Print Friendly and PDF

NİYÂZÎ-İ MISRÎ ŞERH-İ NUTK-I YUNUS




Yunus Emre Kuddise Sırruhu’l-Azîzin Muammalı Şiiri[1]


Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu.

Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana, bandım verdim üzümü.

İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini.

Bir serçenin kanadın kırk katıra yüklettim
Kırk çift dahi çekmedi kaldı şöyle yazılı.

Bir sinek bir kartalı kaldırdı urdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu.

Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
Anı da basamadım göyündürdü özümü.

Kaf Dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yola düştü bozayazdı yüzümü.

Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeye
Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü.

Uğruluk yaptım ana, bühtan eyledi bana[2]
Bir çerçi geldi eydür kâni aldığın kürkü.

Anlardan kurtulmadın ne ettiğimi bilmedin
Öküz ıssı geldi, eydür boğazladın kazımı.

Bir bâğiye uğradım gözsüz yılan yoldaşı
Haber sordum vermedi Kaysere durur azmi

Yunus bir söz söyledi hiçbir söze benzemez
Cahillerin içinde örter mânâ yüzünü

Şerh-i Nutk-ı Yunus: Yunus'a atfedilen "Çıkdım erik dalına " diye başlayan şathiyyenin yorumudur. Çok okunmuş ve tutulmuştur.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin ilahisinin sırlar dolu dokuz beyitlik kısmını açıklamıştır. [3]

BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM

Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu

Bu beytten murat odur ki, her amel ağacının bir türlü meyvesi ve yemişi olur.  Zahirde her meyvenin bir mah­sus ağacı olduğu gibi her ilmin bir mahsus âleti vardır. Onun ile hâsıl olur.
Meselâ ilm-i zahirin tahsiline lazım olan ilimler lügat ve sarf ve nahiv ve âdâb ve mantık ve meani ve hikmet ve hey’et ve kelâm ve hadîs ve usul ve fıkıh ve tefsirdir. İlm-i bâtının tahsiline lazım olan ilimler ise hulûs-i daim (samimi teslimiyetle devam) ve olgun mürşid nefesi ile fasılasız zikir ve az yemek ve az konuşmak ve az uyumak ve yalnız kalmaktır. İlm-i hakikatin tahsiline lazım olan ilimler terk-i dünya ve terk-i ukba ve terk-i terk etmektir.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz erik, üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve hakikate işaret ederler.
Zira eriğin dışı yenir içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin za­hirine misaldir. Üzüm gibi meyveler amelin bâtınına misaldir. Zira üzüm hem yenir ve hem nice türlü nimetler ondan yapılır. Sucuk ve köfte ve pekmez ve turşu ve sirke vb. nice türlü nimetler hâsıl olur.  Fakat içinde bir miktar riya ve tezkiye çekirdeği olmak­la amel-i bâtın denilir, hakikat denilmez. Ceviz sırf hakikate misaldir ki içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur. Bu manalara göre bir kimse erik talep ederse erik ağacından ister,  üzüm talep ederse bağından talep eder ve ceviz talep ederse ceviz ağacından talep eder.
Şimdi her kim üzümü erik ağacından talep ederse ol kişi ahmak ve cahildir. Kuru yere zahmet çeker, bütün emeği zayi olur, sonucu ve mahsulü ancak zahmettir.
 Bir kimse zahir amelinin doğru olup olmadığını bilmek isterse anı şeriattan ve erbabından talep eder.  Fıkıh kitaplarına müracaat eder. Ondan bilip öğrenip amel eder. Eğer bâtın amelinin salâhını ve fesadını ve tenezzülünü ve terakkisini bilmek isterse mürşidin telkini ile ve usul-i esma (zikir) ile gönül kitabına ve ilm-î tâbire müracaat eder. Her gün rüyada ne gö­rürse mürşidine arz eyler. Anlar da ona ahvali beyan eder. Ondan sorunları hallolur. Sülûk edip bir yetişkin olgun insan olur.
 Bir kişinin ilm-i hakikati, kendini bilmekle Rabbi’ni bilmesidir. Bunun zevkine ve haline ermek isterse mürşid-i kâmil terbiyesi ve büyük perhiz ateşi ile nefsin bütün vasıflarını ve beşeriyetini ve benliğini yakıp masivâyı (Allah Teâlâ’dan başka şeyleri) redde­derek tamamıyla mahv-i vücud-i zıllî (bedenin uzantılarını isteklerini yok ve terbiye) kıldıktan sonra aynı vücud-i hakikî (Allah Teâlâ) olup fenası aynı beka olmak ile olur.
Bu üç ilmin başka başka yolu vardır. Yolu ile talep olunursa ümittir ki az müddetle maksut niyet hâsıl olur. Nitekim erik ve üzümün ve cevizin başka semereleri olup her biri kendi ağacından talep olunduğu gibi.
Bir kişi zahir amelini işlerken ben bâtın il­mini ve ilm-i hakikati zahir ameli ile ele getirip tahsil ede­rim dese ve birçok zahmetler çekse, meselâ kendiliğinden esmâ’ullaha devam etse ve oruçlar tutup halvetler çekse, kişinin bu hali erik ağacından üzüm talep etmeğe benzer.
Bostan ıssından murat mürşid-i kâmildir. “Niçin ko­zumu yersin” deye çekişip kakıdığı tembihtir ki “Niçin ol­maz yere riyazât ve mücahede eder yorulursun. Üç ilmi bir amel ile ele geçirecek mi sanırsın? Her birinin başka ameli ve muallimi ve mürşidi vardır” diye ehl-i kemal olanlar bunların gibi kendi başına sülûk edenleri gördükte na­zar edip
“Niçin böyle edersin. Sana önce gereken, her bir meyve ne ağacından bittiğini bil, ona göre amel işle. Senin misalin buna benzer ki bir kişinin bahçesinde gizlice erik ve üzüm yemek için ağaca çıkıp, ceviz taşlayan gibidir. Bostan ıssı onu gördükçe niçin yersin kozumu (cevizi) dediği gibidir.” Zira hakikat mürşid-i kâmilin ilmi ve mülküdür.  Onun tahsiline lazım olan ilimleri bilmeğe meleke ve istidat hâsıl etmek ve mürşid-i kâmil izni ile terbiyesiyle ağır perhizler ve ona tam teslim ve kendi renginden çı­kıp mürşidin rengi ile hemrenk olmaktır.
Şimdi mürşit görse ki bir bir kişi kendiliğinden esma­ya ve perhize devam eder. Ona der ki: “Sahibinden izinsiz bahçeye hırsızlığa niçin girersin?
 Şimdi tarikat ve hakikat ilmi mürşid-i kâmilin bahçesi ve mülküdür.  Allah Teâlâ’yı zikretmek ve perhiz, o bahçenin kapısıdır. Her kim ki kendiliğinden sülûk eyler bir gayri kimsenin bağına hırsızlığa girmiş gibi olur.
Bunun hariçte bir misali de ona benzer ki bir kişi marangoz aletlerini pazardan alsa ve kendiliğinden marangozluk yapmak istese ol bir kişi ol sanatı işlemeğe başladıktan her murat ettiği işte hangi alete yapışacağın bilmez. Bir usta onu gördükçe: “Bre sanat hırsızı, küstah, acemi, bizim sanatımızı çalmak mı istiyorsun? Bu bizim aletimizi sen niçin aldın” der. Aslında ol kimse ol aletleri pazardan parası ile almıştır.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin bu beyitten muradı mürşitsiz ben tarikata ve hakikate kendi bildiğim ile amel etmekle kavuşurum diye çalışanların durumlarını temsil yolu ile açıklamıştır. Yani meselâ böyle olan ve mürşitsiz yola giden kimse­nin hali her meyve hangi ağaçta bittiğini bilmeyen ve gönlü üzüm istediğinde erikte biter sanan ve erik ağacı diye ceviz ağacına çıkan kimse ve cümle renkleri siyah sa­nan kör gibi olur. Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz kendi bir zaman böyle mürşitsiz çalışıp bir şey hâsıl edemeyip sonra mürşide varmış veya başkalarını tembih ve uyarmak için söylemiştir.


Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana bandım verdim özünü
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin bu beyitten muradı kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin sonucunu temsil yolu ile beyandır. Yani bu gibilerin hali hemen poyraz ile çamur kaynatıp yemeğe ve yedirmeğe benzer. Zira bir kimse kendi her ne yerse isteyene de on­dan verir.  Şimdi, poyraz yemeği pişirmek değil belki dondurur. Sözün gelişi pişirir olduğu takdirde çamur yenmeğe yaramadığı gibi perhizden ruha gıda hâsıl olmaz. Ruhun gıdası olmayacak marifetullâh, Allah Teâlâ’nın ilhamı ve ilâhi varidat hâsıl olmaz. Belki çamur yiyenlerin bedeninde hastalık hâsıl olduğu gibi, böyle bir riyazattan da kötü adetler, şeytani vesveseler, bozuk fikirler ve kalb rahatsızlığı hâsıl olur ki, bunlar kalbi ve ruhu helak ederler.
Poyraz ile denilende Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mayası ve mürşidin telkini olmadığına işaret vardır.
Şimdi mürşidin nefes ateşinden, telkin çakmağı ile talibin kalbin kavına bir kıvılcım yetişmezse veya büyüklerin billur nazarına talip kendini tam teslim ile gelmezse emeği hebadır. Her ne kadar çalışsa da boştur. Ol ateşi bulup ciğerini pişiremez. Nitekim yönün ocağa dönmeyen her ne kadar üfürse ocağı yakamaz ve yemek pişirmez. Lâzım gelir ki çamur yiye.  Şimdi bunun benzeri kimseler daima çamur yerler.  Sonuçta küfre düşer­ler.  Kendilerine muhtaç olanlara da daima çamur yedirirler. Allah Teâlâ cümlemizi muhafaza buyursun.
Genellikle küfre düşenler bu kişilerden olmaktadır. Bir sülûk ehl-i bunlardan birisine takılırsa kar gibi soğutup buz gibi dondurur. Sülûk ehline her bunun gibi soğuk ne­feslilerden kaçınması lâzımdır.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin bu beyitten muradı talibi kendi başına mücahededen men ve bunun benzeri kimseler ile yakınlaşmasını önlemek­tir.

İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini

Bu beyt olgunlaşmamış mürşit hallerini beyan eder. Şimdi Hakk’ı isteyene olgun mürşit lâzım olduğunu bildir­dikten sonra her mürşide gönül vermeyip bir Üstad-ı âkil ve mürşid-i kâmil bulmağa çalışmak lâzım olduğunu be­yan buyururlar. Yani perişan kalbimi bir mürşide teslim ettim kalb selâmeti bulmak için henüz dertlerimin birine derman ve ilâç bulmadan bana “Hilâfet makamına erdin, işin tamam oldu” der. Bildim ki nakıstır.
Zira iplik tefrika-i ulâya (büyük ayrılık) işarettir. Yumak cem’e işarettir. Bez olmak fark bâ’d-el cem’e (fark sonrası cem) işarettir ki kemal bundadır.
Bu beyt şeyhe teslim olmaktan maksut nedir onu bil­dirir ki tâ ki arayan bilip maksut ne ettiğin bile, bir mür­şide vardığı zaman kâmil mi değil mi bilinmiş olur. Zira dert bilinmeyince derman bulunmaz. Önce talibe bilmek gere­kir ki mürşide varmaktan maksat kendi vücudunda konulan insanî kemâlatın kuvveti her ne ise fiile gelmesine çalışmaktır.
Meselâ bir çekirdek kendisini bir bahçıvana teslim eder, hal dili ile der ki “Ey bahçıvan, lütfeyle, bana bir hoş terbiye eyle, benim içimde konulan kemâlâtımın kuvveti dışarı çıka, birim bin ola ve sen dahî kemal ile yâd olasın.” Şimdi bahçıvanın iyisi terbiyesinden bellidir.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin iplik verdim çulhaya diye temsili gayet lâtiftir. Zira her ne kadar insanî olgunlukta tavırlar ve menziller çoksa da, usulü üçtür.
Biri fark ve biri cem ve biri cem-ül-cem’dir ki ona şeyhler fark bâ’d el cem derler. 
İplik farka işarettir. Yumak cem’e işarettir. Bez cem-ül cem’e işarettir. Asıl maksut ise iplik yumak olmak değil ahadühüma (Hakk-Halk) ile diğerinden örtülü olmamaktır.
Hakk’ı anlamak kolaydır. Zira şahitler ve delil­ler çoktur.
Hakk’a vardıktan sonra dönüp halkı bulmak güçtür. Zira müstakil vücudu yoktur. Kemal ise gene dönüp halka gelip Hakk’ı halka ve halkı Hakk’a âyine bulup ahadühüma (ikisinden biri) ile diğerinden örtülü olmamaktır.
Şimdi benim henüz kalbimin perişanlığı dururken ve işimden dahi bir iş bitmeden “Sen kâmil oldun” diye beni saçma sapan söz ile halife edip kendi gibi şöhret sahibi edeyim der.
Becit becit ısmarlar diye gaip sığasıyla beyan ettiği mürşidin muradı ile talibin niyetinin arası uzak olup ve mürşidin hali Talib tarafından bilinir iken, talibin maksudu mürşid tarafından bilinmediğine işarettir. Çünkü talip yumak olmadığını bildi, mürşit talibin bildiğini bilmedi veya mürşid talibi imtihan için bakalım nefsi olgunlaştım diye aldatıyor mu?[4]

Bir serçenin kanadın kırk kanlıya yüklettim
Kırk çift dahi çekmedi kaldı şöyle yazılı.

Bu beyt tarikat ilminin şerefi ve lüzumu ve sülûk eh­lini sülûke teşvik beyanındadır.  Dış tarafın düzeltilmesinden önce için daha önce düzeltilmesi gerektiğini beyan eder. Zira amelin zahiri kolay, batını ziyade güç olduğundandır.
Kağnı ile yürümek zahir (dışın) ameline misaldir. Kanat ile uçmak bâtın ameline misaldir. Şimdi bâtın ehlinin ameli dışı gören riya ehline ziyade ağır gelir. Çünkü riyalı amel kolaydır.  Her ne kadar saman gibi çok olsa değeri azdır, Ama hulûs ile olan amel güçtür ve ağırdır. Lâkin her ne kadar altın gibi az da olsa değeri fazladır. “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten hayırlıdır”[5] “Allah Teâlâ’nın kuluna olan cezbesi, ins ve cinnin amellerine denktir.”[6]
Batın amellerinde terk vardır, kağnı ile gitmek gibi değildir. Çünkü tarikat ehlinin ilk ameli terk-i dünyadır. Terk melekût âlemine doğru uçmak için kanattır. Murat yakın ile olan iba­dettir.
“Ehl’ullah’ın kanatları var, tüyü yoktur. Zira nur­dandır. Melekût âlemine doğru uçarlar.” kanatlar olarda terkleri sebebiyledir.  Şeyhlerin telkini, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mayası ve esma zikri usulüne devam ve ağır perhizler ile biter.
Tarikat ehlinin en alt makamında olanın ihlâsını, sıdkını, yakinini ve güzel itikadını kırk âbidin gönlü çekemez. Çünkü bunlarda terk vardır.
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar.” (Kütüb-i Sitte)
Bir kimse nohut kadar cevheri kırk kağnıya yük­lettim çekemedi demiş olsa murat onun kıymetidir ki hadd-i zatında yüz altın eder. Bu surette bir cevheri kırk elli kağnıya yükletmek uygundur.
Bu temsil hal ehlinin en düşük mertebesinde olanlara gö­redir. Zira serçe kuşların zayıfıdır. Uzak sefer edemez. Yük­sek mertebede olanlar doğanlar ve şahinler gibidirler. Onların birinin ameli ve yakini ve zevki yüz bin âbidin amellerinden ve yakinlerinden ve zevklerinden fazladır. Onların kanadını kağnı değil belki yer, gök, arş, kürsi çe­kemez.

Bir sinek bir kartalı kaldırdı urdu yere [7]
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu

Bu beyt ilimde kâmil geçinen riyaset, mevki ve dava sahibi dünya peşinde koşan tarikat ehlini inkâr edenlerin halleri ile göze hor, hakir, fakir ve miskin gezen ariflerin kemallerini beyan eder.
Yani bun­ların zahirlerinin fakr-ü fenasını ve zayıflıklarını acizliklerini görüp alay yolu ile onlara bazı sual eyleyip onlar­dan birisi bu gözüne sinek kadar görünmeyen ariflerle şa­hin gibi kartalı kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani gözde hor olan derviş azamet ve şöhret sahibi olan fi­lân efendiye galip olup onu sindirdi.
“Ben de gördüm tozunu” söyleyen Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz kendileri de ümmi ve fakir-ül-hâl olup nice zahitler ve âlimler ona küçük düşürmek niyeti ile bazı suallere başladıklarında suallerine cevaptan sonra kendileri de onlara bazı şey sorup cevabında on­ları aciz ettiğini beyan eder, yani ol hal bana da vâki oldu, onlar gibi kartallara ben de rast geldim demektedir:
İbn-u Abbâs radiyallâhü anh anlatıyor: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Kim kırk sabah Allah’a ihlâslı olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar.” (Kütüb-i Sitte)
 Aslında bir kimse kırk gün ihlâs ile sabaha kavuşsa, yani kırk gün ihlâs üzerine olursa ilim pınarları onun kalbinden lisanı üzere akar. Bunların bazısı kırk hafta ve kırk yıl ihlâs ile sabaha kavuşmuşlardır. Ömründe kırk gün ihlâsı görmeyen gönüle galip olmaya şaşılmamalıdır?
Şimdi kartalın, kuzgunun, arı ile ne münasebeti var­dır? Kartal her ne kadar gözde, büyük ise de yediği leştir ve kendinden çıkan dahi cifedir. Ama arı her ne kadar gözde küçük ise de yediği güzel kokulu çiçeklerdir, ken­dinden çıkan dahi güzel lezzetli baldır. Doğan ve şahin gibiler ile münasebeti olmadığı besbellidir.

Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
Anı da basamadım göyündürdü özümü

Bu beyt yukarıdaki beytte bir miktar acayiplik anlaşıldığından yine taliplere nefsi kırma yolunu talim edip buyu­rurlar ki: “Bir küt ile güreştim”
Buradaki kütten murat nefistir ki gözü şehvetleri savma ile süslenmiştir.
Elsizden murat şeytandır ki ateşten yaratılmıştır. İnsanda gazap sıfatı ateşin mayasındadır.
Nefs çocuk gibidir. Gıdasını vermez isen kesilir ve lâ­kin açlıktan hararet ve kuruluk hâsıl olur. Bu hararet galip olunca soğukluk ve rutubet yani nefsin isteği olan yemek ve içmek ister. Onun için yine nefsin muradını vermeğe mecbur olup verir idim. Yani murat üzere nefsimi yenemezdim demektir.        
Bu beyt yukarıdaki beytin zıddıdır: Yani der ki sureta her ne kadar zayıfsam da her düşmanıma Hakk’ın yardımı ile galip oldum. Fakat nefs ile şeytana tamamıyla galip olup ellerinden halâs olamadım. “Özümü göyündürdü (İçten içe yakıp dağladı) der.
 Bu beytte bir ikaz var ki salih kişi her ne kadar nefs ve şeytana galip olursa da yine kendisi nefsinin mağ­lûbudur. Bu nedenle dâvası olmayan ehli fena, zillet ve alçak gönüllü olmalıdır. Kendin daima âciz ve zelil göstererek ve nefsini “kötü ihtiraslara” düşürmekten sakınmalıdır. Çünkü kim nefsini beğendi ve onunla dost oldu, cümleye düşman olduğu gibi her düşmana da yenik düştü.
Daima nefse muhalefetten ayrı olmayan nefsine düşman olup her şeyle dost olur.  Her ne kadar kendi aciz ise de her düş­mana da galip olur. 
Kütten murat şehvet sıfatıdır ki, çekicidir.
Eli var ayağı yoktan, murat nefstir.  
Elsizden murat gazap sıfatıdır ki dafiâdır. (kovan, savuşturan).
Ayağı var eli yok, murat şeytandır.
Yani Allah Teâlâ’nın mu­radına muvafakat ve şeytana muhalefet üzere oldum. Nefse galip olmak vaktinde şeytan nefse yardım edip gazap sıfatıyla nefsime yardımcı olup, ikisi bir olup bana galip oldular. İbadetlere istekli oldukça şeytan beni menedip defederdi. Uzak durdukça da şeytana yardım edip üzerime yorgunluk bırakıp ibadeti terk etmeyi sevdirir ve lezzet verirdi. Daima bu savaş ile onlara gâh galip ve gâh mağlup olurdum. Bütün gücümle ellerinden kurtulup şerle­rinden emin olamadım diye sülûk ehlini bu ikisi ile daima muhalefet üzere olmağa kandırır.
Derviş ne acâip bir sinektir ki, devler ve periler ile kahraman Süleyman aleyhisselâm gibi savaş eder.  nefs ve şey­tan ne yaman düşmanlardır ki, bu ikisinin elinden enbiya ve evliya ağlayıp inlemekten bir türlü kurtulamamışlardır. Çünkü bu ikisinin elinden kimse ayrı olamaz, ancak kendiliğinden tamamen fâni olan kurtulur.

Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yola düştü bozayazdı yüzümü

Kaf dağından murat şeriattır. Bütün mahlûkatı sarıp dairesine almıştır.  Büyük âlimler (Allah Teâlâ onları çoğaltsın, onları kuvvetlen­dirsin, şanlarını yüceltsin) o dağ üzerinde her tarafından halkın durumlarına nazar edip dururlar ki her ne yönden bir hal meydana gelecek olursa etraftan ona taş atıp katil mi icap eder veya had mi veya tâzir mi veya tedip mi icap eder, fi’l hal emri icra edip ol tarafın yıkılan yerini tamir ederler. Zira âlemin düzeni onların vü­cutları sebebi iledir. Her ne yüzden İslam Dini’ne ve şeriata muhalif bir kimseyi görseler veya işitseler Allah Teâlâ tarafından bunlara bir dini gayret düşer ve onu önlemeğe çalışırlar.
Büyük şeyhlerin sözleri ise ekseriye mutlak olmakla anlaşılması gayet zor olup ulema bunların mutlak kelam­larını şeriata muhalif zannedip ekseriya lanet taşını bunla­rın üzerlerine atarlar. Fakat o sözlerden meşâyihin muradı ulemanın anlayışına doğan mâna olmamakla on­ların lanet taşları meşâyihe dokunmaz. Zira üzerlerine hücum ederlerse o sözün şeriata muvafık yüzünü açıklayıp o lanetten kurtulurlar.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyururlar ki, ulema benim mutlak kelâmımı anlamamakla bana lanet taşını attılar. Benim muradım onların anladıkları gibi olmamakla taş yol orta­sında kaldı.
“Öğlelik yol” demekten murat: Öğle günün ortasıdır; zahir ilmi de yarım ilimdir. Zira ilmin akidelere ve amel­lere müteallik olanı ilm-i kelâm ve ilm-i fıkıhtır ki, za­hir ilmidir.  Ahlâka ve içi temizlemeye ait olanı ahlâk ilmi ve hakikat ilmidir ki, o bâtın ilmidir.
Zahir ulemasından en çok iyi bilenin ilmi yol or­tasına dektir. Öğlelik yol dediği ona işarettir.
“Bozayazdı yüzümü” dediği yani az kaldı ki mura­dımı anlayalar ve saklaması üzerime farz olan ilmi onlara keşfettirmiş olurum diye korktum. Zira rubûbiyet sırrını keşfetmek (açmak) küfürdür. Kadi Beydavî Tefsiri’nde يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّـغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ   [8] âyetinin tefsirinde der ki: “Esrar-ı ilâhiden bazı sır vardır ki ifşası haramdır.”  İhyâ-î ulûm’da Zeynel Abidin radiyallahü anhdan nakledip buyurur ki:
“Bazı ilim cevherleri vardır ki ben onları ifşa etmiş ol­saydım bana ‘Sen puta tapanlardansın’ denilirdi.”
Bu beytin manasını açıklamak bu kadar yeterlidir, ehli bunu bilir.

Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü

“Balık” vahdet denizinde gönüle doğan ilham yolu ile Allah Teâlâ’yı bil­mektir O derya dahi arifin gönül fezasında olur. Bazen arif kişi deryasından dalgalanan balık gibi sahilinde dışardan gelenlere uzanır. Lezzetinden can ve dil ruhanileri gıda bulur.
“Kavak” bir meyvesiz boyu güzel ağaçtır. Murat, baş çekmek niyeti olan bilgiçlik davası eden softadır Büyük ve­lilerin düşünce ve sohbetlerinden bazı kelimeler ezber­leyip yanına gelen gözü bağlılara ol hakikatleri kendi ha­li olmak üzere satar, niyeti dünyayı yemek ve yut­maktır.
“Zift turşusu” ise ne kendi hazzeder, nede dinleyenlere haz verir. Kendi hazzetmez, çünkü bilir ki ken­di hali değildir.  Dinleyenler dahi hazzetmezler, zira candan gelmeyen marifet lezzetsizdir.
Bunun benzerlerini kâmillerden birisi şöyle beyan etmiştir:
“Çadırlar aynı bildik çadırlar,
Fakat obanın kadınları başka kadınlar” [9]
Yani cahil dünyayı ye­mek için marifet sözünü diline alır. Arif onu görür, bilmemezlikten gelir, maarif sözlerini kor, turşu sözlere başlar ki saklandığını kâmiller bilirler. Zira leylek koduk doğurmuş gibi olur.
“Leylek” ten murat Allah Teâlâ’nın büyük kullarıdır. Zira ley­lek zahirde yemek, içmek ve tenasül yüzünden olan halini halka gösterir. Ama bir seferi vardır, onu kimse bilmez ki o seferi neredir. Arif billâh olan kâmilin de dış görünüşü halkladır. Ama iç dünyasını kimse bilmez ki ne­dir?  Arifin gönlü ne makamda ve ne haldedir? Yedi kat gökleri, Arş’ı ve Kürsî’yi arasalar arif billâh nerede ittiğin bilmezler.
“Leylek koduk doğurmuş”  denilmesi genellikle Allah Teâlâ’nın büyük velileri hallerini gizlilikle ile bağlarlar. Bu husus ile balı­ğın kavağa çıktığını gördükçe ziyade gizlilik ile belki gayb kubbelerinin altında gizlenirler. Hallerini gizlemek için cahilane sözler söylerler. Nitekim cahil kavak gibi daima yüksekte olmak ve itibar görmek için, arifane sözler söyler. Ley­lek ise halk bana iltifat etmesin seferimden geri kalmayım cahilane hareket edip kendini öyle gösterir. Halk ise kavağın sözüne inanırlar, leyleğin sözüne ta’n edip “Bak a şunun sözünü” diye ayıplarlar. Fakat ehil olanlar ikisinin de sözüne itimat etmeyip “Bak a şunun sözüne” diye taaccüp ederler.

Uğruluk yaptım ana, bühtan eyledi bana
Bir çerçi geldi eydür kâni aldığın kürkü.
Anlardan kurtulmadın ne ettiğimi bilmedin
Öküz ıssı geldi, eydür boğazladın kazımı.
Bir bâğiye uğradım gözsüz yılan yoldaşı
Haber sordum vermedi Kaysere durur azmi

Yunus bir söz söyledi hiçbir söze benzemez
Cahillerin içinde örter mânâ yüzünü

Aslında Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin bu sözü gibi bir söz gelmiş geçmiş şeyhler tarafından söylenmemiştir. Gö­rünüşte sözler alay ve istihzaya ve çocuk eğlencelerine benzer. Fakat bâtınen Allah Teâlâ mahremleri olan ilâhî sırlar ve hakikat manası vakıf olan dostlarının yüzlerine namahremden saklamak için çekilmiş duvak ve nikap gibidir. Ta ki nâ-mahremin gözü gör­meye ve eli ermeye:
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz ye bu beyt sahih olur:
Her bir âşık bu yolda bir türlü nişan vermiş
Biri nişan vermedi nişanımdan ileri
Bu kasidenin bir misali de şuna benzer ki, buzağının burnuna kirpi derisinden burunsalık bağlarlar, tâ ki anası depsin emzirmesin diye. Şimdi nâ-mahrem olanlar her beytin sütünü emmek istedikçe her beyt hakikî sütün vermez reddeder.
Bu kaside ağreb’u-ül garâibdendir. Misli gelmediğinden Yunus Emre’ye mahsustur. Kuddise sırruhu’l-azîz


[1] Nîyazî-i Mısrî, Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, Süleymaniye Kütüphanesi (H. Mahmud Efendi), no: 1099/2;  ARİF, Hüseyin, Yunus Emre, İstanbul, 1977, s.49–62
[2] Altı çizili beyitler Niyazi Misri kuddise sırruhu Efendi bu kısımlara açıklama yapmamış. Bunun sebebi nüsha farklılığı veya sonradan başkaları tarafından yapılan ilave beyitler olabilir. Bu gazelde ve tarihsiz Osmanlıca Yunus Emre kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Divanında bazı fazla beytler vardır. Osmanlıca olan eserdeki gazel esas alınmıştır.
[3] Metin günümüz Türkçesi’ne ve cümle kuruluşuna çevirtilerek verilmiştir.
[4] “Bu fakir biçare Mısrî’den Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin bu do­kuz beytini şerh ve beyan etmeyi bazı ihvan iltimas et­mekle yazılıp sekiz ay miktarı evrak arasında şöyle perişan kalmıştı. Sebep ol idi ki acaba -azîz’in muradı üzere oldu mu veya olmadı mı? Düşünüyordum.
Bir gece rüyada Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerini gördüm. Bu fa­kire büyük bir müjde ile iltifat gösterip buyurdular ki: “Benim sözlerime yazdığın şerhi çıkar, insanlar menfeatlensin” dedi.  İplik verdim çulhaya beytine yazdığın sözü yaz­ma, işte şu mânayı yaz!” diye bu yazılan mânayı beyan buyurdular. Bu beyte bir başka mana yazılmış idi, onu terk edip bu mâna yazıldı.”
[5] Suyutî Cami’inde “Bir saat fikir, altmış sene ibadetten hayırlıdır” lâfzıyla zikretti.
[6]  Keşfu’l-hafâ, I, 352, hadis: 1069
[7] Orta Türkistan’da, Aral gölü civarındaki Harezm bölgesinde doğan Necmüddin Kübra (d.1145- hyt.1221) menakıbında bu olayın gerçekleştiği anlatılmaktadır.
Rivayete göre bir gün dostları ile zikir halkasında otururlarken bir kartalın bir serçeyi pençesine almakta olduğunu gördüler. Hazret-i Şeyh’in nazarı ilişen serçe kartalı kanadından tutarak yere çaldı.
[8] Mâide, 67
[9] Açıklaması: Kalıp o kalıp, ruhu başkadır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar