun veya esenliğin kaçıncı katından aşağıya atarsa
atsın, o kişi daima kendi ruhunun ayakları üstüne düşerdi. Bunun nedeni, bütün
dinlerin insanoğluna armağan ettikleri hayatın açıklanması bağlamında geride
hep akıldışı, Tanrının işine akıl erdirilmezlik diye adlandırdıkları bir
şeyleri bırakmasıydı; ölümlü insanoğlunun hesap tutmadığında tek yapması
gereken, bu geride bırakılmış kalıntıyı hatırlamaktı, ve o zamanın ruhu halinden
memnun olarak ellerini ovuşturabilirdi. Bu ayakları üstüne düşmeye ve ellerini
ovuşturmaya dünya görüşü deniyor; çağımız insanının artık unuttuğu da işte bu.
Zamanımızın insanı, hayatı üzerine düşünmekten bütünüyle vazgeçmek zorunda, ve
çoğu da bunu zaten yeterince yapıyor, ya da düşünmek zorunda olmak ve göründüğü
kadarıyla buna rağmen memnuniyetin son sınırına doğru dürüst ulaşamamak gibi
tuhaf bir ikileme düşüyor. Bu ikilem zamanların akışı içersinde hem mutlak bir
inançsızlığın kalıbına girdi, hem de yeniden mutlak anlamda inançtan bağımlı
oldu; bugün en çok rastlanan şekli ise, herhalde tinsiz doğru dürüst bir insan
hayatının olamayacağına, fakat aşırı tin ile de olamayacağına inanılması.
Kültürümüz, bütünüyle bu inancın üstüne inşa edilmiş. Bu kültür, eğitim ve
araştırma kurumlan için büyük bir titizlikle para kaynakları ayırıyor, fakat bu
kaynakların fazla büyük olmamasına, eğlenceye, otomobillere ve silâhlara
harcanan miktarlara oranla belirli bir küçüklük göstermesine de dikkat ediyor.
Bütün yollarda becerikli olana serbest geçiş sağlıyor, ama bu kişinin aynı
zamanda işini bilir olmasına da dikkat ediyor. Belli bir direnişin ardından,
her düşünceyi tanıyor, fakat bu durum daha sonra kendiliğinden o düşüncenin
karşıtının da lehine oluyor. Bu durum, çok büyük bir zayıflık ve ihmalkârlık
gibi gözüküyor; fakat aynı durum, tine tinin her şey olmadığını anlatmaya
yönelik çok bilinçli bir çaba niteliğini de taşıyor, çünkü bir defaya mahsus
olmak üzere bile hayatımızı hareket ettiren düşüncelerden biri mutlak anlamda,
ona karşıt düşünceden geriye hiçbir şey kalmayacak ölçüde ciddiye alınsaydı, o
zaman kültürümüz herhalde artık bizim kültürümüz olmaktan çıkardı!
…
İsyankâr bir tavırla “Ve sonra, nedir ki şu tin denen şey!” diye sordu. “Herhalde gece yarıları sırtına beyaz bir gömlek
geçirip dolaşmıyor; o halde tin, izlenimlerimize ve yaşantılarımıza
uyguladığımız belli bir düzenden başka ne olabilir ki?! Ama o zaman,” dedi
kararlılıkla, âniden gelen, mutluluk veren bir düşünceyle “tin, düzenli
yaşamaktan başka bir şey değilse eğer, düzenli bir dünyada ona hiç ihtiyaç yok
demektir!”. Sh:234-239
Arnheim yalnız
başınadır. Düşünceli bir ifadeyle oteldeki dairesinin penceresinde durmuş,
yukarıdan ağaçların yapraklarını dökmüş dallarına bakmaktadır; bu dallar,
çizgilerden örülü bir parmaklık oluşturmakta, bu parmaklığın altından insanlar,
bu saatlerde başlamış olan bir tür geçit töreninin birbirine sürtünen iki koyu
ve alacalı yılanı halinde, geçip gitmektedirler.
Ruhsuz saydığını tanımlamak, o güne kadar Arnheim’a hiç güç gelmemişti. Bugün
ruhsuz olmayan bir şey var mıydı ki?
…
Arnheim, tuhaf bir ikilem içersindeydi. Ahlâki
zenginlik ile parasal zenginlik arasında yakın bir hısımlık vardı; bunu iyi
biliyordu, ve bunun neden böyle olduğunu açıklamak da çok kolaydı. Çünkü ahlâk, ruhun yerine mantığı geçiriyordu; bir
ruhun ahlâkı varsa eğer, o ruh için artık ahlâki soruların varlığı söz konusu
değildir, sadece mantıksal sorular vardır; böyle bir ruh, yapmak istediği
şeyin hangi buyruğa uygun düştüğünü, niyetinin nasıl yorumlanabileceğini ve
buna benzer daha başka noktaları sorgular; bütün bunlar, karmakarışık bir insan
yığınının beden eğitimi yaptırılırcasına bir disipline sokulması ve bir işaret
üzerine sağa doğru bir çıkış yapması, kollarını iki yana açması ve dizlerinin
üstünde inip kalkması gibidir.
Gelgelelim mantık, tekrar edilebilir
yaşantıları koşul kılar; çünkü olayların içinde hiçbir şeyin tekrarlanmadığı
bir anaforda birbirinin yerini aldığı bir ortamda A’nın eşittir A olduğu veya
daha büyüğün daha küçük olmadığı gibi derin bir bilgiyi dile getiremeyeceğimiz,
fakat yalnızca hayal kurabileceğimiz açıktır; bu, her düşünürün tiksintiyle
karşıladığı bir durumdur. Aynı şey, ahlâk için de geçerlidir ve eğer ortada
kendini tekrar edebilen bir şey olmasaydı, o zaman bizlere hiçbir gereklilik
kabul ettirilemezdi ve insana herhangi bir gerekliliği kabul ettirme hakkına
sahip bulunmayan bir ahlâkın da zevk verici hiçbir yanı olmazdı. Ahlâkın ve
aklın ayrılmaz parçası olan bu tekrar edilebilirlik niteliği, para için en
yüksek derecede onsuz olunamaz bir parçadır; para, neredeyse bütünüyle bu
nitelikten oluşur ve değerini koruduğu sürece dünyanın bütün zevklerini alım
gücünün yapı taşlarına ayırır; insan, bu yapı taşlarından istediği şeyi
oluşturur. Bu nedenden ötürü para, ahlâki ve akıllıdır; ve bilindiği üzere,
her ahlâklı ve akıllı insan da para sahibi olmadığından, bu niteliklerin
aslında paraya ait bulunduğu veya en azından paranın ahlâklı ve akıllı bir
hayatın tâcı olduğu sonucuna varılabilir.
Şimdi Arnheim’ın örneğin eğitimin ve dinin mülkiyetin doğal bir sonucu
olduğu gibi bir düşünceyi tam olarak paylaşmadığı kesindi; Arnheim’a göre
mülkiyet, bu sayılanları birer yükümlülüğe dönüştürüyordu; tinsel güçlerin
varlığın etkin güçleri tarafından her zaman yeterince anlaşılmadığı ve belli
bir hayata yabancılık kalıntısından çok ender olarak kurtarılabildiği,
Arnheim’ın vurgulamaktan hoşlandığı bir görüştü, ve o, yani her şeye kuşbakışı
bakabilen adam, ayrıca çok farklı bilgilere de ulaşıyordu. Çünkü her düşünüp taşınma, her hesaba katma ve ölçüp
biçme, değerlendirilecek şeyin düşünme süreci sırasında değişikliğe
uğramamasını da koşul kılar; ve bunun her şeye rağmen gerçekleşmesi durumunda
da bütün dikkatlerin değişim içersinde bile bir değişmeyeni bulma hedefi
üzerinde odaklanması gerekir; bu bağlamda para, bütün tinsel güçlerle
neredeyse türsel bir hısımlık içersindedir; bilginler, para örneğine bakarak
dünyayı atomlara, yasalara, hipotezlere ve tuhaf hesaplama işaretlerine
ayırırlar, teknisyenler de bu varsayımlar aracılığıyla yeni nesnelerden oluşma
bir dünya kurarlar. Bütün bunlar, Ortalama bir Alman roman okuruna Kutsal
Kitabın ahlâki düşünceleri ne kadar malumsa, dev bir endüstrinin kendisine
hizmet eden güçlerinden iyi haberdar olan sahibine de o kadar malumdu.
Kesinliğe, tekrarlanabilirliğe ve sağlamlığa yönelik, düşünme ile
planlamanın başarısının da koşulunu oluşturan bu ihtiyaç, —Arnheim, aşağıya,
caddeye bakarak düşünmeyi sürdürmekteydi— ruhsal alanda hep kaba gücün belli
bir biçimiyle tatmin edilir, insanoğlunun iç dünyasında herhangi bir şey inşa
edecek sağlam bir zemin arayan, sadece aşağı niteliklerden ve tutkulardan
yararlanmalıdır, çünkü ancak bencillikle en yoğun ilişki içersinde bulunanın
sürekliliği vardır, ve bu, her yerde hesaba katılabilir; yüksek amaçlar ise
güvenilir olmaktan uzak, çelişkili ve rüzgâr kadar geçicidir. Uzun ya da kısa
bir vadede zenginleri de fabrikalar gibi idare etmek zorunda kalınacağını
bilen adam, altında uzanıp giden, üniformalardan, gururlu ve bit yumurtası
büyüklüğündeki çehrelerden oluşma karmaşaya, içinde üstünlük ve hüzün
duygularının birbiriyle karıştığı bir gülümsemeyle bakmaktaydı. Bir noktadan
kuşku duyulamazdı: Eğer bugün Tanrı (Hz. İsa) , bin yıllık
Reich’ı aramızda kurmak için geri dönseydi, Mahşer Günü nün yanı sıra polis,
jandarma, asker, vatana ihanete ilişkin maddeler, çeşitli hükümet makamları ve
daha bunlar bağlamında ne varsa, hepsine yönelik olmak üzere, ve ruhun önceden
kestirilemeyen eylemlerini iki temel ilke ile, yani cennetin gelecekteki
sakinlerinin ancak sindirme ve dizginlerin sıkı tutulması aracılığıyla veya
tutkularının rüşvet yoluyla doyurulmasıyla, kısacası sadece “güçlü yöntem”le kendilerinden ne isteniyorsa, onun güvenilir bir
biçimde alınabileceği noktaya getirilebileceği düşüncesiyle sınırlamak
amacıyla, içinde sağlam hapishanelerin de yer aldığı bir ceza uygulaması
garanti edilmediği sürece, pratik düşünen ve deneyimli tek bir adamın güvenini
bile kazanamazdı.
Ama işte o zaman Paul Arnheim, öne çıkar ve Tanrıya şöyle derdi:
“Tanrım, neden?!
Bencillik, insan hayatının en güvenilir
niteliğidir. Politikacılar, askerler ve krallar, bencilliğin yardımıyla
senin dünyanı hile ve güç kullanarak düzene soktular, insanlığın melodisi, işte
budur; Sen ve ben, bunu itiraf etmek zorundayız. Zor kullanmayı
ortadan kaldırmak, düzeni gevşetmek olur; aslında piçin biri olmasına rağmen,
insanı yüce hedefler doğrultusunda beceri sahibi kılmak — bizim görevimiz,
ancak bu olabilir!”
Bu
arada Arnheim, kadere rıza gösterdiğini belli eden bir tavırla büyük sırların
varlığını kabul etmenin her insan için ne kadar önemli olduğunu göstermek için,
sakin bir ifadeyle Tanrıya gülümsemeyi de ihmal etmezdi. Ve ondan sonra da
konuşmasını sürdürürdü:
Ve Arnheim, Tanrıya Bin Yıllık imparatorluğu ticaretin temel ilkelerine
göre kurması, yönetimini de elbette felsefe temelinde evrensel eğitim almış
bir büyük tüccara vermesi yolunda tavsiyede de bulunurdu. Çünkü salt dinsel
alan da her zaman acı çekmek zorunda kalmıştı ve savaş zamanlarında varlığını
tehdit eden durumlarla karşılaştırıldığında, ticari bir yönetim ona da büyük
yararlar sağlayabilirdi.
Evet, Arnheim böyle konuşurdu, çünkü içinden gelen bir ses, ona insanın
akıldan ve ahlâktan olduğu kadar paradan da asla vazgeçemeyeceğini açıkça
söylüyordu. Fakat öte yandan ilki kadar derinden gelen bir başka ses de, yine aynı
açıklıkla insanın akıldan, ahlâktan ve akılcı kılınmış hayatın tamamından
vazgeçmesi gerektiğini söylüyordu. Ve özellikle Arnheim’ın, yolunu şaşırmış
bir gezegenden farksız, hemen Diotima’nın güneş kitlesine atılmaktan başkaca
bir ihtiyaç tanımadığı baş döndürücü anlarda bu ikinci ses, neredeyse daha
güçlüydü. Böyle zamanlarda düşüncelerin serpilip gelişmesi, Arnheim’a
tırnakların ve saçların uzaması kadar yabancı ve içselleştirilmiş olmaktan uzak
geliyordu. Arnheim’a göre ahlâki bir hayat, sanki ölü bir şeydi ve ahlâk ile
düzene yönelik gizli bir itici güç bulma duygusu, yüzünün kızarmasına yol
açıyordu. Aslında Arnheim’ın durumu, içinde yaşadığı çağın durumundan
farksızdı. Bu çağ paraya, düzene, bilgiye, hesaba
kitaba, değerlendirmeye, ölçüp biçmeye, özetle paranın ruhuna ve akrabalarına
tapmaktaydı, ama aynı zamanda da bütün bunlardan yakınıyordu. Bu çağ, çalışma
saatlerinde çekiç sallayıp hesap yaparken ve o saatlerin dışındaki zamanlarda
bir çocuk sürüsü gibi, aslında acı bir tiksinti tadı taşıyan “Peki şimdi ne
yapıyoruz?”un zorlamasıyla bir aşırılıktan ötekine sürüklenirken, içinden
yükselen ve geri dönmesini söyleyen bir uyarıdan da kurtulamıyordu. Bu uyarıya
işbölümü ilkesini uyguluyordu; böyle bir sezgi ve iç yakınma için elverişli
özel aydınlara, zamanın günah çıkaranlarına ve günah çıkarıcılarına, günahları
bağışlayıcı belge hazırlayıcılarına, edebi kefaret vaizlerine sahipti; insan
kişisel olarak bunlara göre davranmasını gerektirecek bir duruma girmediği
sürece, böylelerinin varlığını bilmek çok değerliydi; devletin her yıl dipsiz kültürel
kuruluşlar için harcadığı boş lâflar ve parasal olanaklar da aynı türden ahlâki
bir fidyeden pek farklı bir anlam taşımıyordu.
….
Arnheim, artık nasıl ve neden kurtarmak gerektiğini çözmek için daha fazla
çaba harcamadı; her şeyin daha farklı olması gerekirdi, o kadar.
Düşüncelerini oluştururken, yaşanmışlıklar
iç dünyasında güzel ve bağlantılardan yana zengin, ahlâki bir biçim içersinde
kristalize oldu. “Sorumluluğunun bilincinde olan bir adam” dedi kendi
kendine inançla “ruhunu armağan ettiği zaman da sadece faizleri kurban vermeli,
ama asla sermayeyi değil!” sh:219-226
**
Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam II / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam II / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften, trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar