Print Friendly and PDF

“NİTELİKSİZ ADAM ”



Ernst Fischer tarafından Niteliksiz Adam’ı tanıtmak için kaleme alınan denemede roman hakkında verdiği bilgilerden kısa bir alıntı.
Musil’in bitmemiş başyapıtı Niteliksiz Adam, uçsuz bucaksızlığıyla, bütünsellik eğilimiyle, bütün dünyayı içine alma hırsıyla, kişilerden ve düşüncelerden, olaylardan ve gözlemlerden, tut­kulardan ve yorumlardan oluşma örgüsüyle hem görkemli, hem de sorunlu bir tuhaf edebiyat eseridir. Yazarı istemiş olsun ya da olmasın, Barok’un tıkabasalığıyla, beden ve kostümlerle, perde ve arkaplanlarla, şehvet ve tepkilerle dolu olan bu roman, Avus­turya Baroku’nun son görkemli parçalarından biridir. Ve Barok tiyatrosunun tiplerinin kendilerini alegorik olarak, daha yüce bir gerçekliğin temsilcileri kimliğiyle sergilemeleri, ya da oyunun anlamını bu kimliklerin alacalı maskelerinin indirilmesinin oluşturması gibi, bu romanın tiplerinin işlevi de düşüncenin yakıtı yerine geçmektir; tiplerden her birinden çelişkili bir felsefenin bulutları yükselir, her biri kendini ve dünyayı çok-anlamlı olarak yorumlamak peşindedir. Bu bağlamda Musil’in, somut deney­den çok, bu deneyden türetilecek soyut formülü önemseyen bir deneyciye benzediği söylenebilir.
Romanda somut insanların davranışları en yüksek düzeyde bir edebi yoğunlukla sergilenir; ama daha sonra bir perde kalkar ve kapkara bir arkaplan görünür: Bu, yazarın üstüne denemesinin neyi göstermesi gerektiğini yazdığı bir karatahtadır ve bu gösterilmesi gereken de çoğu kez kabarık sayıda bilinmeyenleri olan, karmaşık bir denklemdir. Musil, kendi yazma biçimi üzerine şöyle demiştir: “Benim için önemli olan, düşünme eyleminin coşkulu enerjisidir.” Ve bir başka yerde: “Yazma sanatı, söylenecek olanı kişilere uygun kı­lan durumlar yaratmak, öte yandan da söylenecek olanı, düşün­celerin akışı içerisinden bir ölçüde etkileyici düğüm noktalarını, kişilerin fazla bir şey söylemelerine gerek bırakmaksızın seçebil­mektir.” Demek ki Musil için önem taşıyan nokta, söylenecek olan’dır; söylemek istediği için gerekli olan durum ise ardından kurgulanır. Ama öte yandan Musil, birinci sınıf bir anlatıcıdır; bu yüzden kişileri ve durumları okurun düşüncelerine silinmez bir damga vururken, dallı budaklı düşünce onu üreten zekânın bütün sıradışılığına karşın çoğu kez belirsizliğin sisleri arkasında kalır. Romanın tözü, buzlu camı andıran bir sıvıya ya da hemen dağılıp gitmesi beklenen bir sise benzer; bu tözden güçlü ve önem taşıyan insanlar çıkar, ve sonra ansızın her şey yine parıltılı bir alacakaranlık içersinde yitip gider.
Bu romanda olaylar, aynı zamanda üç sahnede birden geçer:
Önde, birinci sahnede Habsburg Monarşisinin çöküş süreci, daha derin arkaplanlara doğru açılan İkincisinde artık varlığı tartışılır bir dünyada insanların durumları, yalnızca Avusturya’ya özgü değil, fakat genel bir yıkımın yaklaşması, sınırsızlığın bulanık­lığına doğru uzanan üçüncü sahnede ise felsefe düzlemindeki gerçeklik sorunu izlenir (bu sorun Musil’in yaşantısında doğal olarak İmpkralya’daki hayaleti andıran gerçekdışılıkla çok ya­kından ilintilidir). Musil’in hazırlık notlarında şöyle denmekte­dir: “Akhilleus [ki sonradan romanın Ulrich’i olmuştur], kendi zamanından, savaştan önceki zamandan yola çıkılarak işlenip geliştirilecek. Yani ölümü tanımayan zamandan... Akhilleus, artık patolojik bir insan olduğuna inanmaktaydı. Savaşın sergi­lediği bütün insani olanaksızlıkları önceden bilmişti. Bu, onun anormalliğiydi...” Bir başka yerde: “Yine en üst düzeydeki sorun: ...Kültürün (ve kültür düşüncesinin) yıkılışı. Bu, gerçekten de 1914 yazının getirdiği şeydir...” Ve: “Atmosfer: Yıkılan (daha doğrusu: Akıl ve duygu ile ilgili sorularda hep fazladan bir olası­lık daha bilen insan. Çünkü o, durup dururken yıkılmış değildir), hep yalnız olan, her konuda çelişkiye düşen ve hiçbir şeyi değiş­tiremeyen insanın trajedisidir...” “O halde bütünü için bir ana tema: Olasılıkların insanının gerçeklikle hesaplaşması...” Ve so­nunda: “Bu varoluşun altında bir başkası bulunmaktadır. Ben, bir yanılsamadır. Bu Ben’in altında genel nitelikte, dirençli bir töz yatmaktadır.” Musil, bu genelin ne olduğu sorusunu yanıtlarken, duygusal açıdan değişim gösterdiği gizemleştirmeyi bilme yoluy­la aşma çabasındadır: “Tikel ve bütün: Bu ‘bütün’e bakalım bir kez... Bunun (politik, toplumsal) örgütlenme olduğu açık.” Sh: 40-42
["Niteliksiz Adam' adlı eseri, diğer başyapıtlardan ve romanlardan farklı kılan, onun kendine dair bir doku ve içerik bütünleşmesine sahip olmasıdır. Yani bir diğer deyişle, bütün metin, hem kendi içinde ayrı ayrı neden-sonuç ilişkileri taşır, hem de başlı başına koskoca bir neden sonuç ilişkisini oluşturmaktadır.]

Robert Musil’e yazdığı bir mektupta Thomas Mann, şöyle de­mişti: “Ölümsüzlüğünden sizinki kadar emin olduğum bir başka yaşayan Alman yazarı yok!” Ne yazık ki ölümsüzlük, borç karşılığı gösterilebilecek bir ipotek değildir ve karın doyurmaya da yara­maz. Avusturyalı romancıların en büyüğü, 1942’de sığınmacılığın yoksulluğu içerisinde öldü; geride kalan belgeleri arasında şu not bulundu: “Artık devam edemem! Kendim üzerine yazıyorum, ve yazar olduğumdan bu yana bu, ilk kez oluyor. Söylemek istedik­lerim, başlıkta. Ve son derece ciddi... Enflasyondan önce, bana sade koşullarda ulusuma bir yazar olarak hizmet etmemi sağlayan bir mal varlığına sahiptim. Çünkü bu ulus, sözünü ettiğim olanağı bana kitaplarımı satın alarak sağlamıyordu. Kitaplarımı okumu­yordu. Ancak kitaplarımı okuyan birkaç bin ya da on bin kişi var­dı, ve bana bugünkü ünümü getiren eleştirmenler ve amatörler de onların arasındaydı. Şu tuhaf ün! Güçlü, ama yüksek sesli değil. Çoğu kez üzerinde düşünmeye zorlandım: Bu ün, bir görünümün varolmasıyla varolmaması konusunda düşünülebilecek en çeliş­kili örnek...” Ve ikinci bir not: “yaşamım, ...her gün kopabilecek bir pamuk ipliğine bağlı ve son yıllarda, Niteliksiz Adam üzerinde çalışırken, insanın can düşmanı için bile istemeyeceği epey za­manlarım oldu.” Ve İsviçre’deki acı sürgünden, bir vatansızın örümcek ağı kadar zayıf yaşamından önce, onu umursamayan bir vatanda yazdıkları: “Gerçekte ise, daha Niteliksiz Adam’ı yazmaya başladığımdan bu yana o kadar yoksulum ve yaradılışım nedeniy­le her türlü para kazanabilme olanağından öylesine yoksunum ki, yalnızca kitaplarımın geliriyle, daha doğru söylemek gerekirse, yayıncımın belki de böyle bir gelirin gerçekleşebileceği umuduy­la bana verdiği avanslarla yaşıyorum.”
6 Kasım 1880’de Avusturya’nın bir taşra kenti olan Klagenfurt’da doğan Robert Musil, 15 Nisan 1942’de Cenevre’de öldü. Avusturya-Macaristan ordusunun bu genç subayı, öncele­ri makine mühendisliği ve felsefe öğrenimi gördü. Mühendis oldu, “Musil Renkli Çarkı”nı icat etti, başlangıçta edebiyatta değil, ama iş yaşamında kök saldı. İmparatorluğun yıkılmasının ardından, 1920’den 1922’ye kadar Avusturya Federal Ordu İşleri Bakanlığında uzman danışman olarak çalıştı. Daha sonra Berlin’e gitti ve, hiç tereddüt etmeksizin, yazar oldu. İlk romanı için bul­duğu konuyu bir arkadaşına bırakmak istedi. Arkadaşı konuya el atmayınca, mühendis Robert Musil sonunda bütün cesaretini toplayıp edebiyata bir kaçamak yaptı. Sh: 13-14

Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam - I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften,  trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları - 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,

HEP RUHUNU SATANLARI SÖYLERİZ, YA  KULLANANLAR


Niteliksiz Adam
“Robert MUSİL”
İnsanın ruhunu satabileceği şeytan hikâyesine belki bu insanların hepsi inanmıyor olabilir; ama din adamı, tarihçi ve sanatçı olarak ruhun sırtından iyi paralar kazandıkları için ruhtan biraz anlamak zorunda olan herkes, ruhun matematik tarafından yıkıldığına ve matematiğin insanı bir yandan yeryüzünün efendisi kılarken öte yandan da makinenin kölesi yapan kötü bir aklın kaynağı olduğuna tanıklık ediyor.
Bu anlatılanlara göre insanoğlunun iç dünyasındaki kuraklık, ayrıntıda kılı kırk yarmaktan, genelde ise umursamazlıktan oluşan o korkunç karışım, insanlığın bir ayrıntılar çölündeki korkunç terkedilmişliği, tedirginliği, kötülüğü, yüreğe değgin eşsiz umursamazlığı, para hırsı, soğukluğu ve zorba­lığı gibi zamanımızı belirleyen özellikler, yalnızca ve yalnızca çok sağlam bir mantığı temel alan bir düşüncenin yol açtığı kayıpların sonucudur!
İşte o zamanlar, yani Niteliksiz Adam Ulrich’in (Robert Musil) matematikçi olduğu dönemde de, artık insanın inançtan, sevgiden, saflıktan, iyilikten yoksun olması nedeniyle Avrupa kültürünün çökeceği kehanetin­de bulunanlar çıkmıştı ve ne ilginçtir ki bütün bu kişiler, gençlik ve okul dönemlerinde kötü birer matematikçi olmuşlardı. Böylece de matematiğin, doğa bilimlerinin anası ve tekniğin büyük anası olan matematiğin, sonunda zehirli gazlara ve savaş uçaklarına kaynaklık eden ruhun da ilk anası olduğu sonradan onları haklı çıkaracak biçimde kanıtlanmıştı.
-……………..
 İnananlarına şöyle diyebilecek olan adam, henüz dün­yaya gelmemişti: Çalın, öldürün, ahlâksızlık yapın -bizim öğre­timiz öylesine güçlüdür ki, günahlarınızın çirkef kokan suyunu bembeyaz köpüklü pınar sularına dönüştürebilir; buna karşılık bilim alanında birkaç yılda bir o zamana kadar yanlış sayılanın bütün görüşleri altüst ettiğine ya da gösterişsiz ve aşağı görülen bir düşüncenin yeni bir düşünce imparatorluğunun hükümdarı olduğuna rastlanıyordu; bilimde böyle olaylar yalnızca köklü dönüşümler olarak kalmayıp, göğe uzanan merdivenler gibi, her şeyi yükselmeye götürüyordu. Bilimde olup bitenler, bir masal­daki kadar güçlü, umursamaz ve görkemlidir. Ve Ulrich, şunu hissediyordu: İnsanlar bunu bilmiyorlar, o kadar; nasıl düşünülebileceğinden haberleri bile yok; onlara düşünmek yeniden öğretilebilseydi, o zaman onlar da farklı yaşarlardı.
Şimdi insan kendine doğal olarak şunu soracaktır:
Dünyada her şey bu kadar ters mi işliyor ki, ortaya hep düzeltmek zorun­luluğu çıksın?
Ama dünyanın kendisi çok zaman önce buna iki yanıt vermişti. Çünkü dünya varolduğundan bu yana insanların çoğu gençliklerinde düzeltmekten yana çıkmışlardır. Yaşlıların var olana bağlı kalmalarını ve beyinleri yerine bir parça etten baş­ka bir şey olmayan yürekleriyle düşünmelerini gülünç buldular. Bu genç insanlar, yaşlıların ahlâki açıdan sergiledikleri aptallığın aynı zamanda, tıpkı normal entelektüel aptallık gibi, yeni bağlan­tılar kurabilme yeteneğinin eksikliği anlamına geldiğinin ayırdına vardılar; onların kendileri açısından doğal saydıkları ahlâk ise edimin, kahramanlığın ve değişimin ahlâkıydı. Yine de eylemde bulunabilecekleri yıllara adım atar atmaz bunları unuttular ve hatırlamak da istemediler.
Sh:118-121

Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam - I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften,  trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları - 1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,


Niteliksiz Adam
“Robert MUSİL”
Ne var ki Ulrich kafasını yine o gençliğindeki soru, bütün o önemsiz ve daha yüce bir anlamda da doğru olmayan açıklamaların dünya tarafından neden böylesine tedirgin edici ölçüde desteklendiği sorusu kurcaladı. “İnsan ancak yalan söylediğinde hep bir adım ilerliyor” diye düşündü;
Ulrich tutkulu bir insandı, ama burada tutkudan, ayrı ayrı tutkular diye adlandırılanları anlamamak gerekir. Ulrich’i hep bütün bunların içine sürüklemiş olan bir şey vardı herhalde, ve bu, belki de tutkuydu, fakat heyecanlıyken ve heyecan sonu­cu olan eylemlerde bile Ulrich’in tutumu aynı zamanda hem tutkulu, hem de umursamazdı. Yaşanabilecek hemen her şeyi yaşamıştı, şimdi de kendini her an, onun için herhangi bir anlam taşıması gerekmeyen, buna karşılık eylem içgüdüsünü kışkırtan bir şeyin içine atabileceğini hissetmekteydi. Bu nedenle yaşamı­na ilişkin olarak ve biraz abartıyla, bu yaşamın içindeki her şeyin ondan çok birbirlerine aitmiş gibi olup bittiğini söyleyebilirdi. İster kavgada, ister aşkta olsun, A’yı hep B izlemişti. Ve bu du­rum karşısında Ulrich, bu bağlamda kazandığı niteliklerin kendi­sinden çok birbirlerine ait olduklarına inanmak durumundaydı; hatta, kendini iyice incelediğinde, bu niteliklerden her birinin onunla ilişkisinin, aynı nitelikleri kazanmak isteyen başka insan­lara oranla daha yakın olmadığını anlıyordu.
Fakat yine de insanın, onlarla bütünleşmese bile, böyle nitelikler tarafından belirlendiği ve bunlardan oluştuğu kuşku­suzdur, ve insan bu yüzden bazen kendi kendine, dingin halinde de hareketlilikte olduğu gibi yabancı gelir. Eğer Ulrich’in nasıl biri olduğunu tarif etmesi gerekse, sıkıntı çekerdi, çünkü pek çok insan gibi o da kendisini hep ancak bir görev bağlamında ve böyle bir görevle ilişkisi doğrultusunda sınamıştı. Özbilinci ne zarar görmüştü, ne de şımartılmış ve kendini beğenmişti, ve bu özbilinç, adına vicdani muhasebe denilen o kendini onarma ve yağlama işlemini gereksinmiyordu. Güçlü bir insan mıydı Ulrich? Bunu bilmiyordu; belki de bu konuda çok kötü sonuçlara yol açabilecek bir yanılgı içersindeydi. Ama hep gücüne güvenen bir insan olduğu kesindi. Şimdi bile kendi yaşantılarına ve nite­liklerine sahip olmak ile bütün bunlardan uzak kalmak arasında­ki farkın yalnızca bir tutum farkı, belli bir anlamda irade ürünü bir karar veya genellik ile kişisellik arasında yer alan, insanın sathında varolduğu bir derece olduğundan kuşku duymuyordu. Basitçe ifade etmek gerekirse, insan başına gelenler veya yap­tıkları karşısında daha çok genel ya da daha çok kişisel bir tutum alabilir. Bir darbeyi bir acı olmasının dışında, bir kırgınlık olarak da alabilir ve darbe, bu yüzden dayanılmaz ölçüde ağırlaşır; ama aynı darbe sportmence, insanı ne korkutması ne de kör bir öfke­ye sürüklemesi gereken bir engel olarak da alınabilir, o zaman in­sanın bu darbeyi hiç fark etmemesi de ender rastlanan olaylardan değildir. Fakat bu ikinci şıkta olan, aslında darbenin genel bir bağlama, kavga eylemi bağlamına yerleştirilmesinden başka bir şey değildir ve bu arada darbenin özünün, yerine getirmesi öngö­rülen görevden bağımsız olduğu ortaya çıkmıştır. Ve özellikle de bu görünümü, yani bir yaşantının önemini, dahası içeriğini ancak birbirinin sonucu olan eylemlerden oluşma bir zincir içersinde kazanması şeklindeki görünümü, o yaşantıyı sadece kişisel bir olay değil, fakat tinsel gücüne yönelik bir meydan okuma sayan her insan sergiler. O zaman da o insan, ne olursa olsun, yaptığını daha zayıf hissedecektir; gelgelelim ne tuhaftır ki boksta üstün bir tinsel güç sayılan, boks yapmasını bilmeyen insanlarda mane­vi yanı ağır basan bir yaşam biçimine eğilim olarak ortaya çıktı­ğında, yalnızca soğukluk ve duygusuzluk diye adlandırılır.
Duruma göre genel veya kişisel bir tutum uygulamak ya da talep etmek için kullanılagelen başkaca ayrımlar da vardır. Bir katilin işini ciddi tutması, vahşilik diye yorumlanır; karısının kollarında bir problemi çözmeyi sürdüren profesörün davranışı, kemikleşmiş bir kuruluk sayılır; yıkıma sürüklenen insanların üzerine basa basa yükselen bir politikacınınki, kazandığı başa­rıya göre alçaklık ya da büyüklüktür; başkalarında olduğunda mahkûm edilen bu sarsılmazlık, askerlerden, cellatlardan ve cerrahlardan neredeyse talep edilir. Her defasında nesnel açıdan doğru tutum ile kişisel açıdan doğru tutum arasında ödün veri­lerek sağlanan uzlaşmadan yansıyan kendine güvensizlik, çarpı­cıdır; bunu belirgin kılmak için verilen örneklerin ahlâk yanına daha fazla eğilmeye gerek yoktur.
Bu güvensizlik, Ulrich’in kişisel sorununa daha geniş bir arka plan eklemekteydi, insanlar eskiden bugüne oranla daha rahat bir vicdanla birey olurlardı. Eskiden insanlar saman sapla­rına benzerlerdi; Tanrı, dolu, yangın, salgın ve savaşın etkisiyle büyük bir olasılıkla bugüne oranla çok daha fazla oraya buraya savrulurlardı, ama bir bütün olarak bakıldığında, kentler bo­yutunda, belli bir arazi boyutunda, tarla boyutunda ve tek bir saman sapı için kişisel hareket alanı bağlamında geriye daha ne kalıyorsa, o boyutta bakıldığında, bütün bu olanlar sorumluluğu üstlenilebilen, ne olduğu bilinebilen şeylerdi.
Bugün ise so­rumluluğun ağırlık noktası insanda değil, bağlamlarda yatıyor.
Yaşantıların kendilerini insandan bağımsız kıldıklarının ayırdına varılmadı mı?
Yaşantılar tiyatroya taşındılar; kitaplara, araştırma merkezlerinin ve araştırma amaçlı yolculukların raporlarına geç­tiler; yaşamanın belli türlerini, toplumsal bir deney yaparcasına ötekilerin zararına geliştiren fikir ve din topluluklarına gittiler, ve iş başında olmadıkları zaman da, öylece havada süzülmekteler; bugün herhangi bir kimse, başkaları işine bunca karışırlarken ve her şeyini ondan daha iyi bilirlerken, öfkesinin hâlâ gerçekten kendi öfkesi olduğunu bilebilir mi?!
Artık adamsız niteliklerden, yaşayanı olmayan yaşantılardan oluşma bir dünya çıktı ortaya, ve görünüşe bakılırsa sanki ideal konumda, insanın artık hiçbir şeyi kendi özelinde yaşamayacağı ve kişisel sorumluluğun o dostane ağırlığının olası anlamlardan meydana gelen bir formül­ler sisteminde eritileceği söylenebilecek.
İnsanı onca uzun bir zaman boyunca evrenin merkezi sayan, ama artık yüzyılların akışı içersinde kaybolmaya yüz tutmuş insanmerkezci tutum, büyük bir olasılıkla Ben’in kapısına gelip dayanmıştır, çünkü bir şeyi yaşamanın en önemli yanının o şeyi yaşamak, eylemin en önemli yanının da eylemde bulunmak olduğu yolundaki inanç, insanların çoğuna artık bir safdillik gibi gözükmeye başladı. Çok kişisel yaşayan insanlar gerçi hâlâ var; bu gibileri: “Dün şuna ya da buna gittik” veya “bugün şunu ya da bunu yapıyoruz” demekteler, ve başkaca bir içeriğe ya da anlama gerek duymaksızın buna seviniyorlar. Parmaklarının temas ettiği her şeyi seviyorlar ve ne kadar mümkünse o kadar özel kişi oluyorlar; dünya, onlarla ilintisi kurulduğu anda özel dünya oluyor ve bir gökkuşağı gibi parlıyor. Belki de çok mutlular bu insanlar; ama nedeni asla kesin olmamasına karşın, başkalarına sırf bu yüzden saçma geliyorlar.  Ulrich, bu düşünceler karşısında ansızın, kendinin bir karakteri olmamasına karşın, gene de bir karakter olduğunu gülümseyerek itiraf etmek zorunda kaldı. Sh:268-271
Gerçi ruhu öldüren, ama daha sonra onu genel kullanım için küçük küçük konserveler halinde saklayan bir aracı da ruhun eski­den beri akılla, inançlarla ve pratik eylemlerle bağlantısı olmuştur; bu bağlantı bütün ahlâki öğretiler, filozoflar ve dinler tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ruhun ne olduğunu ancak Tanrı bilir! Yalnızca ruhun sesine kulak vermeye yönelik ateşli arzunun geride ölçüsüz bir hareket alanı, gerçek anlamda bir anarşi bıraktığı kuşkusuzdur, ve neredeyse kimyasal arılıktaki ruhların da suç işlediklerini gösteren örnekler vardır. Buna karşılık bir ruh ahlâka, dine, felsefeye, köklü bir burjuva eğitimine ve görev ve güzellik alanlarında ideallere sahip olur olmaz, ona kurallardan, koşullardan ve uygulama ilkelerinden oluşma, daha dikkate değer bir ruh olmayı düşünmeye meydan bulamadan uymak zorunda olduğu bir sistem armağan edilir, ve ruhun kor ateşi, tıpkı bir yüksek fırınınkiler gibi, kumdan yapıl­ma, düzenli dörtgenlere yöneltilir. Ondan sonra geriye yalnızca herhangi bir eylemin hangi buyruğun alanına girdiği gibi, yoruma ilişkin mantıki sorular kalır, ve o zaman ruh, ölülerin hareketsiz upuzun yattığı, geride kalan bir parça yaşamın nerede doğruldu-ğunun ya da inlediğinin hemen farkına varıldığı bir savaş alanı gibi her yanıyla görülebilir. Bundan ötürü insan, eline geçen ilk fırsatta bu geçişi gerçekleştirir. Gençlikte bazen rastlandığı gibi inanç sorunlarından ötürü acı çektiğinde, hemen inanmayanların peşine düşer; aşk kafasını karıştırdığında, onu evliliğe dönüştürür ve üstüne başkaca bir coşkunun ağırlığı çöktüğünde, hep onun ateşi içersinde yaşamanın olanaksızlığından dolayı kaçar, sırf bu ateş için yaşamaya başlar. Başka deyişle, her biri bir içeriği ve itici gücü gereksinen günlerinin çok sayıdaki anlarını kendi ideal konumu yerine bu ideal konum için harcadığı çabalarla, yani bu ideal ko­numa ulaşmasına hiçbir zaman gerek bulunmadığı konusunda ona kesin güvence veren, amaca yönelik çok sayıda araçlar, engeller ve küçük olaylarla doldurur. Çünkü ruhla donanmışlığın ateşine kesintisiz olarak dayanabilmek, ancak uçukların, ruh hastalarının ve saplantılı kişilerin işidir; sağlıklı insan ise, bu gizemli ateşin bir kıvılcımı bile eksik olsa, hayatın yaşanmaya değer olmayacağı yolundaki açıklamayla yetinmek zorundadır.
……..
Ahlâk alanında ta başında, tanımlanması olanaksız bir ateşin tutuşturulmuş olduğunu, bu manzara karşısında ken­disi gibi düşünen bilinç sahibi birinin bile bakışlarını yanmış kömürlere dikmekten başka bir şey yapamadığını hissederdi.
O zaman bütün dinler ve söylenceler tarafından dile getirilen, dinsel buyrukların insanlara tanrılar tarafından armağan edildiği öyküsü, bu öyküdeki karanlık görünüm, yani pek tekin olmasa da herhalde yine de tanrıların hoşuna giden, ruha ilişkin bir erken evre sezgisi, insanı normalde onca kendinden mem­nuniyetle dört bir yana yayılan düşüncesinin sınır bölgelerinde tuhaf bir tedirginliğe yol açar. Sh:318
**
Ruh denilen şeyi biyolojik ve psikolojik açıdan bütünüyle kavramayı ve kullanmayı öğrenmesinden sonra, in­sanın hâlâ bir ruhunun olabileceği düşünülebilir mi?
Ama biz, yine de bu duruma ulaşmak için çaba harcıyoruz! Olay bu işte. Bilmek bir tutumdur, bir tutkudur. Aslında onaylanamayacak bir tutumdur; çünkü içki tutkusu, cinsellik tutkusu ve zorbalık tut­kusu gibi, bilmek zorunda olmak tutkusu da ortaya dengesiz bir karakter çıkarır. Araştırmacının doğrunun izini sürdüğü asla doğru değildir, aksine doğru, onun izini sürer. Araştırmacı, doğruyu bir acı olarak yaşar. Doğru olan, doğrudur ve olgu da gerçektir, ve bütün bunlar araştırmacıyı umursamadan böyledir; araştırmacıda yalnızca karakterini belirleyen tutku vardır, gerçeğin bir ayyaş gibi tiryakisidir, ama yaptığı saptamaların bir bütüne, insanca bir şeye, yetkinliğe ya da başkaca bir şeye dönüşüp dönüşmemesine metelik bile vermez. Burada çelişkilerle dolu, acı çeken ve bu ara­da olağanüstü bir eylemde bulunma gücüne sahip bir yaradılışın varlığı söz konusudur!”
“Çevremize, ama bu arada kendimize de bakışımız her gün değişiyor. Bir geçiş döneminde yaşamaktayız. En önemli görevlerimizi bugüne kadar olduğundan daha iyi ele almadığımız takdirde bu dönem, belki de gezegenimiz yok olup gidene kadar sürer. Ama buna rağmen karanlıkta kalan insan, bir çocuk gibi korkudan şarkı söylemeye başlamamalıdır. Oysa insanın bu dün­yada nasıl davranmak gerektiğini biliyormuş gibi yapması, aslında korkudan söylenen bir şarkıdır; bağırışınla yeri göğü sarsabilirsin, fakat bu sadece korkudur! Ayrıca şuna da inanıyorum ki, hepimiz atlarımızı tırısa kaldırmış gitmekteyiz! Hedeflerden henüz çok uzağız, hedefler yakınlaşmıyor, onları hiç görmüyoruz, daha yolu­muzu çok şaşıracağız ve atları değiştirmek zorunda kalacağız; ama günün birinde  öbür gün ya da iki bin yıl sonra  ufuk akmaya başlayacak ve dev dalgalarla üstümüze saldıracak!” sh:358-359
**
Hepimiz hemen her zaman aynı insanla kavga ederiz. Kendilerine onca anlamsızca bağlı kaldığımız insanların kim oldukları araştırılsaydı eğer, onların aslında anahtarlardan sakal bırakmış, kilitlerini ise bizim taşıdığımız adam olduğu or­taya çıkardı.
Peki ya aşkta durum nasıldır?
İnsanlar sabah akşam hep aynı sevilen yüze bakarlar, ama gözlerini kapattıklarında bu yüzün nasıl olduğunu söyleyemezler. Ya da sevgiyi ve nefreti bir yana bırakırsak eğer: Her şey sürekli bir biçimde ve alışkanlıklara, insanların keyfine ve bakış açılarına göre ne kadar çok değişim geçirir! Sevincin yanıp kül olduğu, onun altından ortaya yok edil­mesi olanaksız bir keder çekirdeğinin çıktığı, ender midir?! İnsan kaç kez umursamazlıkla bu başka insana vurup durur, oysa aslında onu rahat bırakmak elindedir. Yaşam, sanki olduğu gibi olmak zorundaymış izlenimini yaratan bir yüzeydir, oysa asıl olup bitenler bu yüzeyin altındadır. Sh: 392

Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam  I / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften,  trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları  1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,


Niteliksiz Adam
“Robert MUSİL”
TİNİSİM, [psikoloji ]: 1 .    Ruh. 2 .   felsefe  Birtakım fizik ötesi kurucularının, gerçeği ve evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsedikleri madde dışı varlık.

Tuzzi’lerdeki buluşmalar artık düzenli ve yoğun sürecinin yörün­gesine oturmuştu. Daire Başkanı Tuzzi, “Konsil” sırasında “yeğen” ile konuştu. “Bütün bunların daha önce de olduğunu biliyor musunuz?”
Gözleriyle, kendisine yabancılaşmış olan evindeki kaynaşan kalabalığı işaret etti. “Hıristiyanlığın başlarında; Hazreti İsa’nın doğumundan hemen sonraki yüzyıllarda. O zamanlar, fokur fokur kaynayan Hıristiyan-Levanten-Helen-Yahudi kazanında sayısız ta­rikatlar kurulmuştu.” Tuzzi, bu tarikatları saymaya başladı: “Adamitler, Kabilliler, Ebionitler, Koliridyanlar, Arkontikler, Enkratitler, Ophitler...”; Tuzzi, Hıristiyanlık öncesine ve erken Hıristiyan­lık dönemine ait dini tarikatlardan oluşma, uzun bir listeyi, birinin yaptığı herhangi bir şeyin hızlı tempo yansıtan alışılagelmişliğini ehlileştirircesine gözden saklamak istediğinde sergilediği o tuhaf, aslında içinde bir aceleciliği gizleyen ağırlıkla sayıp dökmekteydi; bu tutum, karısının kuzenine aslında bu evde olup bitenler hak­kında özel nedenlerden ötürü belli ettiğinden çok daha fazlasını bildiğini dikkatle anlatmak istiyormuş izlenimini yaratıyordu.
Daha sonra sözüne devam etti ve biraz önce andığı adların açık­lamasına girişerek, bir tarikatın, bekâreti koşul kılmasından ötürü evliliğe karşı çıktığını, bir başkasının ise yine bekâret talebinde bulunduğunu, ama bu hedefe tuhaf bir biçimde ölçüsüz yaşamaya ilişkin dinsel kurallarla varmayı amaçladığını anlattı.
Tarikatlar­dan birinin üyeleri, kadın bedenini bir şeytan icadı saydıklarından kendi kendilerini sakatlıyorlardı, öteki tarikatların uygulamaların­da ise kadınlar ve erkekler kilise toplantılarında soyunuyorlardı.
Cennette Havva’yı baştan çıkardığı söylenen yılanın aslında tan­rısal bir kişilik olduğu sonucuna varan, inançlı kılı kırk yaranlar, hayvanlarla cinsel ilişkiye giriyorlardı; başkaları da bakirelere hoş gözle bakmıyorlardı, çünkü bilimsel temelli inançlarına göre Tan­rının annesi, Hazreti İsa’dan başka çocuklar da doğurmuştu ve bu yüzden bekâreti kabul etmek, tehlikeli bir yanılgı olurdu.
Birileri hep ötekilerin yaptıklarının tam tersini, üstelik de yaklaşık olarak aynı nedenlerden ve inançlardan ötürü yapmaktaydı. — Tuzzi, bü­tün bunları, tuhaf olsalar da tarihsel olaylara yakışan bir ciddiyetle ve sesinde erkekler arasındaki şakalara özgü bir alt tonla anlatmak­taydı. Duvarın yanında duruyorlardı; Daire Başkanı Tuzzi, dudak­larında küçük ve öfkeli bir gülümsemeyle sigarasının izmaritini bir tablaya attı, kafası hâlâ karışık olarak kalabalığa baktı ve sanki tam bir sigara içimlik süre kadar konuşmak istermişçesine, sözlerini şöyle noktaladı:
“Zannediyorum o zamanlar egemen olan fikir ayrılık­larının ve kişisel görüşlerin durumunun bizim edebiyatçılarımızın çekişmelerini hatırlatan çok yanı var. Bunlar yarın havada dağılmış olacak. Eğer çeşitli tarihsel koşullar yüzünden tam zamanında po­litik etkinliğe sahip, tinsel bir memuriyet sistemi oluşmasaydı, o zaman bugün Hıristiyanlık inancının izi bile kalmayacaktı...”
Ulrich, buna katıldı. Ücretleri resmen cemaat tarafından öde­nen din görevlileri, resmi kuralların hafife alınmasına izin vermez­ler. Ben, genel olarak ortak niteliklerimize karşı haksız bir tutum içinde olduğumuzu düşünüyorum; o niteliklerin güvenilirliği olma­saydı, tarih asla oluşamazdı, çünkü tinsel çabalar hep tartışmalıdır ve havada kalır.”
Bu arada karısının yeğeni de tıpkı kendisi gibi, can sıkıcı bir yakınlıkla önüne bakmaktaydı ve konuşmaya ara verildiğinin farkı­na bile varmamıştı. Tuzzi, bir şeyler söylenmesi gerektiğini hissetti; kendini sık hayal gören ve suskunluğuyla kendini ele verebileceğin­den korkan bir insan gibi tehdit altında hissediyordu. “Her şey hak­kında olumsuz düşünmekten hoşlanıyorsunuz,” dedi gülümseyerek, din görevlilerine ilişkin söylem o âna kadar kulaklarının önünde içeri girmeyi beklemişçesine “ve karım herhalde, akrabalıktan kay­naklanan bütün sempatisine rağmen, sizin katkınızdan biraz olsun korkmakta haksız değil. Böyle konuşmama izin verirseniz eğer, hemcinslerinize ilişkin düşünceleriniz biraz küçültücü spekülasyon olmak eğiliminde.”
“Bu, mükemmel bir söylem,” diye karşılık verdi Ulrich sevinçle “her ne kadar böyle bir söylemin gereğini yerine getiremeyeceğimi alçakgönüllülükle söylemek zorunda olsam da! Çünkü insanla ilgili küçültücü veya yüceltici spekülasyonda bulunan, hep dünya tari­hidir; bunu, küçültücü yoldan hile ve zorbalıkla, yüceltici yoldan da yaklaşık olarak burada muhterem eşinizin denemeye çalıştığı gibi, düşüncelerin gücüne inanmakla yapar. Dr. Arnheim da, söy­lediklerine inanmak gerekirse eğer, bir yücelticidir. Buna karşılık meslekten bir küçültücü olarak sizin bu melekler korosu içersinde bilmekten hoşlanacağım duygularınızın bulunması gerekiyor.”
Daire Başkanı Tuzzi ye anlayışlı bir ifadeyle baktı. Tuzzi, ce­binden sigara tabakasını çıkartarak omuzlarını kaldırdı. “Neden bu konuda karımdan farklı düşünmem gerektiğine inanıyorsunuz?” diye karşılık verdi. Sohbetin kişisel bir noktaya dönmesini reddet­mek istemiş, ama yanıtıyla bu noktayı güçlendirmişti; karşısındaki neyse ki bunun farkına varmadı ve konuşmasını sürdürdü: “Bizler, herhangi bir biçimde içine girdiği her kalıba uyan bir kitleyiz!” Tuzzi: “Bu, beni aşar” gibisinden kaçamak bir yanıt verdi. Ulrich, buna sevindi. Böylesi, kendisinin tam karşıtıydı; tin­sel kışkırtmaya karşılık vermeyen, fakat hemen bütün kişiliğini korumaktan başkaca bir savunma aracına sahip bulunmayan veya öyle bir aracı kullanmak istemeyen birisiyle konuşmaktan çok zevk alırdı.

Ulrich lâfı fazla dolandırmadan. “Siz neye inanıyorsunuz?” diye sözünü kesti,
“Ama bakın!” dedi Tuzzi. “Ben artık çocuk değilim ki buna öyle hemen yanıt verebileyim! Ben sadece şunu söylemek istedim: Bir diplomat kendini zamanının tinsel akımlarıyla ne ölçüde öz­deşleştirebilirse, mesleği kendisine o ölçüde kolay gelecektir. Son kuşaklar boyunca ortaya çıkmıştır ki, tinin bütün alanlardaki iler­lemeleri büyüdüğü ölçüde insanın da diplomasiye duyduğu ihtiyaç artmıştır; ama sonuçta bu da zaten çok doğal!?”
“Elbette?! Fakat böylece siz de benim söylediğimin aynısını söylemiş oluyorsunuz!” dedi Ulrich yüksek sesle ve vermek istedik­leri resme, yani birbirleriyle ölçülü bir sohbeti yürüten iki beyefen­dinin görüntüsüne uygun düştüğü ölçüde hararetle.
“Ben, üzülerek tinsel ve iyi olanın, kötünün ve maddi olanın yardımı olmaksızın sürekli ayakta kalamayacağını vurguladım, ve siz de bana yaklaşık olarak ne kadar çok tin varsa o kadar dikkat gereklidir, diye yanıt veriyorsunuz. O halde şöyle diyelim: insana aşağılık biriymiş gibi davranılabilir ve bu yoldan istenilen yere götürülmesi sağlanamayabilir; ama aynı insan coşkuya itilebilir ve yine istenilen yere götü­rülmesi sağlanamayabilir. Bu yüzden bizler, bu iki yöntem arasında gidip geliriz, iki yöntemi birbiriyle karıştırırız; bütün dediğimiz, budur. Kanımca ben, sizin itiraf etmek istediğinizden çok daha ileri ölçüde sizinle bir görüş birliğinin mutluluğunu yaşamaktayım.”
Daire Başkanı Tuzzi, sorusuyla onu tedirgin eden kişiye dön­dü; küçük bir gülümseme, minik bıyığını yukarı kaldırdı, parlak gözlerinde alaycı ve hoşgörülü bir ifade belirdi; bu tür bir konuş­maya son vermek istiyordu, çünkü böylesi, dümdüz bir buzdan ze­min gibi tehlikeliydi ve çocukların buzda gelişigüzel kaymaları gibi amaçsızdı. “Bakın, bu söyleyeceğimi belki de barbarlık sayacaksı­nız,” diye karşılık verdi “ama size açıklayacağım: Aslında yalnızca profesörlerin felsefe yapmasına izin verilmeli! Bizim tanınmış ve büyük filozoflarımızı elbette bunun dışında tutuyorum, onları çok takdir ederim ve hepsini de okudum; ama onların durumu farklı. Profesörlerimiz ise bunun için atanmışlar, onlarınki bir meslek ve daha başka bir şey olması da gerekmiyor; sonuçta alan tükenmesin diye öğretmenlere de ihtiyaç var. Ama bunun dışında, vatandaşın her şey üzerine kafa yormaması gerektiği yolundaki o eski Avus­turya ilkesinin haklılığını kabul etmek gerekiyor. Çünkü bu yolla ortaya iyi bir şeyin çıktığı çok ender, çıkanda da hep biraz cüret­kârlık havası var.”
….
“Soru, çok daha genel sorulabilir” diye düşüncesini açıkladı Ulrich. “Bir insan, her şeyi elde edebilecek kadar zengin ve nüfuz­lu ise eğer, o zaman neden yazar? Aslında belki de safça sormam gereken, şu: Bütün meslekten anlatıcılar, neden yazarlar? Aslında olmamış bir şeyi anlatırlar; sanki olmuşçasına. Burası açık. Ancak yaptıkları şey, hayata zengin adamın çevresini alan ve onun ken­dilerine ne kadar az aldırdığını anlatmaya doyamayan otlakçıların bu adama duydukları gibi bir hayranlık duymak mıdır? Ya da hep yineleyerek geviş mi getirirler? Veya gerçekte erişemedikleri ya da taşıyamadıkları bir şeyi hayal dünyasında üreterek bir tür mutluluk hırsızlığı mı yaparlar?”
“Siz kendiniz hiç yazmadınız mı?” diye sözünü kesti Tuzzi.
“Benim için çok tedirgin edici bir şey, ama asla. Çünkü asla bunu yapmak zorunda kalmayacak kadar mutlu değilim. Ben, kısa sürede buna ihtiyaç duymadığım takdirde, bütünüyle anormal bir yaradılıştan ötürü kendimi öldürmeye karar vermiş biriyim!”
Bunu öylesine ciddi bir sevimlilik ifadesiyle söylemişti ki, bu şaka, kendisi istemeksizin, ıslak bir taşın ortaya çıkışı gibi konuş­manın akışının dışına taşmıştı..sh:91-101
**
Düşünceleri asla huzur bulmuyordu ve her şeyin hiçbir yerde bir düzene kavuşamayan, sürekli göçebe kalıntılarının farkına varıyor­du. Bu yüzden sonunda insanlar içinde yaşadıkları zamanın ruhsal kısırlığa mahkûm olduğuna ve bu durumdan ancak sıradışı bir olayla veya çok sıradışı bir insanla kurtarılabileceğine inanmışlardı. O sıralar­da entelektüel diye nitelendirilen insanların arasında Kurtarmak kelime grubunun rağbet görmesi, işte böyle gerçekleşmişti. En kısa zamanda bir Mesih’in gelmemesi durumunda artık böyle devam edilemeyeceğine inanılmıştı. Duruma göre bu, tababeti insanlar bir yanda hiç yardım alamadan hastalanıp ölürken, soğukkanlılıkla sürdürülen bilimsel araştırmalardan kurtaracak bir tıp Mesih’i ola­bilirdi; veya milyonlarca insanı tiyatrolara sürükleyebilen ve bunun yanı sıra koşulsuz bir tinsel yücelik taşıyabilen bir oyun yazabilecek bir edebiyat Mesih’i olabilirdi: Aslında her insani etkinliğin ancak özel bir Mesih aracılığıyla yeniden kendini bulabileceği yolundaki bu inancın yanında, pek tabii ki her şeyi düzeltebilecek kadar güçlü bir Mesih’e yönelik yalın ve hiçbir şekilde parçalanmamış bir talep de vardı. Böylece o zamanlar, yani büyük savaştan hemen önce, gerçekten de Mesih’lerin damgasını taşıyan bir zaman yaşanmaktaydı, ve her ulus tek başına bir bütün halinde kurtarılmayı istese bile, bu alışılmadık ve özel bir şey anlamını taşımıyordu.
Konuşulan her şey gibi bunu da kelimesi ke­limesine ciddiye almamak gerekiyordu. “Bugün Mesih geri dönseydi eğer,” dedi kendi kendine “o zaman onun hükümetini de öteki hükümetler gibi düşürürlerdi!”
 Kısaca işin kiliseye ait kısmıyla başla­nılacak olursa, insan dine inandığı sürece, iyi bir Hıristiyan’ı veya dini bütün bir Yahudi’yi umudun veya esenliğin kaçıncı katından aşağıya atarsa atsın, o kişi daima kendi ruhunun ayakları üstüne düşerdi. Bunun nedeni, bütün dinlerin insanoğluna armağan ettik­leri hayatın açıklanması bağlamında geride hep akıldışı, Tanrının işine akıl erdirilmezlik diye adlandırdıkları bir şeyleri bırakmasıydı; ölümlü insanoğlunun hesap tutmadığında tek yapması gereken, bu geride bırakılmış kalıntıyı hatırlamaktı, ve o zamanın ruhu ha­linden memnun olarak ellerini ovuşturabilirdi. Bu ayakları üstüne düşmeye ve ellerini ovuşturmaya dünya görüşü deniyor; çağımız insanının artık unuttuğu da işte bu. Zamanımızın insanı, haya­tı üzerine düşünmekten bütünüyle vazgeçmek zorunda, ve çoğu da bunu zaten yeterince yapıyor, ya da düşünmek zorunda olmak ve göründüğü kadarıyla buna rağmen memnuniyetin son sınırına doğru dürüst ulaşamamak gibi tuhaf bir ikileme düşüyor. Bu iki­lem zamanların akışı içersinde hem mutlak bir inançsızlığın kalı­bına girdi, hem de yeniden mutlak anlamda inançtan bağımlı oldu; bugün en çok rastlanan şekli ise, herhalde tinsiz doğru dürüst bir insan hayatının olamayacağına, fakat aşırı tin ile de olamayacağına inanılması.
Kültürümüz, bütünüyle bu inancın üstüne inşa edilmiş. Bu kültür, eğitim ve araştırma kurumlan için büyük bir titizlikle para kaynakları ayırıyor, fakat bu kaynakların fazla büyük olma­masına, eğlenceye, otomobillere ve silâhlara harcanan miktarlara oranla belirli bir küçüklük göstermesine de dikkat ediyor. Bütün yollarda becerikli olana serbest geçiş sağlıyor, ama bu kişinin aynı zamanda işini bilir olmasına da dikkat ediyor. Belli bir direnişin ardından, her düşünceyi tanıyor, fakat bu durum daha sonra kendi­liğinden o düşüncenin karşıtının da lehine oluyor. Bu durum, çok büyük bir zayıflık ve ihmalkârlık gibi gözüküyor; fakat aynı du­rum, tine tinin her şey olmadığını anlatmaya yönelik çok bilinçli bir çaba niteliğini de taşıyor, çünkü bir defaya mahsus olmak üzere bile hayatımızı hareket ettiren düşüncelerden biri mutlak anlamda, ona karşıt düşünceden geriye hiçbir şey kalmayacak ölçüde ciddiye alınsaydı, o zaman kültürümüz herhalde artık bizim kültürümüz olmaktan çıkardı!
İsyankâr bir tavırla “Ve sonra, nedir ki şu tin denen şey!” diye sordu. “Herhalde gece yarıları sırtına be­yaz bir gömlek geçirip dolaşmıyor; o halde tin, izlenimlerimize ve yaşantılarımıza uyguladığımız belli bir düzenden başka ne olabilir ki?! Ama o zaman,” dedi kararlılıkla, âniden gelen, mutluluk veren bir düşünceyle “tin, düzenli yaşamaktan başka bir şey değilse eğer, düzenli bir dünyada ona hiç ihtiyaç yok demektir!”. Sh:234-239
Arnheim yalnız başınadır. Düşünceli bir ifadeyle oteldeki dairesi­nin penceresinde durmuş, yukarıdan ağaçların yapraklarını dökmüş dallarına bakmaktadır; bu dallar, çizgilerden örülü bir parmaklık oluşturmakta, bu parmaklığın altından insanlar, bu saatlerde baş­lamış olan bir tür geçit töreninin birbirine sürtünen iki koyu ve alacalı yılanı halinde, geçip gitmektedirler.
Ruhsuz saydığını tanımlamak, o güne kadar Arnheim’a hiç güç gelmemişti. Bugün ruhsuz olmayan bir şey var mıydı ki?
Arnheim, tuhaf bir ikilem içersindeydi. Ahlâki zenginlik ile parasal zenginlik arasında yakın bir hısımlık vardı; bunu iyi bili­yordu, ve bunun neden böyle olduğunu açıklamak da çok kolaydı. Çünkü ahlâk, ruhun yerine mantığı geçiriyordu; bir ruhun ahlâkı varsa eğer, o ruh için artık ahlâki soruların varlığı söz konusu de­ğildir, sadece mantıksal sorular vardır; böyle bir ruh, yapmak iste­diği şeyin hangi buyruğa uygun düştüğünü, niyetinin nasıl yorum­lanabileceğini ve buna benzer daha başka noktaları sorgular; bütün bunlar, karmakarışık bir insan yığınının beden eğitimi yaptırılırcasına bir disipline sokulması ve bir işaret üzerine sağa doğru bir çıkış yapması, kollarını iki yana açması ve dizlerinin üstünde inip kalkması gibidir.
Gelgelelim mantık, tekrar edilebilir yaşantıları koşul kılar; çünkü olayların içinde hiçbir şeyin tekrarlanmadığı bir anaforda birbirinin yerini aldığı bir ortamda A’nın eşittir A olduğu veya daha büyüğün daha küçük olmadığı gibi derin bir bilgiyi dile getiremeyeceğimiz, fakat yalnızca hayal kurabileceğimiz açıktır; bu, her düşünürün tiksintiyle karşıladığı bir durumdur. Aynı şey, ahlâk için de geçerlidir ve eğer ortada kendini tekrar edebilen bir şey olmasaydı, o zaman bizlere hiçbir gereklilik kabul ettirilemezdi ve insana herhangi bir gerekliliği kabul ettirme hakkına sahip bu­lunmayan bir ahlâkın da zevk verici hiçbir yanı olmazdı. Ahlâkın ve aklın ayrılmaz parçası olan bu tekrar edilebilirlik niteliği, para için en yüksek derecede onsuz olunamaz bir parçadır; para, nere­deyse bütünüyle bu nitelikten oluşur ve değerini koruduğu sürece dünyanın bütün zevklerini alım gücünün yapı taşlarına ayırır; in­san, bu yapı taşlarından istediği şeyi oluşturur. Bu nedenden ötürü para, ahlâki ve akıllıdır; ve bilindiği üzere, her ahlâklı ve akıllı insan da para sahibi olmadığından, bu niteliklerin aslında paraya ait bulunduğu veya en azından paranın ahlâklı ve akıllı bir hayatın tâcı olduğu sonucuna varılabilir.
Şimdi Arnheim’ın örneğin eğitimin ve dinin mülkiyetin doğal bir sonucu olduğu gibi bir düşünceyi tam olarak paylaşmadığı ke­sindi; Arnheim’a göre mülkiyet, bu sayılanları birer yükümlülüğe dönüştürüyordu; tinsel güçlerin varlığın etkin güçleri tarafından her zaman yeterince anlaşılmadığı ve belli bir hayata yabancılık kalıntısından çok ender olarak kurtarılabildiği, Arnheim’ın vur­gulamaktan hoşlandığı bir görüştü, ve o, yani her şeye kuşbakışı bakabilen adam, ayrıca çok farklı bilgilere de ulaşıyordu. Çünkü her düşünüp taşınma, her hesaba katma ve ölçüp biçme, değerlen­dirilecek şeyin düşünme süreci sırasında değişikliğe uğramamasını da koşul kılar; ve bunun her şeye rağmen gerçekleşmesi durumunda da bütün dikkatlerin değişim içersinde bile bir değişmeyeni bulma hedefi üzerinde odaklanması gerekir; bu bağlamda para, bütün tin­sel güçlerle neredeyse türsel bir hısımlık içersindedir; bilginler, para örneğine bakarak dünyayı atomlara, yasalara, hipotezlere ve tuhaf hesaplama işaretlerine ayırırlar, teknisyenler de bu varsayımlar ara­cılığıyla yeni nesnelerden oluşma bir dünya kurarlar. Bütün bunlar, Ortalama bir Alman roman okuruna Kutsal Kitabın ahlâki düşün­celeri ne kadar malumsa, dev bir endüstrinin kendisine hizmet eden güçlerinden iyi haberdar olan sahibine de o kadar malumdu.
Kesinliğe, tekrarlanabilirliğe ve sağlamlığa yönelik, düşünme ile planlamanın başarısının da koşulunu oluşturan bu ihtiyaç, —Arn­heim, aşağıya, caddeye bakarak düşünmeyi sürdürmekteydi— ruhsal alanda hep kaba gücün belli bir biçimiyle tatmin edilir, insanoğlu­nun iç dünyasında herhangi bir şey inşa edecek sağlam bir zemin arayan, sadece aşağı niteliklerden ve tutkulardan yararlanmalıdır, çünkü ancak bencillikle en yoğun ilişki içersinde bulunanın sürek­liliği vardır, ve bu, her yerde hesaba katılabilir; yüksek amaçlar ise güvenilir olmaktan uzak, çelişkili ve rüzgâr kadar geçicidir. Uzun ya da kısa bir vadede zenginleri de fabrikalar gibi idare etmek zo­runda kalınacağını bilen adam, altında uzanıp giden, üniformalar­dan, gururlu ve bit yumurtası büyüklüğündeki çehrelerden oluşma karmaşaya, içinde üstünlük ve hüzün duygularının birbiriyle karış­tığı bir gülümsemeyle bakmaktaydı. Bir noktadan kuşku duyula­mazdı: Eğer bugün Tanrı (Hz. İsa) , bin yıllık Reich’ı aramızda kurmak için geri dönseydi, Mahşer Günü nün yanı sıra polis, jandarma, asker, vatana ihanete ilişkin maddeler, çeşitli hükümet makamları ve daha bunlar bağlamında ne varsa, hepsine yönelik olmak üzere, ve ruhun önceden kestirilemeyen eylemlerini iki temel ilke ile, yani cennetin gelecekteki sakinlerinin ancak sindirme ve dizginlerin sıkı tutul­ması aracılığıyla veya tutkularının rüşvet yoluyla doyurulmasıyla, kısacası sadece “güçlü yöntem”le kendilerinden ne isteniyorsa, onun güvenilir bir biçimde alınabileceği noktaya getirilebileceği düşün­cesiyle sınırlamak amacıyla, içinde sağlam hapishanelerin de yer al­dığı bir ceza uygulaması garanti edilmediği sürece, pratik düşünen ve deneyimli tek bir adamın güvenini bile kazanamazdı.
Ama işte o zaman Paul Arnheim, öne çıkar ve Tanrıya şöy­le derdi:
“Tanrım, neden?!
Bencillik, insan hayatının en güvenilir niteliğidir. Politikacılar, askerler ve krallar, bencilliğin yardımıyla senin dünyanı hile ve güç kullanarak düzene soktular, insanlığın melodisi, işte budur; Sen ve ben, bunu itiraf etmek zorundayız. Zor kullanmayı ortadan kaldırmak, düzeni gevşetmek olur; aslında pi­çin biri olmasına rağmen, insanı yüce hedefler doğrultusunda beceri sahibi kılmak — bizim görevimiz, ancak bu olabilir!”
Bu arada Arn­heim, kadere rıza gösterdiğini belli eden bir tavırla büyük sırların varlığını kabul etmenin her insan için ne kadar önemli olduğunu göstermek için, sakin bir ifadeyle Tanrıya gülümsemeyi de ihmal etmezdi. Ve ondan sonra da konuşmasını sürdürürdü:
Ve Arnheim, Tanrıya Bin Yıllık imparatorluğu ticaretin temel ilkelerine göre kurması, yöne­timini de elbette felsefe temelinde evrensel eğitim almış bir büyük tüccara vermesi yolunda tavsiyede de bulunurdu. Çünkü salt dinsel alan da her zaman acı çekmek zorunda kalmıştı ve savaş zaman­larında varlığını tehdit eden durumlarla karşılaştırıldığında, ticari bir yönetim ona da büyük yararlar sağlayabilirdi.
Evet, Arnheim böyle konuşurdu, çünkü içinden gelen bir ses, ona insanın akıldan ve ahlâktan olduğu kadar paradan da asla vaz­geçemeyeceğini açıkça söylüyordu. Fakat öte yandan ilki kadar de­rinden gelen bir başka ses de, yine aynı açıklıkla insanın akıldan, ahlâktan ve akılcı kılınmış hayatın tamamından vazgeçmesi ge­rektiğini söylüyordu. Ve özellikle Arnheim’ın, yolunu şaşırmış bir gezegenden farksız, hemen Diotima’nın güneş kitlesine atılmaktan başkaca bir ihtiyaç tanımadığı baş döndürücü anlarda bu ikinci ses, neredeyse daha güçlüydü. Böyle zamanlarda düşüncelerin serpilip gelişmesi, Arnheim’a tırnakların ve saçların uzaması kadar yabancı ve içselleştirilmiş olmaktan uzak geliyordu. Arnheim’a göre ahlâki bir hayat, sanki ölü bir şeydi ve ahlâk ile düzene yönelik gizli bir iti­ci güç bulma duygusu, yüzünün kızarmasına yol açıyordu. Aslında Arnheim’ın durumu, içinde yaşadığı çağın durumundan farksızdı. Bu çağ paraya, düzene, bilgiye, hesaba kitaba, değerlendirmeye, öl­çüp biçmeye, özetle paranın ruhuna ve akrabalarına tapmaktaydı, ama aynı zamanda da bütün bunlardan yakınıyordu. Bu çağ, çalış­ma saatlerinde çekiç sallayıp hesap yaparken ve o saatlerin dışın­daki zamanlarda bir çocuk sürüsü gibi, aslında acı bir tiksinti tadı taşıyan “Peki şimdi ne yapıyoruz?”un zorlamasıyla bir aşırılıktan ötekine sürüklenirken, içinden yükselen ve geri dönmesini söyle­yen bir uyarıdan da kurtulamıyordu. Bu uyarıya işbölümü ilkesini uyguluyordu; böyle bir sezgi ve iç yakınma için elverişli özel ay­dınlara, zamanın günah çıkaranlarına ve günah çıkarıcılarına, gü­nahları bağışlayıcı belge hazırlayıcılarına, edebi kefaret vaizlerine sahipti; insan kişisel olarak bunlara göre davranmasını gerektirecek bir duruma girmediği sürece, böylelerinin varlığını bilmek çok de­ğerliydi; devletin her yıl dipsiz kültürel kuruluşlar için harcadığı boş lâflar ve parasal olanaklar da aynı türden ahlâki bir fidyeden pek farklı bir anlam taşımıyordu.
….
Arnheim, artık nasıl ve neden kurtarmak gerektiğini çözmek için daha fazla çaba harcamadı; her şeyin daha farklı olması gerekirdi, o kadar. Düşüncelerini  oluştururken, yaşanmışlıklar iç dünyasında güzel ve bağlantılardan yana zengin, ahlâki bir bi­çim içersinde kristalize oldu. Sorumluluğunun bilincinde olan bir adam” dedi kendi kendine inançla “ruhunu armağan ettiği zaman da sadece faizleri kurban vermeli, ama asla sermayeyi değil!” sh:219-226
**

Kaynak:
Robert MUSİL, Niteliksiz Adam  II / Özgün adı: Der Mann ohne Eigenschaften,  trc: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları  1265 Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi – 34, Haziran 2009, İstanbul,

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar