Print Friendly and PDF

N.V.GOGOL'ÜN HİKÂYE VE ROMANLARINDA HİCİV SANATI

Bunlarada Bakarsınız




Hazırlayan: Zeynep GÜNAL
19.yy. Rusya'sının en büyük yazarlarından biri olan N.V.Gogol'ün, Rus edebiyatında çok önemli bir yeri vardır. Gogol, yalnızca düzyazı alanında yeni bir dönem baş­latmakla kalmamış, aynı zamanda özgün bir hiciv sanatının temellerini ortaya koymuştur. Yazarın yaşamı boyunca verdi­ği eserlerin en önemli Özelliklerinden birini hiciv sanatı oluşturmaktadır. Biz de tezimizde yazarın hikâye ve roman­larının en önemli özelliklerinden sayılan ve onu M.Y. Lermontov, L.S.Turgenev, L.N. Tolstoy ve F.M. Dostoyevski gibi 19.yy.ın ünlü yazarlarından ayıran, hiciv sanatı üzerinde durmayı amaçlıyoruz.
Yazımızın birinci bölümünde, Gogol'ün düzyazı ala­nında verdiği ilk eseri olan “Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları" adlı toplu hikâyelerini incelemeye çalışacağız, Gogol'ün iki bölümden oluşan bu eserinin her cildinde dört hikâye ve birer önsöz yer almaktadır. "Di­kanka Hikâyeleri"nde Gogol, Ukrayna yöresinin inanışlarını, efsane ve geleneklerini hicvetmektedir. Efsane ve inanışlar eserde ön planda tutulduğu için, konular büyük ölçüde fantaziye dayalı bir temel üzerinde gelişmektedir. Gogol, bu eserde kocaman masal dünyasını gözler önüne seren dâhi bir çocuk yazar gibidir. Romantik akımın etkisini taşıyan bu eserde trajik ve gülünç öğeler ayrı ayrı hikâyeler içinde yer almaktadır. Bölgesel bir özellik taşıyan bu eserinde Gogol, hiciv sanatının temellerini belirlemiştir.
İlk bölümde inceleyeceğimiz ikinci eser "Mirgorod" adı altında toplanmış hikâyelerden oluşmaktadır. Hiciv sana­tı açısından kitabın en güzel örnekleri, "Eski Zaman Bey­leri" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in Nasıl Küs­tüklerinin Hikâyesi" adlı iki eserde toplanmıştır. Hikâyele­rin fonu yine Ukrayna yöresidir. Ancak bu kez yazar, hicivnin ağırlık merkezini bölge halkının günlük yaşamı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Konular gerçeğe daha yakındır. "Dikanka Hikâyeleri"nde ayrı ayrı ele alman trajik ve gülünç öğeler, ilginç bir üslupla ve hicivsel bir anlayışla bir araya geti­rilmişlerdir. Yazarın Rus edebiyatında, "gözyaşları arasında gülme" olarak adlandırılan geleneksel üslup özelliği, ilk kez bu eserde kendini göstermiştir, Gogol, aynı zamanda "poşlost"  poshlust yani bayağılık kavramının insan karakterinde ka­zandığı biçimi, yine ilk kez bu eserinde ortaya koymuştur.
Yazımızın ikinci bölümünü "Peterburg Hikâyeleri" oluşturmaktadır. "Peterburg Hikâyeleri"ni Gogol'ün 1827 yılında kısa bir süre yaptığı memurluk döneminin etkisiyle yazmış olduğunu düşünmek mümkündür, "Peterburg Hikâyelerinde büyük şehirlerin, özellikle, başkent Peterburg'un yaşantısı ele alınmaktadır. Ancak Gogol, bu yaşantıyı "zavallı, küçük adam"ın sembolü olan memurlar açısından incelemiştir, bu hikâyelerde yüksek rütbeye ve soyluluğa önem veren büyük şehir kurallarının küçük memurlar üzerindeki etkisi yansıtıl­maktadır. Hikâyelerdeki memur tiplerinin bazıları şehir yaşamının haksızlıklarına ve zorluklarına karşı sessiz bir is­yan halindeyken, bazıları içe kapanıp toplumdan uzaklaşmak zorunda kalmışlardır. Bazı memur tipleri ise topluma kabul edilmenin, saygı kazanmanın yolunu yüksek rütbede aramakta­dır. Gogol, "Peterburg Hikâyeleri"nde "zavallı, küçük memur" un yaşam biçimini anlatırken, sadece çetin kuralların hâkim olduğu büyük şehir yaşantısını hicvetmekle kalmaz. Yazar, en acınacak durumdaki kahramanında bile gülünmesi, hicvedilmesi gereken bir yön bulabilmiştir. Gogol'ün "Peterburg Hi­kâyeleri "nde hicvinin odak noktasını büyük şehirde yaşayan küçük insan teması oluşturmaktadır.
Yazımızın üçüncü bölümünü/Gogol'ün son eseri olan "ölü Canlar" romanı oluşturmaktadır, "ölü Canlar"da Gogol, sanatsal olgunluğunun doruğuna ulaşmıştır. Bu romanda yazar bir yöreyi ya da bir şehri değil, tüm Rusya'nın bir tablo­sunu gözler önüne sermektedir. Çünkü Gogol daha önceki eser­lerinde ayrı ayrı ele aldığı kahramanları ve olayları, "ölü Canlar" da eşsiz bir biçimde biraraya getirilmiştir. Toprak sahipleri başta olmak üzere memurlar, yöneticiler, kasabanın soyluları ve köylüler aracılığıyla yazar, yaşadığı çağın Rusya'sını hicvetmektedir.
Dördüncü ve son bölümde ise Gogol'ün hiciv sanatı­nın anlatım teknikleri üzerinde durulacaktır. Yazar, anla­tım tekniğinin temellerini de ilk eseri olan "Dikanka Hikâ­yeleri "nde belirlemiştir. Gogol, daha önceki dönemlerde ye­tişen yazarların kullandığı anlatım tekniklerini, tamamen kendine özgü bir biçimde ele almış ve geliştirmiştir.
Yazımızda N.V.Gogol'ün, bugüne kadar Türkiye'de inceleme konusu olarak ele alınmamış hiciv sanatı üzerinde durmaya ve eserlerinde ortaya koyduğu insan doğasına özgü kusurların, her çağda geçerliliğini koruduğunu göstermeye çalışacağız.
Zeynep Günal
Ankara 1988

GİRİŞ
Nlkolay Vasilieviç Gogol 1809 yılında Poltava eya­letinin Soroçinets kasabasında dünyaya geldi. Çocukluk yıl­ları babasının, Mirgorod'un Vasilyevka köyündeki çiftliğin­de geçti, 1818 yılında öğrenimine Poltava eyaletinde başla­yan Gogol, 1821'de ise Nejin Yüksek İlimler lisesine girdi. Lisede geçirdiği bu yıllar içinde Gogol'ün çok yönlü yete­nekleri olduğu ortaya çıktı. Bu dönemde bir kaç şiir, "Hay­dutlar" (Razboyniki) adlı bir trajedi, tarihi bir hikâye olan "Tverdoslaviç Kardeşler"i (Bratya Tverdoslaviçi) ve "Nejin Hakkında Birkaç söz veya Delilere Kanun Yazılmamıştır. (Neçto o Nejine ili durakam zakon ne pisan)adlı bir hiciv eseri yazdı. Ancak bu eserler, günümüze kadar ge­lememişlerdir. Gogol Nejin lisesinde öğrenimine devam eder­ken, Rus edebiyatında çeşitli çalkantılar yaşanmaktaydı. Klâsizm yerini yavaş yavaş yeni ekollere bırakıyordu. Liseye, A.S. Puşkin'in "Evgeni Onegin" adlı manzum eserinin dergi­lerde yayınlanan bölümleri getirilmekteydi. Okuldaki Alman Öğretmenler ise, daha çok Goethe ve Jean Paul'ün eserlerini okutmaktaydılar. Tüm bu etkiler altında. Gogol'ün 1826 dan sonra yazdığı mektuplarda mizah anlayışı, güzel söz söyleme sanatının yerini almıştır.
Gogol'ün sanat anlayışı, Nejin Lisesindeyken oluş­maya başlamıştır. Edebiyatın yanısıra Gogol'ü çeken bir sa­nat türü daha vardı: tiyatro. Okulda verilen piyeslerde Gugol, büyük bir zevkle rol alıyordu ve genellikle l.A. Krılov, D.İ. Forvizin gibi 18.yy. m ünlü hiciv yazarları­nın eserlerindeki tipleri canlandırmayı tercih etmekteydi.
Gogol, 182 9 da liseyi bitirdikten sonra hem edebi­yat çalışmalarını sürdürmek, hem de topluma hizmet etmek ama­cıyla başkent Peterburg'a yerleşti. Bir kaç ay sonra da V. Alov adı altında ilk nazım eseri "Gants Kühelgartsen" ya­yınlandı.
Ancak genç yazar, bu eseriyle umduğu başarıyı elde edemedi. Eski romantik anlayış içinde yazılmış olan poem, eleştiri dünyasında çok sert karşılandı. Hem Gogol'ün yete­neği, nazım türü eserler yazmaya uygun değildi hem de eser Rus yaşantısından çok Alman yaşantısını yansıtıyordu. Büyük bir hayal kırıklığına uğrayan genç yazar "Gants Kühelgart­sen 'in kitapçılardaki örneklerini topladı ve hepsini yaktı.
Gogol, Peterbug'ta yaşadığı bu yıllarda küçük bir memurluk görevine girdi. Aynı zamanda Gogol, güzel sanatlar Akademisine gidiyor ve resim sanatıyla ilgileniyordu. Peterburg'ta sürdürdüğü bu yaşantı, onun edebiyat dünyasına ye­ni tipler kazandırması bakımından hayli ilginç malzemeler sağlamıştır.
Kendisinden önce Ukrayna'yla ilgili eserler yazan sanatçıları örnek alarak, Ukrayna hakkında edindiği bilgi­lileri büyük bir ustalıkla kullandı, 1829 da "Veçera na hutore bliz Dikanki" (Dikanka Yakınlarındaki Bir çiftlikte Akşam Top­lantıları) adını verdiği düzyazı eserini tamamladı. 1831 yı­lında eserin ilk bölümü, 1832 yılında ise ikinci bölümü ya­yınlandı. . “Dikanka Hikâyeleri" Gogol'ün Peterburg edebiyat çevresiyle yakınlaşmasını sağladı. V.A.Oukovski, P.A.Pletnev ve daha sonra kişiliğinde, arkadaş ve öğretmen bulduğu ünlü şair A.S.Puşkin'le tanıştı.
"Dikanka Hikâyeleri" eleştiri dünyasında büyük bir hayranlık uyandırdı, özellikle, Belinski ve çevresindekiler bu genç yeteneğin eserini göklere çıkardılar. "Dikanka"yı büyük bir heyecanla karşılayan Puşkin arkadaşı A.F. Voyevkov'a yazdığı mektupta (1832) şunları söylemekteydi.
"....Dikanka'yı şimdi bitirdim. Eser hayrete dü­şürdü beni. İşte gerçek, içten, yapmacıktan uzak neşe buna denir. Nasıl bir şiirdir bu, nasıl bir duygusallıktır? Bu hikâyeler şimdiki edebiyatımızın o kadar dışında ki halkı bu neşe dolu kitapla kutluyor, tüm içtenliğimle genç yaza­rın başarılarının devamını diliyorum...."
"Dikanka" hikâyeleri Gogol'ün sadece Rusya'da değil diğer Slav ülkelerinde de büyük bir ün kazanmasını sağladı.
1832 de Gogol M.P.Pogodin ve S.T. Aksakov'la, ünlü aktör M.S. Sçepkin'le, Ukrayna folklor uzmanı M.A Maksimoviç' le tanıştı. Edebiyat çalışmalarının yanısıra Gogol Ukrayna tarihi ve genel tarihle ilgilendi. 1834 yılında arkadaşı Pletnev'in aracılığıyla, Peterburg üniversitesinin Tarih bö­lümünde profesör oldu. Ancak öğretmenlikte başarı göstereme­diği için, 1835 te Gogol üniversiteden ayrıldı. Gogol, bu sıralarda tarih üzerine yaptığı çalışmaları "Arabeski" adı altında toplayarak bir gazetede yayınladı. Bu makaleler arasında "Ortaçağ Hakkında" (O srednih vekah), "Genel Tarih Dersinin öğretimi" (O prepodavanii vseobşçey istorii) ve "Al-Mamun" gibileri sayılabilir Yazarın Ukrayna tarihi ile ilgili incelemeleri ve Ukrayna halk şarkıları derlemesi "Taras Bulba" adlı uzun hikâyesi için yeterli malzeme sağ­ladı. 1835 yılının başında, "Taras Bulba"nın da içinde yer aldığı "Mirgorod" adlı bir hikâye kitabı yayınlandı. Genç­lik döneminin başlangıcında yazdığı en üstün eser sayılan "Mirgorod"u Gogol; sanatının yeni bir dönemi olarak kabul etmiştir. "Mirgorod" hikâyelerinde tasvir edilen ortamın ge­nişlemesi, her hikâyenin kendine özgü içeriği, karakterle­rin netliği, işlenişlerindeki derinlik, olayların anlatım biçiminde göze çarpan açıklık ve bütünlük yazarın dilindeki nüansların çeşitliliği kısaca her şey Gogol'ün sanat gücün­deki olağanüstü gelişmeyi göstermektedir. Eserin en Önemli yönlerinden bir tanesi de, Gogolü Rus edebiyatında yeni bir dönemin başına koyan ve en etkili edebiyat akımının kurucusu yapan özelliklerini büyük bir güçle yansıtmasıdır.
"Mirgorod" adlı kitabın içinde yer alan hikâyeler­den "Taras Bulba" Rus eleştiri sanatında "Rus Homeri" şeklin­de adlandırılırken, İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in
Nasıl Küstüklerinin Hikâyesi" ve "Eski Zaman Beyleri" "göz yağları arasında gülme" deyimiyle karakterize edilmiştir. Kitaptaki son hikaye ise "Viy" dir. "Viy" fantastik bir atmosfer içinde geliştiği için, "Dikanka Hikâyeleri"yle "Mirgorod" hikâyeleri arasında bir geçiş niteliği taşımak­tadır.
1836 yılında Puşkin1in etkisiyle " Sovremennik" gazetesinde çalışmaya başlayan Gogol, burada "Araba" (Kolyaska) ve "Burun" (Nos) hikâyeleriyle çeşitli makaleleri­ni yayınlama olanağı buldu. Yazar, aynı yıl "Nevski Cadde­si" (Nevski prospekt), "Portre" (Portret), "Palto" (Şinel) ve "Bir Delinin Notları" (Zapiski sumasşedşego) adlı hikâ­yelerini yazdı. "Burun" ve "Araba" dahil olmak üzere bu hi­kâyeler, "Peterburg Hikâyeleri" adı altında toplanmıştır.
Bu hikâyelerden bazılarında "zavallı, küçük adam"ın büyük şehirlerdeki dramı dile getirilmektedir. Bu tema özellikle, "Palto" ve "Bir Delinin Notları"nda büyük bir güçle yansı­tılmıştır. Gogol'ün "zavallı, küçük adam" tipini, küçük rüt­beli memurlar simgelemektedirler.
Küçüklükten itibaren tiyatroya duyduğu ilgi, Gogol' ün 1833 ve 1836 yılları arasında ortaya koyduğu eserlerinde kendini açıkça göstermektedir, "3. Derece Vladimir Nişanı", "Bir Evlenme" ve "Müfettiş" yazarın tiyatro eserlerinin en tanınmışlarıdır. Bu eserler insanoğlunun dramı, yaşamın tas­viri ve sosyal hiciv üstüne kurulmaz Rus güldürü sanatının ileri dönemlerdeki gelişimine ilişkin ilk işaretler sayıl­maktadır. Gogol'ün "3. Dereceden Vladimir Nişanı" adlı gül­dürüsü, yarım kalmıştır. 1835 te "Nişanlılar" olarak başladı­ğı, daha sonra “Bir Evlenme” adını verdiği güldürüsü bitti­ğinde Gogol eserin kopyalarını, düşüncelerini söylemesi için Puşkin'e verdi. Gogol, ayrıca Puşkin'den yeni başlayacağı başka bir eseri için "saf Rus fıkrası" denebilecek bir konu vermesini istedi. Aynı yıl yazar, arkadaşı Pogodin'e "şim­di daha fazla güleceksiniz. Hazır olun yeni bir güldürü ge­liyor." diyordu. Konusunu büyük şair Puşkin'in verdiği ve Gogol'ün şaheserlerinden sayılan "Müfettiş" güldürüsü, böylece doğdu. "Müfettiş" 1836 yılında, önce Peterburgun "Aleksandrinski Tiyatrosu"nda daha sonra ise Moskova'da sahnelen­di. özellikle, bürokratik düzenin eleştirilmesi yönetimin ileri gelenleri tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı, ünlü eleştirmen V.G. Belinski'yle çevresindekiler ise "Müfet­tiş" adlı bu tiyatro eserini ve yazarını göklere çıkarıyor­lardı. Onların övgülerine karşın Gogol, "Müfettiş"le umduğu başarıyı elde edemedi. Aktör M.S. Sçepkin'e "Oyunun etkisi büyük ve gürültülü oldu. Herkes bana karşı memurlar, yaşlı­lar ve saygın insanlar, çalışan kişiler hakkında böyle konuş­maya kalkıştığım için, dünyada bana göre kutsal bir şey kal­mamış olduğunu söylemeye başladılar. Polisler, tüccarlar, ede­biyatçılar herkes herkes bana karşı.... Artık komedi yazarı olmak ne demekmiş çok iyi anladım. En ufak bir gerçek sergi­lendiğinde, sadece bir kişi değil tüm kitle sana karşı çıkı­yormuş" diyerek duygularını belirtmiştir.
"Müfettiş" le gelen hayal kırıklığını hafifletmek için Gogol 1836 da Rusya'dan ayrılarak İsviçre'ye gitti.
Konusunu yine Puşkin'in verdiği "ölü Canlar" (Mertvieduşi) adlı romanı üzerinde çalışmaya başladı. 1837 de Pa­ris'e geçen Gogol, burada Puşkin'.in ölüm haberini aldı. En iyi dostunun, yol göstericisinin ölümü Gogol'ü derinden sars­tı. Ancak "ölü Canlar"ı onun kendisine bıraktığı bir vasiyet olarak kabul ederek roman üzerinde azimle çalışmaya devam etti. Gogol aynı yıl Roma'ya gitti. İtalya Gogol'ün yeni yurdu olmuştu: "Burada doğdum. Rusya, Peterburg, kötü insan­lar, Kürsü, tiyatro herşey artık benim için bir rüya oldu. Yurdumda yeniden doğmuş gibiyim. Ruhumda gökyüzü ve cennet var sanki... hiç bu kadar neşeli, yaşamımdan memnun hisset­memiştim kendimi. "Roma, Gogol için sadece güzel bir doğa parçasından ibaret değil, aynı zamanda bir müzeydi. Burada bulunan Rus ressamlarıyla tanıştı, kendisi de resim yapmaya başladı. Yurt dışında kaldığı bu ilk üç yıl Gogol'ün yaşan­tısında estetizmin hâkim olduğu bir devredir.1
1839 yılında Zaporojye kazaklarının yaşamını anla-* tan bir kitaba başladı ancak başarısız olduğunu düşünerek yaktı. Artık Gogol için tek amaç, "ölü Canlar" romanını yaz­mak olmuştu. 1839 Eylülünde Gogol, kısa bir süre için Mos­kova'ya geri döndü. Rusya'da kaldığı süre içinde izlenimleri daha da gelişti. 1840 ta tekrar İtalya'ya geçti ve "ölü Canlar"ın ilk cildini bitirdi. Eseri 1841 de Rusya'ya götürdü­ğünde Moskova'ya gelen Belinski'yle karşılaşınca, ondan el yazmalarını Peterburg komitesine götürmesini istedi. Mayıs 1842 de ilk cildi çıkan "ölü Canlar" romanı, ilerici görüş­lere sahip edebiyatçılar arasında çok olumlu bir etki yarattı. Hem batılı hem de Slavist eleştirmenler romanı, gerçek­çi ve acıklı şiddetliliğiyle değerlendirip kabul ettiler.
Subjektivizmin üstünlüğü ve yüksek lirik coşku, herkesten çok Belinski'yi etkilemişti. Romanda ön plânda tutulan tip­ler Gogol'ün deyişiyle, "birkaç çirkin toprak sahibi"dir.
"ölü Canlar" da, Gogol'ün sanatını oluşturan tüm özellikler biraraya getirilmişlerdir. Bu nedenle romanı Go­gol'ün sanat yaşamının doruğu olarak nitelendirmek gerekir.
1842 yılında Gogol tekrar yurt dışına gitti, "ölü Canlar"ın ikinci cildi üzerindeki çalışması, yazarı memnun etmediği gibi yıpranmış moralinin daha da zayıflamasına ne­den oluyordu. Zaman zaman içinde büyük bir güç hissederek, çalışmaya tekrar tekrar başlıyor ve arkadaşlarına üstün bir eser ortaya koyacağına dair vaatte bulunuyordu. 1845 yılı­nın sonunda ikinci cildin bir kaç bölümünü yaktı. Aynı yıl Gogol, "Dostlarla Yazışmalar" adlı eserini yayınladı. Daha önceki eserlerinde ortaya koyduğu düşüncelerinin, tam tersi bir tutum içinde olduğu gerekçesiyle, yazarın "Dostlarla Yazışmalar" kitabı büyük tepkiler aldı. Bu tepkiler Gogol'ü çok sarstı. Hemen hemen "Dostlarla Yazışmalar"da ortaya ko­nan fikirlere paralel düşüncelere sahip Serebreyev ve Aksakov bile eseri "zararlı, görgü dışı" diye yorumluyorlardı. Gogol eserinin, içinde yarattığı üzüntüyü Jukovski'ye şöyle anlatmaktaydı: "Kitabın yayınlanması tam bir darbe oldu: halka, arkadaşlarıma inen bir darbe, benim içinse en büyük darbe...."

"Dostlarla Yazışmalar"! alaylı bir biçimde şeytan işi ola­rak nitelendiren Pavlov'un eleştirisini Gogol yine alayla geçiştirmişti. Ancak Gogol'ü en çok üzen Belinski'nin eleştirisiydi. 1847 de Gogol'e yazdığı mektupta Belinski yaza­ra ağır suçlamalarda bulunuyordu:
"....Siz de açıkça görüyorsunuz ki, aynı fikirle­re sahip olan insanlar bile kitabınız karşısında geriledi­ler. Eğer kitabı içten gelen,samimi bir fikir nedeniyle yaz­mış olsaydınız halka yapacağı etki değişmezdi. Eğer herkes kitabı, kurnaz ama saf dünya inançlarına İlâhi bir yolla ulaşmak için kullanılan bir oyun olarak algılamışsa bunun tek suçlusu sizsiniz. Bu hiç de şaşırtıcı bir şey değil.
Asıl sizin bunu şaşırtıcı bulmanız şaşırtıyor beni. Bunun nedeni sizin Rusya'yı sadece bir ressam gözüyle tanımanız, düşünce adamı olarak değil.,.."
Gogol, "Dostlarla Yazışmalar" adını verdiği eseri­nin kendisine karşı uyandırdığı tepkiyi hafifletmek için "ölü Canlar"ın ikinci cildine ağırlık vermeye başladı. Roma­nın ikinci cildinde Gogol'ün amacı, ciddi ve ahlâki bir eser ortaya koymaktı. Ancak böyle bir eser yaratmak Gogol'ün üs­lubuna ters düşüyordu. Çünkü yaşamı boyunca yazdığı eserle­rinde Gogol,her zaman bayağılıkların ve karikatüristik tip­lerin yaratıcısı olmuştu.
Rusya'ya dönmeden önce, 1848 de Kudüs'e uğradı. Bu ziyaret, yazarda beklediği olumlu etkiyi yapmadı. Hatta dinsel yaşamla, çalışma yaşamı öylesine içiçe girdi di iki­si birbirini yönlendirmeye başladı. İkinci cilt üzerindeki çalışmalar çok ağır ilerliyordu. Yaşamının sonuna doğru Gogol büyük bir bunalım geçirdi. 11 Şubat 1852 de hastalı­ğının etkisiyle "ölü Canlar"m ikinci cildini bir kez daha yaktı. 21 Şubat 1852 de geçirdiği bunalıma dayanamayarak öldü.
İ.S.Turgenev Gogol'ün ölümünün ardından şunları yazıyordu: "Gogol öldü!,. Hem de hepimizin bu uzun süren suskunluğuna son vereceğini, sabırsız beklentilerimizi bo­şa çıkarmayacağını düşündüğümüz bir anda geldi bu acı haber. Evet o öldü, artık ölümünün bize verdiği acı hakka dayana­mayarak büyük diyebileceğimiz bir insandı. Edebiyat tarihi­mizde adıyla devir yaratan bir insandı.."
Şüphesiz ki Gogol, edebiyatçıların ve eleştirmenle­rin belirttikleri gibi "Rus nesir sanatının atası" kabul edilecek kadar üstün bir sanatçıydı. Edebiyat alanında ona Öncü olmuş başka Rus yazarlar bulunmasına rağmen Gogol'ün sanatını kullanmakta gösterdiği başarı eşsizdir. N.V. Çernişevski, Gogol'ün Rus düzyazı sanatının atası olarak kabul ettiğini şu sözleriyle dile getirmiştir:
"....Günümüze kadar bir takım nesir eserleri yazıl­mıştır ve yazılmaktadır. Hatta bir gün nesir, nazım sanatını geçecek ve üstün bir hale gelecektir. Ancak, edebiyatamızın bu dalına gerçek kimliğini kazandıran yazar Gogol'dür. o, bu güne kadar devam eden ve uzun bir süre daha devam edecek olan nesre kesin bir yön veren tek yazarımızdır...”
Gogol'ün sanatının kendinden sonra gelen pek çok ünlü Rus yazarı için de büyük bir önemi vardır. Hatta F.M. Dostoyevski'nin bu konuda, "biz hepimiz Gogol'ün "Palto" sundan çıktık" dediği ileri sürülmektedir. Gerçekten de bu dâhi yazarın, insanı kimi zaman ciddi düşüncelere sürükleyen eligmatik yönünü, Dostoyevski genişletip psikolojik bir bo­yut getirirken genç Anton Çehov ve Saltıkov Sçedrin gibi yazarlar ise onun hiciv sanatında ortaya koyduğu gelenekle­ri benimsemişlerdir.
Gogol'ün sanatının, 19.yy. Rus edebiyatının batı edebiyatıyla kıyaslanacak bir düzeye ulaşmasını sağladığı da bilinen bir gerçektir. Danimarkalı eleştirmen Georg Brandes Gogol'ün sanatını, yerini ve Rus edebiyatını getir­diği düzeyi: "Rus edebiyatında gerçekçi ekol'ün yaratıcısı olan Gogol sayesinde, Ruslar Avrupa'yı bile geçtiler..». Gogol, henüz yeni ortaya çıktığı sıralarda sadece bir yazar­dı. Ancak Gogol'ü kendinden önceki yazarlarla kıyaslarsak, onun ne kadar ayrı bir yeri olduğunu anlarız." diyerek belirtmiştir.

"Dikanka Yakınlarındaki Bir çiftlikte Akşam Toplantıla­rı”, adlı sekiz hikâyeden oluşan bu eserin hem Gogol'ün edebi­yat yaşamında hem de Rus edebiyat tarihinde büyük bir önemi vardır. Gogol, ilk nazım eseri "Gants Kühelgartsen" ile gelen başarısızlığı 1831 ve 1832 yıllarında yayınladığı "Dikanka Hikâyeleri” yle eşsiz bir başarıya dönüştürmüştür. Gogol bu eseri sayesinde yeteneğini eleştiri dünyasına kesin olarak kabul ettirmiştir. "Dikanka Hikâyeleri" nin Rus ede­biyat tarihindeki önemi, o güne kadar yazılmış en mükemmel nesir eseri olmasından kaynaklanmaktadır.
Eserde yer alan hikâyelerin konuları Ukrayna hal­kının yaşam tarzını, inanışlarını ve efsanelerini anlatan bir temel üzerinde gelişmektedir. Gerçek büyük ölçüde gül­dürü, hiciv, romantizm ve fantazi özellikleriyle içiçe geçmiş bir durumdadır. "Dikanka Hikâyeleri"nin hemen hemen çoğunda olaylar ve kahramanlar son derece gülünç, hicivsel öğelerle kaynaştırılmıştır. Fantaziyle romantizm ise eserin bu iki özelliğini tamamlayıcı bir rol oynamaktadırlar. Hi­kâyelerin hepsinde şeytanlar, cadılar, büyücüler ve insan kılığına girmiş hayali yaratıklar vardır. Bu hayali yara­tıklar insanların yaşantılarına karışarak trajik, komik ya da mutlu sonla biten olayların meydana gelmesine neden olurlar, örneğin,ayrı kalmış sevgililer onların sayesinde kavuşurlar, mutlu bir evliliği olan gençlerin şeytana ka­pılmaları onların ölümlerine yol açar, kaybolan bir yazı­nın bulunmasına kâğıt meraklısı cadılar yardım eder, büyü­cü baba bir insanla evlenen kızından intikam almaya çalı­şır. Tüm bunlar, "Dikanka Hikâyeleri"nin romantik ve fan­tastik özelliklerini ortaya koymaktadır. Köylü genç kızla­rın sarhoş kazağı kendi evi diye muhtarın evine sokmaları, sokağın ortasında gopak dansı nasıl yapılır konusunun tar­tışılması, şeytanın dinsel konulu resimler yapmasını engel­lemek için demircinin tuvaline boya dökmesi, kolunu ittir­mesi, saf köylünün şeytan yüzünden korkuyla evden dışarı fırlarken kalpak yerine başına çömlek geçirmesi gibi olay­lar ise hem komik hem de alaycı bir anlatım taşımaktadır.
Hiciv bakımından, eserin her iki bölümün başlan­gıç kısmını oluşturan önsözlerle birlikte şu hikâyeleri ele alacağız: "Soroçinsk Panayırı" (Soroçinskaya yarmarka), "Mayıs Gecesi veya Boğulan Kız" (Mayskaya noç ili utoplennitsa), "Noel Arifesi" (Noç pered rojdetsvom), İvan F. Sponka ve Teyzesi" (İvan F. Sponka i ego tetuşka). Bunların dışında kalan hikâyeler ciddi ve trajik bir yapı göstermek­tedirler.
Her iki bölümün girişini oluşturan önsözler, Ukray­nalı bir çiftlik sahibi olan Arıcı Sarı Panko'nun ağzından aktarılmaktadır. Arıcı Sarı Panko'nun anlatımında çocuksu ve saf dilli bir hava vardır. Ancak bu anlatım biçimi yerini zaman zaman keskin ve alaycı bir tona bırakır. İlk önsö­zün başlangıcında Panko arıcılıkla uğraşan bir çiftlik sa­hibi olarak, yazarlık gibi iddialı bir işe nasıl kalkıştığın­dan sözetmektedir. Bu bölümde Panko'nun anlatımı samimiyet ve saflıkla doludur. Ancak bu,sadece sonraki paragrafta esas konuya geçmek için kullanılan bir giriştir:
"Böyle güzel sözler söylemeyi bir ay önce öğrendim. Yani sizin bu çiftçi kardeşiniz burnunu kulübesinden dı­şarıya bir uzattı ki görmeyin. Bu tıpkı bir beyefendinin odasına girmeye benziyor. Kalabalık etrafınızı sarar, apta­la dönersiniz. Bunların uşaktan farkı olsa neyse. Ama hep­si üstü başı yırtık çocuklar gibi kimseler, üstelik surat­larına bakarsanız arka avluda didinip dururken size dönüp, ayaklarını yere vura vura "Hey nereye gittiğini sanıyorsun sen!Defol git mujik" diye bağıran bir dilenciye benzetir­siniz..." (S.19)
Panko burada üstü kapalı bir biçimde edebiyat dün­yasıyla alay etmektedir. Açıkça görüleceği gibi edebiyat dünyasına yeni adım atmış bir yazarın durunu, bir beyefen­dinin evine ilk kez giren mujiğinkiyle kıyaslanmaktadır.
Yeni bir yazarı zor kabul eden ve edebiyat ortamına hâkim olan kişiler ise,mujiği şaşkına döndüren uşaklara benze­tilmektedirler. Gogol'ün Panko aracılığıyla ortaya koyduğu bu alayın amacını, "Gants Kühelgartsen" le kendisine yönel­tilen ağır eleştirilerin intikamını almak olarak düşünebi­liriz.
Panko bu ilk önsözünde, Ukrayna'ya özgü akşam top­lantılarını lirik bir anlatımla resmederken bu toplantıları büyük şehirlerde verilen balolarla kıyaslamaktan da geri kalmaz : “Karanlık çöktüğü gibi, belki de bir sokağın sonunda ateş yakılır, uzaktan kahkaha ve şarkı sesleri duyulur. Derken onlara bir balalayka katılır, hemen arkasından kemanlar başlar bir bağırış çağırıştır gider.... İşte bizde bu eğlen­celere "akşam toplantıları" derler, izin verirseniz bizim toplantılarımızın sizin balolarınıza benzediğini söylemek cesaretini göstereceğim; gerçi farklılıklar mutlaka vardır ama...! Siz balolara ayaklarınızı sağa sola döndürmek, son­ra da belli olmasın diye elinizle ağzınızı kapatarak giz­li gizli esnemek için gidersiniz...."1 (S.20)
Bu karşılaştırmada Panko, büyük şehirlerdekinin aksine köylerde ya da küçük yerleşim yerlerinde insanların içtenliklerini ve doğallıklarını kaybetmediklerini vurgu­lamaktadır. Onların toplantılarındaki neşenin kaynağı sa­dece keman, balalayka ve yakılan ateşler değil, davranış­larındaki içtenlikleridir. Oysa şehirlerde düzenlenen ba­lolarda yapmacık davranışlar insanlara sıkıntıdan başka bir şey vermemektedir. Panko'nun ağzından yapılan bu yergide Gogol'ün, "Dikanka Hikâyeleri" ni yazdığı sıralarda büyük şehir insanlarıyla yeni tanışmış bir kişi olarak köy insa­nının duygularını yansıtmaya çalıştığını düşünebiliriz.
Panko önsözünü tanıdığı iki kişiyi anlatarak devam ettirir. Bunlardan biri köyün zangocu Foma Grigoryeviç'tir.
"....Foma Grigoryeviç pek çok köy zangocunda gör­düğümüz alacalı bulacalı gömleklerden giymez, ne zaman uğ­rarsanız uğrayın ince çuhadan yapılmış, Poltava'da arşını­nı altı rubleden aldığı patates nişastası renginde bir cüppeyle karşılar sizi. Köydeki hiç kimse çizmesinden kötü kokular çıktığını iddia edemez. Ama herkes onları, sanırım, bir mujiğin lapasına seve seve koyacağı iyi cinsten bir yağla temizlediğini bilir. Çoğu meslekdaşının yaptığı gibi burnunu cüppesinin eteğine silmez. Dört bir kenarı kırmızı iplikle işlenmiş, büyük bir itinayla katlanmış beyaz men­dilini çıkarır. Gerekeni yaptıktan sonra tekrar, herzamanki gibi onikiye katlar ve cebine tekrar koyar..."1 (S.21)
Panko, Foma Grigoryeviç'ten saygı dolu bir hava içinde söz etmektedir. Anlaşılacağı gibi Panko için bir insana saygı göstermenin ölçüsü onun giyimidir, Foma Grigor­yeviç 'in giyimine dikkat etmesi, onu toplum içinde saygı değer yapmaya yeterli bir nedendir. Bu tür bir değerlendir­me sadece Panko'nun değil, aynı zamanda, onun temsil ettiği topluluğun da yargı biçimini ortaya koymaktadır. Dış görü­nüşü bu kadar ideal olan köy zangocunun kişiliğinden söz etmek yerine Panko tasvirini, onun burnunu temizledikten sonra özenle on ikiye katladığı süslü mendille bitirir.
Foma Grigoryeviç'ten sonra Panko Ukrayna dışında öğrenim yapıp tekrar evine geri dönen bir beyefendi'yi tanıtır. Bu "beyefendi" toplantılarda, gördüğü öğrenimin etkisiyle çevresindekilerden daha farklı konuşmaktadır.
Bu da Panko ve çevresindekileri öfkelendirir. Çünkü onun konuştuğundan pek bir şey anlayamamaktadırlar. Hatta Foma Grigoryeviç onu, Latince öğrenimi gören ve evine döndüğün­de, sürekli her kelimenin sonuna "us" eki koyarak konuşmasını anlaşılmaz hale getiren bir köylü gencine benzemekle suçlar. Gerek Panko ve Foma Grigoryeviç1in gerekse diğerle­rinin bu "beyefendi" ye böylesine sert çıkmalarının, konuş­masını "anlaşılması güç" şeklinde nitelemelerinin kökenin­de biraz kıskançlık ve küçük bir yerde yaşayıp tam bir öğ­renim görmemenin acısı yatmaktadır. Gogol burada aslında öğrenim görmüş "beyefendi" yerine, Panko ile çevresindeki diğer toprak sahiplerinin takındığı bu düşmanca tavrı gös­tererek, onlarla alay etmek istemiştir.
İkinci bölümdeki hikâyelerin önsözü ilkine göre da­ha kısadır. Burada da aralarında bağlantı bulunmayan iki sözcüğün saçma bir biçimde birleştirilerek "alogizm" elde edildiğini görüyoruz, örneğin Panko "biz öyle boş şeyler konuşmayız, kültürümüzü artıran, yararlı konulardan sözederiz." der. Böylece sözün kültür artırıcı konulara gelmesi beklenirken, Panko birden toplantıya katılanların saatlarca‘"elma salamurası nasıl yapılır?" gibi bir konu üzerinde tartıştıklarını anlatmaya başlar. Gogol'ün hicvinin odak noktası "kültür" le "elma salamurası" arasında kurulan saçma bağlantıdır. Bu saçmalık gerçekte, o toplantıda bu­lunanların kültür anlayışları konusunda bir fikir vermek­tedir.
Aynı önsözde, rütbe konusundaki hicivlere de rast­lıyoruz. İlk önsözden tanıdığımız "beyefendi" elma sala­murası yapımında değişik bir yöntemden söz edince diğerle­ri ona çok kızarlar. "Beyefendi" nin bu tavrını dayısının yüksek rütbeli bir kimse olmasına bağlarlar. Hatta bu ko­nuda ait olduğu çevrenin tipik bir temsilcisi olarak Panko şunları söyler:
"Size bir şey söyleyeyim mi sevgili okurlarım: Şu dünyada rütbeden kötüsü yoktur. Efendim, bir zamanlar be­yimizin dayısı komisermiş. Komiserlik te diğer rütbeler gibi bir rütbe alt tarafı." (S.136)
Görüldüğü gibi konu iyice dağılmış kültürden elma salamurasına, oradan rütbe kıyaslamasına geçmiştir. Aslın­da Panko'nun esas itirazı rütbeye değildir. Komiserlik rüt­besinin övünmeye değmeyecek, küçük bir rütbe olmasınadır. Yoksa o da hemen hemen herkes gibi, rütbenin kesin hâkimi­yetine inanmaktadır. Ona göre yüksek rütbe sahibi bir in­san her ortamda tartışmasız söz sahibidir. Bu konuyu "Tan­rıya şükredelim ki komiserlikten yüksek daha bir çok rütbe var" sözleriyle bitirir. Rütbe tıpkı Foma Grogoryeviç'in giyimi gibi, kişinin toplumdaki değerini belirleyebilecek bir ölçü olarak düşünülmektedir.
Ayrıca Sarı Panko'nun ağzından aktarılan bu önsöz­lerde, sürekli toplantı düzenleyerek, saçma hikâyeler an­latıp dinlemekten başka bir şey yapmayan Ukraynalı toprak beyleri alaya alınmaktadır. Belki de bu çevrenin temsilcisi olan Arıcı Sarı Panko giyime ve rütbeye tartışmasız saygı göstermesi, kültür denince elma salamurası gibi konulardan söz etmeye başlaması nedeniyle yazarın ençok alaya aldığı tiptir. Tüm bunlara rağmen Arıcı Sarı Panko Gogol'ün yarat­tığı en sevimli ve unutulmaz kahramanlardan biridir.
Önsözler gibi hikayeler de Arıcı Sarı Panko tarafın­dan aktarılmaktadır. Birinci ciltte yer alan ilk hikâye "Soroçinsk Panayırı” dır. Hikâyede karşımıza kazağından çin­genesine, Rusuna, tüccarından papazına oğluna kadar pek çok tip çıkar. Bu nedenle olayın geçtiği yeri mal ya da yiyecek satışı yapılan bir panayırdan çok, insan panayırı olarak düşünebiliriz.
Hikâye saf bir köylü olan Solopi'nin karısı Hivriya ve kızı Paraska'yla panayıra gitmesiyle başlar. Gritsko ad­lı bir genç Paraska'ya âşık olur ve onunla evlenmeye karar verir. Solopi'nin bu işe razı olmasına karşılık üvey anne, delikanlı ona "Bu kadın tam bir şeytan" dediği için evlen­melerine izin vermek istemez. Bu arada panayırda domuz kı­lığına girerek kırmızı kaftanın tek kolunu arayan şeytanla ilgili bir söylenti çıkar. Solopi ve ailesi, dışarıda şey­tanla karşılaşma korkusundan bir kaç satıcıyla birlikte bir tanıdıklarının evinde konaklamaya karar verirler. Evde top­lananlar gece sürekli bu şeytanla ilgili hikayeler anlatırlar.
İçlerinden biri pencerede domuz suratı gördüğünü söyleyince herkes paniğe kapılır. Solopi kendini dışarı atar. Koşmaya başlar, arkasından takip eden kişiyle çarpışınca yere yuvarlanırlar. Solopi bunun şeytan olduğuna inandığından dehşet içinde kalmıştır. Ama büyük bir cesaretle gözlerini açınca bunun karısı oldu­ğunu görür. Paraşka'ya âşık olan Gritsko ise onunla evlen­mek için bu şeytan masalından yararlanmaya karar verir. Plânını bir çingenenin yardımıyla uygulamaya başlar. Zaval­lı Solopi sabah uyanınca arabasında kırmızı bir kaftan kolu bulur. Bu onun için felaketlerin başlangıcı demektir. Kendi kendine düşüncelere dalmışken bir kaç kişi onun üstüne atı­lır ve "at hırsızı" diye yakalar. Solopi'nin çaldığı idda edilen at, aslında, onun olduğu halde cezalandırılır. Ama Gritsko hemen onu kurtarmaya koşar. Böylece Solopi delikanlı­nın kızıyla evlenmesine izin verir.
Hikâyede halkın, şeytanın etten kemikten bir yaratık olarak sağda solda koşuşturduğuna inanması, önce bununla il­gili masallar uydurmaları sonra bu masallara inanarak dehşe­te kapılmaları eğlenceli bir dille anlatılmaktadır. Bu söylen­tilere en fazla inanan kişi ise saf Solopi'dir. Arabasında kırmızı bir kaftan kolu bulduğunda, bunun şeytana ait olduğuna inanan Solopi şunları söyler:
"Görüyor musun aksiliği, nasıl satış yaparım şimdi diyordu atın ipini çözüp meydana sürüklemeye çalıştığı sıra­da panayıra gelirken içime çöken sıkıntı boşuna değilmiş meğerse, cılız inek ölüp gidecekti az kalsın, öküzler de iki kez yarı yolda eve dönmeye kalkmışlardı. Aah, şimdi hatırla­dım pazartesi günü çıkmadık ki yola! Bu yüzden herşey ters gidiyor yal Bu şeytan da amma gezme meraklısıymış,ne var san­ki tek kollu kaftanla dolaşsa; ama aklı fikri iyi insanlara rahat vermemek te yal Tanrı korusun ama, eğer ben şeytan ol­saydım gece yarıları lanet bir kumaş parçası için böyle koş­turmazdım. " (S.54)
Hikâyeyi böyle aktaran Panko, Solopi'nin bu düşün­celerini "filozofça" diye değerlendirmektedir. Bu değerlen­dirmeden Panko'yla çevresindekilerin,şeytanla ilgili konular üzerinde konuşmayı ya da fikir yürütmeyi felsefe yapmak ola­rak nitelendirdiklerini anlamak mümkündür. İkinci önsöz’ de okuduğumuz "kültür" ve "elma salamurası" arasındaki bağ, bu kez şeytanla felsefe arasında kurulmuştur, örnek olarak verilen, yukarıdaki paragraf hem Solopi gibi sıradan halkın inançlarını hem de Panko gibi zengin toprak beylerinin fel­sefe konusundaki anlayışlarını göstermesi bakımından iki yön­lü bir özellik taşımaktadır.
Panayırdaki halkın, düşüncesiyle bile dehşete düştü­ğü domuz kılığındaki şeytanın yanısıra, hikâyede değişik bir başka şeytan imajı daha vardır. Hırçınlığı, para hırsı ve kıskançlığıyla bu şeytan, saf Solopi'nin karısı Hivriya'dır. Onun bu özelliğini ilk farkeden Paraska'nın talibi Gritsko' dur. Delikanlı Paraşka'уa laf atarken üvey anneyi de iğnele­mekten geri kalmaz:
"Beyaz kaftanlı delikanlı Ne güzel bir kız} diye gözlerini genç kızdan ayırmadan devam etti söze Bir kez öpebilmek için varımı yoğumu verirdim. Hemen önünde de bir şeytan oturuyor." (S.31)
Bunu izleyen "şeytan görsün yüzünü, şeytan sakalı­nı yaksın" gibi laflarla dolu tartışmada, Hivriya'nın gerçek kişiliği iyice ortaya çıkar.
Pencerede görülen domuz yüzünden, sokaklarda korku­dan yere yuvarlanan Solopi'yle Hivriya'nın halini gören çin­geneler arasında geçen konuşma da Gritsko'nun fikrini doğru­lamaktadır.
" -' Durun burada bir şey var, ışığı getirsenize.' Yanlarına bir kaç kişi daha gelmişti. 'Bu da ne Vlass?'
'Galibe iki insan biri üstte öteki ise altta kalmış, bunlar­dan hangisi şeytan anlaşılmıyor.' 'üstteki kimmiş bak baka­lım. ' 'Bir kadın.' Şeytan o işte-' 'Kadın adamın tepesi­ne çıkmış; bu kadın kesinlikle ata binmesini iyi biliyor.' dedi kalabalıktan birisi.... Gittikçe artan gürültü ve kah­kahalar bizim ölüleri uyandırdı, bunlar Solopi ile karısıy­dı. " (S.52)
Hivriya'nın şeytanlığı sadece herkesin bakarak ka­rar verdiği gibi hareketleri ve konuşma tarzıyla sınırlı de­ğildir. Genellikle şeytan insanları zayıf yerlerinden yakala­yarak esiri haline getiren bir yaratık olarak düşünülür. Hivriya'da kocasının saflığından, pasif bir adam olmasından yararlanıp ona her istediğini yaptırmaktadır. Ayrıca geceleri gizlice buluştuğu papazın obur oğlunu yaptığı reçel, börek, çörek gibi yiyeceklerle cezbetmeye ve böylece kendi esiri уapmaya çalışmaktadır. Hivriya'nın esiri haline getirmeye çalıştığı bu kişinin, papazın oğlu olması onun şeytanla gös­terdiği ortak özelliklerin en ilgincidir.
Hikâyede herkes, özellikle de Solopi etrafında domuz kılığına girmiş bir şeytan aramaktadır. Oysa Solopi bir değil bir kaç şeytanın arasına, hem de kendi isteğiyle düştüğünün farkında bile değildir. Daha önce de belirtildiği gibi karı­sı Hivriya herkesin tartışmasız kabul ettiği bir şeytandır. Solopi'nin kızı Paraska'yla evlenmek isteyen damat adayı Gritsko'nun, yaptığı kurnazca planla şeytandan aşağı kalır yanı yoktur. Kahramanın kendisine gelince, onun adının kö­keninde gömlek ya da kaftan anlamındaki "salop" kelimesi yatmaktadır. Bu nedenle kaftanının tek kolunu arayan şeytan­la aralarında dolaylı bir bağlantı olduğu düşünülebilir. Tüm bunların yanısıra panayırda dolaşıp, ortalığı karıştıran şey­tanla ilgili hikâye zaten halkın uydurduğu bir şeydir. Kısa­ca söylemek gerekirse, hikâyede şeytanla insan içiçe geçmiş bir halde ele alınmıştır.
İlk ciltteki diğer hikâye ise,"Mayıs Gecesi veya Boğulan Kız"dır. Bu romantik hikâye yaşam sevinci ve genç­lik coşkusuyla doludur. "Soroçinsk Panayırı"nın aksine, bu­rada gözle görülen ve insanların hayatına doğrudan giren ya­ratıklar vardır. Bu hayali yaratıklar, dünyadaki olayların akışını etkileme yeteneğine de sahiptirler.
Hikâyenin konusu şöyledir. Köy muhtarı oğlu Levko' nun köyün en güzel kızı olan Ganna'yla evlenmesine izin ver­mez. Levko babasına kızarak köyün bütün delikanlılarını top­lar ve evinde kargaşa çıkarır. Bu olaydan sonra kimsenin yaklaşmadığı büyülü evin bahçesine kaçar ve orada bir ağacın altında uykuya dalar. Büyülü evin kızı Levko'yu uyandırır. Eğer üvey annesini bulursa ona istediğini vereceğini vaad eder. Levko üvey anneyi bulur, büyülü evin kızı da onun Ganna'yla evlenmesini sağlar.
Hikâyenin en ilginç tipi köy muhtarıdır. Panko köy muhtarını şu paragrafta tanıtmaktadır:
"Hakkında pek de hoş sözler söylenmeyen bu muhtar kim peki? Oo, muhtar köydeki en önemli kişidir... Köyde herkes onu görünce şapkasını çıkarır, genç kızlar ve hatta küçücük çocuklar bile "iyi günler" dileğinde bulunur. Han­gi delikanlı onun yerinde olmayı istemez kil Köydeki bütün evlerin kapısı muhtara açıktır. İri yarı bir mujik bile, muhtarın kaba ve kalın parmakları onun sigara tablasında gezinirken şapkasını çıkararak saygıyla bekler. Köy toplan­tılarında veya mecliste yetkisi bir kaç oyla sınırlı olma­sına rağmen, sınırı her zaman aşar. Kimi isterse onu yolu düzeltmeye, çukurları doldurmaya ya da hendek kazmaya yol­lardı      " (S.93)
Hikâye boyunca köy muhtarını bir insan değil, sa­dece devletin saygı duyulması gereken bir mevkii olarak görürüz. Köyde âdeta,muhtar yerine mevkii dolaşmaktadır. Ayrıca Panko'nun da onun adını hiç söylememesi ve hakkında sürekli köy muhtarı diye söz etmesi bu izlenimi kuvvetlen­dirmektedir. üst düzeyde görev yapan bir kişi olarak muhtar mevkiinin kendisine sağladığı fırsatları değerlendirmekte­dir. Hikâyeyi anlatan Panko, yüksek mevki sahibi kişilerin hakimiyetini tartışmasız kabul ettiği için onun fırsatları işine geldiği gibi kullanmasını çok doğal bir havada anlat­maktadır.
Köyün muhtarı hakkında verilen daha detaylı bilgi­ler, onun nasıl muhtar olduğunu ve bu mevkiinin onda ne gi­bi etkiler yaptığını açıkça göstermektedir.
"....Muhtar asık suratlı bir adamdır. Fazla konuş­mayı sevmez. Anısı saygıdeğer çariçemiz, Büyük Katerina, Kırım'a geldiğinde muhtar refakatçi olarak seçilmişti. Tam iki gün ona hizmette bulunmuş ve çariçenin arabacısının yanında oturma şerefine erişmişti. Muhtar düşünceli bir tavırla baş eğip, ciddi ciddi başını sallamayı, uzun bıyık­larını burmayı ve kaşlarının altından kartal gibi bakmayı daha o zaman öğrenmişti. Yine o zamandan beri sözü döndürüp dolaştırıp, çariçeye nasıl refakat ettiğine getirmeye bayı­lır. Muhtar bazan, özellikle istemediği şeyleri duymamak için, sağır gibi davranmayı da pek sever. Muhtarın şıklıcra hiç tahammülü yoktur.... " (S. 94)
Burada belirtilen özelliklere göre düşünceli bir tavırla baş sallamak, bıyık burmak ve "tek gözü kör" olma­sına rağmen kartallar gibi bakmayı başarabilmek hem muhtar olmak hem de muhtarlık görevini yerine getirmek için yeterlidir. Nasıl Panko için saygıdeğer bir kişi olmanın ölçütü giyimse, köy muhtarı için de bu tür tavırlar takınmak say­gınlık kazanmanın ölçütü haline gelmiştir.
Ondaki bu izlenimin nedenini, hem bu tür tavırla­rın halk üzerinde istenen etkiyi bırakması, hem de kendisiy­le aynı mevkii ve karakterde bulunan kişilerden gördüğünü yerine getirmesi şeklinde düşünebiliriz.
Panko "Köy muhtarı fazla konuşmayı sevmez" der. As­lında bunun, muhtarın konuşmayı sevmemesiyle bir bağlantısı yoktur. Onun kişiliğinde birinin mantıklı ya da düzgün ko­nuşma konusunda kendinden bekleneni vermeyeceği için susmayı ve ciddi, ağırbaşlı bir tavır arkasına gizlenmeyi tercih et­tiğini söyleyebiliriz. Ayrıca muhtarın sözü döndürüp dolaş­tırıp çariçeye refakat etmeye getirmesinin nedeni ise açık­ça ortadadır. Hayatı boyunca yaptığı doğru dürüst tek işin bu refakatten öteye geçmediği yukarıda verilen iki paragraf­tan anlaşılmaktadır.
Muhtar politika yapmanın yolunu, sağır gibi davran­makta bulmuştur. Gerçektende bu davranış biçimi, haklarını dilediğince kullanan muhtar için son derece uygundur. Panko onun şık giyimine tahammül edemediğinden söz ederken anla­tım tonu, adeta onun insanların dış görünüşüne değilde kafa yapılarına önem verdiğini ima eden bir hava taşımaktadır. Muhtarın gerçek karakteri ve giyim konusundaki bu olumlu tutumu arasındaki zıtlık, yazarın onun üzerindeki alayını iyice belirginleştirmektedir.
Gogol, Panko'nun ağzıyla gösterişçi, yapmacık tavır­larıyla muhtarlık görevini yerine getirdiğini sanan, gerçekte ise, karakter bakımından alt düzeyde bir tipi canlandırmaktadır. Köy muhtarı, Gogol'ün daha sonraki dönemlerde yazdığı eserlerde ortaya koyduğu devlet mekanizmasının önemli mevki­lerinde bulunan, ancak yer kaplamaktan başka bir işe yaramayan kişilerin ilk örneği olarak kabul edilebilir.
"Dikanka Hikâyeleri" nin ikinci bölümünde yer alan "Noel Arifesi", eserin hem en konik hem de en fantastik hikâye­lerinden biridir.
Hikâye , şeytanın dinsel konulu resimler yapan demir­ci Vakula'dan intikam almak için Noel arifesinde yeryüzüne inmesiyle başlar. Vakula'nın Oksana adlı güzel bir kızı sev­diğini bilen şeytan, onların evlenmesine engel olarak inti­kam almayı plânlamıştır. O gece Oksana'nın babası, meyhane­ye arkadaşlarıyla içki içmeye gitmek üzere yola çıkmıştır. Demirci onun yokluğundan faydalanarak plânını uygulamaya ko­yar: önce gökyüzündeki ayı çalıp etrafın kararmasını sağlar. Böylece kızın babası, karanlık bahanesiyle eve geri dönünce, demirciyi kızıyla yakalayacak ve bu saygısızlığından ötürü evlenmelerine izin vermeyecektir. Ancak şeytanın bu plânı gerçekleşmez. Etrafın karardığını gören ihtiyar baba, Vakula’nın annesinin evine gider. Vakula'nın gerçekte cadı olan annesi Soloha, köyün ileri gelen kişileriyle birbirlerinden haberleri olmaksızın dostluğunu sürdürmektedir. Aynı zaman­da şeytan da Soloha'nun dostlarından biridir. Aynı gece te­sadüfen hepsi biraraya gelirler. Ancak hepsi de görünmek kor­kusuyla aynı çuvala gizlenmeye kalkarlar. Karanlık olduğu için hiç kimse bir diğerini farketmez. Vakula eve döndüğün­de, çuvalın içinde kömür var diyerek dışarı çıkarır. Çuvalın içindekiler hiçbir şey olmamışçasına kimseye görünmeden ev­lerine dağılırlar. Demirci Oksana'yla buluştuğunda Oksana eğer çariçenin ayakkabılarından birini kendisine getirirse cnunla evleneceğini söyler. Bu istek Vakula'yı üzüntü içinde bırakır. Şeytan onun bu durumundan faydalanarak kötü yola çekmek ister. Ancak demirci onun oyununa gelmez. Hatta şey­tanı kendi isteklerini yapmaya zorlar. Şeytan demirciyi Pe­terburg'a, saraya, götürür ve çariçenin ayakkabılarından birini almasını sağlar. Vakula ayakkabıları Oksana'ya verdi­ğinde güzel kız onunla evlenmeye razı olur. Şeytan ise öf­keyle cehenneme döner.
Bu hikâyede, baş kahramanlardan olan şeytan diğer hikâyelerdekinden farklıdır. Çünkü Panko bu şeytanı tıpkı karikatürlerdeki gibi tasvir etmektedir:
"....Önden bakıldığında tam bir Almandı: dar, sü­rekli sağa sola dönüp duran, önüne çıkan herşeyi koklayan suratı, tıpkı bizim domuzlarınki gibi yuvarlak bir mantar şeklinde sona eriyordu. Bacakları o kadar inceydi ki, eğer bu bacaklar Yareskov muhtarının olsaydı daha ilk kazaskada
kırıverirdi. Ama arkadan bakınca üniformalı savcı yardımcı­sından farksızdı. Çünkü arkasında öyle uzun, öyle si^ri bir kuyruğu vardı ki, son moda üniformalara konan yırtmaçları andırıyordu. Oysa çenesinin altındaki keçi sakalına, kafasın da yükselen dimdik boynuzlara ve baca temizleyicisininki ka­dar kirli üstüne başına dikkat edilince bunun bir Alman ya da savcı yardımcısı değil yalnızca bir şeytan olduğunu anla­mak mümkündü .... " (S. 140-141)
Şeytanın karikatüristik çizgilerle tasvir edilme­sinin yanısıra, dikkati çeken bir başka özellik ise bu yara­tığın dış görünüşünün insanlarınkiyle kıyaslanmasıdır. Dış görünüşü şeytanla kıyaslanan tipleri Panko kasten seçmiştir. Yukarıda okuduğumuz gibi, Panko şeytanı ilk önce Alman'a benzetir. Bu benzetmenin temelinde, Panko ve çevresindekiler gibi, küçük yerlerde yaşayan kişilerin yabancılara karşı bes­ledikleri düşmanlık duygusunun bulunduğu düşünülebilirAl­man' dan sonra, Panko bu kıyaslamaya üniformalı savcı yardım­cısını karıştırır. Ancak savcı yardımcısı ile devam eden bu kıyaslamada Panko bir genellemeye ulaşmaktadır. Şeytanın kuyruğu ile birlikte arkadan görünü­şünü, o dönem memurlarının giydikleri son moda üniformala­rı hatırlattığı belirtilmektedir. Yani Gogol,Panko aracılı­ğıyla, bürokrasi çarkını döndüren memurları küçük birer şeytancık olarak nitelendirmektedir.
Yazar daha sonraki dönemlerde yazdığı "Palto","Bir Delinin Günlüğü", "Burun" ve "ölü Canlar" gibi eserle­rinde yarattığı açıkgöz, fırsatçı, para ve rütbe düşkünü memur tiplerinde, kendince ortaya koyduğu bu fikri kanıtla­maktadır.
Hikâyede şeytanın insanları hatırlatan bu gibi özel­liklerinden başka, insanların da sahip oldukları bazı özel­ikleriyle ondan hiç aşağı kalmadığını gösteren örneklere rast­lıyoruz. Hikâyenin hemen başlangıcında bu konuyla ilgili gü­zel bir bölüm vardır.
"Eğer tam o anda iyi cins atların çektiği troykasma binmiş başında Ulansk biçimli kalpağı ve astarı kara yünden mavi renk gocuğunu giymiş olan, Soroçinsk belediye başkanı genellikle arabacısının hızlandırmak için kullandığı, şeytansı bir zekâyla örülmüş kırbacı ile buradan geçseydi, bu cadı kadını kesinlikle farkederdi. çünkü bu dünyadaki hiç bir cadı kadın Soroçnisk belediye başkanının gözünden kaç­maz. 0 her kadının ahırında kaç domuz yuvrusu var, sandıklar­da kaç metre keten bezi duruyor ve özellikle de iyi bir adamın pazar günü meyhanede çiftliğinin kaçta kaçını rehin bıraktığını su gibi ezbere bilirdi...." (S.140)
Bu paragrafta tanıtılan Soroçinsk belediye başkanının şeytanlığı, sadece, şeytansı bir zekâyla örüldüğü söylenen kırbacıyla sınırlı değildir. Köyde olan biten herşeyi, köylünün ne kadar hayvanı ve malı olduğunu ya da malının kaçta kaçını rehine bıraktığını bilmesi onun şeytan gibi kurnaz bir tip olduğunu belirtmeye yeterlidir. Ayrıca Panko' nun onun hakkında, "dünyada hiçbir cadı kadın onun gözünden kaçmazdı" demesi, belediye başkanının kadınlara düşkünlüğü­nün bir işaretidir. Ancak belediye başkanının "gözünden kaçmayan" kadın tiplerinin cadılarla sınırlandırılması, sa­dece şeytana benzer bir kişinin, cadı kadınlara düşkün ola­bileceğini göstermektedir. Nitekim hikâyenin sonraki bölüm­lerinde belediye başkanının gözünden kaçırdığı cadı kadının, şeytanla flört ettiği sahneler, ister istemez, belediye başkanını hatırlatmaktadır. Tüm bu Özellikler Panko'nun "şey­tansı zekâyla örülmüş" kırbaçla uyandırdığı izlenimi tamam­lamaktadır.
İnsanla hayali yaratıkların içiçe geçtikleri bir başka örnek ise, Vakula’nın cadı annesi Soloha'dır. Soloha, aynı anda köyden dört adamla ve geceleri süpürgesiyle dola­şırken şeytanla flört edebilmektedir. Dört adamı hatta şey­tanı bile peşinden koşturan Soloha mı gerçek şeytan yoksa demirciden intikam almak için cehennemden yeryüzüne inen be­ceriksiz yaratık mı şeytan, bu düşündürücü bir sorudur. An­cak,, şunu da belirtmek gerekir ki şeytanı, Soloha'yı aynı ge­ce ziyaret eden bu dört adamın, zayıf yönlerinin bir araya gelerek oluşturdukları kusurun bir simgesi olarak kabul et­mek mümkündür.
Görüldüğü gibi hikâyede, şeytana ve cadıya insan özellikleri, insana da bu iki varlığın özellikleri verilerek olağanüstü bir fizik ve metafizik karışım elde edilmektedir. Böylece zayıflıklarla insan arasındaki kopmaz bağ ve insanın kötülüğe duyduğu eğilim hayali varlıkların kişiliklerinde alaycı bir biçimde canlandırılmaktadır.
Eserde Panko'nun köy zangocu Grigoryeviç'le başlat­tığı giyime düşkünlük konusu bu hikâyede de karşımıza çıkmak­tadır. Ancak, giyim konusu burada daha değişik bir amaçla ele alınmıştır:
"....Dünyanın düzeni ne gariptir! Herkes birbirini taklit etme sevdasına kapılmış gidiyor. Eskiden Mirgorod'da kış aylarında, bir yargıç bir de vali çuhayla kaplı, kuzu postundan kürkler giyerlerdi. Küçük memurlar ise çıplak deriden gocuk kullanırlardır. Ya şimdi hem yargıç yardımcı­sı hem de kadastro memuru kendilerine kuzu postundan çuhay-
la kaplı yeni kürkler diktirdiler. Kâtiple bölge yazıcısı üç yıl önce arşını altı grivennikten mavi çin ipeği aldılar. Papaz ise yazın giymek üzere kadife şalvarlar ve çizgili kumaştan bir yelek diktirdi. Kısacası herkes giyime kuşama düştül Şu insanoğlu ne zaman bırakacak böyle boş şeyleri I ..." (S.143)
Panko'nun burada kınadığı esas konu, insanların gi­yime düşkünlükleri değil, birbirlerinden aşağı kalmamak için giyimi kullanmaya çalışmalarıdır, üst mevkideki kişiler du­rumları gereği iyi giyinmek zorundadırlar. Oysa küçük memur­lar rütbe bakımından üsttekilere yetişemeyecekleri için, en azından, giyimleri sayesinde onlarla eşit düzeye gelmek ama­cıyla giyime düştükleri anlaşılmaktadır. Dünya işlerinden elini eteğini çekmesi gereken papaz da bu sevdaya kendini kaptırınca Panko'nun öfkesi artmıştır. Sözlerini, sanki, papaza sitem edercesine "Bu insanlar ne zaman bırakacaklar böyle boş şeyleri!" gibi anlamlı bir cümleyle bitirir.
Hikâyeyle hiç ilgisi olmamasına rağmen Panko'nun beklenmedik bir anda bu konuya geçmesi, güldürü eserlerin­de kullanılan "absürd" tekniğinin güzel bir örneğidir.
Eserde incelemeye çalışacağımız son hikâye " İvan P. Sponka ve Teyzesidir." Diğer hikâyelerden farklı olarak, "İvan P, Sponka ve TeyzesiMnde hayali yaratıklar yoktur ve konu gerçek yaşama daha yakındır.
Hikâyenin kahramanı İvan Sponka okul yıllarında, sivil yaşantıya ayak uydurmanın zor olduğunu görerek ordu­ya katılmaya karar verir. Ailesinden kalan çiftliğinin yö­netimiyle teyzesi uğraşmaktadır. Teyzesinden, bir süre son­ra, çiftliğin işleriyle artık kendisinin uğraşması gerekti­ğini bildiren bir mektup alır. Ordudan ayrılır ve çiftliğe döner. Bu arada teyzesi, komşu çiftlik sahibinin kızkardeşlerinden biriyle yeğenini evlendirmeye karar verir. Oysa bu girişim İvan Sponka için bir karabasandan farksızdır.
İvan Sponka'da saf, belirli sınırlar içinde yaşa­yan ve bu sınırlar dışına çıktığı zaman bocalayan bir insan kişiliği verilmiştir. Onun saflığının ilk örneğini okul yıl­larında başına gelen şu olayda görüyoruz;
"Burada onun bütün hayatını etkileyen bir olayı an­latmadan geçemeyeceğiz: Ona verilmiş öğrencilerden biri, sı­nav kâğıdına "scit" yazması için, sınıfa kâğıda sarılmış bol yağlı böreklerden getirmişti. Çünkü dersine iyi çalışma­mıştı. Adaletli not vermeye çalışmasına rağmen, İvan Şponka tam o sırada çok acıkmıştı ve bu nedenle iştah açıcı börek­leri geri çevirmemişti: Böreği alarak, kitabın arasına giz­lemiş ve yemeğe başlamıştı. Yemeğe öylesine dalmıştı ki sı­nıftaki derin sessizliğin farkına bile varmamıştı. Fakat
kalın kumaşlı paltodan uzanan bir el onu kulağından tutup sınıfın ortasına fılatıverdiğinde kendine geldi... "Böreği ver çabukl Böreği ver dedim sana alçakl" dedi öğretmen, yağ­lı böreği parmaklarıyla tuttuğu gibi pencereden dışarı attı. Avludaki çocuklara da dokunmamaları için sert bir çıkış yap­tı. Sopayla eline canını yakacak gibi vurmuştu...(S.248)
Aslında İvan Sponka, kâğıda "scit" yani başarılı yazması karşılığı gelen börekleri rüşvet olarak kabul etmemiş­tir. çünkü onun için bu börekler, teyzesinin kendi eliyle yapıp getirdiği börek ve kurabiyelerden farksızdır. Küçük­ken herkesin kendisine, art niyet olmadan, bir şeyler veril­mesine alışmıştır. Bu börekler de kahraman için aynı anlam­dadır. Bu kötü olaylardan sonra İvan Şponka "suçların sivil yaşamda kolay kolay örtbas edilemediğini" anlayarak, orduya katılmaya karar verir. Oysa subay olarak katıldığı P...pi­yade alayı da onun kişiliğine çok ters bir ortam içindedir:
"P. piyade alayı, diğer piyade alaylarına hiç'ıbenzemezdi. Çoğunlukla köylerde konaklamasına rağmen, Süvari alayları ya da öteki alaylardan zerre kadar altta kalmazdı. Bir kere subayların çoğu sert içki içerdi, sonra yahudileri kulaklarından sürüklemekte hüsarları aratmazlardı. Subay­lardan bir kaç tanesi mazurka bile yapardı. P. alayının en­gin kültürünü daha iyi kanıtlamak için, okuyuculara subaylar­dan ikisinin müthiş kumarbaz olduklarını üniforma, kasket, meç hatta süvari alayları arasında rastlanmayan çamaşırlarını bile kumarda kaybettiklerini belirtmek gerektiğine inanıyo­rum." (S249)
Kahramanımızın Р.. piyade alayına da ayak uydura­madığını rütbesinin ancak onbirinci yılında asteğmenliğe yükseltilmiş olmasından anlıyoruz. Bunun yanınsa, öteki subaylarla hiç dostluk kurmaması, her gün "üniformasının düğmelerini temizlemesi, odasının boş bulunduğu bütün köşe­lerine fare kapanı koyması, fal kitabı okuması ve nihayet
yorgun düşerek yatması", onun ordu yaşamına ayak uydurabile­cek yapıda olmadığını göstermektedir. Р.. piyade alayının anlatıldığı bu bölümde Gogol Panko aracılığıyla askerlerin yaşantısını da hicvetmektedir. O dönemin toplum anlayışında iyi bir asker olmanın koşulu kâğıt oynamak, iyi dans etmek ve içki içmektir. Tüm bunların kahramanlık yapmakla eşdüzeyde tutulması askerlik için gereken esas özellikleri ikinci plâna bırakarak, P...alay komutanının "benim çocuklarımın hepsi iyi mazurka yaparlar" diye övünmesi abartılı ancak eğ­lenceli bir dille anlatılmaktadır. Gogol askerlerin yaşantı­sını 1835 te yazdığı "Araba" adlı hikâyesinde daha detaylı biçimde ele almıştır.
Askerlerin arasında ancak on bir yıl devam ettirdiği yaşamını bırakmaya karar vererek İvan Fyodoroviç, teyzesinin "geri gel" çağrısına hemen uyar:
"Sevgili yeğenim İvan Fyodoroviç, sana bir kaç par­ça eşya yolluyorum: beş çift çorap ve ince keten bezinden dört tane gömlek. Ayrıca seninle çiftlik konusunda konuşmak istediğim bir kaç şey var. Artık iyi bir rütben var ve sanı­rım sen de biliyorsun ki artık çiftlikle uğraşma zamanın gel­di. Zaten orduda daha fazla yapabileceğin bir şey de kalmadı. Ben yaşlandım, çiftlik işlerine tek başıma yetişemiyorum; as­lında sana anlatmak istediğim pek çok konu var. Artık gel Vanyuşa, uzun bir ayrılıktan sonra seni görmek beni memnun edecektir. Seni seven teyzen Vasilisa Tsupçevska.
Bahçemizde öyle güzel şalgam yetişiyor ki, şalgam­dan çok patatese benziyor." (S.250).
Teyze, on bir sene sonra asteğmenlikten teğmenliğe yükselen yeğeninin, orduya daha fazla bir yararı dokunmaya­cağını söylerken gerçekte, onun yeteneklerinin sınırlarını belirlemekfctedir.
İvan Sponka'nınteyzesine verdiği cevap ise şöyledir:
"Sevgili teyzeciğim Vasilisa Kasparovna, Gönderdiğiniz eşyalar için çok teşekkür ederim. Çoraplarım öyle eskimişti ki emir eri tam dört kez yamamak zorunda kaldı. Ancak bu kez de dar gelmeye başladılâr. Ordu­daki işim konusundaki fikrinize katılıyorum, üç güne kadar istifa edeceğim. Terhis olduğum gibi bir araba kiralarım. İstediğiniz sibirya buğdayının tohumundan bulamadım. Mogilevsk eyaletinin hiç bir yerinde böyle bir tohum yok. Bura­da domuzlara şarap içiriyorlar. Şarabin içine biraz da bira katıyorlar.
Sevgili teyzeciğim sonsuz saygılarımla. Yeğeniniz
                                                                          İvan Sponka" (S,251)
Bu mektuplarda, aynı zamanda teyzeyle yeğenin ara­sındaki kopmaz bağı oluşturan bir başka özellik ortaya çık­maktadır, Sözü edilen çiftlik işleri, iri şalgamlar, Sibir­ya buğdayı ve şarapla beslenen domuzlar, dolayısıyla, yemek konusu onların duygu ve düşüncelerinin birleştiği ortak noktadır. Hikâyenin odak noktası da kahramanların yemek iç­mekle ilgili konulara gösterdiği düşkünlüktür. Çiftlik, on­lar için, bir mal garantisinden çok, yiyeceklerini sağlayan bir kaynak garantisidir. Vasilisa Kasparovna yeğenini, ara­larındaki toprak sorununu çözümlemesi için zorla komşu çift­liğe yollar, İvan Sponka eve dönünce önce bu toprak sorunun­dan konuşurlar. Ancak onlar için bu pek tatsız bir konudur.
Bu nedenle konuyu hemen İvan Sponka’nın orada ne yediğine getirirler:
"....Neyse şimdi bundan söz etmenin sırası değil. Sahi yemek iyi miydi? Çok iyiydi....evet evet gerçekten iyiydi.teyzeciğim. Anlat bakalım ne yediğinizi. Yaşlı ka­dının mutfak konusunda usta olduğunu iyi bilirim. -Meze ola­rak kaymakla peynir vardı teyze. Soslu güvercinle başladık yemeğe. -Erikli hindi var mıydı bari? -diye sordu teyze. Çünkü bu yemeği yapmakta üstüne kimse yoktu. Evet o da vardı...." (S.269-270)
Yukarıdaki konuşmada görüldüğü gibi yemekle ilgili konular ilk konuşulanlar arasında yer almaktadır. Toprak sorununun komşu çiftliğin sahibinin lehinde çözülmesi tey­zeyle yeğeni pek fazla üzmeyecektir. Bu nedenle yemekten sözetmek onlar için toprak sorunundan daha zevklidir.
Hikâyede yaşamları belirli sınırlar ve eğilimler içinde geçen, bunların dışına çıktıklarında bocalayan, değişik ortama uyum sağlayamayan saf insanlar hicv edilmekte­dir. İvan Sponka, bu insanın tipik bir örneğidir. Onun içinde yaşadığı dünya en ufak bir değişikliğe izin vermeye­cek kadar küçüktür. P... piyade alayındaki subayların hız­lı, yaşamına ayak uydurmaktan kaçınmış, bunun yerine düğ­me temizlemek, fal kitabı okumak gibi uğraşları günlük alışkanlıkları haline getirmiştir. Böylesine kısıtlı bir dünya içinde yaşamaya alışan İvan Sponka için, evliliğin karabasana dönüşmesi oldukça doğal bir tepkidir. Teyzesi de saflığı ve yaşadığı dünya bakımından yeğeniyle aynı durum­dadır. Bütün yaşamı çiftlik işleriyle uğraşıp, yemek ya da kurabiye pişirmekle geçmiştir. Zaten yıllarca ayrı kalmala­rına rağmen bu insanların birbirlerinden kopmalarının nede­ni görüp öğrendikleri, alıştıkları ve devam ettirdikleri yaşam tarzınırl aynı olmasıdır.
Hikâyedeki bu iki tipi Gogol, gerçekte, psikolojik açıdan ele almaya çalışmıştır. Ancak yaratıcı gücü bu tür psikolojik konuları işlemekten çok, insanların kusurlarını ortaya koyup, eğlenceli bir üslupla anlatmaya elverişlidir. Bu nedenle yazar konunun akışını hangi yönde belirleyeceğine karar verememiş ve hikâyeyi yarım bırakmıştır.
"Dikanka Hikâyeleri", büyük ölçüde hayal ürünü ola­rak kabul edilebilecek bir eserdir. Çünkü hikâyelerde hicv­edilmek istenen konular gerçek yaşamdan alınmış olmalarına rağmen, masalsı bir ortam içinde gelişmektedir. Kahraman­lar hem insancıl hem de insan üstü özellikler taşımaktadır­lar. Bu da "gerçeğin masal ya da masalın gerçek" gibi anla­tıldığı izlenimi vermektedir. Gogol "Dikanka Hikâyeleri"nde güldürü ve hicvin âdeta bir bütün oluşturduğu özgün bir anlatım biçimi ortaya koymuştur.
Eserde yer alan her hikâye ya tamamen trajik ya datamamen gülünç bir üslupla ele alınmıştır. Daha sonraki dö­nemlerde yazdığı eserlerde ise Gogol bu trajik ve gülünç öğeleri biraraya getirerek, Rus edebiyat tarihinde "gözyaş­ları arasında gülme" olarak adlandırılan, kendine özgü bir anlatım tekniği oluşturmuştur. Trajedi ve güldürü ayrı ayrı ele alındıkları için,"Dikanka Hikâyeleri"ndeki hiciv özel^likleri diğer eserlerindeki kadar, şiddetli ve acımasız değildir. Ancak yazarın daha sonraki dönemlerde verdiği eser­lerinde hicvettiği konuların büyük bir kısmı "Dikanka Hikâ­yelerinde belirlenmiştir. Bunların başında da insanların zayıf ya da kusurlu yönleri gelmektedir. Gogol'e göre her insanın zayıf bir yanı vardır ve onu ortaya koymak gerekir. Yazar,"Dikanka Hikâyeleri"nde değişik bir bakış açısına gö­re, biraz çocuksu bir anlayış içinde, insanların zayıflıkla­rını şeytan ya da cadı gibi hayali yaratıklarla simgelemiş tir. örneğin saf Solopi'nin karısı Hivriya, damat adayı Gritsko, demircinin annesi cadı Soloha ve güzel Oksana gibi tipler kişiliklerindeki zayıf noktaları, kurnazlıkları ya da kusurlarıyla şeytandan farksızdırlar. Aynı yaklaşımı şey­tan tasvirlerinde de gördük. Şeytanın bir Almana, savcıya ya da savcı yardımcısına benzetilmesi, köyün diğer erkekle­ri gibi cadı kadınla flört etmeye kalması gibi özelliklerle, yazar insanla şeytan arasında sıkı bir bağlantı kurmuştur. Sonuçta mükemmel bir fizik ve metafizik karışımı, yergi dolu bir eser elde edilmiştir.
"Dikanka Hikâyeleri"nde hiciv bakımından dikkati çeken oldukça ilginç bir başka özellik ise, yazarın renk­leri kullanma biçimidir. Kahramanların kişilikleriyle giyisilerindeki renkler arasında yakın bir ilgi kurulmuştur. Kırmızı şeytanın simgesidir. Eğer kahramanın giydikleri arasında kırmızı renk varsa, bu mutlaka ondaki bir kusurun ya da kötü bir özelliğin varlığını göstermektedir. Koyu renk giyisiler kahramanların kötü,açık renkler neşeli ya da iyi karakterleri, silik ve belirsiz renkler ise olgunlaşmamış karakterleri simgelemektedir. Gogol giyime aşırı düşkün ki­şilerin bu zayıflıklarını, uyuşmayan ve tamamen zıt renkler kullanarak alaya almıştır. Renklerin bu zıtlığı ve uyuşmaz­lığı, aynı zamanda, Gogol'ün "abartma" tekniğinin bir par­çasıdır.
Rus ve batı edebiyatında "giperbol" denilen "abart­ma" tekniği, Gogol'ün hicvinin temel özelliklerindendir. Gogol'ün "abartma” tekniğinin esası, abartmayı hak etmeye­cek şeyleri bu teknikle anlatmasıdır. Bunun en güzel örne­ğini köy muhtarında ve Foma Grigoryeviç'in giyiminin tas­virinde görmüştük. Kişilikleri, dış görünüşleri ve tavırla­rının aksine, mükemmel olmayan bu iki kahramanı Arıcı Sarı Panko beğeni dolu bir tonla anlatır.
Böyle mükemmel dış görünüşle bozuk karakter ara­sındaki zıtlık, yazarın onlar üzerindeki hicvini daha be­lirgin bir hale getirir. Gogol'ün üslubunda, rusçada "alogizim" denilen "mantıksızlık" tekniğinin ilk örneklerini yine "Dikanka Hikâyeleri"nde görüyoruz, özellikle bu açıdan
Arıcı Sarı Panko'nun "kültür"le "elma salamurası" ve batıl inançla "felsefe" arasında kurduğu ilişki eserdeki en çar­pıcı örnekler arasında yer almaktadır. Gogol'ün kahramanla­rının anlamsız ve saçma düşünce oyunları, anlatıcı durumun­daki yazarın üslubu çerçevesinde oldukça ilginç ve kendine özgü bir nitelik kazanmıştır...
"Dikanka Hikâyeleri"nde rastlanan bu hiciv özellik­lerinin, henüz Genç yazarın kaleminde tam bir olgunluğa eriş­memiş olduğunu belirtmek gerekir. Yukarıda sözünü ettiğimiz anlatım tekniklerini, Gogol bu eserini izleyen hikâye ve romanlarında geliştirmiş, kendine özgü bir üslup ortaya koy­muştur. Ancak yazar gerek konu gerekse teknik bakımdan yaşa­mı boyunca yazdığı tüm eserlerinde gördüğümüz üslup özel­liklerinin temellerini "Dikanka Hikâyeleri"nde hazırlamış­tır.
"Mirgorod" hikayeleri 3835 yılında Peterburg’da yazılmıştır. Eserde yer alan hikâyeler şunlardır: FEski Za­man Beyleri" (Starovetskie pomeşçiki), "Taras Bulba", "Viy" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in Nasıl Küstük lerinin Hikâyesi" (Povest o tom kak possorilsya İvan İvanoviçs İvanom Nikiforoviçem). "Dikanka Hikâyeleri"nden farklı olarak, "Mirgorod"da ele alınan konular gerçeğe ve yaşadı­ğımız dünyaya daha yakındır. Hikâyelerin fonu yine Ukrayna yöresidir. Ancak bu kez Gogol, Ukrayna halkının günlük ya­şamını tanıtır. Hikâyelerin her biri değişik karakter ta­şımaktadır. "Eski Zaman Beyleri"nde yaşlı çiftlik sahiple­rinin yaşam tarzı anlatılırken "Taras Bulba"da Zaporojye kazaklarının vatan severİlk duyguları ele alınmaktadır.
"Viy"de felsefe öğrencisi Homa’nın doğa üstü yaratıklarla başından geçen olaylar, "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç" adlı hikâyede ise uzun yıllara dayanan arkadaşlıklarını, hiç yüzünden bir kenara bırakıp birbirlerine küsen ve hat­ta birbirlerine düşman olan iki çiftlik sahibinin öyküsü anlatılmaktadır.
"Mirgorod Hikâyeleri"nde Gogol'ün hiciv sanatı açısından dikkati çeken iki eserini ele alacağız: "Eski Zaman Beyleri" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in Na­sıl Küstüklerinin Hikâyesi".
"Eski Zaman Beyleri" sentim ental, trajik ve lirik bir eserdir. Hikâyenin konusu kısaca şöyledir: yaşlı çift­lik sahipleri Afanasi İvanoviç ve Pulheriya İvanovna, ken­di köşelerine çekilmiş son derece sakin, hatta tek düze denebilecek bir yaşam sürdürmektedirler. Birbirlerine çok bağlı bu iki yaşlı insanın en büyük zevkleri yemek pişir­mek ve yemektir . Yemekle ilgilenmekten çiftlik işlerine ye­terince zaman ayıramayan bu yaşlıları köy muhtarı, kâhya ve hizmetçiler sürekli soymaktadırlar. Günün birinde, Pul­heriya İvanovna’nın dizinin dibinden hiç ayrılmayan kedisi, evin arkasındaki ormanda barınan kedilerin hayatına özenip kaçar. Kedinin kaçışı, yaşlı çiftin âdeta bir idili andıran yaşam tarzlarının sonu olur. Pulheriya İvanovna bu olayı, kendi ölümünün bir habercisi olarak kabul eder. Gerçekten de yaşlı kadın ertesi gün yatağa düşer ve kısa bir süre sonra ölür. Pulheriya İvanovna'nın ölümünden sonra Afanasi İvanoviç hüzün dolu da olsa yine eskisi gibi yaşamaya devam eder. Bir süre sonra, her yemek yiyişinde ölen karısını ha­tırlamanın acısına dayanamayarak o da ölür, çiftlik uzak bir akrabalarının eline geçer. Çiftlikte başarılı yenilikler yapıp herşeyi iyi idare ettiklerini düşünürken çiftliğe ha­ciz gelir. Böylece yaşlı çiftin arkasından çiftlikleri de yok olur gider.
Hikâyenin başlangıcında, hikâyeyi anlatan kişi bu yaşlı çiftin yaşadığı çiftliğin bir tasvirini yapar. Bu tasvir, hem yaşlıların yaşadıkları ortam hakkında fikirvermektedir hem de hikâyenin adını açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır.
"Ukrayna'da, genellikle, eski zaman beyleri denen ücra köylerinin içine kара sahiplerinin alçak gönüllü yaşamını çok severim. Bu insanlar tıpkı eski zamandan kal­ma, sanat değeri olan evler gibidirler. Duvarları henüz yağmurla yıkanmamış, çatıları yeşil renkli küfle kaplanmış, sıvasız eşiği kırmızı kerpiçi örten, yeni ve düzgün bir binanın tamamen zıttı olan eski ve alacalı bulacalı görünüm­leriyle bu evler çok sevimlidirler. Zaman zaman, olağanüstü denecek kadar, içine kара yaşantının-sürdürüldüğü o ortama bir an için de olsa girivermeyi isterim. Bu tür bir yaşam tarzında küçük avluyu çevreleyen çitik, elma ve erik ağaçІагıylа dolu bahçenin sınırını, yana eğilmiş sonbahar söğütü, mürver ve armut ağaçlarının çepeçevre sardığı ahşap kulubeleri aşan tek bir istek yoktur. Bu alçakgönüllü in­sanların yaşamı öylesine ama öylesine sessizdir ki bir an için hırslar, istekler ve dünyaya huzur vermeyen kötü ruhun eziyetleri bile unutulur. Her şey kaybolur ve опіагхп sadece parlak, göz kamaştırıcı bir rüya olduğunu düşünürsünüz
Hikâyeyi anlatan kişi "alçakgönüllü, içine kapanık, hırs ve isteklerin unutulduğu" gibi sözlerle, gerçekte, es­ki zaman beylerinin tek düze bir yaşam sürdürdüklerini vur­gular. Çiftliklerini çevreleyen çitin içinde, Pulheriya İvanovna ile Afanasi İvanoviç'in yaşadıklarını gösteren en büyük belirti, yemek konusundaki çabalarıdır. Pulheriya İvanovna bütün gücünü yiyecek bir şeyler pişirerek, Afanasi İvanoviç de bu yiyecekleri yiyerek geçirmektedirler. Pulberiya İvanovna’nın bir gününü nasıl geçirdiği şu şekilde an­latılmaktadır:
"Pulheriya İvanovna’nın işi kileri durmadan açıp kapamak, salamura yapmak, meyva kurutmak, çeşit çeşit yemiş ve otlar kaynatmaktan iberetti. Evi tıpkı bir kimya laboratu­arına benziyordu. Elma ağacının altında her zaman bir ateş yanar dururdu. İçine bal, şeker ve adını bile hatırlamadı­ğım bir sürü şey atılmış reçel, pestil veya marmelatla dolu bir kazan ya da büyük tencere sacayaktan hiç inmezdi,.. Bütün bu ıvır zıvırlardan o kadar çok pişirilir, salamura yapılır ve kurutulurdu ki, neredeyse,tüm avlu bir yiyecek seli altında kalırdı. Çünkü, Puheriya ivanovna kullanılmak için ayrılan miktar üzerine biraz fazlasını eklemekten çok hoşlanırdı.,," (S.24-25)
Görüldüğü gibi, tek düze bir yaşantı sürdüren Pul­heriya İvanovna yemek pişirmeyi âdeta bir eğlence haline getirmiştir. Pulheriya İvanovna için, fazlaca yaptığı ye­mekleri kimin yediği önemli değildir, üstelik bu konuda bir iddiası da yoktur. Yemek yaparak eğlenmektedir. Bu da onun için yeterlidir.
Afanasi İvanoviç ise çiftlik işlerini tamamen boş vermiştir. Sadece yemek yediği zaman yaşadığını hissetmek­tedir. Afanasi İvanoviç'te yemek yemek bir tutku haline
gelmiştir. Her öğünden önce, Afanasi İvanoviç'in Pulheriya İvanovna'ya sorduğu sorular daima aynıdır:
"Bundan sonra Afanasi İvanoviç eve girer, Pulhe­riya İvanovna’ya yaklaşarak "Ne dersiniz Pulheriya ivanov­na bir şeyler atıştırmanın zamanı gelmedi mi?"
-"Ne yemek istersiniz Afanasi İvanoviç? Yağda kızartılmış çörek mi, Haşhaşlı börek mi yoksa mantar sala­murası mı?" Afanasi İvanoviç "-Eh mantar salamurası da olsun, börek tel" diye cevap verdi. Hemen bunun arkasından masanın üstüne börekler, mantarlar diziliverdi." (S.26)
Yemek yaşlı çiftin yaşamını o kadar doldurmuştur ki, sofrada otururken bile konuşturlan tek konudur. Lapada yanık kokusu var mı yok mu, eğer yemeğin üzerine soslu man­tar konursa tadı daha mı iyi yoksa daha mı kötü olur üze­rine yapılan benzeri tartışmalar her yemekte tekrarlanmak­tadır.
Bir gününü altı yedi öğüne bölen Afanasi İvanoviç' teki yeme tutkusu öylesine bir düzeye ulaşmıştır ki, gece yarısı rahatsızlık duyduğunda bile, bu rahatsızlığın yemek yerse geçeceğine inanmıştır. Pulheriya İvanovna ise, hemen her gece karnının ağrısından yakınan kocasına yoğurt yeme­sini ya da armut şerbeti içmesini teklif etmektedir. Fazla yemek yüzünden rahatsızlık duyabileceğini akıllarına bile getirmeyen ihtiyarlar, her şeye rağmen çözümü yemek yemekte aramaktadırlar.
Pulheriya İvanovna ile Afanasi İvanoviç'in dışa kapalı yaşam tarzını ve saflıklarını, İvan Şponka ve teyzesininkine benzetebiliriz. Hatta ortak noktaları olan yemek konusu İvan Sponka'yla teyzesinin arasındaki bağın kopmaması­na nasıl yardım etmişse, yaşlılarında böylesine tek düze bir yaşamı yıllarca sürdürmelerini sağlamıştır. İvan Şpon­ka’nın uzun zaman görmediği teyzesiyle ilgili hatırladığı tek şey ona kurabiye ve börek getirmesidir. Pulheriya İva­novna öldükten sonra Afanasi İvanoviç sofra başına her oturuşunda, onu yaptığı yemekleriyle hatırlar,
Pulheriya İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in tek düze yaşamalarını canlandırıp, renklendiren anlar da vardır, örneğin evlerine misafir geldiği zaman bir koşuşturmacanın hareketlenmenin başlaması, Afanasi İvanoviç'in şakalar yap­ması onların yaşamalarını biraz olsun değiştirmektedir. Afanasi İvanoviç şakalar yaparak Pulherlye İvanovna'yı kız­dırmaktan çok hoşlanmaktadır. Her zaman "evimiz yanarsa ne yaparız nereye gideriz?" gibi sorularına karşılık Pulheriya İvanovna nasıl böyle düşünebiliyorsunuz? tanrı başı­mıza böyle bir şey gelmesine izin vermez" ya da "o zaman kilerde otururuz, evimizi yeniden kurarız" diye hayret do­lu, ciddi yanıtlar vermektedir. Ya da Afanasi İvanoviç "savaşa katılacağım", şeklinde şaka yapınca, Pulheriya ivanovna "ilk karşınıza çıkan asker sizi vurur" diyerek, sanki yaşlı adam hemen gidiverecekmişcesine telâşa kapılmaktadır. Afanasi İvanoviç için Pilheriya ivanovna'yı, yaptığı şakalarla kızdır­mak büyük bir zevktir. Ancak belirtmek gerekir ki bu tür konuşmalar eğlendirici olmasına rağmen, onların yaşantısının ve alışkanlıklarının yönlendirdiği bir özellik taşımakta­dır. Afanasi İvanoviç'in "ev yanarsa ne yaparız?" sorusuna Pulheriya ivanovna’nın verdiği karşılıklarda başka bir yere taşınma düşüncesi yoktur. Hatta, Afanasi İvanoviç*in sava­şa katılmak düşüncesine karşı çıkması, onların kendi çift­liklerinin dışındaki yaşantı içinde yok olup gideceklerinin dolaylı bir anlatımı şeklinde düşünülebilir. Pulheriya İvanovna'ya göre yaşamlarındaki her türlü değişiklik ançak çiftlik sınırları içinde gerçekleşebilir.
Zaten Pulheriya İvanovna'nın kedisinin kaçması gibi, bazıları için basit görünen bir değişim, onların ya­şamlarını alt üst eder.
Sovyet eleştirmen T.G Morozov, yaşlı kadının bu değişimi "kendisinin ölüm haberi" olarak kabul etmesini ve arkasından yatağa düşerek ölmesini, sadece batıl inanç­tan kaynaklanan bir olay şeklinde yorumlamaktadır. Bu dü-

şünceye bağlı olarak eleştirmen, hikâyeyi anlatan kişinin, ömür boyu sürdürülmüş sınırlı bir yaşamın ne kadar hatalı olduğunu ortaya koymak istediğini bel itmektedir. Bize gö­re ise, olaya sadece batıl inancın getirdiği bir sonuç gözüyle bakmamak gerekir. Konuyu daha değişik açıdan yorum­lamak mümkündür: Pulheriya İvanovna kedinin yaşamıyla kendi yaşamı arasında, farkında olmadan bir bağlantı kurmuştur. Çünkü Pulheriya İvanovna kedinin yaşam tarzında kendi yaşam tarzını görmektedir. Zamanla kedi, Pulheriya İvanovna için yaşamının bir simgesi haline gelmiştir. Gerçekte, simge ni­teliğindeki bu kedinin vahşi ormana kaçması, onların dış dünyaya açılmalarıyla aynı anlamdadır. Kedinin kaçmasının Pulheriya ivanovna'yir belki» görünüşte doğrudan ilgilendirme­mesi gerekir. Ancak onu bir simge olarak gören ve hatta sürdürdükleri yaşamın benzerliği nedeniyle, içgüdüsel olarak bir yere kadar kediyle kendini özdeşleştiren Pulheriya iva­novna yapısındaki biri için bu bir felâket habercisi şek­linde yorumlanabilir. Kendi çiftliği dışında bir yaşam dü­şünmek bile istemeyen Pulheriya İvanovna için, kedinin alış­madığı acımasız dünyaya açılması kedinin dolayısıyla da ken­di sonu demektir.
Önce Pulheriya İvanovna’nın, arkasından Afanasi İvanoviç'in ölmesi, çiftliğin mahvoluşunu hazırlar, çift­liğin, "nereden geldiği bilinmeyen" mirasçısı, hangi alayda hizmet ettiği de belirsiz bir emir eridir, çiftliği gördü­ğü gibi, ne kadar harap durumda olduğunu anlayan mirasçı, çeşitli yenilikler yapmaya girişir. Mirasçı sorunları tama­men ortadan kaldırmanın çözümünü” altı İngiliz orağıyla mujiklerin kulübelerini numaralamakta" bulmasına rağmen çiftlik iflas eder. Hikayeyi anlatan kişi iflâs eden çift­liği ve iflas ettireni şu sözlerle aktarmaktadır:
"... altı ay sonra çiftliğe haciz geldi. Haciz görevlisi yargıç ve soluk üniformalı yüzbaşı ise kısa süre­de bütün tavuk ve yumurtaları silip süpürdüler. Zaten yı­kılmak üzere olan kulübeler tamamen yıkıldılar, mujikler kendilerini iyiden iyiye içkiye verdiler ve büyük bir kısmı da çareyi kaçmakta buldu. Bununla beraber haciz görevlisiy­le, oldukça sakin bir yaşam süren ve onunla içki içen gerçek sahibi köye seyrek gelip çok az kalıyordu. Ukrayna panayır­larında habire para harcıyordu; un, kenevir, bal vs. gibi toptan satılan ne varsa hepsinin fiyatını iyice araştırıyor­du. Ama aldıkları, fiyatı bir rubleyi bile geçmeyen çakmak taşı, pipo temizleme çivisi gibi ufak tefek şeylerdi."(S.41)

Yenilikçi bir ruh taşıyan mirasçının başarılı çift­lik sahiplerine özenerek, deneyim sahibi olmadığı halde çiftlik işlerine el atması ve sonuçta iflasa sürüklenmesi alaylı bir dille anlatılmaktadır. Hikâyeyi anlatan kişi, onun hangi alayda hizmet ettiğini hatırlamadığını söylerken, yaptığı görevin önem derecesini vurgulamaktadır. Bu vurgulama, mirasyedinin gerçek mesleğiyle çiftlikte yapı­lan işler arasındaki büyük farkı ve çiftliğin, ne olursa olsun, sonucu önceden tahmin edilen geleceğini açıkça göz­ler önüne sermektedir. Hikâyeyi anlatan kişi, "korkunç reformcu"yu tam bir mirasyedi psikolojisi içinde tasvir etmektedir, özellikle son bölümde haciz görevlisiyle içki içmesi, rahatını bozmaması, panayırda dolaşırken parasını ufak tefek şeyler ve lüks zevkleri için harcaması, kahra­mandaki bu psikolojiyi çok güzel açıklamaktadır. Mirasyedi­nin yanısıra şiddetli bir biçimde alaya alman diğer tip­ler ise haciz görevlisi yargıç ve "soluk üniformalı yüz­başıdır. Bu kişiler,, fırsattan yararlanarak mirasyedinin sırtından geçinmekte sakınca görmeyen bir karaktere sahip­tirler. Mirasyedi kalan parayı tüketiyorsa, iki görevli de yiyecek içecek türü ne varsa onu tüketmektedirler. Yüzbaşı­nın soluk üniforma giymesi de, onun görevinden başka herşeyle uğraştığını kanıtlamaktadır.
Gerçekte, mirasyedinin çiftliği iflâsa sürüklemesi ve bundan sonra sürdürdüğü yaşam tarzı yaşlıların uyum, hu­zur ve bolluk içindeki yaşamıyla kıyaslanmaktadır. Bu kı­yaslamayla hikayeyi anlatan kişi, bir soru ileri sürmekte­dir: "bayağılık eski düzen içinde yaşayıp giden, yaşlandıkları

İçin artık amaçları kalmamış, bütün günlerini yemek yaparak geçiren bu insanların yaşam tarzlarında mıdır? Yoksa eski düzeni yıkıp bozan panayırlarda para harcayıp duran, raha­tından başka bir şey düşünmeyen haciz görevlileriyle içki içen mirasyedinin yaşamında mı? 19. yüzyıl Rus edebiyatının en büyük eleştirmeni Belinski, kendi idealist görüşleri çerçevesinde, bayağılığı Pulheriya İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in tek düze ve işe yaramayan yaşam tarzlarında görmektedir. Eleştirmenin onları insanlığa yöneltilmiş iki parodi olarak nitelendirmesinin nedeni budur. Belinski, hikâyedeki duygusal motifleri göz­den kaçırmamıştır. Makalesinde yarı insansı bir yaşam sü­ren bu insanlar hakkında: "Peki ama niçin onların ölümleri bu kadar hüzün veriyor insana?" şeklinde bir soru ortaya koymuştur. Belinski, yaşlı insanları "hayvani, kaba ve karikatüristlk" yaşantılarına rağmen, onlara sempati ve acıma duyulmasının anahtarını hikâyeyi anlatan kişide bulmaktadır. Hikâye boyunca sezilen böylesine eşsiz bir zıtlığın başarı­sı ise, Belinski'ye göre, yazarın yaklaşım tarzındadır:
".................... Bir de anlatının etkisine kapılıveriyorsunuz.
Bazen onlarla nefret duymadan alay ediyorsunuz, bazense onlar için gözyaşı döküyorsunuz. Bu iki yaşlının malını bir çırpıda yok eden mirasyediye öfke duyuyorsunuz... Bunun nedeni yazarın bu bayağı ve aptalca yaşam tarzında insancıl bir duygu bulmuş olmasındadır..."
Eleştirmenin görüşüne göre, anlatıcının kahramanlara gösterdiği duygusal yaklaşım, bayağı yaşam tarzını gizleye­cek bir düzeydedir. Bu görüşler insanın doğadaki en mükemmel varlık olduğuna, insan zekâsının ve gücünün sonuna dek kul­lanılması gerektiğine derin bir inanç besleyen Belinski'nin bakış açısına göre oldukça yerindedir.
Hikâyede, gerçekte, Pulheriya İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in sürdürdükleri yaşara tarzına karşı iki yönlü bir yaklaşım vardır. Bunlardan biri anlatıcının duygusal yaklaşımıdır.
Hikâyeyi anlatan kişinin bakış açısından değerlendirilirse bayağılığın simgesi çiftliği iflâsa götüren mi­rasyedidir. Hikâyenin mirasyedi ile ilgili bölümünde, hiciv son derece şiddetli ve alaycı bir hava kazanmıştır. Aynı bölümde mirasyedinin yanısıra yargıçla yüzbaşı da iğneleyi­ci bir tonla eleştirilmektedir. Bu iki kişi hakları yokken, başkasının malını yemekte bir sakınca görmemektedirler. Fırsatları kaçırmadan en iyi şekilde değerlendirmeyi bilen devlet görevlileri, onların kişiliklerinde hicvedilnektedir. Gerek mirasyedi gerekse haciz görevlileri, hikâyeyi anlatan kişinin gözünde korkunç insanlardır. Hikâyeyi anlatan kişi­nin, Pulheriya İvanovna'ya Afanasi İvanoviç'e duyduğu sem­pati okuyucuları da yönlendirici bir etkiye sahiptir. Bu sempati nedeniyle yaşlıların tek düze, eski tarz yaşamla­rının kusurlarını hoş görmek mümkündür. Yaşlıları tanıtır­ken, hikâyeyi anlatan kişinin, onların endişeden uzak, sa­kin ve gözü tok yaşamlarına duyduğu özlem açıkça hissedilmekdir. Sık sık Pulheriya İvanovna ve Afanasi İvanoviç için kullandığı "iyi yürekli ihtiyarcıklar", "zavallı kadıncağız" ya da "adamcağız" gibi sözler ise anlatıcının onlara besle­diği sevgi ve acıma duygusunu belirtmektedir. Pulheriya İvanovna'ya Afanasi İvanoviç'in yemek konusunda gösterdik­leri çabayı yumuşak bir alayla anlatmasına rağmen, bu kişi onların yaşamına özendiğini de saklamamaktadır.
Diğer yaklaşım ise, yazarın hikâyeyi yazmasındaki amaçla bağlantılıdır. Gogol, hikâyede kendi kendisiyle, âdeta, mutluluk üzerine bir polemiğe girmiş gibidir. Bu nedenle hikâyenin yazılmasındaki amaç biraz felsefi, biraz da psikolojik bir düşünceden kaynaklanmaktadır. Hikâye bo­yunca hemen her sayfada gizliden gizliye "mutluluk nedir?", "mutluluğu yaratmak insanın elinde midir?" ya da "nasıl mutlu olunabilir?" gibi sorular sorulmaktadır. Konu görün­düğü gibi iki yaşlı insanla, mirasyediyi ve onun sırtından geçinen haciz görevlilerini sadece alaya almak kadar basit değildir. Ancak mutluluk konusundaki ciddi temayla birlikte, genç yazar yeteneği hicve yatkın olduğu için, zaman zaman hikayeyi anlatan kişinin ağzından onların kusurlarını alay­cı bir üslûpla aktarmaktan kendini alamamıştır.
Olgunluk döneminden önce yazılmış olmasına rağmen "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç", Gogol'ün eşsiz hikâye­lerinden biridir, "ölü Canlar" ve "Müfettiş" dışında hiciv sanatı bakımından da en önemli örnekler bu hikâyede toplamıştır.
Hikâye "Eski Zaman Beyleri”nde olduğu gibi, birinci' kişi ağzından anlatılmaktadır. Hikâyenin konusunu şu şekil­de özetleyebiliriz: İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç adlı iki asil çiftlik sahibi, Mirgorod şehrinde mükemmel dost­luklarıyla ün salmışlardır, Ava son derece düşkün olan İvan İvanoviç bir gün, İvan Nikiforoviç'in bahçesinde havalandı­rılmak üzere çıkarılmış eşyalar arasında bir tüfek görür.
Bu tüfeği İvan Nikiforoviç’ten istemek için evine gider tü­fek kullanmamasına rağmen İvan Nikiforoviç arkadaşının is­teğini reddeder. İnatçı İvan İvanoviç, İvan Nikiforoviç"i ikna etmek için tüfek karşılığında iki çuval un ve boz renk­li domuzunu vermeyi teklif eder. Ama İvan Nikiforoviç kendi­ni tutamayarak, İvan İvanoviç'e "kaz” der. Şerefine son derece düşkün bir insan olan İvan İvanoviç bu söze çok gü­cenir. Kısa sürede tartışma kavgaya dönüşür. İki arkadaş küskün olarak ayrılırlar. Agafya Fedoseyevna’nın İvan Niki­foroviç'i, İvan İvanoviç'in pek iyi bir insan olmadığına inandırmasıyla iki arkadaşın arası daha çok açılır. Bu küs­künlüğün ucu mahkemeye kadar ulaşır. Her ikisi de şikâyet­ler yazarak, birbirlerini mahkemeye verirler. Mirgord hal­kının tüm çabalarına rağmen eski arkadaşlar barışmaya razı olmazlar. Her iki çiftlik sahibi de davanın kendi lehine sonuçlanacağını ümit etmektedir. Aradan yıllar geçer sorun­larına bir çözüm gelmez. Ancak İvan İvanoviç'le İvan Niki­foroviç umutlarını yitirmeden beklemeye devam ederler.
Hikâyenin başlangıcında her iki arkadaşın detaylı bir tanımı yapılmaktadır. Tanımlar onların karakterlerinden çok sahip oldukları maddi değerler, fiziksel yapıları ve olaylar karşısındaki tutumlarıyla ilgilidir. Her iki kah­ramanın karakterleri hakkında bir yargıya varmak için, sadece anlatıcının verdiği bilgiler yardımcı olmakta­dırlar.
Hikâyeyi anlatan kişi bizleri önce İvan İvanoviç'le tanıştırmaktadır. Ancak bu tanışma doğrudan doğruya İvan İvanoviç'le değil, onun hayranlık uyandıran redingotuyla başlamaktadır. Anlatıcı durumundaki kişi, İvan İvanoviç'in redingotundan büyük bir övgüyle sözetmektedir. Sanki bu, redigont değil de dört bir yandan incelendikçe güzel yanları ortaya çıkan sanat eseridir. Hikâyeyi anlatan kişi İvan İvanoviç 'in redingotuna duyduğu hayranlığı "nefis, eşsiz" "hele yakasındaki kıvırcık kuzu derisi yok mu, âdeta gümüş, ateş.." gibi sözlerle oldukça abartılı bir tonda dile getirmektedir. Bu abartılı ton "Neden benimde böyle bir redigonttum yok sanki?" sözlerinde zirveye ulaşmıştır. İvan İvanoviç'in re­dingotuyla ilgili bu bölümü 19.yüzyıl ünlü eleştirmeni Be­linski şu sözleriyle yorumlamaktadır: ''Bay Gogol İvan İvanoviç'in redingotu hakkında önemli bir şeyden söz ediyormuş gibi konuşmaktadır. Saf insanlar, ciddi bir tavırla "aslında yazar böyle güzel redingotu olma­dığı için üzülüyor" diye düşüneceklerdir. Evet, bay Gogol öy­le sevimli rol yapıyor ki. Onun alay ettiğini anlamamak için hayli aptal olmak gerekir. Ancak bu alay, gerçekten onun plân­ladığı gibi çok incedir."
Gerçekten de bu bölümde çok ince bir alay vardır. Çünkü kahraman doğrudan doğruya değil kendisine ait bir eşyayla hicvedilmektedir. Redingotun büyük bir övgüyle an­latıldığı bu paragraf, aynı zamanda, İvan İvanoviç'in kişi­liğinin en önemli özelliklerinden olan titizliği ve bu ti­tizlikten kaynaklanan sinirli yapısı konusunda ön bir bilgi verecek nitelik taşımaktadır.
Hikâyeyi anlatan kişi, yakası kuzu kürklü redingotun yanısıra aynı övgü dolu tanla İvan İvanoviç'in eviyle bah­çesinden sözetmektedir. İvan İvanoviç'in "güzel" eviyle "dal­ları odalara kadar uzanan ağaçlarla dolu bahçesi"ni tasvir etmeden önce anlatıcı konuya "ne harika insandır şu bizim İvan ivanoviçl" diyerek girmektedir. Bu ifade sanki eti ve bahçesi güzel olmasa, İvan tvanoviç'te "harika bir insan" olmayacakmış gibi bir izlenim bırakmaktadır.
Redingotu, evi ve bahçesi sayesinde İvan İvanoviç hakkında edindiğimiz fikir, günlük yaşamın anlatıldığı bölüm­lerde daha belirgin bir hale gelmektedir.
"Harika insandır İvan tvanoviç! Kavun yemeği çok se­ver. En sevdiği meyve de kavundur zaten. Yemeğini yiyip üze­rinde sadece gömleği olduğu halde sundurmaya çıkar. Gapka'ya iki tane kavun getirmesini emreder. Gelen kavunları keser, çekirdeklerini çıkarır, özel bir kâğıda sarar ve yemeye baş­lar. Sonra Gapka'dan mürekkebi ister, çekirdekleri sardığı kağıdın üzerine "bu kavun şu şu tarihte yendi" diye yazar. Eğer o gün misafiri varsa "şu şu kişi”de bana katıldı" cüm­lesini ekler" (S.194)
İvan İvanoviç'in bu saçma uğraşından, çok önemli bir konuymuş gibi sözedilmektedir. Hikâyeyi anlatan kişinin buna mecbur kaldığı açıkça bellidir. Çünkü İvan İvanoviç kavunla ilgili tüm işlemleri büyük bir ciddiyet ve düzenle yapmaktadır. Dışarıdan izleyen bir kişide İvan İvanoviç' in ciddiyeti ve düzeni ister istemez, tüm yapılanların çok önemli uğraşlar olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Hikâyeyi anlatan kişinin farkında olmadan ortaya koyduğu, paragrafın başlangıcındaki "harika" kavramıyla kavun çekirdekleri ara­sındaki çelişki İvan İvanoviç'in karakterindeki bayağılığın ilk belirtisidir. İvan İvanoviç'in karakterindeki bayağılık bütün gün yapacak başka bir şey bulamayıp zamanını kavun çekirdekleriyle harcamasıdır.
İvan İvanoviç'in karakteri hakkında fikir veren olaylardan biri de kilise çıkışında dilencilerle yaptığı konuşmadır. İvan İvanoviç dilencilerin içinden her zaman en fakirini seçerek "ekmek ister misin? et yemek hoşuna gider mi? Ekmeği mi yoksa eti mi tercih edersin?" gibi sorular sormaktadır. Bu sorular karşısında, dilenci İvan İvanoviç ona ekmek ya da et verecekmiş gibi umutlanmaktadır. Oysa İvan İvanoviç dilenciye "sana tanrı yardım etsin. Daha ne dikiliyorsun karşımda yoksa dayak mı yemek istiyorsun?" gibi bir karşılık vermekle yetinmektedir. Hemen her pazar kilise çıkışında tekrarlanan bu olay İvan İvanoviç'in iyilik anlayışındaki çarpıklığı, katılığını, kendini beğenmişli­ğini ve cimriliğini ortaya koymaktadır.
İvan İvanoviç hakkında verilen bu bilgilerden sonra hikâyeyi anlatan kişi, İvan Nikiforoviç'i tanıtır. İvan Nikiforoviç'in karakteri hakkanda verilen bilgi, İvan İvanoviç 'inki kadar detaylı değildir. Hikâyeyi anlatan kişi İvan Nikiforoviç'i hem dış görünüş hem de davranış bakımından İvan İvanoviç'le kıyaslamaktadır. Bu kıyaslamanın amacı iki­si arasındaki zıtlığı ortaya koymaktır. İvan İvanoviç için söylenenleri tersine çevirirsek karşımıza İvan Nikiforoviç çıkacaktır. Hikâyede İvan Nikiforoviç şu sözlerle tanıtılmak­tadır:
"İvan İvanoviç'in olağanüstü bir konuşma yeteneği vardır... İvan Nikiforoviç ise, aksine, susmayı yeğler. Ama ağzını açtığı zamanda söyledeği sözler keskin jileti hiç de aratmaz. İvan İvanoviç zayıf ve uzun boyludur. İvan Ni­kiforoviç kısadır, buna karşılık enine enine geniştir.
İvano İvanoviç'in başı, kökü aşağı dönük turpa İvan Niki­foroviç 'inki ise kökü yukarı dönük turpa benzerdi. İvan İvanoviç çok ince ruhlu bir adamdır, saygıdeğer bir konudan konuşulurken asla uygunsuz zözler kullanmaz, kullanan biri olursa çok gücenir. İvan Nikiforoviç ise bazan sözünü sakın­maz... İvan İvanoviç, eğer çorbasında sinek görürse müthiş öfkelenir: kendinden geçer, tabağı ittirir ve ev sahibine çıkışır. İvan Nikiforoviç yıkanmayı çok sever... İvan İvanoviç haftada iki kez traş olur, İvan Nikiforoviç ise bir kez.. İvan İvanoviç sadece yemekten sonra üzerinde gömleği olduğu halde sundurmada yatar, akşam redingotunu giyer ve bir yere gider. İvan Nikiforoviç ise bütün gün eşikte yatar, eğer hava çok sıcak değilse sırtını güneşe döner ve hiç bir yere kıpırdamaz..." (S.196)
İki arkadaş arasında yapılan bu kıyaslamadan anla­şılacağı gibi İvan Nikiforoviç daha kaba bir insandır. Aynı zamanda tembeldir. İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç görür nüşte iyi dost olmalarına rağmen, aralarında uzlaşması im­kansız farklılıklar vardır. Onların arasındaki dostluk konusundaki en güzel açıklamayı "kolları mavi renkli kah­verengi ceket" giyen Anton Pupopuz yapmaktadır: "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'i, şeytan bir iple bağlamış".
Gerçi hikâyede onlar arasındaki farkılıklar son derece önemsiz,hatta saçma konulardır. Ancak bu tür karaktere sahip kahramanlarda daha ciddi bir kıyaslama yapmanın imkânı yok­tur. Hikâyeyi anlatan kişi onlar arasındaki bu kıyaslamayı "aralarında bazı farklılıklar olmasına rağmen hem İvan İvanoviç hem de İvan Nikiforoviç harika insanlardır." sözle­riyle bitirmektedir. Hikâyeyi anlatan kişinin "bazı farklı­lıklar" diyerek, onların curasında uyuşan tek nokta olmadığı­nı gözardı etmesi ya da bu farklılıkları küçümsemesi hicvi kuvvetlendirici bir nitelik taşımaktadır.
Bu tanıtıcı bölümde, hiciv sanatının ilginç ve değişik bir örneği bulunduğunu belirtmek gerekir. Fizyolo­jik bakımdan her iki kahraman da bitkilerle kıyaslanmakta­dır. Olgun bir eriği andıran burun, tütün rengi gözler ve turp biçimli kafalarıyla kahramanlar insandan çok, üzerinde çeşitli bitkiler yetişen ağaçlar gibidirler, İvan İvanoviç' le İvan Nikiforoviç'in bitkilerle kıyaslanmaları tesadüfi değildir. Ruhtan ve mantıktan yoksun iki arkadaşın bu karak­terleriyle bitkiden pek de farklı olmadıkları açıktır. On­ları birarada tutan ortak özelliği# belki# burada bulabili­riz .
Tüm bu özelliklerebağlı olarak bu iki insanın, ya­şamak için belirli hedefleri bulunmadığı söylenebilir. Bü­tün yaptıkları sundurmada ve eşikte yatmak, sıkılınca da gidip sağda solda birşeyler içerek çene çalmaktır. İvan İvanoviç'in büyük küskünlükten önce, sundurmada otururken düşündükleri tam anlamıyla onun karakterine uygundur:
"Tanrım ne çiftlik sahibiymişim beni Neyim yok ki? Kuşlarım,evim, ambarlarım, her türlü kaprisim, imbikten ge­çirilmiş, dinlendirilmiş votkam; bahçemde armut ve erik ağaçlarım; sebze bahçemde haşhaş, lahana, bezelye var.... Başka ne eksiğim var ki?... Neyim yok bilmek isterdim doğ­rusu?"
Kendine böyle derin anlamlı sorular soran İvan İvanoviç düşüncelere daldı." (S. 198)
İvan İvanoviç’in kendi kendisine giriştiği bu po­lemikte, kendini ne gözle değerlendirdiği belli olmaktadır. İvan İvanoniç, kişisel değerini mal varlığıyla ölçmektedir. Zenginlik, onun için maddi ve ruhsal bakımından hiçbir ek­siğinin bulunmaması demektir. Hikâyeyi anlatan kişi, onun sundurmada dinlenirken giriştiği bilanço çıkarma konusunu "derin anlamlı" sözüyle kıyaslamaktadır. Bu da İvan İvanoviç'in düzeyinin daha derin düşüncelere izin vermediğinin açık bir kanıtıdır.
İvan İvanoviç'in kendi kendine giriştiği "neyim var neyim yok?" tartışması, İvan Nikiforoviç'in evinin bahçesinde havalandırılmak iizere çıkarılmış tüfeği görmesiyle son bulur. Tüfeği görünce sanki sorusunun yanıtını bul­muş gibidir: onda güzel bir Türk tüfeği yokturl Malları arasına yeni bir tanesini daha ekleme fırsatını kaçırmamak için, İvan İvanoviç hemen İvan Nikiforoviç'in evine gider.
İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç arasındaki tar­tışma, konuyla ilgisi bulunmayan, lüzumsuz olarak nitelen­dirilebilecek diyaloglardan ibarettir. Bu diyaloglarda tar­tışma merkezinin sürekli değişim halinde olduğunu, beklen­medik anlarda konudan konuya geçildiğini görebiliriz . Ha­vanın güzelliğiyle başlayan konuşma, İvan Nikiforoviç'in "şeytan alsın bu havayı1" dediği zaman İvan İvanoviç'in kızmasıyla şeytan üzerine yapılan tartışma ile devam eder. Konu daha sonra şeytandan ördek avlamaya, ekinlerin kali­tesine ve İvan Nikiforoviç'in dışarıda havalandırılan el­biselerine kayar. Bir ara İvan İvanoviç sözü döndürüp do­laştırıp tüfeğe getirir, özellikle tüfekle ilgili diyalog­larda mantık kesinlikle yoktur, İvan İvanoviç tüfeği kendi­sine vermesi için İvan Nikiforoviç^e, onun vücudunun atış yapmaya uygun olmadığını ileri sürer, İvan Nikiforoviç'in hiç kullamadığı tüfeği vermemek için gösterdiği bahane, bu silahın çok gerekli olduğudur, üstelik evine hırsız girer­se bu tüfeği kullanacaktır. İvan Nikiforoviç'in bu imadını, İvan İvanoviç nezaketsizlik şeklinde yorumlar. İvan Nikifo­roviç bunun doğru olmadığını belirtir. Çünkü İVan İvanoviç' in hizmetçilerinin çocuklarının oyun oynarken onun avlusu­na da geçtiği halde hiçbir şey söylememektedir. Diyalogun bu bölümlerinde konu tamamen dağılmıştır. Hatta bir ara iki
arkadaş üç kralın Rus çarına açtığı savaşla ilgili fikir­lerini bile söylerler. Diyalog pek çok kez bu şekilde dağıla toplana sonuna kadar devam eder. Nihayet sıra, karşılıklı haraketlere ve İvan İvanoviç'in son derece gururunu kıran "kaz" kalemesine gelir:
"-Siz ise İvan İvanoviç tam anlamıyla bir kazsı­nız."
Eğer İvan Nikiforoviç bu kelimeyi söylemeseydi, aralarında tartışmaya devam ederler ve her zamanki gibi dostça ayrılırlardı. Ama iş artık bambaşka bir biçim almış­tı. İvan İvanoviç Kıpkırmızı oldu.
"-Slz ne dediniz bakayım İvan Nikiforoviç?" diye sordu sesini yükselterek."'
"-Sizin tıpkıbir kaza benzediğinizi söylemiştim İvan İvanoviç i"
"-Beyefendi, karşınızdaki insanın hem rütbesine hem de soyadma gösterilmesi gereken saygı ve nezaketi unu­tarak böyleşine şerefsiz bir sözle nasıl hakaret edersiniz?"
"-Bunda şerefsiz ne varmış? Sahi niçin ellerinizi öyle sallayıp duruyorsunuz İvan İvanoviç?”
"-Tekrar ediyorum bütün nezaket kurallarını çiğne­yerek bana nasıl kaz diyebilirsiniz?"
"-Hay sizin kafanıza İvan İvanoviç! Niçin her şeyi bu kadar uzatıyorsunuz anlamıyorum?" (S.205)
İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in arası yalnız­ca bir "kaz" kelimesi yüzünden bu şekilde bozulur. Aslında iki arkadaşın arasını açan bu olay tam onların karakterle­rine uygundur. Bütün gün yatmaktan başka işleri olmayan İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in hiçbir zaman farketmedikleri ruhsal boşluklarını, can sıkıntılarını giderecek bir problem ortaya çıkmıştır böylece. Eleştirmen Belinski iki arkadaş arasındaki bu tartışmayı &u sözlerle yorumlamak­tadır:
"..Bu tiplerin yaptıkları herşey boş hayali ve ap­talcadır. Karakterlerinde kaçınılmaz bir tartışma zaten vardır. İvan İvanoviç İvan Nikiforoviç'in tüfeğini ister niçin mi? işte bunu sormayın, çünkü bunu kendi de bilmemek­tedir. öyle sanıyorum ki, kendi tembel boşluğunu bu şekil­de doldurmak için yaptığı bilinçsiz bir davranıştır. Çünkü ne denli bayağı olursa olsun, tembelliğin verdiği boşluk her insan için ağır ve acıdır. İvan Nikiforoviç de aynı nedenle tüfeğini vermek istemez..."
Tüfek konusundaki bu tartışma onların ruhsal boş­luklarını gösterdiği gibi karakterlerindeki başka özellik­leri de ortaya koymaktadır. İvan İvanoviç amacına ulaşmak için arkadaşının fiziksel kusurunu, kırıcı bir biçimde yü­züne vuracak kadar egoisttir. İvan Nikiforoviç ise son der rece inatçıdır. Hepsinden ötesi "kaz” gibi bir kelime yüzün­den birbirlerine düşman kesilecek düzeyde dar görüşlü insan­lardır.
Eleştirmen Belinski "kaz" kelimesinin sanatsal bir deha olarak nitelendirmektedir. ВеІіпйкіѴе göre tartışma küfürler, yumfcuklar ve daha ağır sözlerle anlatılmış olsay­dı bu her şeyi bozardı. Çünkü böyle bir durumda, bu iki çift­lik sahibinin son derece mantıksızca ya da önemsiz bir ne­denle kavga edecek karakterde oldukları gösterilmektedir.
Tüm bu izlenimlerin açığa çıkmasında hikâyeyi an­latan kişinin payı büyüktür. Hikâyeyi anlatan kişinin zaman za­man, olayı bölerek araya girdiğinde söylediği sözler, ta­kındığı tavır, çiftlik sahipleri-üzerindeki hicvi kuvvet­lendirici bir nitelik taşımaktadır, örneğin İvan İvanoviç' in tüfeği almak için İvan Nikiforoviç'e uydurduğu bahane­den sonra anlatıcı araya girmekte ve düşüncelerini belirt­mektedir:

"-Sizin vücudunuzun yapısı öyle atışa falan uygun değil, Siz iri yapılı, kocaman gövdeli bir insansınız.
(İvan İvanoviç birisini bir şeye inandırmak istediği zaman şiir okuyormuş gibi konuşurdu. Ne konuşurdu ama! Ey tanrım ne kadar güzel konuşurdu o!)...." (S.202)
İvan tvanoviç, İvan Nikiforoviç'i üzebileceğin! hiç düşünmeden onun fiziksel kusurunu rahat rahat yüzüne söylemektedir. Hikâyeyi anlatan kişinin tam bu sözlerden sonra, İvan tvanoviç'i övmeye kalkması boşuna değildir.
Ancak anlatıcı onlar için kullandığı övücü sözlerde sami­midir. Bu iki arkadaşı hicvetmekte olduğunu sadece okuyucu farketmektedir.
Aynı tür anlatım, "kaz" kelimesinin intikamını al­mak amacıyla, İvan tvanoviç'in arkadaşının tavuk kümesine yaptığı saldırının tasvirinde vardır. Saldırının düzenle­diği geceyi tasvir ederken anlatıcı sürekli "ah ressam ol­saydım geceyi şöyle tasvir ederdim" sözlerini kullanmakta­dır. Büyük bir ciddiyet ve ilhamla dolu bu lirik anlatım, aniden "elinde testereyle o gece dışarı çıkan İvan tvanoviç'i tasvir edebileceğimi hiç düşünmezdim" cümlesiyle so­na ermektedir. Yüzünde anlaşılması zor duygular taşıyan, karanlığın içinde gizli gizli süzülen ve bir yandan da kor­kuyla sağı solu kontrol eden İvan İvanoviç, hikâyeyi anla­tan kişinin merkezi haline gelmiştir. Ciddi ve coşkulu bir anlatım tarzının arkasından, elinde testeresi kümese saldı­ran İvan İvanoviç'in çıkıvermesi olayı gülünçleştirmektedir. Gülünçleştirtiği kadar da yaşını başını almış, olgun bir kişinin doğru dürüst sebep yokken içine düştüğü durumun bayağılık düzeyini artırmaktadır. Ne var ki İvan İvanoviç bu saldırı nedeniyle, İvan Nikiforoviç'in altta kalmayaca­ğını, kesinlikle karşılık vereceğini düşünerek dehşete ka­pılır. tv®n Nikiforoviçin yapacağı girişimi önlemek için hemen mahkemeye igider. Mahkemeye verdiği dilekçenin birin­ci şıkkı şu şekildedir:
"Tanrı tanımazlığı, tiksinti veren her ölçüyü taşan hareketleriyle herkesin tanıdığı Nikiforoğlu İvan Dovgoçhun 1810 yılının 7 temmuzunda doğrudan doğruya şerefimi zedele­diği kadar dolaylı olarak unvanıma ve aile şerefime de do­kunan acı bir harakette bulunmuştur. Bu soylu kişi hem aşağılık bir görünüme sahiptir hem de kötü bir karaktere sahiptir, ğünahkâr düşünceler ve küfürlerle doludur. Bu .soylu kişi, Nikiforoğlu İvan Dovgoçhun, kendisine dostça önerilerle gittiğim zaman açık ve unvanımı lekeleyici bir biçimde bana "kaz" demiştir. Tüm Mirgorod halkının da bil­diği gibi ben asla böyleşine bir hakaretle karşılaşmadım..." (S.215) .
Bu dilekçe о dönemin Eesmi yazışmaları hakkında bilgi verecek bir niteliktedir. Ancak bu resmi dilekçe İvan tvanoviç'in saçma şikâyetleriyle birleşince komik bir hal almıştır. Görevli memur dilekçeyi okurken, yargıcın "Ne kuvvetli bir kalem bul Tanrım! bu adam ne de güzel ya­zarmış meğerse" sözleriyle ifade ettiği hayranlık, yazarın İvan İvanoviç'e alaylı yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Dilekçemin ilgi çeken bir başka özelliği de aşağı­layıcı ve iyi kelimelerin birarada kullanılmasıdır, örneğin "günahkâr, insanı tiksindiren, eşkiya vs." kelimeleri sık sık "soylu kişi" ya da "beyefendi" kelimeleriyle biraraya getirilmektedir. Aynı özellikler İvan Nikiforoviç'in dilek­çesinde de vardır. Aradaki tek fark, İvan İvanoviç'in dikelçesinin İvan Nikiforoviç'inkinden daha ustalıklı olma­sıdır. İvan Nikiforoviç'in dilekçesini, İvan İvanoviç'in tüfek karşılığı teklif ettiği boz renkli domuz çalar. Bu­nun üzerine İvan Nikiforoviç ikinçi dilekçesini, fırsattan istifade, konunun uzmanına yazdırır.
Domuzun mahkeme binasını basarak, dilekçeyi çal­ması iki arkadaşın arasındaki saçma küskünlüğün daha büyük boyutlara ulaşmasına sebep olur. Agafya Fedoseyevna’nın İvan Nikiforoviç'i eski dostu İvan İvanoviç'e karşı kış­kırtması ve bütün şehir halkının da işe karışmasıyla olayın boyutları iyice büyür. Bu iki çiftlik sahibini, iki eski arkadaşı barıştırmak için tüm şehir halkı büyük bir gayret­le uğraşmaya başlar. Hatta belediye başkanı, her türlü kö­tü olasılığı göze alarak, küs arkadaşları verdiği baloya davet eder. Balonun anlatıldığı bu bölümde, aynı zamanda şehrin kaymak tabakası sayılan soylular hicvedilmektedir. Baloya katılan bu insanlar gerek giyimleri, gerek dış görü­nümleri ve gerekse konuştukları saçma konular bakımından, gerçekte, İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'ten farklı de­ğillerdir. Onların uşğarştıkları, zaman harcadıkları, kafa yordukları konular da boş ve anlamsız şeylerdir. Bir şiire sonra, Belediye başkanının verdiği balonun bahislerin oy­nadığı bir toplantı haline gelmesi, bunu açıkça göstermek­tedir. Herkes İvan İvanoviç'in orada olacağını bilen İvan Nikiforoviç'in toplantıya gelip gelmeyeceği üzerine bahse girmeye kalkar. Hatta tek gözü kör olan İvan İvanoviç, ba­histe bir gözünü ileri şürer, belediye başkanından da to­pal bacağını ortaya koymasını ister. Hikâyeyi anlatan kişi bu sahneyi şöyle tasvir etmektedir:
" Bu arada bütün davetliler, İvan Nikiforoviç'in geleceği ve nihayet bu saygı değer insanların birbirleriyle barışacakları, herkesin bir an önce gerçekleşmesini is­tediği o anı bekliyordu. Pek çoğu İvan Nikiforoviç'in gel­meyeceğinden emindiler. Belediye başkanı tek gözü kör olan İvan İvanoviç'le onun gelmeyeceğine dair iddiaya girmişti. Ancak tek gözlü İvan İvanoviç, belediye başkanından yaralı ayağını koymasını önerince, iddiadan vazgeçildi. Çünkü bu öneri belediye başkanını çok gücendirmişti. Konuklar ise, onların bu haline kıs kıs gülüyorlardı.." (S.233)
Şehir halkı arasında, İvan İvanoviç'le İvan Nikiforosriç'in küskünlüğünün bahse girme konusu olması hiç te şaşırtıcı değildir. Çünkü onlar bu olayı, göründüğü kadar ciddiye almamaktadırlar. Hatta bu küskünlükte eğlenceli bir yan bulmuşlardır.
Baloya katılan pek çok kişinin, İvan Nikiforoviç' in gelmeyeceği düşüncesi boşa çıkar, İvan Nikiforoviç ba­loya gelir. Hikâyeyi anlatan kişi yemek masasında birbirle­rini gören iki eski arkadaşın halini büyük bir heyecanla aktarmaktadır. Anlatacının bu sahneyi tavir ederken sanki her şey bir anda bozuluverecekmiş, tüm çabalar boşa çıka­cakmış gibi bir korkuya kapıldığını görüyoruz. Onun anlatımındaki bu heyecan dolu ton, İvan İvanoviç'le İvan Niki­foroviç 'in içinde bulundukları durumu son derece gülünç bir hale getirmektedir. Hikâyeyi anlatan kişi iki arkada­şın göz göze geldikleri anda yapamayacağım, baş­ka kalem verin bana", "bu ancak büyük bir ressamın fırça­sına göre bir tabloydu" gibi sözler söylemektedir. Bu söz­ler onların birbirlerine karşı takındıkları anlamsız, düş­manca tavrı hicvetmektedir.
Şehir halkı onları uzaklaştırmak ister. Neredeyse bunu başarmak üzeredirler. Ancak İvan Nikiforoviç herkesin önünde "kaz" kelimesini bir kez daha tekrarlar. Bu da şe­refine düşkün olan İvan İvanoviç’i son derece öfkelendi­rir. Belinski bu olayı:
"Görüyor musunuz: Eğer kaz yerine başka bir kuş adı söylenseydi, bu iki adam tekrar arkadaş olacaklardı." sözleriyle yorumlamaktadır.
İvan Nikiforoviç bu kelimeyi söylediğinde, hayal âleminde yaşayan iki çiftlik sahibi de gerçekle yüz yüze gelmiştir. İvan İvanoviç bu kelimeyi duyunca sarsılır.
Çünkü bu kelime, onun, hikâyenin başlangıcında yapılan tanı­mıyla adeta bir bütün ortaya koymuştur. İvan İvanoviç “kaz" kelimesinde o güne kadar kendisine yapılan en büyük hakare­ti görmüştür. Bu sözü söylediğinde İvan Nikiforoviç kendi­si de şaşırır, çünkü yaşam boyunca ilk kez yerinde bir lâf etmiştir.
İvan İvanoviç'in baloyu terk edip gitmesiyle bir­likte hikâyenin anlatım tonunda büyük bir değişim meydana gelir. Hikâyede, oldukça ciddi ve kasvetli bir anlatım tonu hâkimiyet kazanmıştır. Yıllar sonra, hikâyeyi anlatan kişi Mirgorod'dan geçerken, yaşlanmış iki arkadaşın halâ küskün­lüklerini devam ettirdiğini öğrenir. İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç umutla, onların tek yaşam amacı haline gelen, mahkeme davasının sonucunu beklemektedirler. Hikâyeyi anla­tan kişi hiçbir şeyin değişmediğini görerek hikâyeyi "bu dünyada yaşamak sıkıcı beyler!" nidasıyla bitirir.
ünlü eleştirmen Solonimski anlatım tonundaki deği­şimi şu şekilde yorumlamaktadır: Solonimski'ye göre Gogol' ün eserlerinde, felaketi daima gülünç bir olay hazırlamak­tadır. Bu hikâyede felaketi hazırlayan son gülünç olay ise baloya katılanların, çiftlik sahiplerini barıştırmak için gösterdikleri çabanın boşa çıkması ve o "aşağılayıcı" kelimenin tekrarlanmasıdır. Sloniski, hikâye boyunca, an­latıcının оіауіагх şehirde yaşayanlardan biri olarak göz­lemlediğini ve sadece eğlenceli bir dille tasvir etmekle yetindiğini belirtmektedir. Ancak, "gülünç felaketten" sonra anlatıcının tonunda aniden bir değişim meydana gel­mektedir. Hikâye anlatan kişinin tonunda beli­ren hüzün duygusu hikâyeye hâkim olmuştur. Eleştirmen Slonimski, son bölümde, aynı zamanda hikâyeyi anlatan ki­şinin dünya görüşünün ciddi ve felsefi bir değişime uğradı­ğına dikkati çekmektedir. Bu ciddi felsefi değişim#hikâ­yeyi sona erdiren "Bu dünyada yaşamak sıkıcı beyler" söz­lerinde zirvesine ulaşmıştır.
Mirgorod şehrinin çok sevilen, saygı duyulan iki çiftlik sahibinin yanısıra hikâyede hicvedilen başka ko­nular da vardır. Şehrin görünümünden şehirde yaşayanlara, mahkeme binasına ve orada çalışan memur tiplerine kadar her yerde, yazar kendine hicvedilecek konular bulmayı ba­şarmıştır.
Hikâyeyi anlatan kişi dördüncü bölümde olayın geç­tiği şehrin tasvirinin yapar. Bu tasvir İvan İvanoviç ve İvan Nikiforoviç'in kişilikleriyle garip bir uyum içinde­dir. Mirgorod'da tıpkı kahramanların fizik yapıları ve ki­şilikleri gibi başıboş, düzensiz görgüsüzlüklerle dolu, pis ve ihmal edilmiştir.
"Olağanüstü bir şehirdir Mirgorod! çeşit çeşit yapı vardır. Damı sazdan olanı mı, samandan olanı mı ister­siniz? Hatta ahşaptan olanı bile vardır! Sağda bir sokak, solda bir sokak her yerde olağanüstü çitler görürsünüz, çitlerin etrafını şerbetçi otu sarmıştır, üzerlerine saksı­lar asılmıştır. Ay çiçekleri, çitlerin arkasından güneşe benzeyen başlarını gösterirler. Kırmızı gelincikler görünür. Yer yer iri bal kabakları çarpar göze...Ne ihtişamdır bul Çitlerde, her zaman, onlara daha da canlı görünüm kazandı­ran keten bir eteklik, gömlek veya şalvar sallanıp durur. Mirgorod'da tek bir hırsızlık ya da dolandırıcılık olayı­na rastlanmaz, çünkü herkes aklına ne gelirse onu asar çitlere.
Meydana yaklaştıkça, gördüğünüz manzaranın tadını çıkarmak için bir an mutlaka duraklarsınız: Meydanın tam ortasında çukur vardır. Ne şaşırtıcı bir çukurdur bu bil­seniz! üstelik,o güne kadar benzerini bir başka yerde görmemişsinizdir! Hemen hemen bütün meydanı kaplar, uzaktan ot yığınına benzeyen küçüklü büyüklü bütün evler, etrafını sardıkları bu çukuru hayran hayran seyretmektedirler."
(S.211)
Yazar hikâyeyi anlatan kişinin saflığından yarar­lanarak, şehrin bu bakımsız halini onun ağzıyla hicvetmek­tedir. Başlangıçta*anlatıcı Mirgorod için "olağanüstü" der. Rusça karşılığı "çudnıy" olan bu kelime, iki anlam taşı­maktadır. Bunlardan biri "olağanüstü" diğeri-"büyüleyici" dir. Yazar "çudnıy" kelimesiyle okuyucuyu bir beklentiye sokmaktadır. Çünkü ister istemez akla ilk önce "çudnıy"ın "büyüleyici" anlamındaki karşılığı gelmektedir. Şehrin tasvirine detayla girildiğinde "büyüleyici" den çok» keli­menin "olağanüstü" anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bu "olağanüstülük" iyi anlamda kullanılmamıştır. Şe­hir son derece ihmal edilmiş, bakımsız görünüşüyle "olağan­üstü" dür. Hikâyeyi anlatan kişi Mirgorod'da hırsızlık gibi bir olayın görülmediğinden önemle sözetmektedir. Her türlü eşyanın çitlere asıldığı bir yerde hırsızlık olmaması do­ğaldır. Eğer biri, başkasının eşyasını çalsa bu eşyayı ça­lanın üstünde gören kişi, mutlaka hemen "bu İvan İvanoviç' in ya da Taras Tarasoviç'in"diyecektir.
Çukurun anlatıldığı bölümde, şehirle ilgili hiciv zirveye ulaşır. Hikâyeyi anlatan kişi bu çukur için önce "meydanın ortasında bir çukur" vardır. der. Sanki bu çukur her yerde rastlanabilecek, küçük, sıradan bir çukurdur. Bun­dan sonra söylenen sözlerle hikâyeyi anlatan kişi, yavaş yavaş okuyucuyu bir şoka hazırlar. En sonunda, çukurun bütün meydanı kapladığını itiraf eder. Çukur sadece mey­danı kapladığı ya da şehrin bakımsızlığını ortaya koyduğu için alay konusu edilmiş değildir. Bu çukurun, aynı zaman­da, şehir halkı için bir maskot, simge hatta bir anıt haline gelmiş olması kınanmaktadır.
Mirgorod'un tasvirindeki yergi ve alay dolu tuttun, gerçekte, içinde yaşayan halka yöneliktir.
Gogol'ün bu hikâyede hicvettiği bir" başka konu ise mahkemelerdir. Hikâyenin mahkemeyle ilgili bölümlerin­de, o dönem Rusyasının bürokratik düzeni ve bu düzende gö­rev alan kişiler hicvedilmektedir. Hikâyeyi anlatan kişi önce mahkeme binasını tanıtır.                                                     Mahkeme binasının se­kiz penceresi de çukura bakması ve çatısının ahşap olması beğeni dolu bir anlatımla tasvir edilmektedir. Mahkeme bi­nası şehir halkının âdeta bir anıt gibi kabul ettiği çamur dolu koca çukura bakması ve çatısının ahşap olması nedeniy­le, şanslı ender binalardan biridir1 Bu arada hikâyeyi an­latan kişinin, binanın daha güzel görünmesine engel olan kâtipleri eleştirmekten kendini alamadığını görüyoruz. Çün­kü kâtipler, perhiz ayında, binanın boyası için hazırlanan yağa soğan doğrayıp yemişlerdir. Sonuçta mahkeme binası granit rengiyle öylece bırakılmıştır. Binanın sahanlığında ise "çeşit çeşit yiyecekler serpili" dir. Tavuklar kendi bahçelerinden ayrılarak burada dolaşmayı çok sevmektedir­ler. Ancak tavukların bu konuda bir suçu yoktur. Onların sahanlığa dolaşmasına ricacıların dikkatsizliği neden ol­maktadır. Görüldüğü gibi mahkemedeki memurlara işi düşen herkes buraya hazırlıklı gelmektedir. Gogol, tavukların sahanlıkta yiyecek serpintileri arasında dolaştığını söy­lerken, üstü kapalı bir biçimde mahkemede çalışanların rüşvet yediklerini vurgulamaktadır. Aynı cümle mahkeme binasının bakımsız halini de ortaya koymaktadır. Böylece iki yönlü bir hiciv elde edilmiştir.
Hikâyeyi anlatan kişi sanki geziyormuş gibi, mah­keme binasının sahanlığından geçer ve binanın iç kısımla­rını anlatmaya başlar. Bu bölümde boş vermişliğin ve düzen­sizliğin iyice belirgin bir hale geldiği görülmektedir. Hikâyeyi anlatan kişi memurların çalışmalarını şu sözler­le aktarır:
".... Yargıç kâtiple sohbet ediyordu. Çıplak ayak­lı bir kız elinde fincanlar bulunan bir tepsi taşımaktay­dı.
Masanın sonunda oturan sekreter dava kararı oku­maktaydı. Ama öyle monoton, öyle hüzünlü bir sesle okuyor­du ki dinlerken sanık bile uyuyup kalırdı. Yargıç, şüphe­siz, bunu herkesten önce yapacaktı, eğer bu sırada arala­rında ilgi çekici bir konuşma geçmeseydi." (S.212)
Bu örnekle mahkemelerde işlerin nasıl yürütüldüğü açıkça ortaya konmaktadır. Yargıç işini gücünü bir kenara bırakmış kâtiple çene çalmaktadır. Sekreter ise dava kararını bezgin bir halde okumaktadır. Hatta sonucu heyecanla beklemesi ge­reken sanıklar bile mahkemenin havasına uyum sağlamışlar­dır. Verilen ceza ne kadar ağır olursa olsun sanık ortamın bezginliğinden etkilenerek ses çıkaracak, üzüntüsünü belli edecek ya da heyecan duyacak noktayı çoktan aşmıştır.
Mahkeme görevlilerinin kanunları yorumlama konusunda ortaya koydukları en tipik örnek, İvan İvanoviç'in dilekçe hırsızı domuzudur. İvan İvanoviç'in sert çıkacağı­nı düşünerek, onunla konuşması için belediye başkanını gönderirler. Bu nedenle belediye başkanının suç üzerindeki yorumu, gerçekte, doğrudan doğruya adalet işleriyle uğra­şan mahkemeye aittir. Belediye Başkanı, İvan İvanoviç'e "kanun bir şey çalan suçludur diyorsa, sizin domuzunuz da suçludur." şeklinde bir yorum yaparak domuza gereken ceza­nın verilmesi konusunda ısrar etmektedir. Onlara göre, olayda kasıt bulunmamasına, "hırsız"ın bir hayvan olmasına rağmen adalet mutlaka yerine gelmelidir. Adaletin koruyu­cuları mahkemede asıl ilgi göstermeleri gereken işleri başlarından savmakta, hırsız domuz olunca belediye başkanını bile olaya katmakta sakınca görmemektedirler. Gerçekte do­muzun cezalandırılması onlar için, özellikle de belediye başkanı için çok elverişli bir durumdur. Çünkü domuza uygu­lanacak ceza, onun kesilip "lezzetli sucuk" haline getiril' mesidir.
Mahkemenin işleri sonuca bağlamasının en güzel örneği de İvan İvanoviç’le İvan Nikiforoviç arasındaki da­vanın yıllar boyu sürmesidir, Mirgorod mahkemesinde, ge­rekli tüm işaretleme, numaralama ve kayıt işlemlerinden sonra dosya dolaba kaldırılmaktadır. Yıllar sonra bile dava dosyası, en iyi durumda dolapta bekletilmektedir.

Yazar, bununla hikâyeyi anlatan kişinin ağzından o dönemin uzun süren bürokratik işlemlerini hicvetmektedir. Bürok­ratik işlemlerin uzamasıyla dava dosyasının yıllarca bek­lemesinin sadece Mirgorod'a özgü bir durum olmadığı da be­lirtilmektedir. Çünkü hikâyeyi anlatan kişi "tüm mahkeme­lerde olduğu gibi " diyerek bir genelleme yapmış­tır.
Özellikle mahkemeyle ilgili bölümde bürokratik düzen ve memurların görev anlayışlarının anlatılması nede­niyle "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in Nasıl Küstük­lerinin Hikâyesi", "Peterburg” hikâyelerinin başlangıcı olarak düşünülebilir.
"Mirgorod" adı altında toplanmış hikâyelerde, özellikle hiciv sanatı açısından incelediğimiz "Eski Za­man Beyleri" "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç''te Gogol' ün iki konu üzerinde durduğunu görüyoruz. Bunlardan biri Rusçada "poşlost" adı verilen, insan doğasının bayağılık­larıdır. Gogol'e göre, her insanın zayıf bir noktası var­dır. Kimi kişilerde bu zayıf noktalar bayağılık derecesine ulaşmaktadır. İncelediğimiz her iki hikâyede de, Gogol'ün hicvinin odağını insanın kendisiyle, başka insanlarla ve doğayla olan ilişkisinde fark edilmesi güç bayağılıklar oluşturmaktadır. "Eski Zaman Beyleri"nde yaşamalarını ye­mek içmekten başka bir şey düşünmeden geçirmiş iki yaşlı insan, bu yönleriyle eleştirilmektedir. İki yaşlının yeme­ye gösterdikleri aşırı düşkünlük onların tek düze yaşam tarzları içinde fazla göze batmamaktadır. Ancak Gogol doğanın en mükemmel varlığı kabul ettiği insanın, yaşam ama­cını yemek bulmasını bir bayağılık olarak kabul etmiştir.
Bu nedenle hikâyesinde canlandırdığı yaşlı çiftin kişilik­lerinde insanların yemek konusunda gösterdikleri zayıflı­ğı hicivci bir anlatımla gözler önüne sermiştir.
İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'te ise yaşamdan beklentileri olmayan, yararlı bir iş yapmayı akıllarına da­hi getirmeyen insanlar hicvedilmektedir. Hikâyedeki kah­ramanların herkesin özendiği arkadaşlıklarına son vererek, mahkemeye gitmelerinin ve mahkeme sonucunu sabırla, nerdeyse, ömür boyu beklemelerinin tek nedeni vardır: o da önle­rine bir yaşam amacı koymak içlerinde bilinçsizce hisset­tikleri ruhsal boşluğu tamamlamaktır. Birbirlerine tamamen zıt karakter taşıyan bu kahramanların küsüp mahkeme kapı­larına dönmeleri, başlangıçta doğal bir sonuç gibi düşünü­lebilir. Oysa yazar, bu doğallığın arkasında kalan bayağı­lığı görmeyi başarmıştır.
Her iki hikâyede de kahramanların bayağılığı yaşamla­rını boş yere harcamalarıdır. Yazarın hikâyelerinde sormak istediği soruları "yaşamın amacı nerededir, ne olmalıdır, mutluluk nedir, hangi şartlarda insan mutlu olabilir?" şeklinde ifade edebiliriz. Tüm bunlar Gogol'ün hicvinin, daima felsefi bir anlayışla içiçe olduğunu anlatmaktadır.
"Mirgorod" hikayelerinin bir diğer özelliği ise anlatım tekniğidir. Gogol, bu eserinde "gözyaşları arasın­da gülme" şeklinde ifade edilen özgün bir anlatım tekniği ortaya koymuştur. Bu anlatım tekniği "Mirgorod"dan itiba­ren Gogol'ün hikâye ve romanlarının en büyük özelliği haline gelmiştir. "Yazarca İtiraflar" eserinde Gogol kendine özgü bu özelliğini kısaca "başlangıçta alay ettiğim her şey, birden bire derin bir hüzne dönüşüveriyor" diyerek açıkla­mıştır.
Eleştirmen Belinski ise "Russkie povesti i o povestyah Gogolya" makalesinde, yazarın "göz yaşları arasında gülme" olarak adlandırılan anlatım tekniğinde büyük bir sanatsal yaratıcılık görmekte ve yazarın tüm eserleri için şu genel­lemeyi yapmaktadır;
İşte yaratıcılık dediğimiz yüce sanat budur. Bay Gogol'ün bütün hikâyelerini düşünelim: bunların kendi­ne özgü karakteri nedir? Aptallıklarla başlayan aptallık­larla devam eden, göz yaşlarıyla sona eren ve sonuçta yaşa­mın kendisi olarak nitelendirdiğimiz, karmaşık komedidir. Onun her komedisi böyledir. Başlangıcı komik sonu ise hü­zün doludur.
Peterburg hikâyeleri Gogol'ün olgunluk dönemine ait ilk eserleri arasındadır. Bu hikâyelerde büyük şehir­lerde oturan insanların yaşam biçimleri, yaşam koşulları ve bu koşulların insana neler getirdiği anlatılmaktadır. Gogol'ün Peterburg hikâyelerini memurluk yaptığı dönemde (182 9) edindiği izlenimlerin etkisiyle yazdığını ve bunun için de kahramanlarını memurların çırasından seçtiğini dü­şünmek yanılış olmayacaktır.
Peterburg hikâyeleri arasında "Bir Delinin Notla­rı" (Zapiski sumasşedşego), "Palto", "Burun" (Nos),"Nevaki Caddesi" (Nevski prospekt) ve "Araba" (Kolyaska) adlı hikâyeler yer almaktadırlar.
Bu hikâyede Gogol, büyük şehirlerde yaşayan küçük rütbeli memurların karşılaştığı ekonomik sıkıntıları, eko­nomik sıkıntıların neden olduğunu ruhsal bunalımları büyük bir ustalıkla dile getirmektedir. Ancak Peterburg hikâye­lerinin en ilgi çekici özelliği yazarın, "zavallı, küçük memur" temasını hicivci bir üslupla ortaya koymasıdır.
Gogol en acınacak durumda olan kahramanlarında bile gü­lünç, hatta, alaya alınması gereken kusurlar bulabilmiştir. Yazar "zavallı" kahramanına karşı bazen, acımasız ve şiddet­li denebilecek bir tutum göstermektedir. Çünkü yazar, kah­ramanını her şeyden önce bir insan olarak kabul etmekte ve kalemini bu düşünceye göre yönlendirmektedir.
Gogol’ün Peterburg dönemine ait eserleri arasın­da ilk önce "Bir Delinin Notları"nı ele alacağız.
Bu hikâyesinde Gogol, ağır yaşam şartlarına dayanama­yarak akıl dengesini yitiren küçük rütbeli bir memurun trajik yaşamını anlatmaktadır. Hikâye günlük biçiminde birinci kişi ağzından yazılmıştır. Bu nedenle yazar, kah­ramanın duygularını son derece yoğun olarak yansıtma ola­nağını bulmuştur, özellikle, normal yaşamdan koparılarak akıl hastahanesine götürülen kahramanın hasta bilincinden doğan mantık dışı ve komik düşüncelerle akıl hastahanesindeki trajik yaşamı olağanüstü bir güçle birleştirilmiştir. Böylelikle Gogol, Rusçada "tragi-komediya" adı verilen trajik komedi tarzının başarılı bir örneğini ortaya koymuş­tur.
Hikâyenin kahramanı Poprişçin küçük rütbeli bir memur­dur. Çalıştığı dairede yaptığı bütün iş gelen evrakları gözden geçirip daire başkanının kalemlerini açmaktır. Pop­rişçin, sık sık daireye gidip gelen daire başkanının kızı Sofi'ye âşık olmuştur. Poprişçin Sofi'nin ona ilgi gösterme­mesinin nedenini küçük bir memur olmasına bağlar. Bir sü­re sonra Sofi'nin hassa subayı Teplov adlı yakışıklı bir genci sevdiğini öğrenir. Böylece "iyi olan her şey yüksek rütbelilerindir" düşüncesi kahramanda saplantı haline ge­lir. Bir yandan rütbe sorunu öte yandan da Sofi'nin ilgi­sizliği Poprişçin'in akıl dengesini bozar. Hatta Sofi'nin kopeği Meci'yle Fidel adlı bir kenar mahalle köpeğinin mek­tuplaştıklarına inanmaya başlar. Sofi hakkında bir şeyler öğrenmek için köpeklerin peşine düşer. Akıl dengesini iyi­den iyiye kaybeden Poprişçin, bir gün gazetelerde İspanya kralının tahttan düşürüldüğünü okur. Bu, onun için rütbe elde etmek fırsatı demektir. Fırsattan yararlanarak kendi­ni İspanya kralı olarak ilân eder. Nihayet akıl hastanesi­ne kapatılan Poprişçin'in son anları çektiği derin acılar­la doludur.
Hikâyenin başlangıcında Poprişçin küçük rütbesin­den ötürü bölüm şefinin ve diğer memurların kendisini ne kadar çok aşağıladıklarından söz etmektedir, özellikle bö­lüm şefi, Poprişçin için gizli bir savaş açtığı yüksek rütbenin simgesi haline gelmiştir. Bu nefretin ardında, yüksek rütbelilere duyduğu nefret vardır. Bölüm şefine duy­duğu nefreti "kahrolası balıkçıl kuşu", "şeytan görsün seni" gibi sözlerle belirtmektedir.
"İtiraf edeyim ki, işe gitmeyi hiç istemiyorum.
Hem de bölüm şefinin beni ekşi suratla karşılayacağını bi­le bile. Uzun zamandan beri bana 'Nedir bu kafandaki karma­şa? Eteklerin tutuşmuş gibi çırpınıyorsun, zaten işleri öyle bir hale sokuyorsun ki şeytan bile çıkamaz içinden. Unvanları küçük harfle yazıyorsun, evraklara ne tarih ne de numara koyuyorsun.' deyip duruyor.. Kahrolası balıkçılkuşu seni! Mutlaka başkanın odasında oturup kalemlerini açmamı kıskanıyor...." (S.108),
Bu bölümde yazar, Poprişçin'in ağzından yüksek rütbesinin verdiği hakla, astlarına kötü davranan onları ezmeye çalışan kişileri hicivci bir dille eleştirmektedir. Daha sonraki bölümlerde onun zalim davranışları iyice or­taya çıkar. Bölüm şefi Poprişçin'e "sen bir hiçsin! Beş parasızın birisini" gibi sözlerle hakarette bulunur. Bu da Poprişçin'daki yüksek rütbelilere duyduğu kini iyice artırır. Poprişçin gerçekte gururuna son derece düşkündür. Hastalık derecesinde bir düşkünlüktür bu. Bölüm şefinin hakaretlerine karşı, kendi kendine telkinlerde bulunmaktadır. Başkanın ona ve' 'kişiliğine vermediği değeri o kendi kendine vermeye çalışır:
"Doğrusu bizim mesleğimizin asaleti vardır. Her şey temizdir. Böylesini başka dairelerde görmek zordur. Masalar maundandır. Bütün şefler "siz" diye hitap ederler insana....itiraf edeyim ki eğer mesleğimin soylu bir yanı olmasaydı çoktan istifamı vermiştim." (S.109)
Poprişçin kendi kendini bu şekilde rahatlatmaya çalışmasına rağmen, rütbesinin düşük olmasının ezikliğini her an hissetmektedir. Daire kapıcısının bile ona en ufak bir saygı göstermemesine içerlemektedir. Onun önünden ge­çerken "Aptal uşak ne olacak! Ben memurum hem de soylu bir memur haberin var mı?..." demektedir.
Poprişçin'in ruhsal dengesinin bozulmasında rüt­be tutkusundan başka, daire başkanının kızı Sofi'ye duy­duğu karşılıksız sevginin de payı büyüktür.
Poprişçin, Sofi'ye yaklaşamayınca zihninde, onun köpeğinin kenar mahallede yaşayan bir köpekle mektuplaştı­ğı hayaline kapılır. Böylece zavallı memur dolaylı da ol­sa Sofi'ye yaklaştığına inanmaktadır. Mektuplarda Sofi'nin köpeği Meci, gerçekte, kızın tüm sırlarını bilen bir hiz­metçi kişiliğindedir. Bu nedenle Fidel'e yazdığı mektup­larda Gogol, Poprişçin'in aracılığıyla evin içinde olan biten herşeyi bilen dedikoducu hizmetçi tipini alaylı bir dille hicvetmiştir:
Sofi bir süre sonra dışarı çıktı ve onun topuklarını vurarak selam vermesine karşılık, neşeyle eğil­di. Ben de sanki bir şeyin farkında değilmiş gibi pencere­ye bakmaya devam ettim. Ama başımı hafifçe yana eğdim ve konuştuklarını duymaya çalıştım. Ah ma cheere, ne saçma şeyler konuştuklarını bilsen! Efendim baloda kadınlardan biri esas figür yerine bir başkasını yapmış, üstelik az kalsın dans ederken düşecekmiş. Lıdina ise yeşil renkleri­ne rağmen gözlerinin mavi olduğunu iddia ediyormuş. Bütün konuştukları buna benzer şeyler i$te...."(S.119)*
Meci'nin mektuplarında dikkati çeken bir başka özellik ise insanların sürekli köpeklerle kıyaslanmasıdır. Meci bunu bazen, kendisini anlatırken farkında olmadan yapar, örneğin yemek konusundan söz ederken, hangi yemeğine şekilde sevdiğini açıklar. Yemek konusunda gösterdiği tutumuyla midesine düşkün insanlara benzemektedir. Kimi zamansa Meci insanla köpeklerin davranışları arasında ben­zerlik kurmaktadır. Bunun en güzel örneğini, peşine düşen sokak köpeklerini anlatırken vermektedir:
"....Pek çok hayranım olduğunu sana söylemeliyim. Pencerenin önünde otururken sok sık onları seyrederim. Bir görsen, aralarından bazıları öyle çirkin ki! Avluda duran bir köpek var, son derece kaba ve aptal. Yüzünden aptal­lık akıyor. Sokakta yürürken öyle kasılıyor ki sorma. Her­halde kendini önemli bir kişi sanıyor, herkesin ona bak­tığını düşünüyor. Aptal şey! İlgilenmiyorum bile, görmezlikten geliyorum. Korkunç görünüşlü bir buldog da pencere­nin önünde dikiliyor habire. Eğer arka ayaklarının üstüne kalksa, gerçi bunu istese de yapamaz ya neyse, Sofi'nin hayli uzun ve toplu olan babasından bir baş daha uzun gö­rünürdü. Bu kütük, korkunç derecede arsız bir köpek. Birkere hırlamaya kalkıştım ona umurunda bile olmadı, hatta yüzünü ekşitti. Dili bir karış dışarıda, koca kulakları sarkmış pencereme bakıp duruyor. Tam bir mujik!...."(S.118)
Görüldüğü gibi, Meci bu bölümde köpek olmaktan çıkmıştır. Artık o delikanlıların kur yaptığı bir genç kızdır. Pencerenin dışında gördüğü köpekler ise çalımlı yürüyüşleri ve havalarıyla, kendilerini bir genç kıza be­ğendirmeye, farkettirmeye çalışan delikanlılara benzetmek­tedirler. Meci, bir başka mektubunda hayvanlarla insanlar arasındaki bu benzetmeleri daha ileri götürür: kendi
Trezor'unun görünüşüyle Sofi'nin evleneceği hassa subayını kıyaslar. Bu kıyaslamada kazanan kişi, Meci'nin "ince belli" Trezor'udur.
Meci mektuplarında sık sık arkadaşı Fidel'e "ma cheére şeklinde hitap etmektedir. Gogol bununla, o dö­nemlerde Rus soyluları arasında hayli yaygınlaşmış olan Fransızca konuşma alışkanlığını hicv etmiştir.
Poprişçin, Meci'nin yazdıklarından sadece bunları öğrenmekle kalmaz. Küçük köpek mektuplarında Poprişçin' den de söz.etmektedir. Ancak Meci'nin ondan hiç hoşlanma­dığı açıktır. Çünkü Poprişçin'i "torbaya sokulmuş bir kur­bağaya" benzetmektedir. Sofi'nin Teplov adlı hassa suba­yıyla evleneceğini öğrenen ve köpeğin bile kendisini aşa­ğıladığını gören Poprişçin zaten yerinde olmayan akıl dengesini iyice kaybeder. Kendini tahttan düşen İspanya kralının yerine geçecek kişi olarak düşünmeye başlar. Ni­hayet akıl hastahanesine götürülen Poprişçin burayı İspan­ya sanmaktadır. Onun akıl hastahanesini İspanya sanması ve başına gelen kötü olayları kendi mantığına göre açıklamaya çalışması hem acıklı hem de gülünçtür. Kendini almaya gelen görevlileri İspanyol temsilcisi sanar. Hastahaneyi saraya, hastaları ise İspanyol soylularına benzetir. Hastaların kafalarının traş edilmiş olması ona önce çok garip gelir. Ancak sonra bu hastaların soylular ve önemli kişiler olduğu­na inanır. Bu durumu zihninde "Kafalarını böyle traş etti­renler sadece soylular" diyerek açıklığa kavuşturur. Akıl hastalarına göz kulak olmakla görevli adamı başbakan kabul etmektedir. Onun kendisine dayak atmasının nedenini ise İspanya’nın sert kurallarına bağlamaktadır.
Poprişçin bir kral olarak, dünya politikası üze­rine kendi kendine bir takım yorumlar yapmaktadır. Gogol Poprişçin'in ağzından 19.yy.da özellikle, Avrupa politika­sında önemli rol oynayan devletleri şöyle hiciv etmektedir:
"...Doğrusu bir kral nasıl olur da engizisyona verilir anlayamadım gitti. Bence bu Fransa'nın özellikle de Polinyak'ın işidir. Ah ne cin fikirlidir o Polinyak!
Beni öldürmeye yemin etmiş canım. Peşime düşmüş bir kere kovalayıp duruyor. Ama dostum, seni İngilizlerin yönetti­ğini bal gibi biliyorum, İngilizler dehşet politikacıdır­lar. Her yerde parmakları vardır. Artık herkes İngiltere enfiye çekince Fransızlar'ın aksırdığını biliyor...."
(S.128),
Notların en son kısmında, Poprişçin akıl hastahanesinde gördüğü işkencelerin derin acısını, özellikle beden­sel acıdan daha büyük olan ruhsal acısını dile getirmektedir. Bu bölümde Gogol, hüznün ve kederin doruğuna ulaşmıştır. Poprişçin yardım umarak söylediği: "Kurtarın beni! Götürün burdan! Rüzgâr gibi atlar olan bir troyka verin bana...
Niçin bana işkence ediyorlar? Ben onlara ne yaptım ki?.. Anneciğim kurtar zavallı oğlunu" şeklindeki sözleriyle acı­sını dile getirmektedir. Poprişçin'in notlarının son cüm­lesi ise oldukça şaşırtıcı bir etkiye sahiptir. Bu cümleyle Gogol, bizleri birdenbire hüznün doruğundan aşağı yuvarla­maktadır. Poprişçin'in yönelttiği"... Cezayir Beyi'nin tam
burnunun altında beni olduğunu biliyor muydunuz?” sorusu Gogol'ün hiciv sanatında çok sık kullandığı "absürd" tek­niğinin tipik bir örneğidir.
Hikâyede Gogol, yine Poprişçin'in ağzından Peterburg'un çeşitli devlet dairelerinde görev yapan me­murları hicv etmektedir. Bu Poprişçin'in kendi çalıştığı daireler arasında,yaptığı kıyaslamada verilmiştir. O döne­min memurlarına yönelik oldukça güzel bir hiciv vardır, özellikle memurların rüşvet almaları ve bunu yaparken hiç fark ettirmemeleri alaylı bir anlatımla verilmektedir:
".... Belediyede, sosyal işlerde ve adliyede ça­lışmak çok farklı: bakarsın köşesine çekilmiş bir şeyler yazıp duruyor. Giydiği frak âdeta üzerinden dökülecek gibidir.
Öyle suratsızdır ki içinden tükürmek gelir. Ama keratanın tuttuğu yazlık ev de evdir hani! Bu tip adama yaldızla süslü fincan götürmeye gelmez. 'Bu' der 'doktorlara göre bir he­diye' ; ona ya bir çift kısrak ya bir araba ya da üç yüz rublelik kunduz kürk götürmeniz gerekir. Oysa o kadar ses­siz ve eziktir, o kadar nazik konuşur ki: 'acaba kalemimi açmam için çakınızı lütfeder misiniz?' Ancak bir yandan da ricaya gelen adamın gömleği de dahil üzerinde neyi var neyi yoksa alır...." (s. 108-109)
Bu bölümde, memurların sadece rüşvet almakla kal­madıklarını görüyoruz. Hiç bir çekinme, sıkılma duymaksı­zın gelen dicacılara, verecekleri Rüşvetin nasıl olması gerektiği konusunda çeşitli imalarda bulundukları da an­laşılmaktadır .
Memurların rüşvetçilikleri, fırsatçılıkları konu­sunda diğer bölümlerde de çeşitli imalar vardır, örneğin Poprişçin kendisi tiyatroya gitmekten büyük zevk aldığını ancak başka memurların bu tür şeyleri ilgi göstermedikle­rini belirtir. Onlar tiyatroya ancak ellerine "bedava" bilet geçerse gitmektedirler.
Hikâyenin kahramanı Poprişçin'in içinde bulundu­ğu ortam böyledir. Rahat yaşayabilmek için ya rüşvet almak ya da rütbe sahibi olmak gerekmektedir. Gerçekte ince ruhlu bir insan olan Poprişçin rüşvet almayı gururuna yediremediği için rütbe tutkusuna kapılmıştır. Onun bütün istediği say­gı görebilmek; toplum içine girebilmektir. Ona göre tüm bunlar ancak rütbe elde edilerek gerçekleşebilir. Bu hikâ­yede yazarın hicv etmek istediği konu, Poprişçin'in rütbe­ye duyduğu tuktu değildir. Poprişçin'in böyle bir yargıya kapılmasına neden olan toplumun değer yargılandır. Gogol' ün hicvinin odak noktası, şube müdürü ve Sofi'nin daire baş­kanı babasıdır. Onların rütbeleriyle duydukları gurur,öyle güçlüdür ki Poprişçin bu gururun aynısının sofi'nin köpe­ğinde bile bulunduğu inancına kapılmıştır.
"Palto" Gogol'ün en büyük hikâyelerinden biridir. Bu hikâyesinde de Gogol zavallı küçük adam" temasını işle­mektedir.
Hikâyenin konusu şöyledir: Yedinci dereceden me­mur olarak çalışan Akaki Akakiyeaiç, meslek yaşamı boyunca hiç bir gelişme göstermemiştir. Yaşamını son derece kısıtlı sınırlar içinde sürdürmektedir. Akaki Akakiyeviç kopye ça­lışmalarından başka hiç bir şeyden zevk almaktadır. Günün birinde yeni bir paltoya ihtiyacı olduğunu görür. Ancak yeni bir palto diktirmek onun ekonomik gücünü aşmaktadır. Her şeye rağmen palto diktirmeye karar veren Akaki Akaki­yeviç, kendini en büyük zevki olan kopya çalışmalarından bile mahrum eder. Yeni paltosunu terziden aldığı gün çal­dırır. Paltosunun bulunması için, gerekli yerlere baş vur­masına rağmen kimse onunla ilgilenmez. Özellikle de herke­sin çok şey başarabileceğini düşündüğü "önemli kişi",onu azarlar. Akaki Akakiyeviç,hem paltosunun çalınması hem de elinin kokulun bağlanıp desteksiz kalmasına dayanamaz ölür. Hikâye'nin sonunda,etrafta bir hayaletin dolaştığı ve her­kesten paltosunu istediğine dair söylenti çıkar. Hatta bu hayaletle "önemli kişi" bile karşılaşır. Korkuyla ona sır­tındaki paltoyu verir. Hayalet paltoyu beğendiği için bir daha ortalıkta görünmez.
Hikâye boyunca yazarın kahramanına karşı tutumu zaman zaman değişir. Bazen Gogol, Akaki Akakiyeviç'e sem­pati ve acıma duygusuyla yaklaşmaktadır. Bazen kahramanını şiddetli denebilecek bir tarzda alaya almaktadır, örneğin hikâyenin başlangıcında yazar, kahramanına takılan ismin "biraz tuhaf hatta uydurulmuş gibi” bir izlenim bıkabileceğini söyler. Akaki Akakiyeviç doğduğunda kendiliğinden öyle olaylar olmuştur ki başka isim koymak imkânsızlaşmıştır. Annenin bebeğe nasıl bu ismi taktığı şu şekilde an­latılmaktadır:
"....Anneye, bebeğe konması için üç isimden birini seçmesini söylediler: Mokki, Sossi veya çilekeş Hozdazat. 'Hayır' diyer düşündü çoktan ölmüş olan kadın 'hepsi birbirine benziyor.' Anneyi memnun etmek için takvimin sonra­ki yaprağını çevirdiler. Bu kez de üç isim çıktı karşıla­rına: Trifili, Dula ve Varahasi. 'Saçmalığa bak'dedi kadın 'nebiçim isim bunlar! Doğrusu hiç böylelerini duymamıştım. En azından Varadat ya da Varuh falan olsaydı, çıka çıka Trifili'yle Varahasi çıktı. 'Bir sayfa daha çevirdiler. Pavsikahi ve Vahtisi isimleri vardı o sayfada da. 'Artık anladım' dedi anne 'kaderin oyunu bu. En iyisi ona babası­nın adını vermek. Babasının adı Akaki'ydi bari oğlu da Akaki olsun! 'İşte Akaki Akakiyeviç adı böylece doğdu..." (S. 60)
Adının konulması sırasında Akaki Akakiyeviç'in annesinin karşılaştığı güçlükler, sanki onun acılı yaşamı­nın bir habercisi gibidir. Bunun yanı sıra bebeğe sonuçta babasının adının verilmesi âdeta onun sınırlandırılmış ya­şamının bir başlangıcıdır. Akaki Akakiyeviç memurluğu süresince hiç bir ilerleme göstermemiştir. Bir kez işi de­ğiştirilmiş ancak kendisi bu işten zevk alamayınca müdürün­den eski işine, yani yazı temize çekme görevine dönmeyi istemiştir. Gogol'ün Akaki Akakiyeviç'te hicv ettiği yön sınırlı, durgun bir yaşam sürmesi, başka türlü bir yaşam tarzının olup olmadığına merak bile duymamasıdır. Yazar onun yaşamındaki durgunluğu "pek çok yönetici, başkan de­ğişmiş ama herkes onu' aynı yerde, aynı durumda ve görevde yani yazıları kopye işinde görmüştür. Sanki o, dünyaya üzerindeki üniforma ve saçsız başıyla öylece gelmişti...." diyerek belirtmektedir.
Akaki Akakiyeviç'in en büyük zevki yazıları kopye etmektir. Elinin altında şekillenen harfler onun dostu gibi olmuşlardır. Hatta onların arasında özellikle sevdiği harf­ler bile vardır. Kafası yazı yazmakla o] kadar meşguldür ki sokakta yürürken bile yolun neresinde yürüdüğünün, arkasın­da ne olduğunun farkında değildir. Yemek yerken rüyadaymış­çasına ne yediğinin farkına varmadan kafasında harflerle oynamaktadır. Gogol onun bu halini şu satırlarda anlatır:
".... Eve gelir gelmez sofraya oturur lahana çor­basını içer ve etli soğan yahnisini tadına varmadan için­deki sinekler ve Tanrı o ara daha ne verdiyse onlarla birlikte yer bitirirdi...." (Si63)
Tüm dünyası yazı yazmak olan Akaki Akakiyeviçin sınırlı yaşam tarzını anlatırken yazar doğrudan doğruya kahramanını hicv edecek sözler söylemez. Bu hikâyede Gogol' ün kahramanını hicv ederken kullandığı yöntem, yalnızca anlatım tonunda meydana gelen ani ve tamamen zıt değişim­lerdir. Bunun en güzel örneğini şu bölümde görmek mümkün­dür.
"Peterburg'un gökyüzünün tamamen karardığı, bütün memurların maaşlarına ve zevklerine göre yemek yedikleri o saatlerde, dairede hem kendilerinin hem de başkaları için zorunlu koşuşturmalar yorulmak nedir bilmeyen adamın kendi kendine dürüstlükle "daha ne yapmak gerek" diye yönelttiği sorulardan sonra memurların kalan zamanlarını zevkle geçir­meyi istedikleri zamanlarda bile... Kısacası bütün memurla­rın bardaktan çaylarını yudum yudum içerek uzun çubukların­dan derin derin nefes çekerek vist oynamak için bir ahbap­larının evine gittikleri o saatlerde bile Akaki Akakiyeviç hiç bir eğlenceye katılmazdı....” (S.633)
Peterburg gecelerini tasvir eden, böylesine ciddi tumturaklı ve uzun sözlerin ardından, bütün söylenen Aka­ki Akakiyeviç'in eğlencelere katılmadığıdır. Böylesine ba­sit bir sonucu tamamen zıt, ağır ve ciddi anlatımla gelmek kahramanın yaşam biçimini ve kahramanı daha güçlü bir hale getirmektedir. Eyhenbaum "Kak sdelana Şinel Gogolya" adlı makalesinde anlatım tonundaki bu değişiklik şunları söy­lemektedir:
"Burada yoğun, gizem dolu bir anlatım tonu var­dır. Ciddi anlatım tonu uzun bir cümleyle gelişmekte ve umulmayacak kadar basit bir biçimde çözümlenmektedir. Sen­taks bakımından cümlenin düzenine göre, doğal olarak, bir çözüm beklenmektedir. Ancak kelime ve ifadelerin seçimi konusunda, cümle boyunca devam eden anlatım tonundaki cid­diyetin artmasıyla zıt bir etkiye sahip olan sonuç arasında kurulmuş mantıklı bir düşünce dengesi yoktur. Yazar kendi­liğinden ciddiyet kazanan anlatım konuyla düşünce içeriğin­deki kıtlıktan, abartılı bir üslup ortaya koymak için ya­rarlanmıştır. ... "
Akaki Akakiyeviç'in, özellikle,içine kapalı dünya­sının kuralları içinde palto yeni bir olaydır. Gogol, bu olayı da aynı abartılı anlatım tarzıyla vermektedir. Akaki Akakiyeviç palto diktirme düşüncesine alışınca, ilgi merkezi tamamen bu konu üzerinde yoğunlaşır. Paltodan başka bir şey düşünemez olur. Gün geçtikçe palto onun gözünde canlı bir varlık haline gelir. Gogol kahramanın bu duru­munu ciddi bir tonla anlatmaktadır. Yazar âdeta psikolojik bir konu işliyor gibidir. Ancak bu ciddi anlatım biçimi "Bu kız arkadaş kalın vatkalı, eskimek bilmeyen, sağlam astarlı paltodan başka bir şey değildi...." gibi beklenme­dik bir sonuçla bitmektedir.
Sınırlı bir dünya içinde yaşayan Akaki Akakiyeviç' in, yarı gülünç yarı acıklı durumunu Gogol bu tür ani iniş çıkışlarla dolu bir anlatım tonuyla hicv etmektedir.

Yazarın "Palto"da hicv ettiği önemli tiplerden biri de Akaki Akakiyoviç'in paltosunu diken terzi Petroviç'tir. Terzi Petroviç hem işinin ustası, hem de tüccar bir kişidir. Petroviç'le karısında köyden şehire gelmiş insanların kişilikleri yansıtılmaktadır
Bu terzi hakkında elbette fazla bir şey söylemek gereksiz, ama hikâyede her kişinin karakteri tam olarak verildiğine göre, Petroviç'in kişiliğinden söz et­mekten başka yapacak birşey yok. önceleri adı sadece Grigori’ydi ve bir beyin kölesiydi. özgürlük belgesini alınca bü­yük küçük hiç bir ayırım yapmadan takvimlerde haçlarla belir­tilen tüm bayramlarda zil zurna sarhoş olana kadar içmeye başlayınca ona Petroviç adını verdiler. İçme konusunda de­delerinin geleneklerini devam ettiriyordu. Karısıyla kav­ga ederken ona sosyete kadını ya da Alman diyordu...."(S.65)
Gogol Petroviç'in kişiliğinde özgürlüğüne kavuşunca bunun tadını fazlasıyla çıkarmaya çalışan bir mujiği hicv etmektedir. Petroviç kendinden geçinceye kadar sarhoş olma özelliğini dedelerinden öğrenmiştir. Karısına kızınca Alman deme huyu ise, onun küçük yerlerde yaşayan insan psikolojisinin etkisiyle yabancılara duyduğu düşman­lığı göstermektedir.
Petroviç'in, hikâyede âdeta onun simgesi haline gelmiş bir enfiye kutusu vardır, üzerindeki general resmi zamanla zedelenince dört köşe kağıtla kaplanmış olan bu enfiye kutusu,hikâyede Petroviç'in kişiliğinin bir parçası gibi anlatılmaktadır. Yazarın fırsat buldukça bu kutudan söz etmesi, onun insanla eşya arasındaki bağlantıyı vurgu­lamak amacıyla kullandığı bir yöntemdir.
"Palto" hikâyesinde en büyük hiciv, "Bir Delinin Notları"nda olduğu gibi, devlet memurlarına yöneliktir.
Bu kez Gogol'ün hicvinin odak noktasını "önemli kişi"yle halkın güvenliğinden sorumlu dairelerde çalışan memurlar­dır. Akaki Akakiyeviç paltosu çalınınca ev sahibesinin tav­siyesi üzerine önce başkomisere gider. Kahramanı başkomiserle görüşmeden önce uzun bir süre oyalarlar. Her şeye rağmen baş komiserle görüşmeyi başaran Akaki Akakiyeviç bundan bir sonuç alamayacağını anlar. Çünkü baş komiser olayla ilgisi olmayan saçma sapan sorular sormaktadır.
Akaki Akakiyeviç çalıştığı daireden bir arkadaşının, "önem­li kişi"ye gitmesi tavsiyesine uymaya karar verir. Gogol "önemli kişi"yi şöyle anlatmaktadır:
"....Önemli kişinin bu güne kadar hangi işle uğ­raştığı belli değildi. Bilinmesi gereken tek şey "önemli kişi"nin kısa bir süre önce önemli bir kişi olduğudur.
Daha önce sıradan bir kişiydi. Bununla birlikte onun mev­kii diğerlerine kıyasla pek de o kadar önemli sayılmazdı.
Ama başkaları için önemli olmayan şeylere büyük önem veren insanlar vardır. Bununla birlikte, bu kişi pek çok değişik yöntemle yaptığı işin önemini artırmaya çalışıyordu: özel­likle iş yerine geldiği zaman alçak rütbeli memurların onu merdivenlerde karşılamalarını istiyordu; hiç kimse karşısına doğrudan doğruya çıkmaya cesaret etmemeliydi. Kayıt memuru evrakı on ikinci dere­ceden memura, o da daha yüksek rütbeli bir memura veya kime gerekiyorsa ona rapor vermek zorundaydı. Evrak ancak onların elinden geçtikten sonra "önemli kişi"ye gelebilirdi. Tüm bunlar işin düzgün gitmesi için son derece gerekliydi .. .. " (s. 79) .
Gogol bu bölümde, tasvir ettiği "önemli kişi"yle o dönemin bürokratik düzenini hicvetmektedir. Resmi bir kuruluşun başına, daha önce nerede görev yaptığı, kim ol­duğu bilinmeyen kişiler getirilmektedir. Daha önce önemli bir görevde bulunmamış bu kişi, üst düzeyde görev yapmanın astları üzerinde zorunlu bir saygı uyandırmakla ve işleri mümkün olan en uzun süre içinde çözümlenmesini sağlamakla, herşeyin hal edildiğini düşünmektedir. Akaki Akakiyeviç' in başvurusunu "usule uygun" bulmayarak, ona baş vuru için neler yapması gerektiğini söyler. Bu sözlerde basit bir sorunun çözümlenmesinin, böyle bir bürokratik düzende ne ka­dar uzadığını göstermektedir.
Gogol bu "önemli kişi"nin gerçekte iyi, yardım sever ve yumuşak bir insan olduğunu da vurgular. Ancak bütün sorun, rütbesinin yükseltilmesinden kaynaklanmakta­dır. Çünkü rütbesi yükseltilince, bunun etkisine kapıla­rak emrindeki memurlar arasında "yırtıcı bir arslana" dö­nüşmüştür. Bu kişi, aynı zamanda, kendini küçük düşürmek­ten korkarak emrindeki memurlar arasındaki sohbetlere ka­tılmaktadır. Böylece ağzından sadece tek heceli * kelime­ler çıkarmaya alışmış, bu nedenler memurlar ona "sıkıcı adam" demeye başlamışlardır.
Akaki Akakiyeviç onun yanına girip derdini açık­larken de tam bir arslan kesilir. Hatta zavallı kahramana, her gün başkalarına olduğundan daha şiddetli çıkışır, "önemli kişi"nin bu öfkeli tavrı, zaten korkak bir kişi olan Akaki Akakiyeviç'i çok korkutur. Akaki Akakiyeviç ay­nı gün anjin olur ve yatağa düşer. Gogol bu olayı "yerin­de bir çıkışmanın bazen böyle şiddetli etkiler yaptığı da olur!" diyerek alaylı bir biçimde hicveder. Bu sözleriyle Gogol, sırf büyüklüğünü ve önemini hissettirmek için kar­şısındakini azarlayan bir insan tipini eleştirmektedir. Ancak burada hicvedilen sadece "önemli kişi" değildir, yazar Akaki Akakiyeviç'i de üstü kapalı bir biçimde hic­vetmektedir. Bu olayın onun üzerinde böyle bir etki yapma­sının tek nedeni kendisidir. Çünkü o güne kadar dış dün­yadaki yaşamla yüzleşme gereğini duymamıştır ve içine ka­palı kalmıştır. Böyle bir olay meydana geldiğinde, şiddet­li etki yapması doğaldır.
Görüldüğü gibi, "Palto" hikâyesinde Gogol tasvir ettiği "zavallı, küçük memur” tipi Akaki Akakiyeviç aracı­lığıyla o dönemin memur yaşantısını pek çok yönüyle hicvetmiştir. Akaki Akakiyeviç dış dünyaya kapalı, sessiz ve kendi halinde bir yaşara sürdürmektedir. Gogol'ün bu içine kapanık memurda hicvettiği nokta budur. İşte bu nedenle yazar, palto diktirmeyi kahramanın yaşam tarzında büyük bir olaya dönüşmesini, onun neredeyse canlı bir varlık gibi görmesini hicvetmektedir. Akaki Akakiyeviç'in yazı yazmak­tan başka eğlencesi bulunmamasını, hatta yemek yerken aklı yazı yazmakla meşgul olduğu için, çorbasındaki sinekleri bile yutmasını zaman zaman acımasız denebilecek bir üslup­la işlemektedir. Gogol'ün Akaki Akakiyeviç'i şiddetle hic­vetmesinin yanısıra, ona sempati ve acıma duyduğunu da bel­li eden bir yaklaşım gösterdiğini söylemek yanlış olmaya­caktır.
"Burun" hikâyesi Gogol'ün oldukça ilginç bir ese­ridir. "Bir Delinin Notları"ndan sonra rütbe tutkusunun ayrıntılı bir biçimde ele alındığı ikinci hikâye "Burun" dur. "Bir Delinin Notları"ndan farklı olarak, burada rüt­be teması son derece komik bir üslupla ele alınmıştır.
Hikâyenin önemli bir başka özelliği ise, Gogol'ün geniş hayal gücünü, bir kez daha burada ortaya koymasıdır. "Burun" pek çok yorumlara neden olmuştur. Edebiyat dünya­sında Gogol'ün, neden her zamanki yerinden ayrılarak etraf­ta dolaşan bir burun yarattığı ya da böyle bir temayı ne­den ele aldığı konusunda, değişik açıklama ve yorumlar ya­pılmıştır.
Kimi eleştirmene göre, Tsşokke adlı bir yazarın "Buruna övgü" adlı eseri Gogol'e ilham kaynağı olmuştur. Çünkü Tsşokke'nin 1831'de bir dergide yayınlanan eserinin sonunda başka yazarlara şöyle bir çağrı yapmaktaydı; "Eğer bu denemem bir dâhinin eline geçer ve onda kalemiyle de­hasını buruna adama fikri doğmasına neden olursa amacıma ulaştım demektir." İşte bu değişik çağrıya uyan da Gogol olmuştur.
Kimi eleştirmenlere göre ise, "Burun" hikâyesinin yazılmasından Önce, Peterburg'ta dans eden sandalyelerle ilgili bir söylentinin çıkması, Gogol'de bazı düşüncelere neden olmuştur. Gogol'ün bu söylentiyi duyduğu zaman gös­terdiği tepkiyi M. Longinov adlı bir arkadaşı şöyle anlat­mıştır: ".... onun, dans eden sandalyelerle ilgili dediko­du ve yorumlara kattığı komik şeyleri şimdi bile hatırlı­yorum. Belki'de bu saçma durum onu gerçekten eğlendirmişti. Çünkü bir kaç yıl sonra "Burun" hikâyesinde bu olayı hatırlatmaktadır...." Gogol tanıdığı kişileri bu konu üze­rinde güldürürken, dahiyane yaratıcılığı için de cazip bir materyal görmüştür. Muhtemelen yazar "masa ve sandalyeler dans ediyorsa burun niçin yerinden ayrılarak şehirde gezmeye çıkmasın" diye düşünmüş olsa gerek.
Konumuzun kaynağı ne olursa olsun Gogol'ün hikâ­yeyi eşsiz ve kendine özgü yeteneğiyle işlediği gerçektir.
Hikâye, berber İvan Yakoleviç'in sabah kahvaltı­sını yaparken, ekmeğin içinde bir burun bulmasıyla baş­lar. Burun müşterilerinden binbaşı Kovalev'indir. Berber, korkuya kapılarak burundan kurtulmak için gösterdiği gay­retlere rağmen tesadüfen polise yakalanır. Binbaşı Kovalev ise sabah uyanınca burnunun yerinde olmadığını görür. Kendisini saygı­değer, herkesçe beğenilen biri gibi gören binbaşı dehşet içinde kalır. Bu durumda Nevski caddesinden kendini beğenmiş bir havay­la dolaşamayacağını ve zengin kızlara kur yapamayacağını düşünerek daha çok dehşete kapılır. Dışarı çıktığında büyük caddelerden birinde, burnunu üçüncü dereceden şık bir me­mur olarak arabaya binerken görür. Peşinden gider ve onu yakaladığı gibi yerine dönmesini söyler. Ancak burun onun söylediklerine aldırmaz. Kovalev bu kez çareyi gazeteye ilân vermekte bulur. Gazetede kimse bu olaya inanmadığı gibi, "gazetenin şerefine dokunur" diyerek ilân isteği geri çevrilir. Emniyet müdürlüğünde de Kovalev'e inanmaz­lar. Akşam eve dönüp burnuyla ilgili düşüncelere daldığı sırada, berberi yakalayan polis gelir ve burnunun bulun­duğunu haber verir. Burun geri getirilmişse de yeni bir sorun vardır ortada. Burun yerine nasıl konacaktır? Doktor bunun imkânsız olduğunu söyler. Ona göre yapılacak en iyi şey burnu ilâçlı bir kavanoza koyup, hatıra olarak sakla­maktır. Ertesi sabah burun kendiliğinden yerine döner Ko­valev de, eskisi gibi, kendini beğenmiş bir tavırla büyük caddelerde gezinmeye başlar.
Gogol, binbaşı Kovalev'in kişiliğinde rütbeye ve dış görünüşüne aşırı derecede önem veren bir insanı hicvetmektedir. Kovalev için rütbesi dünyadaki herşeyden önemlidir. Sivil rütbesinin bıraktığı etkiyi az bularak, kendisine binbaşı denmesini istemesi bunun en güzel örne­ğidir. Onun bu zayıf yönü hikâyede şu satırlarda hicvedilmektedir.
".... Kovalev beşinci dereceden Kafkasyalı bir memurdu, iki yıldan beri bu rütbedeydi, bu da bir an ol­sun aklında çıkmıyordu; Ancak kendisini: daha saygılı ve daha önemli göstermek için kendisini beşinci dereceden me­mur rütbesiyle değil binbaşı olarak tanıtırdı...." (S.38)
Bu paragrafta Gogol'ün gösterdiği gibi Kovalev'in gözünde memur olmak, âdeta, küçültücü bir durum gibidir.
Bu nedenle Kovalev kendini olduğundan daha yüksek düzeyde göstermek için askerlik rütbesini kullanmaktadır. Ona gö­re, bu rütbe toplumda saygı görmesini sağlayacak ve bol drahomalı zengin kızlar onun peşinde koşacaktır. Ya da hiç olmazsa bu rütbe ona büyük caddelerde gurur dolu bir tavır­la yürüme fırsatı verecektir.
Kovalev'in emniyet müdürünün karşısında derdini anlatmaya çalıştığı bölümde, yazar onun rütbesi konusun­daki aşırı duyarlılığını alaylı bir biçimde hicveder.
"....Sunuda belirtelim ki Kovalev çok alıngan bir insandı. Hakkında ne söylenirse söylensin bağışlayabi­lirdi ama rütbesine ve unvanına laf söylenmesine kesinlik­le dayanamazdı...." (S.47)
Gururu yerine koyduğu rütbesine bu derece düşkün Kovalev, birisi onun kişiliğine en ağır hakareti yapsa ses çıkarmayacaktır. Ancak rütbesine karşı söylenecek her kötü söz onu öfkelendirecektir. Tiyatrodaki oyunlarda kur­may subaylara en küçük bir laf dokundurulduğunda salonu terk edecek kadar kızması da boşuna değildir.
Kovalev karakter yönünden kendini bulamamış bir kişidir. Bunun en güzel örneğini, lâyık olmadığı rütbe ve işlere kendini yaklaştırabilmesinde görüyoruz. Peterburg'a iş için geldiği zaman ya vali yardımcılığı yapmaya ya da önemli bakanlıkların birinde, ekonomi kısmında memur olarak çalışmaya razıdır. Gerçi kahramanımız bunları da küçümsemektedir. Rütbe ve iş sorunlarını çözümleyince iki bin ruble drahomalı bir kızla da evlenirse dünyanın en
mutlu insanlarından biri olmaya adaydır.
Onun bu hayallerinin bir kısmını, burnu gerçek­leştirir. Burnu, alıp başını gittiği için son derece öf­kelenen Kovalev, Nevski caddesinde onu aramaya başlar. Ken­disi, her zaman Nevski caddesi gibi büyük yerlerde gezdi­ğine göre, burnu da oralarda bir yerde olmalıdır. Gerçek­ten de Kovalev burnunu bulur. Ancak bir sürprizle karşıla­şır. Çünkü burnu üçüncü dereceden memur oluvermiştir. Ki­lisede yüzyüze geldiklerinde Kovalev'le aralarında geçen konuşma her bakımdan komik ve ilginçtir:
".... İkimizin de durumu biraz garip değil mi bayım... bana öyle geliyor ki   yerinizi bilmeniz ge­rek. Sizi her yerde arayıp duruyorum en sonunda buluyorum hem de nerede?bir kilisede. Siz de hak verirsiniz ki»..
özür dilerim ama neden sözettiğinizi anlamıyo­rum. ....
-Bakın bayımdedi Kovalev kendi kişisel üstün­lüklerini bilen bir insan tavrıyla sözlerinizi nasıl yo­rumlamak gerektiğini bilemiyorum.... Bence her şey orta­da.... İsteseniz de istemeseniz de benim burnumsunuz.
Burun binbaşıya şöyle bir baktı ve kaşlarını çat­tı.
-Kesinlikle yanılıyorsunuz. Ben özgür biriyim. Zaten aramızda herhangi bir bağlantı olması da imkânsız. Hem üni­formanızın düğmelerinden anladığım kadarıyla başka bir yerde görev yapıyor olmalısınız..." (S.40)
Üçüncü dereceden bir memur olan burun, Kovalev’ in istediğine yani yüksek rütbeye sahiptir. Burnun davra­nışları da onun bu rütbeyi hemen benimsediğini gösterecek bir nitelik taşımaktadır. Yüksek rütbeli burun, karşısın­da durarak bir şeyler anlatmaya çalışan Kovalev'in düşük rütbeli bir memur olduğunu anlamıştır. Davranışlarını bu­na göre ayarlayarak ona küçümser bir tavırla karşılık ver­mektedir. Hatta Kovalev'in üniformasına bakıp "başka bir yerde çalışıyorsunuz" diyerek aralarındaki rütbe farkını belirtmekten de geri kalmaz. Kovalev'in yüksek rütbe ala­rak yapmaya can attığı gösterişi onun yerine burnu yapmak­tadır. Kovalev ona "yerinizi bilmeniz gerek" derken, yüzündeki yerini kast etmektedir, Âdeta bu sözüyle Kovalev ona "bu rütbeyi alması gereken sen değilsin benim" demek istemektedir.
Kovalev üzerinde yoğunlaştırdığı rütbe konusun­daki hicvini, Gogol hikâyenin başlangıcında genelleştir­mekten kaçınmamıştır
Ama Rusya öyle garip bir ülke ki eğer beşin­ci dereceden herhangi bir memur hakkında konuşuyorsanız Kamçatka'dan Riga'ya bütün beşinci dereceden memurlar kendi üstlerine alınacaklardır. Aslına bakarsanız bu bütün rüt­be ve unvan sahipleri için geçerlidir...." (S.37-38)
Böylelikle Gogol, sadece hikâyenin kahramanı Kоvalev'i değil, ona benzeyen memurları da hicvettiğini gös­termiştir.
Ünlü eleştirmen Belinski Kovalev'i "kaba, küçük, göze hemen çarpan, çirkin bir hiçliğin kendisi" diyerek tanımlamaktadır. Ayrıca Belinski onu her yerde rastlana­cak bir kişi gibi gördüğünü şu sözlerle açıklamaktadır:
"Bu kişi niçin siz bu kadar ilgilendirdi, niçin o    zavallı burnun başından geçen olağanüstü olayla sizi bu kadar güldürdü dersiniz? Binbaşı Kovalev bir tane de­ğil, binlercedir de onun için: eyle ki yüzlerce kez Kovalevle karşılaşmanıza rağmen ancak tanıştıktan sonra hemen tanıyıverirsiniz onları ve binlerce insan arasından ayırt etmeye başlarsınız"
Gogol "Burun" hikâyesinde rütbe temasının yanı sıra diğer hikâyeler inden oldukça farklı bir konuyu hicvetmektedir. Ко yelerinden oldukça farklı bir konuyu hicvetmektedir. Kova­lev burnunun kaybolduğunu ilân olarak bildirmek için gaze­teye gider. Burnunun kaybolduğunu ve ilân vermek istediği­ni söyleyince görevlinin yanıtı şu olur:
"Gazetemiz çaptan düşebilir. Her önüne gelen burnunun kaçtığına dair ilân vermeye kalkarsa ne olur ha­limiz... Herkes gazetelerin saçma haberler ve yalan dolan­la dolduğunu söylemeye başlar." (S.45)
Bunu söyledikten sonra görevli, bir adamın kara tüylü finosunun kaybolduğuna dair bir ilân verdiğinden söz eder. üstelik hesap yetmiş üç ruble tutmuştur! Sonuçta kara finonun bir kuruluşta çalışan veznedar olduğu or­taya çıkmıştır. Gazete görevlisi gayet bilmiş bir tavırla Kovalev'e bunu anlatmaktadır, ancak onun çalıştığı gaze­telerde çıkan ilânlar ise tam bir saçmalıktır, örneğin, ilânın bir tanesi "içki içmeyen bir kâhyanın iş aramasıyla" ilgilidir. Hemen bunu yanında "1814 te Paris'ten getirtil­miş, az kullanılmış bir araba satış" ilânı, onun yanında ise "bir yıllığına hizmetçilik yapmak üzere ondokuz yaşın­da çamaşır yıkayan ve öteki işlerden de anlayan bir genç kız aranmakta” olduğu bildirilmektedir. Hizmetçi kız ilâ­nının yanında ise "sadece yayı eksik araba"yla "onyedi yaşında balakırı genç ve azgın bir at" satıldığına dair ilânlara yer verilmiştir.
Bu ilânların saçmalığı her durumda, insanın ya bir eşya ya da bir hayvanla aynı sırada yer almasıdır. Aynı sütunda iş arayan kâhya ile 1814 yılına ait bir araba ilânı verilirken ondokuz yaşında bir hizmetçi kızdan son­ra, rahatlıkla yayı eksik bir araba ya da balkırı ata yer verilmiştir. Gazetede görevli memurun bu ilânlara rağmen Kovalev'in kayıp burnuna yer ayırmama isteği alaylı bir dille anlatılmaktadır. Ayrıca, görevli memur Kovalev'e kay­bolan burun macerasını bir yazara anlatmasını ve onun bu konuda yazdığı yazının, "Kuzey Arısı"nda yayınlanabileceği­ni söyler. Gogol, görevlinin ağzından aktardığı bu sözler­le o dönemin ünlü gazete ve dergileri yayınladıkları haber­lerden ötürü hicvetmektedir.
"Burun" Gogol'ün güldürü ağırlıklı hikâyelerinden biridir. Diğer Peterburg hikâyelerinde görülen "güldürürken ağlatan" adı verilen gelenekten uzaktır. Hayal yönü de fazla olan "Burun" hikâyesinde Gogol'ün hicvinin odak noktası yine "Bir Delinin Notları"nda olduğu gibi rütbe tutkusudur.
"Burun" hikâyesinin, Rus edebiyatı için önemli sayılabilecek bir yönü de Dostoyevski’nin "İkinci Kişilik" (Dvoynik) adlı roman^ kaynak olmasıdır. Burnun insan kı­lığına girerek dolaşması psikolojide çift kişilik adı ve­rilen hastalığı çağrıştırmaktadır. Gerçekte, Dostoyevski
de bu olayı Gogol'den farklı olarak ciddi, psikolojik ve daha derin boyutlarıyla ele almıştır.
"Nevski Caddesi" Peterburg'la ilgili tipik hikâ­yelerden birisidir. Hikâyede, Peterburg'un en canlı cad­delerinden olan Nevski caddesinde yaşanan olaylardan bir kesit ele alınmaktadır. Nevski Caddesinde Gogol dış par­laklığın ve güzelliğin iç yüzünü gözler önüne sermektedir, ünlü eleştirmen Belinski'ye göre hikâyede aynı yaşamın iki zıt kutbu verilmektedir. Tablonun bir tarafında endi** şeşiz çocuk gibi saf ve solgun bir ressam Vardır, öte yandan ise açık göz fırsatları kendi işine geldiği gibi değerlen­dirmeyi bilen bir tip, Pirogov, vardır. Ressam Piskarev romantiktir, hayal aleminde yaşadığı için büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Pirogov ise daha gerçekçidir ancak faz­la girişken olması, toplum kurallarının bazıları hiçe say­ması sonucunda zor durumlara düşer.
Hikâyenin konusu şöyledir: Peterburg'un en göz­de caddesi olan Nevski caddesinde, günün her saatinde Çe­şitli gruplardan insanlar gezmektedirler. Bunların arasın­da havai ruhlu Pirogov ile ressam arkadaşı Piskarev de vardır. Bir gün Piskarev ve Pirogov caddede gezerlerken iki güzel kadın görürler. İkisi de ayrı ayrı bu kadınların peşine düşerler. Piskarev hoşlandığı esmer kadını oturduğu yere kadar takip eder. Kadının oturduğu yeri görünceye kadar, onun yüce bir güzelliğe sahip olduğunu düşünür.
Piskarev'e göre tapılması gereken bir kadındır. Ancak ka­dın Peterburg'un arka sokaklarından birinde ahlâk düzeyi düşük bir yaşam sürdürmektedir. Piskarev iyi niyetini boz­madan, esmer güzelinin, kötü koşullar yüzünden böyle bir yere düştüğüne karar verir. Bu kadının güzelliği Piskarev' in ruhuna işlemiştir. Onun yüzünü her an görebilmek, haya­lini canlı tutabilmek için çareyi afyon içmekte arar. Al­dığı afyonun etkisiyle hayal dünyasına gömülür. Bu hayal dünyasından uyanmak ona pahalıya mal olur. Kurtuluş yolu kalmadığını anlayınca Piskarev intahar eder.
Pirogov'un peşine düştüğü kadın ise sarışın bir almandır. Kadın evlidir. Kocası Şiller, çizmelere mahmuz yapmaktadır. Kadının ilgisini çekip onunla konuşmak için, Pirogov,Şiiler'e mahmuz yaptırmaya karar verir. Ancak Şiller'in şüpheci kişiliği, Pirogov'un karısıyla ilgilendiği­ni anlamasını sağlar. Bir gün Siller sarhoş bir halde eve döndüğünde Pirogov'u karısıyla görünce öfkelenir. Arkadaş­larıyla beraber Pirogov'a dayak atar. Bu olay Pirogov'u kı­sa bir süre uslandırır. Aradan zaman geçince Pirogov yine çapkınlıklarına devam eder.
Nevski caddesinde gezen insanların tasviriyle Pirogov'un başından geçenler hikâyenin gülünç yanını, Piskarev'in yaşadıkları ise hüzünlü yanını oluşturmaktadır.
Bu ressam gerçeklerin dışında yaşayan, çevresindeki her şeyi ideal gibi gören bir kişi olarak "mükemmel dikimli ceketler"iyle, özene bezene bıraktıkları favorisiyle kurum içinde dolaşan, karpuz kollu elbiseler giyen ince belli bayanların doldurduğu ana caddeye kendi iç dünyasında is­yan etmektedir. Ancak bu isyanın sonucu yenilgi olur.
Pirogov ise, bu caddenin günlük yaşamından bir parçadır. Bu nedenle hikâyede, yazarın hicvinin odak nok­talarından birini oluşturmaktadır. Pirogov Gogol'ün yarat­tığı bayağı kişiliklerden en akılda kalıcı olanlarından bi­ridir. Pirogov boş, kültür düzeyi düşük bir karaktere sa­hiptir. Ancak bu kusurunu büyük bir başarıyla, kendi gibi kişilerden oluşan topluluk içinde gizlemeye çalışmaktadır. Çevresindeki kişilerde toplantı kurallarını iyi bilen, kül­türlü ve soylu adam izlenimi bırakmayı istemektedir. Hi­kâyeyi anlatan kişi onu detaylı olarak tanıtmadan önce simgelediği topluluktan hicivci bir dille söz etmektedir:
"Bir subay olan Pirgov'dan söz etmeden önce, onun içinde bulunduğu topluluk hakkında bir şeyler söylemek ge­rekli. Peterburg'ta toplumun orta sınıfını oluşturan bazı subaylar vardır. Bir eyalet danışmanının ya da kırk yılı­nı bu rütbeyle geçirmiş bir çok danışmanın verdiği yemekler­de, her zaman onlardan birine mutlaka rastlarsınız.... Solgun güzelleri gülmeye, söylediklerini dinlemeye zorla­makta korkunç bir yetenekleri vardır. Kahkahalar arasında kaybolan 'Ah, yeter artık susun! İnsanları böyle güldür­meye utanmıyormusunuz! Nidaları, onlar için çoğu zaman en güzel hediyedir. Yüksek sosyeteye katıldıkları pek sey­rektir, hatta hiç olmaz, çünkü bu toplulukta kendilerine aristokrat demelerinden sıkılmaktadırlar. Bununla birlik­te bilgili ve okumuş insanlar sayılırken Edebiyattan ko­nuşmaya bayılırlar Bulgarin'i, Puşkin'i ve Greç'i överler. Orlov'u ise zekice söylenmiş acı sözlerinden ötürü nef­retle anarlar...." (S.38)
Hikâyeyi anlatan kişi,Pirogov'un içinde bulundu­ğu bu topluluğu övermiş gibi bir tavırla anlatmaktadır. Âde­ta bu subay topluluğu olmasa toplumun orta sınıfından söz edilmeyecek, eyalet danışmanlarının düzenlediği balolardan birine rastlanmasa her şeyin tadı kaçacak ve soluk yüz­lü bayanlar gülmeyecekmiş izlenimi yaratılmaktadır. Hikâ­yeyi anlatan kişi, subaylar kendilerine "aristokrat" den­diği için, yüksek düzeydekilerin toplantılarına gitmedik­lerini söyleyerek, bunu iki değişik biçimde yorumlamamıza yol açmaktadır. Pirogov ve meslektaşlarının subaylığı aristokratlardan ayrı, hatta daha üstün bir grup gibi gör­düklerini düşünmek mümkündür. Bunun için yüksek sosyete­nin toplantılara katılmak onlara göre değildir. İkinci yorum ise hikâyeyi anlatanın vermek istediğine daha yakındır. Pirogrov ve onun gibi subaylar, gerçekte, her bakımdan kendi düzeylerinin üstünde bir topluluk içinde kusurlarının ve görgüsüzlüklerinin ortaya çıkmasına neden olabileceği için onların arasına girmekten sıkılmaktadırlar. Bu nedenle ken­dilerine aristokrat denmesini bahane etmektedirler. Kısaca belirtmek gerekirse, "aristokrat" kelimesi onların, düşük kültür düzeyleriyle görgüsüzlüklerini hicvetmek amacıyla kullanılmıştır. Zaten bu subayları toplantılarına çağıran kişiler de çoğu zaman ne uzayıp ne kısalmış kırk yıl aynı gö­revi yapmış insanlardır.
Pirogov'un tipindeki subayların kültür düzeyleri­nin düşük olduğuna ilişkin, çok yerinde imalar vardır, örneğin boş boş konuşup solgun ve asık suratlı bayanları güldürmek onlar için çok büyük ve önemli bir başarıdır. Puşkin gibi dâhi bir şairi, edebiyat çevresinde çalışma­ları olmasına rağmen pek önemli sayılmayan Bulgarin ve Greç gibi yazarlarla aynı kefeye koymaları onların kültür düzeylerinin düşüklüğünü göstermektedir. Hikâyeyi anlatan kişi bu konudan söz ederken, cümlelerin sıralamasını öyle güzel yapmıştır ki başlangıçta övgü izlenimi bırakan anla­tım sonuna doğru tamamen hicivsel bir özelliğe bürünmek­tedir.
Anlatıcı, Pirogov'u daha da şiddetli bir dille hicvetmektedir, özellikle başlangıçta söylediği cümle, Pirogov'un hicvedildiğini açıkça göstermektedir. Hikâyeyi anlatan kişi "Ancak subay Pirogov'un bu yetenekler dışın­da, sadece kendine özgü olanları vardı" der. Bundan sonra özgün yetenekleri saymaya başlar: Pirogov "Don yöresinin Evlâdı Dimitri"1 ve "Akıldan Belâ"2 eserlerindeki şiirlerin bazılarını olağanüstü denecek kadar güzel okumaktadır. He­le pipo dumanıyla bir anda arka arkaya on tane halka yapmakta üstüne kimse yoktur. Kendi aklından uydurduğu fıkraları anlat­makta çok ustadır. Hikâyeyi anlatan kişi onu bu yetenekle­riyle ilgili bölümü bitirirken ince bir alayın da bulunduğu şu sözleri söyler: "Bununla birlikte kaderin Pirogov'a sun­duğu bütün yetenekleri saymak biraz zor iştir." Bu sözüy­le hikâyeyi anlatan kişi, Pirogov gibi karakteri olan bir insanda,bu tür saçma sapan özelliklerin çok sayıda bulunabile­ceğini belirtmektedir. Yani onun bu yetenekleri ne kadar sa­yılırsa sayılsın sonuç değişmeyecektir.
Hikâyede yazarın, hicvinin en önemli odak nok­tasını Nevski caddesi ve büyük küçük rütbeli, yaşlı genç, bay bayan her tür insan oluşturmaktadır.
Hikâyeyi anlatan kişi ilk önce Nevski caddesini tanıtmaktadır:
"Nevski caddesinden güzel bir yer yoktur; en azın­dan Petecburg’ta. Bu cadde Peterburg'un her şeyidir. Ne kadar güzel bir parlaklığı vardır bu caddenin. Başkentimi­zin biricik güzelidir burası. Bildiğim bir şey varsa o da solgun yüzlü memurlardan hiç birinin Nevski caddesinin sun­duğu nimetleri, başka nimetlerle değişmeyeceğidir. Sade­ce yirmi yaşına gelmiş, olağan üstü güzel bıyıkları olan mükemmel dikimli elbiseler giyen gençler değil, sakalın­da beyazlar çıkmış, kafası gümüş tabak gibi parlayan ki­şilerle heyecan içinde caddeden geçmekte olanlara bile rastlanabilir. Ya kadınlar! Ah kadınlar için Nevski cad­desi daha da tatlıdır. Zaten kimin hoşuna gitmezki bu canım cadde! Nevski caddesine girdiğiniz gibi bir gezinti kokusu alıverirsiniz. Mutlaka yapılması gereken zorunlu bir işiniz olsa.bile buraya adımınızı atınca her şeyi unutur­sunuz, Burası sorumluluğu, işi gücü bulunan kişile­rin ve bütün Peterburg*u saran çıkar dolu ilginin rastlan­dığı tek yerdir...." (S.14)
Nevski caddesine yağdırılan bu övgülerin gerçekle ilgisi yoktur. Dikkat edilince caddenin kendi manzarası hakkında bir bilgi verilmediği görülebilir. Hikâyeyi anla­tan kişinin sözünü ettiği cadde, üzerinde evlerin ya da dükkânlarla lokantaların bulunduğu bir yer değildir. Bu­rası insan kalabalığının meydana getirdiği organik bir caddedir. Başlangıçta insanı kendine çeken şeyin cadde ol­duğunu düşünmek mümkündür. Ancak caddeden geçen bir kişi caddenin cazibesine değil caddede dolaşanların dünyaya, sorumluluğa ve işlerine gösterdikleri kayıtsızlığa kapıl­maktadır. Bu düşünceyi hikâyeyi anlatan kişinin "Nevski caddesine girdiğiniz gibi bir gezinti kokusu alırsınız" sözü kuvvetlendirmektedir. Bu bölümde caddeyle ilgili en güzel hiciv ise, başlangıçta "memurların hiç birinin Nevski caddesinin sunduğu nimetlerin değişmeyeceği"ni belirten cümleden biraz sonra "Peterburg'u saran çıkar dolu ilginin rastlanmadığı tek yer burası" demektedir. Çünkü Nevski cad­desinin memurlara sunduğu nimetler cadedede dolaşıp, temiz hava almak ve eğlenmekten çok daha değişik şeylerdir: rüş­vet yeme, bir kişinin yazılarıyla bir başka yere geçme gi­bi hizmetler kastedilmektedir.
Caddenin tasvirinde detayına girildikçe, hiciv daha güçlü bir karakter» kazanmaktadır. Ancak anlatım bi­çimindeki övgü dolu ton eski şeklini korumaktadır.
"Ne adres yazılı bir kağıt parçası ne de belirli bir buluşma yeri Nevski caddesi kadar kesin bir sonuç . ve­rebilir. Nelere kadirdir şu Nevski caddesi! Gezilecek çok az yeri bulunan zavallı Peterburg'un biricik eğlencesi...." (S.14-15)
Hikâyeyi anlatan kişinin söylediği hemen hemen her sözü tersine çevirirsek Nevski caddesinin, parlak keli­melerin arkasındaki gerçek yüzü karşımıza çıkacaktır.
Nevski caddesinde gezen tiplerin hicivleri ise, caddenin detaylı tanımından sonra verilmektedir. Buradaki insanlarla ilgili hicivlerde,ilk önce giyim ve dış görü­nüş ele alınmaktadır. Giyimleri tasvir ederken hikâyeyi anlatan kişi,insanların şık olmak konusunda gösterdikleri gereksiz çabaya ve zayıflığa deyinmektedir. Renklerdeki aşırılık, göze çarpan zıtlıklar Gogol'ün .Onları hicvetmek için baş vurduğu yöntemlerden biridir. Onların giyisilerinde ya da görünüşlerinde göze çarpan aşırılık ve zıtlık­lar için "Nevski caddesinde rastladığınız her şey büyük bir uygunluk içindedir." denmektedir. Bayanların ince bel­leri, bayların ise favorileriyle bıyıkları bu "büyük uy­gunluğa" dahildir. Bayanların ince bellerini hikâyeyi an­latan kişi yapmacık bir hayranlık altında şu sözlerle aktarmaktadır:
"....Burada rüyanızda bile göremeyeceğiniz kadar ince bellere rastlarsınız; ince, dar belleri Bir şişenin boynundan kalın olmayan belleri Bu belleri gördüğünüz zaman, muhtemelen, hiç de nazik olmayan bir tavırla bu belleri dirseklememek için korku içinde kenara çekilirsiniz. Dikkatsizliğinden , hatta nefes alışınızdan doğanın bu sanatı eserine zarar vermek korkusuyla dolar yüreğiniz....” (S.17)
Bu bölümde insanların moda düşkünlüğü hiciv edil­miştir. O dönemlerde ince bele gösterilen düşkünlük Gogol' ün kaleminde hiciv konusu olmuştur. Aynı zamanda bayların da bıyıklarıyla, favorileri için aynı durum söz konusu­dur. Ayrıca bıyıklara gösterilen özenin dış görünüşle ilgi­si vurgulanarak, bu uğurda gösterilen gayretler alaylı bir anlatımla yansıtılmaktadırlar.
Nevski caddesinde gezen insanların hicvedilen bir yönü de, bunların görünüş bakımından kendilerine gösterdikleri dikkatin aynısını başkalarına da göstermelidir. Birbirleriyle gayet dalgın konuşan bu insanlar, aniden ko­nuşmayı kesip karşıdan gelen kişinin kılığını kıyafetini incelemeye koyulurlar. Âdeta karşılarındaki kişiye değer biçmek amacındadırlar:
"....Burada anlaşılması güç binlerce karakter ve olayla karşılaşırsınız. Tanrım Nevski caddesinde ne çok garip karakter vardır bir bilseniz! Sizinle karşılaştığın-
da çizmelerinize gözlerini diken ya da yanınızdan geçtik­ten sonra ceketinizin yırtmacına bakmak için gerisin geri dönen insanlar o kadar çoktur kil Bu güne kadar insanların bunu niçin yaptıklarını bir türlü anlayamamışımdır. İlk başta onları çizmeci falan sanıyordum. Oysa hiç de öyle bir halleri yoktur. Genellikle farklı dairelerde göre« yapan, pek çoğuda olağanüstü yetenek göstererek bir devlet dairesinden ötekine tek bir yazıyla ilişki kurabilenler­dendir. Ya da pastanede gazete okuyan, gezmekle vakit, ge­çiren insanlardır. Kısacası, büyük b±r kısmı aklı başında insanlardır...." (S.18)
Hikâyeyi anlatan kişi saf bir dille, konuşmaya dalmış görünen insanların, karşıdan gelen birini gördüklerin­de konuşmayı aniden kesip ilgilerini o kişi yöneltmesini bir türlü anlayamadığını söyler, çünkü ona göre şık giyimli, maddi durumu iyi hem de kültür düzeyi yüksek kişiler bunu yapmazlar. Hikâyeyi anlatan kişinin bu saflığından yararlanarak Gogol bu insanları "çizmeci" diyerek alaya almaktadır. Çünkü hikâyeyi anlatan kişinin, düşündüğünün
aksine bunu yapanlar iyi görevlerde ve mevkilerde bulunan insanlardır. Yazar bu bölümde Nevski caddesinde gezen in­sanların iki kusurunu eleştirmektedir: Bunlardan biri kıs­kançlıktır. Caddede dolaşan kişiler eğer iyi giyimlerine rağmen başkalarının üzerindekileri yıtmaçına kadar inceleyebiliyorsa bunun bir nedeni kıskançlıktır. Bu kıskançlığın temelinde "Onda var bende niye yok?" ya da "ben de niye olmasın?" psikolojisi vardır. Ayrıca bu kıskançlıkta reka­bet duygusu da bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hicvedilen diğer kusur ise görgüsüzlüktür. Belirli bir mev­kide görev yapan kişilerin aynı zamanda kültürel bakımdan da belirli bir düzeye ulaşmış olması gerekir. Ancak bu in­sanlardan umut edilenin aksine, karşıdakini hiç çekinmeden üstelik iyiden iyiye incelemesi görgüsüzlüklerini ortaya koymaktadır. Gogol hem bu insanları hem de pastanede otu­rup gazete okuyan, etrafını seyreden insanları "aklı başın­da" diyerek görgüsüzlüklerini alaylı bir dille hicvetmek fırsatını kaçırmamıştır. İş bitiminde Nevski caddesinde her rütbeden memur görülmektedir. İç işlerinden dış işlerine kadar tüm bakanlıklarda çalışan büyüklü küçüklü memurlar gezmektedirler. Gogol hikâyeyi anlatan kişinin ağzından bu memurların durumlarını şu sözlerle aktarmaktadır:
".... Tanrım ne kadar güzel görevler ve ne kadar güzel hizmetler var bu dünyada! İnsanın ruhunu nasıl da yüceltip zevkle dolduruyor bu görevler! Ama ne yazık ki ben resmi bir yerde çalışmıyorum. Ne yazık ki şeflerin memurlara karşı ne kadar ince davrandıklarını görme zev­kinden yoksunum!...." (S.16-17)
Hikâyeyi anlatan kişi, Nevski caddesinde iş çı­kışından sonra dolaşan kişilere âdeta özendiği izlenimini yaratmaktadır. Oysa bu da Gogol'ün o kişiler üzerindeki hicvi gizlemek amacıyla baş vurduğu bir yöntemdir. Bu pa­ragrafta asıl verilmek istenen, sanki bütün gün yoğun bir çalışma temposundaymış gibi Nevski caddesinde gezinmeye çıkan insanların, bunu hiç de hak etmedikleridir. Hikâye­yi anlatan kişi, memurların bu görevlere başkaları aracı­lığıyla girdiklerinden ve böylelikle kendisinin açıkta, işsiz kaldığından yakınmaktadır. Bu arada sürekli emrinde­ki memurları hırpalamayı ihmal etmeyen şefler de hicvedilmiştir.
Hikâyede Gogol, Nevski caddesinin parlaklığına kapılan Pirogov ve Piskarev adlı iki genci tasvir etmekte­dir. Bu iki genç aracılığıyla Nevski caddesindeki yaşantı­nın "iki zıt kutbu" tanıtılmaktadır. Pirogov bu caddenin dış parlaklığına ayak uydurmuştur ve onu yaşamaktadır. Ba­şına gelmeyen kalmasa bile Pirogov caddenin cazibesine ken­dini kaptırmış kişilerin simgesidir. Piskarev ise bu cad­denin çok dışında kalmış ve estetik arayışları içine gir­miş bir ressamdır. Büyük bir yanlışlık yaparak estetiği, esmer güzelin yaşadığı kötü yerde bulduğunu sanmıştır. Pis­karev Nevski caddesinin gözalıcı parlaklığının arkasındaki gerçeği ve acıyı yaşamışken sonun Piskarev'in başından geçen olayla ortaya çıkmak­tadır. Nevski caddesinin parlak ve gözalıcı görünüşü tama­men aldatıcıdır. Burası gerçekte çıkarların gözetildiği, çıkar için ilişkilerin kurulduğu bir yerdir. Caddede gezen insanlar her an birbirlerini kollamaktadırlar. Bu isterse giyim konusu, isterse eğlenceci vakit geçirmek için olsun ya da meslek yaşamıyla ilgili fırsatları değerlendirmek amacıyla olsun herkes etrafındakilerle aşırı derecede il­gilidir. Gogol, memurundan Fransız matmazellerine kadar Nevski caddesinde gezen herkesi hicivci bir dille gözler önüne sererken, gerçekte, onların burada gezmeyi hak et­meyen kişiler olduğunu vurgulamaktadır.
"Araba" Gogol'ün en eğlenceli hikâyelerinden biri­dir. Bu hikâyede yazar, Rus askerlerinin yaşantısını tanıt­maktadır. Rus askerlerinin yaşamıyla ilgili temanın baş­langıcını, "İvan Sponka ve Teyzesi" adlı hikâyede görmüş­tük. "Araba" gerek konusu ve gerekse geçtiği yer bakımın­dan diğer "Peterburg Hikâyelerinden farklıdır. Ancak ya­zılış tarihi diğer hikâyelerle aynı olduğu için, bu hikâ­yenin aynı başlık altında ele alınması gelenek haline gelmiştir.

Eleştirmen Belinski "Araba" için "pek çok romantik yazarımızın romanlarında gördüğümüzden daha canlı bir ya­şamın ve gerçeğin anlatıldığı, ustaca kaleme alınmış bir hikâye." demektedir. Belinski’nin değindiği bu özelliği­nin yanısıra "Araba"da Gogol'e özgü tipik hiciv örnekleri­nin bulunduğunu da belirtmek gerekir.
Küçük ücra bir yer olan 'B. ....' Şehrine bir süvari alayı gelir. Böylece şehirde büyük bir hareketlenme mey­dana gelir. Askerler şehrin dört bir yanını kaplar. Alayın generali bir yemek düzenler. O güne kadar varlıklarından kimsenin haberdar olmadığı çiftlik sahipleri, şehrin tek sosyetesi olan belediye başkamı i ve yargıç da yemeye ka­tılırlar. Bu grup arasında en dikkati çeken kişi eskiden askerlik yapmış ancak "hoş olmayan bir macera" nedeniyle ordudan istifa etmek zorunda kalmış çiftlik sahibi Pifagor Çertokutski'dir. Yemek sırasında atlardan söz açılır. Ge­neral en sevdiği kısrağını gösterir. Çertokutski de Gene­ral' in gösterdiği kısrağa karşılık Venedik stili arabasını göstermek ister. Ertesi gün için Generali ve subayları ye­meğe çağırır. Ancak eve sarhoş döndüğü için, konukların ge­leceğini kimseye haber vermez. Böylece evde hiç bir hazırlık yapılmaz, öğlene doğru, halâ uyumaya devam eden Çertokutski' ye gelenler olduğu söylenir. Çertokutski dehşet içinde ka­lır. Kâhyaya, gelenlere evde olmadığını söylemesi için emir verir. Kendisi ise üstünde sabahlığı olduğu halde arabala­rın konulduğu yerde gizlenir. Hem de Venedik stili araba­nın içine. General, ev sahibinin evde olmadığı söylenince biraz bozulur. Arabayı görmek İstediğini belirtir. Seyis onları Venedik stili arabanın bulunduğu yere götürür. Gene­ral ve yanındakiler, arabada Çertokutski'nin övdüğü kadar üstün bir özellik göremezler. Belki içinde doğru dürüst bir şey vardır diyerek General arabanın üstünü açar. Büyük bir sürprizle karşılanır, çünkü Çertokutski der top olmuş, saçı, başı dağınık bir halde sabahlığıyla arabanın içinde büzülmüş konukların gitmesini beklemektedir. General onu bu halde görünce "aa, sia burda mıydınız?" der ve arabanın üstünü örter. Bütün konuklar Çertokutski'nin evini terk ederler.
Hikâyede iki önemli karakter vardır: Süvari ala­yıyla birlikte B... kasabasına gelen General ve yörenin zengin çiftlik sahiplerinden Çertokutski. Yazar, önce Çer­tokutski 'yi tanıtır. "Peterburg Hikâyeleri"ndeki diğer kahramanlardan farklı olarak, Çertokutski'nin rütbe tutkusu gibi bir kusuru yoktur. Onun kusuru gösterişe haddinden fazla düşkün olmasıdır. Çertokutski, elindeki her şeyin gös­terimli olmasına dikkat etmektedir. Güzel ve bol drahomalı bir genç kızla eklenmiştir. Bu evlilikten eline geçen para­yı gösterişe düşkün olduğu için hemen güzel atlara, altın yaldızlı kapı kilitlerine, evcil bir maymuna ve Fransız kapıcıya yatırmıştır. Arabalara duyduğu ilgi Çertokutski' nin gösterişe düşkünlüğünün canlı örneklerinden biridir.
Süvari alayı B.... kasabasına gelince gösteriş tutkusu konusunda, Çertokutski'ye benzeyen bir generalin bulunduğunu görürüz. Yazar, General'in "şişman ve iri cüs­seli" olduğunu söyler. Arkasından da "bununla beraber su­

baylar onun hakkında iyi bir yönetici demektedirler." söz­lerini ekler. Burada yazarın, şişman ve iri cüsseli tanı­mını yaptıktan sonra "bununla beraber" diye devam ederek diğer cümleyi bağlaması dikkati çekici bir özelliğe sahip­tir. Çünkü böyle bir cümle yapısıyla yazar âdeta iri ve şişman fiziksel yapının "iyi yönetici" olmayı engellediği izlenimi bırakmaktadır. General'in ses tonu ise öyle bir anlatılmaktadır ki, bu boş bir şişeden ya da küpten çıkan sesten farksızdır. Generalimizin en fazla ilgi duyduğu ko­nu atlardır.
Bu iki kişi yemekte bir araya gelince çok geçme­den aralarında bir iddia başlar. Yemek yendikten, herkes karnını fazlasıyla doyurduktan sonra General güzel kısra­ğını getirmelerini emreder. Çünkü kısrağı herkese göster­mek ve onun sahibi olarak övünmek istemektedir. Yazar, kısrağın pek çok subay ve konuğun bulunduğu avluya girişi­ni ve etrafını saran kalabalığın durumunu şöyle tasvir et­mektedir s
"Kısrağın adı Agrafena İvanovna'yda; güneyli güzeller gibi sağlıklı ve vahşiydi, nallarını takırdata takırdata eşiğe yanaştı ve aniden durdu.
General, elindeki çubuğu bırakarak büyük bir hoş­nutlukla Agrafena İvanovna'yı seyretmeye koyuldu. Albay eşikten atladı ve Agrafena İvanovna'nin bacaklarını ince­ledi, diğerleri ise hayranlıklarını çeşitli nidalarla gös­terdiler.
Çertokutski de eşikten atladı ve kısrağın arkası­na geçti. Hazırolda bekleyen, kısrağın dizginlerinden tut­muş asker ise etrafındakilere dik dik sanki onların üstüne atılmak istercesine bakıyordu." (S.57).
Yazar bu bölümde kısrağın, yemeğe katılanlarda bı­raktığı izlenimi hicvetmektedir. Onların karşısında kıs­rak, kısrak olmaktan çıkmış sanki güzel ve vahşi bir kadın halin® gelmiştir. Zaten yazar, ona "kısrak" yerine "Agra­fena İvanovna" demektedir. Böylece, toplantıdakilerin kıs­rağı bir hayvan değil kadın olarak gördüğünü belli etmekte­dir. General eşiğe yanaşmasıyla, çubuğunu bir kenara bıra­kıp hoşnutlukla Agrafena İvanovnalyı seyretmektedir. Bu tıpkı yemek yedikten sonra, dinlenmek için güzel kadınların rol aldığı, bir oyun seyretmek gibidir. Diğerleri ise san­ki bu güzele değer biçmek istiyormuş gibi, onu daha yakın­dan incelemeyi tercih etmektedirler. Agrafena İvanovna'yı eşiğe getiren asker ise, adeta aldığı pozla misafirleri yanındaki güzele kötülük yapmamaları için ikaz etmektedir.
Çertokutski misafirlerin kısrağa hayran kaldığını ve Generalin bundan büyük bir zevk duyduğunu farkeder. Bu nedenle hem kısrağa bir bahane bulmak hem de gösterişte Generalden aşağı kalmamak için "yürüyüşünü bir görsek" der. Çünkü dikkatleri kendine çekmeyi ve toplumun odak noktası olmayı istemektedir. Kısrağın yürüyüşüne bakar ve arabaya koşulacak cins olduğunu belirtir. Bundan sonra Generalle aralarında gösteriş yapma yarışı başlar. Çertokutski'nin gösteriş yapma zevkinin уanısıra abartarak anlatma huyu da vardır. Abartarak anlatma huyu nedeniyle gösteriş yapma yarışında, Çertokutski'nin üstüne kimse olmadığı anlaşıl­maktadır. General, Çertokutski araba konusunu açmça, Pe­terburg'daki kardeşine son model bir tane ısmarladığını söyler. Ancak kardeşi onun bu istediğini gönderir mi gön­dermez mi bilememektedir. Buna karşılık Çeirtokustski'nin sözde " olağanüstü, Venedik işi" bir gezinti arabası var­dır. Kahraman, bu "olağanüstü" arabasını şöyle anlatmakta­dır ;
”.... Bu araba tüy gibi hafiftir. Hayret edersi­niz. İçine oturunca, saygı değer Generalim, sanki dadınız sizi beşikte sallıyor sanırsınız.... öyle bir araba ki sor­mayın! Yani, saygı değer Generalim, ben böylesini hiç gör­memiştim. Askerlik görevindeyken arkadaki kutuya on şişe rom ve yirmi funtluk tütün koyuyordum; bunlardan başka altı tane üniforma, çamaşırlar ve saygı değer Generalim, izin verirseniz, tenya gibi diyeceğim, uzun uzun iki çubuk ta girerdi bu kutuya. Arabanın yan ceplerine ise kocaman bir öküz sığdırabilirsiniz...." (S.58)
Görüldüğü gibi Çertokutski‘nin söyledikleri git­tikçe abartılı bir biçim almıştır. Yeni Çertokutski'nin gösteriş merakı abartmayla birleşmiştir. Arabanın arkasın­daki kutuya girenleri Çertokutski âdeta çok ağır, taşınma­sı zor şeylermiş gibi göstermektedir. Oysa üniforma, tütün ver rom şişelerinden oluşan bunlar her yük araba kutusuna kala­bilecek cinsten eşyalardır. Ayrıca Çertokutski'nin bu kutu­ya uzun uzun iki çubuk sığdığını da vurgulaması, çubuk içmeye meraklı olan General'i kızdırmak içindir. En son arabanın yan cebine öküz sığması konusunda söyledikleriyle Çertokutski, abartarak anlatma özelliğinin zirvesine ulaş­mıştır, General ise onun sözlerine inanmıştır. Bunun nede­ni kendisinin de gösterişe meraklı olmasıdır. İnandığını ise "rahat olmalı”, "işte bu iyi" veya "güzel" gibi sözler­le belirtmektedir.
Çertokutski'nin davetine giden ancak onun evde olmadığını öğrenen Generalle yanındaki subaylar arabayı gördüklerinde hiç de övülecek bir yanı bulunmadığını anlar­lar.
Gogol'ün hiciv sanatının tipik örneklerinden biri­ni de hemen hikâyenin başlangıcında görüyoruz. Gogol hikâ­yeyi anlatmaya B.... kasabasının tasviriyle başlar. Bu tas­vir "İvan İvanoviç'le İvan Nikifогоѵісіп hikâyesinde yer alan Hirgorod şehrinin tasvirine çok benzetmektedir. B.... kasabasının bakımsızlığı ve hareketsizliği hiciv dolu bir anlayışla dile getirilmiştir.
Şehirden geçerken sokağa inanılmaz derecede ekşi ekşi bakan alçak, kerpiçten evlere gözünüz ilişir&e içinizden..... içinizden gelen duygulan kesinlikle anlatamazsınız. Belki de Ьг^ kumarda kaybedince veya saçma bir şey yapınca duyduğunuz hüzne benzer. Kısacası, pek hoş bir duygu değildir. Evlerin sıvaları yağmur yüzünden dökülmüş, duvarlar alacalı bulacalı bir renk almıştır. Güney illeri­mizde olduğu gibi burada da çatılar çoğun çok sazlarla ör­tülüdür. Küçük bahçeler, manzara daha da güzelleşsin diye belediye başkanının emriyle kaldırılmışlardır. Sokaklarda tek bir canlı yoktur. Bazen bir horoz, bir karış tozla yumuşak yastık gibi olmuş köprüyü geçerken görülebilir. Bu toz yığını en küçük yağmurda bile çamura dönüşür. O zaman da, ortalık, belediye başkanının Fransızlar dediği büyük baş hayvanlardan geçilmez olur.... Pazar meydanının da biraz hüzünlü bir görünümü yok değildi hani terzinin evi yüzü yerine köşesini vermiş bir halde aptal aptal bu mey­dana: seyreder. Evin tam karşısında on beş yıldan beri yapıl makta olan j.iki pencereli taş bir bina durmaktadır...."
(S.53)

Son derece sessiz olein В.... kalabasında canlı varlıkların bulduğuna dair ilk belirtiler ya horozlar ya da çamur içinde yuvarlanan büyük baş hayvanlardır. Kasaba­nın tasvirinde göze çarpan bir özellik te, binaların canlı varlıklarmış gibi anlatılmasıdır. Bu da âdeta şehrin gerçek sahipleri içinde oturanlardan çok onlarmış gibi bir izle­nim vermektedir. Gogol bu tasviriyle kasabanın bakımsızlı­ğından sorumlu olein halkı hicvetmektedir. Hareketsizliği­nin yanısıra bakımsızlığı da göze batan kasaba, belediye başkanının manzara düşkünlüğü uğruna ortadan bahçelerin kaldırılmasıyla iyice acınacak bir hale gelmiştir. Yaza­rın burada belediye başkanını da hicvetmekten geri kalma­dığını anlıyoruz.
Bu hareketsiz kasabayı canlandıran, her yönüyle değişik bir atmosfer kazandıran subaylar ise hikâyedeki ilginç örnekler arasındadır. Gogol, kasabayı âdeta çekirge gibi istilâ eden subayların getirdiği canlılığı şu sözle­rimde aktarmaktadır.
Ancak süvari alayı B.... kasabasında konak­lamaya başladığı gibi her şey değişti;' Sokaklar renklendi, canlandı kısacası kasaba bambaşka bir çehreye bürünüverdi. Küçük evler başında şapkası, çalımsı yürüyen, becerikli subayları sık sık görür oldular. Subaylar ya arkadaşlarıy­la üretim ve kaliteli tütün konusunda konuşmaya ya da ara­ba üzerine kağıt oynamaya giderlerdi. Arabaya, alay araba deniyordu, çünkü alay dışında kimsenin eline geçmeden bu güne kadar alaydaki herkesi dolaşmıştı bir bakarsınız bu gün içinde bir binbaşı, ertesi gün mülâzım subaylarının amirindeki, bir hafta sonra ise tekrar binbaşının eline geçmiştir ve binbaşının emireri arabayı yağlamaktadır. Ev­lerin arasındaki tahta çitler tamamen, güneşe asılmış su­bay kasketlerinden görünmez olmuştu. Gri bir kaput daima, herhangi bir evde kapının arkasında sallanıyordu...."
(S.54)
Bu cümlelerde sadece subayların B.... kasabasına getirdiği canlılığı öğrenmekle kalmıyoruz. Yazar büyük bir ustalık ve hicivsel anlayış içinde subayların günlerini ne şekilde geçirdikleri hakkında bilgi vermektedir. Subay­ların en büyük zevki kâğıt oynamaktır. Arkadaşlarına giden subayların, bunu sırf kâğıt oynamak için bahane olarak kullandıkları bellidir. Alay arabasını da kâğıt oyununun amacı haline getirmeleri oyunun daha zevkli ve iddialı bir duruna dönüşmesini sağlamıştır. Yazar arabanın bir gün binbaşıda, ertesi gün bir subayda daha sonra tekrar binbaşıda, görüldü­ğünü ve o güne kadar alaydaki herkesi dolaştığını söylemek­tedir. Bununla, rütbesi büyük yada küçük olsun, emir erin­den generaline kadar, hepsinin kumar oynadığını ima eder.
"Araba" tipik bir Gogol hikâyesidir. Her zamanki gibi zayıf yönleri olan kahramanlar vardır: gösteriş merak­lısı General, gösteriş merakının üzerine abartarak anlatma huyunu da karakterine yerleştirmiş Çertokutski ve kimsenin işine yaramayan işler yapan, "sabahtan akşama akşamdan sabaha kadar" uyuyan tembel belediye başkanı. General Çertokutski'ye kıyasla gösteriş merakını, tatmin edebilmektedir. Çünkü etrafındaki subaylar onu her an poh pohlamaktadırlar. Çertokutski ise, bu merakını ortaya koyacak ortam bulamamış­tır. Bu eksikliğini abartarak konuşma huyuyla kapatmaya çalışmaktadır. Belediye başkanı ise her ikisinden de daha şanslıdır. Gösteriş yapabilecek bir mevkiye sahiptir. Ancak tembelliği buna izin vermemektedir.
Peterburg Hikâyeleri'nde Gogol, hem büyük şehir­lerdeki yaşamı hem de memurların dünyasını ortaya koymuş­tur. Büyük şehirlerde, özellikle Peterburg'ta iki tür ya­şam biçimi vardır. Bunlardan biri soylu ve yüksek rütbeli kişilerin sürdürdükleri yaşam, diğeri ise "küçük" adam olan memurların ekonomik zorlukları içinde gösterdikleri yaşama çabasıdır. "Dikanka Hikâyeleri'уle "Mirgorod"da gördüğümüz toprak sahipleri, "Peterburg Hikâyeleri'nde kar­şımıza soylu ve yüksek rütbeli kişiler olarak çıkarlar. Toprak sahiplerinin çiftliklerinde çalışan köylüler ise, bu hikâyelerde, "küçük memurlardı simgelemektedirler.
"Peterburg Hikâyeleri"nde Gogol, "zavallı, küçük adam" temasına daha çok ağırlık vermiştir. Yazar "zavallı, küçük adam"ın hem toplumla hem de yüksek rütbelerle yaptı­ğı gizli savaşı gözler önüne sermektedir. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi Gogol bu hikâyelerde yarattığı kah­ramanlarını kusur ve zayıflıklarıyla insan olarak kabul etmiştir. Bu nedenle yazarın en acıklı durumda olan kahra­manları bile, gözlerimizin önünde açılan acı dolu yaşamıy­la bizleri hüzünün zirvesine ulaştırdığı gibi, bir anda "Cezayir beyinin tam burnunun altında bir ben olduğunu bi­liyor muydunuz?" diyerek bu zirveden aşağı yuvarlayabilecek kadar gülünç dişilerdir.
"Peterburg Hikâyeleri1ndeki kahramanların iki önem­li sorunları vardır. Bunlardan biri rütbe tutkusu diğeri ise toplum içine kabul edilme sorunudur.
Gogol, rütbe tutkusunu hem "Bir Delinin Notları" nda hem de "Burun" hikâyesinde ele.almıştır. Ancak yazar "Bir Delinin Notları"nda, rütbe tutkusunu trajik-komedi tarzında işlemiştir. Hikâyenin Kahramanı Poprişçin, rütbe tutkusuna kapılmış bir kişidir. Onu bu tutkuya iten en önemli neden gururuna aşırı derecede düşkün olmasıdır. Kü­çük rütbesi nedeniyle, üstleri onu sürekli, azarlayıp hor­lamaktadırlar. Poprişçin'in tek istediği biraz saygı göre­bilmek ve içinde yaşadığı topluma kabul edilmektir. Oysa tüm bunlar o toplumun kurallarına göre, yalnızca yüksek rütbe sahibi olmakla elde edilebilecek şeylerdir. Poprişçin de içinde bulunduğu düzende, insanın değerinin karakter ve kişilikle değil, rütbeyle ölçüldüğünü farketmiştir. Sonuç­ta, rütbeye karşı kendisinden başka kimsenin görmediği duy­madığı gizli bir savaşa sürüklenmiş ve yenik düşmüştür. Go­gol, Poprişçin'in acı dolu yaşamını anlatırken, onun has­ta aklıyla yüksek rütbeliler üzerindeki düşüncelerini de hicivsel bir anlayışla yansıtmıştır.
"Burun" hikâyesinde ise, Gogol'ün rütbe tutkusu nedeniyle hicvettiği kişi bu kez toplum ya da yüksek rüt­beli kişiler değil kahramanın kendisidir. Hikâyenin kahra­manı Kovalev, rütbeyi Poprişçin gibi gururunu kurtarmak ve başkalarının saygısını kazanmak amacıyla istememektedir. Onun için rütbe, yalnızca gösteriş yapmaya yarayan bir araçtır. Rütbesine bir söz söylendiğinde korkunç öfkelen­mektedir. Çünkü Kovalev rütbesine söylenen kötü bir sözün, onu küçük düşüreceğine inanmıştır. En kısa söyleyişle, Ko­valev, rütbeyi kendi lüks ihtiyaçlarını karşılamak, herke­sin, özellikle, kadınların kendisinden söz etmesini sağla­mak ve büyük caddelerde gururlu bir tavırla gezinmek için istemektedir. Bu hikâyede Gogol, insanların rütbe tutkusu­nu Kovalev'in kişiliğinde hicvetmiştir.
Gogol, toplum içine kabul edilmenin bir başka yo­lunu, "Palto" hikâyesinde ele almıştır. Bu hikâyede rütbe yeriniи giyime, daha doğrusu, şıklığa bırakmıştır. Gogol’ün "Palto" da uyguladığı formülü "şık olan topluma kabul edilir" şeklinde düşünebiliriz. Palto sınırlı, tek düze bir yaşam tarzı sürdüren Akaki Akakiyeviç'in dış dünya ile ilişki kurmasına neden olmuştur. Kahraman o güne kadar, girmeye cesaret edemediği dış dünyaya içinde, yaşadığı top­luma yeni paltosuyla açılır. Paltosunu ilk giydiği gün ar­kadaşları, onun şerefine toplantı düzenlerler. İşte daha Önce bütün arkadaşlarının alaya aldığı Akaki Akakiyeviç, toplum içine kabul edilmiştir. Gerçekten de palto şerefine düzenlenen bu toplantı, toplumun giyime verdiği önemi gös­termektedir. Ancak paltosu çalınınca, âdeta kahramanın da dünyayla ve toplumla bağlantısı kopar. Başvurduğu herkes, ona sırt çevi­rir. Bir kez daha toplum tarafından dışlanan Akaki Akakiyeviç ölür.
"Nevski Caddesi"nde Gogol, büyük şehirlerin başka bir yönünü ele almaktadır. O dönem Rusya'sında, göz kamaş­tırıcı başkentin parlak görüntüsünün altında yatan gerçek yüzü gözler önüne serilmektedir. Memurundan çıplak ayaklı, üstü başı kirli çocuklara kadar herkesin gezdiği Nevski caddesi de bu parlak görüntünün bir parçasıdır. Nevski cad­desi çıkar ilişkilerinin kurulduğu, orada gezmeyi hak etme­yen pek çok kişinin gezdiği ve herkesin kendini göstermek amacıyla gittiği bir yerdir. Nevski caddesinin gerçek yü­zünü, ilk önce ressam Piskarev'in başına gelen trajik olay­la anlarız. Daha sonra yazar, amaçsızca gezen, etrafı sü­rekli gözleyen, havai kişilerin simgesi Pirogov'la Nevski caddesinin ne kadar boş bir yer olduğunu gösterir. Nevski caddesini, aynı zamanda, haksız bürokratik kuralların kon­duğu bir yer olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Gogol, bu eserinde rütbe tutkusuyla aklını yitiren Poprişçin'in, burnunu kaybeden zavallı Kovalev*in ve paltosuz kalmaya dayanamayarak ölen Akaki Akakiyeviç'in kaderlerini hazırla­yan büyük şehir ve toplumsal kuralları oluşturan insanlar hakkında genel bir fikir vermektedir.
"Peterburg Hikâyeleri"nin sonuncusu olan "Araba" konu bakımından diğerlerinden farklıdır. Yazar, bu eserin­de gösteriş yapmaya düşkün iki insanın rekabetini alaylı ve hicivci bir dille anlatmaktadır. Eserin kahramanları, içinde bulundukları topluluğun merkezi olmak ve ilgi çek­mek isteğine kapılmışlardır. Bunu da gösteriş yaparak sağ­layacaklarına inanmışlardır. Ancak bu kez gösteriş ne rüt­bede ne de giymededir. Kahramanlar mal varlıkları ve özel­likle, ilgi duydukları konularda sahip oldukları mallarla gösteriş yapmaya çalışmaktadırlar. "Araba" da hicvin odak noktası, . .yine kişilerin karakterlerindeki çarpık yön­lerdir.

Gogol, "ölü Canlar" romanını 1839 da yazmaya başlamıştır. 1842 yılında ilk cildi yayınlanan bu roman, yazarın olgunluk döneminde ulaştığı doruk noktasıdır.
"ölü Canlılar"ın ilk cildini Gogol'ün sanatının antolojisi şeklinde nitelendirmek yanlış olmaz. Çünkü Gogol'ün yaşa­mı boyunca yazdığı eserlerinde ortaya konmuş olan bütün sanatsal özelliler burada olağanüstü bir güçle birleştiril­miştir,
Gogol, "ölü Canlar" da seyahat romanı geleneği ile kurnazca plânlanmış macera romanı geleneğini bir araya getirmiştir. Bilindiği gibi, bu iki geleneğin birleşimi­ni M. de Saavedra Cervantes'in "Don Quixote" adlı eserin­de de görmek mümkündür. Puşkin'e yazdığı mektuplarda, Go­gol'ün birkaç kez Cervantes'ten söz ettiği bilinmektedir
Romanın konusunu Gogol'e 19.yy.ın en büyük şairi A.S. Puşkin vermiştir. Başlangıçta romanı kendisi yaz­mak amacında olan Puşkin, bu konunun Gogol gibi dâhi bir ya­zarın elinde üstün bir eser olacağını sezmiş ve "ölü Can­lar"nı yazmayı ona bırakmıştır. Romanda anlatılan olayın benzerinin Puşkin'in çiftliğine yakın bir bölgede geçtiği söylenmektedir.

Romanda, 19.yy. Rusya'sının her toplum kesiminden insana yer verilmiştir. Her eserde ayrı ayrı ele alınan toprak sahipleri, memurlar, köylüler ve yöneticiler bu ro­manda bir araya getirilmişlerdir. Ancak, toprak sahipleri diğerlerine göre biraz daha ön plânda tutulmuşlardır.
Roman,Çiçikov adlı kahramının toprak sahiplerin­den ölü mujikleri satın almak amacıyla N.... kasabasına gelmesiyle başlamaktadır. Çiçikov'un amacı Ölü mujikleri kâğıt üzerinde canlı gösterip, her biri için devletten iki yüz ruble alarak zengin olmaktır, ölüleri satın alma işlem­lerini çözümlemek için bir kaç toprak sahibini ziyaret eder. Bunların arasında Manilov, Sobakeviç, Nozdrev, Koroboçka ve Pilyuşkin yer almaktadırlar. Çiçikov davranışlarını yerine göre ayarlamakta son derece ustadır. Bu nedenle kısa zamanda kasabadaki herkese ve toprak sahiplerine kendini sevdirir. Şerefine davetler bile düzenlenir. Ancak Nozdrev’ le Koroboçka etrafa Çiçikov'un ölü mujikleri satın aldığını yayarlar. Sonuçta Çiçikov şehri terk etmek zorunda kalır.
Gogol çeşitli karakterler taşıyan pek çok toprak sahibini tasvir ettiği için, eserin ilk cildi Rus eleştiri sanatında "portreler galerisi" olarak adlandırılmaktadır. Gogol, "portreler galerisi''nde tasvir ettiği bütün karakter­lerde insanların belli bir yönünü hicvetmektedir,
"Galeri"nin ilk portresi Manilov'dur. Gogol Mani­lov'da hayal dünyasında yaşayan, gerçekle tüm bağlarını koparmış bir insanı hicveder. Manilov çiftlik işlerini kenara bırakmış pencere önünde elinde piposuyla oturarak hayal kuran bir kişidir. Hayal dünyasında yaşayan , toprak sahibinin bu huyu âdeta onun fiziksel görünüşüne de yan­sımış gibidir. Yazar Manilov'u ve onun gibi kişilerin gö­rünüşlerini şu şekilde hicvetmektedir:
".... Yeryüzünde çok sık rastlanan ve birbirle­rine çok benzeyen, bu arada, ne kadar çok incelenirse in­celensin kendilerinde özel bir şey görülmeyen bu bayla­rın portresini çizmek çok zordur. Bütün ince, neredeyse hiç görünmeyen yüz hatlarını yakalayabilmek için büyük bir güç sarfetmek gerekir...." (S.25)
Manilov, yüz hatları pek belli olmayan kişiler sı­nıfına sokulmaktadır. Çünkü hayal dünyasında yaşayan Manilov'un yüzü de hayal gibi belirsiz bir hale gelmiştir. Yazar Manilov ve onun gibilerinin, hayal dünyasında yaşadık­ları için karakterlerinin oturmamış olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle Manilov'la uzun uzun konuşulduğunda, onun nasıl bir insan olduğuna karar vermek gittikçe güçleşmektedir. Manilov için söylenecek en son söz "bu nasıl bir insandır anlayamadım. Tanrı bilir ancak ne olduklarını!"dır.
Manilov, bazen, kurduğu hayallerde o kadar ileri gider ki kendi bile işin içinden çıkamaz olur, Manilov'un hayalleri nasıl içinden çıkılamaz bir hale getirdiği şu sözlerde anlatılmaktadır:
Arkadaşlarla birlikte sürdürülen yaşamın iyiliklerini, sevdiği bir arkadaşıyla ırmak kenarında otur­manın ne kadar, güzel olduğunu düşünmeye başladı, sonra bu nehir üzerine köprü, ; yüksek balkonu olan kocaman bir ev yaptırdığını hayal etti, Evin balkonu o kadar yüksekti ki Moskova bile görünüyordu. Akşamları, bu balkona oturup açık havada çay içiyorlar, tatlı konular üzerinde sohbet ediyor­lardı. Sonra Çiçikov'la güzel arabalara binerek herkesin onlara son derece nazik davrandığı toplantılara gidiyorlardı. Hatta Çar onların arkadaşlıklarının ne kadar gü­zel olduğunu öğrenince, general rütbesi veriyordu onlara. Düşünceleri ilerledikçe işin içinden çıkamaz oldu...."
(S.41)
О hayal kurmaktan fırsat kalmadığı için çiftlik işlerini hepten bir kenara bırakmıştır. Çiftlik işler her gün daha da kötüye giderken Manilov, kurduğu hayallere çift­liği de katmaktadır. Evden gölcüğe toprak altından tünel açıldığını, gölcüğün üstüne köprü kurulduğunu bu köprüler­deki dükkânlarda tüccarların köylülere işe yarayan şeyler sattığını, köylülerin mutlu yaşadıklarını hayal ederek bu konuda ne köylülerin ne de çiftliğin hakkını da yememek­tedir.
Manilov düşüncesini söze dökmekten yoksundur. Kahramanımızın dili, hayalleri kadar kuvvetli değildir.
Bir konu üzerinde uzun süre konuşamamakla cümleleri uza­dıkça saçmalamaktadır. Manilov*un en göze çarpan özelliklerinden biri, odasının her köşesine serpiştirilmiş pipo tütünleridir.
Yazar onun odasındaki tütün yığınlarını şöyle tasvir et­mektedir.
"Oda, gerçekten, hiç te fena değildi............................. ama odada en çok tütünlere yer verildiği anlışılıyordu. Çeşit çeşit tütün vardı: kesede duran tütünler, tabakada duran tütün­ler ve nihayet masanın üstünde yığın halinde duran tütün­ler. Her iki pencerenin içinde de çok güzel, özenerek kü­çük tepecikler halinde sıralanmış küller diziliydi. Bu kül!tepelerinin, bazen, ev sahibinin hoşça zaman geçirme­sine yaradığı belli oluyordu...."(S.35)
Manilov"un hayal kurmaktan sonra en çok zevk aldı­ğı şey kullanılmış ya da kullanılmamış tütünleri dört bir tarafa serpiştirmektir, özellikle küllerden yaptığı tepecik­lerle pencere içlerini süslümesi onu hem eğlendirmekte hem de can sıkıntısını gidermesine yaramaktadır. Bütün bunlar Manilov'un hiç bir yararı olmayan, boş işlerle vaktini ge­çirdiğini göstermektedir.
Manilov'un karısı da onun gibidir. Ev işlerini tamamen bırakmıştır. "Canım, cicim" sözleriyle, hoş sürp­rizlerle geçirdikleri yaşamlarında bu çiftin tek bir amacı yoktur.
Manilov ailesinde durgun, gerçek dünyaya karşı merak duymayan ve hayaller içinde yaşayan insanlar hicvedilmektedir. Onların bayağılığı, insana özgü en değerli nitelikleri göz göre göre harcamalarındadır.
Romanda karşımıza çıkan ikinci portre bayan Koroboçka'dır. Koroboçka şüpheci, biraz cimri sayılabilecek, titiz bir kadındır. Yazar Koroboçka'nın dış görünüşünün tasvirini yapmaz. Yalnızca, Manilov'da olduğu gibi, genel­leme yaprak belli bir yaşlı kadın tipi kategorisine koyar:
bu yaşlı kadın boynunu bükerek ürününün az­lığından, zarara girdiğinden yakınan bununla beraber komo­dinlerin çekmecelerine gizledikleri alacak renkteki ke­seciklere para koyan ninelerden biridir. Onlar bir kesede rubleler, ötekinde yarım, üçüncüsünde çeyrek rubleler gizlerler. Baksanız komidinlerin içinde çamaşır, gecelik, yün yumak, eski bir kaftanken elbise haline getirilmiş eşya­lardan başka şey yok sanırsınız...." (S. 47)
Koroboçka’nın kişiliğinde, yaşlandığı halde gözü halâ malda mülkte olan bir kadın hicvedilmektedir. Onun, keseciklerde paralar sakladığı halde, neredeyse, aç kala­cağından yakınmaya kalkması sadece karşısındakinin kendi­sinden bir şey istemesini önlemek içindir. Koroboçka elin­deki bir eşya, artık kullanılmaz hale gelene kadar kullan­maktadır. Koroboçka, eşyayı ancak kendi işene yaramayacağına inandığı zaman elinden çıkarmaktadır. Kısacası, elin­deki her şey işe yaramak zorundadır. Bu isterse paçavraya dönmüş bir elbise isterse ölü bir mujik olsun, ölü mujik­leri Çiçikov'a satmayı, ancak onlardan kendisine hayır gelmeyeceğini anlayınca kabul eder:
".... Doğrusu bilemeyeceğim-diyerek bir süre du­rakladı ev sahibi. Bu güne kadar hiç ölü satmadım.
-Daha neleri Şatsanız zaten şaşırtıcı bir şey olurdu. Yoksa halâ onların bir işinize yarayacağını mı düşünüyorsunuz ?
Yoo hayır, düşünmüyorum ama... Aslına bakarsanız işime yaradıkları da yok. Beni güç durumda bırakan ölü ol­maları...." (S.54)
Koroboçka’nın ölü mujikleri satmasının nedeni işi­ne yaramadıkları içindir. Bir de paraya aşırı düşkün olan Koroboçka bu konuda kimseye güvenmemektedir. Çiçikov ölü mujikleri satın alana kadar yaşlı kadın şüpheciliği ve gü­vensizliği yüzünden ona epey zorluk çıkarır.
Yazarın bu yaşlı kadına karşı hicivsel anlayışla dolu yaklaşımını, ona verdiği isimden anlamak mümkündür. Koroboçka adı, aslında, "korobka" kelimesinden gelmektedir. "Korobka" kutu demektir. Gogol bu adı onun çekmecelere pa­ra saklama huyunu hicvetmek için takmıştır.
Yaşlı Koroboçka'dan sonra karşımıza Nozdrev çı­kar. Nozdrev, bitmez tükenmez bir enerjiye sahiptir. Pek çok işe girişmiştir.ancak hepsi skandal ve macera ile so­na ermiştir. Etrafındakiler! Davranışlarıyla şaşırtmak, toplumun dikkatini üzerin çekmeyi istemektedir. Ancak yalan söylemekten öteye geçemez.
Nozdrev'in en önemli özelliklerinden biri abarta­rak anlatma huyudur. Her şeyi aşırı derecede abartarak anlatmaktan büyük zevk almaktadır. Nozdrev ve ona benzeyen kişilerin abartma huyunu, yazar şu sözlerle hicvetmekte­dir.
Ya büfenin yanında dikilir sadece güler ya da öyle bir atmaya başlar ki en sonunda kendisi de aşırı­ya gittiğini anlar, üstelik abarttığı şeylerin, o anda ko­nuyla ilgisi kesinlikle yoktur. Aniden mavi ya da pembe renkli bir atı olduğunu söyler ya da buna benzer bir şey uydurur. En sonunda dinleyen kişi "biraz fazla atmaya baş­ladın kardeşi" diyerek yanından uzaklaşır...." (S.74)
Nozdrev sahip olduğu malları, başından geçen olay lan ve yaptıkları hakkında ne zaman konuşmaya başlasa sı­nırı olmayan abartarak anlatma huyuna engel olamamaktadır: Gölünde öyle iri balıklar vardır ki iki kişi zor taşımak­tadır, hele tarlasının birinde öyle çok tavşan vardır ki toprak görünmemektedir. Hatta kendisi bir tavşanı elleriy­le yakalamıştır. Bir oturuşta on yedi şişe şampanya içmek­tedir.
Nozdrev1in toplumun dikkatini çekmek için başka bir yöntemi vardır: her gittiği yerde olay çıkarmaktadır. Yazarın deyişiyle, "hassas burnu" bir kaç kilometre ötedeki balo ve panayırların kokusunu aldığı gibi, hemen oraya gitmektedir. Nozdrev orada katıldığı kumar oyunlarında karı­şıklık yaratmakta, ve "oyun her zaman başka bir oyunla" sona ermektedir. Yazar onun "hassas bir burnu" olduğunu söyler­ken, büyük ilgi duyduğu av köpekleriyle ortak yanını vurgu­lamaktadır. Böylece kaba kuvvetten zevk âlem, içki içmek­ten hoşlanan ve kumar masalarından hiç kalkmayan bu kişinin insansı bir özelliği kalmadığını anlamak mümkündür.
Nozdrev'in kaba ve dövüşken kişiliği, Çiçikov,la arasında geçen olayda iyece ortaya çıkar:
” Dövün onul" diye bağırdı.Nozdrev. Elinde sopa tutuyordu. Yüzünü ateş başmış, alnında ter damlaları belir“ miştl. Sanki alınmaz bir kaleye saldırıyordu. "Dövün onul" diye bağırdı tekrar. Ses tonu aşırı yiğitliğiyle ün yapmış, bu nedenle göz altında bulundurulması gereken bir teğmenin savaşın en haraketli anında mangasına "haydi çocuklar ileri" diye bağırmasından farksızdı. Ancak teğmen artık savaş coş­kusuna kaptırmıştır kendisini, gözü dönmüştür, önünde Su­var ov vardır, büyük bir işe girişmiştir, coşku içinde "ile­ri çocuklar ileri" derken, önceden hazırlanmış plânı alt üst ettiğini düşünmeden bağırır...." (S.92)
Burada kahramanın kaba karakterini, "poşlost", ortaya koya, kaba davranışlar değişik ve daha önemli bir or­tamın insanlarıyla kıyaslanmaktadır. Böylece yazar Nozdrev' in içine düştüğü bayağılığı açıkça gösterme olanağı yarat­mıştır. Bu bölümdeki hicvin tek taraflı olmadığını belirt­mek gerekir. Nozdrev'den başka, savaşa kendini aşırı  derecede kaptıran, gözü dönmüş ve saldırganlık duyguların savaş ortamında ortaya koyan bir subay tipini de hicvetmiştir.
Nozdrev'in kişiliğinde kaba, kumar düşkünü, skandalcı, içindeki enerjiyi boş şeylere harcayan ve abartarak konuşma coşkusuyla her an yalan söyleyen güvenilmez bir karakter hicvedilmektedir.
Çiçikov Nazdrev'den sonra,toprak sahiplerinden bir başkası olan Sobakeviç'in evine gider. Görüşü hayli detaylı anlatılan Sobakeviç yarı insan yarı hayvan bir var­lıktır. Yazar Sobakevi^'i şöyle tasvir etmektedir:
"....Çiçikov, Sobakeviç'e yandan bakınca, bu kez daha çok orta boylu bir ayıya benzetti. "Adeta bu görünüşün daha da pekişmesi içinmiş gibi giydiği frak, kahverengiydi.
Ceketinin kolları ve pantolonu uzundu............................. Yüzünün rengi  bakır beşliklerdeki gibi kızıl kahverenkteydi. Doğanın yeryüzünde incelikleriyle fazla uğraşmadığı eğe, burgu gibi araçlar kullanmadan sadece ve sadece tuttuğu gibi ke­sip attığı yüzler olduğu bilinen bir gerçektir, tik vuruş­ta bir burun, İkincide dudaklar ortaya çıkmış ve büyük bir
matkapla gözler oyulmuştur. Yontulmaya gerek bile görülmeden "yaşıyor ya siz ona bakın!" denerek dünyaya bırakılıvermiştir bu kişiler, işte Sobakeviç'in de sağlam ve şaşılacak derecede özen gösterilmemiş bir suratı vardı...." (S.99-100)
Adı daha çok ayılar için kullanılan, Mihayil Semyonoviç olan bu kişiye doğanın fazla özen göstermemesi pek de şaşılacak bir durum Sayılmayabilir. Sobakeviç'in içinde yaşadığı ev de, çalışma odası da görünüşüyle tam bir uyum içindedir. Odadaki her şey yazarın deyişiyle âdeta "ben de bir Sobakeviçim!" diye bağırmaktadır. Sobakeviç'in çalış­ma odasındaki resimler bile onun gibidirler, örneğin Yu­nanlı kadın kahraman Bobelina'nın ayağı bile "kibar salon beylerininkinden iki kat büyük"tür. Öteki resimlerde yer alan kişiler ise şişman ve iri yapılıdırlar.
Sobakeviç insanlara karşı nefretle doludur. Şe­hirdeki emniyet müdürü, yargıç, vali gibi devletin önemli kademelerindeki kişiler de dahil olmak üzere herkesi düzen­baz ve dolandırıcı olarak nitelemektedir. Oysa kendisinin de, düzenbaz ve dolandırıcı kabul ettiği bu kişilerden hiç bir farkı yok tur. Manilov*un Çiçikov'la sohbeti bir iyi yüreklilik yarışı sayılırsa Sobakeviç'inki de tam bir aldatmacadır.
Çiçikov'un ölü mujik satın alma önerisini rahat bir tavırla karşılayan Sobakeviç'in sakin hali yerini, ken­di kölesi olan ölmüş mujiklerini niteliklerinden söz eder­ken ateşli bir coşkuya yerini bırakır, iyi bir fiyatla satılması için pazarda malının reklâmını yapan tüccardan farkı yoktur:
Niçin cimrilik ediyorsunuz canım? dedi Soba­keviç -Doğrusu söylediğim fiyat hiç pahalı değil. Başka bir düzenbaz sizi aldatırdı, mujik yerine acâip bir şey satardı; oysa ben:, öyle iyi mal veriyorum ki size, hepsi seçme: sadece zanaatkar değil sağlıklı köylülerdir hepsi, örneğin Miheyev'i ele alalım ne arabacıdır o! öyle araba­lar yapar ki baştan ayağı yay,onun yaptıkları gibi Moskova' da da yoktur. Son derece sağlamdır cilâsınıda boyasını da kendi yapar!
 -Ya marangoz Probka Selifan'a ne demeli? Böyle bir mujik bulamayacağınız konusunda sizinle iddaya girerim. Üstelik kafam pahasına! Ne yetenekli adamdı o!.... Miluşkin'i, bizim kerpiç ustasını hatırlıyorum dal İstediğiniz her eve şömine yapardı. Ya çizmeci Maksim Telyatnikov...." (S.103)
Bu satırlarda az konuşan Sobakeviç'i coşkulu bir hatibe dönüştüren şey tüccarlık ruhu ve insanları aldatma isteğidir. İnsanlara duyduğu nefreti bu yolla, Ьігаг olsun, tatmin etmeye çalışmaktadır. Onun insanları aldatma huyu çevresindeki diğer toprak sahipleri tarafından da bilinmek­tedir. Hatta Nozdrev Çiçikov kendisinden bir şey almayın­ca küfür etmek yerine "Sen bir Sobakeviç'sin" diyerek ha­karet etmiştir.
Sobakeviç'in sözleriyle devranışları arasındaki uygunsuzluk, yazarın bu kişiyle ilgili hicvinin odak nok­talarından biridir, örneğin Çiçikov ölü mujikleri satın alma işlerini bitirirken Sobakeviç*e "Sizden bu işin ara­mızda kalmasını rica edeceğim." der. Sobakeviç ise "Elbet­te üçüncü bir kimseyi işe katmanın gereği yok. Yakın arka­daşlar arasında tartışılan şeyler onların arasında kalma­lıdır...." diyerek karşılık verir. Oysa, gerçekte, Sobake­viç insanlardan nefret eden biridir. Herkes ona göre "ya­lancı, düzenbaz ve hain"dir. Bu nedenle arkadaşlık gibi değeri olan konular hakkında konuşması Sobakeviç'e pek de yakışmamaktadır. Kendini ince ruhlu bir insan gibi göster­meye çalışır, ancak onunla ilgili bölüm geliştikçe gerçek­ten incelik ve nezaketten uzak biri olduğu ortaya çıkar.
Sobakeviç'in, önceki eserlerindeki yiyeceğe düş­künlük kusuru Sobakeviç'in kişiliğinde doruk noktasına ulaşmıştır. Çiçikov'la yemeğe oturduklarında, Sobakeviç oburluğunu sanki büyük bir yetenekmiş gibi ballandıra bal­landıra anlatır.
".... Domuz mu yiyeceğiz tüm domuzu koydurturum. masaya, koyun varsa koyunun hepsini getirirler, kazsa bü­tün kazı koydurturum. Ben iki çeşit yemek yerim ama canım ne kadar istiyorsa o kadar yerim...." (S.105)
Sobakeviç'in bu söyledikleri onun hantal, ayıya benzeyen görünüşüyle doğrulamaktadır.
Gogol Sobakeviç'te kaba, dolandırıcı, insanlara düşman, obur ve kimseye güvenmeyen, kendine karşı da güven uyandırmayan, çıkarcı bir tipi hicvetmiştir.
"Portreler galerisinin son karakteri Pilyuşkin'dir. Pilyuşkin maddi ve manevi tüm özelliklerden yoksun­dur. Onun bu hale gelmesinin nedeni cimriliktir.
Cimrilik Pilyuşkin'de hastalık haline gelmiş eşyala­rın ve paranın esiri olmuştur. Gogol'ün onda hicvettiği yön budur. Kahramanın yaşam biçimi ve dünyaya bakış açısı, port­resinde gözler önüne serilmektedir. Yazar tasvirinden onun insansı görünüşten ve insan kişiliğinden yoksun olduğu anla­şılmaktadır. Bu toprak sahibinin yüzene ilk kez bakıldığın­da kâhya kadın mı yoksa kâhyamı olduğuna karar vermek zor­dur. Yarı uzamış sakalı, dikkatli bir fındık faresini an­dıran gözleri ve peçeteyle örtmediğinde yemek yerken kirle“ nebilecek kadar öne çıkık çenesiyle garip bir varlıktır.
Bu acaip görünüşü giyimiyle daha ilginç bir hale gelmekte­dir:
",... Kıyafeti daha da dikkat çekiciydi. Bir de­fa* ne kadar dikkat edilirse edilsin gömleğin hangi cins ku­maştan dikildiğini anlamak imkânsızdı. Ко1ları,eteklerinin üst kısmı öylesine yağlanmış ve parlamıştı ki çizme yapmak için son derece uygun bir deri cinsine benzemişti. Arkasın­da iki yerine dört yırtmaç vardı. Boynuna yine ne olduğu pek de anlaşılmayan bir şey bağlamıştı. Kravat olmadığı ke­sin bilinen bu şeyin,çorap mı bel kuşağı mı yoksa atkı mı olduğunu anlamak imkânsızdı...." (S.123-124)
Görüldüğü gibi Pilyuşkin in giyimi de iç dünyasın­daki cimriliğin dışarı yansımış halidir.
"Ekonomi" yapma ve "düzen" konusundaki duyarlılı­ğı nedeniyle kendisine iltifat eden, Çiçikov'a, Pilyuşkin' in gösterdiği konuk sever davranışı yazar şöyle hicvetmek­tedir:
Ancak bizde konuk severlik duygusu öylesine gelişmiştir ki cimri bir adam bile bu kuralı yıkacak cesa­retlerinde bulamaz. Yarım ağızla, dişlerinin arasından"Lüt­fen oturun, rahatınıza bakın" der...." (S.128) Bunu izleyen satırlarda ise Piluşkin'in konuklardan yiyecek ve içecek nasıl esirgenir problemini ne kadar dâhiyane bir biçimde çözdüğünü anlarız: ya konuk gelmeden yemeğini yemiştir, ya da mutfak o anda yemek pişirilmesi imkânsız bir haldedir. Ancak Pilyuşkin Çiçikov, boşuna vergi verdiği ölü mujik derdinden onu kurtaracağını söyleyince konuk severlik duy­gusu iyice artar. Çiçikov'a çayla, bir kaç haftalık çörek­lerden ikram etmesi için hizmetçiyi koşturur. Hatta içinde­ki böcek, toz gibi yabancı maddeleri temizledikten sonra, yapılmasının üzerinden seneler geçmiş likörünü bile ikram eder.
Pilyuşkin'in cimriliğinin hastalık derecesine ulaş­tığını ispatlayan en büyük delil odasının köşesindeki ıvır zıvır, eşya vs, yığınıdır. Bu yığın âdeta onun cimriliğinin bir anıtı olmuştur. Pilyuşkin'in sokağa çıkınca sağdan sol­dan bir şeyler toplaması ve bunu o yığma katması köylüle­rin bile dikkatini çekmiştir. Hatta sokakta görüldüğünde "işte bizimki balık avına çıkıyor"diyerek onu alay konusu yapmışlardır. Onun sokaktaki hali ve yığma ulaşan şeyler şu şekilde anlatılmaktadır.
"Gerçekten de o geçtikten sonra sokakta tek bir çöp kalmazdı: oradan geçmiş bir subayın mahmuzu mu düşmüş yere hemen alır ve o bilinen yığına götürür bırakırdı; köylü ka­dınlardan biri kovasını kuyu başında unutmaya görsün Pilyuş­kin fırsatı kaçırmadan kapıverirdi kovayı. Bununla birlik­te bir mujik onu suç üstü yakalarsa tartışmaz ve çaldığını geri verirdi. Ancak eşyayı yığma ulaştırmışsa herşey  Pilyuşkin,sokakta gördüğü her şeye büyük bir aç gözlülükle saldırmaktadır. Bu toplananların işe yaraması falan önemli değildir onun için. Amaç onları yığma ulaştır­maktır o kadar. Pilyuşkin, kendi kölesi olarak ona hizmet eden, onun için çalışan fakir mujiklerin bile kullanmaya tenezzül etmedikleri mallara göz koymuştur.
Gogol bu tipte, Pilyuşkin adını verdiği cimriliğin insan biçimine girmiş karakterini hicvetmektedir. Ancak Pil­yuşkin'le, ilgili son bölümde yazarın sözleri tamamen ciddi bir ton kazanmaktadır, Son bölümde insanlığını yitirmiş bu kişiye büyük bir sitem vardır.
19.yy,ın ünlü eleştirmenlerinden olan Şevıryov,hem Pilyuşkin hem de diğer toprak sahipleri için şunları söyle­mektedir;
"Karakterlerin düzenleniş biçimine bakınız; Onla­rın bu tür bir perspektif içinde verilmesi boşuna değildir, İlk önce Manilov'la Kokoboçka’ya gülüyorsunuz Nozdrev'le Sobakeviç'e biraz daha ciddi bir gözle bakıyorsunuz. Ancak Piluşkin'i görünce bir düşüncedir alıyor içinizi insanoğlu­nun bu hastalığı karşısında hüzün duyuyorsunuz...."
Şevıryov'un bu sözleri, toprak sahiplerinin karak­terlerini tanıttığı gibi, hikâyenin anlatımındaki tonun de­ğişikliğini de açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Gerçektende karakterlerin sıralanma düzeni, Gogol'ün kahkahalar­la başlatıp hüzünlü ve ciddi bir biçimde sona erdirdiği anla­tım üslubunun kurallarına uygundur.
Romanın kahramanı Pavel İvanoviç Çikikov, Gogol'ün yarattığı karakterlerin en etkilisidir. Bunun nedenini Gogol' ün yarattığı bütün kahramanların özelliklerinin Çiçikov'da toplanmış olmasında aramak yanlış olmaz. En basit söyleyiş­le Çiçikov bir "bayağılıklar yığını"dır. Eleştirmen Şeviryov ölü Canlar" için yazdığı bir makalede Çiçikov'u "kur­nazlığıyla bütün hayvanları yendi hem de insan doğasının ününü devam ettirerek." sözleriyle tanımlamıştır. Belins­ki ise Çiçikov'u "dolandırıcı ve kazanan kişi olarak dâhi ancak tamamen boş ve her bakımdan çirkin bir karakter" di­yerek nitelendirmektedir."*
Yazar Çiçikov’un dış görünüşünü şöyle tasvir etmek­tedir:
".... Atlı arabada bir bay oturuyordu. Çok yakışık­lı değildi ama çirkin de denemezdi. Şişman sayılmazdı buna karşılık ince olduğu da söylenemezdi. Yaşlı denmezdi ama doğrusu pek genç değildi.... " (S.5)
Bu tasvire bakarak, Çiçikov'da belirgin bir özel­lik bulmanın zor olduğunu söylemfek yanlış olmayacaktır.
Çiçikov'un yaşamdaki en büyük amacı#zengin olmak­tır. Zengin olmak için her şeyi göze almaktadır. Gogol'ün hicvinin odak noktası da Çiçikov'un zengin olmak uğruna her şeyi göze almasıdır. Kahramanımız,bu konuda babasının ver­diği öğüdü tutmaktadır. Babasının ona en son öğüdü şudur: "Paranın yardımını ve iyiliğini hiç bir şeyde bulamazsın" Çiçikov, zengin olmak için her işi denemiştir. Hatta Çiçikov, bir ara, gençliğinde devlet memurluğu bile yapmıştır. Son derece kıvrak bir zekâsı olan kahramanımız, düşük dereceli rütbesine rağmen, diğer memurlar arasında sivrilmiştir. Aynı dairede çalışan memurların aksine giyimi, davranışları ve gülümsemesiyle hemen farkedileceğini kavramıştır. Gogol, onun farklı yönlerini ortaya koyarken aynı dairede çalışan memurları hicveder:
"... Hastanede çalışan bu memurların çirkin ve asık suratlı olduklarını söylemek gerek. Yüzlerindeki ifade, tıpkı tam pişirilmemiş ekmeğinkine benzer: yanaklarının bir tarafı şişmiştir, çeneleri öbür yana kaymıştır, çatlamış dudakları­nın üstünde kocaman bir çıban vardır. Kısacası çok çirkin­dirler. Karşılarındaki kişiyle, sanki onu dövecekmiş gibi sert bir sesle konuşurlar. Dinsel konularda Slav doğasının daha pek çok eksikleri olduğunu göstermek istercesine» ken­dilerini Bakûs'ün özel fedaileri sayarlar. Kafayı iyice bul­dukları için olsa gerek, yanlarına girince havada pek hoş olmayan bir koku duyulur..." (s.241-242)
Böyle bir ortamda her zaman saygılı, güler yüzlü ve dinç haliyle Çiçikov, müdürün gözüne bile girmeyi başar­mıştır. Çiçikov, müdürün çirkin kızına sırf çıkarı için ilgi göstermekten çekinmez. En sonunda, hoş görünen özel­likleri ve müdürün kızma gösterdiği ilgi sayesinde adliyede hayli önemli bir işe girer. Açıkgöz Çiçikov, adliyede bol para kazanmanın çaresini hemen bulur. Bürokratik düzen onun için son derece elverişli bir ortamdır. Bu devlet daire­sinde çalışırken Çiçikov, o dönemin rüşvetçi memurlarının tipik bir sembolüdür. Çiçikov rüşvet almak için oldukça il­ginç bir sistem geliştirmiştir. Adliyeye işi düşen bir ri­cacıya ilk başta, güleryüzlü davranmakta ve onun bütün so­runlarını ertesi gün çözümleyeceğini söylemektedir. Ertesi gün tekrar gelen ricacıya binbir özürle çok işi olduğunu ve onun sorunuyla uğraşamadığını, bir kez daha gelmesini söyler. Ricacı, ona para vermeyi teklif eder. Çiçikov, buna şiddetle karşı çıkarak kendisinin bu tür şeylerle il­gilenmediğini, dürüst bir insan olduğunu belirtir. Birkaç gün sonra saf ricacı, üçüncü kez Çiçikov'a umutla gelir.
İşte bu üçüncü gelişte Çiçikov, manevrasını dahiyane bir biçimde gerçekleştirir ve ricacının, parasını alır.
"... Ricacı artık akıllanmıştır: iş olacak mı olmayacak mı? Ağız aramaya başlar, aldığı yanıt ise yazıcı­lara bir kaç kuruş vermek gerektiğidir. Niçin vermeye­yim ki? yirmi beş kopek vermeye çoktan hazırım; para ve­rilmesi gereken başka kimseler var mı?" "-Hayır hayır yirmi beş kopek olur mu hiçi Yirmi beş ruble vermek gerek."
Yirmi beş ruble yazıcılara hal İmkânsız bu." diye bağı­rır ricacı. "-Niye bu kadar heyecanlanıyorsunuz'canım?" gibi bir karşılık verirler. "yazıcılara yirmi beşer rub­le vereceğiz, geri kalanlar ise daire başkanlarına verile­cek." Ricacı alnına vurur okkalı bir küfür savurur, rüş­vetçiliğe, memurların sözde nazik ve soylu davranışlarına sayıp dökmeye başlar... Ricacı, elbette, haklıdır. Ama or­tada rüşvetçi de yoktur. Yöneticilerin hepsi son derece soylu ve dürüst insanlardır. Asıl haydutlar, yazıcılarla sekreterlerdir..." (s.244)
Bu bölümde, hem о dönemin bürokratik çarkını dön­düren memurların rüşvet yeme biçimini, hem de Çiçikov'un bu fırsattan nasıl yararlandığını görüyoruz. Çiçikov rica­cıyı, gerçekte kendisi için aldığı rüşvetin sekreter ve yazıcılara dağıtıldığına inandırmaktadır. Bu rüşvet, güya dağıtıldığı için, ortada doğrudan doğruya sorumlu bir kim­se de yoktur. Sorunun bu şekilde örtbas edilmesi, oldukça ilgi çekicidir. Bu paragrafta, dikkati çeken bir başka özellik, ricacının sözlerinde göze çarpmaktadır. Ricacı rüşvet vermeye hazır olduğunu söyler ve daha başka kime rüşvet vermek gerektiğini sorar. Bu sözlerden o dönem hal­kının da, rüşvet vermeye hiç karşı çıkmadıklarını, hatta bu durumu benimsedikleri anlaşılabilir. Ancak onların asıl gücüne giden şey, rüşvet miktarının birden bire artmış ol­masıdır.
Çiçikov, adliyedeki görevinden sonra, devletin yaptırdığı binalar grubunun yapım işleriyle uğraşan komis­yonda üye olarak görev alır. Bu binaların yapımının olduk­ça yavaş ilerlemesine karşılık, şehrin çeşitli bölgelerinde hayret verecek bir hızla, adeta mantar gibi pek çok yeni ev ortaya çıkmaktadır. Çünkü, üyeler devlet binalarının yapımı için ayrılan parayı kullanarak kendilerine ev yap­tırmayı daha uygun bulmuşlardır, üyelerin bina yapımında kullandıkları bu ilginç yöntem Çiçikov'un da işine yarar. Kahramanımız eline geçen parayla lüks bir yaşam sürmeye başlar. Hollanda tarzı ince gömlekler diktirir, usta bir aşçı tutar. Eyalette başka kimsede bulunmayan güzel, kah­verengi kırmızı damalı çuha kumaş alıp, elbise bile dik­tirir. Tüm bunları şık bir arabayla tamamlar. Çiçikov güm­rüklerde çalışmaya başlayınca ekonomik bakımdan oldukça
iyi bir duruma gelir. Ancak Çiçikov'un büyük bir vurgun yapmak üzere hazırladığı plân arkadaşının ihbar etmesiyle bozulur. Mahkemelere düşerler. Çiçikov, yazarın deyişiyle "kurnaz nazik tavırları, iyi konuşmayı bilmesi, eletek öpmesi ve para gücü sayesinde" kendini savunur ve mahke­meden kurtulur. Tüm bunlara karşın zavallı Çiçikov' rüş­vetle kazandığı paraları mahkeme görevlilerine rüşvet için dağıtmak zorunda kaldığından ekonomik bakımdan sarsıntıya uğrar. Yine bu olayda, yazar, kahramanının her kalıba gi­rebilme yeteneğini alaylı bir dille hicvetmektedir. Çünkü onun mahkeme görevlilerinin karşısında ortaya koyduğu ni­teliklerin sıralaması çok ilginçtir; yazar Çiçikov'un bir insan için erdem sayılabilecek nitelikleriyle kötü olan­ları arka arkaya vermiştir: kurnaz-nazik, eletek öpeniyi konuşmayı bilen.
Mahkeme işinden ustaca sıyrılan Çiçikov, ekonomik durumunu düzeltmek için bir toprak sahibinin yanına, kâhya olarak girer. Ancak toprak sahibi iflâs etmiştir, köylü­lerinin bir kısmı açlıktan ölmüştür. Toprak sahibi devlet­ten borç alması için Çiçikov'u görevlendirir. Bu konuda Çiçikov'la görevli memur arasında geçen konuşma, kahramana ölü mujikleri sağ göstererek devletten para koparma düşün­cesini verir.
Gerçekte, Çiçikov'un bütün çabaları fırsatları değerlendirerek para kazanmaktır. Çiçikov için yaptığı işin niteliği önemli değildir. Sevmediği bir işi yapabi­lir ya da herhangi bir yolsuzluğa başvurabilir. Yeter ki işin ucunda onu rahata kavuşturacak para olsun. Çiçikov zaman zaman aile mutluluğu konusunda hayaller kurmaktadır. Yazar onun bu hayallerini şöyle anlatmaktadır:
"... Çiçikov bazan derin düşüncelere dalardı ve düşüncelerinde hep adaletli bir yan olurdu. '... şimdi ben neyim? Ne işe yarıyorum? Aile babalarının yüzüne nasıl bakacağım? Yer yüzünde boşuna yaşadığımı bile bile vicdan azabı çekmez miyim? Sonra çocuklarım bana ne der? 'İşte diyecekler babamız, bu insanlıktan payını almamış olan adam bize beş kuruş bırakmadı...’
Artık herkes, Çiçikov'un torunları ve çocukları için ne düşündüğünü biliyor. Ne duygulu bir konu değil mi? Belki Çiçikov değil, bir başkası olsaydı, kimsenin kafa yormadığı bu konu aklına gelince elini şöylebir sallar ve 'ya çocuklarım ne der?' sorusunu kendine sormazdı bile..." (s.251)
Yazar burada, maddeye haddinden fazla düşkün olan Çiçikov'un kendine pek de yakışmayan, duygusal konular üzerinde düşünmesini hicvetmektedir. Son cümledeki "başkası olsaydı 'ya çocuklarım ne der?' sorusunu kendine sormazdı bile" sözleriyle yazar, Çiçikov'la aile mutluluğunu ilgi­lendiren düşünceler arasındaki zıtlığı ortaya çıkarmak istemiştir.
Gogol Çiçikov'da para canlısı, yaşamda paradan baş­ka bir amacı bulunmayan ve bu uğurda pek çok güçlüğe kat­lanmayı göze alan bir karakteri hicvetmektedir. Çiçikov'un karakterinde, çiftliklerine gittiği toprak sahiplerinden bazılarının sivri özelliklerini de görmek mümkündür. Aile mutluluğu ve evleneceği zengin kızla ilgili hayallerinde Manilov'a, dolandırıcılıkta Sobakeviç'e, para ve mal ko­nusundaki titizliğiyle Koroboçka'ya benzemektedir. Çiçikov, aynı zamanda, Gogol'ün diğer hikâyelerde ortaya koyduğu şık­lığa düşkün, dış görünüşüne büyük özen gösteren ve lüksü seven kahramanlarından da birer parça taşımaktadır. "Bayağılıklar yığını" olarak nitelendirebileceğimiz Çiçikov, Gogol'ün yarattığı en ilginç karakterlerden biridir.
"ölü Canlar"da, Gogül'ün en güzel hiciv örneklerin­den birini de mahkemeler oluşturmaktadır. Çiçikov, ölü mujikleri satın alma işlemlerini yasallaştırmak için NN... şehrinin mahkeme binasına gider. Mahkeme binasını yazar Yunanlılar1ın ahlâk ve adalet tanrıçası Themis'in tapı­nağına benzetmektedir. Burada çalışan memurlar da Themis rahipleridir. "... İkinci ve üçüncü kat pencerelerinden Themis rahiplerinin satın alınmaz başları önce göründü,
sonra kayboluverdi: muhtemelen tam o sırada başkan içeri girmişti..." cümlesinde yazar, Themis tapmağında görevli memurların rüşvetçiliklerini sadece "satın alınmaz başlar" sözüyle belirtmektedir. Yine aynı cümleden camdan dışarısı­nı seyreden, ancak başkan odaya girdiği zaman hemen iş ba­şına dönen Themis rahiplerinin, günlerinin büyük bölümünde işle fazla ilgilenmediği de anlaşılmaktadır.
Her işin rüşvetle yapıldığı, rüşvet ödenmediği za­man işlerin, dava sahibinin ömrü boyunca sürdüğü bu mahke­me binasından ve memurlardan söz ederken yazarın sürekli Themis tapmağı ya da Themis rahipleri demesi hicvin al­tında gizlenen oldukça şiddetli bir eleştiri niteliği ta­şımaktadır .
Eserde, N... kasabasında yaşayan kişilere, özellik­le kasabanın sosyete kesimine geniş yer verilmiştir. Çiçikov'un ölü mujikler satın aldığı ortaya çıkınca, man­tık dışı hatta saçma sayılabilecek yorumlara girişen bu insanlar, oldukça alaylı bir dille hicvedilmişlerdir.
Yazar, ilk önce bu soylu kesimin baylarını tanıt­maktadır. örneğin, vali "çok iyi bir insandır. Zamanının büyük bir kısmını tül üzerine nakış işlemekle geçirmekte" dir. Yazarın Themis tapmağı adını verdiği mahkemenin baş­kanı, çalışma saatleri içinde işini bırakıp gidebilecek kadar sorumluluk sahibidir. Polis müdürü, şehirlilerin hakkında; "Aleksi İvanoviç bizden para sızdırır ama, doğrusu, sırası geldi mi bizi ortada bırakmaz." Diyerek söz ettikleri bir haraç kesicidir. Belediye başkanı ise incecik dallı, etrafları yeşile boyanmış çubuklar sayesin­de ayakta duran ağaçlarla dolu güzel bir park yaptırmak gibi işlerle uğraşmaktadır.
Bu topluluğun kültür ve eğitir o düzeylerinden söz ederken, Gogol'ün anlatımı alaylı bir takdirle doludur.
"... Pek çoğu eğitimden yoksun kalmamıştı. Mahkeme başkanı Jukovski'nin "Ludmilla"sını pek güzel okurdu. Bazı yerleri, özellikle "Çam ormanı uykuya dalmak üzere, vadi is.e uyuyor" mısrasını ve "çu " kelimesini öyle gü­zel okurdu ki gerçekten vadinin uyuduğunu düşünmemek elde değildi. Etkiyi daha da arttırmak için tam o kelimeyi söy­lerken gözlerini kapatırdı; Posta müdürü kendini, daha çok, felsefeye vermişti. Büyük bir gayretle, hatta, geceleri bile Jung'un "Geceler" ve Eckartshausen'in "Doğanın Gizem­lerine Anahtar" adlı eserlerini okumaktaydı. Bunlardan uzun uzun notlar çıkarıyordu. Ancak bunların ne işe yaradıkla­rını kimse bilmiyordu... Geri kalanlar ise daha iyi ya da daha az öğrenim görmüş kişilerdi: bazıları Karamzin'i, bazıları "Moskovskie Novosti" gazetesini, hatta bazıları da... eh onlar hiç bir şey okumuyordu..." (s.165-166).
["gu" kelimesini Türkçe'ye çevirmek zordur. "Çu" Rusçada dikkati çekmek, uyarmak için kullanılan bir ünlemdir,özellikle jukovski'nin şiirlerinde çok sık rastlanan bu ünlemleri Gogol, eserinde kullanarak hicivkaynağı yapmıştır.]
üst düzeyde görev yapan bu insanların kültüre gösterdikleri eğilim, gerçekte, taklitten başka bir şey değildir. Yazar, mahkeme başkanının "Ludmilla"yı çok gü­zel, özellikle de "çu" kelimesini oldukça etkili okudu­ğunu söyler. Çünkü o şiir okurken çevresindekiler uykuya dalmaktadır. Mahkeme başkanı, onların dikkatini çekip uyandırmak için "çu" kelimesini etkili okumak gereğini duymaktadır. Posta müdürü ise sanki okuduğu kitaplar hak­kında, bir yerde konferans ya da ders verecekmiş gibi not almaktadır. Hiç bir işe yaramayan notları, yalnızca bu konularla ilgilenen ve uzmanlaşmış kişileri taklit etmek için almaktadır. Kültürlü görünmeye çalışan bu topluluğun düzeyi yavaş yavaş bir şey okuma gereğini duymayan kişi­lere kadar düşmektedir. Yazar âdeta üst düzeyden başlayıp, okuyucuyu kötü duruma hazırlamak ister gibi okunan şeyle­rin kalitesini düşürmekte ve sözü esas amacına getirmek­tedir.
N.... kasabasının bayanları ise# Gogol'ün kasa­bada oturanlar konusunda ortaya koyduğu hicvin zirvesini oluşturmaktadırlar. Bu bayanlar Rusça konuşmak yerine Fransızca konuşmayı tercih etmektedirler. Rusça onlara göre, kaba bir dil olduğundan biraz kibarlaştırmak gerek­tiğine inanmışlardır] Bu nedenle "sümkürdüm" (ya vısmorkalas; ya plyunula) yerine "burnumu rahatlattım" (ya oblegçila sebe nos), "bu bardak kötü kokuyor" (etot stakan; vonyayet) yerine de "bu bardak görgü kurallarına aykırı" (etot stakan nehoroşo vedyot sebya) demeyi alışkanlık ha­line getirmişlerdir. Her türlü ahlâk dışı davranış onları müthiş öfkelendirmektedir. Buna karşılık, N... kentinin bayanları kendi sırlarını ustalıkla gizlemesini bilmekte­dirler. Yazar, onlarla ilgili bu bilgileri aktarmadan önce: "N... kasabasının kadınları.... hayır hayır bir türlü ya­zamıyorum: bir ürkeklik var içimde nedense N... kasabası­nın kadınları mükemmeldirler... Tanrım kalemim bir türlü hareket etmiyor, sanki üzerinde bir ağırlık var..."
(S.166.167) demektedir. Gogol'ün N... kasabasının kadınla­rıyla ilgili paragrafta, böyle bir giriş yapması tamamen kasıtlıdır. "Bir türlü yazamıyorum...." gibi sözlerle ya­zar onların, gerçekte, uygunsuz davranışlarını anlatma­nın zorluğunu ya da titizlikle eşlerinden gizledikleri sırlarını açıklamayı istemediğini ortaya koymaktadır. Za­ten onlarla ilgili genel bilgilerin sonuna:
İşte N... kasabasının kadınları hakkında bunları söylemek mümkündür. Ancak iş daha detaylı bir bi­çimde yaklaşsanız, önünüze oldukça farklı konular çıkacak­tır. Hem.-sonra kadınların kalplerini yakından incelemeye kalkışmak tehlikelidir...." (S.168)
Gogol bu sözleriyle N... kasabasında yaşayan ba­yanların bir takım uygunsuz davranışlarını açıklamaya ça­lışmıştır. Gogol, kadınlarla ilgili hicve, diğer eserle­rinden farklı olarak, bu romanında ilk kez ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir,
İki ciltten oluşan eserin ilk cildinde, Gogol'ün amacı, bayağılıkları ve kusurları ortaya koymaktır. Yazar bu konuda şunları söylemektedir
"... Ben erdemli kahramanlar yaratmadım. Romanda yer verdiğim tiplerin çoğuna, eksikliklerin kahramanları diyebiliriz. Bence önemli olan pek çok yönden bayağılaş­tırdığımız yaşamın yüce önemine daha derin bir biçimde inebilmektir...:
Gerçekten de, romanda karşımıza çıkan her kahra­man bir eksikliğin, kusurun sembolüdür: Manilov hayalpe­resttir, Nozdrev kaba ve skandalcı, Sobakeviç insanlardan nefret eden, dolandırıcı bir karaktere sahiptir, Koroboçka malını mülkünü kendine saklayan ve daha fazlasını isteyen, aç gözlü yaşlı bir kadındır. Pilyuşkin ise sanki cimrili­ğin insan kılığına girmiş bir sembolüdür. Romanda N.... kasabasının soylu kesimine büyük bir ağırlık verilmiştir. Kasabalıların tanıtıldığı bu bölümde yazar önemli işler yaptıklarını düşünen, gerçekte ise tembel yöneticileri, rüşvetçi memurları, değersiz ve taklitten öteye geçmeyen, sınırlı bir kültür düzeyinde olan önemli kişileri hicvet­mektedir. Rusça yerine Fransızca konuşmayı tercih eden, modaya uygun giyinmeye çalışan ve bol bol dedikodu yapan N... kenti kadınları da eserin ilginç karakterleri arasın­da yer almışlardır. Çiçikov ise, her kahramanda bulunan unsurlardan bazılarını taşıyan bir "bayağılıklar yığını" dır. O hem memur, hem kâhya, hem çiftlik sahibi hem de davranışlarıyla yüksek rütbeli bir kişidir.
Gogol, .bu romanıyla Ukrayna'nın Soroçinsk kasa­basıyla başlattığı Mirgorod ve Peterburg'ta da sürdürdüğü insan kusurlarının, sadece bu bölgelere değil, tüm Rusya' ya özgü olduğunu göstermek istemiştir.
"ölü Canlar"ı pikaresk roman olarak nitelendir­mek yanlış olmayacaktır. Çünkü eser, pikaresk roman gele­neklerine uygun özelliklere sahiptir. Bilindiği gibi "pi­karesk"' romanda yazarın hayal gücünden kaynaklanan ülke­lere yapılan yolculuklarla gerçek dünyada geçen yolculuk ve serüvenler arasında önemli farklılıklar yoktur. Kahra­man çeşitli toplum çevrelerinde dolaşır ve türlü olaylar­la karşılaşır. Bütün detaylar birleşince ortaya yerilmek istenen yaşamın bir tablosu ortaya çıkar.
Eserin ilk cildi yayınlandığında, edebiyat çevre­sinde büyük yankılar uyandırmıştır, özellikle Belinski romanda, büyük bir sanatsal yaratıcılık görmüştür. Aynı zamanda, o dönem Rusya'sının toplumsal yarası kabul edi­len kölelik sistemini, cesaretle gözler önüne serdiği için ilerici görüşlere sahip eleştirmenler yazarı gökle­re çıkarmışlardır. 19.yy'ın eleştirmen ve yazarları "ölü Canlar"da Gogol'ün gerçekçiliğin en üst basamağına ulaş­tığını belirtmişlerdir. Ancak Gogol'ün kendi eserini de­ğerlendirme açısı çok farklıydı. "Yazarın İtirafları”nda Gogol "ölü Canlar"ı okuduğumda Puşkin "-Tanrım Rusya ne kadar hüzünlü bir ülkeymiş " demişti. Oysa bu beni şaşırttı. Çünkü, Rusya'yı böyle tanıyan Puşkin, bunların hepsinin sadece birer karikatür ve benim hayal gücümün ürünü olduğunu fark etmemiş" demektedir.
"ölü Canlar"ı, pikaresk roman olarak kabul etti­ğimizden Gogol'ün söylediklerindeki gerçek payı ortaya çıkaracaktır.
Gogol "ölü Canlar" üzerine yazdığı dört mektup-tan üçüncüsünde bir yandan Belinski ve çevresindekilerinin aksine, erdemli kahramanlar yaratmamakla suçlayan ki­şilere yanıt verirken, diğer yandan da eserde kendi iç dünya­lısının izleri bulunduğunu belirtmektedir.
".... Kahramanlarım, kötü insanlar değiller. On­lardan tekinin iyi bir yönünü gösterdiğimde, okuyucu sem­pati duymuştur. Ama her birinin bayağılığı okuyucuları korkuttu. Onları,korkutan, birbiri ardınca kahramanlarımın daha da bayağı tipleri simgelemeleri, hiç birinin teselli veren yönünün bulunmaması, hiç bir yerde rahat nefes aldır­mamaları veya zavallı okuyucuya cesaret vermeleridir.... Rus insanını değersizlikten çok, kusur ve eksiklikleri korkutmuştur. Değersiz olana tiksinti duyan bir kişi, de­ğersizin zıttı olan bir ortamda yaşayan doğru kişi demek­tir. İşte benim üstünlüğümde bu. Ama bu üstünlük, bir tez daha söylüyorum eğer benim ruhsal durumumla birleşmemiş olsaydı, içimde bu kadar gelişmezdi. Okuyucularımdan bir tanesi bile kahramanlarıma gülerken bana da güldür­düğünün farkında değil....
Gerçekte iki cilt olan eserin, ikinci bölümünü, Gogol başarısız bularak yakmıştır. İkinci bölümde roman ya ar tarafından daha ciddi ve psikolojik bir anlayışla ele alınmıştır. Yazar, özellikle hiciv konu­sunda yetenekli olduğu için, ikinci ciltte kendinden bek­lenen başarıyı gösterememiştir. Ancak, her şeye rağmen "ölü canlar"ın ilk cildi, Rus ve dünya edebiyatının en seçkin eserleri arasında yer almaktadır.
Gogol, eserlerinde ortaya koyduğu hiciv sanatı için çeşitli yazım teknikleri kullanmıştır. Bunların başında Rusçada "skaz” adı verilen anlatım tekniği gelmek­tedir. Gogol "skaz" tekniğini, özellikle, ilk dönemlerde yazdığı eserlerde kullanmıştır. Yazar, hikâyeyi kendisi anlatmaz. Genellikle hikâye ya olayın geçtiği yerde otu­ran ya da olayı yaşayanları tanıyan bir kişinin ağzından anlatılmaktadır, "skaz" tekniği yazara hikâyesini diledi­ği gibi yönlendirme olanağı vermiştir. Kimi zaman, "Dikan­ka Hikâyeleri" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç"te olduğu gibi hikâyeyi anlatan kişi son derece saftır. Kimi zaman ise hikâyeyi anlatan kişi duygusal bir karaktere sa­hiptir ve olayları kendi duyguları çerçevesinde yönlendi­rir. Hikâyeyi anlatan kişi, ara sıra fazla konuştuğu için, kahramanların kusurlarından da söz eder, Hatta, bu kusur­ları över gibi anlatır. Çünkü hikâyeyi anlatan kişi bunla­rı kusur olarak görmemektedir. "İvan İvanoviç'le İvan Ni­kiforoviç" hikâyesinde bunun tipik bir örneği vardır. Hi­kâyeyi anlatan kişi başlangıçta, her iki kahramanın da ka­rakter özelliklerinden söz eder. İvan İvanoviç'in vazge­çemediği alışkanlıklarından birini şu sözlerle aktarır;
"Harika bir insandır İvan İvanoviç, Kavun yeme­ği çok sever. En sevdiği meyva da kavundur zaten. Yemeğini yiyip, üzerinde sadece gömleği olduğu halde sundurmaya çıkar. Gapka'ya, iki tane kavun getirmesini emreder. Ge­len kavunları keser, çekirdeklerini çıkarır, özel bir kâ­ğıda sarar ve yemeye başlar. Sonra Gapka'dan mürekkebi ister, çekirdekleri sardığı kâğıdın üzerine 'bu kavun şu şu tarihte yendir diye yazar. Eğer, o gün konuğu varsa 'şu şu kişi de bana katıldı.' cümlesini ekler."
Hikâyeyi anlatan kişi İvan İvanoviç'in kavun yeme alışkanlığından söz etmeden önce "harika bir insandır İvan İvanoviç" demektedir. Anlatıcıya göre onun kavun yedikten sonra çekirdekleri sardığı kâğıda, her defasında not düş­mesi olağan bir durumdur. Bu nedenle, onun gözünde İvan İvanoviç harikalığından bir şey kaybetmez. Aynı zamanda hikâyeyi anlatan kişi, fazlaca ayrıntıya girerek İvan İva­noviç 'in sundurmada, üzerinde sadece gömlekle oturduğunu belirtir. Bu kahramanın pek de hoş olmayan bir davranış özelliğidir. Ancak daha önce belirttiğimiz gibi, hikâyeyi anlatanın gözünde bunlar kusur değildir. Üstelik, hikâye boyunca "harika insandır" sözü, her iki kahraman için de sık sık kullanılmaktadır.
Aynı özellik, duygusal karakter taşıyan anlatıcı­da da vardır. Onun kahramanlara yaklaşımı ne kadar duygu­sal olursa olsun, sözlerinde kendisinin farkına varmadığı alaylı, hicivsel bir ton bulunmaktadır. Zaten, yazarın "skaz" tekniğini kullanmasındaki amaç ta budur.
Çoklukla, hikâyeyi anlatan kişi, saflık içinde gülünç üslupla yansıttığı olaylara hiç beklenmedik bir biçimde, hikâyenin son bölümünde, ciddi ya da felsefi bir boyut getirir. Duygusal anlatıcı ise ortaya son derece şiddetli bir hiciv koyabilir. Bunun en tipik örneği, "Es­ki Zaman Beyleri" adlı hikâyedir.
Hikâyenin yaşlı kahramanları, Pulheriya İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in çiftliklerinde yemek yapmak ve yemekle geçirdikleri sessiz, sakin yaşam tarzı son derece duygusal ve sevgi dolu bir yaklaşımla yansıtılmaktadır. Hikâyeyi anlatan kişi, onlara duyduğu acıma ve sevgiyi: "zavallı ihtiyarcıklar", "zavallı adam, "zavallı kadın" sözleriyle vurgular. Yaşlı çiftin ölümünden sonra miras­çı olarak gelen kişi* çiftliği mahveder. Mirasçının tanı­tıldığı son bölümde, hikâyeyi anlatan kişi duyduğu öfke­yi, onu ve rüşvetçi haciz görevlilerini şiddetli bir bi­çimde hicvederek ortaya koymaktadır:
".... Çok geçmeden nereden geldiği bilinmeyen uzak bir akraba, çiftliğin mirasçısı geldi. Korkunç bir reformcu olan bu mirasçı, hangisi olduğunu şimdi hatırla­yamadığım bir alayda emir eri olarak hizmet etmişti. Çift­lik işlerindeki düzensizliği ve bozukluğu anında fark et­ti. Tüm sorunları kökünden çözümlemeye, düzeltmeye ve her şeyi yoluna koymaya kesin karar verdi. Altı tane güzel İngiliz orağı aldı, her kulübeye numara koydu, nihayet, her şey öyle bir yoluna girdi ki altı ay sonra çiftliğe haciz geldi. Bir mahkeme üyesiyle soluk üniformalı yüzbaşıdan
oluşan haciz görevlileri, kısa bir süre içinde geriye kalan bütün tavuk ve yumurtaları silip süpürdürler...."
(S.40)
Hikâyeyi anlatan kişi, yaşlıların mutluluk için­de sürdürdükleri yaşam tarzını bir anda yok erdirivererek miras yediyi "korkunç reformcu" diyerek hicvetmekte ve ona duy­duğu öfkeyi dile getirmektedir. Ancak bu satırlarda re­formcu mirasyediden başka, rüşvetçi haciz görevlileri de şiddetle eleştirilmektedir. Bu paragrafı izleyen bölümde, çiftlikte tavuk, yumurta ne varsa her şeyi yiyen haciz görevlilerinin hiç bir çekinme duygusuna kapılmadan miras­yediyle içki bile içtiklerini görüyoruz. Mirasçı ise çift­liği umursamadan rahat bir yaşam sürdürmektedir. Hikâyenin sonuna doğru anlatıcının kullandığı ton gittikçe daha şid­detli bir hicve dönüşmekte ve hikâyenin başlangıcındaki duygusal tondan hemen hemen hiç bir iz kalmamaktadır.
Gogol, hikâyelerinin yapısal özelliklerini ilgi­lendiren "skaz" tekniğinin yanısıra, seçtiği kelimelerin fonetik yapılarına da büyük özen göstermiştir. Bunun en il­ginç örneklerini kahramanlarına koyduğu isimlerde görüyo­ruz. Yazar, kahramanlarına verdiği isimleri "neologizm" ler yaratarak, kendisi uydurmuştur. Gogol, sadece kahrama­nın karakterine uygun bir isim yaratmakla kalmamış, bu yöntemle daha hikâyenin başında ona, kişiliğini ortaya ko­yan belirgin bazı özellikler de kazanmıştır, örneğin, Aka­ki Akakiyeviç Basmaçkin. İsim fonetik bakımından olduğu kadar, yazarın kahramana bu isim nasıl takıldığını ayrın­tılı bir biçimde anlatması bakımından da oldukça ilginç­tir. Hikâyede yazar, isim konmasıyla İlgili bu bölümü şöyle anlatmaktadır;
Anneye, bebeğe koyması için üç isimden bi­rini, seçmesini söylediler: Mokki, Sossi veya çilekeş Hozdazat 'Hayır' diye düşündü çoktan ölmüş olan kadın 'hep­si birbirine benziyor. Anneyi memnun etmek için takvimin sonraki yaprağını çevirdiler. Bu kez de üç isim çıktı karşılarına: Trifili, Dula ve Varahasi. 'şansa bak.-dedi din ne biçim isim bunlar. Doğrusu böylelerini hiç duymamıştım. Hiç olmazsa Varadat ya da Varuh olsaydı. Ama çıka çıka Trifili'yle Varahasi çıktı.' Bir sayfa daha çevirdiler bu kez de Pavsikahi ve Vahtisi isimlerini gördüler....”(S.60)
Görüldüğü gibi kahramanın annesinin karşısına çıkan bu isimler, ses açısından komik oldukları kadar her­hangi bir anlamları da yoktur. Annenin bebeye koymak üze­re aklına gelen isimlerin de onlardan bir farkı bulunmadı­ğı açıktır. Nihayet anne "bu kaderin oyunu" diyerek bebe­ğe babasının ismi olan Akaki'yi koyar. Böylece Akaki Aka­kiyeviç ismi doğmuş olur. Yazarın bu ismi seçmesi rastlan­tı değildir. Çünkü bu isimle yazar hiç bir değişiklik görülmeyen, tek düze yaşam biçimini ortaya koymaktadır. Ayrıca kahramana hiç bir ismin yakıştırılmaması, binlerce isim arasından bir tanesinin seçilememesi ve nihayet ba­basının adının takılması âdeta onun silik kişiliğinin ka­nıtıdır.
Akaki Akakiyeviç'in soyadı ise Başmaçkin'dir. Başmaçkin soyadı, yumuşak ve ses çıkarmayan bir ayakkabı türüne verilen addan gelmektedir. Bu nedenle Gogol'ün seç­tiği Başmaçkin soyadı "Palto" eserinin kahramanı gibi gü­rültüsüzce, sessizlik içinde dünyadan geçen bir insanı sembolize etmektedir.
Aynı türde, karakteristik isimler başka hikâye­lerde de vardır, örneğin, "Araba" hikâyesinin kahramanının ismi Çertokutski'dir. İki ayrı kelimenin birleşmesiyle oluşan bu ismi, yazar uydurmuştur. "Çort" "kutsıy" ise kesik kuyruklu, kısa kuyruklu anlamına gelmektedir. Bu ke­lime aynı zamanda, onuru kırılmış kişiler içinde kullanılmak­tadır. Kasabaya alayıyla birlikte gelen general, verdiği yemekli toplantıda davetlilere kısrağını gösterir ve onun­la övünür. Hikâyenin gösteriş düşkünü kahramanı Çertokuts­ki ise ondan aşağı kalmamak için, Venedik stili arabasını göstereceğini söyler. Kıskandığı için generali, sürekli arabası olup olmadığını sorarak, kendi arabasını abartılı bir biçimde anlatıp överek tahrik etmeye başlar. İşte Çertokutfeki bu yönüyle, şeytandan farksızdır. Çertokutski bir ara askerlik yapmış, ancak "hoş olmayan bir macera" nede­niyle ordudan atılmıştır. Generali, aynı zamanda içinde bulunduğu ortam nedeniyle kıskanması bir yana, bu ortam­dan dışlanmış bir kişi olarak onuru da kırılmıştır. Sonuç­ta Çertokutski adlı bu kahraman, hikâyede onuru kırılmış bir şeytanı sembolize etmektedir.
Bu tür isim özelliklerine, Gogol'ün "ölü Canlar" romanında da rastlıyoruz. Bu romanda yazar, Koroboçka ad­lı yaşlı bir kadını da tanıtmaktadır. Koroboçka ismi, "korobka" yani kutu çekmece anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. Koroboçka adlı bu yaşlı kadın çekmecelerin­de, küçük keseciklerde para saklamakta ve en büyük kutu olan evinden dışarıya en ufak bir malın çıkmasına iz in ver­memektedir. Gogol ona bu huyu nedeniyle Koroboçka adını vermiştir.
Gogol, Fransız edebiyatından Rus edebiyatına ge­çen ve 18.yy'da D.İ.Fonvizin gibi Rus yazarlarının çok sık kullandığı karaktere uygun isim geleneğini, kendi eser­lerinde hicivsel bir anlayışla ele almıştır.
Gogol'ün eserlerinde sık kıllandığı bir başka an­latım tekniği ise, "alogizm" dir. "Alogizm", anlatımda mantık dışı özellikler ortaya konmasıdır. "Alogizm", kah­ramanların diyalog ya da monologlarında görülebilir.
"Alogizm"in en güzel örneklerinden bir tanesini, "Dikanka Hikâyeleri"ni anlatan Arıcı Sarı Panko'nun ikinci önsözünde görüyoruz. Panko, yöre halkının geleneksel ak­şam toplantılarından söz ederken, "biz bu toplantılarda öyle boş şeylerden konuşmayız. Genellikle kültürümüzü art­tıran konular üzerinde konuşuruz"der. Ancak, sonra hiç umulmadık bir biçimde toplantıya katılanların saatlerce "nasıl elma salamurası yapılır?" sorununu tartıştıklarını anlatır. Burada "alogizm", "kültür"le "elma salamurası arasında kurulan saçma bağlantıdadır.
"Alogizm"in örneklerinden bir diğeri de yine ArıcıSarı Panko'nun anlattığı "Noel Arifesi" adlı hikâyede karşımıza çıkmaktadır. Hikâyeye son derece doğal bir gi­rişle başlayan ve baş kahraman şeytanı tanıtan Panko, bir­den bu konuyu bir kenara bırakarak, uzun uzun giyimden söz etmeye başlars
".... Cadı kadın, kendini karanlıkta bulunca çığ­lığı bastı. Şeytan ise yavaş yavaş ona yaklaşarak koltuğu­nun altından tuttu ve kulağına genellikle kadınların hoşuna gidecek söz­ler seyledi. Dünyanın düzeni ne gariptir 1 Herkes birbirini taklit etme sevdasına kapılmış gidiyor. Eskiden Mirgorod 'da kış aylarında bir yargıç bir de vali çuhayla kaplı kuzu postundan kürkler giyerdi. Kü­çük memurlar ise kürksüz deriden, gocuk kullanırlarda. Ya şimdi" Hem yargıç yardımcısı hem de kadastro memuru ken­dilerine kuzu postundan çuhayla kaplı yeni kürkler diktir­diler ... .Papaz ise yazın giymek üzere, kadife şalvarlar ve çizgili kumaştan bir yelek diktirdi. Kısacası, herkes gi­yime kuşama düştü1 Şu insanlar ne zaman bırakacaklar böy­le boş şeyleri!" (S.143)
Panko, söze başladığı konuyu dağıtmış ve insan­ların giyimleriyle, nasıl birbirlerini taklit ettiklerini, hatta köylerinde kimin ne diktirdiğini, nasıl giyindiğini anlatmaya başlamıştır. Panko şeytanı safça, fiziki bir yaratıkmış gibi anlatırken, köyün dedikodusuna geçerek o yöre halkının üzerinde kafa yordukları konuları ortaya koymaktadır. Böylece yazar, Panko'nun bu saf gevezeliğinden faydalanarak, onun içinde bulunduğu topluluğun kültür dü­zeyini yansıtan kişileri hicvetmiştir.
Hem olayda hem de diyalogta oluşan "alogizmin" ilginç bir örneğini de "İvan İvanoviç’le İvan Nikiforoviç" hikâyesinde görüyoruz. Birbirlerine saçma bir nedenle kü­sen iki arkadaş, çareyi mahkemeye başvurmakta bulurlar.
Her ikisi de şikâyet dilekçesi verir. Ancak İvan Nikiforoviç'in dilekçesini, İvan İvanoviç'in domuzu çalar. Do­muzun dilekçeyi çalması eski arkadaşların arasının iyice açılmasına neden olur.
Domuzun mahkeme binasını basması ve dilekçeyi çal­ması en dikkat çekici mantık dışı olaylardan biridir. Bize göre mantık dışı olan bu hırsızlık olayı, hikâyenin kah­ramanları için normaldir. Hatta bu konu onlara göre üze­rinde tartışmalar yapılabilecek bir nitelik bile taşımak­tadır. Zaten yazarın hicvinin odak noktası da budur. Bele­diye başkanı, İvan İvanoviç'i domuzun cezalandırılması konusunda ikna etmeye çalışır. İvan İvanoviç'e "kanun, bir şey çalan kişi suçludur diyorsa sizin domuzunuz da suçlu­dur." der. İvan İvanoviç ise buna kesinlikle karşı çıkar ve "Domuz da Tanrı'nın yarattığı bir varlıktır" diyerek yanıt verir. Belediye başkanının bu konuda ona söyledik­leri ise şöyledir:
"Elbette haklısınız  Herkes sizin bilgili, bi­limden ve ona benzer konulardan anlayan birisi olduğunuzu bilir. Oysa ben bilimle hiç bir zaman haşır neşir olama­dım: yazı yazmayı otuz yaşında öğrendim. Biliyorsunuz ben askerliğimi er olarak yapanlardanım.... Evet 1801 yılında kırk ikinci piyade alayının dördüncü kolunda emir eriy­dim. Kolumuzun komutanı, izin verirseniz söyleyeyim yüz­başı Yermeyev'di...." (S.224)
Domuzla ilgili konuşma geliştikçe, kahramanların diyaloğu başka konulara geçmiş, konular arasındaki mantık bağı kaybolmuştur.
Gogol, "alogizm"i son eseri olan "ölü Canlar" romanında da devam ettirmiştir. Romanın kahramanı Çiçikov' un ölü mujikler satın almak için uğradığı hayalperest Ma­nilov'un konuşmaların da konu bakımından kopukluk göster­diği anlaşılmaktadır. Örneğin Çiçikov ona başka toprak sahipleriyle görüşüp görüşmediğini sorduğunda Manilov'un verdiği yanıt şu şekildedir:
"Elbette, diye sözüne devam etti Maniloveğer komşunuz iyi biriyse o zaman iş değişir, örneğin komşunuz nezaket, güzel konuşma sanatı gibi konulardan, bilimden anlayan biriyse o zaman insanın ruhu canlanır ve hatta insan âdeta, buharlaşır...." (S.32)
Gerçekle bağını kopararak, hayal dünyasında ya­şayan Manilov'un yanıtları Çiçikov'un sorduğu soruya açık­lık getirmemektedir. Hatta kahraman kendisi bile saçma­ladığının farkına varır ve konuşmasını, etrafında oluş­turduğu hayal perdesini kaldırmak ister gibi elini salla­yarak keser. Onun hayal dünyasında yaşadığını, Çiçikov'un sorduğu soruya mantıksızca verdiği bu yanıtta görüyoruz.
"Alogizm"e yakın özellikler gösteren ve Gogol'ün eserlerinden çok sık kullandığı bir teknik te "absürd" yani saçmalıktır.
"Bir Delinin Notları"nda, hikâyenin kahramanı Pop­rişçin toplum tarafından ezilmesi ve yüksek rütbelere duy­duğu tutkusu nedeniyle aklını yitirir. Böylece kendini İspanya kralı sanan Poprişçin’i akıl hastanesine kapatarak işkence yaparlar. Poprişçin'e yapılan işkenceler ona mad­di açıdan çok ruhsal acılar vermektedir. Poprişçin'in son notları oldukça dokunaklıdır
".... Anneciğim kurtar zavallı oğlunu! Onun bu hasta hali için ağla! Bak, ona nasıl eziyet ediyorlar! zavallı öksüzünü kucakla bir defa! Artık dünyada yer yok ona. Fırlatıp attılar bir kenara! Ağla anneciğim zavallı hasta oğlun için ağla!..."
Bu acı dolu sözlerden sonra yazar kahramanını hicvetmek için ona "....Aa Cezayir beyinin tam burnunun altında bir ben varmış biliyor muydunuz?" sorusunu sordur­maktadır. Bu sözler Poprişçin'in normal gerçeklerden iş­kenceyle ne kadar uzaklaştığını göstermektedir. Onun sor­duğu bu soruyu halüsinasyon sonucu ortaya çıkan bir "absürd" olarak nitelendirebiliriz.
"ölü Canlar" romanından tanıdığımız hayalperest Manilov, bazen hayallerinde o derece ileri gider ki olay­lar ve düşünceler arasındaki mantık bağları kaybolur. So­nuçta hayaller, hayal olmaktan çıkarak saçma sapan bir hale girerler. Manilov ölü mujikler satın almaya gelen bu kibar insanı çok sever. 0 gittikten sonra Manilov hayal­lere dalar ve bu hayallerinde Çiçikov'a bile yer verir:
"....Arkadaşlarla birlikte sürdürülen yaşamın iyiliklerini, sevdiği bir arkadaşıyla ırmak kenarında oturmanın ne kadar güzel olduğunu düşünmeye başladı. Son­ra bu ırmak üzerine köprü, çok yüksek bir balkonu olan kocaman ev yaptırdığını hayal etti. Evin balkonu o kadar yüksekti ki Moskova bile görünüyordu. Akşamları, bu bal­kona oturup açık havada çay içiyorlar, tatlı konular üze­rinde sohbet ediyorlardı. Çiçikov’la güzel arabalara bi­nerek herkesin onlara son derece nazik davranacağı toplan­tılara gidiyorlardı....”
Manilov gerçek dışı hayallerinde bu kadarla ye­tinmez. Daha ileri giderek Çiçikov'la kurduğu güzel arka­daşlığa hayran kalan çarın onlara generallik rütbesi ve­rerek ödüllendirdiğini hayal eder. Manilov, çiftliğiyle ilgili konularda da saçma hayaller kurmaktadır, örneğin, evinin yakınındaki göle toprak altından tünel açtırır, gölünün üzerine bir köprü kurdurtur ve bu köprüler üzerin?deki dükkânlarda köylüler satış yaparlar.
Saçmalık bakımından, Manilov'un hayallerinden fark­sız bir başka örneği de Gogol'ün ilk hikâyelerinden olan "İvan Sponka ve Teyzesi" nde kahramanın gördüğü rüyada rast­lıyoruz. Tek düze bir yaşam tarzı sürdüren İvan Şponka'yı, teyzesi evlendirmek istemektedir. Ancak, alıştığı düzenin bozulacağına inanan Şponka için bu plân tam anlamıyla kor­kunçtur. Teyzesinin bu plânını öğrendiği gün Sponka, bir kâbus görür. Evinin her köşesinde karısı olduğunu idda eden bir kadın vardır. Şapkasının ve kulağının içinde, ce­binde, sandalyenin üzerinde elini nereye atsa karşısına bir kadın çıkmaktadır. Kâbus şu şekilde devam eder:
".... Birden bire tek ayağının üstünde sıçramaya başladı, teyzesi ise onu seyrediyor ve ciddi bir tavırla '-Evet evet, sıçramak zorundasın çünkü artık evlisin” diyordu. Teyzesine yaklaştı ama karşısında duran teyzesi değil koca bir çan kulesiydi. Birisinin, onu iple çan kule­sine sürüklediğini hissediyordu. Acıklı bir sesle '-Kim sürüklüyor beni?' diyordu. '-Ben senin karın! seni çan ol­duğun için sürüklüyorum."
'-Hayır, ben çan değilim, ben İvan Fyodoroviç'im.' diye bağırıyordu. Р.. piyade alayının albayı oradan geçiyor ve ona 'evet evet sen bir çansın!' diyordu....' (S.276-277)
İvan Şponka'nın gördüğü bu kâbus, Gogol'ün ilk "absürd" örneklerindendir. Gogol, "absurd"un en güzel ör­neklerini, ruhsal sıkıntıları bulunan Şponka ve Poprişçin adlı kahramanlarında vermiştir.
"Absürd"u yaratan anlatım tekniğinin başka bir ör­neğini de, Gogol'ün olgunluk döneminin en büyük eseri olan "ölü Canlar"da görmekteyiz. Çiçikov, ölü mujikler almak için yörenin toprak sahiplerinden biri olan Sobakeviç'i ziyaret eder. Çiçikov, Sobakeviç'e ölü mujikler satın alacağını. söyleyince aralarında hararetli bir fiyat tartışma­sı başlar. Sobakeviç her ölü mujik başına akıl almayacak bir fiyat ister. Ancak Çiçikov fiyatı yüksek bularak iş­ten vazgeçmeye bakar. Çünkü, onun amacı ölü mujikleri kâ­ğıt üzerinde yaşıyor gösterip devletten para almaktır. So­bakeviç ise, ölü mujikleri istediği fiyata satmak için onu ikna etmeye çalışır. Sobakeviç ölü mujiklerini övmeye baş­lar, onların yeteneklerini sanki halâ yaşıyorlarmış ve Çiçikov'a hizmet edeceklermiş gibi göklere çıkararak anla­tır:
"-....Başka bir düzenbaz olsaydı sizi aldatırdı, mujik yerine acaip bir şey satardı. Oysa ben öyle iyi mal veriyorum ki size, hepsi seçme: sadece zanaatkâr değil aynı zamanda sağlıklı köylülerdir, örneğin Miheyev'i ele alalım ne arabacıdır ol. öyle arabalar yapar ki baştan aşa­ğı yay. Onun yaptıkları gibi Moskova'da da yoktur. Son de­rece sağlamdır, üstelik cilasını da boyasını da kendisi yapar...... ya marangoz Probka Selifan'a ne demeli? Böyle bir mujik bulamayacağınız konusunda sizinle iddaya girerim. Hem de kafam pahasına! Ne yetenekli adamdı o!,.,, Miluşkin'i bizim kerpiç ustasını hatırlıyorum da! İstediğiniz her eve şömine yapardı. Ya çizmeci Maksim Telyatnikov...."(S.108)
Sobakeviç'in ölü mujiklerini satmak için söyledi­ği, abartmalı övgünün bir benzerini "Araba" hikâyesinde görmek mümkündür. B... kasabasına gelen süvari alayının Generali, verdiği yemekte kısrağını toplantıdaki herkese gösterir ve onunla övünür. Yemeğe katılan kasabalı çift­lik sahiplerinden Çertokutski hem ilginin merkezi almak hem de General'den aşağı kalmamak için, Venedik işi arabasını övmeye başlar. Onun arabası için söylediği bu abartmalı sözler, gittikçe mantık dışı bir hal alır ve so­nuçta saçmalık düzeyine ulaşır.
"Bu araba öyle güzeldir kil Yani, sayın genera­lim, ben böylesini daha önce önce hiç görmemiştim. Asker­de görev yaparken, arkasındaki kutuya on şişe rom ve on kilo tütün koyuyordum. Ayrıca, altı tane üniforma, çamaşır­larım, izin verirseniz sayın generalim tenya gibi uzun di­yeceğim, iki çubuk sığardı. Bu arabanın yan ceplerine öküz bile sığar." (S.58)
Bu konuşmada on şişe rom, altı üniforma, çamaşır ve on kilo tütün gibi maddelerden sonra, söz arabanın yan ceplerine gelip te Çertokutski bu ceplere öküz bile sığa­bileceğini söyleyince iş çığrından çıkar. Kahramanın söy­lediği son cümleyle konu, saçmalığın doruğuna ulaşmıştır.
"Burun" hikâyesinde Gogol başlı başına bir absürd örneği sergilemektedir. Burada, hikâyenin kahramanı binba­şı Kovalev burnunu kaybeder. Onu üçüncü dereceden bir memur kılığında bulur. Burnunu eski yerine döndürmeye kesin ka­rarlı olan Kovalev onunla konuşur:
"-.... İkimizin de durumu biraz garip değil mi ba­yım.... bana öyle geliyor ki... yerinizi bilmeniz gerek. Sizi her yerde arayıp duruyorum, en sonun da buluyorum hem de nerede?bir kilisede. Siz de hak verirsiniz ki....
-özür dilerim ama neden söz ettiğinizi anlayamı­yorum. ...,
-Bakın bayım dedi Kovalev kendi kişisel üstünlük­lerini bilen bir insan tavrıyla sözlerinizi nasıl yorumla­mak gerektiğini bilemiyorum.... Bence her şey ortada.... İsteseniz de istemeseniz de benim burnumsunuz.
Burun, binbaşıya baktı ve kaşlarını çattı.
-Kesinlikle yanılıyorsunuz. Ben özgür biriyim. Zaten aramızda herhangi bir bağlantı olması da imkânsız.
Hem üniformanızın düğmelerinden anladığım kadarıyla başka bir yerde görev yapıyor olmalısınız...:" (S.40)
"Burun" hikâyesindeki saçma olaylar sadece Kovalev'in burnunu kaybetmesi ve onu bularak konuşmasıyla sı­nırlı değildir, örneğin hikâye, berber Yakovleviç'in, bur­nu kahvaltıda yediği ekmeğin içinde bulmasıyla başlar. Son bölümde ise, bir polis Kovalev'e burnunu bir mendil içinde geri getirir. Ancak yeni bir sorun vardır: burun eski ye­rine nasıl konacak? Kovalev'e gelen doktor bunun imkânsız olduğunu söyleyerek, burnu hatıralık eşya gibi bir kavanoz­da saklamasını tavsiye eder. Aslında buna pek gerek kalmaz, çünkü Kovalev'in burnu kendiliğinden eski yerine kuruluverir.
Gogol'ün eserlerinde çok sık rastlanan "alogizm" ve "absürd", gerçekte, onun anlatım tekniğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadırlar.
"Poşlost", Gogol'ün yarattığı kahramanları daha gülünç bir hale getirmek için kullandığı bir üslup özelli­ğidir. Yazarın hikâye ve romanlarında "poşlost" iki deği­şik biçimde ortaya konmuştur. Bunlardan biri hikâye        kah­ramanlarının yaşadıkları ortamla ilgilidir. Olayın      geçti­ği çiftlik, kasaba ya da şehrin tasviri, genellikle, toplu­ma yöneltilmiş bir hicivdir.
"İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç"in hikâyesin­de aldıkça boş bir yaşam süren, sıkıntıdan birbirlerini mahkemeye vererek bunu yaşamlarının amacı haline getiren iki arkadaşın başından geçenler anlatılmaktadır. Ancak, hikâyeyi anlatan kişi yalnızca bununla yetinmez ve onların yaşadığı şehrin bir tasvirini yapar;
"Olağanüstü bir şehirdir Mirgorod! Çeşit çeşit ya­pı vardır. Damı sazdan olanı mı, samandan olanımı istersi­niz, Hatta ahşaptan olanı bile vardır 1 Sağda bir Sokak, solda bir sokak her yerde olağanüstü çitler görürsünüz. Çitlerin etrafını şerbetçi otu sarmıştır, üzerlerine saksı­lar asılmıştır, Ay çiçekleri, çitlerin arkasından, güneşe benzeyen başlarını gösterirler, kırmızı gelincikler görünür. Yer yer iri bal kabakları çarpar göze... Ne ihtişamdır bul Çitlerde her zaman, onlara daha da canlı görünüm kazandı­ran keten bir eteklik, gömlek yada şalvar sallanıp durur.
Mirgorod'da tek bir hırsızlık ya da dolandırıcılık olayına rastlanmaz. Çünkü herkes aklına ne gelirse onu asar çitlere...." (S.211)
Bu tasvirde, şehrin düzensizliği, pisliği, orada yaşayan halkın görgü kurallarından habersiz olmaları alay­lı bir üslupla anlatılmaktadır. Yazarın şehir halkını hicvettiği bir başka özellik ise, şehrin meydanındaki çukur­dur. Bütün bakımsızlık ve pislik yetmiyormuş gibi bir de meydanın tamamını kaplayan koca bir çukur vardır. Bu çukur şehir halkı tarafından âdeta bir anıt, bir maskot ya da şehrin en önemli özelliği olarak kabul edilmiştir. Şehir halkı bu çukuru o kadar benimsemişlerdir ki, meydanda bulunan bir bina denize bakar gibi bu çukura baktığı için şanslı bile sayılmaktadır. Yazarı hikâyeyi anlatan kişinin yaşadığı şehire duyduğu sevgi ve saflıktan yararlanarak bu çukuru şu şekilde hicvetmektedir:
"Meydana yaklaşınca, gördüğünüz manzaranın tadını çıkarmak için bir an mutlaka duraklarsınız. Meydanın tam ortasında çukur vardır. Ne şaşırtıcı bir çukurdur bu bilse­niz üstelik, o güne kadar, benzerini başka bir yerde görmemişsinizdir. Hemen hemen bütün meydanı kaplar. Uzaktan ot yığınına benzeyen, büyüklü küçüklü bütün evler, etrafı­nı sardıkları bu çukuru hayran hayran seyretmektedirler." (S.211)
"ölü Canlar"ın kahramanı Çiçikov'un, ölü mujikler satın almak amacıyla geldiği N... kasabası da aşağı yukarı aynı durumdadır. Çiçikov, kasabaya geldiği zaman etrafta gördükleri pek iç açıcı değildir. Taş evlerin gözü alan sarı renkleri, ahşap evlerin pis gri bir rengi vardır. Bu evlerin kaç katlı oldukları ise hiç belli değildir. Her taraf tabelalarla doludur. Sokak boyunca çitler sıralanmış­tır. Sokakların genişliği neredeyse, evleri gözden kaybe­decek kadardır. Ağaçlar büyümemiştir, parkın hali ise içler acısıdır. Gogol, kasabanın bu tasviriyle orada yaşayan halkın ilgisizliğini, düzensizliğini ve görgüsüzlüğünü tıpkı, Mirgorod'da olduğu gibi alaylı bir dille yansıtmak­tadır.
Bu türlü tasvirleriyle yazar, okuyucuyu yavaş ya­vaş kahramanlarında ortaya koyduğu bayağılıklara hazırlamak­tadır. Kahramanların yemeye, içmeye, giyinmeye ve rütbeye gösterdikleri aşırı düşkünlük, abartarak konuşma eğilimi, yalancılık dolandırıcılık, rüşvet gibi özellikler onun hi­kâyelerinde alaylı ve hicivli bir dille ele alınmış baya­ğılık örnekleridir.
Örneğin, "ölü Canlar" romanının kahramanlarından olan Sobakeviç yemeye aşırı düşkündür. Zaten yazar, Sobake­viç 'i tanıtırken onun bir ayıya benzediğini belirtir. Çiçikov'la sofraya oturduklarında Sobakeviç, yemek yene ko­nusundaki alışkanlığını ballandıra ballandıra anlatır.
".... örneğin bir domuz mu yiyeceğiz, tüm domuzu koydurturum masaya. Koyun varsa koyunun hepsini getirirler. Kazsa bütün kazı koydurturum. Ben iki çeşit yemek yerim ama canım ne kadar istiyorsa o kadar yerim...."(S.105)
Kahramanların oburlukları, Gogol'ün eserlerinde oldukça önemli bir yer tutar. Hatta yazar, "Eski Zaman Bey­leri" adlı hikâyesinin büyük bir kısmını bu konuya ayırmış­tır. Hikâyede hicvedilen bayağılık, yaşlı çiftin tek dü­şüncelerinin yemek yemekten ibaret olmasıdır.
Gogol'ün en çok üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de, kahramanlarının rütbeye gösterdikleri aşırı düş­künlüktür. Bunun en güzel örneği "Burun" hikâyesinde veril­mektedir. Hikâyenin kahramanını Kovalev Kafkasya'lı bir memurdur. Başkente geldiğinde, en büyük amacı vali yardım­cılığı ya da bakanlıklarda iyi bir görev almak ve yüksek rütbe elde etmektir. Kovalev, rütbeyi saygınlık kazanmak için değil gösteriş yapmak için istemektedir. Onun rütbe­ye duyduğu tutku şu sözlerle dile getirilmektedir:
".... Kovalev'in çok alıngan bir insan olduğunu belirtmek gerek. Hakkında ne söylenirse söylensin bağışla­yabilirdi, ancak rütbesiyle ünvanına bir şey söylendiğinde buna asla katlanamazdı....” (S.47)
Görüldüğü gibi Kovalev, rütbesini kişiliğinden bile üstün tutmaktadır. O, başkalarının kendi kişiliğine değil, rütbesine saygı göstermesini istemektedir.
Başka bir bayağılık türü olan rüşvetçilikle Gogol hem o dönem Rusya'sının bürotratik düzenini eleştirmekte, hem de rüşvet alan memurların ahlâk düşüklüğünü göstermek­tedir. Memurların rüşvet alma yönteminin en sistematik ör­neğini, "ölü Canlar" romanının kahramanı Çiçikov vermekte­dir. Çiçikov, adliyede memurluk yaparken kendisine gelen zor durumdaki ricalara sorunlarını çözümleyeceğini söyle­yerek umutlandırmaktadır. Ancak buna karşılık ricacıyı bir kaç gün oyalamakta ve en sonunda ricacıyı rüşvet vermeye razı edecek duruma getirmektedir. Rüşveti alırken, çeşitli bahaneler uydurarak kendi için değil sekreterlerle yazıcılar için aldığını söylemektedir. Böyle kurnazca bir oyuna başvuran Çiçikov aracılığıyla yazar, rüşvet yemenin o dönemde hemen hemen tüm memurlara özgü olduğunu göster­mektedir. Toplum ise, memurların rüşvet almadan iş yapma­malarını kabullendiği için eleştirilmektedir.
".... Ricacı artık akıllanmıştır: iş olacak mı olmayacak mı? Ağız aramaya başlar. Aldığı yanıt ise yazı­cılara bir kaç kuruş vermek gerektiğidir. "Niçin vermeye­yim ki? Yirmi beş kopek vermeye çoktan hazırım para veril­mesi gereken başka kim var?" "Hayır hayır yirmi beş kopek olur mu hiçi Yirmi beş ruble vermek gerekir." "-Yir­mi beş kopek yazıcılara verilir mi?" diye bağırır ricacı.
Niçin bu kadar heyecanlanıyorsunuz ki?” şeklinde karşı­lık verirler. "Yazıcılara yirmi beşer ruble vereceğiz geri kalanlar ise başkanlara verilecek...." (S. 244)
Gogol'e özgü tipik anlatım tekniklerinden bir başkası ise "kişileştirme sanatıdır. Yazar, cansız varlık­ları canlılara özgü nitelikler kazandırarak, insanları ve toplumu hicvedebilmektedir. Bu tekniğinin en başarılı ör­neklerini özellikle kasabaların tasvirlerinde görülmekte­dir.
"Araba" hikâyesinin başlangıcında yazar, olayın geçtiği B... kasabasının tasvirini yapar. Binalar, kasaba halkının hareketsizliği ve sessizliğine karşılık, âdeta canlı gibidirler. Hatta yazarın cansız varlıkları tasviri öylesine kuvvetlidir ki kasabanın gerçek sahipleri onlarmış gibi bir izlenim uyanmaktadır:
Şehirden geçerken sokağa inanılmaz derece­de ekşi ekşi bakan alçak, kerpiçten evlere gözünüz ilişir­se içinizden.... içinizden gelen duyguları kesinlikle an­latamazsınız.... Pazar meydanının da biraz lüzumlu bir görünümü yok değildi. hanis terzinin evi yüzü yerine köşe­sini vermiş bir halde aptal aptal bu meydana doğru uzan­mıştır...." (3.53)
"Kişileştirme" tekniğinin en ilginç ve komik olan örneği bir başka örneği ise "Burun" hikâyesinde verilmektedir. Коvalev'in yüzündeki yerinden ayrılan burun, üçüncü dereceden bir memur kılığında sahibinin karşısına çıkar. Hatta onun­la konuşur. Burun, hikâyede Kovalev'in elde etmek istediği yüksek rütbenin sembolüdür. Yazarın Kovalev'in burnuna üçüncü dereceden bir memur olarak kişilik kazandırmasının amacı, Kovalev'deki rütbe tutkusunu hicvetmektedir.
Gogol, "kişileştirme" tekniğinin ilk örnekleri­ni "Dikanka Hikayeleri"nde vermektedir. Bu eserde, Gogol "kişileştirme"yi metafizik varlıklara uygulamıştır. örne­ğin "Noel Arifesi" adlı hikâyede şeytan, tıpkı bir insan gibi tasvir edilmekte ve insanlarla kıyaslanmaktadır. Şey­tanın insanlarla kıyaslanmasının nedeni, insanları birta­kım özellikleriyle, kötülüğün hayali simgesi olan şeytan­dan pek de aşağı kalmadıklarını göstermektir. Bu hikâye­de şeytan insanın içindeki kötü eğilimlerin kişileştirilmiş bir sembolüdür.
Önden bakıldığında tam bir Almandır da, sürekli sağa sola dönüp duran, önüne çıkan herşeyi kokla­yan suratı, tıpkı bizim domuzlarınki gibi yuvarlak bir man­tar şeklinde sona eriyordu. Bacakları o kadar inceydi ki, eğer bu bacaklar Yareskov muhtarının olsaydı daha ilk ka­zaskada kırıverirdi. Ama arkadan bakınca üniformalı savcı yardımcısından farksızdı. Çünkü arkasında öyle uzun, öyle sivri bir kuyruğu vardı ki, son moda üniformalara konan yırtmaçları andırıyordu. Oysa çenesinin altındaki keçi sa­kalına, kafasında yükselen dimdik boynuzlara ve baca temizleyicisininki kadar kirli üstüne başına dikkat edilin­ce bunun bir Alman ya da savcı yardımcısı değil yalnızca bir şeytan olduğunu anlamak mümkündü...." (S.140-141)
Gogol'ün hikâyelerinde rastladığımız uygun sözcük seçimi, âdeta onun anlatım tekniğinin bir parçası haline gelmiştir. Çünkü yazar, son derece yerinde seçtiği tek bir sözcükle, hikâye kahramanlarının kaderlerinin ve iç dün­yalarının köklü bir değişime uğramasına neden olmaktadır. Gogol'ün sözcük seçiminde gösterdiği büyük ustalığın en güzel örneklerinden birini "İvan İvanoviç'le İvan Nikifo­roviç" hikâyesinde görüyoruz. İki arkadaşın birbirlerine küsmelerinin ve mahkemelere kadar düşmelerinin tek nedeni "kaz" kelimesidir. İvan İvanoviç İvan Nikiforoviç'ten tü­feğini ona vermesini istediğinde aralarında bir tartışma çıkar. Bu tartışma sırasında İvan Nikiforoviç arkadaşına "siz bir kazsınız!"der. "Kaz" sözünü duyan İvan İvanoviç buna çok gücenir ve iki arkadaşın arası bir daha düzelmemecesine bozulur. "Kaz" sözcüğünün önemsiz bir olayı büyük boyutlara götürmesinin nedeni, bu sözcüğün arkasın­daki gerçektir. Yani bu sözcük, İvan İvanoviç'in boş kafa­lı olduğunu en açık biçimde ortaya koymaktadır. Belinski' nin dediği gibi, "eğer başka bir kuş adı söyleseydi iki arkadaş küsmeyeceklerdi."
Buna benzer bir başka örnek "Bir Delinin Notları" adlı hikâyede yer almaktadır. Daire başkanının kızına âşık olan Poprişçin, hasta zihninin etkisiyle kızın köpeğinin bir başka köpekle mektuplaştığını ve bu mektupları ele geçirirse onun hakkında pek çok şey öğrenebileceğini sanır. Bir gün Poprişçin, köpeğin mektuplarını ele geçiriri Mek­tuplardan birinde Meci ondan da söz etmektedir. Ancak kü­çük köpeğin Poprişçin'den hiç hoşlanmadığı açıktır çünkü Meci onu "torbaya sokulmuş bir kaplumbağaya" benzetmekte­dir. Ruhsal dengesi zaten bozuk olan Poprişçin, bu mektu­bu okuduktan sonra bir köpeğin bile onun kişiğiline saygı duymadığını görerek kendisini iyice kaybeder. Onu akıl hastanesine kadar sürükleyen son damla, kaplumbağa sözcü­ğüdür.
Gogol'ün sözcük seçimindeki bu ustalığı, bazen tek bir sözcüğün bile insanların zayıf yönlerini ortaya çıkarmaya yeteceğini ortaya koymaktadır.
Gogol, bu bölümde ele aldığımız anlatım tekniklerini, hiciv alanında büyük bir başarıyla uygulamıştır.
Bu teknikler, 18.yy, ın ünlü hiciv yazarları tarafından da kullanılmıştır. Ancak birbirlerinin benzeri eserler vermek­ten öteye geçmemişlerdir. Gogol, bu sınırı aşarak 19.yy Rus edebiyatının hiciv sanatına yepyeni anlatım teknikleri ve değişik boyutlar getirmeyi başaran tek yazar olmuştur. Onun ortaya koyduğu anlatım teknikleri daha sonraki yıl­larda ün kazanan Saltıkov Şçedrin ve genç Anton Çehov ta­rafından benimsenmiştir. Ancak Gogol'ün, hiciv alanında gösterdiği dehanın bir benzeri daha yoktur.

Yazımızda, N.V. Gogol'ün sanatsal özelliklerinin önemli yönü olarak kabul ettiğimiz hiciv öğesi üzerinde dur­duk. Gogol'ün hikâye ve romanlarında, hiciv sanatının oda­ğını insan karakterindeki ve toplum yapısındaki kusurlar oluşturmaktadır.
Gogol'ün üzerinde durduğu insan kusurlarından bir tanesi, yiyeceğe düşkünlüktür. Yiyeceği düşkünlük konusunun ilk örneğini, "Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları" adlı eserinde görüyoruz. Hikâyeleri anlatan Arıcı Sarı Panko, ilk bölümün önsözünde yörenin geleneksel akşam toplantılarında yedikleri yemeklerden sözetmektedir. Panko, aynı zamanda, karısının yaptığı börek, çörek cinsi yiyeceklerin ne kadar lezzetli olduğunu anlatır. Hatta oku­yucuya hitap ederek, evine gelirse onu güzel yemeklerle ağırlayacağını belirtmektedir. İkinci bölümün önsözünde ise, bu toplantılarda bir araya gelenlerin genellikle yemek üze­rine tartıştıklarını ve hatta bunu bir kültür konusu olarak kabul ettiklerini görüyoruz.
Yemeğe düşkünlüğün, özellikle ele alındığı ve bir bayağılık örneği şeklinde hicvedildiği tek hikâye ise, "Es­ki Zaman Beyleri"dir. Tüm ömürlerini çiftlik sınırları içinde geçiren Pulheriya İvanovna ile Afanasi İvanoviç'in en büyük zevkleri yemek yemektir. Evdeki hareketin ve koşuşturmanın tek nedeni, yemektir. Bunun dışında yaşlı çiftin yaşamı son derece sessiz ve tekdüzedir. Bir günü yedi hatta sekiz öğüne bölen bu kahramanlarda, yemek yeme­nin âdeta bir alışkanlık haline geldiğini görüyoruz. Gece­leri uyuyamamaktan yakman Afanasi İvanoviç'le Pulheriya İvanovna, bunun nedeninin büyük bir olasılıkla fazla yemek­ten olabileceğini hiç düşünmemekte ve çareyi yine bir şey­ler yemekte aramaktadırlar.
Yemek düşkünlüğünün en üst düzeye ulaştığı karak­ter ise "ölü Canlar" romanında karşımıza çıkan Sobakeviç-' tir. Bir oturuşta, bütün bir koyunun neredeyse tamamını yi­yen Sobakeviç bundan büyük bir zevk almaktadır.
Gogol'ün hikâye ve romanlarında görülen bir diğer bayağılık konusu ise, insanların şıklığa ve giyme düşkün­lükleridir. Gogol'ün eserlerindeki kahramanlar çoğunlukla giyimi ya da şık olmayı saygınlığın bir ölçütü olarak gör­mektedirler. Bunun örneklerinden bir tanesi, yine Arıcı Sarı Panko'nun ilk önsözünde verilmektedir. Akşam toplantı­larına katılan kişilerden sözederken Panko köyün zangocu Foma Grigoryeviç'i tanıtır. Ancak Panko bize, köy zangocu­nun davranışlarını, karakterini ya da inançlarını anlat­mak yerine sadece onun evdeyken ya da bir yere giderken na­sıl giyindiğini tarif eder. Kısacası karşımızda, köy zango­cunun kişiliği yerine, giyimiyle ün yapmış bir kişi durmak­tadır. Panko'nun da ona saygı duymasının nedeni, onların bulunduğu çevrenin ölçülerine göre, köy zangocunun iyi gi­yinmesidir. Aynı eserde yer alan "Noel Arifesi" adlı hikâyede ise, Panko olaylardan daha önemli bulduğu giyim konu­sundan yine söz etmeye başlar. Köyde kimin ne giydiğini, ne diktirdiğini uzun uzun anlatan Panko bu haliyle Gogol'ün tasvir ettiği Ukrayna yöresi halkının dedikoduya meraklı, sürekli başkalarının ne yaptığıyla ilgilenen tipik bir sem­boldür.
"ölü Canlar" romanının kahramanı, Çiçikov da gi­yime son derece düşkündür. Giyimine büyük özen gösteren Çiçikov için, bu durum ruhsal temizlikle eş anlamdadır.
Giyim konusunun trajik bir örneğini ise, "Palto" hikâyesinde görüyoruz. Yeni bir giyim eşyasına sahip ol­manın insan ruhu üzerindeki etkisini Gogol, bu hikâyede büyük bir başarıyla dile getirmiştir. O güne kadar insan içine çıkmayan, arkadaşları tarafından dışlanan Akaki Aka­kiyeviç yeni paltosunu giydiğinde toplum için girmeyi ba­şarmış hatta kendine olan güveni yerine gelmiştir. Arkadaş­ları ise yıllarca hiç yapmadıkları bir şeyi yaparak, Akaki Akakiyeviç'in yeni paltosu şerefine davet düzenler. Bu hi­kâyede, ancak yeni bir palto sayesinde kendine güven duy­maya başlayan Akaki Akakiyeviç ve giyme önem veren toplum hicvedilmektedir.
Gogol'ün kahramanları arasında, gösterişe düşkün olanlar da vardır. Gösterişe düşkün insanların hicvedildiği en güzel hikâye "Araba"dır. Eserde iki tane gösteriş meraklısı kahraman vardır ve ikisi de bu konuda son dere­ce ustadırlar. General güzel atıyla gösteriş yaparken
Çertokutski de ata karşılık Venedik işi arabasını ileri sür­mektedir. Ancak Çertokutski'nin gösteriş merakını, abartma huyunun tamamladığını belirtmek gerekir.
Gogol'ün hikâyelerinde işlediği, en büyük bayağı­lık konularından bir başkası da kahramanların yüksek rüt­benin hâkimiyetine duydukları inanç ve yüksek rütbe elde etmek tutkusudur. Gogol bu konuyu en ayrıntılı bir biçimde iki hikâyesinde incelemiştir. Bu hikâyelerden bir tanesi "Burun", diğeri ise "Bir Delinin Notları"dır.
"Burun" hikâyesinde, Gogol'ün konuya yaklaşımı tamamen hicivsel bir anlayışla doludur. Hikâyenin kahrama­nı rütbesini gururu yerine koymuştur. Kişiliğine hakaret edilince buna hiç sesini çıkarmayan Kovalev, rütbesine en ufak bir söz söylendiğinde büyük bir öfkeye kapılmaktadır. Onun için rütbe her şeyden daha önemlidir. Kahramanın bu tutkusu öyle bir düzeye ulaşmıştır ki burnunun yerinden ay­rılarak, etrafta üçüncü dereceden bir memur kılığında do­laşırken bulur. Kovalev burnunu, yakaladığı zaman "herke­sin yerini bilmesi gerek bayım" derken, gerçekte, üçüncü dereceden memur rütbesi almanın kendi hakkı olduğunu belirt­mektedir. Gogol "Burun" hikâyesinde, yüksek rütbeyi sade­ce gösteriş yapmak ve rahat bir yaşam sürmek amacıyla is­teyen kişileri hicvetmiştir.
"Bir Delinin Notları"nda rütbe tutkusu, daha tra­jik bir açıdan ele alınmıştır. Hikâyenin kahkamanı Popriş­çin, küçük rütbeli bir memur olduğu için dairedeki herke­sin özellikle de bölüm şefinin ezdiği bir kişidir. Kimse­nin ona saygı duymadığından yakınmaktadır. Poprişçin, yük­sek rütbeyi sadece kişiliğine saygı duyulması için istemek­tedir. Yüksek rütbeyle yaptığı savaşta, en büyük düşmanı onu her an hor gören bölüm şefidir. Poprişçin, bölüm şe­fine duyduğu öfkeyi dile getirirken sözlerinin uyandırdı­ğı etki hem güldürücü hem de acıklıdır.
Gogol, özellikle bu ikinci hikâyesinde kahramanıy­la birlikte, onun aklını yitirmesine neden olan ve yüksek rütbenin hâkimiyetine inandıran toplum koşullarını hicvetmiştir.
Gogol'ün hicvinin odak noktalarından birini de rüş­vetçiliğin oluşturduğunu görüyoruz. Memurların rüşvet alma­larıyla ilgili hicvin en belirgin, ilk örneği "İvan İvano­viç'le İvan Nikiforoviç" adlı hikâyede verilmektedir. Bire­birine küsen iki arkadaşın başından geçenleri anlatırken hikâyeyi aktaran kişi kasaba mahkemesinin binasından da söz eder. Burada görevli memurların rüşvet aldıklarına dair ilk belirti binanın sahanlığında "ricacıların unuttukları" yiye­cek cinsi şeylerdir.
Gogol, rüşvetçilik sorununa en ayrıntılı biçimiy­le "ölü Canlar" romanında yer vermiştir. Romanın kahramanı Çiçikov'un geçmişini anlatırken yazar, onun memurluk yap­tığı yıllara da değinir. Bu bölümde yazar, Çiçikov'un me­murluk görevindeyken ricacılardan nasıl rüşvet alındığını alaylı bir dille ortaya koymuştur. Ayrıca Çiçikov'un top­rak sahiplerinden ölü mujikler satın alma işini yasallaş­tırmak için gittiği, adliyede çalışan görevli memurların hiç çekinmeden rüşvet aldıklarını ve rüşvet verenlerin de bunu soğukkanlı bir tavırla karşıladıklarını görüyoruz.
Gogol, bürokrasi ve rüşvetle ilgili hicivlerinde toplum düzeninin aksayan yönlerinden birini ortaya koymuştur.
Gogol eserlerinde gördüğümüz kimi zaman acımasız­laşan, kimi zaman ise yumuşak bir alay havası taşıyan hi­civ sanatıyla Rus edebiyat tarihinde, üzerinde en çok tar­tışılan sanatçılardan biri olmuştur. Çağdaşlarından bir kısmı, Gogol'ü insanları ve toplumu alaya almakla, kusurlu tipler yaratmakla suçlamışlardır. 19.yy'ın en ünlü Rus eleştirmeni Belinski ve çevresindekiler ise genç yazarı büyük şehirlerdeki yaşantının ve düzenin ezdiği "küçük adam"m edebiyattaki temsilcisi, toplumsal kurallardaki ve devlet mekanizmasındaki çarpıklıkların amansız tasvircisi kabul etmekteydiler. Aynı zamanda, Rus toplum yaşamının böyle bir cesaretle eleştirilip alaya alınmasının olumlu bir gelişim olduğu inancıyla, Gogol'ün eserlerini toplumsal açıdan değerlendirmeyi uygun görmüşlerdir.
Gerçekten de, Gogol'ün hikâye ve romanlarına ba­kılınca tasviri yapılan bayağı insan tipleri, toplum düze­nindeki çarpıklık ya da eksikliklerin sonucu olarak görü­lebilir. Bürokratik düzendeki aksaklıklar, önemli düzeyler­de görevli kişilerin ahlâksal düşüklükleri, kayıtsızlıkla­rı, büyük şehirlerin acımasız kurallarının "küçük adamı" ne hale getirdiği Gogol'ün sık sık üzerinde durduğu, hic­vetmekten kaçınmadığı konular arasındadır. Bir hiciv yazarı olarak, Gogol'ün içinde yaşadığı toplumu ve çağını eleştir­mesi kaçınılmaz bir durumdur.
Ancak, Gogol'ün eserlerinde ortaya koyduğu tek hedefi, toplumsal çarpıklıkları göstermek değildir. Hikâ­ye ve romanlarındaki en önemli bir başka hedef de insanın kendisidir. Gogol, tüm eserlerinde insanı insana tanıtmak­ta zayıflık, kusur ve bayağılıklarıyla insanı gözler önüne sermektedir. Yazarın, insan doğasında bulunan kusurlara göz yumamadığını "ölü Canlar" için yazdığı mektuplarından anlı­yoruz. O bu kusurları "duygusal bir hakaret getiren, öldü­rücü düşmanlar" olarak nitelendirirken, "onları nefretle, alayla ve elime geçen her türlü silâhla izliyorum" demek­tedir, Gogol, biraz abartarak biraz da gülünçleştirerek başkalarının fark etmediği bayağılık ve kusurları insanla­ra göstermeyi, sanatının amacı olarak kabul etmiştir. Çünkü Gogol, her şeye rağmen insanın üstün gücüne ve insan doğa­sına derin bir inanç duymaktadır, "Hayır, insan duygusuz bir varlık değil, eğer ona sorunu olduğu gibi gösterirsen harekete geçecektir, üstelik eskisinden daha çok hareketlenecektir. Çünkü doğa onu esnek yaratmıştır...." derken insanı harekete geçirecek etkenin kendi eserlerinde var olduğunu kastetmekte ve böylece sanatının amacını vurgu­lamaktadır.
Gogol'ün eserlerinde hicvettiği insan kusurları, sadece kendi içinde yaşadığı çağın ya da toplumun kusurları değildir. Bu kusurlar her çağda ve insan yaşamının her evresinde görülebilecek türdendir.

BİBLİYOGRAFYA
1.     Gogol V russkoy kritike. Sbornik statyeyy Gosudarstvennoe izdatelstvo Hudojestvennoy Literaturı, Moskova 1953.
2.     Gogol v skole. Sbornik statyey pod redaktsiyey deystvitelnogo çlena APN RSPSR Prof. V.V.Golubkova i kandidata filologiçeskih nauk A.N. Dubovnika. tzdatelstvo Akademi! Pedagogiçeskih Nauk RSFR, Moskva 1954.
3.    GİPPİUS, V., Gogol. İzdatelstvo "Misi", Leningrad' 1924. Reprinted by Brown University Press Providence, Rhode Island.
4.    SLONİMSKİ, A.L., Tehnika komiçeskogo и Gogolia. Intro— duction by Donald Fanger, Brown University Slavic Reprint II 1969.
5.    EYHENBAUM, В., o proze. Sbornik statyeyy İzdatelstvo "Hudojestvennaya Literatura" Leningradskoe otdelenie, Leningrad 1969.
6.    ÇERNİŞEVSKİ, N.G., Oçerki gogolevskogo perioda russkay literaturı. Gosudarstvennoe İzdatelstvo Hudojestvenoy Literaturı, Moskva 1953.
7.     Bolşaya Sovetskaya Entsiklopediya. Vavilov, S.l. Gosudarstvennoye İzdatelstvo "Hudojestvennaya Literatura", Moskva 1949.

Kaynak:
Zeynep GÜNAL, N.V.Gogol'ün Hikaye Ve Romanlarında Hiciv Sanatı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi Batı Dilleri Ve Edebiyatları Bölümü (Slav Dilleri Ve Edebiyatları Anabilim Dalı) Ankara, 1988

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar