N.V.GOGOL'ÜN HİKÂYE VE ROMANLARINDA HİCİV SANATI
Hazırlayan: Zeynep GÜNAL
19.yy. Rusya'sının en büyük
yazarlarından biri olan N.V.Gogol'ün, Rus edebiyatında çok önemli bir yeri
vardır. Gogol, yalnızca düzyazı alanında yeni bir dönem başlatmakla kalmamış,
aynı zamanda özgün bir hiciv sanatının temellerini ortaya koymuştur. Yazarın
yaşamı boyunca verdiği eserlerin en önemli Özelliklerinden birini hiciv sanatı
oluşturmaktadır. Biz de tezimizde yazarın hikâye ve romanlarının en önemli
özelliklerinden sayılan ve onu M.Y. Lermontov, L.S.Turgenev, L.N. Tolstoy ve
F.M. Dostoyevski gibi 19.yy.ın ünlü yazarlarından ayıran, hiciv sanatı üzerinde
durmayı amaçlıyoruz.
Yazımızın birinci bölümünde,
Gogol'ün düzyazı alanında verdiği ilk eseri olan “Dikanka Yakınlarındaki Bir
Çiftlikte Akşam Toplantıları" adlı toplu hikâyelerini incelemeye
çalışacağız, Gogol'ün iki bölümden oluşan bu eserinin her cildinde dört hikâye
ve birer önsöz yer almaktadır. "Dikanka Hikâyeleri"nde Gogol,
Ukrayna yöresinin inanışlarını, efsane ve geleneklerini hicvetmektedir. Efsane
ve inanışlar eserde ön planda tutulduğu için, konular büyük ölçüde fantaziye
dayalı bir temel üzerinde gelişmektedir. Gogol, bu eserde kocaman masal
dünyasını gözler önüne seren dâhi bir çocuk yazar gibidir. Romantik akımın
etkisini taşıyan bu eserde trajik ve gülünç öğeler ayrı ayrı hikâyeler içinde
yer almaktadır. Bölgesel bir özellik taşıyan bu eserinde Gogol, hiciv sanatının
temellerini belirlemiştir.
İlk
bölümde inceleyeceğimiz ikinci eser "Mirgorod" adı altında toplanmış
hikâyelerden oluşmaktadır. Hiciv sanatı açısından kitabın en güzel örnekleri,
"Eski Zaman Beyleri" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in
Nasıl Küstüklerinin Hikâyesi" adlı iki eserde toplanmıştır. Hikâyelerin
fonu yine Ukrayna yöresidir. Ancak bu kez yazar, hicivnin ağırlık merkezini
bölge halkının günlük yaşamı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Konular gerçeğe daha
yakındır. "Dikanka Hikâyeleri"nde ayrı ayrı ele alman trajik ve
gülünç öğeler, ilginç bir üslupla ve hicivsel bir anlayışla bir araya getirilmişlerdir.
Yazarın Rus edebiyatında, "gözyaşları arasında gülme" olarak
adlandırılan geleneksel üslup özelliği, ilk kez bu eserde kendini göstermiştir,
Gogol, aynı zamanda "poşlost" poshlust yani
bayağılık kavramının insan karakterinde kazandığı biçimi, yine ilk kez bu
eserinde ortaya koymuştur.
Yazımızın ikinci bölümünü
"Peterburg Hikâyeleri" oluşturmaktadır. "Peterburg
Hikâyeleri"ni Gogol'ün 1827 yılında kısa bir süre yaptığı memurluk
döneminin etkisiyle yazmış olduğunu düşünmek mümkündür, "Peterburg
Hikâyelerinde büyük şehirlerin, özellikle, başkent Peterburg'un yaşantısı ele
alınmaktadır. Ancak Gogol, bu yaşantıyı "zavallı, küçük adam"ın
sembolü olan memurlar açısından incelemiştir, bu hikâyelerde yüksek rütbeye ve
soyluluğa önem veren büyük şehir kurallarının küçük memurlar üzerindeki etkisi
yansıtılmaktadır. Hikâyelerdeki memur tiplerinin bazıları şehir yaşamının
haksızlıklarına ve zorluklarına karşı sessiz bir isyan halindeyken, bazıları
içe kapanıp toplumdan uzaklaşmak zorunda kalmışlardır. Bazı memur tipleri ise
topluma kabul edilmenin, saygı kazanmanın yolunu yüksek rütbede aramaktadır.
Gogol, "Peterburg Hikâyeleri"nde "zavallı, küçük memur" un
yaşam biçimini anlatırken, sadece çetin kuralların hâkim olduğu büyük şehir
yaşantısını hicvetmekle kalmaz. Yazar, en acınacak durumdaki kahramanında bile
gülünmesi, hicvedilmesi gereken bir yön bulabilmiştir. Gogol'ün "Peterburg
Hikâyeleri "nde hicvinin odak noktasını büyük şehirde yaşayan küçük insan
teması oluşturmaktadır.
Yazımızın üçüncü bölümünü/Gogol'ün
son eseri olan "ölü Canlar" romanı oluşturmaktadır, "ölü
Canlar"da Gogol, sanatsal olgunluğunun doruğuna ulaşmıştır. Bu romanda
yazar bir yöreyi ya da bir şehri değil, tüm Rusya'nın bir tablosunu gözler
önüne sermektedir. Çünkü Gogol daha önceki eserlerinde ayrı ayrı ele aldığı
kahramanları ve olayları, "ölü Canlar" da eşsiz bir biçimde biraraya
getirilmiştir. Toprak sahipleri başta olmak üzere memurlar, yöneticiler,
kasabanın soyluları ve köylüler aracılığıyla yazar, yaşadığı çağın Rusya'sını
hicvetmektedir.
Dördüncü ve son bölümde ise
Gogol'ün hiciv sanatının anlatım teknikleri üzerinde durulacaktır. Yazar, anlatım
tekniğinin temellerini de ilk eseri olan "Dikanka Hikâyeleri "nde
belirlemiştir. Gogol, daha önceki dönemlerde yetişen yazarların kullandığı
anlatım tekniklerini, tamamen kendine özgü bir biçimde ele almış ve geliştirmiştir.
Yazımızda N.V.Gogol'ün, bugüne
kadar Türkiye'de inceleme konusu olarak ele alınmamış hiciv sanatı üzerinde
durmaya ve eserlerinde ortaya koyduğu insan doğasına özgü kusurların, her çağda
geçerliliğini koruduğunu göstermeye çalışacağız.
Zeynep Günal
Ankara 1988
Ankara 1988
Nlkolay Vasilieviç Gogol 1809
yılında Poltava eyaletinin Soroçinets kasabasında dünyaya geldi. Çocukluk yılları
babasının, Mirgorod'un Vasilyevka köyündeki çiftliğinde geçti, 1818 yılında
öğrenimine Poltava eyaletinde başlayan Gogol, 1821'de ise Nejin Yüksek İlimler
lisesine girdi. Lisede geçirdiği bu yıllar içinde Gogol'ün çok yönlü yetenekleri
olduğu ortaya çıktı. Bu dönemde bir kaç şiir, "Haydutlar"
(Razboyniki) adlı bir trajedi, tarihi bir hikâye olan "Tverdoslaviç
Kardeşler"i (Bratya Tverdoslaviçi) ve "Nejin Hakkında Birkaç söz veya
Delilere Kanun Yazılmamıştır. (Neçto o Nejine ili durakam zakon ne pisan)adlı
bir hiciv eseri yazdı. Ancak bu eserler, günümüze kadar gelememişlerdir. Gogol
Nejin lisesinde öğrenimine devam ederken, Rus edebiyatında çeşitli çalkantılar
yaşanmaktaydı. Klâsizm yerini yavaş yavaş yeni ekollere bırakıyordu. Liseye,
A.S. Puşkin'in "Evgeni Onegin" adlı manzum eserinin dergilerde
yayınlanan bölümleri getirilmekteydi. Okuldaki Alman Öğretmenler ise, daha çok
Goethe ve Jean Paul'ün eserlerini okutmaktaydılar. Tüm bu etkiler altında.
Gogol'ün 1826 dan sonra yazdığı mektuplarda mizah anlayışı, güzel söz söyleme
sanatının yerini almıştır.
Gogol'ün sanat anlayışı, Nejin
Lisesindeyken oluşmaya başlamıştır. Edebiyatın yanısıra Gogol'ü çeken bir sanat
türü daha vardı: tiyatro. Okulda verilen piyeslerde Gugol, büyük bir zevkle rol
alıyordu ve genellikle l.A. Krılov, D.İ. Forvizin gibi 18.yy. m ünlü hiciv
yazarlarının eserlerindeki tipleri canlandırmayı tercih etmekteydi.
Gogol, 182 9 da liseyi bitirdikten
sonra hem edebiyat çalışmalarını sürdürmek, hem de topluma hizmet etmek amacıyla
başkent Peterburg'a yerleşti. Bir kaç ay sonra da V. Alov adı altında ilk nazım
eseri "Gants Kühelgartsen" yayınlandı.
Ancak genç yazar, bu eseriyle
umduğu başarıyı elde edemedi. Eski romantik anlayış içinde yazılmış olan poem,
eleştiri dünyasında çok sert karşılandı. Hem Gogol'ün yeteneği, nazım türü
eserler yazmaya uygun değildi hem de eser Rus yaşantısından çok Alman
yaşantısını yansıtıyordu. Büyük bir hayal kırıklığına uğrayan genç yazar
"Gants Kühelgartsen 'in kitapçılardaki örneklerini topladı ve hepsini
yaktı.
Gogol, Peterbug'ta yaşadığı bu
yıllarda küçük bir memurluk görevine girdi. Aynı zamanda Gogol, güzel sanatlar
Akademisine gidiyor ve resim sanatıyla ilgileniyordu. Peterburg'ta sürdürdüğü
bu yaşantı, onun edebiyat dünyasına yeni tipler kazandırması bakımından hayli
ilginç malzemeler sağlamıştır.
Kendisinden önce Ukrayna'yla ilgili
eserler yazan sanatçıları örnek alarak, Ukrayna hakkında edindiği bilgilileri
büyük bir ustalıkla kullandı, 1829 da "Veçera na hutore bliz Dikanki"
(Dikanka Yakınlarındaki Bir çiftlikte Akşam Toplantıları) adını verdiği
düzyazı eserini tamamladı. 1831 yılında eserin ilk bölümü, 1832 yılında ise
ikinci bölümü yayınlandı. . “Dikanka Hikâyeleri" Gogol'ün Peterburg
edebiyat çevresiyle yakınlaşmasını sağladı. V.A.Oukovski, P.A.Pletnev ve daha
sonra kişiliğinde, arkadaş ve öğretmen bulduğu ünlü şair A.S.Puşkin'le tanıştı.
"Dikanka Hikâyeleri"
eleştiri dünyasında büyük bir hayranlık uyandırdı, özellikle, Belinski ve
çevresindekiler bu genç yeteneğin eserini göklere çıkardılar.
"Dikanka"yı büyük bir heyecanla karşılayan Puşkin arkadaşı A.F.
Voyevkov'a yazdığı mektupta (1832) şunları söylemekteydi.
"....Dikanka'yı şimdi bitirdim. Eser hayrete düşürdü beni. İşte
gerçek, içten, yapmacıktan uzak neşe buna denir. Nasıl bir şiirdir bu, nasıl
bir duygusallıktır? Bu hikâyeler şimdiki edebiyatımızın o kadar dışında ki
halkı bu neşe dolu kitapla kutluyor, tüm içtenliğimle genç yazarın
başarılarının devamını diliyorum...."
"Dikanka" hikâyeleri
Gogol'ün sadece Rusya'da değil diğer Slav ülkelerinde de büyük bir ün
kazanmasını sağladı.
1832 de Gogol M.P.Pogodin ve S.T.
Aksakov'la, ünlü aktör M.S. Sçepkin'le, Ukrayna folklor uzmanı M.A Maksimoviç'
le tanıştı. Edebiyat çalışmalarının yanısıra Gogol Ukrayna tarihi ve genel
tarihle ilgilendi. 1834 yılında arkadaşı Pletnev'in aracılığıyla, Peterburg
üniversitesinin Tarih bölümünde profesör oldu. Ancak öğretmenlikte başarı
gösteremediği için, 1835 te Gogol üniversiteden ayrıldı. Gogol, bu sıralarda
tarih üzerine yaptığı çalışmaları "Arabeski" adı altında toplayarak
bir gazetede yayınladı. Bu makaleler arasında "Ortaçağ Hakkında" (O
srednih vekah), "Genel Tarih Dersinin öğretimi" (O prepodavanii
vseobşçey istorii) ve "Al-Mamun" gibileri sayılabilir Yazarın Ukrayna
tarihi ile ilgili incelemeleri ve Ukrayna halk şarkıları derlemesi "Taras
Bulba" adlı uzun hikâyesi için yeterli malzeme sağladı. 1835 yılının
başında, "Taras Bulba"nın da içinde yer aldığı "Mirgorod"
adlı bir hikâye kitabı yayınlandı. Gençlik döneminin başlangıcında yazdığı en
üstün eser sayılan "Mirgorod"u Gogol; sanatının yeni bir dönemi
olarak kabul etmiştir. "Mirgorod" hikâyelerinde tasvir edilen ortamın
genişlemesi, her hikâyenin kendine özgü içeriği, karakterlerin netliği,
işlenişlerindeki derinlik, olayların anlatım biçiminde göze çarpan açıklık ve
bütünlük yazarın dilindeki nüansların çeşitliliği kısaca her şey Gogol'ün sanat
gücündeki olağanüstü gelişmeyi göstermektedir. Eserin en Önemli yönlerinden
bir tanesi de, Gogol’ü Rus edebiyatında yeni bir dönemin başına
koyan ve en etkili edebiyat akımının kurucusu yapan özelliklerini büyük bir
güçle yansıtmasıdır.
"Mirgorod" adlı kitabın
içinde yer alan hikâyelerden "Taras Bulba" Rus eleştiri sanatında
"Rus Homeri" şeklinde adlandırılırken, İvan İvanoviç'le İvan
Nikiforoviç'in
Nasıl Küstüklerinin Hikâyesi"
ve "Eski Zaman Beyleri" "göz yağları arasında gülme" deyimiyle
karakterize edilmiştir. Kitaptaki son hikaye ise "Viy" dir.
"Viy" fantastik bir atmosfer içinde geliştiği için, "Dikanka
Hikâyeleri"yle "Mirgorod" hikâyeleri arasında bir geçiş niteliği
taşımaktadır.
1836 yılında Puşkin1in
etkisiyle " Sovremennik" gazetesinde çalışmaya başlayan Gogol, burada
"Araba" (Kolyaska) ve "Burun" (Nos) hikâyeleriyle çeşitli
makalelerini yayınlama olanağı buldu. Yazar, aynı yıl "Nevski Caddesi"
(Nevski prospekt), "Portre" (Portret), "Palto" (Şinel) ve
"Bir Delinin Notları" (Zapiski sumasşedşego) adlı hikâyelerini
yazdı. "Burun" ve "Araba" dahil olmak üzere bu hikâyeler,
"Peterburg Hikâyeleri" adı altında toplanmıştır.
Bu hikâyelerden bazılarında
"zavallı, küçük adam"ın büyük şehirlerdeki dramı dile
getirilmektedir. Bu tema özellikle, "Palto" ve "Bir Delinin
Notları"nda büyük bir güçle yansıtılmıştır. Gogol'ün "zavallı, küçük
adam" tipini, küçük rütbeli memurlar simgelemektedirler.
Küçüklükten itibaren tiyatroya
duyduğu ilgi, Gogol' ün 1833 ve 1836 yılları arasında ortaya koyduğu
eserlerinde kendini açıkça göstermektedir, "3. Derece Vladimir
Nişanı", "Bir Evlenme" ve "Müfettiş" yazarın tiyatro
eserlerinin en tanınmışlarıdır. Bu eserler insanoğlunun dramı, yaşamın tasviri
ve sosyal hiciv üstüne kurulmaz Rus güldürü sanatının ileri dönemlerdeki
gelişimine ilişkin ilk işaretler sayılmaktadır. Gogol'ün "3. Dereceden
Vladimir Nişanı" adlı güldürüsü, yarım kalmıştır. 1835 te
"Nişanlılar" olarak başladığı, daha sonra “Bir Evlenme” adını
verdiği güldürüsü bittiğinde Gogol eserin kopyalarını, düşüncelerini söylemesi
için Puşkin'e verdi. Gogol, ayrıca Puşkin'den yeni başlayacağı başka bir eseri
için "saf Rus fıkrası" denebilecek bir konu vermesini istedi. Aynı
yıl yazar, arkadaşı Pogodin'e "şimdi daha fazla güleceksiniz. Hazır olun
yeni bir güldürü geliyor." diyordu. Konusunu büyük şair Puşkin'in verdiği
ve Gogol'ün şaheserlerinden sayılan "Müfettiş" güldürüsü, böylece
doğdu. "Müfettiş" 1836 yılında, önce Peterburg’un
"Aleksandrinski Tiyatrosu"nda daha sonra ise Moskova'da sahnelendi.
özellikle, bürokratik düzenin eleştirilmesi yönetimin ileri gelenleri
tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı, ünlü eleştirmen V.G. Belinski'yle
çevresindekiler ise "Müfettiş" adlı bu tiyatro eserini ve yazarını
göklere çıkarıyorlardı. Onların övgülerine karşın Gogol,
"Müfettiş"le umduğu başarıyı elde edemedi. Aktör M.S. Sçepkin'e
"Oyunun etkisi büyük ve gürültülü oldu. Herkes bana karşı memurlar, yaşlılar
ve saygın insanlar, çalışan kişiler hakkında böyle konuşmaya kalkıştığım için,
dünyada bana göre kutsal bir şey kalmamış olduğunu söylemeye başladılar.
Polisler, tüccarlar, edebiyatçılar herkes herkes bana karşı.... Artık komedi
yazarı olmak ne demekmiş çok iyi anladım. En ufak bir gerçek sergilendiğinde,
sadece bir kişi değil tüm kitle sana karşı çıkıyormuş" diyerek
duygularını belirtmiştir.
"Müfettiş" le gelen
hayal kırıklığını hafifletmek için Gogol 1836 da Rusya'dan ayrılarak İsviçre'ye
gitti.
Konusunu yine Puşkin'in verdiği
"ölü Canlar" (Mertvieduşi) adlı romanı üzerinde çalışmaya başladı.
1837 de Paris'e geçen Gogol, burada Puşkin'.in ölüm haberini aldı. En iyi
dostunun, yol göstericisinin ölümü Gogol'ü derinden sarstı. Ancak "ölü
Canlar"ı onun kendisine bıraktığı bir vasiyet olarak kabul ederek roman
üzerinde azimle çalışmaya devam etti. Gogol aynı yıl Roma'ya gitti. İtalya
Gogol'ün yeni yurdu olmuştu: "Burada doğdum. Rusya, Peterburg, kötü insanlar,
Kürsü, tiyatro herşey artık benim için bir rüya oldu. Yurdumda yeniden doğmuş
gibiyim. Ruhumda gökyüzü ve cennet var sanki... hiç bu kadar neşeli, yaşamımdan
memnun hissetmemiştim kendimi. "Roma, Gogol için sadece güzel bir doğa
parçasından ibaret değil, aynı zamanda bir müzeydi. Burada bulunan Rus
ressamlarıyla tanıştı, kendisi de resim yapmaya başladı. Yurt dışında kaldığı
bu ilk üç yıl Gogol'ün yaşantısında estetizmin hâkim olduğu bir devredir.1
1839 yılında Zaporojye
kazaklarının yaşamını anla-* tan bir kitaba başladı ancak başarısız olduğunu
düşünerek yaktı. Artık Gogol için tek amaç, "ölü Canlar" romanını yazmak
olmuştu. 1839 Eylülünde Gogol, kısa bir süre için Moskova'ya geri döndü.
Rusya'da kaldığı süre içinde izlenimleri daha da gelişti. 1840 ta tekrar
İtalya'ya geçti ve "ölü Canlar"ın ilk cildini bitirdi. Eseri 1841 de
Rusya'ya götürdüğünde Moskova'ya gelen Belinski'yle karşılaşınca, ondan el
yazmalarını Peterburg komitesine götürmesini istedi. Mayıs 1842 de ilk cildi
çıkan "ölü Canlar" romanı, ilerici görüşlere sahip edebiyatçılar
arasında çok olumlu bir etki yarattı. Hem batılı hem de Slavist eleştirmenler
romanı, gerçekçi ve acıklı şiddetliliğiyle değerlendirip kabul ettiler.
Subjektivizmin üstünlüğü ve yüksek
lirik coşku, herkesten çok Belinski'yi etkilemişti. Romanda ön plânda tutulan
tipler Gogol'ün deyişiyle, "birkaç çirkin toprak sahibi"dir.
"ölü Canlar" da,
Gogol'ün sanatını oluşturan tüm özellikler biraraya getirilmişlerdir. Bu
nedenle romanı Gogol'ün sanat yaşamının doruğu olarak nitelendirmek gerekir.
1842 yılında Gogol tekrar yurt
dışına gitti, "ölü Canlar"ın ikinci cildi üzerindeki çalışması,
yazarı memnun etmediği gibi yıpranmış moralinin daha da zayıflamasına neden
oluyordu. Zaman zaman içinde büyük bir güç hissederek, çalışmaya tekrar tekrar
başlıyor ve arkadaşlarına üstün bir eser ortaya koyacağına dair vaatte
bulunuyordu. 1845 yılının sonunda ikinci cildin bir kaç bölümünü yaktı. Aynı
yıl Gogol, "Dostlarla Yazışmalar" adlı eserini yayınladı. Daha önceki
eserlerinde ortaya koyduğu düşüncelerinin, tam tersi bir tutum içinde olduğu
gerekçesiyle, yazarın "Dostlarla Yazışmalar" kitabı büyük tepkiler
aldı. Bu tepkiler Gogol'ü çok sarstı. Hemen hemen "Dostlarla
Yazışmalar"da ortaya konan fikirlere paralel düşüncelere sahip Serebreyev
ve Aksakov bile eseri "zararlı, görgü dışı" diye yorumluyorlardı.
Gogol eserinin, içinde yarattığı üzüntüyü Jukovski'ye şöyle anlatmaktaydı:
"Kitabın yayınlanması tam bir darbe oldu: halka, arkadaşlarıma inen bir
darbe, benim içinse en büyük darbe...."
"Dostlarla Yazışmalar"!
alaylı bir biçimde şeytan işi olarak nitelendiren Pavlov'un eleştirisini Gogol
yine alayla geçiştirmişti. Ancak Gogol'ü en çok üzen Belinski'nin
eleştirisiydi. 1847 de Gogol'e yazdığı mektupta Belinski yazara ağır
suçlamalarda bulunuyordu:
"....Siz de açıkça
görüyorsunuz ki, aynı fikirlere sahip olan insanlar bile kitabınız karşısında
gerilediler. Eğer kitabı içten gelen,samimi bir fikir nedeniyle yazmış
olsaydınız halka yapacağı etki değişmezdi. Eğer herkes kitabı, kurnaz ama saf
dünya inançlarına İlâhi bir yolla ulaşmak için kullanılan bir oyun olarak
algılamışsa bunun tek suçlusu sizsiniz. Bu hiç de şaşırtıcı bir şey değil.
Asıl sizin bunu şaşırtıcı bulmanız
şaşırtıyor beni. Bunun nedeni sizin Rusya'yı sadece bir ressam gözüyle
tanımanız, düşünce adamı olarak değil.,.."
Gogol, "Dostlarla
Yazışmalar" adını verdiği eserinin kendisine karşı uyandırdığı tepkiyi hafifletmek
için "ölü Canlar"ın ikinci cildine ağırlık vermeye başladı. Romanın
ikinci cildinde Gogol'ün amacı, ciddi ve ahlâki bir eser ortaya koymaktı. Ancak
böyle bir eser yaratmak Gogol'ün üslubuna ters düşüyordu. Çünkü yaşamı boyunca
yazdığı eserlerinde Gogol,her zaman bayağılıkların ve karikatüristik tiplerin
yaratıcısı olmuştu.
Rusya'ya dönmeden önce, 1848 de
Kudüs'e uğradı. Bu ziyaret, yazarda beklediği olumlu etkiyi yapmadı. Hatta
dinsel yaşamla, çalışma yaşamı öylesine içiçe girdi di ikisi birbirini
yönlendirmeye başladı. İkinci cilt üzerindeki çalışmalar çok ağır ilerliyordu.
Yaşamının sonuna doğru Gogol büyük bir bunalım geçirdi. 11 Şubat 1852 de
hastalığının etkisiyle "ölü Canlar"m ikinci cildini bir kez daha
yaktı. 21 Şubat 1852 de geçirdiği bunalıma dayanamayarak öldü.
İ.S.Turgenev Gogol'ün ölümünün
ardından şunları yazıyordu: "Gogol öldü!,. Hem de hepimizin bu uzun süren
suskunluğuna son vereceğini, sabırsız beklentilerimizi boşa çıkarmayacağını
düşündüğümüz bir anda geldi bu acı haber. Evet o öldü, artık ölümünün bize
verdiği acı hakka dayanamayarak büyük diyebileceğimiz bir insandı. Edebiyat
tarihimizde adıyla devir yaratan bir insandı.."
Şüphesiz ki Gogol, edebiyatçıların
ve eleştirmenlerin belirttikleri gibi "Rus nesir sanatının atası"
kabul edilecek kadar üstün bir sanatçıydı. Edebiyat alanında ona Öncü olmuş
başka Rus yazarlar bulunmasına rağmen Gogol'ün sanatını kullanmakta gösterdiği
başarı eşsizdir. N.V. Çernişevski, Gogol'ün Rus düzyazı sanatının atası olarak
kabul ettiğini şu sözleriyle dile getirmiştir:
"....Günümüze kadar bir takım
nesir eserleri yazılmıştır ve yazılmaktadır. Hatta bir gün nesir, nazım
sanatını geçecek ve üstün bir hale gelecektir. Ancak, edebiyatamızın bu dalına
gerçek kimliğini kazandıran yazar Gogol'dür. o, bu güne kadar devam eden ve
uzun bir süre daha devam edecek olan nesre kesin bir yön veren tek
yazarımızdır...”
Gogol'ün sanatının kendinden sonra
gelen pek çok ünlü Rus yazarı için de büyük bir önemi vardır. Hatta F.M.
Dostoyevski'nin bu konuda, "biz hepimiz Gogol'ün "Palto" sundan
çıktık" dediği ileri sürülmektedir. Gerçekten de bu dâhi yazarın, insanı
kimi zaman ciddi düşüncelere sürükleyen eligmatik yönünü, Dostoyevski
genişletip psikolojik bir boyut getirirken genç Anton Çehov ve Saltıkov
Sçedrin gibi yazarlar ise onun hiciv sanatında ortaya koyduğu gelenekleri
benimsemişlerdir.
Gogol'ün sanatının, 19.yy. Rus
edebiyatının batı edebiyatıyla kıyaslanacak bir düzeye ulaşmasını sağladığı da
bilinen bir gerçektir. Danimarkalı eleştirmen Georg Brandes Gogol'ün sanatını,
yerini ve Rus edebiyatını getirdiği düzeyi: "Rus edebiyatında gerçekçi
ekol'ün yaratıcısı olan Gogol sayesinde, Ruslar Avrupa'yı bile geçtiler..».
Gogol, henüz yeni ortaya çıktığı sıralarda sadece bir yazardı. Ancak Gogol'ü
kendinden önceki yazarlarla kıyaslarsak, onun ne kadar ayrı bir yeri olduğunu
anlarız." diyerek belirtmiştir.
"Dikanka Yakınlarındaki Bir
çiftlikte Akşam Toplantıları”, adlı sekiz hikâyeden oluşan bu eserin hem
Gogol'ün edebiyat yaşamında hem de Rus edebiyat tarihinde büyük bir önemi
vardır. Gogol, ilk nazım eseri "Gants Kühelgartsen" ile gelen
başarısızlığı 1831 ve 1832 yıllarında yayınladığı "Dikanka Hikâyeleri” yle
eşsiz bir başarıya dönüştürmüştür. Gogol bu eseri sayesinde yeteneğini eleştiri
dünyasına kesin olarak kabul ettirmiştir. "Dikanka Hikâyeleri" nin
Rus edebiyat tarihindeki önemi, o güne kadar yazılmış en mükemmel nesir eseri
olmasından kaynaklanmaktadır.
Eserde yer alan hikâyelerin
konuları Ukrayna halkının yaşam tarzını, inanışlarını ve efsanelerini anlatan
bir temel üzerinde gelişmektedir. Gerçek büyük ölçüde güldürü, hiciv,
romantizm ve fantazi özellikleriyle içiçe geçmiş bir durumdadır. "Dikanka
Hikâyeleri"nin hemen hemen çoğunda olaylar ve kahramanlar son derece
gülünç, hicivsel öğelerle kaynaştırılmıştır. Fantaziyle romantizm ise eserin bu
iki özelliğini tamamlayıcı bir rol oynamaktadırlar. Hikâyelerin hepsinde
şeytanlar, cadılar, büyücüler ve insan kılığına girmiş hayali yaratıklar vardır.
Bu hayali yaratıklar insanların yaşantılarına karışarak trajik, komik ya da
mutlu sonla biten olayların meydana gelmesine neden olurlar, örneğin,ayrı
kalmış sevgililer onların sayesinde kavuşurlar, mutlu bir evliliği olan
gençlerin şeytana kapılmaları onların ölümlerine yol açar, kaybolan bir yazının
bulunmasına kâğıt meraklısı cadılar yardım eder, büyücü baba bir insanla
evlenen kızından intikam almaya çalışır. Tüm bunlar, "Dikanka
Hikâyeleri"nin romantik ve fantastik özelliklerini ortaya koymaktadır.
Köylü genç kızların sarhoş kazağı kendi evi diye muhtarın evine sokmaları,
sokağın ortasında gopak dansı nasıl yapılır konusunun tartışılması, şeytanın
dinsel konulu resimler yapmasını engellemek için demircinin tuvaline boya
dökmesi, kolunu ittirmesi, saf köylünün şeytan yüzünden korkuyla evden dışarı
fırlarken kalpak yerine başına çömlek geçirmesi gibi olaylar ise hem komik hem
de alaycı bir anlatım taşımaktadır.
Hiciv bakımından, eserin her iki
bölümün başlangıç kısmını oluşturan önsözlerle birlikte şu hikâyeleri ele
alacağız: "Soroçinsk Panayırı" (Soroçinskaya yarmarka), "Mayıs
Gecesi veya Boğulan Kız" (Mayskaya noç ili utoplennitsa), "Noel
Arifesi" (Noç pered rojdetsvom), İvan F. Sponka ve Teyzesi" (İvan F.
Sponka i ego tetuşka). Bunların dışında kalan hikâyeler ciddi ve trajik bir
yapı göstermektedirler.
Her iki bölümün girişini oluşturan
önsözler, Ukraynalı bir çiftlik sahibi olan Arıcı Sarı Panko'nun ağzından
aktarılmaktadır. Arıcı Sarı Panko'nun anlatımında çocuksu ve saf dilli bir hava
vardır. Ancak bu anlatım biçimi yerini zaman zaman keskin ve alaycı bir tona
bırakır. İlk önsözün başlangıcında Panko arıcılıkla uğraşan bir çiftlik sahibi
olarak, yazarlık gibi iddialı bir işe nasıl kalkıştığından sözetmektedir. Bu
bölümde Panko'nun anlatımı samimiyet ve saflıkla doludur. Ancak bu,sadece
sonraki paragrafta esas konuya geçmek için kullanılan bir giriştir:
"Böyle güzel sözler söylemeyi
bir ay önce öğrendim. Yani sizin bu çiftçi kardeşiniz burnunu kulübesinden dışarıya
bir uzattı ki görmeyin. Bu tıpkı bir beyefendinin odasına girmeye benziyor.
Kalabalık etrafınızı sarar, aptala dönersiniz. Bunların uşaktan farkı olsa
neyse. Ama hepsi üstü başı yırtık çocuklar gibi kimseler, üstelik suratlarına
bakarsanız arka avluda didinip dururken size dönüp, ayaklarını yere vura vura
"Hey nereye gittiğini sanıyorsun sen!Defol git mujik" diye bağıran
bir dilenciye benzetirsiniz..." (S.19)
Panko burada üstü kapalı bir
biçimde edebiyat dünyasıyla alay etmektedir. Açıkça görüleceği gibi edebiyat
dünyasına yeni adım atmış bir yazarın durunu, bir beyefendinin evine ilk kez
giren mujiğinkiyle kıyaslanmaktadır.
Yeni bir yazarı zor kabul eden ve
edebiyat ortamına hâkim olan kişiler ise,mujiği şaşkına döndüren uşaklara benzetilmektedirler.
Gogol'ün Panko aracılığıyla ortaya koyduğu bu alayın amacını, "Gants
Kühelgartsen" le kendisine yöneltilen ağır eleştirilerin intikamını almak
olarak düşünebiliriz.
Panko bu ilk önsözünde, Ukrayna'ya
özgü akşam toplantılarını lirik bir anlatımla resmederken bu toplantıları
büyük şehirlerde verilen balolarla kıyaslamaktan da geri kalmaz : “Karanlık
çöktüğü gibi, belki de bir sokağın sonunda ateş yakılır, uzaktan kahkaha ve
şarkı sesleri duyulur. Derken onlara bir balalayka katılır, hemen arkasından
kemanlar başlar bir bağırış çağırıştır gider.... İşte bizde bu eğlencelere
"akşam toplantıları" derler, izin verirseniz bizim toplantılarımızın
sizin balolarınıza benzediğini söylemek cesaretini göstereceğim; gerçi
farklılıklar mutlaka vardır ama...! Siz balolara ayaklarınızı sağa sola
döndürmek, sonra da belli olmasın diye elinizle ağzınızı kapatarak gizli
gizli esnemek için gidersiniz...."1 (S.20)
Bu karşılaştırmada Panko, büyük
şehirlerdekinin aksine köylerde ya da küçük yerleşim yerlerinde insanların
içtenliklerini ve doğallıklarını kaybetmediklerini vurgulamaktadır. Onların
toplantılarındaki neşenin kaynağı sadece keman, balalayka ve yakılan ateşler
değil, davranışlarındaki içtenlikleridir. Oysa şehirlerde düzenlenen balolarda
yapmacık davranışlar insanlara sıkıntıdan başka bir şey vermemektedir.
Panko'nun ağzından yapılan bu yergide Gogol'ün, "Dikanka Hikâyeleri"
ni yazdığı sıralarda büyük şehir insanlarıyla yeni tanışmış bir kişi olarak köy
insanının duygularını yansıtmaya çalıştığını düşünebiliriz.
Panko önsözünü tanıdığı iki kişiyi
anlatarak devam ettirir. Bunlardan biri köyün zangocu Foma Grigoryeviç'tir.
"....Foma Grigoryeviç pek çok
köy zangocunda gördüğümüz alacalı bulacalı gömleklerden giymez, ne zaman uğrarsanız
uğrayın ince çuhadan yapılmış, Poltava'da arşınını altı rubleden aldığı
patates nişastası renginde bir cüppeyle karşılar sizi. Köydeki hiç kimse
çizmesinden kötü kokular çıktığını iddia edemez. Ama herkes onları, sanırım,
bir mujiğin lapasına seve seve koyacağı iyi cinsten bir yağla temizlediğini
bilir. Çoğu meslekdaşının yaptığı gibi burnunu cüppesinin eteğine silmez. Dört
bir kenarı kırmızı iplikle işlenmiş, büyük bir itinayla katlanmış beyaz mendilini
çıkarır. Gerekeni yaptıktan sonra tekrar, herzamanki gibi onikiye katlar ve
cebine tekrar koyar..."1 (S.21)
Panko, Foma Grigoryeviç'ten saygı
dolu bir hava içinde söz etmektedir. Anlaşılacağı gibi Panko için bir insana
saygı göstermenin ölçüsü onun giyimidir, Foma Grigoryeviç 'in giyimine dikkat
etmesi, onu toplum içinde saygı değer yapmaya yeterli bir nedendir. Bu tür bir
değerlendirme sadece Panko'nun değil, aynı zamanda, onun temsil ettiği
topluluğun da yargı biçimini ortaya koymaktadır. Dış görünüşü bu kadar ideal
olan köy zangocunun kişiliğinden söz etmek yerine Panko tasvirini, onun burnunu
temizledikten sonra özenle on ikiye katladığı süslü mendille bitirir.
Foma Grigoryeviç'ten sonra Panko
Ukrayna dışında öğrenim yapıp tekrar evine geri dönen bir beyefendi'yi tanıtır.
Bu "beyefendi" toplantılarda, gördüğü öğrenimin etkisiyle
çevresindekilerden daha farklı konuşmaktadır.
Bu da Panko ve çevresindekileri
öfkelendirir. Çünkü onun konuştuğundan pek bir şey anlayamamaktadırlar. Hatta
Foma Grigoryeviç onu, Latince öğrenimi gören ve evine döndüğünde, sürekli her
kelimenin sonuna "us" eki koyarak konuşmasını anlaşılmaz hale getiren
bir köylü gencine benzemekle suçlar. Gerek Panko ve Foma Grigoryeviç1in
gerekse diğerlerinin bu "beyefendi" ye böylesine sert çıkmalarının,
konuşmasını "anlaşılması güç" şeklinde nitelemelerinin kökeninde
biraz kıskançlık ve küçük bir yerde yaşayıp tam bir öğrenim görmemenin acısı
yatmaktadır. Gogol burada aslında öğrenim görmüş "beyefendi" yerine,
Panko ile çevresindeki diğer toprak sahiplerinin takındığı bu düşmanca tavrı
göstererek, onlarla alay etmek istemiştir.
İkinci bölümdeki hikâyelerin
önsözü ilkine göre daha kısadır. Burada da aralarında bağlantı bulunmayan iki
sözcüğün saçma bir biçimde birleştirilerek "alogizm" elde edildiğini
görüyoruz, örneğin Panko "biz öyle boş şeyler konuşmayız, kültürümüzü
artıran, yararlı konulardan sözederiz." der. Böylece sözün kültür artırıcı
konulara gelmesi beklenirken, Panko birden toplantıya katılanların
saatlarca‘"elma salamurası nasıl yapılır?" gibi bir konu üzerinde
tartıştıklarını anlatmaya başlar. Gogol'ün hicvinin odak noktası
"kültür" le "elma salamurası" arasında kurulan saçma
bağlantıdır. Bu saçmalık gerçekte, o toplantıda bulunanların kültür
anlayışları konusunda bir fikir vermektedir.
Aynı önsözde, rütbe konusundaki
hicivlere de rastlıyoruz. İlk önsözden tanıdığımız "beyefendi" elma
salamurası yapımında değişik bir yöntemden söz edince diğerleri ona çok
kızarlar. "Beyefendi" nin bu tavrını dayısının yüksek rütbeli bir
kimse olmasına bağlarlar. Hatta bu konuda ait olduğu çevrenin tipik bir
temsilcisi olarak Panko şunları söyler:
"Size bir şey söyleyeyim mi
sevgili okurlarım: Şu dünyada rütbeden kötüsü yoktur. Efendim, bir zamanlar beyimizin
dayısı komisermiş. Komiserlik te diğer rütbeler gibi bir rütbe alt
tarafı." (S.136)
Görüldüğü gibi konu iyice dağılmış
kültürden elma salamurasına, oradan rütbe kıyaslamasına geçmiştir. Aslında
Panko'nun esas itirazı rütbeye değildir. Komiserlik rütbesinin övünmeye
değmeyecek, küçük bir rütbe olmasınadır. Yoksa o da hemen hemen herkes gibi,
rütbenin kesin hâkimiyetine inanmaktadır. Ona göre yüksek rütbe sahibi bir insan
her ortamda tartışmasız söz sahibidir. Bu konuyu "Tanrıya şükredelim ki
komiserlikten yüksek daha bir çok rütbe var" sözleriyle bitirir. Rütbe
tıpkı Foma Grogoryeviç'in giyimi gibi, kişinin toplumdaki değerini belirleyebilecek
bir ölçü olarak düşünülmektedir.
Ayrıca Sarı Panko'nun ağzından
aktarılan bu önsözlerde, sürekli toplantı düzenleyerek, saçma hikâyeler anlatıp
dinlemekten başka bir şey yapmayan Ukraynalı toprak beyleri alaya alınmaktadır.
Belki de bu çevrenin temsilcisi olan Arıcı Sarı Panko giyime ve rütbeye
tartışmasız saygı göstermesi, kültür denince elma salamurası gibi konulardan
söz etmeye başlaması nedeniyle yazarın ençok alaya aldığı tiptir. Tüm bunlara
rağmen Arıcı Sarı Panko Gogol'ün yarattığı en sevimli ve unutulmaz
kahramanlardan biridir.
Önsözler gibi hikayeler de Arıcı
Sarı Panko tarafından aktarılmaktadır. Birinci ciltte yer alan ilk hikâye
"Soroçinsk Panayırı” dır. Hikâyede karşımıza kazağından çingenesine,
Rusuna, tüccarından papazına oğluna kadar pek çok tip çıkar. Bu nedenle olayın
geçtiği yeri mal ya da yiyecek satışı yapılan bir panayırdan çok, insan
panayırı olarak düşünebiliriz.
Hikâye saf bir köylü olan
Solopi'nin karısı Hivriya ve kızı Paraska'yla panayıra gitmesiyle başlar. Gritsko
adlı bir genç Paraska'ya âşık olur ve onunla evlenmeye karar verir. Solopi'nin
bu işe razı olmasına karşılık üvey anne, delikanlı ona "Bu kadın tam bir
şeytan" dediği için evlenmelerine izin vermek istemez. Bu arada panayırda
domuz kılığına girerek kırmızı kaftanın tek kolunu arayan şeytanla ilgili bir
söylenti çıkar. Solopi ve ailesi, dışarıda şeytanla karşılaşma korkusundan bir
kaç satıcıyla birlikte bir tanıdıklarının evinde konaklamaya karar verirler.
Evde toplananlar gece sürekli bu şeytanla ilgili hikayeler anlatırlar.
İçlerinden biri pencerede domuz
suratı gördüğünü söyleyince herkes paniğe kapılır. Solopi kendini dışarı atar.
Koşmaya başlar, arkasından takip eden kişiyle çarpışınca yere yuvarlanırlar.
Solopi bunun şeytan olduğuna inandığından dehşet içinde kalmıştır. Ama büyük
bir cesaretle gözlerini açınca bunun karısı olduğunu görür. Paraşka'ya âşık
olan Gritsko ise onunla evlenmek için bu şeytan masalından yararlanmaya karar
verir. Plânını bir çingenenin yardımıyla uygulamaya başlar. Zavallı Solopi
sabah uyanınca arabasında kırmızı bir kaftan kolu bulur. Bu onun için
felaketlerin başlangıcı demektir. Kendi kendine düşüncelere dalmışken bir kaç
kişi onun üstüne atılır ve "at hırsızı" diye yakalar. Solopi'nin
çaldığı idda edilen at, aslında, onun olduğu halde cezalandırılır. Ama Gritsko
hemen onu kurtarmaya koşar. Böylece Solopi delikanlının kızıyla evlenmesine
izin verir.
Hikâyede halkın, şeytanın etten
kemikten bir yaratık olarak sağda solda koşuşturduğuna inanması, önce bununla
ilgili masallar uydurmaları sonra bu masallara inanarak dehşete kapılmaları
eğlenceli bir dille anlatılmaktadır. Bu söylentilere en fazla inanan kişi ise
saf Solopi'dir. Arabasında kırmızı bir kaftan kolu bulduğunda, bunun şeytana
ait olduğuna inanan Solopi şunları söyler:
"Görüyor musun aksiliği,
nasıl satış yaparım şimdi diyordu atın ipini çözüp meydana sürüklemeye
çalıştığı sırada panayıra gelirken içime çöken sıkıntı boşuna değilmiş
meğerse, cılız inek ölüp gidecekti az kalsın, öküzler de iki kez yarı yolda eve
dönmeye kalkmışlardı. Aah, şimdi hatırladım pazartesi günü çıkmadık ki yola!
Bu yüzden herşey ters gidiyor yal Bu şeytan da amma gezme meraklısıymış,ne var
sanki tek kollu kaftanla dolaşsa; ama aklı fikri iyi insanlara rahat vermemek
te yal Tanrı korusun ama, eğer ben şeytan olsaydım gece yarıları lanet bir
kumaş parçası için böyle koşturmazdım. " (S.54)
Hikâyeyi böyle aktaran Panko,
Solopi'nin bu düşüncelerini "filozofça" diye değerlendirmektedir. Bu
değerlendirmeden Panko'yla çevresindekilerin,şeytanla ilgili konular üzerinde
konuşmayı ya da fikir yürütmeyi felsefe yapmak olarak nitelendirdiklerini
anlamak mümkündür. İkinci önsöz’ de okuduğumuz "kültür" ve "elma
salamurası" arasındaki bağ, bu kez şeytanla felsefe arasında kurulmuştur,
örnek olarak verilen, yukarıdaki paragraf hem Solopi gibi sıradan halkın
inançlarını hem de Panko gibi zengin toprak beylerinin felsefe konusundaki
anlayışlarını göstermesi bakımından iki yönlü bir özellik taşımaktadır.
Panayırdaki halkın, düşüncesiyle
bile dehşete düştüğü domuz kılığındaki şeytanın yanısıra, hikâyede değişik bir
başka şeytan imajı daha vardır. Hırçınlığı, para hırsı ve kıskançlığıyla bu
şeytan, saf Solopi'nin karısı Hivriya'dır. Onun bu özelliğini ilk farkeden
Paraska'nın talibi Gritsko' dur. Delikanlı Paraşka'уa laf atarken üvey anneyi de
iğnelemekten geri kalmaz:
"Beyaz kaftanlı delikanlı Ne
güzel bir kız} diye gözlerini genç kızdan ayırmadan devam etti söze Bir kez
öpebilmek için varımı yoğumu verirdim. Hemen önünde de bir şeytan
oturuyor." (S.31)
Bunu izleyen "şeytan görsün
yüzünü, şeytan sakalını yaksın" gibi laflarla dolu tartışmada,
Hivriya'nın gerçek kişiliği iyice ortaya çıkar.
Pencerede görülen domuz yüzünden,
sokaklarda korkudan yere yuvarlanan Solopi'yle Hivriya'nın halini gören çingeneler
arasında geçen konuşma da Gritsko'nun fikrini doğrulamaktadır.
" -' Durun burada bir şey
var, ışığı getirsenize.' Yanlarına bir kaç kişi daha gelmişti. 'Bu da ne
Vlass?'
'Galibe
iki insan biri üstte öteki ise altta kalmış, bunlardan hangisi şeytan
anlaşılmıyor.' 'üstteki kimmiş bak bakalım. ' 'Bir kadın.' Şeytan o işte-'
'Kadın adamın tepesine çıkmış; bu kadın kesinlikle ata binmesini iyi biliyor.'
dedi kalabalıktan birisi.... Gittikçe artan gürültü ve kahkahalar bizim
ölüleri uyandırdı, bunlar Solopi ile karısıydı. "
(S.52)
Hivriya'nın şeytanlığı sadece
herkesin bakarak karar verdiği gibi hareketleri ve konuşma tarzıyla sınırlı değildir.
Genellikle şeytan insanları zayıf yerlerinden yakalayarak esiri haline getiren
bir yaratık olarak düşünülür. Hivriya'da kocasının saflığından, pasif bir adam
olmasından yararlanıp ona her istediğini yaptırmaktadır. Ayrıca geceleri
gizlice buluştuğu papazın obur oğlunu yaptığı reçel, börek, çörek gibi
yiyeceklerle cezbetmeye ve böylece kendi esiri уapmaya çalışmaktadır. Hivriya'nın
esiri haline getirmeye çalıştığı bu kişinin, papazın oğlu olması onun şeytanla
gösterdiği ortak özelliklerin en ilgincidir.
Hikâyede herkes, özellikle de
Solopi etrafında domuz kılığına girmiş bir şeytan aramaktadır. Oysa Solopi bir
değil bir kaç şeytanın arasına, hem de kendi isteğiyle düştüğünün farkında bile
değildir. Daha önce de belirtildiği gibi karısı Hivriya herkesin tartışmasız
kabul ettiği bir şeytandır. Solopi'nin kızı Paraska'yla evlenmek isteyen damat
adayı Gritsko'nun, yaptığı kurnazca planla şeytandan aşağı kalır yanı yoktur.
Kahramanın kendisine gelince, onun adının kökeninde gömlek ya da kaftan
anlamındaki "salop" kelimesi yatmaktadır. Bu nedenle kaftanının tek
kolunu arayan şeytanla aralarında dolaylı bir bağlantı olduğu düşünülebilir.
Tüm bunların yanısıra panayırda dolaşıp, ortalığı karıştıran şeytanla ilgili
hikâye zaten halkın uydurduğu bir şeydir. Kısaca söylemek gerekirse, hikâyede
şeytanla insan içiçe geçmiş bir halde ele alınmıştır.
İlk ciltteki diğer hikâye
ise,"Mayıs Gecesi veya Boğulan Kız"dır. Bu romantik hikâye yaşam
sevinci ve gençlik coşkusuyla doludur. "Soroçinsk Panayırı"nın
aksine, burada gözle görülen ve insanların hayatına doğrudan giren yaratıklar
vardır. Bu hayali yaratıklar, dünyadaki olayların akışını etkileme yeteneğine
de sahiptirler.
Hikâyenin konusu şöyledir. Köy
muhtarı oğlu Levko' nun köyün en güzel kızı olan Ganna'yla evlenmesine izin vermez.
Levko babasına kızarak köyün bütün delikanlılarını toplar ve evinde kargaşa
çıkarır. Bu olaydan sonra kimsenin yaklaşmadığı büyülü evin bahçesine kaçar ve
orada bir ağacın altında uykuya dalar. Büyülü evin kızı Levko'yu uyandırır.
Eğer üvey annesini bulursa ona istediğini vereceğini vaad eder. Levko üvey
anneyi bulur, büyülü evin kızı da onun Ganna'yla evlenmesini sağlar.
Hikâyenin en ilginç tipi köy
muhtarıdır. Panko köy muhtarını şu paragrafta tanıtmaktadır:
"Hakkında pek de hoş sözler
söylenmeyen bu muhtar kim peki? Oo, muhtar köydeki en önemli kişidir... Köyde
herkes onu görünce şapkasını çıkarır, genç kızlar ve hatta küçücük çocuklar
bile "iyi günler" dileğinde bulunur. Hangi delikanlı onun yerinde
olmayı istemez kil Köydeki bütün evlerin kapısı muhtara açıktır. İri yarı bir
mujik bile, muhtarın kaba ve kalın parmakları onun sigara tablasında gezinirken
şapkasını çıkararak saygıyla bekler. Köy toplantılarında veya mecliste yetkisi
bir kaç oyla sınırlı olmasına rağmen, sınırı her zaman aşar. Kimi isterse onu
yolu düzeltmeye, çukurları doldurmaya ya da hendek kazmaya yollardı " (S.93)
Hikâye boyunca köy muhtarını bir
insan değil, sadece devletin saygı duyulması gereken bir mevkii olarak
görürüz. Köyde âdeta,muhtar yerine mevkii dolaşmaktadır. Ayrıca Panko'nun da
onun adını hiç söylememesi ve hakkında sürekli köy muhtarı diye söz etmesi bu
izlenimi kuvvetlendirmektedir. üst düzeyde görev yapan bir kişi olarak muhtar
mevkiinin kendisine sağladığı fırsatları değerlendirmektedir. Hikâyeyi anlatan
Panko, yüksek mevki sahibi kişilerin hakimiyetini tartışmasız kabul ettiği için
onun fırsatları işine geldiği gibi kullanmasını çok doğal bir havada anlatmaktadır.
Köyün muhtarı hakkında verilen
daha detaylı bilgiler, onun nasıl muhtar olduğunu ve bu mevkiinin onda ne gibi
etkiler yaptığını açıkça göstermektedir.
"....Muhtar asık suratlı bir
adamdır. Fazla konuşmayı sevmez. Anısı saygıdeğer çariçemiz, Büyük Katerina,
Kırım'a geldiğinde muhtar refakatçi olarak seçilmişti. Tam iki gün ona hizmette
bulunmuş ve çariçenin arabacısının yanında oturma şerefine erişmişti. Muhtar
düşünceli bir tavırla baş eğip, ciddi ciddi başını sallamayı, uzun bıyıklarını
burmayı ve kaşlarının altından kartal gibi bakmayı daha o zaman öğrenmişti.
Yine o zamandan beri sözü döndürüp dolaştırıp, çariçeye nasıl refakat ettiğine
getirmeye bayılır. Muhtar bazan, özellikle istemediği şeyleri duymamak için,
sağır gibi davranmayı da pek sever. Muhtarın şıklıcra hiç tahammülü yoktur....
" (S. 94)
Burada belirtilen özelliklere göre
düşünceli bir tavırla baş sallamak, bıyık burmak ve "tek gözü kör"
olmasına rağmen kartallar gibi bakmayı başarabilmek hem muhtar olmak hem de
muhtarlık görevini yerine getirmek için yeterlidir. Nasıl Panko için saygıdeğer
bir kişi olmanın ölçütü giyimse, köy muhtarı için de bu tür tavırlar takınmak
saygınlık kazanmanın ölçütü haline gelmiştir.
Ondaki bu izlenimin nedenini, hem
bu tür tavırların halk üzerinde istenen etkiyi bırakması, hem de kendisiyle
aynı mevkii ve karakterde bulunan kişilerden gördüğünü yerine getirmesi
şeklinde düşünebiliriz.
Panko "Köy muhtarı fazla
konuşmayı sevmez" der. Aslında bunun, muhtarın konuşmayı sevmemesiyle bir
bağlantısı yoktur. Onun kişiliğinde birinin mantıklı ya da düzgün konuşma
konusunda kendinden bekleneni vermeyeceği için susmayı ve ciddi, ağırbaşlı bir
tavır arkasına gizlenmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca muhtarın sözü
döndürüp dolaştırıp çariçeye refakat etmeye getirmesinin nedeni ise açıkça
ortadadır. Hayatı boyunca yaptığı doğru dürüst tek işin bu refakatten öteye
geçmediği yukarıda verilen iki paragraftan anlaşılmaktadır.
Muhtar politika yapmanın yolunu,
sağır gibi davranmakta bulmuştur. Gerçektende bu davranış biçimi, haklarını
dilediğince kullanan muhtar için son derece uygundur. Panko onun şık giyimine
tahammül edemediğinden söz ederken anlatım tonu, adeta onun insanların dış
görünüşüne değilde kafa yapılarına önem verdiğini ima eden bir hava
taşımaktadır. Muhtarın gerçek karakteri ve giyim konusundaki bu olumlu tutumu
arasındaki zıtlık, yazarın onun üzerindeki alayını iyice
belirginleştirmektedir.
Gogol, Panko'nun ağzıyla
gösterişçi, yapmacık tavırlarıyla muhtarlık görevini yerine getirdiğini sanan,
gerçekte ise, karakter bakımından alt düzeyde bir tipi canlandırmaktadır. Köy
muhtarı, Gogol'ün daha sonraki dönemlerde yazdığı eserlerde ortaya koyduğu
devlet mekanizmasının önemli mevkilerinde bulunan, ancak yer kaplamaktan başka
bir işe yaramayan kişilerin ilk örneği olarak kabul edilebilir.
"Dikanka Hikâyeleri" nin
ikinci bölümünde yer alan "Noel Arifesi", eserin hem en konik hem de
en fantastik hikâyelerinden biridir.
Hikâye , şeytanın dinsel konulu
resimler yapan demirci Vakula'dan intikam almak için Noel arifesinde yeryüzüne
inmesiyle başlar. Vakula'nın Oksana adlı güzel bir kızı sevdiğini bilen
şeytan, onların evlenmesine engel olarak intikam almayı plânlamıştır. O gece
Oksana'nın babası, meyhaneye arkadaşlarıyla içki içmeye gitmek üzere yola
çıkmıştır. Demirci onun yokluğundan faydalanarak plânını uygulamaya koyar:
önce gökyüzündeki ayı çalıp etrafın kararmasını sağlar. Böylece kızın babası,
karanlık bahanesiyle eve geri dönünce, demirciyi kızıyla yakalayacak ve bu
saygısızlığından ötürü evlenmelerine izin vermeyecektir. Ancak şeytanın bu
plânı gerçekleşmez. Etrafın karardığını gören ihtiyar baba, Vakula’nın
annesinin evine gider. Vakula'nın gerçekte cadı olan annesi Soloha, köyün ileri
gelen kişileriyle birbirlerinden haberleri olmaksızın dostluğunu
sürdürmektedir. Aynı zamanda şeytan da Soloha'nun dostlarından biridir. Aynı
gece tesadüfen hepsi biraraya gelirler. Ancak hepsi de görünmek korkusuyla
aynı çuvala gizlenmeye kalkarlar. Karanlık olduğu için hiç kimse bir diğerini
farketmez. Vakula eve döndüğünde, çuvalın içinde kömür var diyerek dışarı
çıkarır. Çuvalın içindekiler hiçbir şey olmamışçasına kimseye görünmeden evlerine
dağılırlar. Demirci Oksana'yla buluştuğunda Oksana eğer çariçenin
ayakkabılarından birini kendisine getirirse cnunla evleneceğini söyler. Bu
istek Vakula'yı üzüntü içinde bırakır. Şeytan onun bu durumundan faydalanarak
kötü yola çekmek ister. Ancak demirci onun oyununa gelmez. Hatta şeytanı kendi
isteklerini yapmaya zorlar. Şeytan demirciyi Peterburg'a, saraya, götürür ve
çariçenin ayakkabılarından birini almasını sağlar. Vakula ayakkabıları
Oksana'ya verdiğinde güzel kız onunla evlenmeye razı olur. Şeytan ise öfkeyle
cehenneme döner.
Bu hikâyede, baş kahramanlardan
olan şeytan diğer hikâyelerdekinden farklıdır. Çünkü Panko bu şeytanı tıpkı
karikatürlerdeki gibi tasvir etmektedir:
"....Önden bakıldığında tam
bir Almandı: dar, sürekli sağa sola dönüp duran, önüne çıkan herşeyi koklayan
suratı, tıpkı bizim domuzlarınki gibi yuvarlak bir mantar şeklinde sona
eriyordu. Bacakları o kadar inceydi ki, eğer bu bacaklar Yareskov muhtarının
olsaydı daha ilk kazaskada
kırıverirdi. Ama arkadan bakınca
üniformalı savcı yardımcısından farksızdı. Çünkü arkasında öyle uzun, öyle
si^ri bir kuyruğu vardı ki, son moda üniformalara konan yırtmaçları
andırıyordu. Oysa çenesinin altındaki keçi sakalına, kafasın da yükselen dimdik
boynuzlara ve baca temizleyicisininki kadar kirli üstüne başına dikkat
edilince bunun bir Alman ya da savcı yardımcısı değil yalnızca bir şeytan
olduğunu anlamak mümkündü .... " (S. 140-141)
Şeytanın karikatüristik çizgilerle
tasvir edilmesinin yanısıra, dikkati çeken bir başka özellik ise bu yaratığın
dış görünüşünün insanlarınkiyle kıyaslanmasıdır. Dış görünüşü şeytanla
kıyaslanan tipleri Panko kasten seçmiştir. Yukarıda okuduğumuz gibi, Panko
şeytanı ilk önce Alman'a benzetir. Bu benzetmenin temelinde, Panko ve
çevresindekiler gibi, küçük yerlerde yaşayan kişilerin yabancılara karşı besledikleri
düşmanlık duygusunun bulunduğu düşünülebilirAlman' dan sonra, Panko bu
kıyaslamaya üniformalı savcı yardımcısını karıştırır. Ancak savcı yardımcısı
ile devam eden bu kıyaslamada Panko bir genellemeye ulaşmaktadır. Şeytanın
kuyruğu ile birlikte arkadan görünüşünü, o dönem memurlarının giydikleri son
moda üniformaları hatırlattığı belirtilmektedir. Yani Gogol,Panko aracılığıyla,
bürokrasi çarkını döndüren memurları küçük birer şeytancık olarak
nitelendirmektedir.
Yazar daha sonraki dönemlerde
yazdığı "Palto","Bir Delinin Günlüğü", "Burun" ve
"ölü Canlar" gibi eserlerinde yarattığı açıkgöz, fırsatçı, para ve
rütbe düşkünü memur tiplerinde, kendince ortaya koyduğu bu fikri kanıtlamaktadır.
Hikâyede şeytanın insanları
hatırlatan bu gibi özelliklerinden başka, insanların da sahip oldukları bazı
özelikleriyle ondan hiç aşağı kalmadığını gösteren örneklere rastlıyoruz.
Hikâyenin hemen başlangıcında bu konuyla ilgili güzel bir bölüm vardır.
"Eğer tam o anda iyi cins
atların çektiği troykasma binmiş başında Ulansk biçimli kalpağı ve astarı kara
yünden mavi renk gocuğunu giymiş olan, Soroçinsk belediye başkanı genellikle
arabacısının hızlandırmak için kullandığı, şeytansı bir zekâyla örülmüş kırbacı
ile buradan geçseydi, bu cadı kadını kesinlikle farkederdi. çünkü bu dünyadaki
hiç bir cadı kadın Soroçnisk belediye başkanının gözünden kaçmaz. 0 her
kadının ahırında kaç domuz yuvrusu var, sandıklarda kaç metre keten bezi
duruyor ve özellikle de iyi bir adamın pazar günü meyhanede çiftliğinin kaçta
kaçını rehin bıraktığını su gibi ezbere bilirdi...." (S.140)
Bu paragrafta tanıtılan Soroçinsk
belediye başkanının şeytanlığı, sadece, şeytansı bir zekâyla örüldüğü söylenen
kırbacıyla sınırlı değildir. Köyde olan biten herşeyi, köylünün ne kadar
hayvanı ve malı olduğunu ya da malının kaçta kaçını rehine bıraktığını bilmesi
onun şeytan gibi kurnaz bir tip olduğunu belirtmeye yeterlidir. Ayrıca Panko'
nun onun hakkında, "dünyada hiçbir cadı kadın onun gözünden kaçmazdı"
demesi, belediye başkanının kadınlara düşkünlüğünün bir işaretidir. Ancak
belediye başkanının "gözünden kaçmayan" kadın tiplerinin cadılarla
sınırlandırılması, sadece şeytana benzer bir kişinin, cadı kadınlara düşkün
olabileceğini göstermektedir. Nitekim hikâyenin sonraki bölümlerinde belediye
başkanının gözünden kaçırdığı cadı kadının, şeytanla flört ettiği sahneler,
ister istemez, belediye başkanını hatırlatmaktadır. Tüm bu Özellikler Panko'nun
"şeytansı zekâyla örülmüş" kırbaçla uyandırdığı izlenimi tamamlamaktadır.
İnsanla hayali yaratıkların içiçe
geçtikleri bir başka örnek ise, Vakula’nın cadı annesi Soloha'dır. Soloha, aynı
anda köyden dört adamla ve geceleri süpürgesiyle dolaşırken şeytanla flört
edebilmektedir. Dört adamı hatta şeytanı bile peşinden koşturan Soloha mı
gerçek şeytan yoksa demirciden intikam almak için cehennemden yeryüzüne inen beceriksiz
yaratık mı şeytan, bu düşündürücü bir sorudur. Ancak,, şunu da belirtmek
gerekir ki şeytanı, Soloha'yı aynı gece ziyaret eden bu dört adamın, zayıf
yönlerinin bir araya gelerek oluşturdukları kusurun bir simgesi olarak kabul etmek
mümkündür.
Görüldüğü gibi hikâyede, şeytana
ve cadıya insan özellikleri, insana da bu iki varlığın özellikleri verilerek
olağanüstü bir fizik ve metafizik karışım elde edilmektedir. Böylece
zayıflıklarla insan arasındaki kopmaz bağ ve insanın kötülüğe duyduğu eğilim
hayali varlıkların kişiliklerinde alaycı bir biçimde canlandırılmaktadır.
Eserde Panko'nun köy zangocu
Grigoryeviç'le başlattığı giyime düşkünlük konusu bu hikâyede de karşımıza
çıkmaktadır. Ancak, giyim konusu burada daha değişik bir amaçla ele
alınmıştır:
"....Dünyanın düzeni ne
gariptir! Herkes birbirini taklit etme sevdasına kapılmış gidiyor. Eskiden
Mirgorod'da kış aylarında, bir yargıç bir de vali çuhayla kaplı, kuzu postundan
kürkler giyerlerdi. Küçük memurlar ise çıplak deriden gocuk kullanırlardır. Ya
şimdi hem yargıç yardımcısı hem de kadastro memuru kendilerine kuzu postundan
çuhay-
la kaplı yeni kürkler diktirdiler.
Kâtiple bölge yazıcısı üç yıl önce arşını altı grivennikten mavi çin ipeği
aldılar. Papaz ise yazın giymek üzere kadife şalvarlar ve çizgili kumaştan bir
yelek diktirdi. Kısacası herkes giyime kuşama düştül Şu insanoğlu ne zaman
bırakacak böyle boş şeyleri I ..." (S.143)
Panko'nun burada kınadığı esas
konu, insanların giyime düşkünlükleri değil, birbirlerinden aşağı kalmamak
için giyimi kullanmaya çalışmalarıdır, üst mevkideki kişiler durumları gereği
iyi giyinmek zorundadırlar. Oysa küçük memurlar rütbe bakımından üsttekilere
yetişemeyecekleri için, en azından, giyimleri sayesinde onlarla eşit düzeye
gelmek amacıyla giyime düştükleri anlaşılmaktadır. Dünya işlerinden elini
eteğini çekmesi gereken papaz da bu sevdaya kendini kaptırınca Panko'nun öfkesi
artmıştır. Sözlerini, sanki, papaza sitem edercesine "Bu insanlar ne zaman
bırakacaklar böyle boş şeyleri!" gibi anlamlı bir cümleyle bitirir.
Hikâyeyle hiç ilgisi olmamasına
rağmen Panko'nun beklenmedik bir anda bu konuya geçmesi, güldürü eserlerinde
kullanılan "absürd" tekniğinin güzel bir örneğidir.
Eserde incelemeye çalışacağımız
son hikâye " İvan P. Sponka ve Teyzesidir." Diğer hikâyelerden farklı
olarak, "İvan P, Sponka ve TeyzesiMnde hayali yaratıklar yoktur ve konu
gerçek yaşama daha yakındır.
Hikâyenin kahramanı İvan Sponka
okul yıllarında, sivil yaşantıya ayak uydurmanın zor olduğunu görerek orduya
katılmaya karar verir. Ailesinden kalan çiftliğinin yönetimiyle teyzesi
uğraşmaktadır. Teyzesinden, bir süre sonra, çiftliğin işleriyle artık
kendisinin uğraşması gerektiğini bildiren bir mektup alır. Ordudan ayrılır ve
çiftliğe döner. Bu arada teyzesi, komşu çiftlik sahibinin kızkardeşlerinden
biriyle yeğenini evlendirmeye karar verir. Oysa bu girişim İvan Sponka için bir
karabasandan farksızdır.
İvan Sponka'da saf, belirli
sınırlar içinde yaşayan ve bu sınırlar dışına çıktığı zaman bocalayan bir
insan kişiliği verilmiştir. Onun saflığının ilk örneğini okul yıllarında
başına gelen şu olayda görüyoruz;
"Burada onun bütün hayatını
etkileyen bir olayı anlatmadan geçemeyeceğiz: Ona verilmiş öğrencilerden biri,
sınav kâğıdına "scit" yazması için, sınıfa kâğıda sarılmış bol yağlı
böreklerden getirmişti. Çünkü dersine iyi çalışmamıştı. Adaletli not vermeye
çalışmasına rağmen, İvan Şponka tam o sırada çok acıkmıştı ve bu nedenle iştah
açıcı börekleri geri çevirmemişti: Böreği alarak, kitabın arasına gizlemiş ve
yemeğe başlamıştı. Yemeğe öylesine dalmıştı ki sınıftaki derin sessizliğin
farkına bile varmamıştı. Fakat
kalın kumaşlı paltodan uzanan bir
el onu kulağından tutup sınıfın ortasına fılatıverdiğinde kendine geldi...
"Böreği ver çabukl Böreği ver dedim sana alçakl" dedi öğretmen, yağlı
böreği parmaklarıyla tuttuğu gibi pencereden dışarı attı. Avludaki çocuklara da
dokunmamaları için sert bir çıkış yaptı. Sopayla eline canını yakacak gibi
vurmuştu...(S.248)
Aslında İvan Sponka, kâğıda
"scit" yani başarılı yazması karşılığı gelen börekleri rüşvet olarak
kabul etmemiştir. çünkü onun için bu börekler, teyzesinin kendi eliyle yapıp
getirdiği börek ve kurabiyelerden farksızdır. Küçükken herkesin kendisine, art
niyet olmadan, bir şeyler verilmesine alışmıştır. Bu börekler de kahraman için
aynı anlamdadır. Bu kötü olaylardan sonra İvan Şponka "suçların sivil
yaşamda kolay kolay örtbas edilemediğini" anlayarak, orduya katılmaya
karar verir. Oysa subay olarak katıldığı P...piyade alayı da onun kişiliğine
çok ters bir ortam içindedir:
"P. piyade alayı, diğer
piyade alaylarına hiç'ıbenzemezdi. Çoğunlukla köylerde konaklamasına rağmen,
Süvari alayları ya da öteki alaylardan zerre kadar altta kalmazdı. Bir kere
subayların çoğu sert içki içerdi, sonra yahudileri kulaklarından sürüklemekte
hüsarları aratmazlardı. Subaylardan bir kaç tanesi mazurka bile yapardı. P.
alayının engin kültürünü daha iyi kanıtlamak için, okuyuculara subaylardan
ikisinin müthiş kumarbaz olduklarını üniforma, kasket, meç hatta süvari
alayları arasında rastlanmayan çamaşırlarını bile kumarda kaybettiklerini
belirtmek gerektiğine inanıyorum." (S249)
Kahramanımızın
Р.. piyade
alayına da ayak uyduramadığını rütbesinin ancak onbirinci yılında asteğmenliğe
yükseltilmiş olmasından anlıyoruz. Bunun yanınsa, öteki subaylarla hiç dostluk
kurmaması, her gün "üniformasının düğmelerini temizlemesi, odasının boş
bulunduğu bütün köşelerine fare kapanı koyması, fal kitabı okuması ve nihayet
yorgun düşerek yatması", onun
ordu yaşamına ayak uydurabilecek yapıda olmadığını göstermektedir. Р.. piyade alayının anlatıldığı bu
bölümde Gogol Panko aracılığıyla askerlerin yaşantısını da hicvetmektedir. O
dönemin toplum anlayışında iyi bir asker olmanın koşulu kâğıt oynamak, iyi dans
etmek ve içki içmektir. Tüm bunların kahramanlık yapmakla eşdüzeyde tutulması
askerlik için gereken esas özellikleri ikinci plâna bırakarak, P...alay
komutanının "benim çocuklarımın hepsi iyi mazurka yaparlar" diye
övünmesi abartılı ancak eğlenceli bir dille anlatılmaktadır. Gogol askerlerin
yaşantısını 1835 te yazdığı "Araba" adlı hikâyesinde daha detaylı
biçimde ele almıştır.
Askerlerin arasında ancak on bir
yıl devam ettirdiği yaşamını bırakmaya karar vererek İvan Fyodoroviç,
teyzesinin "geri gel" çağrısına hemen uyar:
"Sevgili yeğenim İvan
Fyodoroviç, sana bir kaç parça eşya yolluyorum: beş çift çorap ve ince keten
bezinden dört tane gömlek. Ayrıca seninle çiftlik konusunda konuşmak istediğim
bir kaç şey var. Artık iyi bir rütben var ve sanırım sen de biliyorsun ki
artık çiftlikle uğraşma zamanın geldi. Zaten orduda daha fazla yapabileceğin
bir şey de kalmadı. Ben yaşlandım, çiftlik işlerine tek başıma yetişemiyorum;
aslında sana anlatmak istediğim pek çok konu var. Artık gel Vanyuşa, uzun bir
ayrılıktan sonra seni görmek beni memnun edecektir. Seni seven teyzen Vasilisa
Tsupçevska.
Bahçemizde öyle güzel şalgam
yetişiyor ki, şalgamdan çok patatese benziyor." (S.250).
Teyze, on bir sene sonra
asteğmenlikten teğmenliğe yükselen yeğeninin, orduya daha fazla bir yararı
dokunmayacağını söylerken gerçekte, onun yeteneklerinin sınırlarını
belirlemekfctedir.
İvan Sponka'nınteyzesine verdiği
cevap ise şöyledir:
"Sevgili
teyzeciğim Vasilisa Kasparovna, Gönderdiğiniz eşyalar için çok teşekkür ederim.
Çoraplarım öyle eskimişti ki emir eri tam dört kez yamamak zorunda kaldı. Ancak
bu kez de dar gelmeye başladılâr. Ordudaki işim konusundaki fikrinize
katılıyorum, üç güne kadar istifa edeceğim. Terhis olduğum gibi bir araba
kiralarım. İstediğiniz sibirya buğdayının tohumundan bulamadım. Mogilevsk
eyaletinin hiç bir yerinde böyle bir tohum yok. Burada domuzlara şarap
içiriyorlar. Şarabin içine biraz da bira katıyorlar.
Sevgili
teyzeciğim sonsuz saygılarımla. Yeğeniniz
İvan Sponka" (S,251)
Bu mektuplarda, aynı zamanda
teyzeyle yeğenin arasındaki kopmaz bağı oluşturan bir başka özellik ortaya çıkmaktadır,
Sözü edilen çiftlik işleri, iri şalgamlar, Sibirya buğdayı ve şarapla beslenen
domuzlar, dolayısıyla, yemek konusu onların duygu ve düşüncelerinin birleştiği
ortak noktadır. Hikâyenin odak noktası da kahramanların yemek içmekle ilgili
konulara gösterdiği düşkünlüktür. Çiftlik, onlar için, bir mal garantisinden
çok, yiyeceklerini sağlayan bir kaynak garantisidir. Vasilisa Kasparovna
yeğenini, aralarındaki toprak sorununu çözümlemesi için zorla komşu çiftliğe
yollar, İvan Sponka eve dönünce önce bu toprak sorunundan konuşurlar. Ancak
onlar için bu pek tatsız bir konudur.
Bu nedenle konuyu hemen İvan
Sponka’nın orada ne yediğine getirirler:
"....Neyse şimdi bundan söz
etmenin sırası değil. Sahi yemek iyi miydi? Çok iyiydi....evet evet gerçekten
iyiydi.teyzeciğim. Anlat bakalım ne yediğinizi. Yaşlı kadının mutfak konusunda
usta olduğunu iyi bilirim. -Meze olarak kaymakla peynir vardı teyze. Soslu
güvercinle başladık yemeğe. -Erikli hindi var mıydı bari? -diye sordu teyze.
Çünkü bu yemeği yapmakta üstüne kimse yoktu. Evet o da vardı...."
(S.269-270)
Yukarıdaki konuşmada görüldüğü
gibi yemekle ilgili konular ilk konuşulanlar arasında yer almaktadır. Toprak sorununun
komşu çiftliğin sahibinin lehinde çözülmesi teyzeyle yeğeni pek fazla
üzmeyecektir. Bu nedenle yemekten sözetmek onlar için toprak sorunundan daha
zevklidir.
Hikâyede yaşamları belirli
sınırlar ve eğilimler içinde geçen, bunların dışına çıktıklarında bocalayan,
değişik ortama uyum sağlayamayan saf insanlar hicv edilmektedir. İvan Sponka,
bu insanın tipik bir örneğidir. Onun içinde yaşadığı dünya en ufak bir
değişikliğe izin vermeyecek kadar küçüktür. P... piyade alayındaki subayların
hızlı, yaşamına ayak uydurmaktan kaçınmış, bunun yerine düğme temizlemek, fal
kitabı okumak gibi uğraşları günlük alışkanlıkları haline getirmiştir.
Böylesine kısıtlı bir dünya içinde yaşamaya alışan İvan Sponka için, evliliğin
karabasana dönüşmesi oldukça doğal bir tepkidir. Teyzesi de saflığı ve yaşadığı
dünya bakımından yeğeniyle aynı durumdadır. Bütün yaşamı çiftlik işleriyle
uğraşıp, yemek ya da kurabiye pişirmekle geçmiştir. Zaten yıllarca ayrı kalmalarına
rağmen bu insanların birbirlerinden kopmalarının nedeni görüp öğrendikleri,
alıştıkları ve devam ettirdikleri yaşam tarzınırl aynı olmasıdır.
Hikâyedeki bu iki tipi Gogol,
gerçekte, psikolojik açıdan ele almaya çalışmıştır. Ancak yaratıcı gücü bu tür
psikolojik konuları işlemekten çok, insanların kusurlarını ortaya koyup,
eğlenceli bir üslupla anlatmaya elverişlidir. Bu nedenle yazar konunun akışını
hangi yönde belirleyeceğine karar verememiş ve hikâyeyi yarım bırakmıştır.
"Dikanka Hikâyeleri",
büyük ölçüde hayal ürünü olarak kabul edilebilecek bir eserdir. Çünkü
hikâyelerde hicvedilmek istenen konular gerçek yaşamdan alınmış olmalarına
rağmen, masalsı bir ortam içinde gelişmektedir. Kahramanlar hem insancıl hem
de insan üstü özellikler taşımaktadırlar. Bu da "gerçeğin masal ya da
masalın gerçek" gibi anlatıldığı izlenimi vermektedir. Gogol
"Dikanka Hikâyeleri"nde güldürü ve hicvin âdeta bir bütün oluşturduğu
özgün bir anlatım biçimi ortaya koymuştur.
Eserde yer alan her hikâye ya
tamamen trajik ya datamamen gülünç bir üslupla ele alınmıştır. Daha sonraki dönemlerde
yazdığı eserlerde ise Gogol bu trajik ve gülünç öğeleri biraraya getirerek, Rus
edebiyat tarihinde "gözyaşları arasında gülme" olarak adlandırılan,
kendine özgü bir anlatım tekniği oluşturmuştur. Trajedi ve güldürü ayrı ayrı
ele alındıkları için,"Dikanka Hikâyeleri"ndeki hiciv özel^likleri
diğer eserlerindeki kadar, şiddetli ve acımasız değildir. Ancak yazarın daha
sonraki dönemlerde verdiği eserlerinde hicvettiği konuların büyük bir kısmı
"Dikanka Hikâyelerinde belirlenmiştir. Bunların başında da insanların
zayıf ya da kusurlu yönleri gelmektedir. Gogol'e göre her insanın zayıf bir
yanı vardır ve onu ortaya koymak gerekir. Yazar,"Dikanka
Hikâyeleri"nde değişik bir bakış açısına göre, biraz çocuksu bir anlayış
içinde, insanların zayıflıklarını şeytan ya da cadı gibi hayali yaratıklarla
simgelemiş tir. örneğin saf Solopi'nin karısı Hivriya, damat adayı Gritsko,
demircinin annesi cadı Soloha ve güzel Oksana gibi tipler kişiliklerindeki
zayıf noktaları, kurnazlıkları ya da kusurlarıyla şeytandan farksızdırlar. Aynı
yaklaşımı şeytan tasvirlerinde de gördük. Şeytanın bir Almana, savcıya ya da
savcı yardımcısına benzetilmesi, köyün diğer erkekleri gibi cadı kadınla flört
etmeye kalması gibi özelliklerle, yazar insanla şeytan arasında sıkı bir bağlantı
kurmuştur. Sonuçta mükemmel bir fizik ve metafizik karışımı, yergi dolu bir
eser elde edilmiştir.
"Dikanka Hikâyeleri"nde
hiciv bakımından dikkati çeken oldukça ilginç bir başka özellik ise, yazarın
renkleri kullanma biçimidir. Kahramanların kişilikleriyle giyisilerindeki
renkler arasında yakın bir ilgi kurulmuştur. Kırmızı şeytanın simgesidir. Eğer
kahramanın giydikleri arasında kırmızı renk varsa, bu mutlaka ondaki bir
kusurun ya da kötü bir özelliğin varlığını göstermektedir. Koyu renk giyisiler
kahramanların kötü,açık renkler neşeli ya da iyi karakterleri, silik ve
belirsiz renkler ise olgunlaşmamış karakterleri simgelemektedir. Gogol giyime
aşırı düşkün kişilerin bu zayıflıklarını, uyuşmayan ve tamamen zıt renkler
kullanarak alaya almıştır. Renklerin bu zıtlığı ve uyuşmazlığı, aynı zamanda,
Gogol'ün "abartma" tekniğinin bir parçasıdır.
Rus ve batı edebiyatında
"giperbol" denilen "abartma" tekniği, Gogol'ün hicvinin
temel özelliklerindendir. Gogol'ün "abartma” tekniğinin esası, abartmayı
hak etmeyecek şeyleri bu teknikle anlatmasıdır. Bunun en güzel örneğini köy
muhtarında ve Foma Grigoryeviç'in giyiminin tasvirinde görmüştük. Kişilikleri,
dış görünüşleri ve tavırlarının aksine, mükemmel olmayan bu iki kahramanı
Arıcı Sarı Panko beğeni dolu bir tonla anlatır.
Böyle mükemmel dış görünüşle bozuk
karakter arasındaki zıtlık, yazarın onlar üzerindeki hicvini daha belirgin
bir hale getirir. Gogol'ün üslubunda, rusçada "alogizim" denilen
"mantıksızlık" tekniğinin ilk örneklerini yine "Dikanka Hikâyeleri"nde
görüyoruz, özellikle bu açıdan
Arıcı Sarı Panko'nun
"kültür"le "elma salamurası" ve batıl inançla
"felsefe" arasında kurduğu ilişki eserdeki en çarpıcı örnekler
arasında yer almaktadır. Gogol'ün kahramanlarının anlamsız ve saçma düşünce
oyunları, anlatıcı durumundaki yazarın üslubu çerçevesinde oldukça ilginç ve
kendine özgü bir nitelik kazanmıştır...
"Dikanka Hikâyeleri"nde
rastlanan bu hiciv özelliklerinin, henüz Genç yazarın kaleminde tam bir
olgunluğa erişmemiş olduğunu belirtmek gerekir. Yukarıda sözünü ettiğimiz
anlatım tekniklerini, Gogol bu eserini izleyen hikâye ve romanlarında
geliştirmiş, kendine özgü bir üslup ortaya koymuştur. Ancak yazar gerek konu
gerekse teknik bakımdan yaşamı boyunca yazdığı tüm eserlerinde gördüğümüz üslup
özelliklerinin temellerini "Dikanka Hikâyeleri"nde hazırlamıştır.
"Mirgorod" hikayeleri
3835 yılında Peterburg’da yazılmıştır. Eserde yer alan hikâyeler şunlardır:
FEski Zaman Beyleri" (Starovetskie pomeşçiki), "Taras
Bulba", "Viy" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in
Nasıl Küstük lerinin Hikâyesi" (Povest o tom kak possorilsya İvan
İvanoviçs İvanom Nikiforoviçem). "Dikanka Hikâyeleri"nden farklı
olarak, "Mirgorod"da ele alınan konular gerçeğe ve yaşadığımız
dünyaya daha yakındır. Hikâyelerin fonu yine Ukrayna yöresidir. Ancak bu kez
Gogol, Ukrayna halkının günlük yaşamını tanıtır. Hikâyelerin her biri değişik
karakter taşımaktadır. "Eski Zaman Beyleri"nde yaşlı çiftlik sahiplerinin
yaşam tarzı anlatılırken "Taras Bulba"da Zaporojye kazaklarının vatan
severİlk duyguları ele alınmaktadır.
"Viy"de felsefe
öğrencisi Homa’nın doğa üstü yaratıklarla başından geçen olaylar, "İvan
İvanoviç'le İvan Nikiforoviç" adlı hikâyede ise uzun yıllara dayanan
arkadaşlıklarını, hiç yüzünden bir kenara bırakıp birbirlerine küsen ve hatta
birbirlerine düşman olan iki çiftlik sahibinin öyküsü anlatılmaktadır.
"Mirgorod Hikâyeleri"nde
Gogol'ün hiciv sanatı açısından dikkati çeken iki eserini ele alacağız:
"Eski Zaman Beyleri" ve "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in Nasıl
Küstüklerinin Hikâyesi".
"Eski Zaman Beyleri"
sentim ental, trajik ve lirik bir eserdir. Hikâyenin konusu kısaca şöyledir:
yaşlı çiftlik sahipleri Afanasi İvanoviç ve Pulheriya İvanovna, kendi
köşelerine çekilmiş son derece sakin, hatta tek düze denebilecek bir yaşam
sürdürmektedirler. Birbirlerine çok bağlı bu iki yaşlı insanın en büyük
zevkleri yemek pişirmek ve yemektir . Yemekle ilgilenmekten çiftlik işlerine
yeterince zaman ayıramayan bu yaşlıları köy muhtarı, kâhya ve hizmetçiler
sürekli soymaktadırlar. Günün birinde, Pulheriya İvanovna’nın dizinin dibinden
hiç ayrılmayan kedisi, evin arkasındaki ormanda barınan kedilerin hayatına
özenip kaçar. Kedinin kaçışı, yaşlı çiftin âdeta bir idili andıran yaşam
tarzlarının sonu olur. Pulheriya İvanovna bu olayı, kendi ölümünün bir
habercisi olarak kabul eder. Gerçekten de yaşlı kadın ertesi gün yatağa düşer
ve kısa bir süre sonra ölür. Pulheriya İvanovna'nın ölümünden sonra Afanasi
İvanoviç hüzün dolu da olsa yine eskisi gibi yaşamaya devam eder. Bir süre
sonra, her yemek yiyişinde ölen karısını hatırlamanın acısına dayanamayarak o
da ölür, çiftlik uzak bir akrabalarının eline geçer. Çiftlikte başarılı
yenilikler yapıp herşeyi iyi idare ettiklerini düşünürken çiftliğe haciz
gelir. Böylece yaşlı çiftin arkasından çiftlikleri de yok olur gider.
Hikâyenin başlangıcında, hikâyeyi
anlatan kişi bu yaşlı çiftin yaşadığı çiftliğin bir tasvirini yapar. Bu tasvir,
hem yaşlıların yaşadıkları ortam hakkında fikirvermektedir hem de hikâyenin
adını açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır.
"Ukrayna'da, genellikle, eski
zaman beyleri denen ücra köylerinin içine kараlı sahiplerinin alçak gönüllü yaşamını çok severim. Bu
insanlar tıpkı eski zamandan kalma, sanat değeri olan evler gibidirler.
Duvarları henüz yağmurla yıkanmamış, çatıları yeşil renkli küfle kaplanmış,
sıvasız eşiği kırmızı kerpiçi örten, yeni ve düzgün bir binanın tamamen zıttı
olan eski ve alacalı bulacalı görünümleriyle bu evler çok sevimlidirler. Zaman
zaman, olağanüstü denecek kadar, içine kараlı yaşantının-sürdürüldüğü
o ortama bir an için de olsa girivermeyi isterim. Bu tür bir yaşam tarzında
küçük avluyu çevreleyen çitik, elma ve erik ağaçІагıylа dolu bahçenin sınırını, yana
eğilmiş sonbahar söğütü, mürver ve armut ağaçlarının çepeçevre sardığı ahşap
kulubeleri aşan tek bir istek yoktur. Bu alçakgönüllü insanların yaşamı
öylesine ama öylesine sessizdir ki bir an için hırslar, istekler ve dünyaya
huzur vermeyen kötü ruhun eziyetleri bile unutulur. Her şey kaybolur ve опіагхп sadece parlak, göz kamaştırıcı bir
rüya olduğunu düşünürsünüz
Hikâyeyi anlatan kişi
"alçakgönüllü, içine kapanık, hırs ve isteklerin unutulduğu" gibi
sözlerle, gerçekte, eski zaman beylerinin tek düze bir yaşam sürdürdüklerini
vurgular. Çiftliklerini çevreleyen çitin içinde, Pulheriya İvanovna ile
Afanasi İvanoviç'in yaşadıklarını gösteren en büyük belirti, yemek konusundaki
çabalarıdır. Pulheriya İvanovna bütün gücünü yiyecek bir şeyler pişirerek,
Afanasi İvanoviç de bu yiyecekleri yiyerek geçirmektedirler. Pulberiya
İvanovna’nın bir gününü nasıl geçirdiği
şu şekilde
anlatılmaktadır:
"Pulheriya İvanovna’nın işi
kileri durmadan açıp kapamak, salamura yapmak, meyva kurutmak, çeşit çeşit
yemiş ve otlar kaynatmaktan iberetti. Evi tıpkı bir kimya laboratuarına
benziyordu. Elma ağacının altında her zaman bir ateş yanar dururdu. İçine bal,
şeker ve adını bile hatırlamadığım bir sürü şey atılmış reçel, pestil veya
marmelatla dolu bir kazan ya da büyük tencere sacayaktan hiç inmezdi,.. Bütün
bu ıvır zıvırlardan o kadar çok pişirilir, salamura yapılır ve kurutulurdu ki,
neredeyse,tüm avlu bir yiyecek seli altında kalırdı. Çünkü, Puheriya ivanovna
kullanılmak için ayrılan miktar üzerine biraz fazlasını eklemekten çok
hoşlanırdı.,," (S.24-25)
Görüldüğü gibi, tek düze bir
yaşantı sürdüren Pulheriya İvanovna yemek pişirmeyi âdeta bir eğlence haline
getirmiştir. Pulheriya İvanovna için, fazlaca yaptığı yemekleri kimin yediği
önemli değildir, üstelik bu konuda bir iddiası da yoktur. Yemek yaparak eğlenmektedir.
Bu da onun için yeterlidir.
Afanasi İvanoviç ise çiftlik
işlerini tamamen boş vermiştir. Sadece yemek yediği zaman yaşadığını hissetmektedir.
Afanasi İvanoviç'te yemek yemek bir tutku haline
gelmiştir. Her öğünden önce,
Afanasi İvanoviç'in Pulheriya İvanovna'ya sorduğu sorular daima aynıdır:
"Bundan sonra Afanasi
İvanoviç eve girer, Pulheriya İvanovna’ya yaklaşarak "Ne dersiniz
Pulheriya ivanovna bir şeyler atıştırmanın zamanı gelmedi mi?"
-"Ne yemek istersiniz Afanasi
İvanoviç? Yağda kızartılmış çörek mi, Haşhaşlı börek mi yoksa mantar salamurası
mı?" Afanasi İvanoviç "-Eh mantar salamurası da olsun, börek
tel" diye cevap verdi. Hemen bunun arkasından masanın üstüne börekler,
mantarlar diziliverdi." (S.26)
Yemek yaşlı çiftin yaşamını o
kadar doldurmuştur ki, sofrada otururken bile konuşturlan tek konudur. Lapada
yanık kokusu var mı yok mu, eğer yemeğin üzerine soslu mantar konursa tadı
daha mı iyi yoksa daha mı kötü olur üzerine yapılan benzeri tartışmalar her
yemekte tekrarlanmaktadır.
Bir gününü altı yedi öğüne bölen
Afanasi İvanoviç' teki yeme tutkusu öylesine bir düzeye ulaşmıştır ki, gece
yarısı rahatsızlık duyduğunda bile, bu rahatsızlığın yemek yerse geçeceğine
inanmıştır. Pulheriya İvanovna ise, hemen her gece karnının ağrısından yakınan
kocasına yoğurt yemesini ya da armut şerbeti içmesini teklif etmektedir. Fazla
yemek yüzünden rahatsızlık duyabileceğini akıllarına bile getirmeyen
ihtiyarlar, her şeye rağmen çözümü yemek yemekte aramaktadırlar.
Pulheriya İvanovna ile Afanasi
İvanoviç'in dışa kapalı yaşam tarzını ve saflıklarını, İvan Şponka ve
teyzesininkine benzetebiliriz. Hatta ortak noktaları olan yemek konusu İvan
Sponka'yla teyzesinin arasındaki bağın kopmamasına nasıl yardım etmişse,
yaşlılarında böylesine tek düze bir yaşamı yıllarca sürdürmelerini sağlamıştır.
İvan Şponka’nın uzun zaman görmediği teyzesiyle ilgili hatırladığı tek şey ona
kurabiye ve börek getirmesidir. Pulheriya İvanovna öldükten sonra Afanasi
İvanoviç sofra başına her oturuşunda, onu yaptığı yemekleriyle hatırlar,
Pulheriya İvanovna'yla Afanasi
İvanoviç'in tek düze yaşamalarını canlandırıp, renklendiren anlar da vardır,
örneğin evlerine misafir geldiği zaman bir koşuşturmacanın hareketlenmenin
başlaması, Afanasi İvanoviç'in şakalar yapması onların yaşamalarını biraz
olsun değiştirmektedir. Afanasi İvanoviç şakalar yaparak Pulherlye İvanovna'yı
kızdırmaktan çok hoşlanmaktadır. Her zaman "evimiz yanarsa ne yaparız
nereye gideriz?" gibi sorularına karşılık Pulheriya İvanovna nasıl böyle
düşünebiliyorsunuz? tanrı başımıza böyle bir şey gelmesine izin vermez"
ya da "o zaman kilerde otururuz, evimizi yeniden kurarız" diye hayret
dolu, ciddi yanıtlar vermektedir. Ya da Afanasi İvanoviç "savaşa
katılacağım", şeklinde şaka yapınca, Pulheriya ivanovna "ilk
karşınıza çıkan asker sizi vurur" diyerek, sanki yaşlı adam hemen
gidiverecekmişcesine telâşa kapılmaktadır. Afanasi İvanoviç için Pilheriya
ivanovna'yı, yaptığı şakalarla kızdırmak büyük bir zevktir. Ancak belirtmek
gerekir ki bu tür konuşmalar eğlendirici olmasına rağmen, onların yaşantısının
ve alışkanlıklarının yönlendirdiği bir özellik taşımaktadır. Afanasi
İvanoviç'in "ev yanarsa ne yaparız?" sorusuna Pulheriya ivanovna’nın
verdiği karşılıklarda başka bir yere taşınma düşüncesi yoktur. Hatta, Afanasi
İvanoviç*in savaşa katılmak düşüncesine karşı çıkması, onların kendi çiftliklerinin
dışındaki yaşantı içinde yok olup gideceklerinin dolaylı bir anlatımı şeklinde
düşünülebilir. Pulheriya İvanovna'ya göre yaşamlarındaki her türlü değişiklik
ançak çiftlik sınırları içinde gerçekleşebilir.
Zaten Pulheriya İvanovna'nın
kedisinin kaçması gibi, bazıları için basit görünen bir değişim, onların yaşamlarını
alt üst eder.
Sovyet eleştirmen T.G Morozov,
yaşlı kadının bu değişimi "kendisinin ölüm haberi" olarak kabul etmesini
ve arkasından yatağa düşerek ölmesini, sadece batıl inançtan kaynaklanan bir
olay şeklinde yorumlamaktadır. Bu dü-
şünceye bağlı olarak eleştirmen,
hikâyeyi anlatan kişinin, ömür boyu sürdürülmüş sınırlı bir yaşamın ne kadar
hatalı olduğunu ortaya koymak istediğini bel itmektedir. Bize göre ise, olaya
sadece batıl inancın getirdiği bir sonuç gözüyle bakmamak gerekir. Konuyu daha
değişik açıdan yorumlamak mümkündür: Pulheriya İvanovna kedinin yaşamıyla
kendi yaşamı arasında, farkında olmadan bir bağlantı kurmuştur. Çünkü Pulheriya
İvanovna kedinin yaşam tarzında kendi yaşam tarzını görmektedir. Zamanla kedi,
Pulheriya İvanovna için yaşamının bir simgesi haline gelmiştir. Gerçekte, simge
niteliğindeki bu kedinin vahşi ormana kaçması, onların dış dünyaya
açılmalarıyla aynı anlamdadır. Kedinin kaçmasının Pulheriya ivanovna'yir belki»
görünüşte doğrudan ilgilendirmemesi gerekir. Ancak onu bir simge olarak gören
ve hatta sürdürdükleri yaşamın benzerliği nedeniyle, içgüdüsel olarak bir yere
kadar kediyle kendini özdeşleştiren Pulheriya ivanovna yapısındaki biri için
bu bir felâket habercisi şeklinde yorumlanabilir. Kendi çiftliği dışında bir
yaşam düşünmek bile istemeyen Pulheriya İvanovna için, kedinin alışmadığı
acımasız dünyaya açılması kedinin dolayısıyla da kendi sonu demektir.
Önce Pulheriya İvanovna’nın,
arkasından Afanasi İvanoviç'in ölmesi, çiftliğin mahvoluşunu hazırlar, çiftliğin,
"nereden geldiği bilinmeyen" mirasçısı, hangi alayda hizmet ettiği de
belirsiz bir emir eridir, çiftliği gördüğü gibi, ne kadar harap durumda
olduğunu anlayan mirasçı, çeşitli yenilikler yapmaya girişir. Mirasçı sorunları
tamamen ortadan kaldırmanın çözümünü” altı İngiliz orağıyla mujiklerin
kulübelerini numaralamakta" bulmasına rağmen çiftlik iflas eder. Hikayeyi anlatan
kişi iflâs eden çiftliği ve iflas ettireni şu sözlerle aktarmaktadır:
"... altı ay sonra çiftliğe
haciz geldi. Haciz görevlisi yargıç ve soluk üniformalı yüzbaşı ise kısa sürede
bütün tavuk ve yumurtaları silip süpürdüler. Zaten yıkılmak üzere olan
kulübeler tamamen yıkıldılar, mujikler kendilerini iyiden iyiye içkiye verdiler
ve büyük bir kısmı da çareyi kaçmakta buldu. Bununla beraber haciz görevlisiyle,
oldukça sakin bir yaşam süren ve onunla içki içen gerçek sahibi köye seyrek
gelip çok az kalıyordu. Ukrayna panayırlarında habire para harcıyordu; un,
kenevir, bal vs. gibi toptan satılan ne varsa hepsinin fiyatını iyice
araştırıyordu. Ama aldıkları, fiyatı bir rubleyi bile geçmeyen çakmak taşı,
pipo temizleme çivisi gibi ufak tefek şeylerdi."(S.41)
Yenilikçi bir ruh taşıyan
mirasçının başarılı çiftlik sahiplerine özenerek, deneyim sahibi olmadığı
halde çiftlik işlerine el atması ve sonuçta iflasa sürüklenmesi alaylı bir
dille anlatılmaktadır. Hikâyeyi anlatan kişi, onun hangi alayda hizmet ettiğini
hatırlamadığını söylerken, yaptığı görevin önem derecesini vurgulamaktadır. Bu
vurgulama, mirasyedinin gerçek mesleğiyle çiftlikte yapılan işler arasındaki
büyük farkı ve çiftliğin, ne olursa olsun, sonucu önceden tahmin edilen
geleceğini açıkça gözler önüne sermektedir. Hikâyeyi anlatan kişi,
"korkunç reformcu"yu tam bir mirasyedi psikolojisi içinde tasvir
etmektedir, özellikle son bölümde haciz görevlisiyle içki içmesi, rahatını
bozmaması, panayırda dolaşırken parasını ufak tefek şeyler ve lüks zevkleri
için harcaması, kahramandaki bu psikolojiyi çok güzel açıklamaktadır.
Mirasyedinin yanısıra şiddetli bir biçimde alaya alman diğer tipler ise haciz
görevlisi yargıç ve "soluk üniformalı yüzbaşıdır. Bu kişiler,, fırsattan
yararlanarak mirasyedinin sırtından geçinmekte sakınca görmeyen bir karaktere
sahiptirler. Mirasyedi kalan parayı tüketiyorsa, iki görevli de yiyecek içecek
türü ne varsa onu tüketmektedirler. Yüzbaşının soluk üniforma giymesi de, onun
görevinden başka herşeyle uğraştığını kanıtlamaktadır.
Gerçekte, mirasyedinin çiftliği
iflâsa sürüklemesi ve bundan sonra sürdürdüğü yaşam tarzı yaşlıların uyum, huzur
ve bolluk içindeki yaşamıyla kıyaslanmaktadır. Bu kıyaslamayla hikayeyi
anlatan kişi, bir soru ileri sürmektedir: "bayağılık eski düzen içinde
yaşayıp giden, yaşlandıkları
İçin artık amaçları kalmamış,
bütün günlerini yemek yaparak geçiren bu insanların yaşam tarzlarında mıdır?
Yoksa eski düzeni yıkıp bozan panayırlarda para harcayıp duran, rahatından
başka bir şey düşünmeyen haciz görevlileriyle içki içen mirasyedinin yaşamında
mı? 19. yüzyıl Rus edebiyatının en büyük eleştirmeni Belinski, kendi idealist
görüşleri çerçevesinde, bayağılığı Pulheriya İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in
tek düze ve işe yaramayan yaşam tarzlarında görmektedir. Eleştirmenin onları
insanlığa yöneltilmiş iki parodi olarak nitelendirmesinin nedeni budur.
Belinski, hikâyedeki duygusal motifleri gözden kaçırmamıştır. Makalesinde yarı
insansı bir yaşam süren bu insanlar hakkında: "Peki ama niçin onların ölümleri
bu kadar hüzün veriyor insana?" şeklinde bir soru ortaya koymuştur.
Belinski, yaşlı insanları "hayvani, kaba ve karikatüristlk"
yaşantılarına rağmen, onlara sempati ve acıma duyulmasının anahtarını hikâyeyi
anlatan kişide bulmaktadır. Hikâye boyunca sezilen böylesine eşsiz bir zıtlığın
başarısı ise, Belinski'ye göre, yazarın yaklaşım tarzındadır:
".................... Bir de anlatının
etkisine kapılıveriyorsunuz.
Bazen onlarla nefret duymadan alay
ediyorsunuz, bazense onlar için gözyaşı döküyorsunuz. Bu iki yaşlının malını
bir çırpıda yok eden mirasyediye öfke duyuyorsunuz... Bunun nedeni yazarın bu
bayağı ve aptalca yaşam tarzında insancıl bir duygu bulmuş
olmasındadır..."
Eleştirmenin görüşüne göre,
anlatıcının kahramanlara gösterdiği duygusal yaklaşım, bayağı yaşam tarzını
gizleyecek bir düzeydedir. Bu görüşler insanın doğadaki en mükemmel varlık
olduğuna, insan zekâsının ve gücünün sonuna dek kullanılması gerektiğine derin
bir inanç besleyen Belinski'nin bakış açısına göre oldukça yerindedir.
Hikâyede, gerçekte, Pulheriya
İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in sürdürdükleri yaşara tarzına karşı iki yönlü
bir yaklaşım vardır. Bunlardan biri anlatıcının duygusal yaklaşımıdır.
Hikâyeyi anlatan kişinin bakış
açısından değerlendirilirse bayağılığın simgesi çiftliği iflâsa götüren mirasyedidir.
Hikâyenin mirasyedi ile ilgili bölümünde, hiciv son derece şiddetli ve alaycı
bir hava kazanmıştır. Aynı bölümde mirasyedinin yanısıra yargıçla yüzbaşı da
iğneleyici bir tonla eleştirilmektedir. Bu iki kişi hakları yokken, başkasının
malını yemekte bir sakınca görmemektedirler. Fırsatları kaçırmadan en iyi
şekilde değerlendirmeyi bilen devlet görevlileri, onların kişiliklerinde
hicvedilnektedir. Gerek mirasyedi gerekse haciz görevlileri, hikâyeyi anlatan
kişinin gözünde korkunç insanlardır. Hikâyeyi anlatan kişinin, Pulheriya
İvanovna'ya Afanasi İvanoviç'e duyduğu sempati okuyucuları da yönlendirici bir
etkiye sahiptir. Bu sempati nedeniyle yaşlıların tek düze, eski tarz yaşamlarının
kusurlarını hoş görmek mümkündür. Yaşlıları tanıtırken, hikâyeyi anlatan
kişinin, onların endişeden uzak, sakin ve gözü tok yaşamlarına duyduğu özlem
açıkça hissedilmekdir. Sık sık Pulheriya İvanovna ve Afanasi İvanoviç için
kullandığı "iyi yürekli ihtiyarcıklar", "zavallı
kadıncağız" ya da "adamcağız" gibi sözler ise anlatıcının onlara
beslediği sevgi ve acıma duygusunu belirtmektedir. Pulheriya İvanovna'ya
Afanasi İvanoviç'in yemek konusunda gösterdikleri çabayı yumuşak bir alayla
anlatmasına rağmen, bu kişi onların yaşamına özendiğini de saklamamaktadır.
Diğer yaklaşım ise, yazarın
hikâyeyi yazmasındaki amaçla bağlantılıdır. Gogol, hikâyede kendi kendisiyle,
âdeta, mutluluk üzerine bir polemiğe girmiş gibidir. Bu nedenle hikâyenin
yazılmasındaki amaç biraz felsefi, biraz da psikolojik bir düşünceden kaynaklanmaktadır.
Hikâye boyunca hemen her sayfada gizliden gizliye "mutluluk nedir?",
"mutluluğu yaratmak insanın elinde midir?" ya da "nasıl mutlu
olunabilir?" gibi sorular sorulmaktadır. Konu göründüğü gibi iki yaşlı
insanla, mirasyediyi ve onun sırtından geçinen haciz görevlilerini sadece alaya
almak kadar basit değildir. Ancak mutluluk konusundaki ciddi temayla birlikte,
genç yazar yeteneği hicve yatkın olduğu için, zaman zaman hikayeyi anlatan
kişinin ağzından onların kusurlarını alaycı bir üslûpla aktarmaktan kendini
alamamıştır.
Olgunluk döneminden önce yazılmış
olmasına rağmen "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç", Gogol'ün eşsiz
hikâyelerinden biridir, "ölü Canlar" ve "Müfettiş" dışında
hiciv sanatı bakımından da en önemli örnekler bu hikâyede toplamıştır.
Hikâye "Eski Zaman
Beyleri”nde olduğu gibi, birinci' kişi ağzından anlatılmaktadır. Hikâyenin
konusunu şu şekilde özetleyebiliriz: İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç adlı
iki asil çiftlik sahibi, Mirgorod şehrinde mükemmel dostluklarıyla ün
salmışlardır, Ava son derece düşkün olan İvan İvanoviç bir gün, İvan
Nikiforoviç'in bahçesinde havalandırılmak üzere çıkarılmış eşyalar arasında
bir tüfek görür.
Bu tüfeği İvan Nikiforoviç’ten
istemek için evine gider tüfek kullanmamasına rağmen İvan Nikiforoviç
arkadaşının isteğini reddeder. İnatçı İvan İvanoviç, İvan Nikiforoviç"i
ikna etmek için tüfek karşılığında iki çuval un ve boz renkli domuzunu vermeyi
teklif eder. Ama İvan Nikiforoviç kendini tutamayarak, İvan İvanoviç'e
"kaz” der. Şerefine son derece düşkün bir insan olan İvan İvanoviç bu söze
çok gücenir. Kısa sürede tartışma kavgaya dönüşür. İki arkadaş küskün olarak
ayrılırlar. Agafya Fedoseyevna’nın İvan Nikiforoviç'i, İvan İvanoviç'in pek
iyi bir insan olmadığına inandırmasıyla iki arkadaşın arası daha çok açılır. Bu
küskünlüğün ucu mahkemeye kadar ulaşır. Her ikisi de şikâyetler yazarak,
birbirlerini mahkemeye verirler. Mirgord halkının tüm çabalarına rağmen eski
arkadaşlar barışmaya razı olmazlar. Her iki çiftlik sahibi de davanın kendi
lehine sonuçlanacağını ümit etmektedir. Aradan yıllar geçer sorunlarına bir
çözüm gelmez. Ancak İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç umutlarını yitirmeden
beklemeye devam ederler.
Hikâyenin başlangıcında her iki
arkadaşın detaylı bir tanımı yapılmaktadır. Tanımlar onların karakterlerinden
çok sahip oldukları maddi değerler, fiziksel yapıları ve olaylar karşısındaki
tutumlarıyla ilgilidir. Her iki kahramanın karakterleri hakkında bir yargıya
varmak için, sadece anlatıcının verdiği bilgiler yardımcı olmaktadırlar.
Hikâyeyi anlatan kişi bizleri önce
İvan İvanoviç'le tanıştırmaktadır. Ancak bu tanışma doğrudan doğruya İvan
İvanoviç'le değil, onun hayranlık uyandıran redingotuyla başlamaktadır.
Anlatıcı durumundaki kişi, İvan İvanoviç'in redingotundan büyük bir övgüyle
sözetmektedir. Sanki bu, redigont değil de dört bir yandan incelendikçe güzel
yanları ortaya çıkan sanat eseridir. Hikâyeyi anlatan kişi İvan İvanoviç 'in
redingotuna duyduğu hayranlığı "nefis, eşsiz" "hele yakasındaki
kıvırcık kuzu derisi yok mu, âdeta gümüş, ateş.." gibi sözlerle oldukça
abartılı bir tonda dile getirmektedir. Bu abartılı ton "Neden benimde
böyle bir redigonttum yok sanki?" sözlerinde zirveye ulaşmıştır. İvan İvanoviç'in
redingotuyla ilgili bu bölümü 19.yüzyıl ünlü eleştirmeni Belinski şu
sözleriyle yorumlamaktadır: ''Bay Gogol İvan İvanoviç'in redingotu hakkında
önemli bir şeyden söz ediyormuş gibi konuşmaktadır. Saf insanlar, ciddi bir
tavırla "aslında yazar böyle güzel redingotu olmadığı için üzülüyor"
diye düşüneceklerdir. Evet, bay Gogol öyle sevimli rol yapıyor ki. Onun alay
ettiğini anlamamak için hayli aptal olmak gerekir. Ancak bu alay, gerçekten
onun plânladığı gibi çok incedir."
Gerçekten de bu bölümde çok ince
bir alay vardır. Çünkü kahraman doğrudan doğruya değil kendisine ait bir
eşyayla hicvedilmektedir. Redingotun büyük bir övgüyle anlatıldığı bu
paragraf, aynı zamanda, İvan İvanoviç'in kişiliğinin en önemli özelliklerinden
olan titizliği ve bu titizlikten kaynaklanan sinirli yapısı konusunda ön bir
bilgi verecek nitelik taşımaktadır.
Hikâyeyi anlatan kişi, yakası kuzu
kürklü redingotun yanısıra aynı övgü dolu tanla İvan İvanoviç'in eviyle bahçesinden
sözetmektedir. İvan İvanoviç'in "güzel" eviyle "dalları odalara
kadar uzanan ağaçlarla dolu bahçesi"ni tasvir etmeden önce anlatıcı konuya
"ne harika insandır şu bizim İvan ivanoviçl" diyerek girmektedir. Bu
ifade sanki eti ve bahçesi güzel olmasa, İvan tvanoviç'te "harika bir
insan" olmayacakmış gibi bir izlenim bırakmaktadır.
Redingotu, evi ve bahçesi
sayesinde İvan İvanoviç hakkında edindiğimiz fikir, günlük yaşamın anlatıldığı
bölümlerde daha belirgin bir hale gelmektedir.
"Harika insandır İvan
tvanoviç! Kavun yemeği çok sever. En sevdiği meyve de kavundur zaten. Yemeğini
yiyip üzerinde sadece gömleği olduğu halde sundurmaya çıkar. Gapka'ya iki tane
kavun getirmesini emreder. Gelen kavunları keser, çekirdeklerini çıkarır, özel
bir kâğıda sarar ve yemeye başlar. Sonra Gapka'dan mürekkebi ister,
çekirdekleri sardığı kağıdın üzerine "bu kavun şu şu tarihte yendi"
diye yazar. Eğer o gün misafiri varsa "şu şu kişi”de bana katıldı"
cümlesini ekler" (S.194)
İvan İvanoviç'in bu saçma
uğraşından, çok önemli bir konuymuş gibi sözedilmektedir. Hikâyeyi anlatan
kişinin buna mecbur kaldığı açıkça bellidir. Çünkü İvan İvanoviç kavunla ilgili
tüm işlemleri büyük bir ciddiyet ve düzenle yapmaktadır. Dışarıdan izleyen bir
kişide İvan İvanoviç' in ciddiyeti ve düzeni ister istemez, tüm yapılanların
çok önemli uğraşlar olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Hikâyeyi anlatan kişinin
farkında olmadan ortaya koyduğu, paragrafın başlangıcındaki "harika"
kavramıyla kavun çekirdekleri arasındaki çelişki İvan İvanoviç'in
karakterindeki bayağılığın ilk belirtisidir. İvan İvanoviç'in karakterindeki
bayağılık bütün gün yapacak başka bir şey bulamayıp zamanını kavun
çekirdekleriyle harcamasıdır.
İvan İvanoviç'in karakteri
hakkında fikir veren olaylardan biri de kilise çıkışında dilencilerle yaptığı
konuşmadır. İvan İvanoviç dilencilerin içinden her zaman en fakirini seçerek
"ekmek ister misin? et yemek hoşuna gider mi? Ekmeği mi yoksa eti mi
tercih edersin?" gibi sorular sormaktadır. Bu sorular karşısında, dilenci
İvan İvanoviç ona ekmek ya da et verecekmiş gibi umutlanmaktadır. Oysa İvan
İvanoviç dilenciye "sana tanrı yardım etsin. Daha ne dikiliyorsun karşımda
yoksa dayak mı yemek istiyorsun?" gibi bir karşılık vermekle
yetinmektedir. Hemen her pazar kilise çıkışında tekrarlanan bu olay İvan
İvanoviç'in iyilik anlayışındaki çarpıklığı, katılığını, kendini beğenmişliğini
ve cimriliğini ortaya koymaktadır.
İvan İvanoviç hakkında verilen bu
bilgilerden sonra hikâyeyi anlatan kişi, İvan Nikiforoviç'i tanıtır. İvan
Nikiforoviç'in karakteri hakkanda verilen bilgi, İvan İvanoviç 'inki kadar
detaylı değildir. Hikâyeyi anlatan kişi İvan Nikiforoviç'i hem dış görünüş hem
de davranış bakımından İvan İvanoviç'le kıyaslamaktadır. Bu kıyaslamanın amacı
ikisi arasındaki zıtlığı ortaya koymaktır. İvan İvanoviç için söylenenleri
tersine çevirirsek karşımıza İvan Nikiforoviç çıkacaktır. Hikâyede İvan
Nikiforoviç şu sözlerle tanıtılmaktadır:
"İvan İvanoviç'in olağanüstü
bir konuşma yeteneği vardır... İvan Nikiforoviç ise, aksine, susmayı yeğler.
Ama ağzını açtığı zamanda söyledeği sözler keskin jileti hiç de aratmaz. İvan
İvanoviç zayıf ve uzun boyludur. İvan Nikiforoviç kısadır, buna karşılık enine
enine geniştir.
İvano İvanoviç'in başı, kökü aşağı
dönük turpa İvan Nikiforoviç 'inki ise kökü yukarı dönük turpa benzerdi. İvan
İvanoviç çok ince ruhlu bir adamdır, saygıdeğer bir konudan konuşulurken asla
uygunsuz zözler kullanmaz, kullanan biri olursa çok gücenir. İvan Nikiforoviç
ise bazan sözünü sakınmaz... İvan İvanoviç, eğer çorbasında sinek görürse
müthiş öfkelenir: kendinden geçer, tabağı ittirir ve ev sahibine çıkışır. İvan
Nikiforoviç yıkanmayı çok sever... İvan İvanoviç haftada iki kez traş olur,
İvan Nikiforoviç ise bir kez.. İvan İvanoviç sadece yemekten sonra üzerinde
gömleği olduğu halde sundurmada yatar, akşam redingotunu giyer ve bir yere
gider. İvan Nikiforoviç ise bütün gün eşikte yatar, eğer hava çok sıcak değilse
sırtını güneşe döner ve hiç bir yere kıpırdamaz..." (S.196)
İki arkadaş arasında yapılan bu
kıyaslamadan anlaşılacağı gibi İvan Nikiforoviç daha kaba bir insandır. Aynı
zamanda tembeldir. İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç görür nüşte iyi dost
olmalarına rağmen, aralarında uzlaşması imkansız farklılıklar vardır. Onların
arasındaki dostluk konusundaki en güzel açıklamayı "kolları mavi renkli
kahverengi ceket" giyen Anton Pupopuz yapmaktadır: "İvan İvanoviç'le
İvan Nikiforoviç'i, şeytan bir iple bağlamış".
Gerçi hikâyede onlar arasındaki
farkılıklar son derece önemsiz,hatta saçma konulardır. Ancak bu tür karaktere
sahip kahramanlarda daha ciddi bir kıyaslama yapmanın imkânı yoktur. Hikâyeyi
anlatan kişi onlar arasındaki bu kıyaslamayı "aralarında bazı farklılıklar
olmasına rağmen hem İvan İvanoviç hem de İvan Nikiforoviç harika
insanlardır." sözleriyle bitirmektedir. Hikâyeyi anlatan kişinin
"bazı farklılıklar" diyerek, onların curasında uyuşan tek nokta
olmadığını gözardı etmesi ya da bu farklılıkları küçümsemesi hicvi
kuvvetlendirici bir nitelik taşımaktadır.
Bu tanıtıcı bölümde, hiciv
sanatının ilginç ve değişik bir örneği bulunduğunu belirtmek gerekir. Fizyolojik
bakımdan her iki kahraman da bitkilerle kıyaslanmaktadır. Olgun bir eriği
andıran burun, tütün rengi gözler ve turp biçimli kafalarıyla kahramanlar
insandan çok, üzerinde çeşitli bitkiler yetişen ağaçlar gibidirler, İvan
İvanoviç' le İvan Nikiforoviç'in bitkilerle kıyaslanmaları tesadüfi değildir.
Ruhtan ve mantıktan yoksun iki arkadaşın bu karakterleriyle bitkiden pek de
farklı olmadıkları açıktır. Onları birarada tutan ortak özelliği# belki#
burada bulabiliriz .
Tüm bu özelliklerebağlı olarak bu
iki insanın, yaşamak için belirli hedefleri bulunmadığı söylenebilir. Bütün
yaptıkları sundurmada ve eşikte yatmak, sıkılınca da gidip sağda solda
birşeyler içerek çene çalmaktır. İvan İvanoviç'in büyük küskünlükten önce,
sundurmada otururken düşündükleri tam anlamıyla onun karakterine uygundur:
"Tanrım ne çiftlik
sahibiymişim beni Neyim yok ki? Kuşlarım,evim, ambarlarım, her türlü kaprisim,
imbikten geçirilmiş, dinlendirilmiş votkam; bahçemde armut ve erik ağaçlarım;
sebze bahçemde haşhaş, lahana, bezelye var.... Başka ne eksiğim var ki?...
Neyim yok bilmek isterdim doğrusu?"
Kendine böyle derin anlamlı
sorular soran İvan İvanoviç düşüncelere daldı." (S. 198)
İvan İvanoviç’in kendi kendisine
giriştiği bu polemikte, kendini ne gözle değerlendirdiği belli olmaktadır.
İvan İvanoniç, kişisel değerini mal varlığıyla ölçmektedir. Zenginlik, onun
için maddi ve ruhsal bakımından hiçbir eksiğinin bulunmaması demektir.
Hikâyeyi anlatan kişi, onun sundurmada dinlenirken giriştiği bilanço çıkarma
konusunu "derin anlamlı" sözüyle kıyaslamaktadır. Bu da İvan
İvanoviç'in düzeyinin daha derin düşüncelere izin vermediğinin açık bir
kanıtıdır.
İvan İvanoviç'in kendi kendine
giriştiği "neyim var neyim yok?" tartışması, İvan Nikiforoviç'in
evinin bahçesinde havalandırılmak iizere çıkarılmış tüfeği görmesiyle son
bulur. Tüfeği görünce sanki sorusunun yanıtını bulmuş gibidir: onda güzel bir
Türk tüfeği yokturl Malları arasına yeni bir tanesini daha ekleme fırsatını
kaçırmamak için, İvan İvanoviç hemen İvan Nikiforoviç'in evine gider.
İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç
arasındaki tartışma, konuyla ilgisi bulunmayan, lüzumsuz olarak nitelendirilebilecek
diyaloglardan ibarettir. Bu diyaloglarda tartışma merkezinin sürekli değişim
halinde olduğunu, beklenmedik anlarda konudan konuya geçildiğini görebiliriz .
Havanın güzelliğiyle başlayan konuşma, İvan Nikiforoviç'in "şeytan alsın
bu havayı1" dediği zaman İvan İvanoviç'in kızmasıyla şeytan üzerine
yapılan tartışma ile devam eder. Konu daha sonra şeytandan ördek avlamaya,
ekinlerin kalitesine ve İvan Nikiforoviç'in dışarıda havalandırılan elbiselerine
kayar. Bir ara İvan İvanoviç sözü döndürüp dolaştırıp tüfeğe getirir,
özellikle tüfekle ilgili diyaloglarda mantık kesinlikle yoktur, İvan İvanoviç
tüfeği kendisine vermesi için İvan Nikiforoviç^e, onun vücudunun atış yapmaya
uygun olmadığını ileri sürer, İvan Nikiforoviç'in hiç kullamadığı tüfeği
vermemek için gösterdiği bahane, bu silahın çok gerekli olduğudur, üstelik
evine hırsız girerse bu tüfeği kullanacaktır. İvan Nikiforoviç'in bu imadını,
İvan İvanoviç nezaketsizlik şeklinde yorumlar. İvan Nikiforoviç bunun doğru
olmadığını belirtir. Çünkü İVan İvanoviç' in hizmetçilerinin çocuklarının oyun
oynarken onun avlusuna da geçtiği halde hiçbir şey söylememektedir. Diyalogun
bu bölümlerinde konu tamamen dağılmıştır. Hatta bir ara iki
arkadaş üç kralın Rus çarına
açtığı savaşla ilgili fikirlerini bile söylerler. Diyalog pek çok kez bu
şekilde dağıla toplana sonuna kadar devam eder. Nihayet sıra, karşılıklı
haraketlere ve İvan İvanoviç'in son derece gururunu kıran "kaz"
kalemesine gelir:
"-Siz ise İvan İvanoviç tam
anlamıyla bir kazsınız."
Eğer İvan Nikiforoviç bu kelimeyi
söylemeseydi, aralarında tartışmaya devam ederler ve her zamanki gibi dostça
ayrılırlardı. Ama iş artık bambaşka bir biçim almıştı. İvan İvanoviç
Kıpkırmızı oldu.
"-Slz ne dediniz bakayım İvan
Nikiforoviç?" diye sordu sesini yükselterek."'
"-Sizin tıpkıbir kaza
benzediğinizi söylemiştim İvan İvanoviç i"
"-Beyefendi, karşınızdaki
insanın hem rütbesine hem de soyadma gösterilmesi gereken saygı ve nezaketi unutarak
böyleşine şerefsiz bir sözle nasıl hakaret edersiniz?"
"-Bunda şerefsiz ne varmış?
Sahi niçin ellerinizi öyle sallayıp duruyorsunuz İvan İvanoviç?”
"-Tekrar ediyorum bütün
nezaket kurallarını çiğneyerek bana nasıl kaz diyebilirsiniz?"
"-Hay sizin kafanıza İvan
İvanoviç! Niçin her şeyi bu kadar uzatıyorsunuz anlamıyorum?" (S.205)
İvan İvanoviç'le İvan
Nikiforoviç'in arası yalnızca bir "kaz" kelimesi yüzünden bu şekilde
bozulur. Aslında iki arkadaşın arasını açan bu olay tam onların karakterlerine
uygundur. Bütün gün yatmaktan başka işleri olmayan İvan İvanoviç'le İvan
Nikiforoviç'in hiçbir zaman farketmedikleri ruhsal boşluklarını, can
sıkıntılarını giderecek bir problem ortaya çıkmıştır böylece. Eleştirmen
Belinski iki arkadaş arasındaki bu tartışmayı &u sözlerle yorumlamaktadır:
"..Bu tiplerin yaptıkları
herşey boş hayali ve aptalcadır. Karakterlerinde kaçınılmaz bir tartışma zaten
vardır. İvan İvanoviç İvan Nikiforoviç'in tüfeğini ister niçin mi? işte bunu
sormayın, çünkü bunu kendi de bilmemektedir. öyle sanıyorum ki, kendi tembel
boşluğunu bu şekilde doldurmak için yaptığı bilinçsiz bir davranıştır. Çünkü
ne denli bayağı olursa olsun, tembelliğin verdiği boşluk her insan için ağır ve
acıdır. İvan Nikiforoviç de aynı nedenle tüfeğini vermek istemez..."
Tüfek konusundaki bu tartışma
onların ruhsal boşluklarını gösterdiği gibi karakterlerindeki başka özellikleri
de ortaya koymaktadır. İvan İvanoviç amacına ulaşmak için arkadaşının fiziksel
kusurunu, kırıcı bir biçimde yüzüne vuracak kadar egoisttir. İvan Nikiforoviç
ise son der rece inatçıdır. Hepsinden ötesi "kaz” gibi bir kelime yüzünden
birbirlerine düşman kesilecek düzeyde dar görüşlü insanlardır.
Eleştirmen Belinski
"kaz" kelimesinin sanatsal bir deha olarak nitelendirmektedir. ВеІіпйкіѴе göre tartışma küfürler, yumfcuklar
ve daha ağır sözlerle anlatılmış olsaydı bu her şeyi bozardı. Çünkü böyle bir
durumda, bu iki çiftlik sahibinin son derece mantıksızca ya da önemsiz bir nedenle
kavga edecek karakterde oldukları gösterilmektedir.
Tüm bu izlenimlerin açığa
çıkmasında hikâyeyi anlatan kişinin payı büyüktür. Hikâyeyi anlatan kişinin
zaman zaman, olayı bölerek araya girdiğinde söylediği sözler, takındığı
tavır, çiftlik sahipleri-üzerindeki hicvi kuvvetlendirici bir nitelik
taşımaktadır, örneğin İvan İvanoviç' in tüfeği almak için İvan Nikiforoviç'e
uydurduğu bahaneden sonra anlatıcı araya girmekte ve düşüncelerini belirtmektedir:
"-Sizin vücudunuzun yapısı
öyle atışa falan uygun değil, Siz iri yapılı, kocaman gövdeli bir insansınız.
(İvan İvanoviç birisini bir şeye
inandırmak istediği zaman şiir okuyormuş gibi konuşurdu. Ne konuşurdu ama! Ey
tanrım ne kadar güzel konuşurdu o!)...." (S.202)
İvan tvanoviç, İvan Nikiforoviç'i
üzebileceğin! hiç düşünmeden onun fiziksel kusurunu rahat rahat yüzüne
söylemektedir. Hikâyeyi anlatan kişinin tam bu sözlerden sonra, İvan tvanoviç'i
övmeye kalkması boşuna değildir.
Ancak anlatıcı onlar için
kullandığı övücü sözlerde samimidir. Bu iki arkadaşı hicvetmekte olduğunu
sadece okuyucu farketmektedir.
Aynı tür anlatım, "kaz"
kelimesinin intikamını almak amacıyla, İvan tvanoviç'in arkadaşının tavuk
kümesine yaptığı saldırının tasvirinde vardır. Saldırının düzenlediği geceyi
tasvir ederken anlatıcı sürekli "ah ressam olsaydım geceyi şöyle tasvir
ederdim" sözlerini kullanmaktadır. Büyük bir ciddiyet ve ilhamla dolu bu
lirik anlatım, aniden "elinde testereyle o gece dışarı çıkan İvan
tvanoviç'i tasvir edebileceğimi hiç düşünmezdim" cümlesiyle sona
ermektedir. Yüzünde anlaşılması zor duygular taşıyan, karanlığın içinde gizli
gizli süzülen ve bir yandan da korkuyla sağı solu kontrol eden İvan İvanoviç,
hikâyeyi anlatan kişinin merkezi haline gelmiştir. Ciddi ve coşkulu bir
anlatım tarzının arkasından, elinde testeresi kümese saldıran İvan İvanoviç'in
çıkıvermesi olayı gülünçleştirmektedir. Gülünçleştirtiği kadar da yaşını başını
almış, olgun bir kişinin doğru dürüst sebep yokken içine düştüğü durumun
bayağılık düzeyini artırmaktadır. Ne var ki İvan İvanoviç bu saldırı nedeniyle,
İvan Nikiforoviç'in altta kalmayacağını, kesinlikle karşılık vereceğini
düşünerek dehşete kapılır. tv®n Nikiforoviç’in yapacağı girişimi
önlemek için hemen mahkemeye igider. Mahkemeye verdiği dilekçenin birinci
şıkkı şu şekildedir:
"Tanrı tanımazlığı, tiksinti
veren her ölçüyü taşan hareketleriyle herkesin tanıdığı Nikiforoğlu İvan
Dovgoçhun 1810 yılının 7 temmuzunda doğrudan doğruya şerefimi zedelediği kadar
dolaylı olarak unvanıma ve aile şerefime de dokunan acı bir harakette bulunmuştur.
Bu soylu kişi hem aşağılık bir görünüme sahiptir hem de kötü bir karaktere
sahiptir, ğünahkâr düşünceler ve küfürlerle doludur. Bu .soylu kişi,
Nikiforoğlu İvan Dovgoçhun, kendisine dostça önerilerle gittiğim zaman açık ve
unvanımı lekeleyici bir biçimde bana "kaz" demiştir. Tüm Mirgorod
halkının da bildiği gibi ben asla böyleşine bir hakaretle
karşılaşmadım..." (S.215) .
Bu dilekçe о dönemin Eesmi yazışmaları hakkında bilgi verecek bir
niteliktedir. Ancak bu resmi dilekçe İvan tvanoviç'in saçma şikâyetleriyle birleşince
komik bir hal almıştır.
Görevli memur dilekçeyi okurken, yargıcın "Ne kuvvetli bir kalem bul
Tanrım! bu adam ne de güzel yazarmış meğerse" sözleriyle ifade ettiği
hayranlık, yazarın İvan İvanoviç'e alaylı yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Dilekçemin ilgi çeken bir başka
özelliği de aşağılayıcı ve iyi kelimelerin birarada kullanılmasıdır, örneğin
"günahkâr, insanı tiksindiren, eşkiya vs." kelimeleri sık sık
"soylu kişi" ya da "beyefendi" kelimeleriyle biraraya
getirilmektedir. Aynı özellikler İvan Nikiforoviç'in dilekçesinde de vardır.
Aradaki tek fark, İvan İvanoviç'in dikelçesinin İvan Nikiforoviç'inkinden daha
ustalıklı olmasıdır. İvan Nikiforoviç'in dilekçesini, İvan İvanoviç'in tüfek
karşılığı teklif ettiği boz renkli domuz çalar. Bunun üzerine İvan Nikiforoviç
ikinçi dilekçesini, fırsattan istifade, konunun uzmanına yazdırır.
Domuzun mahkeme binasını basarak,
dilekçeyi çalması iki arkadaşın arasındaki saçma küskünlüğün daha büyük
boyutlara ulaşmasına sebep olur. Agafya Fedoseyevna’nın İvan Nikiforoviç'i eski
dostu İvan İvanoviç'e karşı kışkırtması ve bütün şehir halkının da işe
karışmasıyla olayın boyutları iyice büyür. Bu iki çiftlik sahibini, iki eski
arkadaşı barıştırmak için tüm şehir halkı büyük bir gayretle uğraşmaya başlar.
Hatta belediye başkanı, her türlü kötü olasılığı göze alarak, küs arkadaşları
verdiği baloya davet eder. Balonun anlatıldığı bu bölümde, aynı zamanda şehrin
kaymak tabakası sayılan soylular hicvedilmektedir. Baloya katılan bu insanlar
gerek giyimleri, gerek dış görünümleri ve gerekse konuştukları saçma konular
bakımından, gerçekte, İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'ten farklı değillerdir.
Onların uşğarştıkları, zaman harcadıkları, kafa yordukları konular da boş ve
anlamsız şeylerdir. Bir şiire sonra, Belediye başkanının verdiği balonun
bahislerin oynadığı bir toplantı haline gelmesi, bunu açıkça göstermektedir.
Herkes İvan İvanoviç'in orada olacağını bilen İvan Nikiforoviç'in toplantıya
gelip gelmeyeceği üzerine bahse girmeye kalkar. Hatta tek gözü kör olan İvan
İvanoviç, bahiste bir gözünü ileri şürer, belediye başkanından da topal
bacağını ortaya koymasını ister. Hikâyeyi anlatan kişi bu sahneyi şöyle tasvir
etmektedir:
" Bu arada bütün davetliler,
İvan Nikiforoviç'in geleceği ve nihayet bu saygı değer insanların birbirleriyle
barışacakları, herkesin bir an önce gerçekleşmesini istediği o anı bekliyordu.
Pek çoğu İvan Nikiforoviç'in gelmeyeceğinden emindiler. Belediye başkanı tek
gözü kör olan İvan İvanoviç'le onun gelmeyeceğine dair iddiaya girmişti. Ancak
tek gözlü İvan İvanoviç, belediye başkanından yaralı ayağını koymasını
önerince, iddiadan vazgeçildi. Çünkü bu öneri belediye başkanını çok
gücendirmişti. Konuklar ise, onların bu haline kıs kıs gülüyorlardı.."
(S.233)
Şehir halkı arasında, İvan
İvanoviç'le İvan Nikiforosriç'in küskünlüğünün bahse girme konusu olması hiç te
şaşırtıcı değildir. Çünkü onlar bu olayı, göründüğü kadar ciddiye
almamaktadırlar. Hatta bu küskünlükte eğlenceli bir yan bulmuşlardır.
Baloya katılan pek çok kişinin,
İvan Nikiforoviç' in gelmeyeceği düşüncesi boşa çıkar, İvan Nikiforoviç baloya
gelir. Hikâyeyi anlatan kişi yemek masasında birbirlerini gören iki eski
arkadaşın halini büyük bir heyecanla aktarmaktadır. Anlatacının bu sahneyi
tavir ederken sanki her şey bir anda bozuluverecekmiş, tüm çabalar boşa çıkacakmış
gibi bir korkuya kapıldığını görüyoruz. Onun anlatımındaki bu heyecan dolu ton,
İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç 'in içinde bulundukları durumu son derece
gülünç bir hale getirmektedir. Hikâyeyi anlatan kişi iki arkadaşın göz göze
geldikleri anda yapamayacağım, başka kalem verin bana", "bu ancak
büyük bir ressamın fırçasına göre bir tabloydu" gibi sözler
söylemektedir. Bu sözler onların birbirlerine karşı takındıkları anlamsız, düşmanca
tavrı hicvetmektedir.
Şehir halkı onları uzaklaştırmak
ister. Neredeyse bunu başarmak üzeredirler. Ancak İvan Nikiforoviç herkesin
önünde "kaz" kelimesini bir kez daha tekrarlar. Bu da şerefine
düşkün olan İvan İvanoviç’i son derece öfkelendirir. Belinski bu olayı:
"Görüyor musunuz: Eğer kaz
yerine başka bir kuş adı söylenseydi, bu iki adam tekrar arkadaş
olacaklardı." sözleriyle yorumlamaktadır.
İvan Nikiforoviç bu kelimeyi
söylediğinde, hayal âleminde yaşayan iki çiftlik sahibi de gerçekle yüz yüze
gelmiştir. İvan İvanoviç bu kelimeyi duyunca sarsılır.
Çünkü bu kelime, onun, hikâyenin
başlangıcında yapılan tanımıyla adeta bir bütün ortaya koymuştur. İvan
İvanoviç “kaz" kelimesinde o güne kadar kendisine yapılan en büyük hakareti
görmüştür. Bu sözü söylediğinde İvan Nikiforoviç kendisi de şaşırır, çünkü
yaşam boyunca ilk kez yerinde bir lâf etmiştir.
İvan İvanoviç'in baloyu terk edip
gitmesiyle birlikte hikâyenin anlatım tonunda büyük bir değişim meydana gelir.
Hikâyede, oldukça ciddi ve kasvetli bir anlatım tonu hâkimiyet kazanmıştır.
Yıllar sonra, hikâyeyi anlatan kişi Mirgorod'dan geçerken, yaşlanmış iki
arkadaşın halâ küskünlüklerini devam ettirdiğini öğrenir. İvan İvanoviç'le
İvan Nikiforoviç umutla, onların tek yaşam amacı haline gelen, mahkeme
davasının sonucunu beklemektedirler. Hikâyeyi anlatan kişi hiçbir şeyin
değişmediğini görerek hikâyeyi "bu dünyada yaşamak sıkıcı beyler!"
nidasıyla bitirir.
ünlü eleştirmen Solonimski anlatım
tonundaki değişimi şu şekilde yorumlamaktadır: Solonimski'ye göre Gogol' ün
eserlerinde, felaketi daima gülünç bir olay hazırlamaktadır. Bu hikâyede
felaketi hazırlayan son gülünç olay ise baloya katılanların, çiftlik
sahiplerini barıştırmak için gösterdikleri çabanın boşa çıkması ve o
"aşağılayıcı" kelimenin tekrarlanmasıdır. Sloniski, hikâye boyunca,
anlatıcının оіауіагх şehirde
yaşayanlardan biri olarak gözlemlediğini ve sadece eğlenceli bir dille tasvir
etmekle yetindiğini belirtmektedir. Ancak, "gülünç felaketten" sonra
anlatıcının tonunda aniden bir değişim meydana gelmektedir. Hikâye anlatan
kişinin tonunda beliren hüzün duygusu hikâyeye hâkim olmuştur. Eleştirmen
Slonimski, son bölümde, aynı zamanda hikâyeyi anlatan kişinin dünya görüşünün
ciddi ve felsefi bir değişime uğradığına dikkati çekmektedir. Bu ciddi felsefi
değişim#hikâyeyi sona erdiren "Bu dünyada yaşamak sıkıcı beyler" sözlerinde
zirvesine ulaşmıştır.
Mirgorod şehrinin çok sevilen,
saygı duyulan iki çiftlik sahibinin yanısıra hikâyede hicvedilen başka konular
da vardır. Şehrin görünümünden şehirde yaşayanlara, mahkeme binasına ve orada
çalışan memur tiplerine kadar her yerde, yazar kendine hicvedilecek konular
bulmayı başarmıştır.
Hikâyeyi anlatan kişi dördüncü
bölümde olayın geçtiği şehrin tasvirinin yapar. Bu tasvir İvan İvanoviç ve
İvan Nikiforoviç'in kişilikleriyle garip bir uyum içindedir. Mirgorod'da tıpkı
kahramanların fizik yapıları ve kişilikleri gibi başıboş, düzensiz
görgüsüzlüklerle dolu, pis ve ihmal edilmiştir.
"Olağanüstü bir şehirdir
Mirgorod! çeşit çeşit yapı vardır. Damı sazdan olanı mı, samandan olanı mı
istersiniz? Hatta ahşaptan olanı bile vardır! Sağda bir sokak, solda bir sokak
her yerde olağanüstü çitler görürsünüz, çitlerin etrafını şerbetçi otu
sarmıştır, üzerlerine saksılar asılmıştır. Ay çiçekleri, çitlerin arkasından
güneşe benzeyen başlarını gösterirler. Kırmızı gelincikler görünür. Yer yer iri
bal kabakları çarpar göze...Ne ihtişamdır bul Çitlerde, her zaman, onlara daha
da canlı görünüm kazandıran keten bir eteklik, gömlek veya şalvar sallanıp
durur. Mirgorod'da tek bir hırsızlık ya da dolandırıcılık olayına rastlanmaz,
çünkü herkes aklına ne gelirse onu asar çitlere.
Meydana yaklaştıkça, gördüğünüz
manzaranın tadını çıkarmak için bir an mutlaka duraklarsınız: Meydanın tam
ortasında çukur vardır. Ne şaşırtıcı bir çukurdur bu bilseniz! üstelik,o güne
kadar benzerini bir başka yerde görmemişsinizdir! Hemen hemen bütün meydanı
kaplar, uzaktan ot yığınına benzeyen küçüklü büyüklü bütün evler, etrafını
sardıkları bu çukuru hayran hayran seyretmektedirler."
(S.211)
Yazar hikâyeyi anlatan kişinin
saflığından yararlanarak, şehrin bu bakımsız halini onun ağzıyla hicvetmektedir.
Başlangıçta*anlatıcı Mirgorod için "olağanüstü" der. Rusça karşılığı
"çudnıy" olan bu kelime, iki anlam taşımaktadır. Bunlardan biri
"olağanüstü" diğeri-"büyüleyici" dir. Yazar
"çudnıy" kelimesiyle okuyucuyu bir beklentiye sokmaktadır. Çünkü
ister istemez akla ilk önce "çudnıy"ın "büyüleyici"
anlamındaki karşılığı gelmektedir. Şehrin tasvirine detayla girildiğinde
"büyüleyici" den çok» kelimenin "olağanüstü" anlamında
kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bu "olağanüstülük" iyi anlamda
kullanılmamıştır. Şehir son derece ihmal edilmiş, bakımsız görünüşüyle
"olağanüstü" dür. Hikâyeyi anlatan kişi Mirgorod'da hırsızlık gibi
bir olayın görülmediğinden önemle sözetmektedir. Her türlü eşyanın çitlere
asıldığı bir yerde hırsızlık olmaması doğaldır. Eğer biri, başkasının eşyasını
çalsa bu eşyayı çalanın üstünde gören kişi, mutlaka hemen "bu İvan
İvanoviç' in ya da Taras Tarasoviç'in"diyecektir.
Çukurun anlatıldığı bölümde,
şehirle ilgili hiciv zirveye ulaşır. Hikâyeyi anlatan kişi bu çukur için önce
"meydanın ortasında bir çukur" vardır. der. Sanki bu çukur her yerde
rastlanabilecek, küçük, sıradan bir çukurdur. Bundan sonra söylenen sözlerle
hikâyeyi anlatan kişi, yavaş yavaş okuyucuyu bir şoka hazırlar. En sonunda,
çukurun bütün meydanı kapladığını itiraf eder. Çukur sadece meydanı kapladığı
ya da şehrin bakımsızlığını ortaya koyduğu için alay konusu edilmiş değildir.
Bu çukurun, aynı zamanda, şehir halkı için bir maskot, simge hatta bir anıt
haline gelmiş olması kınanmaktadır.
Mirgorod'un tasvirindeki yergi ve
alay dolu tuttun, gerçekte, içinde yaşayan halka yöneliktir.
Gogol'ün
bu hikâyede hicvettiği bir" başka konu ise mahkemelerdir. Hikâyenin
mahkemeyle ilgili bölümlerinde, o dönem Rusyasının bürokratik düzeni ve bu
düzende görev alan kişiler hicvedilmektedir. Hikâyeyi anlatan kişi önce
mahkeme binasını tanıtır. Mahkeme
binasının sekiz penceresi de çukura bakması ve çatısının ahşap olması beğeni
dolu bir anlatımla tasvir edilmektedir. Mahkeme binası şehir halkının âdeta
bir anıt gibi kabul ettiği çamur dolu koca çukura bakması ve çatısının ahşap
olması nedeniyle, şanslı ender binalardan biridir1 Bu arada hikâyeyi anlatan
kişinin, binanın daha güzel görünmesine engel olan kâtipleri eleştirmekten
kendini alamadığını görüyoruz. Çünkü kâtipler, perhiz ayında, binanın boyası
için hazırlanan yağa soğan doğrayıp yemişlerdir. Sonuçta mahkeme binası granit
rengiyle öylece bırakılmıştır. Binanın sahanlığında ise "çeşit çeşit
yiyecekler serpili" dir. Tavuklar kendi bahçelerinden ayrılarak burada
dolaşmayı çok sevmektedirler. Ancak tavukların bu konuda bir suçu yoktur.
Onların sahanlığa dolaşmasına ricacıların dikkatsizliği neden olmaktadır.
Görüldüğü gibi mahkemedeki memurlara işi düşen herkes buraya hazırlıklı
gelmektedir. Gogol, tavukların sahanlıkta yiyecek serpintileri arasında
dolaştığını söylerken, üstü kapalı bir biçimde mahkemede çalışanların rüşvet
yediklerini vurgulamaktadır. Aynı cümle mahkeme binasının bakımsız halini de
ortaya koymaktadır. Böylece iki yönlü bir hiciv elde edilmiştir.
Hikâyeyi anlatan kişi sanki
geziyormuş gibi, mahkeme binasının sahanlığından geçer ve binanın iç kısımlarını
anlatmaya başlar. Bu bölümde boş vermişliğin ve düzensizliğin iyice belirgin
bir hale geldiği görülmektedir. Hikâyeyi anlatan kişi memurların çalışmalarını
şu sözlerle aktarır:
".... Yargıç kâtiple sohbet
ediyordu. Çıplak ayaklı bir kız elinde fincanlar bulunan bir tepsi taşımaktaydı.
Masanın sonunda oturan sekreter
dava kararı okumaktaydı. Ama öyle monoton, öyle hüzünlü bir sesle okuyordu ki
dinlerken sanık bile uyuyup kalırdı. Yargıç, şüphesiz, bunu herkesten önce
yapacaktı, eğer bu sırada aralarında ilgi çekici bir konuşma geçmeseydi."
(S.212)
Bu örnekle mahkemelerde işlerin
nasıl yürütüldüğü açıkça ortaya konmaktadır. Yargıç işini gücünü bir kenara
bırakmış kâtiple çene çalmaktadır. Sekreter ise dava kararını bezgin bir halde
okumaktadır. Hatta sonucu heyecanla beklemesi gereken sanıklar bile mahkemenin
havasına uyum sağlamışlardır. Verilen ceza ne kadar ağır olursa olsun sanık
ortamın bezginliğinden etkilenerek ses çıkaracak, üzüntüsünü belli edecek ya da
heyecan duyacak noktayı çoktan aşmıştır.
Mahkeme görevlilerinin kanunları
yorumlama konusunda ortaya koydukları en tipik örnek, İvan İvanoviç'in dilekçe
hırsızı domuzudur. İvan İvanoviç'in sert çıkacağını düşünerek, onunla
konuşması için belediye başkanını gönderirler. Bu nedenle belediye başkanının
suç üzerindeki yorumu, gerçekte, doğrudan doğruya adalet işleriyle uğraşan
mahkemeye aittir. Belediye Başkanı, İvan İvanoviç'e "kanun bir şey çalan
suçludur diyorsa, sizin domuzunuz da suçludur." şeklinde bir yorum yaparak
domuza gereken cezanın verilmesi konusunda ısrar etmektedir. Onlara göre, olayda
kasıt bulunmamasına, "hırsız"ın bir hayvan olmasına rağmen adalet
mutlaka yerine gelmelidir. Adaletin koruyucuları mahkemede asıl ilgi
göstermeleri gereken işleri başlarından savmakta, hırsız domuz olunca belediye
başkanını bile olaya katmakta sakınca görmemektedirler. Gerçekte domuzun
cezalandırılması onlar için, özellikle de belediye başkanı için çok elverişli
bir durumdur. Çünkü domuza uygulanacak ceza, onun kesilip "lezzetli
sucuk" haline getiril' mesidir.
Mahkemenin işleri sonuca
bağlamasının en güzel örneği de İvan İvanoviç’le İvan Nikiforoviç arasındaki davanın
yıllar boyu sürmesidir, Mirgorod mahkemesinde, gerekli tüm işaretleme,
numaralama ve kayıt işlemlerinden sonra dosya dolaba kaldırılmaktadır. Yıllar
sonra bile dava dosyası, en iyi durumda dolapta bekletilmektedir.
Yazar, bununla hikâyeyi anlatan
kişinin ağzından o dönemin uzun süren bürokratik işlemlerini hicvetmektedir.
Bürokratik işlemlerin uzamasıyla dava dosyasının yıllarca beklemesinin sadece
Mirgorod'a özgü bir durum olmadığı da belirtilmektedir. Çünkü hikâyeyi anlatan
kişi "tüm mahkemelerde olduğu gibi " diyerek bir genelleme yapmıştır.
Özellikle mahkemeyle ilgili
bölümde bürokratik düzen ve memurların görev anlayışlarının anlatılması nedeniyle
"İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç'in Nasıl Küstüklerinin Hikâyesi",
"Peterburg” hikâyelerinin başlangıcı olarak düşünülebilir.
"Mirgorod" adı altında
toplanmış hikâyelerde, özellikle hiciv sanatı açısından incelediğimiz
"Eski Zaman Beyleri" "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç''te Gogol'
ün iki konu üzerinde durduğunu görüyoruz. Bunlardan biri Rusçada
"poşlost" adı verilen, insan doğasının bayağılıklarıdır. Gogol'e
göre, her insanın zayıf bir noktası vardır. Kimi kişilerde bu zayıf noktalar
bayağılık derecesine ulaşmaktadır. İncelediğimiz her iki hikâyede de, Gogol'ün
hicvinin odağını insanın kendisiyle, başka insanlarla ve doğayla olan
ilişkisinde fark edilmesi güç bayağılıklar oluşturmaktadır. "Eski Zaman
Beyleri"nde yaşamalarını yemek içmekten başka bir şey düşünmeden geçirmiş
iki yaşlı insan, bu yönleriyle eleştirilmektedir. İki yaşlının yemeye
gösterdikleri aşırı düşkünlük onların tek düze yaşam tarzları içinde fazla göze
batmamaktadır. Ancak Gogol doğanın en mükemmel varlığı kabul ettiği insanın,
yaşam amacını yemek bulmasını bir bayağılık olarak kabul etmiştir.
Bu nedenle hikâyesinde
canlandırdığı yaşlı çiftin kişiliklerinde insanların yemek konusunda
gösterdikleri zayıflığı hicivci bir anlatımla gözler önüne sermiştir.
İvan İvanoviç'le İvan
Nikiforoviç'te ise yaşamdan beklentileri olmayan, yararlı bir iş yapmayı
akıllarına dahi getirmeyen insanlar hicvedilmektedir. Hikâyedeki kahramanların
herkesin özendiği arkadaşlıklarına son vererek, mahkemeye gitmelerinin ve
mahkeme sonucunu sabırla, nerdeyse, ömür boyu beklemelerinin tek nedeni vardır:
o da önlerine bir yaşam amacı koymak içlerinde bilinçsizce hissettikleri
ruhsal boşluğu tamamlamaktır. Birbirlerine tamamen zıt karakter taşıyan bu
kahramanların küsüp mahkeme kapılarına dönmeleri, başlangıçta doğal bir sonuç
gibi düşünülebilir. Oysa yazar, bu doğallığın arkasında kalan bayağılığı
görmeyi başarmıştır.
Her iki hikâyede de kahramanların
bayağılığı yaşamlarını boş yere harcamalarıdır. Yazarın hikâyelerinde sormak
istediği soruları "yaşamın amacı nerededir, ne olmalıdır, mutluluk nedir,
hangi şartlarda insan mutlu olabilir?" şeklinde ifade edebiliriz. Tüm
bunlar Gogol'ün hicvinin, daima felsefi bir anlayışla içiçe olduğunu
anlatmaktadır.
"Mirgorod" hikayelerinin
bir diğer özelliği ise anlatım tekniğidir. Gogol, bu eserinde "gözyaşları
arasında gülme" şeklinde ifade edilen özgün bir anlatım tekniği ortaya
koymuştur. Bu anlatım tekniği "Mirgorod"dan itibaren Gogol'ün hikâye
ve romanlarının en büyük özelliği haline gelmiştir. "Yazarca
İtiraflar" eserinde Gogol kendine özgü bu özelliğini kısaca
"başlangıçta alay ettiğim her şey, birden bire derin bir hüzne
dönüşüveriyor" diyerek açıklamıştır.
Eleştirmen Belinski ise
"Russkie povesti i o povestyah Gogolya" makalesinde, yazarın
"göz yaşları arasında gülme" olarak adlandırılan anlatım tekniğinde
büyük bir sanatsal yaratıcılık görmekte ve yazarın tüm eserleri için şu genellemeyi
yapmaktadır;
İşte yaratıcılık dediğimiz yüce
sanat budur. Bay Gogol'ün bütün hikâyelerini düşünelim: bunların kendine özgü
karakteri nedir? Aptallıklarla başlayan aptallıklarla devam eden, göz
yaşlarıyla sona eren ve sonuçta yaşamın kendisi olarak nitelendirdiğimiz,
karmaşık komedidir. Onun her komedisi böyledir. Başlangıcı komik sonu ise hüzün
doludur.
Peterburg hikâyeleri Gogol'ün
olgunluk dönemine ait ilk eserleri arasındadır. Bu hikâyelerde büyük şehirlerde
oturan insanların yaşam biçimleri, yaşam koşulları ve bu koşulların insana
neler getirdiği anlatılmaktadır. Gogol'ün Peterburg hikâyelerini memurluk
yaptığı dönemde (182 9) edindiği izlenimlerin etkisiyle yazdığını ve bunun için
de kahramanlarını memurların çırasından seçtiğini düşünmek yanılış
olmayacaktır.
Peterburg
hikâyeleri arasında "Bir Delinin Notları" (Zapiski sumasşedşego),
"Palto", "Burun" (Nos),"Nevaki Caddesi" (Nevski
prospekt) ve "Araba" (Kolyaska) adlı hikâyeler yer almaktadırlar.
Bu hikâyede Gogol, büyük
şehirlerde yaşayan küçük rütbeli memurların karşılaştığı ekonomik sıkıntıları,
ekonomik sıkıntıların neden olduğunu ruhsal bunalımları büyük bir ustalıkla dile
getirmektedir. Ancak Peterburg hikâyelerinin en ilgi çekici özelliği yazarın,
"zavallı, küçük memur" temasını hicivci bir üslupla ortaya
koymasıdır.
Gogol en acınacak durumda olan
kahramanlarında bile gülünç, hatta, alaya alınması gereken kusurlar bulabilmiştir.
Yazar "zavallı" kahramanına karşı bazen, acımasız ve şiddetli
denebilecek bir tutum göstermektedir. Çünkü yazar, kahramanını her şeyden önce
bir insan olarak kabul etmekte ve kalemini bu düşünceye göre yönlendirmektedir.
Gogol’ün Peterburg dönemine ait
eserleri arasında ilk önce "Bir Delinin Notları"nı ele alacağız.
Bu hikâyesinde Gogol, ağır yaşam
şartlarına dayanamayarak akıl dengesini yitiren küçük rütbeli bir memurun
trajik yaşamını anlatmaktadır. Hikâye günlük biçiminde birinci kişi ağzından
yazılmıştır. Bu nedenle yazar, kahramanın duygularını son derece yoğun olarak
yansıtma olanağını bulmuştur, özellikle, normal yaşamdan koparılarak akıl
hastahanesine götürülen kahramanın hasta bilincinden doğan mantık dışı ve komik
düşüncelerle akıl hastahanesindeki trajik yaşamı olağanüstü bir güçle
birleştirilmiştir. Böylelikle Gogol, Rusçada "tragi-komediya" adı
verilen trajik komedi tarzının başarılı bir örneğini ortaya koymuştur.
Hikâyenin kahramanı Poprişçin
küçük rütbeli bir memurdur. Çalıştığı dairede yaptığı bütün iş gelen evrakları
gözden geçirip daire başkanının kalemlerini açmaktır. Poprişçin, sık sık
daireye gidip gelen daire başkanının kızı Sofi'ye âşık olmuştur. Poprişçin
Sofi'nin ona ilgi göstermemesinin nedenini küçük bir memur olmasına bağlar.
Bir süre sonra Sofi'nin hassa subayı Teplov adlı yakışıklı bir genci sevdiğini
öğrenir. Böylece "iyi olan her şey yüksek rütbelilerindir" düşüncesi
kahramanda saplantı haline gelir. Bir yandan rütbe sorunu öte yandan da
Sofi'nin ilgisizliği Poprişçin'in akıl dengesini bozar. Hatta Sofi'nin kopeği
Meci'yle Fidel adlı bir kenar mahalle köpeğinin mektuplaştıklarına inanmaya
başlar. Sofi hakkında bir şeyler öğrenmek için köpeklerin peşine düşer. Akıl
dengesini iyiden iyiye kaybeden Poprişçin, bir gün gazetelerde İspanya
kralının tahttan düşürüldüğünü okur. Bu, onun için rütbe elde etmek fırsatı
demektir. Fırsattan yararlanarak kendini İspanya kralı olarak ilân eder.
Nihayet akıl hastanesine kapatılan Poprişçin'in son anları çektiği derin
acılarla doludur.
Hikâyenin başlangıcında Poprişçin
küçük rütbesinden ötürü bölüm şefinin ve diğer memurların kendisini ne kadar
çok aşağıladıklarından söz etmektedir, özellikle bölüm şefi, Poprişçin için
gizli bir savaş açtığı yüksek rütbenin simgesi haline gelmiştir. Bu nefretin
ardında, yüksek rütbelilere duyduğu nefret vardır. Bölüm şefine duyduğu
nefreti "kahrolası balıkçıl kuşu", "şeytan görsün seni"
gibi sözlerle belirtmektedir.
"İtiraf edeyim ki, işe
gitmeyi hiç istemiyorum.
Hem de bölüm şefinin beni ekşi
suratla karşılayacağını bile bile. Uzun zamandan beri bana 'Nedir bu kafandaki
karmaşa? Eteklerin tutuşmuş gibi çırpınıyorsun, zaten işleri öyle bir hale
sokuyorsun ki şeytan bile çıkamaz içinden. Unvanları küçük harfle yazıyorsun,
evraklara ne tarih ne de numara koyuyorsun.' deyip duruyor.. Kahrolası
balıkçılkuşu seni! Mutlaka başkanın odasında oturup kalemlerini açmamı
kıskanıyor...." (S.108),
Bu bölümde yazar, Poprişçin'in
ağzından yüksek rütbesinin verdiği hakla, astlarına kötü davranan onları ezmeye
çalışan kişileri hicivci bir dille eleştirmektedir. Daha sonraki bölümlerde
onun zalim davranışları iyice ortaya çıkar. Bölüm şefi Poprişçin'e "sen
bir hiçsin! Beş parasızın birisini" gibi sözlerle hakarette bulunur. Bu da
Poprişçin'daki yüksek rütbelilere duyduğu kini iyice artırır. Poprişçin
gerçekte gururuna son derece düşkündür. Hastalık derecesinde bir düşkünlüktür
bu. Bölüm şefinin hakaretlerine karşı, kendi kendine telkinlerde bulunmaktadır.
Başkanın ona ve' 'kişiliğine vermediği değeri o kendi kendine vermeye çalışır:
"Doğrusu bizim mesleğimizin
asaleti vardır. Her şey temizdir. Böylesini başka dairelerde görmek zordur.
Masalar maundandır. Bütün şefler "siz" diye hitap ederler
insana....itiraf edeyim ki eğer mesleğimin soylu bir yanı olmasaydı çoktan
istifamı vermiştim." (S.109)
Poprişçin kendi kendini bu şekilde
rahatlatmaya çalışmasına rağmen, rütbesinin düşük olmasının ezikliğini her an
hissetmektedir. Daire kapıcısının bile ona en ufak bir saygı göstermemesine içerlemektedir.
Onun önünden geçerken "Aptal uşak ne olacak! Ben memurum hem de soylu bir
memur haberin var mı?..." demektedir.
Poprişçin'in ruhsal dengesinin
bozulmasında rütbe tutkusundan başka, daire başkanının kızı Sofi'ye duyduğu
karşılıksız sevginin de payı büyüktür.
Poprişçin, Sofi'ye yaklaşamayınca
zihninde, onun köpeğinin kenar mahallede yaşayan bir köpekle mektuplaştığı
hayaline kapılır. Böylece zavallı memur dolaylı da olsa Sofi'ye yaklaştığına
inanmaktadır. Mektuplarda Sofi'nin köpeği Meci, gerçekte, kızın tüm sırlarını
bilen bir hizmetçi kişiliğindedir. Bu nedenle Fidel'e yazdığı mektuplarda
Gogol, Poprişçin'in aracılığıyla evin içinde olan biten herşeyi bilen
dedikoducu hizmetçi tipini alaylı bir dille hicvetmiştir:
Sofi bir süre sonra dışarı çıktı
ve onun topuklarını vurarak selam vermesine karşılık, neşeyle eğildi. Ben de
sanki bir şeyin farkında değilmiş gibi pencereye bakmaya devam ettim. Ama
başımı hafifçe yana eğdim ve konuştuklarını duymaya çalıştım. Ah ma cheere, ne
saçma şeyler konuştuklarını bilsen! Efendim baloda kadınlardan biri esas figür
yerine bir başkasını yapmış, üstelik az kalsın dans ederken düşecekmiş. Lıdina
ise yeşil renklerine rağmen gözlerinin mavi olduğunu iddia ediyormuş. Bütün
konuştukları buna benzer şeyler i$te...."(S.119)*
Meci'nin mektuplarında dikkati
çeken bir başka özellik ise insanların sürekli köpeklerle kıyaslanmasıdır. Meci
bunu bazen, kendisini anlatırken farkında olmadan yapar, örneğin yemek
konusundan söz ederken, hangi yemeğine şekilde sevdiğini açıklar. Yemek
konusunda gösterdiği tutumuyla midesine düşkün insanlara benzemektedir. Kimi
zamansa Meci insanla köpeklerin davranışları arasında benzerlik kurmaktadır.
Bunun en güzel örneğini, peşine düşen sokak köpeklerini anlatırken vermektedir:
"....Pek çok hayranım
olduğunu sana söylemeliyim. Pencerenin önünde otururken sok sık onları
seyrederim. Bir görsen, aralarından bazıları öyle çirkin ki! Avluda duran bir
köpek var, son derece kaba ve aptal. Yüzünden aptallık akıyor. Sokakta
yürürken öyle kasılıyor ki sorma. Herhalde kendini önemli bir kişi sanıyor,
herkesin ona baktığını düşünüyor. Aptal şey! İlgilenmiyorum bile, görmezlikten
geliyorum. Korkunç görünüşlü bir buldog da pencerenin önünde dikiliyor habire.
Eğer arka ayaklarının üstüne kalksa, gerçi bunu istese de yapamaz ya neyse,
Sofi'nin hayli uzun ve toplu olan babasından bir baş daha uzun görünürdü. Bu
kütük, korkunç derecede arsız bir köpek. Birkere hırlamaya kalkıştım ona
umurunda bile olmadı, hatta yüzünü ekşitti. Dili bir karış dışarıda, koca
kulakları sarkmış pencereme bakıp duruyor. Tam bir mujik!...."(S.118)
Görüldüğü gibi, Meci bu bölümde
köpek olmaktan çıkmıştır. Artık o delikanlıların kur yaptığı bir genç kızdır.
Pencerenin dışında gördüğü köpekler ise çalımlı yürüyüşleri ve havalarıyla,
kendilerini bir genç kıza beğendirmeye, farkettirmeye çalışan delikanlılara
benzetmektedirler. Meci, bir başka mektubunda hayvanlarla insanlar arasındaki
bu benzetmeleri daha ileri götürür: kendi
Trezor'unun görünüşüyle Sofi'nin
evleneceği hassa subayını kıyaslar. Bu kıyaslamada kazanan kişi, Meci'nin
"ince belli" Trezor'udur.
Meci mektuplarında sık sık
arkadaşı Fidel'e "ma cheére şeklinde hitap etmektedir. Gogol bununla, o dönemlerde
Rus soyluları arasında hayli yaygınlaşmış olan Fransızca konuşma alışkanlığını
hicv etmiştir.
Poprişçin, Meci'nin yazdıklarından
sadece bunları öğrenmekle kalmaz. Küçük köpek mektuplarında Poprişçin' den de
söz.etmektedir. Ancak Meci'nin ondan hiç hoşlanmadığı açıktır. Çünkü
Poprişçin'i "torbaya sokulmuş bir kurbağaya"
benzetmektedir. Sofi'nin Teplov adlı hassa subayıyla evleneceğini öğrenen ve
köpeğin bile kendisini aşağıladığını gören Poprişçin zaten yerinde olmayan
akıl dengesini iyice kaybeder. Kendini tahttan düşen İspanya kralının yerine
geçecek kişi olarak düşünmeye başlar. Nihayet akıl hastahanesine götürülen
Poprişçin burayı İspanya sanmaktadır. Onun akıl hastahanesini İspanya sanması
ve başına gelen kötü olayları kendi mantığına göre açıklamaya çalışması hem
acıklı hem de gülünçtür. Kendini almaya gelen görevlileri İspanyol temsilcisi
sanar. Hastahaneyi saraya, hastaları ise İspanyol soylularına benzetir.
Hastaların kafalarının traş edilmiş olması ona önce çok garip gelir. Ancak
sonra bu hastaların soylular ve önemli kişiler olduğuna inanır. Bu durumu zihninde
"Kafalarını böyle traş ettirenler sadece soylular" diyerek açıklığa
kavuşturur. Akıl hastalarına göz kulak olmakla görevli adamı başbakan kabul
etmektedir. Onun kendisine dayak atmasının nedenini ise İspanya’nın sert
kurallarına bağlamaktadır.
Poprişçin bir kral olarak, dünya
politikası üzerine kendi kendine bir takım yorumlar yapmaktadır. Gogol
Poprişçin'in ağzından 19.yy.da özellikle, Avrupa politikasında önemli rol
oynayan devletleri şöyle hiciv etmektedir:
"...Doğrusu bir kral nasıl
olur da engizisyona verilir anlayamadım gitti. Bence bu Fransa'nın özellikle de
Polinyak'ın işidir. Ah ne cin fikirlidir o Polinyak!
Beni öldürmeye yemin etmiş canım.
Peşime düşmüş bir kere kovalayıp duruyor. Ama dostum, seni İngilizlerin yönettiğini
bal gibi biliyorum, İngilizler dehşet politikacıdırlar. Her yerde parmakları
vardır. Artık herkes İngiltere enfiye çekince Fransızlar'ın aksırdığını
biliyor...."
(S.128),
Notların en son kısmında,
Poprişçin akıl hastahanesinde gördüğü işkencelerin derin acısını, özellikle
bedensel acıdan daha büyük olan ruhsal acısını dile getirmektedir. Bu bölümde
Gogol, hüznün ve kederin doruğuna ulaşmıştır. Poprişçin yardım umarak
söylediği: "Kurtarın beni! Götürün burdan! Rüzgâr gibi atlar olan bir
troyka verin bana...
Niçin bana işkence ediyorlar? Ben
onlara ne yaptım ki?.. Anneciğim kurtar zavallı oğlunu" şeklindeki
sözleriyle acısını dile getirmektedir. Poprişçin'in notlarının son cümlesi
ise oldukça şaşırtıcı bir etkiye sahiptir. Bu cümleyle Gogol, bizleri
birdenbire hüznün doruğundan aşağı yuvarlamaktadır. Poprişçin'in
yönelttiği"... Cezayir Beyi'nin tam
burnunun altında beni olduğunu
biliyor muydunuz?” sorusu Gogol'ün hiciv sanatında çok sık kullandığı
"absürd" tekniğinin tipik bir örneğidir.
Hikâyede Gogol, yine Poprişçin'in
ağzından Peterburg'un çeşitli devlet dairelerinde görev yapan memurları hicv
etmektedir. Bu Poprişçin'in kendi çalıştığı daireler arasında,yaptığı
kıyaslamada verilmiştir. O dönemin memurlarına yönelik oldukça güzel bir hiciv
vardır, özellikle memurların rüşvet almaları ve bunu yaparken hiç fark
ettirmemeleri alaylı bir anlatımla verilmektedir:
".... Belediyede, sosyal
işlerde ve adliyede çalışmak çok farklı: bakarsın köşesine çekilmiş bir şeyler
yazıp duruyor. Giydiği frak âdeta üzerinden dökülecek gibidir.
Öyle suratsızdır ki içinden
tükürmek gelir. Ama keratanın tuttuğu yazlık ev de evdir hani! Bu tip adama
yaldızla süslü fincan götürmeye gelmez. 'Bu' der 'doktorlara göre bir hediye'
; ona ya bir çift kısrak ya bir araba ya da üç yüz rublelik kunduz kürk
götürmeniz gerekir. Oysa o kadar sessiz ve eziktir, o kadar nazik konuşur ki:
'acaba kalemimi açmam için çakınızı lütfeder misiniz?' Ancak bir yandan da
ricaya gelen adamın gömleği de dahil üzerinde neyi var neyi yoksa
alır...." (s. 108-109)
Bu bölümde, memurların sadece
rüşvet almakla kalmadıklarını görüyoruz. Hiç bir çekinme, sıkılma duymaksızın
gelen dicacılara, verecekleri Rüşvetin nasıl olması gerektiği konusunda çeşitli
imalarda bulundukları da anlaşılmaktadır .
Memurların rüşvetçilikleri, fırsatçılıkları
konusunda diğer bölümlerde de çeşitli imalar vardır, örneğin Poprişçin kendisi
tiyatroya gitmekten büyük zevk aldığını ancak başka memurların bu tür şeyleri
ilgi göstermediklerini belirtir. Onlar tiyatroya ancak ellerine
"bedava" bilet geçerse gitmektedirler.
Hikâyenin kahramanı Poprişçin'in
içinde bulunduğu ortam böyledir. Rahat yaşayabilmek için ya rüşvet almak ya da
rütbe sahibi olmak gerekmektedir. Gerçekte ince ruhlu bir insan olan Poprişçin
rüşvet almayı gururuna yediremediği için rütbe tutkusuna kapılmıştır. Onun
bütün istediği saygı görebilmek; toplum içine girebilmektir. Ona göre tüm
bunlar ancak rütbe elde edilerek gerçekleşebilir. Bu hikâyede yazarın hicv
etmek istediği konu, Poprişçin'in rütbeye duyduğu tuktu değildir. Poprişçin'in
böyle bir yargıya kapılmasına neden olan toplumun değer yargılandır. Gogol' ün
hicvinin odak noktası, şube müdürü ve Sofi'nin daire başkanı babasıdır.
Onların rütbeleriyle duydukları gurur,öyle güçlüdür ki Poprişçin bu gururun
aynısının sofi'nin köpeğinde bile bulunduğu inancına kapılmıştır.
"Palto" Gogol'ün en
büyük hikâyelerinden biridir. Bu hikâyesinde de Gogol zavallı küçük adam"
temasını işlemektedir.
Hikâyenin konusu şöyledir: Yedinci
dereceden memur olarak çalışan Akaki Akakiyeaiç, meslek yaşamı boyunca hiç bir
gelişme göstermemiştir. Yaşamını son derece kısıtlı sınırlar içinde
sürdürmektedir. Akaki Akakiyeviç kopye çalışmalarından başka hiç bir şeyden
zevk almaktadır. Günün birinde yeni bir paltoya ihtiyacı olduğunu görür. Ancak
yeni bir palto diktirmek onun ekonomik gücünü aşmaktadır. Her şeye rağmen palto
diktirmeye karar veren Akaki Akakiyeviç, kendini en büyük zevki olan kopya
çalışmalarından bile mahrum eder. Yeni paltosunu terziden aldığı gün çaldırır.
Paltosunun bulunması için, gerekli yerlere baş vurmasına rağmen kimse onunla
ilgilenmez. Özellikle de herkesin çok şey başarabileceğini düşündüğü
"önemli kişi",onu azarlar. Akaki Akakiyeviç,hem paltosunun çalınması
hem de elinin kokulun bağlanıp desteksiz kalmasına dayanamaz ölür. Hikâye'nin
sonunda,etrafta bir hayaletin dolaştığı ve herkesten paltosunu istediğine dair
söylenti çıkar. Hatta bu hayaletle "önemli kişi" bile karşılaşır.
Korkuyla ona sırtındaki paltoyu verir. Hayalet paltoyu beğendiği için bir daha
ortalıkta görünmez.
Hikâye boyunca yazarın kahramanına
karşı tutumu zaman zaman değişir. Bazen Gogol, Akaki Akakiyeviç'e sempati ve
acıma duygusuyla yaklaşmaktadır. Bazen kahramanını şiddetli denebilecek bir
tarzda alaya almaktadır, örneğin hikâyenin başlangıcında yazar, kahramanına
takılan ismin "biraz tuhaf hatta uydurulmuş gibi” bir izlenim
bıkabileceğini söyler. Akaki Akakiyeviç doğduğunda kendiliğinden öyle olaylar
olmuştur ki başka isim koymak imkânsızlaşmıştır. Annenin bebeğe nasıl bu ismi
taktığı şu şekilde anlatılmaktadır:
"....Anneye, bebeğe konması
için üç isimden birini seçmesini söylediler: Mokki, Sossi veya çilekeş Hozdazat. 'Hayır' diyer düşündü çoktan ölmüş olan kadın 'hepsi
birbirine benziyor.' Anneyi memnun etmek için takvimin sonraki yaprağını çevirdiler.
Bu kez de üç isim çıktı karşılarına: Trifili, Dula ve Varahasi. 'Saçmalığa
bak'dedi kadın 'nebiçim isim bunlar! Doğrusu hiç böylelerini duymamıştım. En
azından Varadat ya da Varuh falan olsaydı, çıka çıka Trifili'yle Varahasi
çıktı. 'Bir sayfa daha çevirdiler. Pavsikahi ve Vahtisi isimleri vardı o
sayfada da. 'Artık anladım' dedi anne 'kaderin oyunu bu. En iyisi ona babasının
adını vermek. Babasının adı Akaki'ydi bari oğlu da Akaki olsun! 'İşte Akaki
Akakiyeviç adı böylece doğdu..." (S. 60)
Adının konulması sırasında Akaki
Akakiyeviç'in annesinin karşılaştığı güçlükler, sanki onun acılı yaşamının bir
habercisi gibidir. Bunun yanı sıra bebeğe sonuçta babasının adının verilmesi
âdeta onun sınırlandırılmış yaşamının bir başlangıcıdır. Akaki Akakiyeviç
memurluğu süresince hiç bir ilerleme göstermemiştir. Bir kez işi değiştirilmiş
ancak kendisi bu işten zevk alamayınca müdüründen eski işine, yani yazı temize
çekme görevine dönmeyi istemiştir. Gogol'ün Akaki Akakiyeviç'te hicv ettiği yön
sınırlı, durgun bir yaşam sürmesi, başka türlü bir yaşam tarzının olup
olmadığına merak bile duymamasıdır. Yazar onun yaşamındaki durgunluğu "pek
çok yönetici, başkan değişmiş ama herkes onu' aynı yerde, aynı durumda ve
görevde yani yazıları kopye işinde görmüştür. Sanki o, dünyaya üzerindeki
üniforma ve saçsız başıyla öylece gelmişti...." diyerek belirtmektedir.
Akaki Akakiyeviç'in en büyük zevki
yazıları kopye etmektir. Elinin altında şekillenen harfler onun dostu gibi
olmuşlardır. Hatta onların arasında özellikle sevdiği harfler bile vardır.
Kafası yazı yazmakla o] kadar meşguldür ki sokakta yürürken bile
yolun neresinde yürüdüğünün, arkasında ne olduğunun farkında değildir. Yemek
yerken rüyadaymışçasına ne yediğinin farkına varmadan kafasında harflerle
oynamaktadır. Gogol onun bu halini şu satırlarda anlatır:
".... Eve gelir gelmez
sofraya oturur lahana çorbasını içer ve etli soğan yahnisini tadına varmadan
içindeki sinekler ve Tanrı o ara daha ne verdiyse onlarla birlikte yer
bitirirdi...." (Si63)
Tüm dünyası yazı yazmak olan Akaki
Akakiyeviç’in sınırlı yaşam tarzını anlatırken yazar doğrudan
doğruya kahramanını hicv edecek sözler söylemez. Bu hikâyede Gogol' ün
kahramanını hicv ederken kullandığı yöntem, yalnızca anlatım tonunda meydana
gelen ani ve tamamen zıt değişimlerdir. Bunun en güzel örneğini şu bölümde
görmek mümkündür.
"Peterburg'un gökyüzünün
tamamen karardığı, bütün memurların maaşlarına ve zevklerine göre yemek
yedikleri o saatlerde, dairede hem kendilerinin hem de başkaları için zorunlu
koşuşturmalar yorulmak nedir bilmeyen adamın kendi kendine dürüstlükle
"daha ne yapmak gerek" diye yönelttiği sorulardan sonra memurların
kalan zamanlarını zevkle geçirmeyi istedikleri zamanlarda bile... Kısacası
bütün memurların bardaktan çaylarını yudum yudum içerek uzun çubuklarından
derin derin nefes çekerek vist oynamak için bir ahbaplarının evine gittikleri
o saatlerde bile Akaki Akakiyeviç hiç bir eğlenceye katılmazdı....” (S.633)
Peterburg gecelerini tasvir eden,
böylesine ciddi tumturaklı ve uzun sözlerin ardından, bütün söylenen Akaki
Akakiyeviç'in eğlencelere katılmadığıdır. Böylesine basit bir sonucu tamamen
zıt, ağır ve ciddi anlatımla gelmek kahramanın yaşam biçimini ve kahramanı daha
güçlü bir hale getirmektedir. Eyhenbaum "Kak sdelana Şinel Gogolya"
adlı makalesinde anlatım tonundaki bu değişiklik şunları söylemektedir:
"Burada yoğun, gizem dolu bir
anlatım tonu vardır. Ciddi anlatım tonu uzun bir cümleyle gelişmekte ve
umulmayacak kadar basit bir biçimde çözümlenmektedir. Sentaks bakımından cümlenin
düzenine göre, doğal olarak, bir çözüm beklenmektedir. Ancak kelime ve
ifadelerin seçimi konusunda, cümle boyunca devam eden anlatım tonundaki ciddiyetin
artmasıyla zıt bir etkiye sahip olan sonuç arasında kurulmuş mantıklı bir
düşünce dengesi yoktur. Yazar kendiliğinden ciddiyet kazanan anlatım konuyla
düşünce içeriğindeki kıtlıktan, abartılı bir üslup ortaya koymak için yararlanmıştır.
... "
Akaki Akakiyeviç'in,
özellikle,içine kapalı dünyasının kuralları içinde palto yeni bir olaydır.
Gogol, bu olayı da aynı abartılı anlatım tarzıyla vermektedir. Akaki Akakiyeviç
palto diktirme düşüncesine alışınca, ilgi merkezi tamamen bu konu üzerinde
yoğunlaşır. Paltodan başka bir şey düşünemez olur. Gün geçtikçe palto onun
gözünde canlı bir varlık haline gelir. Gogol kahramanın bu durumunu ciddi bir
tonla anlatmaktadır. Yazar âdeta psikolojik bir konu işliyor gibidir. Ancak bu
ciddi anlatım biçimi "Bu kız arkadaş kalın vatkalı, eskimek bilmeyen,
sağlam astarlı paltodan başka bir şey değildi...." gibi beklenmedik bir
sonuçla bitmektedir.
Sınırlı bir dünya içinde yaşayan
Akaki Akakiyeviç' in, yarı gülünç yarı acıklı durumunu Gogol bu tür ani iniş
çıkışlarla dolu bir anlatım tonuyla hicv etmektedir.
Yazarın "Palto"da hicv
ettiği önemli tiplerden biri de Akaki Akakiyoviç'in paltosunu diken terzi
Petroviç'tir. Terzi Petroviç hem işinin ustası, hem de tüccar bir kişidir.
Petroviç'le karısında köyden şehire gelmiş insanların kişilikleri
yansıtılmaktadır
Bu terzi hakkında elbette fazla
bir şey söylemek gereksiz, ama hikâyede her kişinin karakteri tam olarak
verildiğine göre, Petroviç'in kişiliğinden söz etmekten başka yapacak birşey
yok. önceleri adı sadece Grigori’ydi ve bir beyin kölesiydi. özgürlük belgesini
alınca büyük küçük hiç bir ayırım yapmadan takvimlerde haçlarla belirtilen
tüm bayramlarda zil zurna sarhoş olana kadar içmeye başlayınca ona Petroviç
adını verdiler. İçme konusunda dedelerinin geleneklerini devam ettiriyordu.
Karısıyla kavga ederken ona sosyete kadını ya da Alman diyordu...."(S.65)
Gogol Petroviç'in kişiliğinde
özgürlüğüne kavuşunca bunun tadını fazlasıyla çıkarmaya çalışan bir mujiği hicv
etmektedir. Petroviç kendinden geçinceye kadar sarhoş olma özelliğini
dedelerinden öğrenmiştir. Karısına kızınca Alman deme huyu ise, onun küçük yerlerde
yaşayan insan psikolojisinin etkisiyle yabancılara duyduğu düşmanlığı
göstermektedir.
Petroviç'in, hikâyede âdeta onun
simgesi haline gelmiş bir enfiye kutusu vardır, üzerindeki general resmi
zamanla zedelenince dört köşe kağıtla kaplanmış olan bu enfiye kutusu,hikâyede
Petroviç'in kişiliğinin bir parçası gibi anlatılmaktadır. Yazarın fırsat
buldukça bu kutudan söz etmesi, onun insanla eşya arasındaki bağlantıyı vurgulamak
amacıyla kullandığı bir yöntemdir.
"Palto" hikâyesinde en
büyük hiciv, "Bir Delinin Notları"nda olduğu gibi, devlet memurlarına
yöneliktir.
Bu kez Gogol'ün hicvinin odak
noktasını "önemli kişi"yle halkın güvenliğinden sorumlu dairelerde
çalışan memurlardır. Akaki Akakiyeviç paltosu çalınınca ev sahibesinin tavsiyesi
üzerine önce başkomisere gider. Kahramanı başkomiserle görüşmeden önce uzun bir
süre oyalarlar. Her şeye rağmen baş komiserle görüşmeyi başaran Akaki
Akakiyeviç bundan bir sonuç alamayacağını anlar. Çünkü baş komiser olayla
ilgisi olmayan saçma sapan sorular sormaktadır.
Akaki Akakiyeviç çalıştığı
daireden bir arkadaşının, "önemli kişi"ye gitmesi tavsiyesine uymaya
karar verir. Gogol "önemli kişi"yi şöyle anlatmaktadır:
"....Önemli kişinin bu güne
kadar hangi işle uğraştığı belli değildi. Bilinmesi gereken tek şey
"önemli kişi"nin kısa bir süre önce önemli bir kişi olduğudur.
Daha önce sıradan bir kişiydi.
Bununla birlikte onun mevkii diğerlerine kıyasla pek de o kadar önemli
sayılmazdı.
Ama başkaları için önemli olmayan
şeylere büyük önem veren insanlar vardır. Bununla birlikte, bu kişi pek çok
değişik yöntemle yaptığı işin önemini artırmaya çalışıyordu: özellikle iş
yerine geldiği zaman alçak rütbeli memurların onu merdivenlerde karşılamalarını
istiyordu; hiç kimse karşısına doğrudan doğruya çıkmaya cesaret etmemeliydi.
Kayıt memuru evrakı on ikinci dereceden memura, o da daha yüksek rütbeli bir
memura veya kime gerekiyorsa ona rapor vermek zorundaydı. Evrak ancak onların
elinden geçtikten sonra "önemli kişi"ye gelebilirdi. Tüm bunlar işin
düzgün gitmesi için son derece gerekliydi .. .. " (s. 79) .
Gogol bu bölümde, tasvir ettiği
"önemli kişi"yle o dönemin bürokratik düzenini hicvetmektedir. Resmi
bir kuruluşun başına, daha önce nerede görev yaptığı, kim olduğu bilinmeyen
kişiler getirilmektedir. Daha önce önemli bir görevde bulunmamış bu kişi, üst
düzeyde görev yapmanın astları üzerinde zorunlu bir saygı uyandırmakla ve
işleri mümkün olan en uzun süre içinde çözümlenmesini sağlamakla, herşeyin hal
edildiğini düşünmektedir. Akaki Akakiyeviç' in başvurusunu "usule
uygun" bulmayarak, ona baş vuru için neler yapması gerektiğini söyler. Bu
sözlerde basit bir sorunun çözümlenmesinin, böyle bir bürokratik düzende ne kadar
uzadığını göstermektedir.
Gogol bu "önemli
kişi"nin gerçekte iyi, yardım sever ve yumuşak bir insan olduğunu da
vurgular. Ancak bütün sorun, rütbesinin yükseltilmesinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü rütbesi yükseltilince, bunun etkisine kapılarak emrindeki memurlar
arasında "yırtıcı bir arslana" dönüşmüştür. Bu kişi, aynı zamanda,
kendini küçük düşürmekten korkarak emrindeki memurlar arasındaki sohbetlere katılmaktadır.
Böylece ağzından sadece tek heceli * kelimeler çıkarmaya alışmış, bu nedenler
memurlar ona "sıkıcı adam" demeye başlamışlardır.
Akaki Akakiyeviç onun yanına girip
derdini açıklarken de tam bir arslan kesilir. Hatta zavallı kahramana, her gün
başkalarına olduğundan daha şiddetli çıkışır, "önemli kişi"nin bu
öfkeli tavrı, zaten korkak bir kişi olan Akaki Akakiyeviç'i çok korkutur. Akaki
Akakiyeviç aynı gün anjin olur ve yatağa düşer. Gogol bu olayı "yerinde
bir çıkışmanın bazen böyle şiddetli etkiler yaptığı da olur!" diyerek
alaylı bir biçimde hicveder. Bu sözleriyle Gogol, sırf büyüklüğünü ve önemini
hissettirmek için karşısındakini azarlayan bir insan tipini eleştirmektedir.
Ancak burada hicvedilen sadece "önemli kişi" değildir, yazar Akaki
Akakiyeviç'i de üstü kapalı bir biçimde hicvetmektedir. Bu olayın onun
üzerinde böyle bir etki yapmasının tek nedeni kendisidir. Çünkü o güne kadar
dış dünyadaki yaşamla yüzleşme gereğini duymamıştır ve içine kapalı
kalmıştır. Böyle bir olay meydana geldiğinde, şiddetli etki yapması doğaldır.
Görüldüğü gibi, "Palto"
hikâyesinde Gogol tasvir ettiği "zavallı, küçük memur” tipi Akaki
Akakiyeviç aracılığıyla o dönemin memur yaşantısını pek çok yönüyle hicvetmiştir.
Akaki Akakiyeviç dış dünyaya kapalı, sessiz ve kendi halinde bir yaşara
sürdürmektedir. Gogol'ün bu içine kapanık memurda hicvettiği nokta budur. İşte
bu nedenle yazar, palto diktirmeyi kahramanın yaşam tarzında büyük bir olaya
dönüşmesini, onun neredeyse canlı bir varlık gibi görmesini hicvetmektedir.
Akaki Akakiyeviç'in yazı yazmaktan başka eğlencesi bulunmamasını, hatta yemek
yerken aklı yazı yazmakla meşgul olduğu için, çorbasındaki sinekleri bile
yutmasını zaman zaman acımasız denebilecek bir üslupla işlemektedir. Gogol'ün
Akaki Akakiyeviç'i şiddetle hicvetmesinin yanısıra, ona sempati ve acıma
duyduğunu da belli eden bir yaklaşım gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
"Burun" hikâyesi
Gogol'ün oldukça ilginç bir eseridir. "Bir Delinin Notları"ndan
sonra rütbe tutkusunun ayrıntılı bir biçimde ele alındığı ikinci hikâye
"Burun" dur. "Bir Delinin Notları"ndan farklı olarak,
burada rütbe teması son derece komik bir üslupla ele alınmıştır.
Hikâyenin önemli bir başka
özelliği ise, Gogol'ün geniş hayal gücünü, bir kez daha burada ortaya
koymasıdır. "Burun" pek çok yorumlara neden olmuştur. Edebiyat dünyasında
Gogol'ün, neden her zamanki yerinden ayrılarak etrafta dolaşan bir burun
yarattığı ya da böyle bir temayı neden ele aldığı konusunda, değişik açıklama
ve yorumlar yapılmıştır.
Kimi eleştirmene göre, Tsşokke
adlı bir yazarın "Buruna övgü" adlı eseri Gogol'e ilham kaynağı
olmuştur. Çünkü Tsşokke'nin 1831'de bir dergide yayınlanan eserinin sonunda
başka yazarlara şöyle bir çağrı yapmaktaydı; "Eğer bu denemem bir dâhinin
eline geçer ve onda kalemiyle dehasını buruna adama fikri doğmasına neden
olursa amacıma ulaştım demektir." İşte bu değişik çağrıya uyan da Gogol
olmuştur.
Kimi eleştirmenlere göre ise,
"Burun" hikâyesinin yazılmasından Önce, Peterburg'ta dans eden
sandalyelerle ilgili bir söylentinin çıkması, Gogol'de bazı düşüncelere neden
olmuştur. Gogol'ün bu söylentiyi duyduğu zaman gösterdiği tepkiyi M. Longinov
adlı bir arkadaşı şöyle anlatmıştır: ".... onun, dans eden sandalyelerle
ilgili dedikodu ve yorumlara kattığı komik şeyleri şimdi bile hatırlıyorum.
Belki'de bu saçma durum onu gerçekten eğlendirmişti. Çünkü bir kaç yıl sonra
"Burun" hikâyesinde bu olayı hatırlatmaktadır...." Gogol
tanıdığı kişileri bu konu üzerinde güldürürken, dahiyane yaratıcılığı için de
cazip bir materyal görmüştür. Muhtemelen yazar "masa ve sandalyeler dans
ediyorsa burun niçin yerinden ayrılarak şehirde gezmeye çıkmasın" diye
düşünmüş olsa gerek.
Konumuzun kaynağı ne olursa olsun
Gogol'ün hikâyeyi eşsiz ve kendine özgü yeteneğiyle işlediği gerçektir.
Hikâye, berber İvan Yakoleviç'in
sabah kahvaltısını yaparken, ekmeğin içinde bir burun bulmasıyla başlar.
Burun müşterilerinden binbaşı Kovalev'indir. Berber, korkuya kapılarak burundan
kurtulmak için gösterdiği gayretlere rağmen tesadüfen polise yakalanır.
Binbaşı Kovalev ise sabah uyanınca burnunun yerinde olmadığını görür. Kendisini
saygıdeğer, herkesçe beğenilen biri gibi gören binbaşı dehşet içinde kalır. Bu
durumda Nevski caddesinden kendini beğenmiş bir havayla dolaşamayacağını ve
zengin kızlara kur yapamayacağını düşünerek daha çok dehşete kapılır. Dışarı
çıktığında büyük caddelerden birinde, burnunu üçüncü dereceden şık bir memur
olarak arabaya binerken görür. Peşinden gider ve onu yakaladığı gibi yerine
dönmesini söyler. Ancak burun onun söylediklerine aldırmaz. Kovalev bu kez
çareyi gazeteye ilân vermekte bulur. Gazetede kimse bu olaya inanmadığı gibi,
"gazetenin şerefine dokunur" diyerek ilân isteği geri çevrilir.
Emniyet müdürlüğünde de Kovalev'e inanmazlar. Akşam eve dönüp burnuyla ilgili
düşüncelere daldığı sırada, berberi yakalayan polis gelir ve burnunun bulunduğunu
haber verir. Burun geri getirilmişse de yeni bir sorun vardır ortada. Burun
yerine nasıl konacaktır? Doktor bunun imkânsız olduğunu söyler. Ona göre
yapılacak en iyi şey burnu ilâçlı bir kavanoza koyup, hatıra olarak saklamaktır.
Ertesi sabah burun kendiliğinden yerine döner Kovalev de, eskisi gibi, kendini
beğenmiş bir tavırla büyük caddelerde gezinmeye başlar.
Gogol, binbaşı Kovalev'in
kişiliğinde rütbeye ve dış görünüşüne aşırı derecede önem veren bir insanı
hicvetmektedir. Kovalev için rütbesi dünyadaki herşeyden önemlidir. Sivil
rütbesinin bıraktığı etkiyi az bularak, kendisine binbaşı denmesini istemesi
bunun en güzel örneğidir. Onun bu zayıf yönü hikâyede şu satırlarda
hicvedilmektedir.
".... Kovalev beşinci
dereceden Kafkasyalı bir memurdu, iki yıldan beri bu rütbedeydi, bu da bir an
olsun aklında çıkmıyordu; Ancak kendisini: daha saygılı ve daha önemli
göstermek için kendisini beşinci dereceden memur rütbesiyle değil binbaşı
olarak tanıtırdı...." (S.38)
Bu paragrafta Gogol'ün gösterdiği
gibi Kovalev'in gözünde memur olmak, âdeta, küçültücü bir durum gibidir.
Bu nedenle Kovalev kendini
olduğundan daha yüksek düzeyde göstermek için askerlik rütbesini
kullanmaktadır. Ona göre, bu rütbe toplumda saygı görmesini sağlayacak ve bol
drahomalı zengin kızlar onun peşinde koşacaktır. Ya da hiç olmazsa bu rütbe ona
büyük caddelerde gurur dolu bir tavırla yürüme fırsatı verecektir.
Kovalev'in emniyet müdürünün
karşısında derdini anlatmaya çalıştığı bölümde, yazar onun rütbesi konusundaki
aşırı duyarlılığını alaylı bir biçimde hicveder.
"....Sunuda belirtelim ki
Kovalev çok alıngan bir insandı. Hakkında ne söylenirse söylensin bağışlayabilirdi
ama rütbesine ve unvanına laf söylenmesine kesinlikle dayanamazdı...."
(S.47)
Gururu yerine koyduğu rütbesine bu
derece düşkün Kovalev, birisi onun kişiliğine en ağır hakareti yapsa ses
çıkarmayacaktır. Ancak rütbesine karşı söylenecek her kötü söz onu
öfkelendirecektir. Tiyatrodaki oyunlarda kurmay subaylara en küçük bir laf
dokundurulduğunda salonu terk edecek kadar kızması da boşuna değildir.
Kovalev karakter yönünden kendini
bulamamış bir kişidir. Bunun en güzel örneğini, lâyık olmadığı rütbe ve işlere
kendini yaklaştırabilmesinde görüyoruz. Peterburg'a iş için geldiği zaman ya
vali yardımcılığı yapmaya ya da önemli bakanlıkların birinde, ekonomi kısmında
memur olarak çalışmaya razıdır. Gerçi kahramanımız bunları da küçümsemektedir.
Rütbe ve iş sorunlarını çözümleyince iki bin ruble drahomalı bir kızla da
evlenirse dünyanın en
mutlu insanlarından biri olmaya
adaydır.
Onun bu hayallerinin bir kısmını,
burnu gerçekleştirir. Burnu, alıp başını gittiği için son derece öfkelenen
Kovalev, Nevski caddesinde onu aramaya başlar. Kendisi, her zaman Nevski
caddesi gibi büyük yerlerde gezdiğine göre, burnu da oralarda bir yerde
olmalıdır. Gerçekten de Kovalev burnunu bulur. Ancak bir sürprizle karşılaşır.
Çünkü burnu üçüncü dereceden memur oluvermiştir. Kilisede yüzyüze
geldiklerinde Kovalev'le aralarında geçen konuşma her bakımdan komik ve
ilginçtir:
"....
İkimizin de durumu biraz garip değil mi bayım... bana öyle geliyor ki yerinizi bilmeniz gerek. Sizi her yerde
arayıp duruyorum en sonunda buluyorum hem de nerede?bir kilisede. Siz de hak
verirsiniz ki»..
özür
dilerim ama neden sözettiğinizi anlamıyorum. ....
-Bakın bayımdedi Kovalev kendi
kişisel üstünlüklerini bilen bir insan tavrıyla sözlerinizi nasıl yorumlamak
gerektiğini bilemiyorum.... Bence her şey ortada.... İsteseniz de istemeseniz
de benim burnumsunuz.
Burun binbaşıya şöyle bir baktı ve
kaşlarını çattı.
-Kesinlikle yanılıyorsunuz. Ben
özgür biriyim. Zaten aramızda herhangi bir bağlantı olması da imkânsız. Hem üniformanızın
düğmelerinden anladığım kadarıyla başka bir yerde görev yapıyor
olmalısınız..." (S.40)
Üçüncü dereceden bir memur olan
burun, Kovalev’ in istediğine yani yüksek rütbeye sahiptir. Burnun davranışları
da onun bu rütbeyi hemen benimsediğini gösterecek bir nitelik taşımaktadır.
Yüksek rütbeli burun, karşısında durarak bir şeyler anlatmaya çalışan
Kovalev'in düşük rütbeli bir memur olduğunu anlamıştır. Davranışlarını buna
göre ayarlayarak ona küçümser bir tavırla karşılık vermektedir. Hatta Kovalev'in
üniformasına bakıp "başka bir yerde çalışıyorsunuz" diyerek
aralarındaki rütbe farkını belirtmekten de geri kalmaz. Kovalev'in yüksek rütbe
alarak yapmaya can attığı gösterişi onun yerine burnu yapmaktadır. Kovalev
ona "yerinizi bilmeniz gerek" derken, yüzündeki yerini kast
etmektedir, Âdeta bu sözüyle Kovalev ona "bu rütbeyi alması gereken sen
değilsin benim" demek istemektedir.
Kovalev üzerinde yoğunlaştırdığı
rütbe konusundaki hicvini, Gogol hikâyenin başlangıcında genelleştirmekten
kaçınmamıştır
Ama Rusya öyle garip bir ülke ki
eğer beşinci dereceden herhangi bir memur hakkında konuşuyorsanız Kamçatka'dan
Riga'ya bütün beşinci dereceden memurlar kendi üstlerine alınacaklardır. Aslına
bakarsanız bu bütün rütbe ve unvan sahipleri için geçerlidir...."
(S.37-38)
Böylelikle Gogol, sadece hikâyenin
kahramanı Kоvalev'i
değil, ona benzeyen memurları da hicvettiğini göstermiştir.
Ünlü eleştirmen Belinski Kovalev'i
"kaba, küçük, göze hemen çarpan, çirkin bir hiçliğin kendisi" diyerek
tanımlamaktadır. Ayrıca Belinski onu her yerde rastlanacak bir kişi gibi
gördüğünü şu sözlerle açıklamaktadır:
"Bu kişi niçin siz bu kadar
ilgilendirdi, niçin o zavallı burnun
başından geçen olağanüstü olayla sizi bu kadar güldürdü dersiniz? Binbaşı
Kovalev bir tane değil, binlercedir de onun için: eyle ki yüzlerce kez Kovalev’le
karşılaşmanıza rağmen ancak tanıştıktan sonra hemen tanıyıverirsiniz onları ve
binlerce insan arasından ayırt etmeye başlarsınız"
Gogol "Burun"
hikâyesinde rütbe temasının yanı sıra diğer hikâyeler inden oldukça farklı bir
konuyu hicvetmektedir. Ко yelerinden
oldukça farklı bir konuyu hicvetmektedir. Kovalev burnunun kaybolduğunu ilân
olarak bildirmek için gazeteye gider. Burnunun kaybolduğunu ve ilân vermek
istediğini söyleyince görevlinin yanıtı şu olur:
"Gazetemiz çaptan düşebilir.
Her önüne gelen burnunun kaçtığına dair ilân vermeye kalkarsa ne olur halimiz...
Herkes gazetelerin saçma haberler ve yalan dolanla dolduğunu söylemeye
başlar." (S.45)
Bunu söyledikten sonra görevli,
bir adamın kara tüylü finosunun kaybolduğuna dair bir ilân verdiğinden söz
eder. üstelik hesap yetmiş üç ruble tutmuştur! Sonuçta kara finonun bir
kuruluşta çalışan veznedar olduğu ortaya çıkmıştır. Gazete görevlisi gayet
bilmiş bir tavırla Kovalev'e bunu anlatmaktadır, ancak onun çalıştığı gazetelerde
çıkan ilânlar ise tam bir saçmalıktır, örneğin, ilânın bir tanesi "içki
içmeyen bir kâhyanın iş aramasıyla" ilgilidir. Hemen bunu yanında
"1814 te Paris'ten getirtilmiş, az kullanılmış bir araba satış"
ilânı, onun yanında ise "bir yıllığına hizmetçilik yapmak üzere ondokuz
yaşında çamaşır yıkayan ve öteki işlerden de anlayan bir genç kız aranmakta”
olduğu bildirilmektedir. Hizmetçi kız ilânının yanında ise "sadece yayı
eksik araba"yla "onyedi yaşında balakırı genç ve azgın bir at"
satıldığına dair ilânlara yer verilmiştir.
Bu ilânların saçmalığı her
durumda, insanın ya bir eşya ya da bir hayvanla aynı sırada yer almasıdır. Aynı
sütunda iş arayan kâhya ile 1814 yılına ait bir araba ilânı verilirken ondokuz
yaşında bir hizmetçi kızdan sonra, rahatlıkla yayı eksik bir araba ya da
balkırı ata yer verilmiştir. Gazetede görevli memurun bu ilânlara rağmen
Kovalev'in kayıp burnuna yer ayırmama isteği alaylı bir dille anlatılmaktadır.
Ayrıca, görevli memur Kovalev'e kaybolan burun macerasını bir yazara
anlatmasını ve onun bu konuda yazdığı yazının, "Kuzey Arısı"nda
yayınlanabileceğini söyler. Gogol, görevlinin ağzından aktardığı bu sözlerle
o dönemin ünlü gazete ve dergileri yayınladıkları haberlerden ötürü
hicvetmektedir.
"Burun"
Gogol'ün güldürü ağırlıklı hikâyelerinden biridir. Diğer Peterburg
hikâyelerinde görülen "güldürürken ağlatan" adı verilen gelenekten
uzaktır. Hayal yönü de fazla olan "Burun" hikâyesinde Gogol'ün
hicvinin odak noktası yine "Bir Delinin Notları"nda olduğu gibi rütbe
tutkusudur.
"Burun" hikâyesinin, Rus
edebiyatı için önemli sayılabilecek bir yönü de Dostoyevski’nin
"İkinci Kişilik" (Dvoynik) adlı roman^ kaynak olmasıdır.
Burnun insan kılığına girerek dolaşması psikolojide çift kişilik
adı verilen hastalığı çağrıştırmaktadır. Gerçekte, Dostoyevski
de bu olayı Gogol'den farklı
olarak ciddi, psikolojik ve daha derin boyutlarıyla ele almıştır.
"Nevski Caddesi"
Peterburg'la ilgili tipik hikâyelerden birisidir. Hikâyede, Peterburg'un en
canlı caddelerinden olan Nevski caddesinde yaşanan olaylardan bir kesit ele
alınmaktadır. Nevski Caddesinde Gogol dış parlaklığın ve güzelliğin iç yüzünü
gözler önüne sermektedir, ünlü eleştirmen Belinski'ye göre hikâyede aynı
yaşamın iki zıt kutbu verilmektedir. Tablonun bir tarafında endi** şeşiz çocuk
gibi saf ve solgun bir ressam Vardır, öte yandan ise açık göz fırsatları kendi
işine geldiği gibi değerlendirmeyi bilen bir tip, Pirogov, vardır. Ressam
Piskarev romantiktir, hayal aleminde yaşadığı için büyük bir hayal kırıklığına
uğrar. Pirogov ise daha gerçekçidir ancak fazla girişken olması, toplum
kurallarının bazıları hiçe sayması sonucunda zor durumlara düşer.
Hikâyenin konusu şöyledir:
Peterburg'un en gözde caddesi olan Nevski caddesinde, günün her saatinde Çeşitli
gruplardan insanlar gezmektedirler. Bunların arasında havai ruhlu Pirogov ile
ressam arkadaşı Piskarev de vardır. Bir gün Piskarev ve Pirogov caddede
gezerlerken iki güzel kadın görürler. İkisi de ayrı ayrı bu kadınların peşine
düşerler. Piskarev hoşlandığı esmer kadını oturduğu yere kadar takip eder.
Kadının oturduğu yeri görünceye kadar, onun yüce bir güzelliğe sahip olduğunu
düşünür.
Piskarev'e göre tapılması gereken
bir kadındır. Ancak kadın Peterburg'un arka sokaklarından birinde ahlâk düzeyi
düşük bir yaşam sürdürmektedir. Piskarev iyi niyetini bozmadan, esmer
güzelinin, kötü koşullar yüzünden böyle bir yere düştüğüne karar verir. Bu
kadının güzelliği Piskarev' in ruhuna işlemiştir. Onun yüzünü her an
görebilmek, hayalini canlı tutabilmek için çareyi afyon içmekte arar. Aldığı
afyonun etkisiyle hayal dünyasına gömülür. Bu hayal dünyasından uyanmak ona
pahalıya mal olur. Kurtuluş yolu kalmadığını anlayınca Piskarev intahar eder.
Pirogov'un peşine düştüğü kadın
ise sarışın bir almandır. Kadın evlidir. Kocası Şiller, çizmelere mahmuz
yapmaktadır. Kadının ilgisini çekip onunla konuşmak için, Pirogov,Şiiler'e
mahmuz yaptırmaya karar verir. Ancak Şiller'in şüpheci kişiliği, Pirogov'un
karısıyla ilgilendiğini anlamasını sağlar. Bir gün Siller sarhoş bir halde eve
döndüğünde Pirogov'u karısıyla görünce öfkelenir. Arkadaşlarıyla beraber
Pirogov'a dayak atar. Bu olay Pirogov'u kısa bir süre uslandırır. Aradan zaman
geçince Pirogov yine çapkınlıklarına devam eder.
Nevski caddesinde gezen insanların
tasviriyle Pirogov'un başından geçenler hikâyenin gülünç yanını, Piskarev'in
yaşadıkları ise hüzünlü yanını oluşturmaktadır.
Bu ressam gerçeklerin dışında
yaşayan, çevresindeki her şeyi ideal gibi gören bir kişi olarak "mükemmel
dikimli ceketler"iyle, özene bezene bıraktıkları favorisiyle kurum içinde
dolaşan, karpuz kollu elbiseler giyen ince belli bayanların doldurduğu ana
caddeye kendi iç dünyasında isyan etmektedir. Ancak bu isyanın sonucu yenilgi
olur.
Pirogov ise, bu caddenin günlük
yaşamından bir parçadır. Bu nedenle hikâyede, yazarın hicvinin odak noktalarından
birini oluşturmaktadır. Pirogov Gogol'ün yarattığı bayağı kişiliklerden en
akılda kalıcı olanlarından biridir. Pirogov boş, kültür düzeyi düşük bir
karaktere sahiptir. Ancak bu kusurunu büyük bir başarıyla, kendi gibi
kişilerden oluşan topluluk içinde gizlemeye çalışmaktadır. Çevresindeki
kişilerde toplantı kurallarını iyi bilen, kültürlü ve soylu adam izlenimi
bırakmayı istemektedir. Hikâyeyi anlatan kişi onu detaylı olarak tanıtmadan
önce simgelediği topluluktan hicivci bir dille söz etmektedir:
"Bir subay olan Pirgov'dan
söz etmeden önce, onun içinde bulunduğu topluluk hakkında bir şeyler söylemek
gerekli. Peterburg'ta toplumun orta sınıfını oluşturan bazı subaylar vardır.
Bir eyalet danışmanının ya da kırk yılını bu rütbeyle geçirmiş bir çok
danışmanın verdiği yemeklerde, her zaman onlardan birine mutlaka
rastlarsınız.... Solgun güzelleri gülmeye, söylediklerini dinlemeye zorlamakta
korkunç bir yetenekleri vardır. Kahkahalar arasında kaybolan 'Ah, yeter artık
susun! İnsanları böyle güldürmeye utanmıyormusunuz! Nidaları, onlar için çoğu
zaman en güzel hediyedir. Yüksek sosyeteye katıldıkları pek seyrektir, hatta
hiç olmaz, çünkü bu toplulukta kendilerine aristokrat demelerinden
sıkılmaktadırlar. Bununla birlikte bilgili ve okumuş insanlar sayılırken
Edebiyattan konuşmaya bayılırlar Bulgarin'i, Puşkin'i ve Greç'i överler.
Orlov'u ise zekice söylenmiş acı sözlerinden ötürü nefretle anarlar...."
(S.38)
Hikâyeyi anlatan kişi,Pirogov'un
içinde bulunduğu bu topluluğu övermiş gibi bir tavırla anlatmaktadır. Âdeta
bu subay topluluğu olmasa toplumun orta sınıfından söz edilmeyecek, eyalet
danışmanlarının düzenlediği balolardan birine rastlanmasa her şeyin tadı
kaçacak ve soluk yüzlü bayanlar gülmeyecekmiş izlenimi yaratılmaktadır. Hikâyeyi
anlatan kişi, subaylar kendilerine "aristokrat" dendiği için, yüksek
düzeydekilerin toplantılarına gitmediklerini söyleyerek, bunu iki değişik
biçimde yorumlamamıza yol açmaktadır. Pirogov ve meslektaşlarının subaylığı
aristokratlardan ayrı, hatta daha üstün bir grup gibi gördüklerini düşünmek
mümkündür. Bunun için yüksek sosyetenin toplantılara katılmak onlara göre
değildir. İkinci yorum ise hikâyeyi anlatanın vermek istediğine daha yakındır.
Pirogrov ve onun gibi subaylar, gerçekte, her bakımdan kendi düzeylerinin
üstünde bir topluluk içinde kusurlarının ve görgüsüzlüklerinin ortaya çıkmasına
neden olabileceği için onların arasına girmekten sıkılmaktadırlar. Bu nedenle
kendilerine aristokrat denmesini bahane etmektedirler. Kısaca belirtmek
gerekirse, "aristokrat" kelimesi onların, düşük kültür düzeyleriyle
görgüsüzlüklerini hicvetmek amacıyla kullanılmıştır. Zaten bu subayları
toplantılarına çağıran kişiler de çoğu zaman ne uzayıp ne kısalmış kırk yıl
aynı görevi yapmış insanlardır.
Pirogov'un tipindeki subayların
kültür düzeylerinin düşük olduğuna ilişkin, çok yerinde imalar vardır, örneğin
boş boş konuşup solgun ve asık suratlı bayanları güldürmek onlar için çok büyük
ve önemli bir başarıdır. Puşkin gibi dâhi bir şairi, edebiyat çevresinde
çalışmaları olmasına rağmen pek önemli sayılmayan Bulgarin ve Greç gibi
yazarlarla aynı kefeye koymaları onların kültür düzeylerinin düşüklüğünü
göstermektedir. Hikâyeyi anlatan kişi bu konudan söz ederken, cümlelerin
sıralamasını öyle güzel yapmıştır ki başlangıçta övgü izlenimi bırakan anlatım
sonuna doğru tamamen hicivsel bir özelliğe bürünmektedir.
Anlatıcı, Pirogov'u daha da
şiddetli bir dille hicvetmektedir, özellikle başlangıçta söylediği cümle,
Pirogov'un hicvedildiğini açıkça göstermektedir. Hikâyeyi anlatan kişi
"Ancak subay Pirogov'un bu yetenekler dışında, sadece kendine özgü
olanları vardı" der. Bundan sonra özgün yetenekleri saymaya başlar:
Pirogov "Don yöresinin Evlâdı Dimitri"1 ve "Akıldan
Belâ"2 eserlerindeki şiirlerin bazılarını olağanüstü denecek
kadar güzel okumaktadır. Hele pipo dumanıyla bir anda arka arkaya on tane
halka yapmakta üstüne kimse yoktur. Kendi aklından uydurduğu fıkraları anlatmakta
çok ustadır. Hikâyeyi anlatan kişi onu bu yetenekleriyle ilgili bölümü
bitirirken ince bir alayın da bulunduğu şu sözleri söyler: "Bununla
birlikte kaderin Pirogov'a sunduğu bütün yetenekleri saymak biraz zor
iştir." Bu sözüyle hikâyeyi anlatan kişi, Pirogov gibi karakteri olan bir
insanda,bu tür saçma sapan özelliklerin çok sayıda bulunabileceğini
belirtmektedir. Yani onun bu yetenekleri ne kadar sayılırsa sayılsın sonuç
değişmeyecektir.
Hikâyede yazarın, hicvinin en
önemli odak noktasını Nevski caddesi ve büyük küçük rütbeli, yaşlı genç, bay
bayan her tür insan oluşturmaktadır.
Hikâyeyi anlatan kişi ilk önce
Nevski caddesini tanıtmaktadır:
"Nevski caddesinden güzel bir
yer yoktur; en azından Petecburg’ta. Bu cadde Peterburg'un her şeyidir. Ne
kadar güzel bir parlaklığı vardır bu caddenin. Başkentimizin biricik güzelidir
burası. Bildiğim bir şey varsa o da solgun yüzlü memurlardan hiç birinin Nevski
caddesinin sunduğu nimetleri, başka nimetlerle değişmeyeceğidir. Sadece yirmi
yaşına gelmiş, olağan üstü güzel bıyıkları olan mükemmel dikimli elbiseler
giyen gençler değil, sakalında beyazlar çıkmış, kafası gümüş tabak gibi
parlayan kişilerle heyecan içinde caddeden geçmekte olanlara bile
rastlanabilir. Ya kadınlar! Ah kadınlar için Nevski caddesi daha da tatlıdır.
Zaten kimin hoşuna gitmezki bu canım cadde! Nevski caddesine girdiğiniz gibi
bir gezinti kokusu alıverirsiniz. Mutlaka yapılması gereken zorunlu bir işiniz
olsa.bile buraya adımınızı atınca her şeyi unutursunuz, Burası sorumluluğu,
işi gücü bulunan kişilerin ve bütün Peterburg*u saran çıkar dolu ilginin
rastlandığı tek yerdir...." (S.14)
Nevski caddesine yağdırılan bu
övgülerin gerçekle ilgisi yoktur. Dikkat edilince caddenin kendi manzarası
hakkında bir bilgi verilmediği görülebilir. Hikâyeyi anlatan kişinin sözünü
ettiği cadde, üzerinde evlerin ya da dükkânlarla lokantaların bulunduğu bir yer
değildir. Burası insan kalabalığının meydana getirdiği organik bir caddedir.
Başlangıçta insanı kendine çeken şeyin cadde olduğunu düşünmek mümkündür.
Ancak caddeden geçen bir kişi caddenin cazibesine değil caddede dolaşanların
dünyaya, sorumluluğa ve işlerine gösterdikleri kayıtsızlığa kapılmaktadır. Bu
düşünceyi hikâyeyi anlatan kişinin "Nevski caddesine girdiğiniz gibi bir
gezinti kokusu alırsınız" sözü kuvvetlendirmektedir. Bu bölümde caddeyle
ilgili en güzel hiciv ise, başlangıçta "memurların hiç birinin Nevski
caddesinin sunduğu nimetlerin değişmeyeceği"ni belirten cümleden biraz
sonra "Peterburg'u saran çıkar dolu ilginin rastlanmadığı tek yer
burası" demektedir. Çünkü Nevski caddesinin memurlara sunduğu nimetler
cadedede dolaşıp, temiz hava almak ve eğlenmekten çok daha değişik şeylerdir:
rüşvet yeme, bir kişinin yazılarıyla bir başka yere geçme gibi hizmetler
kastedilmektedir.
Caddenin tasvirinde detayına girildikçe,
hiciv daha güçlü bir karakter» kazanmaktadır. Ancak anlatım biçimindeki övgü
dolu ton eski şeklini korumaktadır.
"Ne adres yazılı bir kağıt
parçası ne de belirli bir buluşma yeri Nevski caddesi kadar kesin bir sonuç .
verebilir. Nelere kadirdir şu Nevski caddesi! Gezilecek çok az yeri bulunan
zavallı Peterburg'un biricik eğlencesi...." (S.14-15)
Hikâyeyi anlatan kişinin söylediği
hemen hemen her sözü tersine çevirirsek Nevski caddesinin, parlak kelimelerin
arkasındaki gerçek yüzü karşımıza çıkacaktır.
Nevski caddesinde gezen tiplerin
hicivleri ise, caddenin detaylı tanımından sonra verilmektedir. Buradaki
insanlarla ilgili hicivlerde,ilk önce giyim ve dış görünüş ele alınmaktadır.
Giyimleri tasvir ederken hikâyeyi anlatan kişi,insanların şık olmak konusunda
gösterdikleri gereksiz çabaya ve zayıflığa deyinmektedir. Renklerdeki aşırılık,
göze çarpan zıtlıklar Gogol'ün .Onları hicvetmek için baş vurduğu yöntemlerden
biridir. Onların giyisilerinde ya da görünüşlerinde göze çarpan aşırılık ve zıtlıklar
için "Nevski caddesinde rastladığınız her şey büyük bir uygunluk
içindedir." denmektedir. Bayanların ince belleri, bayların ise
favorileriyle bıyıkları bu "büyük uygunluğa" dahildir. Bayanların
ince bellerini hikâyeyi anlatan kişi yapmacık bir hayranlık altında şu
sözlerle aktarmaktadır:
"....Burada rüyanızda bile
göremeyeceğiniz kadar ince bellere rastlarsınız; ince, dar belleri Bir şişenin
boynundan kalın olmayan belleri Bu belleri gördüğünüz zaman, muhtemelen, hiç de
nazik olmayan bir tavırla bu belleri dirseklememek için korku içinde kenara
çekilirsiniz. Dikkatsizliğinden , hatta nefes alışınızdan doğanın bu sanatı
eserine zarar vermek korkusuyla dolar yüreğiniz....” (S.17)
Bu bölümde insanların moda
düşkünlüğü hiciv edilmiştir. O dönemlerde ince bele gösterilen düşkünlük
Gogol' ün kaleminde hiciv konusu olmuştur. Aynı zamanda bayların da
bıyıklarıyla, favorileri için aynı durum söz konusudur. Ayrıca bıyıklara
gösterilen özenin dış görünüşle ilgisi vurgulanarak, bu uğurda gösterilen
gayretler alaylı bir anlatımla yansıtılmaktadırlar.
Nevski caddesinde gezen insanların
hicvedilen bir yönü de, bunların görünüş bakımından kendilerine gösterdikleri
dikkatin aynısını başkalarına da göstermelidir. Birbirleriyle gayet dalgın
konuşan bu insanlar, aniden konuşmayı kesip karşıdan gelen kişinin kılığını
kıyafetini incelemeye koyulurlar. Âdeta karşılarındaki kişiye değer biçmek
amacındadırlar:
"....Burada anlaşılması güç
binlerce karakter ve olayla karşılaşırsınız. Tanrım Nevski caddesinde ne çok
garip karakter vardır bir bilseniz! Sizinle karşılaştığın-
da çizmelerinize gözlerini diken
ya da yanınızdan geçtikten sonra ceketinizin yırtmacına bakmak için gerisin
geri dönen insanlar o kadar çoktur kil Bu güne kadar insanların bunu niçin
yaptıklarını bir türlü anlayamamışımdır. İlk başta onları çizmeci falan
sanıyordum. Oysa hiç de öyle bir halleri yoktur. Genellikle farklı dairelerde
göre« yapan, pek çoğuda olağanüstü yetenek göstererek bir devlet dairesinden
ötekine tek bir yazıyla ilişki kurabilenlerdendir. Ya da pastanede gazete
okuyan, gezmekle vakit, geçiren insanlardır. Kısacası, büyük b±r kısmı aklı
başında insanlardır...." (S.18)
Hikâyeyi anlatan kişi saf bir
dille, konuşmaya dalmış görünen insanların, karşıdan gelen birini gördüklerinde
konuşmayı aniden kesip ilgilerini o kişi yöneltmesini bir türlü anlayamadığını
söyler, çünkü ona göre şık giyimli, maddi durumu iyi hem de kültür düzeyi
yüksek kişiler bunu yapmazlar. Hikâyeyi anlatan kişinin bu saflığından
yararlanarak Gogol bu insanları "çizmeci" diyerek alaya almaktadır.
Çünkü hikâyeyi anlatan kişinin, düşündüğünün
aksine bunu yapanlar iyi
görevlerde ve mevkilerde bulunan insanlardır. Yazar bu bölümde Nevski
caddesinde gezen insanların iki kusurunu eleştirmektedir: Bunlardan biri kıskançlıktır.
Caddede dolaşan kişiler eğer iyi giyimlerine rağmen başkalarının üzerindekileri
yıtmaçına kadar inceleyebiliyorsa bunun bir nedeni kıskançlıktır. Bu
kıskançlığın temelinde "Onda var bende niye yok?" ya da "ben de
niye olmasın?" psikolojisi vardır. Ayrıca bu kıskançlıkta rekabet duygusu
da bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hicvedilen diğer kusur ise
görgüsüzlüktür. Belirli bir mevkide görev yapan kişilerin aynı zamanda
kültürel bakımdan da belirli bir düzeye ulaşmış olması gerekir. Ancak bu insanlardan
umut edilenin aksine, karşıdakini hiç çekinmeden üstelik iyiden iyiye
incelemesi görgüsüzlüklerini ortaya koymaktadır. Gogol hem bu insanları hem de
pastanede oturup gazete okuyan, etrafını seyreden insanları "aklı başında"
diyerek görgüsüzlüklerini alaylı bir dille hicvetmek fırsatını kaçırmamıştır.
İş bitiminde Nevski caddesinde her rütbeden memur görülmektedir. İç işlerinden
dış işlerine kadar tüm bakanlıklarda çalışan büyüklü küçüklü memurlar
gezmektedirler. Gogol hikâyeyi anlatan kişinin ağzından bu memurların
durumlarını şu sözlerle aktarmaktadır:
".... Tanrım ne kadar güzel
görevler ve ne kadar güzel hizmetler var bu dünyada! İnsanın ruhunu nasıl da
yüceltip zevkle dolduruyor bu görevler! Ama ne yazık ki ben resmi bir yerde
çalışmıyorum. Ne yazık ki şeflerin memurlara karşı ne kadar ince
davrandıklarını görme zevkinden yoksunum!...." (S.16-17)
Hikâyeyi anlatan kişi, Nevski
caddesinde iş çıkışından sonra dolaşan kişilere âdeta özendiği izlenimini
yaratmaktadır. Oysa bu da Gogol'ün o kişiler üzerindeki hicvi gizlemek amacıyla
baş vurduğu bir yöntemdir. Bu paragrafta asıl verilmek istenen, sanki bütün
gün yoğun bir çalışma temposundaymış gibi Nevski caddesinde gezinmeye çıkan
insanların, bunu hiç de hak etmedikleridir. Hikâyeyi anlatan kişi, memurların
bu görevlere başkaları aracılığıyla girdiklerinden ve böylelikle kendisinin
açıkta, işsiz kaldığından yakınmaktadır. Bu arada sürekli emrindeki
memurları hırpalamayı ihmal etmeyen şefler de hicvedilmiştir.
Hikâyede Gogol, Nevski caddesinin
parlaklığına kapılan Pirogov ve Piskarev adlı iki genci tasvir etmektedir. Bu
iki genç aracılığıyla Nevski caddesindeki yaşantının "iki zıt kutbu"
tanıtılmaktadır. Pirogov bu caddenin dış parlaklığına ayak uydurmuştur ve onu
yaşamaktadır. Başına gelmeyen kalmasa bile Pirogov caddenin cazibesine kendini
kaptırmış kişilerin simgesidir. Piskarev ise bu caddenin çok dışında kalmış ve
estetik arayışları içine girmiş bir ressamdır. Büyük bir yanlışlık yaparak
estetiği, esmer güzelin yaşadığı kötü yerde bulduğunu sanmıştır. Piskarev
Nevski caddesinin gözalıcı parlaklığının arkasındaki gerçeği ve acıyı
yaşamışken sonun Piskarev'in başından geçen olayla ortaya çıkmaktadır. Nevski
caddesinin parlak ve gözalıcı görünüşü tamamen aldatıcıdır. Burası gerçekte
çıkarların gözetildiği, çıkar için ilişkilerin kurulduğu bir yerdir. Caddede
gezen insanlar her an birbirlerini kollamaktadırlar. Bu isterse giyim konusu,
isterse eğlenceci vakit geçirmek için olsun ya da meslek yaşamıyla ilgili
fırsatları değerlendirmek amacıyla olsun herkes etrafındakilerle aşırı derecede
ilgilidir. Gogol, memurundan Fransız matmazellerine kadar Nevski caddesinde
gezen herkesi hicivci bir dille gözler önüne sererken, gerçekte, onların burada
gezmeyi hak etmeyen kişiler olduğunu vurgulamaktadır.
"Araba" Gogol'ün en
eğlenceli hikâyelerinden biridir. Bu hikâyede yazar, Rus askerlerinin
yaşantısını tanıtmaktadır. Rus askerlerinin yaşamıyla ilgili temanın başlangıcını,
"İvan Sponka ve Teyzesi" adlı hikâyede görmüştük. "Araba"
gerek konusu ve gerekse geçtiği yer bakımından diğer "Peterburg
Hikâyelerinden farklıdır. Ancak yazılış tarihi diğer hikâyelerle aynı olduğu
için, bu hikâyenin aynı başlık altında ele alınması gelenek haline gelmiştir.
Eleştirmen Belinski
"Araba" için "pek çok romantik yazarımızın romanlarında
gördüğümüzden daha canlı bir yaşamın ve gerçeğin anlatıldığı, ustaca kaleme
alınmış bir hikâye." demektedir. Belinski’nin değindiği bu özelliğinin
yanısıra "Araba"da Gogol'e özgü tipik hiciv örneklerinin bulunduğunu
da belirtmek gerekir.
Küçük ücra bir yer olan 'B. ....'
Şehrine bir süvari alayı gelir. Böylece şehirde büyük bir hareketlenme meydana
gelir. Askerler şehrin dört bir yanını kaplar. Alayın generali bir yemek
düzenler. O güne kadar varlıklarından kimsenin haberdar olmadığı çiftlik
sahipleri, şehrin tek sosyetesi olan belediye başkamı i ve yargıç da yemeye katılırlar.
Bu grup arasında en dikkati çeken kişi eskiden askerlik yapmış ancak "hoş
olmayan bir macera" nedeniyle ordudan istifa etmek zorunda kalmış çiftlik
sahibi Pifagor Çertokutski'dir. Yemek sırasında atlardan söz açılır. General
en sevdiği kısrağını gösterir. Çertokutski de General' in gösterdiği kısrağa
karşılık Venedik stili arabasını göstermek ister. Ertesi gün için Generali ve
subayları yemeğe çağırır. Ancak eve sarhoş döndüğü için, konukların geleceğini
kimseye haber vermez. Böylece evde hiç bir hazırlık yapılmaz, öğlene doğru,
halâ uyumaya devam eden Çertokutski' ye gelenler olduğu söylenir. Çertokutski
dehşet içinde kalır. Kâhyaya, gelenlere evde olmadığını söylemesi için emir
verir. Kendisi ise üstünde sabahlığı olduğu halde arabaların konulduğu yerde
gizlenir. Hem de Venedik stili arabanın içine. General, ev sahibinin evde
olmadığı söylenince biraz bozulur. Arabayı görmek İstediğini belirtir. Seyis
onları Venedik stili arabanın bulunduğu yere götürür. General ve yanındakiler,
arabada Çertokutski'nin övdüğü kadar üstün bir özellik göremezler. Belki içinde
doğru dürüst bir şey vardır diyerek General arabanın üstünü açar. Büyük bir
sürprizle karşılanır, çünkü Çertokutski der top olmuş, saçı, başı dağınık bir
halde sabahlığıyla arabanın içinde büzülmüş konukların gitmesini beklemektedir.
General onu bu halde görünce "aa, sia burda mıydınız?" der ve
arabanın üstünü örter. Bütün konuklar Çertokutski'nin evini terk ederler.
Hikâyede iki önemli karakter
vardır: Süvari alayıyla birlikte B... kasabasına gelen General ve yörenin
zengin çiftlik sahiplerinden Çertokutski. Yazar, önce Çertokutski 'yi tanıtır.
"Peterburg Hikâyeleri"ndeki diğer kahramanlardan farklı olarak,
Çertokutski'nin rütbe tutkusu gibi bir kusuru yoktur. Onun kusuru gösterişe
haddinden fazla düşkün olmasıdır. Çertokutski, elindeki her şeyin gösterimli
olmasına dikkat etmektedir. Güzel ve bol drahomalı bir genç kızla eklenmiştir.
Bu evlilikten eline geçen parayı gösterişe düşkün olduğu için hemen güzel
atlara, altın yaldızlı kapı kilitlerine, evcil bir maymuna ve Fransız kapıcıya
yatırmıştır. Arabalara duyduğu ilgi Çertokutski' nin gösterişe düşkünlüğünün
canlı örneklerinden biridir.
Süvari alayı B.... kasabasına
gelince gösteriş tutkusu konusunda, Çertokutski'ye benzeyen bir generalin
bulunduğunu görürüz. Yazar, General'in "şişman ve iri cüsseli"
olduğunu söyler. Arkasından da "bununla beraber su
baylar onun hakkında iyi bir
yönetici demektedirler." sözlerini ekler. Burada yazarın, şişman ve iri
cüsseli tanımını yaptıktan sonra "bununla beraber" diye devam ederek
diğer cümleyi bağlaması dikkati çekici bir özelliğe sahiptir. Çünkü böyle bir
cümle yapısıyla yazar âdeta iri ve şişman fiziksel yapının "iyi
yönetici" olmayı engellediği izlenimi bırakmaktadır. General'in ses tonu
ise öyle bir anlatılmaktadır ki, bu boş bir şişeden ya da küpten çıkan sesten
farksızdır. Generalimizin en fazla ilgi duyduğu konu atlardır.
Bu iki kişi yemekte bir araya
gelince çok geçmeden aralarında bir iddia başlar. Yemek yendikten, herkes
karnını fazlasıyla doyurduktan sonra General güzel kısrağını getirmelerini
emreder. Çünkü kısrağı herkese göstermek ve onun sahibi olarak övünmek
istemektedir. Yazar, kısrağın pek çok subay ve konuğun bulunduğu avluya girişini
ve etrafını saran kalabalığın durumunu şöyle tasvir etmektedir s
"Kısrağın adı Agrafena
İvanovna'yda; güneyli güzeller gibi sağlıklı ve vahşiydi, nallarını takırdata
takırdata eşiğe yanaştı ve aniden durdu.
General, elindeki çubuğu bırakarak
büyük bir hoşnutlukla Agrafena İvanovna'yı seyretmeye koyuldu. Albay eşikten
atladı ve Agrafena İvanovna'nin bacaklarını inceledi, diğerleri ise
hayranlıklarını çeşitli nidalarla gösterdiler.
Çertokutski de eşikten atladı ve
kısrağın arkasına geçti. Hazırolda bekleyen, kısrağın dizginlerinden tutmuş
asker ise etrafındakilere dik dik sanki onların üstüne atılmak istercesine
bakıyordu." (S.57).
Yazar bu bölümde kısrağın, yemeğe
katılanlarda bıraktığı izlenimi hicvetmektedir. Onların karşısında kısrak,
kısrak olmaktan çıkmış sanki güzel ve vahşi bir kadın halin® gelmiştir. Zaten
yazar, ona "kısrak" yerine "Agrafena İvanovna" demektedir.
Böylece, toplantıdakilerin kısrağı bir hayvan değil kadın olarak gördüğünü
belli etmektedir. General eşiğe yanaşmasıyla, çubuğunu bir kenara bırakıp
hoşnutlukla Agrafena İvanovnalyı seyretmektedir. Bu tıpkı yemek
yedikten sonra, dinlenmek için güzel kadınların rol aldığı, bir oyun seyretmek
gibidir. Diğerleri ise sanki bu güzele değer biçmek istiyormuş gibi, onu daha
yakından incelemeyi tercih etmektedirler. Agrafena İvanovna'yı eşiğe getiren
asker ise, adeta aldığı pozla misafirleri yanındaki güzele kötülük yapmamaları
için ikaz etmektedir.
Çertokutski misafirlerin kısrağa
hayran kaldığını ve Generalin bundan büyük bir zevk duyduğunu farkeder. Bu
nedenle hem kısrağa bir bahane bulmak hem de gösterişte Generalden aşağı
kalmamak için "yürüyüşünü bir görsek" der. Çünkü dikkatleri kendine
çekmeyi ve toplumun odak noktası olmayı istemektedir. Kısrağın yürüyüşüne bakar
ve arabaya koşulacak cins olduğunu belirtir. Bundan sonra Generalle aralarında
gösteriş yapma yarışı başlar. Çertokutski'nin gösteriş yapma zevkinin уanısıra abartarak anlatma huyu da
vardır. Abartarak anlatma huyu nedeniyle gösteriş yapma yarışında,
Çertokutski'nin üstüne kimse olmadığı anlaşılmaktadır. General, Çertokutski
araba konusunu açmça, Peterburg'daki kardeşine son model bir tane
ısmarladığını söyler. Ancak kardeşi onun bu istediğini gönderir mi göndermez
mi bilememektedir. Buna karşılık Çeirtokustski'nin sözde " olağanüstü,
Venedik işi" bir gezinti arabası vardır. Kahraman, bu
"olağanüstü" arabasını şöyle anlatmaktadır ;
”.... Bu araba tüy gibi hafiftir.
Hayret edersiniz. İçine oturunca, saygı değer Generalim, sanki dadınız sizi
beşikte sallıyor sanırsınız.... öyle bir araba ki sormayın! Yani, saygı değer
Generalim, ben böylesini hiç görmemiştim. Askerlik görevindeyken arkadaki
kutuya on şişe rom ve yirmi funtluk tütün koyuyordum; bunlardan başka altı tane
üniforma, çamaşırlar ve saygı değer Generalim, izin verirseniz, tenya gibi
diyeceğim, uzun uzun iki çubuk ta girerdi bu kutuya. Arabanın yan ceplerine ise
kocaman bir öküz sığdırabilirsiniz...." (S.58)
Görüldüğü gibi Çertokutski‘nin
söyledikleri gittikçe abartılı bir biçim almıştır. Yeni Çertokutski'nin
gösteriş merakı abartmayla birleşmiştir. Arabanın arkasındaki kutuya girenleri
Çertokutski âdeta çok ağır, taşınması zor şeylermiş gibi göstermektedir. Oysa
üniforma, tütün ver rom şişelerinden oluşan bunlar her yük araba kutusuna kalabilecek
cinsten eşyalardır. Ayrıca Çertokutski'nin bu kutuya uzun uzun iki çubuk
sığdığını da vurgulaması, çubuk içmeye meraklı olan General'i kızdırmak
içindir. En son arabanın yan cebine öküz sığması konusunda söyledikleriyle
Çertokutski, abartarak anlatma özelliğinin zirvesine ulaşmıştır, General ise
onun sözlerine inanmıştır. Bunun nedeni kendisinin de gösterişe meraklı
olmasıdır. İnandığını ise "rahat olmalı”, "işte bu iyi" veya
"güzel" gibi sözlerle belirtmektedir.
Çertokutski'nin davetine giden
ancak onun evde olmadığını öğrenen Generalle yanındaki subaylar arabayı
gördüklerinde hiç de övülecek bir yanı bulunmadığını anlarlar.
Gogol'ün hiciv sanatının tipik
örneklerinden birini de hemen hikâyenin başlangıcında görüyoruz. Gogol hikâyeyi
anlatmaya B.... kasabasının tasviriyle başlar. Bu tasvir "İvan
İvanoviç'le İvan Nikifогоѵіс’іп hikâyesinde yer alan Hirgorod
şehrinin tasvirine çok benzetmektedir. B.... kasabasının bakımsızlığı ve
hareketsizliği hiciv dolu bir anlayışla dile getirilmiştir.
Şehirden geçerken sokağa inanılmaz
derecede ekşi ekşi bakan alçak, kerpiçten evlere gözünüz ilişir&e
içinizden..... içinizden gelen duygulan kesinlikle anlatamazsınız. Belki de Ьг^ kumarda kaybedince veya saçma bir
şey yapınca duyduğunuz hüzne benzer. Kısacası, pek hoş bir duygu değildir.
Evlerin sıvaları yağmur yüzünden dökülmüş, duvarlar alacalı bulacalı bir renk
almıştır. Güney illerimizde olduğu gibi burada da çatılar çoğun çok sazlarla
örtülüdür. Küçük bahçeler, manzara daha da güzelleşsin diye belediye
başkanının emriyle kaldırılmışlardır. Sokaklarda tek bir canlı yoktur. Bazen
bir horoz, bir karış tozla yumuşak yastık gibi olmuş köprüyü geçerken
görülebilir. Bu toz yığını en küçük yağmurda bile çamura dönüşür. O zaman da,
ortalık, belediye başkanının Fransızlar dediği büyük baş hayvanlardan geçilmez
olur.... Pazar meydanının da biraz hüzünlü bir görünümü yok değildi hani
terzinin evi yüzü yerine köşesini vermiş bir halde aptal aptal bu meydana:
seyreder. Evin tam karşısında on beş yıldan beri yapıl makta olan j.iki
pencereli taş bir bina durmaktadır...."
(S.53)
Son derece sessiz olein В.... kalabasında canlı varlıkların
bulduğuna dair ilk belirtiler ya horozlar ya da çamur içinde yuvarlanan büyük
baş hayvanlardır. Kasabanın tasvirinde göze çarpan bir özellik te, binaların
canlı varlıklarmış gibi anlatılmasıdır. Bu da âdeta şehrin gerçek sahipleri
içinde oturanlardan çok onlarmış gibi bir izlenim vermektedir. Gogol bu
tasviriyle kasabanın bakımsızlığından sorumlu olein halkı hicvetmektedir.
Hareketsizliğinin yanısıra bakımsızlığı da göze batan kasaba, belediye
başkanının manzara düşkünlüğü uğruna ortadan bahçelerin kaldırılmasıyla iyice
acınacak bir hale gelmiştir. Yazarın burada belediye başkanını da hicvetmekten
geri kalmadığını anlıyoruz.
Bu hareketsiz kasabayı
canlandıran, her yönüyle değişik bir atmosfer kazandıran subaylar ise
hikâyedeki ilginç örnekler arasındadır. Gogol, kasabayı âdeta çekirge gibi
istilâ eden subayların getirdiği canlılığı şu sözlerimde aktarmaktadır.
Ancak süvari alayı B....
kasabasında konaklamaya başladığı gibi her şey değişti;' Sokaklar renklendi,
canlandı kısacası kasaba bambaşka bir çehreye bürünüverdi. Küçük evler başında
şapkası, çalımsı yürüyen, becerikli subayları sık sık görür oldular. Subaylar
ya arkadaşlarıyla üretim ve kaliteli tütün konusunda konuşmaya ya da araba
üzerine kağıt oynamaya giderlerdi. Arabaya, alay araba deniyordu, çünkü alay
dışında kimsenin eline geçmeden bu güne kadar alaydaki herkesi dolaşmıştı bir
bakarsınız bu gün içinde bir binbaşı, ertesi gün mülâzım subaylarının
amirindeki, bir hafta sonra ise tekrar binbaşının eline geçmiştir ve binbaşının
emireri arabayı yağlamaktadır. Evlerin arasındaki tahta çitler tamamen, güneşe
asılmış subay kasketlerinden görünmez olmuştu. Gri bir kaput daima, herhangi
bir evde kapının arkasında sallanıyordu...."
(S.54)
Bu cümlelerde sadece subayların
B.... kasabasına getirdiği canlılığı öğrenmekle kalmıyoruz. Yazar büyük bir
ustalık ve hicivsel anlayış içinde subayların günlerini ne şekilde geçirdikleri
hakkında bilgi vermektedir. Subayların en büyük zevki kâğıt oynamaktır.
Arkadaşlarına giden subayların, bunu sırf kâğıt oynamak için bahane olarak
kullandıkları bellidir. Alay arabasını da kâğıt oyununun amacı haline getirmeleri
oyunun daha zevkli ve iddialı bir duruna dönüşmesini sağlamıştır. Yazar
arabanın bir gün binbaşıda, ertesi gün bir subayda daha sonra tekrar binbaşıda,
görüldüğünü ve o güne kadar alaydaki herkesi dolaştığını söylemektedir.
Bununla, rütbesi büyük yada küçük olsun, emir erinden generaline kadar,
hepsinin kumar oynadığını ima eder.
"Araba" tipik bir Gogol
hikâyesidir. Her zamanki gibi zayıf yönleri olan kahramanlar vardır: gösteriş
meraklısı General, gösteriş merakının üzerine abartarak anlatma huyunu da
karakterine yerleştirmiş Çertokutski ve kimsenin işine yaramayan işler yapan,
"sabahtan akşama akşamdan sabaha kadar" uyuyan tembel belediye
başkanı. General Çertokutski'ye kıyasla gösteriş merakını, tatmin
edebilmektedir. Çünkü etrafındaki subaylar onu her an poh pohlamaktadırlar.
Çertokutski ise, bu merakını ortaya koyacak ortam bulamamıştır. Bu eksikliğini
abartarak konuşma huyuyla kapatmaya çalışmaktadır. Belediye başkanı ise her
ikisinden de daha şanslıdır. Gösteriş yapabilecek bir mevkiye sahiptir. Ancak
tembelliği buna izin vermemektedir.
Peterburg Hikâyeleri'nde Gogol,
hem büyük şehirlerdeki yaşamı hem de memurların dünyasını ortaya koymuştur.
Büyük şehirlerde, özellikle Peterburg'ta iki tür yaşam biçimi vardır.
Bunlardan biri soylu ve yüksek rütbeli kişilerin sürdürdükleri yaşam, diğeri
ise "küçük" adam olan memurların ekonomik zorlukları içinde
gösterdikleri yaşama çabasıdır. "Dikanka Hikâyeleri'уle "Mirgorod"da
gördüğümüz toprak sahipleri, "Peterburg Hikâyeleri'nde karşımıza soylu ve
yüksek rütbeli kişiler olarak çıkarlar. Toprak sahiplerinin çiftliklerinde
çalışan köylüler ise, bu hikâyelerde, "küçük memurlardı
simgelemektedirler.
"Peterburg
Hikâyeleri"nde Gogol, "zavallı, küçük adam" temasına daha çok
ağırlık vermiştir. Yazar "zavallı, küçük adam"ın hem toplumla hem de
yüksek rütbelerle yaptığı gizli savaşı gözler önüne sermektedir. Ancak, daha
önce de belirttiğimiz gibi Gogol bu hikâyelerde yarattığı kahramanlarını kusur
ve zayıflıklarıyla insan olarak kabul etmiştir. Bu nedenle yazarın en acıklı
durumda olan kahramanları bile, gözlerimizin önünde açılan acı dolu yaşamıyla
bizleri hüzünün zirvesine ulaştırdığı gibi, bir anda "Cezayir beyinin tam
burnunun altında bir ben olduğunu biliyor muydunuz?" diyerek bu zirveden
aşağı yuvarlayabilecek kadar gülünç dişilerdir.
"Peterburg Hikâyeleri1ndeki
kahramanların iki önemli sorunları vardır. Bunlardan biri rütbe tutkusu diğeri
ise toplum içine kabul edilme sorunudur.
Gogol, rütbe tutkusunu hem
"Bir Delinin Notları" nda hem de "Burun" hikâyesinde
ele.almıştır. Ancak yazar "Bir Delinin Notları"nda, rütbe tutkusunu
trajik-komedi tarzında işlemiştir. Hikâyenin Kahramanı Poprişçin, rütbe
tutkusuna kapılmış bir kişidir. Onu bu tutkuya iten en önemli neden gururuna
aşırı derecede düşkün olmasıdır. Küçük rütbesi nedeniyle, üstleri onu sürekli,
azarlayıp horlamaktadırlar. Poprişçin'in tek istediği biraz saygı görebilmek
ve içinde yaşadığı topluma kabul edilmektir. Oysa tüm bunlar o toplumun
kurallarına göre, yalnızca yüksek rütbe sahibi olmakla elde edilebilecek
şeylerdir. Poprişçin de içinde bulunduğu düzende, insanın değerinin karakter ve
kişilikle değil, rütbeyle ölçüldüğünü farketmiştir. Sonuçta, rütbeye karşı
kendisinden başka kimsenin görmediği duymadığı gizli bir savaşa sürüklenmiş ve
yenik düşmüştür. Gogol, Poprişçin'in acı dolu yaşamını anlatırken, onun hasta
aklıyla yüksek rütbeliler üzerindeki düşüncelerini de hicivsel bir anlayışla
yansıtmıştır.
"Burun" hikâyesinde ise,
Gogol'ün rütbe tutkusu nedeniyle hicvettiği kişi bu kez toplum ya da yüksek rütbeli
kişiler değil kahramanın kendisidir. Hikâyenin kahramanı Kovalev, rütbeyi
Poprişçin gibi gururunu kurtarmak ve başkalarının saygısını kazanmak amacıyla
istememektedir. Onun için rütbe, yalnızca gösteriş yapmaya yarayan bir araçtır.
Rütbesine bir söz söylendiğinde korkunç öfkelenmektedir. Çünkü Kovalev
rütbesine söylenen kötü bir sözün, onu küçük düşüreceğine inanmıştır. En kısa
söyleyişle, Kovalev, rütbeyi kendi lüks ihtiyaçlarını karşılamak, herkesin,
özellikle, kadınların kendisinden söz etmesini sağlamak ve büyük caddelerde
gururlu bir tavırla gezinmek için istemektedir. Bu hikâyede Gogol, insanların
rütbe tutkusunu Kovalev'in kişiliğinde hicvetmiştir.
Gogol, toplum içine kabul
edilmenin bir başka yolunu, "Palto" hikâyesinde ele almıştır. Bu
hikâyede rütbe yeriniи giyime,
daha doğrusu, şıklığa bırakmıştır. Gogol’ün "Palto" da uyguladığı
formülü "şık olan topluma kabul edilir" şeklinde düşünebiliriz. Palto
sınırlı, tek düze bir yaşam tarzı sürdüren Akaki Akakiyeviç'in dış
dünya ile ilişki kurmasına neden olmuştur. Kahraman o güne kadar, girmeye
cesaret edemediği dış dünyaya içinde, yaşadığı topluma yeni paltosuyla açılır.
Paltosunu ilk giydiği gün arkadaşları, onun şerefine toplantı düzenlerler.
İşte daha Önce bütün arkadaşlarının alaya aldığı Akaki Akakiyeviç, toplum içine
kabul edilmiştir. Gerçekten de palto şerefine düzenlenen bu toplantı, toplumun
giyime verdiği önemi göstermektedir. Ancak paltosu çalınınca, âdeta kahramanın
da dünyayla ve toplumla bağlantısı kopar. Başvurduğu herkes, ona sırt çevirir.
Bir kez daha toplum tarafından dışlanan Akaki Akakiyeviç ölür.
"Nevski Caddesi"nde
Gogol, büyük şehirlerin başka bir yönünü ele almaktadır. O dönem Rusya'sında,
göz kamaştırıcı başkentin parlak görüntüsünün altında yatan gerçek yüzü gözler
önüne serilmektedir. Memurundan çıplak ayaklı, üstü başı kirli çocuklara kadar
herkesin gezdiği Nevski caddesi de bu parlak görüntünün bir parçasıdır. Nevski
caddesi çıkar ilişkilerinin kurulduğu, orada gezmeyi hak etmeyen pek çok
kişinin gezdiği ve herkesin kendini göstermek amacıyla gittiği bir yerdir.
Nevski caddesinin gerçek yüzünü, ilk önce ressam Piskarev'in başına gelen
trajik olayla anlarız. Daha sonra yazar, amaçsızca gezen, etrafı sürekli
gözleyen, havai kişilerin simgesi Pirogov'la Nevski caddesinin ne kadar boş bir
yer olduğunu gösterir. Nevski caddesini, aynı zamanda, haksız bürokratik
kuralların konduğu bir yer olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Gogol, bu
eserinde rütbe tutkusuyla aklını yitiren Poprişçin'in, burnunu kaybeden zavallı
Kovalev*in ve paltosuz kalmaya dayanamayarak ölen Akaki Akakiyeviç'in
kaderlerini hazırlayan büyük şehir ve toplumsal kuralları oluşturan insanlar
hakkında genel bir fikir vermektedir.
"Peterburg
Hikâyeleri"nin sonuncusu olan "Araba" konu bakımından
diğerlerinden farklıdır. Yazar, bu eserinde gösteriş yapmaya düşkün iki
insanın rekabetini alaylı ve hicivci bir dille anlatmaktadır. Eserin
kahramanları, içinde bulundukları topluluğun merkezi olmak ve ilgi çekmek
isteğine kapılmışlardır. Bunu da gösteriş yaparak sağlayacaklarına
inanmışlardır. Ancak bu kez gösteriş ne rütbede ne de giymededir. Kahramanlar
mal varlıkları ve özellikle, ilgi duydukları konularda sahip oldukları
mallarla gösteriş yapmaya çalışmaktadırlar. "Araba" da hicvin odak
noktası, . .yine kişilerin karakterlerindeki çarpık yönlerdir.
Gogol, "ölü Canlar"
romanını 1839 da yazmaya başlamıştır. 1842 yılında ilk cildi yayınlanan bu
roman, yazarın olgunluk döneminde ulaştığı doruk noktasıdır.
"ölü Canlılar"ın ilk
cildini Gogol'ün sanatının antolojisi şeklinde nitelendirmek yanlış olmaz.
Çünkü Gogol'ün yaşamı boyunca yazdığı eserlerinde ortaya konmuş olan bütün
sanatsal özelliler burada olağanüstü bir güçle birleştirilmiştir,
Gogol, "ölü Canlar" da
seyahat romanı geleneği ile kurnazca plânlanmış macera romanı geleneğini bir
araya getirmiştir. Bilindiği gibi, bu iki geleneğin birleşimini M. de Saavedra
Cervantes'in "Don Quixote" adlı eserinde de görmek mümkündür.
Puşkin'e yazdığı mektuplarda, Gogol'ün birkaç kez Cervantes'ten söz ettiği
bilinmektedir
Romanın konusunu Gogol'e 19.yy.ın
en büyük şairi A.S. Puşkin vermiştir. Başlangıçta romanı kendisi yazmak
amacında olan Puşkin, bu konunun Gogol gibi dâhi bir yazarın elinde üstün bir
eser olacağını sezmiş ve "ölü Canlar"nı yazmayı ona bırakmıştır.
Romanda anlatılan olayın benzerinin Puşkin'in çiftliğine yakın bir bölgede
geçtiği söylenmektedir.
Romanda, 19.yy. Rusya'sının her
toplum kesiminden insana yer verilmiştir. Her eserde ayrı ayrı ele alınan
toprak sahipleri, memurlar, köylüler ve yöneticiler bu romanda bir araya
getirilmişlerdir. Ancak, toprak sahipleri diğerlerine göre biraz daha ön plânda
tutulmuşlardır.
Roman,Çiçikov adlı kahramının
toprak sahiplerinden ölü mujikleri satın almak amacıyla N.... kasabasına gelmesiyle
başlamaktadır. Çiçikov'un amacı Ölü mujikleri kâğıt üzerinde canlı gösterip,
her biri için devletten iki yüz ruble alarak zengin olmaktır, ölüleri satın
alma işlemlerini çözümlemek için bir kaç toprak sahibini ziyaret eder.
Bunların arasında Manilov, Sobakeviç, Nozdrev, Koroboçka ve Pilyuşkin yer
almaktadırlar. Çiçikov davranışlarını yerine göre ayarlamakta son derece
ustadır. Bu nedenle kısa zamanda kasabadaki herkese ve toprak sahiplerine
kendini sevdirir. Şerefine davetler bile düzenlenir. Ancak Nozdrev’ le
Koroboçka etrafa Çiçikov'un ölü mujikleri satın aldığını yayarlar. Sonuçta
Çiçikov şehri terk etmek zorunda kalır.
Gogol çeşitli karakterler taşıyan
pek çok toprak sahibini tasvir ettiği için, eserin ilk cildi Rus eleştiri
sanatında "portreler galerisi" olarak adlandırılmaktadır. Gogol,
"portreler galerisi''nde tasvir ettiği bütün karakterlerde insanların
belli bir yönünü hicvetmektedir,
"Galeri"nin ilk portresi
Manilov'dur. Gogol Manilov'da hayal dünyasında yaşayan, gerçekle tüm bağlarını
koparmış bir insanı hicveder. Manilov çiftlik işlerini kenara bırakmış pencere
önünde elinde piposuyla oturarak hayal kuran bir kişidir. Hayal dünyasında
yaşayan , toprak sahibinin bu huyu âdeta onun fiziksel görünüşüne de yansımış
gibidir. Yazar Manilov'u ve onun gibi kişilerin görünüşlerini şu şekilde
hicvetmektedir:
".... Yeryüzünde çok sık
rastlanan ve birbirlerine çok benzeyen, bu arada, ne kadar çok incelenirse incelensin
kendilerinde özel bir şey görülmeyen bu bayların portresini çizmek çok zordur.
Bütün ince, neredeyse hiç görünmeyen yüz hatlarını yakalayabilmek için büyük
bir güç sarfetmek gerekir...." (S.25)
Manilov, yüz hatları pek belli
olmayan kişiler sınıfına sokulmaktadır. Çünkü hayal dünyasında yaşayan
Manilov'un yüzü de hayal gibi belirsiz bir hale gelmiştir. Yazar Manilov ve
onun gibilerinin, hayal dünyasında yaşadıkları için karakterlerinin oturmamış
olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle Manilov'la uzun uzun konuşulduğunda, onun
nasıl bir insan olduğuna karar vermek gittikçe güçleşmektedir. Manilov için
söylenecek en son söz "bu nasıl bir insandır anlayamadım. Tanrı bilir
ancak ne olduklarını!"dır.
Manilov, bazen, kurduğu hayallerde
o kadar ileri gider ki kendi bile işin içinden çıkamaz olur, Manilov'un
hayalleri nasıl içinden çıkılamaz bir hale getirdiği şu sözlerde
anlatılmaktadır:
Arkadaşlarla birlikte sürdürülen
yaşamın iyiliklerini, sevdiği bir arkadaşıyla ırmak kenarında oturmanın ne
kadar, güzel olduğunu düşünmeye başladı, sonra bu nehir üzerine köprü, ; yüksek
balkonu olan kocaman bir ev yaptırdığını hayal etti, Evin balkonu o kadar
yüksekti ki Moskova bile görünüyordu. Akşamları, bu balkona oturup açık havada
çay içiyorlar, tatlı konular üzerinde sohbet ediyorlardı. Sonra Çiçikov'la
güzel arabalara binerek herkesin onlara son derece nazik davrandığı
toplantılara gidiyorlardı. Hatta Çar onların arkadaşlıklarının ne kadar güzel
olduğunu öğrenince, general rütbesi veriyordu onlara. Düşünceleri ilerledikçe
işin içinden çıkamaz oldu...."
(S.41)
О hayal
kurmaktan fırsat kalmadığı için çiftlik işlerini hepten bir kenara bırakmıştır.
Çiftlik işler her gün daha da kötüye giderken Manilov, kurduğu hayallere çiftliği
de katmaktadır. Evden gölcüğe toprak altından tünel açıldığını, gölcüğün üstüne
köprü kurulduğunu bu köprülerdeki dükkânlarda tüccarların köylülere işe
yarayan şeyler sattığını, köylülerin mutlu yaşadıklarını hayal ederek bu konuda
ne köylülerin ne de çiftliğin hakkını da yememektedir.
Manilov düşüncesini söze dökmekten
yoksundur. Kahramanımızın dili, hayalleri kadar kuvvetli değildir.
Bir konu üzerinde uzun süre
konuşamamakla cümleleri uzadıkça saçmalamaktadır. Manilov*un en göze çarpan
özelliklerinden biri, odasının her köşesine serpiştirilmiş pipo tütünleridir.
Yazar onun odasındaki tütün
yığınlarını şöyle tasvir etmektedir.
"Oda,
gerçekten, hiç te fena değildi.............................
ama odada en çok tütünlere yer verildiği anlışılıyordu. Çeşit çeşit tütün
vardı: kesede duran tütünler, tabakada duran tütünler ve nihayet masanın
üstünde yığın halinde duran tütünler. Her iki pencerenin içinde de çok güzel,
özenerek küçük tepecikler halinde sıralanmış küller diziliydi. Bu
kül!tepelerinin, bazen, ev sahibinin hoşça zaman geçirmesine yaradığı belli
oluyordu...."(S.35)
Manilov"un hayal kurmaktan
sonra en çok zevk aldığı şey kullanılmış ya da kullanılmamış tütünleri dört
bir tarafa serpiştirmektir, özellikle küllerden yaptığı tepeciklerle pencere
içlerini süslümesi onu hem eğlendirmekte hem de can sıkıntısını gidermesine
yaramaktadır. Bütün bunlar Manilov'un hiç bir yararı olmayan, boş işlerle vaktini
geçirdiğini göstermektedir.
Manilov'un karısı da onun gibidir.
Ev işlerini tamamen bırakmıştır. "Canım, cicim" sözleriyle, hoş sürprizlerle
geçirdikleri yaşamlarında bu çiftin tek bir amacı yoktur.
Manilov ailesinde durgun, gerçek
dünyaya karşı merak duymayan ve hayaller içinde yaşayan insanlar
hicvedilmektedir. Onların bayağılığı, insana özgü en değerli nitelikleri göz
göre göre harcamalarındadır.
Romanda karşımıza çıkan ikinci
portre bayan Koroboçka'dır. Koroboçka şüpheci, biraz cimri sayılabilecek, titiz
bir kadındır. Yazar Koroboçka'nın dış görünüşünün tasvirini yapmaz. Yalnızca,
Manilov'da olduğu gibi, genelleme yaprak belli bir yaşlı kadın tipi
kategorisine koyar:
bu yaşlı kadın boynunu bükerek
ürününün azlığından, zarara girdiğinden yakınan bununla beraber komodinlerin
çekmecelerine gizledikleri alacak renkteki keseciklere para koyan ninelerden
biridir. Onlar bir kesede rubleler, ötekinde yarım, üçüncüsünde çeyrek rubleler
gizlerler. Baksanız komidinlerin içinde çamaşır, gecelik, yün yumak, eski bir
kaftanken elbise haline getirilmiş eşyalardan başka şey yok
sanırsınız...." (S. 47)
Koroboçka’nın kişiliğinde,
yaşlandığı halde gözü halâ malda mülkte olan bir kadın hicvedilmektedir. Onun,
keseciklerde paralar sakladığı halde, neredeyse, aç kalacağından yakınmaya
kalkması sadece karşısındakinin kendisinden bir şey istemesini önlemek
içindir. Koroboçka elindeki bir eşya, artık kullanılmaz hale gelene kadar
kullanmaktadır. Koroboçka, eşyayı ancak kendi işene yaramayacağına inandığı
zaman elinden çıkarmaktadır. Kısacası, elindeki her şey işe yaramak
zorundadır. Bu isterse paçavraya dönmüş bir elbise isterse ölü bir mujik olsun,
ölü mujikleri Çiçikov'a satmayı, ancak onlardan kendisine hayır gelmeyeceğini
anlayınca kabul eder:
".... Doğrusu bilemeyeceğim-diyerek
bir süre durakladı ev sahibi. Bu güne kadar hiç ölü satmadım.
-Daha
neleri Şatsanız zaten şaşırtıcı bir şey olurdu. Yoksa halâ onların bir işinize
yarayacağını mı düşünüyorsunuz ?
Yoo hayır, düşünmüyorum ama...
Aslına bakarsanız işime yaradıkları da yok. Beni güç durumda bırakan ölü olmaları...."
(S.54)
Koroboçka’nın ölü mujikleri
satmasının nedeni işine yaramadıkları içindir. Bir de paraya aşırı düşkün olan
Koroboçka bu konuda kimseye güvenmemektedir. Çiçikov ölü mujikleri satın alana
kadar yaşlı kadın şüpheciliği ve güvensizliği yüzünden ona epey zorluk
çıkarır.
Yazarın bu yaşlı kadına karşı
hicivsel anlayışla dolu yaklaşımını, ona verdiği isimden anlamak mümkündür.
Koroboçka adı, aslında, "korobka" kelimesinden gelmektedir.
"Korobka" kutu demektir. Gogol bu adı onun çekmecelere para saklama
huyunu hicvetmek için takmıştır.
Yaşlı Koroboçka'dan sonra
karşımıza Nozdrev çıkar. Nozdrev, bitmez tükenmez bir enerjiye sahiptir. Pek
çok işe girişmiştir.ancak hepsi skandal ve macera ile sona ermiştir.
Etrafındakiler! Davranışlarıyla şaşırtmak, toplumun dikkatini üzerin çekmeyi
istemektedir. Ancak yalan söylemekten öteye geçemez.
Nozdrev'in en önemli
özelliklerinden biri abartarak anlatma huyudur. Her şeyi aşırı derecede
abartarak anlatmaktan büyük zevk almaktadır. Nozdrev ve ona benzeyen kişilerin
abartma huyunu, yazar şu sözlerle hicvetmektedir.
Ya büfenin yanında dikilir sadece
güler ya da öyle bir atmaya başlar ki en sonunda kendisi de aşırıya gittiğini
anlar, üstelik abarttığı şeylerin, o anda konuyla ilgisi kesinlikle yoktur.
Aniden mavi ya da pembe renkli bir atı olduğunu söyler ya da buna benzer bir
şey uydurur. En sonunda dinleyen kişi "biraz fazla atmaya başladın
kardeşi" diyerek yanından uzaklaşır...." (S.74)
Nozdrev sahip olduğu malları,
başından geçen olay lan ve yaptıkları hakkında ne zaman konuşmaya başlasa sınırı
olmayan abartarak anlatma huyuna engel olamamaktadır: Gölünde öyle iri balıklar
vardır ki iki kişi zor taşımaktadır, hele tarlasının birinde öyle çok tavşan
vardır ki toprak görünmemektedir. Hatta kendisi bir tavşanı elleriyle
yakalamıştır. Bir oturuşta on yedi şişe şampanya içmektedir.
Nozdrev1in toplumun
dikkatini çekmek için başka bir yöntemi vardır: her gittiği yerde olay
çıkarmaktadır. Yazarın deyişiyle, "hassas burnu" bir kaç kilometre
ötedeki balo ve panayırların kokusunu aldığı gibi, hemen oraya gitmektedir.
Nozdrev orada katıldığı kumar oyunlarında karışıklık yaratmakta, ve "oyun
her zaman başka bir oyunla" sona ermektedir. Yazar onun "hassas bir
burnu" olduğunu söylerken, büyük ilgi duyduğu av köpekleriyle ortak
yanını vurgulamaktadır. Böylece kaba kuvvetten zevk âlem, içki içmekten
hoşlanan ve kumar masalarından hiç kalkmayan bu kişinin insansı bir özelliği
kalmadığını anlamak mümkündür.
Nozdrev'in kaba ve dövüşken
kişiliği, Çiçikov,la arasında geçen olayda iyece ortaya çıkar:
” Dövün onul" diye
bağırdı.Nozdrev. Elinde sopa tutuyordu. Yüzünü ateş başmış, alnında ter
damlaları belir“ miştl. Sanki alınmaz bir kaleye saldırıyordu. "Dövün
onul" diye bağırdı tekrar. Ses tonu aşırı yiğitliğiyle ün yapmış, bu
nedenle göz altında bulundurulması gereken bir teğmenin savaşın en haraketli
anında mangasına "haydi çocuklar ileri" diye bağırmasından farksızdı.
Ancak teğmen artık savaş coşkusuna kaptırmıştır kendisini, gözü dönmüştür,
önünde Suvar ov vardır, büyük bir işe girişmiştir, coşku içinde "ileri
çocuklar ileri" derken, önceden hazırlanmış plânı alt üst ettiğini
düşünmeden bağırır...." (S.92)
Burada kahramanın kaba
karakterini, "poşlost", ortaya koya, kaba davranışlar değişik ve daha
önemli bir ortamın insanlarıyla kıyaslanmaktadır. Böylece yazar Nozdrev' in
içine düştüğü bayağılığı açıkça gösterme olanağı yaratmıştır. Bu bölümdeki
hicvin tek taraflı olmadığını belirtmek gerekir. Nozdrev'den başka, savaşa kendini
aşırı derecede kaptıran, gözü dönmüş ve
saldırganlık duyguların savaş ortamında ortaya koyan bir subay tipini de
hicvetmiştir.
Nozdrev'in kişiliğinde kaba, kumar
düşkünü, skandalcı, içindeki enerjiyi boş şeylere harcayan ve abartarak konuşma
coşkusuyla her an yalan söyleyen güvenilmez bir karakter hicvedilmektedir.
Çiçikov Nazdrev'den sonra,toprak
sahiplerinden bir başkası olan Sobakeviç'in evine gider. Görüşü hayli detaylı
anlatılan Sobakeviç yarı insan yarı hayvan bir varlıktır. Yazar Sobakevi^'i
şöyle tasvir etmektedir:
"....Çiçikov, Sobakeviç'e
yandan bakınca, bu kez daha çok orta boylu bir ayıya benzetti. "Adeta bu
görünüşün daha da pekişmesi içinmiş gibi giydiği frak, kahverengiydi.
Ceketinin
kolları ve pantolonu uzundu............................. Yüzünün
rengi bakır beşliklerdeki gibi kızıl
kahverenkteydi. Doğanın yeryüzünde incelikleriyle fazla uğraşmadığı eğe, burgu
gibi araçlar kullanmadan sadece ve sadece tuttuğu gibi kesip attığı yüzler
olduğu bilinen bir gerçektir, tik vuruşta bir burun, İkincide dudaklar ortaya
çıkmış ve büyük bir
matkapla gözler oyulmuştur.
Yontulmaya gerek bile görülmeden "yaşıyor ya siz ona bakın!" denerek
dünyaya bırakılıvermiştir bu kişiler, işte Sobakeviç'in de sağlam ve şaşılacak
derecede özen gösterilmemiş bir suratı vardı...." (S.99-100)
Adı daha çok ayılar için
kullanılan, Mihayil Semyonoviç olan bu kişiye doğanın fazla özen göstermemesi
pek de şaşılacak bir durum Sayılmayabilir. Sobakeviç'in içinde yaşadığı ev de,
çalışma odası da görünüşüyle tam bir uyum içindedir. Odadaki her şey yazarın
deyişiyle âdeta "ben de bir Sobakeviçim!" diye bağırmaktadır.
Sobakeviç'in çalışma odasındaki resimler bile onun gibidirler, örneğin Yunanlı
kadın kahraman Bobelina'nın ayağı bile "kibar salon beylerininkinden iki
kat büyük"tür. Öteki resimlerde yer alan kişiler ise şişman ve iri
yapılıdırlar.
Sobakeviç insanlara karşı nefretle
doludur. Şehirdeki emniyet müdürü, yargıç, vali gibi devletin önemli
kademelerindeki kişiler de dahil olmak üzere herkesi düzenbaz ve dolandırıcı
olarak nitelemektedir. Oysa kendisinin de, düzenbaz ve dolandırıcı kabul ettiği
bu kişilerden hiç bir farkı yok tur. Manilov*un Çiçikov'la sohbeti bir iyi
yüreklilik yarışı sayılırsa Sobakeviç'inki de tam bir aldatmacadır.
Çiçikov'un ölü mujik satın alma
önerisini rahat bir tavırla karşılayan Sobakeviç'in sakin hali yerini, kendi
kölesi olan ölmüş mujiklerini niteliklerinden söz ederken ateşli bir coşkuya
yerini bırakır, iyi bir fiyatla satılması için pazarda malının reklâmını yapan
tüccardan farkı yoktur:
Niçin cimrilik ediyorsunuz canım?
dedi Sobakeviç -Doğrusu söylediğim fiyat hiç pahalı değil. Başka bir düzenbaz
sizi aldatırdı, mujik yerine acâip bir şey satardı; oysa ben:, öyle iyi mal
veriyorum ki size, hepsi seçme: sadece zanaatkar değil sağlıklı köylülerdir
hepsi, örneğin Miheyev'i ele alalım ne arabacıdır o! öyle arabalar yapar ki
baştan ayağı yay,onun yaptıkları gibi Moskova' da da yoktur. Son derece
sağlamdır cilâsınıda boyasını da kendi yapar!
-Ya marangoz Probka Selifan'a ne demeli? Böyle
bir mujik bulamayacağınız konusunda sizinle iddaya girerim. Üstelik kafam
pahasına! Ne yetenekli adamdı o!.... Miluşkin'i, bizim kerpiç ustasını
hatırlıyorum dal İstediğiniz her eve şömine yapardı. Ya çizmeci Maksim
Telyatnikov...." (S.103)
Bu satırlarda az konuşan
Sobakeviç'i coşkulu bir hatibe dönüştüren şey tüccarlık ruhu ve insanları
aldatma isteğidir. İnsanlara duyduğu nefreti bu yolla, Ьігаг olsun, tatmin etmeye
çalışmaktadır. Onun insanları aldatma huyu çevresindeki diğer toprak sahipleri
tarafından da bilinmektedir. Hatta Nozdrev Çiçikov kendisinden bir şey almayınca
küfür etmek yerine "Sen bir Sobakeviç'sin" diyerek hakaret etmiştir.
Sobakeviç'in sözleriyle
devranışları arasındaki uygunsuzluk, yazarın bu kişiyle ilgili hicvinin odak
noktalarından biridir, örneğin Çiçikov ölü mujikleri satın alma işlerini
bitirirken Sobakeviç*e "Sizden bu işin aramızda kalmasını rica
edeceğim." der. Sobakeviç ise "Elbette üçüncü bir kimseyi işe
katmanın gereği yok. Yakın arkadaşlar arasında tartışılan şeyler onların
arasında kalmalıdır...." diyerek karşılık verir. Oysa, gerçekte, Sobakeviç
insanlardan nefret eden biridir. Herkes ona göre "yalancı, düzenbaz ve
hain"dir. Bu nedenle arkadaşlık gibi değeri olan konular hakkında
konuşması Sobakeviç'e pek de yakışmamaktadır. Kendini ince ruhlu bir insan gibi
göstermeye çalışır, ancak onunla ilgili bölüm geliştikçe gerçekten incelik ve
nezaketten uzak biri olduğu ortaya çıkar.
Sobakeviç'in, önceki eserlerindeki
yiyeceğe düşkünlük kusuru Sobakeviç'in kişiliğinde doruk noktasına ulaşmıştır.
Çiçikov'la yemeğe oturduklarında, Sobakeviç oburluğunu sanki büyük bir
yetenekmiş gibi ballandıra ballandıra anlatır.
".... Domuz mu yiyeceğiz tüm
domuzu koydurturum. masaya, koyun varsa koyunun hepsini getirirler, kazsa bütün
kazı koydurturum. Ben iki çeşit yemek yerim ama canım ne kadar istiyorsa o
kadar yerim...." (S.105)
Sobakeviç'in bu söyledikleri onun
hantal, ayıya benzeyen görünüşüyle doğrulamaktadır.
Gogol Sobakeviç'te kaba,
dolandırıcı, insanlara düşman, obur ve kimseye güvenmeyen, kendine karşı da
güven uyandırmayan, çıkarcı bir tipi hicvetmiştir.
"Portreler galerisi”nin
son karakteri Pilyuşkin'dir. Pilyuşkin maddi ve manevi tüm özelliklerden yoksundur.
Onun bu hale gelmesinin nedeni cimriliktir.
Cimrilik
Pilyuşkin'de hastalık haline gelmiş eşyaların ve paranın esiri olmuştur.
Gogol'ün onda hicvettiği yön budur. Kahramanın yaşam biçimi ve dünyaya bakış
açısı, portresinde gözler önüne serilmektedir. Yazar tasvirinden onun insansı
görünüşten ve insan kişiliğinden yoksun olduğu anlaşılmaktadır. Bu toprak
sahibinin yüzene ilk kez bakıldığında kâhya kadın mı yoksa kâhyamı olduğuna
karar vermek zordur. Yarı uzamış sakalı, dikkatli bir fındık faresini andıran
gözleri ve peçeteyle örtmediğinde yemek yerken kirle“ nebilecek kadar öne çıkık
çenesiyle garip bir varlıktır.
Bu acaip görünüşü giyimiyle daha
ilginç bir hale gelmektedir:
",... Kıyafeti daha da dikkat
çekiciydi. Bir defa* ne kadar dikkat edilirse edilsin gömleğin hangi cins kumaştan
dikildiğini anlamak imkânsızdı. Ко1ları,eteklerinin
üst kısmı öylesine yağlanmış ve parlamıştı ki çizme yapmak için son derece
uygun bir deri cinsine benzemişti. Arkasında iki yerine dört yırtmaç vardı.
Boynuna yine ne olduğu pek de anlaşılmayan bir şey bağlamıştı. Kravat olmadığı
kesin bilinen bu şeyin,çorap mı bel kuşağı mı yoksa atkı mı olduğunu anlamak
imkânsızdı...." (S.123-124)
Görüldüğü gibi Pilyuşkin ’ in giyimi de iç dünyasındaki
cimriliğin dışarı yansımış halidir.
"Ekonomi" yapma ve
"düzen" konusundaki duyarlılığı nedeniyle kendisine iltifat eden,
Çiçikov'a, Pilyuşkin' in gösterdiği konuk sever davranışı yazar şöyle hicvetmektedir:
Ancak bizde konuk severlik duygusu
öylesine gelişmiştir ki cimri bir adam bile bu kuralı yıkacak cesaretlerinde
bulamaz. Yarım ağızla, dişlerinin arasından"Lütfen oturun, rahatınıza
bakın" der...." (S.128) Bunu izleyen satırlarda ise Piluşkin'in
konuklardan yiyecek ve içecek nasıl esirgenir problemini ne kadar dâhiyane bir
biçimde çözdüğünü anlarız: ya konuk gelmeden yemeğini yemiştir, ya da mutfak o
anda yemek pişirilmesi imkânsız bir haldedir. Ancak Pilyuşkin Çiçikov, boşuna
vergi verdiği ölü mujik derdinden onu kurtaracağını söyleyince konuk severlik
duygusu iyice artar. Çiçikov'a çayla, bir kaç haftalık çöreklerden ikram
etmesi için hizmetçiyi koşturur. Hatta içindeki böcek, toz gibi yabancı
maddeleri temizledikten sonra, yapılmasının üzerinden seneler geçmiş likörünü
bile ikram eder.
Pilyuşkin'in cimriliğinin hastalık
derecesine ulaştığını ispatlayan en büyük delil odasının köşesindeki ıvır
zıvır, eşya vs, yığınıdır. Bu yığın âdeta onun cimriliğinin bir anıtı olmuştur.
Pilyuşkin'in sokağa çıkınca sağdan soldan bir şeyler toplaması ve bunu o yığma
katması köylülerin bile dikkatini çekmiştir. Hatta sokakta görüldüğünde
"işte bizimki balık avına çıkıyor"diyerek onu alay konusu
yapmışlardır. Onun sokaktaki hali ve yığma ulaşan şeyler şu şekilde
anlatılmaktadır.
"Gerçekten de o geçtikten
sonra sokakta tek bir çöp kalmazdı: oradan geçmiş bir subayın mahmuzu mu düşmüş
yere hemen alır ve o bilinen yığına götürür bırakırdı; köylü kadınlardan biri
kovasını kuyu başında unutmaya görsün Pilyuşkin fırsatı kaçırmadan kapıverirdi
kovayı. Bununla birlikte bir mujik onu suç üstü yakalarsa tartışmaz ve
çaldığını geri verirdi. Ancak eşyayı yığma ulaştırmışsa herşey Pilyuşkin,sokakta gördüğü her şeye büyük bir
aç gözlülükle saldırmaktadır. Bu toplananların işe yaraması falan önemli
değildir onun için. Amaç onları yığma ulaştırmaktır o kadar. Pilyuşkin, kendi
kölesi olarak ona hizmet eden, onun için çalışan fakir mujiklerin bile kullanmaya
tenezzül etmedikleri mallara göz koymuştur.
Gogol bu tipte, Pilyuşkin adını
verdiği cimriliğin insan biçimine girmiş karakterini hicvetmektedir. Ancak Pilyuşkin'le,
ilgili son bölümde yazarın sözleri tamamen ciddi bir ton kazanmaktadır, Son
bölümde insanlığını yitirmiş bu kişiye büyük bir sitem vardır.
19.yy,ın ünlü eleştirmenlerinden
olan Şevıryov,hem Pilyuşkin hem de diğer toprak sahipleri için şunları söylemektedir;
"Karakterlerin düzenleniş
biçimine bakınız; Onların bu tür bir perspektif içinde verilmesi boşuna
değildir, İlk önce Manilov'la Kokoboçka’ya gülüyorsunuz Nozdrev'le Sobakeviç'e
biraz daha ciddi bir gözle bakıyorsunuz. Ancak Piluşkin'i görünce bir
düşüncedir alıyor içinizi insanoğlunun bu hastalığı karşısında hüzün
duyuyorsunuz...."
Şevıryov'un bu sözleri, toprak
sahiplerinin karakterlerini tanıttığı gibi, hikâyenin anlatımındaki tonun değişikliğini
de açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Gerçektende karakterlerin sıralanma
düzeni, Gogol'ün kahkahalarla başlatıp hüzünlü ve ciddi bir biçimde sona
erdirdiği anlatım üslubunun kurallarına uygundur.
Romanın kahramanı Pavel İvanoviç
Çikikov, Gogol'ün yarattığı karakterlerin en etkilisidir. Bunun nedenini Gogol'
ün yarattığı bütün kahramanların özelliklerinin Çiçikov'da toplanmış olmasında
aramak yanlış olmaz. En basit söyleyişle Çiçikov bir "bayağılıklar
yığını"dır. Eleştirmen Şeviryov ölü Canlar" için yazdığı bir makalede
Çiçikov'u "kurnazlığıyla bütün hayvanları yendi hem de insan doğasının
ününü devam ettirerek." sözleriyle tanımlamıştır. Belinski ise Çiçikov'u
"dolandırıcı ve kazanan kişi olarak dâhi ancak tamamen boş ve her bakımdan
çirkin bir karakter" diyerek nitelendirmektedir."*
Yazar Çiçikov’un dış görünüşünü
şöyle tasvir etmektedir:
".... Atlı arabada bir bay
oturuyordu. Çok yakışıklı değildi ama çirkin de denemezdi. Şişman sayılmazdı
buna karşılık ince olduğu da söylenemezdi. Yaşlı denmezdi ama doğrusu pek genç
değildi.... " (S.5)
Bu tasvire bakarak, Çiçikov'da
belirgin bir özellik bulmanın zor olduğunu söylemfek yanlış olmayacaktır.
Çiçikov'un yaşamdaki en büyük
amacı#zengin olmaktır. Zengin olmak için her şeyi göze almaktadır. Gogol'ün
hicvinin odak noktası da Çiçikov'un zengin olmak uğruna her şeyi göze
almasıdır. Kahramanımız,bu konuda babasının verdiği öğüdü tutmaktadır.
Babasının ona en son öğüdü şudur: "Paranın yardımını ve iyiliğini hiç bir
şeyde bulamazsın" Çiçikov, zengin olmak için her işi denemiştir. Hatta
Çiçikov, bir ara, gençliğinde devlet memurluğu bile yapmıştır. Son derece
kıvrak bir zekâsı olan kahramanımız, düşük dereceli rütbesine rağmen, diğer
memurlar arasında sivrilmiştir. Aynı dairede çalışan memurların aksine giyimi,
davranışları ve gülümsemesiyle hemen farkedileceğini kavramıştır. Gogol, onun
farklı yönlerini ortaya koyarken aynı dairede çalışan memurları hicveder:
"... Hastanede çalışan bu
memurların çirkin ve asık suratlı olduklarını söylemek gerek. Yüzlerindeki
ifade, tıpkı tam pişirilmemiş ekmeğinkine benzer: yanaklarının bir tarafı
şişmiştir, çeneleri öbür yana kaymıştır, çatlamış dudaklarının üstünde kocaman
bir çıban vardır. Kısacası çok çirkindirler. Karşılarındaki kişiyle, sanki onu
dövecekmiş gibi sert bir sesle konuşurlar. Dinsel konularda Slav doğasının daha
pek çok eksikleri olduğunu göstermek istercesine» kendilerini Bakûs'ün özel fedaileri
sayarlar. Kafayı iyice buldukları için olsa gerek, yanlarına girince havada
pek hoş olmayan bir koku duyulur..." (s.241-242)
Böyle bir ortamda her zaman
saygılı, güler yüzlü ve dinç haliyle Çiçikov, müdürün gözüne bile girmeyi başarmıştır.
Çiçikov, müdürün çirkin kızına sırf çıkarı için ilgi göstermekten çekinmez. En
sonunda, hoş görünen özellikleri ve müdürün kızma gösterdiği ilgi sayesinde
adliyede hayli önemli bir işe girer. Açıkgöz Çiçikov, adliyede bol para
kazanmanın çaresini hemen bulur. Bürokratik düzen onun için son derece
elverişli bir ortamdır. Bu devlet dairesinde çalışırken Çiçikov, o dönemin
rüşvetçi memurlarının tipik bir sembolüdür. Çiçikov rüşvet almak için oldukça
ilginç bir sistem geliştirmiştir. Adliyeye işi düşen bir ricacıya ilk başta,
güleryüzlü davranmakta ve onun bütün sorunlarını ertesi gün çözümleyeceğini
söylemektedir. Ertesi gün tekrar gelen ricacıya binbir özürle çok işi olduğunu
ve onun sorunuyla uğraşamadığını, bir kez daha gelmesini söyler. Ricacı, ona
para vermeyi teklif eder. Çiçikov, buna şiddetle karşı çıkarak kendisinin bu
tür şeylerle ilgilenmediğini, dürüst bir insan olduğunu belirtir. Birkaç gün
sonra saf ricacı, üçüncü kez Çiçikov'a umutla gelir.
İşte bu üçüncü gelişte Çiçikov,
manevrasını dahiyane bir biçimde gerçekleştirir ve ricacının, parasını alır.
"... Ricacı artık
akıllanmıştır: iş olacak mı olmayacak mı? Ağız aramaya başlar, aldığı yanıt ise
yazıcılara bir kaç kuruş vermek gerektiğidir. Niçin vermeyeyim ki? yirmi beş
kopek vermeye çoktan hazırım; para verilmesi gereken başka kimseler var
mı?" "-Hayır hayır yirmi beş kopek olur mu hiçi Yirmi beş ruble
vermek gerek."
Yirmi beş ruble yazıcılara hal
İmkânsız bu." diye bağırır ricacı. "-Niye bu kadar
heyecanlanıyorsunuz'canım?" gibi bir karşılık verirler. "yazıcılara
yirmi beşer ruble vereceğiz, geri kalanlar ise daire başkanlarına verilecek."
Ricacı alnına vurur okkalı bir küfür savurur, rüşvetçiliğe, memurların sözde
nazik ve soylu davranışlarına sayıp dökmeye başlar... Ricacı, elbette, haklıdır.
Ama ortada rüşvetçi de yoktur. Yöneticilerin hepsi son derece soylu ve dürüst
insanlardır. Asıl haydutlar, yazıcılarla sekreterlerdir..." (s.244)
Bu bölümde, hem о dönemin bürokratik çarkını döndüren
memurların rüşvet yeme biçimini, hem de Çiçikov'un bu fırsattan nasıl
yararlandığını görüyoruz. Çiçikov ricacıyı, gerçekte kendisi için aldığı
rüşvetin sekreter ve yazıcılara dağıtıldığına inandırmaktadır. Bu rüşvet, güya
dağıtıldığı için, ortada doğrudan doğruya sorumlu bir kimse de yoktur. Sorunun
bu şekilde örtbas edilmesi, oldukça ilgi çekicidir. Bu paragrafta, dikkati
çeken bir başka özellik, ricacının sözlerinde göze çarpmaktadır. Ricacı rüşvet
vermeye hazır olduğunu söyler ve daha başka kime rüşvet vermek gerektiğini
sorar. Bu sözlerden o dönem halkının da, rüşvet vermeye hiç karşı
çıkmadıklarını, hatta bu durumu benimsedikleri anlaşılabilir. Ancak onların
asıl gücüne giden şey, rüşvet miktarının birden bire artmış olmasıdır.
Çiçikov, adliyedeki görevinden
sonra, devletin yaptırdığı binalar grubunun yapım işleriyle uğraşan komisyonda
üye olarak görev alır. Bu binaların yapımının oldukça yavaş ilerlemesine
karşılık, şehrin çeşitli bölgelerinde hayret verecek bir hızla, adeta mantar
gibi pek çok yeni ev ortaya çıkmaktadır. Çünkü, üyeler devlet binalarının
yapımı için ayrılan parayı kullanarak kendilerine ev yaptırmayı daha uygun
bulmuşlardır, üyelerin bina yapımında kullandıkları bu ilginç yöntem Çiçikov'un
da işine yarar. Kahramanımız eline geçen parayla lüks bir yaşam sürmeye başlar.
Hollanda tarzı ince gömlekler diktirir, usta bir aşçı tutar. Eyalette başka
kimsede bulunmayan güzel, kahverengi kırmızı damalı çuha kumaş alıp, elbise
bile diktirir. Tüm bunları şık bir arabayla tamamlar. Çiçikov gümrüklerde
çalışmaya başlayınca ekonomik bakımdan oldukça
iyi bir duruma gelir. Ancak
Çiçikov'un büyük bir vurgun yapmak üzere hazırladığı plân arkadaşının ihbar
etmesiyle bozulur. Mahkemelere düşerler. Çiçikov, yazarın deyişiyle
"kurnaz nazik tavırları, iyi konuşmayı bilmesi, eletek öpmesi ve para gücü
sayesinde" kendini savunur ve mahkemeden kurtulur. Tüm bunlara karşın
zavallı Çiçikov' rüşvetle kazandığı paraları mahkeme görevlilerine rüşvet için
dağıtmak zorunda kaldığından ekonomik bakımdan sarsıntıya uğrar. Yine bu
olayda, yazar, kahramanının her kalıba girebilme yeteneğini alaylı bir dille
hicvetmektedir. Çünkü onun mahkeme görevlilerinin karşısında ortaya koyduğu niteliklerin
sıralaması çok ilginçtir; yazar Çiçikov'un bir insan için erdem sayılabilecek
nitelikleriyle kötü olanları arka arkaya vermiştir: kurnaz-nazik, eletek
öpeniyi konuşmayı bilen.
Mahkeme işinden ustaca sıyrılan
Çiçikov, ekonomik durumunu düzeltmek için bir toprak sahibinin yanına, kâhya
olarak girer. Ancak toprak sahibi iflâs etmiştir, köylülerinin bir kısmı
açlıktan ölmüştür. Toprak sahibi devletten borç alması için Çiçikov'u
görevlendirir. Bu konuda Çiçikov'la görevli memur arasında geçen konuşma,
kahramana ölü mujikleri sağ göstererek devletten para koparma düşüncesini
verir.
Gerçekte, Çiçikov'un bütün
çabaları fırsatları değerlendirerek para kazanmaktır. Çiçikov için yaptığı işin
niteliği önemli değildir. Sevmediği bir işi yapabilir ya da herhangi bir
yolsuzluğa başvurabilir. Yeter ki işin ucunda onu rahata kavuşturacak para
olsun. Çiçikov zaman zaman aile mutluluğu konusunda hayaller kurmaktadır. Yazar
onun bu hayallerini şöyle anlatmaktadır:
"... Çiçikov bazan derin
düşüncelere dalardı ve düşüncelerinde hep adaletli bir yan olurdu. '... şimdi
ben neyim? Ne işe yarıyorum? Aile babalarının yüzüne nasıl bakacağım? Yer yüzünde
boşuna yaşadığımı bile bile vicdan azabı çekmez miyim? Sonra çocuklarım bana ne
der? 'İşte diyecekler babamız, bu insanlıktan payını almamış olan adam bize beş
kuruş bırakmadı...’
Artık herkes, Çiçikov'un torunları
ve çocukları için ne düşündüğünü biliyor. Ne duygulu bir konu değil mi? Belki
Çiçikov değil, bir başkası olsaydı, kimsenin kafa yormadığı bu konu aklına
gelince elini şöylebir sallar ve 'ya çocuklarım ne der?' sorusunu kendine
sormazdı bile..." (s.251)
Yazar burada, maddeye haddinden
fazla düşkün olan Çiçikov'un kendine pek de yakışmayan, duygusal konular
üzerinde düşünmesini hicvetmektedir. Son cümledeki "başkası olsaydı 'ya
çocuklarım ne der?' sorusunu kendine sormazdı bile" sözleriyle yazar,
Çiçikov'la aile mutluluğunu ilgilendiren düşünceler arasındaki zıtlığı ortaya
çıkarmak istemiştir.
Gogol Çiçikov'da para canlısı,
yaşamda paradan başka bir amacı bulunmayan ve bu uğurda pek çok güçlüğe katlanmayı
göze alan bir karakteri hicvetmektedir. Çiçikov'un karakterinde, çiftliklerine
gittiği toprak sahiplerinden bazılarının sivri özelliklerini de görmek
mümkündür. Aile mutluluğu ve evleneceği zengin kızla ilgili hayallerinde
Manilov'a, dolandırıcılıkta Sobakeviç'e, para ve mal konusundaki titizliğiyle
Koroboçka'ya benzemektedir. Çiçikov, aynı zamanda, Gogol'ün diğer hikâyelerde
ortaya koyduğu şıklığa düşkün, dış görünüşüne büyük özen gösteren ve lüksü
seven kahramanlarından da birer parça taşımaktadır. "Bayağılıklar
yığını" olarak nitelendirebileceğimiz Çiçikov, Gogol'ün yarattığı en
ilginç karakterlerden biridir.
"ölü Canlar"da, Gogül'ün
en güzel hiciv örneklerinden birini de mahkemeler oluşturmaktadır. Çiçikov,
ölü mujikleri satın alma işlemlerini yasallaştırmak için NN... şehrinin mahkeme
binasına gider. Mahkeme binasını yazar Yunanlılar1ın ahlâk ve adalet
tanrıçası Themis'in tapınağına benzetmektedir. Burada çalışan memurlar da
Themis rahipleridir. "... İkinci ve üçüncü kat pencerelerinden Themis
rahiplerinin satın alınmaz başları önce göründü,
sonra kayboluverdi: muhtemelen tam
o sırada başkan içeri girmişti..." cümlesinde yazar, Themis tapmağında
görevli memurların rüşvetçiliklerini sadece "satın alınmaz başlar"
sözüyle belirtmektedir. Yine aynı cümleden camdan dışarısını seyreden, ancak
başkan odaya girdiği zaman hemen iş başına dönen Themis rahiplerinin,
günlerinin büyük bölümünde işle fazla ilgilenmediği de anlaşılmaktadır.
Her işin rüşvetle yapıldığı,
rüşvet ödenmediği zaman işlerin, dava sahibinin ömrü boyunca sürdüğü bu mahkeme
binasından ve memurlardan söz ederken yazarın sürekli Themis tapmağı ya da
Themis rahipleri demesi hicvin altında gizlenen oldukça şiddetli bir eleştiri
niteliği taşımaktadır .
Eserde, N... kasabasında yaşayan
kişilere, özellikle kasabanın sosyete kesimine geniş yer verilmiştir.
Çiçikov'un ölü mujikler satın aldığı ortaya çıkınca, mantık dışı hatta saçma
sayılabilecek yorumlara girişen bu insanlar, oldukça alaylı bir dille
hicvedilmişlerdir.
Yazar, ilk önce bu soylu kesimin
baylarını tanıtmaktadır. örneğin, vali "çok iyi bir insandır. Zamanının
büyük bir kısmını tül üzerine nakış işlemekle geçirmekte" dir. Yazarın
Themis tapmağı adını verdiği mahkemenin başkanı, çalışma saatleri içinde işini
bırakıp gidebilecek kadar sorumluluk sahibidir. Polis müdürü, şehirlilerin
hakkında; "Aleksi İvanoviç bizden para sızdırır ama, doğrusu, sırası geldi
mi bizi ortada bırakmaz." Diyerek söz ettikleri bir haraç kesicidir.
Belediye başkanı ise incecik dallı, etrafları yeşile boyanmış çubuklar sayesinde
ayakta duran ağaçlarla dolu güzel bir park yaptırmak gibi işlerle uğraşmaktadır.
Bu topluluğun kültür ve eğitir o
düzeylerinden söz ederken, Gogol'ün anlatımı alaylı bir takdirle doludur.
"... Pek çoğu eğitimden
yoksun kalmamıştı. Mahkeme başkanı Jukovski'nin "Ludmilla"sını pek
güzel okurdu. Bazı yerleri, özellikle "Çam ormanı uykuya dalmak üzere,
vadi is.e uyuyor" mısrasını ve "çu " kelimesini öyle güzel
okurdu ki gerçekten vadinin uyuduğunu düşünmemek elde değildi. Etkiyi daha da
arttırmak için tam o kelimeyi söylerken gözlerini kapatırdı; Posta müdürü
kendini, daha çok, felsefeye vermişti. Büyük bir gayretle, hatta, geceleri bile
Jung'un "Geceler" ve Eckartshausen'in "Doğanın Gizemlerine
Anahtar" adlı eserlerini okumaktaydı. Bunlardan uzun uzun notlar
çıkarıyordu. Ancak bunların ne işe yaradıklarını kimse bilmiyordu... Geri
kalanlar ise daha iyi ya da daha az öğrenim görmüş kişilerdi: bazıları
Karamzin'i, bazıları "Moskovskie Novosti" gazetesini, hatta bazıları
da... eh onlar hiç bir şey okumuyordu..." (s.165-166).
["gu" kelimesini Türkçe'ye çevirmek zordur. "Çu" Rusçada
dikkati çekmek, uyarmak için kullanılan bir ünlemdir,özellikle jukovski'nin
şiirlerinde çok sık rastlanan bu ünlemleri Gogol, eserinde kullanarak
hicivkaynağı yapmıştır.]
üst düzeyde görev yapan bu
insanların kültüre gösterdikleri eğilim, gerçekte, taklitten başka bir şey
değildir. Yazar, mahkeme başkanının "Ludmilla"yı çok güzel,
özellikle de "çu" kelimesini oldukça etkili okuduğunu söyler. Çünkü
o şiir okurken çevresindekiler uykuya dalmaktadır. Mahkeme başkanı, onların
dikkatini çekip uyandırmak için "çu" kelimesini etkili okumak
gereğini duymaktadır. Posta müdürü ise sanki okuduğu kitaplar hakkında, bir
yerde konferans ya da ders verecekmiş gibi not almaktadır. Hiç bir işe
yaramayan notları, yalnızca bu konularla ilgilenen ve uzmanlaşmış kişileri taklit
etmek için almaktadır. Kültürlü görünmeye çalışan bu topluluğun düzeyi yavaş
yavaş bir şey okuma gereğini duymayan kişilere kadar düşmektedir. Yazar âdeta
üst düzeyden başlayıp, okuyucuyu kötü duruma hazırlamak ister gibi okunan şeylerin
kalitesini düşürmekte ve sözü esas amacına getirmektedir.
N.... kasabasının bayanları ise#
Gogol'ün kasabada oturanlar konusunda ortaya koyduğu hicvin zirvesini
oluşturmaktadırlar. Bu bayanlar Rusça konuşmak yerine Fransızca konuşmayı
tercih etmektedirler. Rusça onlara göre, kaba bir dil olduğundan biraz
kibarlaştırmak gerektiğine inanmışlardır] Bu nedenle "sümkürdüm" (ya
vısmorkalas; ya plyunula) yerine "burnumu rahatlattım" (ya oblegçila
sebe nos), "bu bardak kötü kokuyor" (etot stakan; vonyayet) yerine de
"bu bardak görgü kurallarına aykırı" (etot stakan nehoroşo vedyot
sebya) demeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Her türlü ahlâk dışı davranış
onları müthiş öfkelendirmektedir. Buna karşılık, N... kentinin bayanları kendi
sırlarını ustalıkla gizlemesini bilmektedirler. Yazar, onlarla ilgili bu
bilgileri aktarmadan önce: "N... kasabasının kadınları.... hayır hayır bir
türlü yazamıyorum: bir ürkeklik var içimde nedense N... kasabasının kadınları
mükemmeldirler... Tanrım kalemim bir türlü hareket etmiyor, sanki üzerinde bir
ağırlık var..."
(S.166.167) demektedir. Gogol'ün
N... kasabasının kadınlarıyla ilgili paragrafta, böyle bir giriş yapması
tamamen kasıtlıdır. "Bir türlü yazamıyorum...." gibi sözlerle yazar
onların, gerçekte, uygunsuz davranışlarını anlatmanın zorluğunu ya da
titizlikle eşlerinden gizledikleri sırlarını açıklamayı istemediğini ortaya
koymaktadır. Zaten onlarla ilgili genel bilgilerin sonuna:
İşte N... kasabasının kadınları
hakkında bunları söylemek mümkündür. Ancak iş daha detaylı bir biçimde
yaklaşsanız, önünüze oldukça farklı konular çıkacaktır. Hem.-sonra kadınların
kalplerini yakından incelemeye kalkışmak tehlikelidir...." (S.168)
Gogol bu sözleriyle N...
kasabasında yaşayan bayanların bir takım uygunsuz davranışlarını açıklamaya çalışmıştır.
Gogol, kadınlarla ilgili hicve, diğer eserlerinden farklı olarak, bu romanında
ilk kez ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir,
İki ciltten oluşan eserin ilk
cildinde, Gogol'ün amacı, bayağılıkları ve kusurları ortaya koymaktır. Yazar bu
konuda şunları söylemektedir
"... Ben erdemli kahramanlar
yaratmadım. Romanda yer verdiğim tiplerin çoğuna, eksikliklerin kahramanları
diyebiliriz. Bence önemli olan pek çok yönden bayağılaştırdığımız yaşamın yüce
önemine daha derin bir biçimde inebilmektir...:
Gerçekten de, romanda karşımıza
çıkan her kahraman bir eksikliğin, kusurun sembolüdür: Manilov hayalperesttir,
Nozdrev kaba ve skandalcı, Sobakeviç insanlardan nefret eden, dolandırıcı bir
karaktere sahiptir, Koroboçka malını mülkünü kendine saklayan ve daha fazlasını
isteyen, aç gözlü yaşlı bir kadındır. Pilyuşkin ise sanki cimriliğin insan
kılığına girmiş bir sembolüdür. Romanda N.... kasabasının soylu kesimine büyük
bir ağırlık verilmiştir. Kasabalıların tanıtıldığı bu bölümde yazar önemli
işler yaptıklarını düşünen, gerçekte ise tembel yöneticileri, rüşvetçi
memurları, değersiz ve taklitten öteye geçmeyen, sınırlı bir kültür düzeyinde
olan önemli kişileri hicvetmektedir. Rusça yerine Fransızca konuşmayı tercih
eden, modaya uygun giyinmeye çalışan ve bol bol dedikodu yapan N... kenti
kadınları da eserin ilginç karakterleri arasında yer almışlardır. Çiçikov ise,
her kahramanda bulunan unsurlardan bazılarını taşıyan bir "bayağılıklar
yığını" dır. O hem memur, hem kâhya, hem çiftlik sahibi hem de davranışlarıyla
yüksek rütbeli bir kişidir.
Gogol, .bu romanıyla Ukrayna'nın
Soroçinsk kasabasıyla başlattığı Mirgorod ve Peterburg'ta da sürdürdüğü insan
kusurlarının, sadece bu bölgelere değil, tüm Rusya' ya özgü olduğunu göstermek
istemiştir.
"ölü Canlar"ı pikaresk
roman olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Çünkü eser, pikaresk roman
geleneklerine uygun özelliklere sahiptir. Bilindiği gibi "pikaresk"'
romanda yazarın hayal gücünden kaynaklanan ülkelere yapılan yolculuklarla
gerçek dünyada geçen yolculuk ve serüvenler arasında önemli farklılıklar
yoktur. Kahraman çeşitli toplum çevrelerinde dolaşır ve türlü olaylarla
karşılaşır. Bütün detaylar birleşince ortaya yerilmek istenen yaşamın bir
tablosu ortaya çıkar.
Eserin ilk cildi yayınlandığında,
edebiyat çevresinde büyük yankılar uyandırmıştır, özellikle Belinski romanda,
büyük bir sanatsal yaratıcılık görmüştür. Aynı zamanda, o dönem Rusya'sının
toplumsal yarası kabul edilen kölelik sistemini, cesaretle gözler önüne
serdiği için ilerici görüşlere sahip eleştirmenler yazarı göklere
çıkarmışlardır. 19.yy'ın eleştirmen ve yazarları "ölü Canlar"da
Gogol'ün gerçekçiliğin en üst basamağına ulaştığını belirtmişlerdir. Ancak
Gogol'ün kendi eserini değerlendirme açısı çok farklıydı. "Yazarın
İtirafları”nda Gogol "ölü Canlar"ı okuduğumda Puşkin "-Tanrım
Rusya ne kadar hüzünlü bir ülkeymiş " demişti. Oysa bu beni şaşırttı.
Çünkü, Rusya'yı böyle tanıyan Puşkin, bunların hepsinin sadece birer karikatür
ve benim hayal gücümün ürünü olduğunu fark etmemiş" demektedir.
"ölü Canlar"ı, pikaresk
roman olarak kabul ettiğimizden Gogol'ün söylediklerindeki gerçek payı ortaya
çıkaracaktır.
Gogol "ölü Canlar"
üzerine yazdığı dört mektup-tan üçüncüsünde bir yandan Belinski ve
çevresindekilerinin aksine, erdemli kahramanlar yaratmamakla suçlayan kişilere
yanıt verirken, diğer yandan da eserde kendi iç dünyalısının izleri
bulunduğunu belirtmektedir.
".... Kahramanlarım, kötü
insanlar değiller. Onlardan tekinin iyi bir yönünü gösterdiğimde, okuyucu sempati
duymuştur. Ama her birinin bayağılığı okuyucuları korkuttu. Onları,korkutan,
birbiri ardınca kahramanlarımın daha da bayağı tipleri simgelemeleri, hiç
birinin teselli veren yönünün bulunmaması, hiç bir yerde rahat nefes aldırmamaları
veya zavallı okuyucuya cesaret vermeleridir.... Rus insanını değersizlikten
çok, kusur ve eksiklikleri korkutmuştur. Değersiz olana tiksinti duyan bir
kişi, değersizin zıttı olan bir ortamda yaşayan doğru kişi demektir. İşte
benim üstünlüğümde bu. Ama bu üstünlük, bir tez daha söylüyorum eğer benim
ruhsal durumumla birleşmemiş olsaydı, içimde bu kadar gelişmezdi.
Okuyucularımdan bir tanesi bile kahramanlarıma gülerken bana da güldürdüğünün
farkında değil....
Gerçekte iki cilt olan eserin,
ikinci bölümünü, Gogol başarısız bularak yakmıştır. İkinci bölümde roman ya ar
tarafından daha ciddi ve psikolojik bir anlayışla ele alınmıştır. Yazar,
özellikle hiciv konusunda yetenekli olduğu için, ikinci ciltte kendinden beklenen
başarıyı gösterememiştir. Ancak, her şeye rağmen "ölü canlar"ın ilk
cildi, Rus ve dünya edebiyatının en seçkin eserleri arasında yer almaktadır.
Gogol, eserlerinde ortaya koyduğu
hiciv sanatı için çeşitli yazım teknikleri kullanmıştır. Bunların başında
Rusçada "skaz” adı verilen anlatım tekniği gelmektedir. Gogol
"skaz" tekniğini, özellikle, ilk dönemlerde yazdığı eserlerde
kullanmıştır. Yazar, hikâyeyi kendisi anlatmaz. Genellikle hikâye ya olayın
geçtiği yerde oturan ya da olayı yaşayanları tanıyan bir kişinin ağzından
anlatılmaktadır, "skaz" tekniği yazara hikâyesini dilediği gibi
yönlendirme olanağı vermiştir. Kimi zaman, "Dikanka Hikâyeleri" ve
"İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç"te olduğu gibi hikâyeyi anlatan
kişi son derece saftır. Kimi zaman ise hikâyeyi anlatan kişi duygusal bir
karaktere sahiptir ve olayları kendi duyguları çerçevesinde yönlendirir.
Hikâyeyi anlatan kişi, ara sıra fazla konuştuğu için, kahramanların
kusurlarından da söz eder, Hatta, bu kusurları över gibi anlatır. Çünkü
hikâyeyi anlatan kişi bunları kusur olarak görmemektedir. "İvan
İvanoviç'le İvan Nikiforoviç" hikâyesinde bunun tipik bir örneği vardır.
Hikâyeyi anlatan kişi başlangıçta, her iki kahramanın da karakter
özelliklerinden söz eder. İvan İvanoviç'in vazgeçemediği alışkanlıklarından birini
şu sözlerle aktarır;
"Harika bir insandır İvan
İvanoviç, Kavun yemeği çok sever. En sevdiği meyva da kavundur zaten. Yemeğini
yiyip, üzerinde sadece gömleği olduğu halde sundurmaya çıkar. Gapka'ya, iki
tane kavun getirmesini emreder. Gelen kavunları keser, çekirdeklerini çıkarır,
özel bir kâğıda sarar ve yemeye başlar. Sonra Gapka'dan mürekkebi ister,
çekirdekleri sardığı kâğıdın üzerine 'bu kavun şu şu tarihte yendir
diye yazar. Eğer, o gün konuğu varsa 'şu şu kişi de bana katıldı.' cümlesini
ekler."
Hikâyeyi anlatan kişi İvan
İvanoviç'in kavun yeme alışkanlığından söz etmeden önce "harika bir
insandır İvan İvanoviç" demektedir. Anlatıcıya göre onun kavun yedikten
sonra çekirdekleri sardığı kâğıda, her defasında not düşmesi olağan bir
durumdur. Bu nedenle, onun gözünde İvan İvanoviç harikalığından bir şey
kaybetmez. Aynı zamanda hikâyeyi anlatan kişi, fazlaca ayrıntıya girerek İvan
İvanoviç 'in sundurmada, üzerinde sadece gömlekle oturduğunu belirtir. Bu
kahramanın pek de hoş olmayan bir davranış özelliğidir. Ancak daha önce
belirttiğimiz gibi, hikâyeyi anlatanın gözünde bunlar kusur değildir. Üstelik,
hikâye boyunca "harika insandır" sözü, her iki kahraman için de sık
sık kullanılmaktadır.
Aynı özellik, duygusal karakter
taşıyan anlatıcıda da vardır. Onun kahramanlara yaklaşımı ne kadar duygusal
olursa olsun, sözlerinde kendisinin farkına varmadığı alaylı, hicivsel bir ton
bulunmaktadır. Zaten, yazarın "skaz" tekniğini kullanmasındaki amaç
ta budur.
Çoklukla, hikâyeyi anlatan kişi,
saflık içinde gülünç üslupla yansıttığı olaylara hiç beklenmedik bir biçimde,
hikâyenin son bölümünde, ciddi ya da felsefi bir boyut getirir. Duygusal
anlatıcı ise ortaya son derece şiddetli bir hiciv koyabilir. Bunun en tipik
örneği, "Eski Zaman Beyleri" adlı hikâyedir.
Hikâyenin yaşlı kahramanları,
Pulheriya İvanovna'yla Afanasi İvanoviç'in çiftliklerinde yemek yapmak ve
yemekle geçirdikleri sessiz, sakin yaşam tarzı son derece duygusal ve sevgi
dolu bir yaklaşımla yansıtılmaktadır. Hikâyeyi anlatan kişi, onlara duyduğu
acıma ve sevgiyi: "zavallı ihtiyarcıklar", "zavallı adam,
"zavallı kadın" sözleriyle vurgular. Yaşlı çiftin ölümünden sonra
mirasçı olarak gelen kişi* çiftliği mahveder. Mirasçının tanıtıldığı son
bölümde, hikâyeyi anlatan kişi duyduğu öfkeyi, onu ve rüşvetçi haciz
görevlilerini şiddetli bir biçimde hicvederek ortaya koymaktadır:
".... Çok geçmeden nereden
geldiği bilinmeyen uzak bir akraba, çiftliğin mirasçısı geldi. Korkunç bir
reformcu olan bu mirasçı, hangisi olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir alayda
emir eri olarak hizmet etmişti. Çiftlik işlerindeki düzensizliği ve bozukluğu
anında fark etti. Tüm sorunları kökünden çözümlemeye, düzeltmeye ve her şeyi
yoluna koymaya kesin karar verdi. Altı tane güzel İngiliz orağı aldı, her
kulübeye numara koydu, nihayet, her şey öyle bir yoluna girdi ki altı ay sonra
çiftliğe haciz geldi. Bir mahkeme üyesiyle soluk üniformalı yüzbaşıdan
oluşan haciz görevlileri, kısa bir
süre içinde geriye kalan bütün tavuk ve yumurtaları silip süpürdürler...."
(S.40)
Hikâyeyi anlatan kişi, yaşlıların
mutluluk içinde sürdürdükleri yaşam tarzını bir anda yok erdirivererek miras
yediyi "korkunç reformcu" diyerek hicvetmekte ve ona duyduğu öfkeyi
dile getirmektedir. Ancak bu satırlarda reformcu mirasyediden başka, rüşvetçi
haciz görevlileri de şiddetle eleştirilmektedir. Bu paragrafı izleyen bölümde,
çiftlikte tavuk, yumurta ne varsa her şeyi yiyen haciz görevlilerinin hiç bir
çekinme duygusuna kapılmadan mirasyediyle içki bile içtiklerini görüyoruz.
Mirasçı ise çiftliği umursamadan rahat bir yaşam sürdürmektedir. Hikâyenin
sonuna doğru anlatıcının kullandığı ton gittikçe daha şiddetli bir hicve
dönüşmekte ve hikâyenin başlangıcındaki duygusal tondan hemen hemen hiç bir iz
kalmamaktadır.
Gogol, hikâyelerinin yapısal
özelliklerini ilgilendiren "skaz" tekniğinin yanısıra, seçtiği
kelimelerin fonetik yapılarına da büyük özen göstermiştir. Bunun en ilginç
örneklerini kahramanlarına koyduğu isimlerde görüyoruz. Yazar, kahramanlarına
verdiği isimleri "neologizm" ler yaratarak, kendisi uydurmuştur.
Gogol, sadece kahramanın karakterine uygun bir isim yaratmakla kalmamış, bu
yöntemle daha hikâyenin başında ona, kişiliğini ortaya koyan belirgin bazı
özellikler de kazanmıştır, örneğin, Akaki Akakiyeviç Basmaçkin. İsim fonetik
bakımından olduğu kadar, yazarın kahramana bu isim nasıl takıldığını ayrıntılı
bir biçimde anlatması bakımından da oldukça ilginçtir. Hikâyede yazar, isim
konmasıyla İlgili bu bölümü şöyle anlatmaktadır;
Anneye, bebeğe koyması için üç
isimden birini, seçmesini söylediler: Mokki, Sossi veya çilekeş Hozdazat
'Hayır' diye düşündü çoktan ölmüş olan kadın 'hepsi birbirine benziyor.’
Anneyi memnun etmek için takvimin sonraki yaprağını çevirdiler. Bu kez de üç
isim çıktı karşılarına: Trifili, Dula ve Varahasi. 'şansa bak.-dedi din ne
biçim isim bunlar. Doğrusu böylelerini hiç duymamıştım. Hiç olmazsa Varadat ya
da Varuh olsaydı. Ama çıka çıka Trifili'yle Varahasi çıktı.' Bir sayfa daha
çevirdiler bu kez de Pavsikahi ve Vahtisi isimlerini gördüler....”(S.60)
Görüldüğü gibi kahramanın
annesinin karşısına çıkan bu isimler, ses açısından komik oldukları kadar herhangi
bir anlamları da yoktur. Annenin bebeye koymak üzere aklına gelen isimlerin de
onlardan bir farkı bulunmadığı açıktır. Nihayet anne "bu kaderin
oyunu" diyerek bebeğe babasının ismi olan Akaki'yi koyar. Böylece Akaki
Akakiyeviç ismi doğmuş olur. Yazarın bu ismi seçmesi rastlantı değildir.
Çünkü bu isimle yazar hiç bir değişiklik görülmeyen, tek düze yaşam biçimini
ortaya koymaktadır. Ayrıca kahramana hiç bir ismin yakıştırılmaması, binlerce
isim arasından bir tanesinin seçilememesi ve nihayet babasının adının
takılması âdeta onun silik kişiliğinin kanıtıdır.
Akaki Akakiyeviç'in soyadı ise
Başmaçkin'dir. Başmaçkin soyadı, yumuşak ve ses çıkarmayan bir ayakkabı türüne
verilen addan gelmektedir. Bu nedenle Gogol'ün seçtiği Başmaçkin soyadı
"Palto" eserinin kahramanı gibi gürültüsüzce, sessizlik içinde
dünyadan geçen bir insanı sembolize etmektedir.
Aynı türde, karakteristik isimler
başka hikâyelerde de vardır, örneğin, "Araba" hikâyesinin
kahramanının ismi Çertokutski'dir. İki ayrı kelimenin birleşmesiyle oluşan bu
ismi, yazar uydurmuştur. "Çort" "kutsıy" ise kesik
kuyruklu, kısa kuyruklu anlamına gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda, onuru
kırılmış kişiler içinde kullanılmaktadır. Kasabaya alayıyla birlikte gelen
general, verdiği yemekli toplantıda davetlilere kısrağını gösterir ve onunla
övünür. Hikâyenin gösteriş düşkünü kahramanı Çertokutski ise ondan aşağı
kalmamak için, Venedik stili arabasını göstereceğini söyler. Kıskandığı için
generali, sürekli arabası olup olmadığını sorarak, kendi arabasını abartılı bir
biçimde anlatıp överek tahrik etmeye başlar. İşte Çertokutfeki bu yönüyle,
şeytandan farksızdır. Çertokutski bir ara askerlik yapmış, ancak "hoş
olmayan bir macera" nedeniyle ordudan atılmıştır. Generali, aynı zamanda
içinde bulunduğu ortam nedeniyle kıskanması bir yana, bu ortamdan dışlanmış
bir kişi olarak onuru da kırılmıştır. Sonuçta Çertokutski adlı bu kahraman,
hikâyede onuru kırılmış bir şeytanı sembolize etmektedir.
Bu tür isim özelliklerine,
Gogol'ün "ölü Canlar" romanında da rastlıyoruz. Bu romanda yazar,
Koroboçka adlı yaşlı bir kadını da tanıtmaktadır. Koroboçka ismi,
"korobka" yani kutu çekmece anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir.
Koroboçka adlı bu yaşlı kadın çekmecelerinde, küçük keseciklerde para
saklamakta ve en büyük kutu olan evinden dışarıya en ufak bir malın çıkmasına
iz in vermemektedir. Gogol ona bu huyu nedeniyle Koroboçka adını vermiştir.
Gogol, Fransız edebiyatından Rus
edebiyatına geçen ve 18.yy'da D.İ.Fonvizin gibi Rus yazarlarının çok sık
kullandığı karaktere uygun isim geleneğini, kendi eserlerinde hicivsel bir
anlayışla ele almıştır.
Gogol'ün eserlerinde sık
kıllandığı bir başka anlatım tekniği ise, "alogizm" dir.
"Alogizm", anlatımda mantık dışı özellikler ortaya konmasıdır.
"Alogizm", kahramanların diyalog ya da monologlarında görülebilir.
"Alogizm"in en güzel
örneklerinden bir tanesini, "Dikanka Hikâyeleri"ni anlatan Arıcı Sarı
Panko'nun ikinci önsözünde görüyoruz. Panko, yöre halkının geleneksel akşam
toplantılarından söz ederken, "biz bu toplantılarda öyle boş şeylerden
konuşmayız. Genellikle kültürümüzü arttıran konular üzerinde
konuşuruz"der. Ancak, sonra hiç umulmadık bir biçimde toplantıya katılanların
saatlerce "nasıl elma salamurası yapılır?" sorununu tartıştıklarını
anlatır. Burada "alogizm", "kültür"le "elma salamurası
arasında kurulan saçma bağlantıdadır.
"Alogizm"in
örneklerinden bir diğeri de yine ArıcıSarı Panko'nun anlattığı "Noel Arifesi"
adlı hikâyede karşımıza çıkmaktadır. Hikâyeye son derece doğal bir girişle
başlayan ve baş kahraman şeytanı tanıtan Panko, birden bu konuyu bir kenara
bırakarak, uzun uzun giyimden söz etmeye başlars
".... Cadı kadın, kendini
karanlıkta bulunca çığlığı bastı. Şeytan ise yavaş yavaş ona yaklaşarak
koltuğunun altından tuttu ve kulağına genellikle kadınların hoşuna gidecek sözler
seyledi. Dünyanın düzeni ne gariptir 1 Herkes birbirini taklit etme sevdasına
kapılmış gidiyor. Eskiden Mirgorod 'da kış aylarında bir yargıç bir de vali
çuhayla kaplı kuzu postundan kürkler giyerdi. Küçük memurlar ise kürksüz
deriden, gocuk kullanırlarda. Ya şimdi" Hem yargıç yardımcısı hem de
kadastro memuru kendilerine kuzu postundan çuhayla kaplı yeni kürkler diktirdiler
... .Papaz ise yazın giymek üzere, kadife şalvarlar ve çizgili kumaştan bir
yelek diktirdi. Kısacası, herkes giyime kuşama düştü1 Şu insanlar ne zaman
bırakacaklar böyle boş şeyleri!" (S.143)
Panko, söze başladığı konuyu
dağıtmış ve insanların giyimleriyle, nasıl birbirlerini taklit ettiklerini,
hatta köylerinde kimin ne diktirdiğini, nasıl giyindiğini anlatmaya
başlamıştır. Panko şeytanı safça, fiziki bir yaratıkmış gibi anlatırken, köyün
dedikodusuna geçerek o yöre halkının üzerinde kafa yordukları konuları ortaya
koymaktadır. Böylece yazar, Panko'nun bu saf gevezeliğinden faydalanarak, onun
içinde bulunduğu topluluğun kültür düzeyini yansıtan kişileri hicvetmiştir.
Hem olayda hem de diyalogta oluşan
"alogizmin" ilginç bir örneğini de "İvan İvanoviç’le İvan
Nikiforoviç" hikâyesinde görüyoruz. Birbirlerine saçma bir nedenle küsen
iki arkadaş, çareyi mahkemeye başvurmakta bulurlar.
Her ikisi de şikâyet dilekçesi
verir. Ancak İvan Nikiforoviç'in dilekçesini, İvan İvanoviç'in domuzu çalar. Domuzun
dilekçeyi çalması eski arkadaşların arasının iyice açılmasına neden olur.
Domuzun mahkeme binasını basması
ve dilekçeyi çalması en dikkat çekici mantık dışı olaylardan biridir. Bize
göre mantık dışı olan bu hırsızlık olayı, hikâyenin kahramanları için normaldir.
Hatta bu konu onlara göre üzerinde tartışmalar yapılabilecek bir nitelik bile
taşımaktadır. Zaten yazarın hicvinin odak noktası da budur. Belediye başkanı,
İvan İvanoviç'i domuzun cezalandırılması konusunda ikna etmeye çalışır. İvan
İvanoviç'e "kanun, bir şey çalan kişi suçludur diyorsa sizin domuzunuz da
suçludur." der. İvan İvanoviç ise buna kesinlikle karşı çıkar ve
"Domuz da Tanrı'nın yarattığı bir varlıktır" diyerek yanıt verir.
Belediye başkanının bu konuda ona söyledikleri ise şöyledir:
"Elbette haklısınız Herkes sizin bilgili, bilimden ve ona benzer
konulardan anlayan birisi olduğunuzu bilir. Oysa ben bilimle hiç bir zaman
haşır neşir olamadım: yazı yazmayı otuz yaşında öğrendim. Biliyorsunuz ben
askerliğimi er olarak yapanlardanım.... Evet 1801 yılında kırk ikinci piyade
alayının dördüncü kolunda emir eriydim. Kolumuzun komutanı, izin verirseniz
söyleyeyim yüzbaşı Yermeyev'di...." (S.224)
Domuzla ilgili konuşma geliştikçe,
kahramanların diyaloğu başka konulara geçmiş, konular arasındaki mantık bağı
kaybolmuştur.
Gogol, "alogizm"i son
eseri olan "ölü Canlar" romanında da devam ettirmiştir. Romanın
kahramanı Çiçikov' un ölü mujikler satın almak için uğradığı hayalperest Manilov'un konuşmaların da konu bakımından
kopukluk gösterdiği anlaşılmaktadır. Örneğin Çiçikov ona başka toprak
sahipleriyle görüşüp görüşmediğini sorduğunda Manilov'un verdiği yanıt şu
şekildedir:
"Elbette, diye sözüne devam
etti Maniloveğer komşunuz iyi biriyse o zaman iş değişir, örneğin komşunuz
nezaket, güzel konuşma sanatı gibi konulardan, bilimden anlayan biriyse o zaman
insanın ruhu canlanır ve hatta insan âdeta, buharlaşır...." (S.32)
Gerçekle bağını kopararak, hayal
dünyasında yaşayan Manilov'un yanıtları Çiçikov'un sorduğu soruya açıklık
getirmemektedir. Hatta kahraman kendisi bile saçmaladığının farkına varır ve
konuşmasını, etrafında oluşturduğu hayal perdesini kaldırmak ister gibi elini
sallayarak keser. Onun hayal dünyasında yaşadığını, Çiçikov'un sorduğu soruya
mantıksızca verdiği bu yanıtta görüyoruz.
"Alogizm"e yakın
özellikler gösteren ve Gogol'ün eserlerinden çok sık kullandığı bir teknik te
"absürd" yani saçmalıktır.
"Bir Delinin
Notları"nda, hikâyenin kahramanı Poprişçin toplum tarafından ezilmesi ve
yüksek rütbelere duyduğu tutkusu nedeniyle aklını yitirir. Böylece kendini
İspanya kralı sanan Poprişçin’i akıl hastanesine kapatarak işkence yaparlar.
Poprişçin'e yapılan işkenceler ona maddi açıdan çok ruhsal acılar vermektedir.
Poprişçin'in son notları oldukça dokunaklıdır
".... Anneciğim kurtar
zavallı oğlunu! Onun bu hasta hali için ağla! Bak, ona nasıl eziyet ediyorlar!
zavallı öksüzünü kucakla bir defa! Artık dünyada yer yok ona. Fırlatıp attılar
bir kenara! Ağla anneciğim zavallı hasta oğlun için ağla!..."
Bu acı dolu sözlerden sonra yazar
kahramanını hicvetmek için ona "....Aa Cezayir beyinin tam burnunun
altında bir ben varmış biliyor muydunuz?" sorusunu sordurmaktadır. Bu
sözler Poprişçin'in normal gerçeklerden işkenceyle ne kadar uzaklaştığını
göstermektedir. Onun sorduğu bu soruyu halüsinasyon sonucu ortaya çıkan bir
"absürd" olarak nitelendirebiliriz.
"ölü Canlar" romanından
tanıdığımız hayalperest Manilov, bazen hayallerinde o derece ileri gider ki
olaylar ve düşünceler arasındaki mantık bağları kaybolur. Sonuçta hayaller,
hayal olmaktan çıkarak saçma sapan bir hale girerler. Manilov ölü mujikler
satın almaya gelen bu kibar insanı çok sever. 0 gittikten sonra Manilov hayallere
dalar ve bu hayallerinde Çiçikov'a bile yer verir:
"....Arkadaşlarla birlikte
sürdürülen yaşamın iyiliklerini, sevdiği bir arkadaşıyla ırmak kenarında
oturmanın ne kadar güzel olduğunu düşünmeye başladı. Sonra bu ırmak üzerine
köprü, çok yüksek bir balkonu olan kocaman ev yaptırdığını hayal etti. Evin
balkonu o kadar yüksekti ki Moskova bile görünüyordu. Akşamları, bu balkona
oturup açık havada çay içiyorlar, tatlı konular üzerinde sohbet ediyorlardı.
Çiçikov’la güzel arabalara binerek herkesin onlara son derece nazik
davranacağı toplantılara gidiyorlardı....”
Manilov gerçek dışı hayallerinde
bu kadarla yetinmez. Daha ileri giderek Çiçikov'la kurduğu güzel arkadaşlığa
hayran kalan çarın onlara generallik rütbesi vererek ödüllendirdiğini hayal
eder. Manilov, çiftliğiyle ilgili konularda da saçma hayaller kurmaktadır,
örneğin, evinin yakınındaki göle toprak altından tünel açtırır, gölünün üzerine
bir köprü kurdurtur ve bu köprüler üzerin?deki dükkânlarda köylüler satış
yaparlar.
Saçmalık bakımından, Manilov'un
hayallerinden farksız bir başka örneği de Gogol'ün ilk hikâyelerinden olan
"İvan Sponka ve Teyzesi" nde kahramanın gördüğü rüyada rastlıyoruz.
Tek düze bir yaşam tarzı sürdüren İvan Şponka'yı, teyzesi evlendirmek
istemektedir. Ancak, alıştığı düzenin bozulacağına inanan Şponka için bu plân
tam anlamıyla korkunçtur. Teyzesinin bu plânını öğrendiği gün Sponka, bir
kâbus görür. Evinin her köşesinde karısı olduğunu idda eden bir kadın vardır.
Şapkasının ve kulağının içinde, cebinde, sandalyenin üzerinde elini nereye
atsa karşısına bir kadın çıkmaktadır. Kâbus şu şekilde devam eder:
".... Birden bire tek
ayağının üstünde sıçramaya başladı, teyzesi ise onu seyrediyor ve ciddi bir
tavırla '-Evet evet, sıçramak zorundasın çünkü artık evlisin” diyordu.
Teyzesine yaklaştı ama karşısında duran teyzesi değil koca bir çan kulesiydi.
Birisinin, onu iple çan kulesine sürüklediğini hissediyordu. Acıklı bir sesle
'-Kim sürüklüyor beni?' diyordu. '-Ben senin karın! seni çan olduğun için
sürüklüyorum."
'-Hayır, ben çan değilim, ben İvan
Fyodoroviç'im.' diye bağırıyordu. Р.. piyade
alayının albayı oradan geçiyor ve ona 'evet evet sen bir çansın!' diyordu....'
(S.276-277)
İvan Şponka'nın gördüğü bu kâbus,
Gogol'ün ilk "absürd" örneklerindendir. Gogol, "absurd"un
en güzel örneklerini, ruhsal sıkıntıları bulunan Şponka ve Poprişçin adlı
kahramanlarında vermiştir.
"Absürd"u yaratan
anlatım tekniğinin başka bir örneğini de, Gogol'ün olgunluk döneminin en büyük
eseri olan "ölü Canlar"da görmekteyiz. Çiçikov, ölü mujikler almak
için yörenin toprak sahiplerinden biri olan Sobakeviç'i ziyaret eder. Çiçikov,
Sobakeviç'e ölü mujikler satın alacağını. söyleyince aralarında hararetli bir
fiyat tartışması başlar. Sobakeviç her ölü mujik başına akıl almayacak bir
fiyat ister. Ancak Çiçikov fiyatı yüksek bularak işten vazgeçmeye bakar.
Çünkü, onun amacı ölü mujikleri kâğıt üzerinde yaşıyor gösterip devletten para
almaktır. Sobakeviç ise, ölü mujikleri istediği fiyata satmak için onu ikna
etmeye çalışır. Sobakeviç ölü mujiklerini övmeye başlar, onların yeteneklerini
sanki halâ yaşıyorlarmış ve Çiçikov'a hizmet edeceklermiş gibi göklere
çıkararak anlatır:
"-....Başka bir düzenbaz
olsaydı sizi aldatırdı, mujik yerine acaip bir şey satardı. Oysa ben öyle iyi
mal veriyorum ki size, hepsi seçme: sadece zanaatkâr değil aynı zamanda
sağlıklı köylülerdir, örneğin Miheyev'i ele alalım ne arabacıdır ol. öyle
arabalar yapar ki baştan aşağı yay. Onun yaptıkları gibi Moskova'da da yoktur.
Son derece sağlamdır, üstelik cilasını da boyasını da kendisi yapar...... ya
marangoz Probka Selifan'a ne demeli? Böyle bir mujik bulamayacağınız konusunda
sizinle iddaya girerim. Hem de kafam pahasına! Ne yetenekli adamdı o!,.,,
Miluşkin'i bizim kerpiç ustasını hatırlıyorum da! İstediğiniz her eve şömine
yapardı. Ya çizmeci Maksim Telyatnikov...."(S.108)
Sobakeviç'in ölü mujiklerini
satmak için söylediği, abartmalı övgünün bir benzerini "Araba"
hikâyesinde görmek mümkündür. B... kasabasına gelen süvari alayının Generali,
verdiği yemekte kısrağını toplantıdaki herkese gösterir ve onunla övünür.
Yemeğe katılan kasabalı çiftlik sahiplerinden Çertokutski hem ilginin merkezi
almak hem de General'den aşağı kalmamak için, Venedik işi arabasını övmeye
başlar. Onun arabası için söylediği bu abartmalı sözler, gittikçe mantık dışı
bir hal alır ve sonuçta saçmalık düzeyine ulaşır.
"Bu araba öyle güzeldir kil
Yani, sayın generalim, ben böylesini daha önce önce hiç görmemiştim. Askerde
görev yaparken, arkasındaki kutuya on şişe rom ve on kilo tütün koyuyordum.
Ayrıca, altı tane üniforma, çamaşırlarım, izin verirseniz sayın generalim
tenya gibi uzun diyeceğim, iki çubuk sığardı. Bu arabanın yan ceplerine öküz
bile sığar." (S.58)
Bu konuşmada on şişe rom, altı
üniforma, çamaşır ve on kilo tütün gibi maddelerden sonra, söz arabanın yan
ceplerine gelip te Çertokutski bu ceplere öküz bile sığabileceğini söyleyince
iş çığrından çıkar. Kahramanın söylediği son cümleyle konu, saçmalığın
doruğuna ulaşmıştır.
"Burun" hikâyesinde
Gogol başlı başına bir absürd örneği sergilemektedir. Burada, hikâyenin
kahramanı binbaşı Kovalev burnunu kaybeder. Onu üçüncü dereceden bir memur
kılığında bulur. Burnunu eski yerine döndürmeye kesin kararlı olan Kovalev
onunla konuşur:
"-.... İkimizin de durumu
biraz garip değil mi bayım.... bana öyle geliyor ki... yerinizi bilmeniz
gerek. Sizi her yerde arayıp duruyorum, en sonun da buluyorum hem de nerede?bir
kilisede. Siz de hak verirsiniz ki....
-özür
dilerim ama neden söz ettiğinizi anlayamıyorum. ...,
-Bakın
bayım dedi Kovalev kendi kişisel üstünlüklerini bilen bir insan tavrıyla
sözlerinizi nasıl yorumlamak gerektiğini bilemiyorum.... Bence her şey
ortada.... İsteseniz de istemeseniz de benim burnumsunuz.
Burun, binbaşıya baktı ve
kaşlarını çattı.
-Kesinlikle
yanılıyorsunuz. Ben özgür biriyim. Zaten aramızda herhangi bir bağlantı olması
da imkânsız.
Hem üniformanızın düğmelerinden
anladığım kadarıyla başka bir yerde görev yapıyor olmalısınız...:" (S.40)
"Burun" hikâyesindeki
saçma olaylar sadece Kovalev'in burnunu kaybetmesi ve onu bularak konuşmasıyla
sınırlı değildir, örneğin hikâye, berber Yakovleviç'in, burnu kahvaltıda
yediği ekmeğin içinde bulmasıyla başlar. Son bölümde ise, bir polis Kovalev'e
burnunu bir mendil içinde geri getirir. Ancak yeni bir sorun vardır: burun eski
yerine nasıl konacak? Kovalev'e gelen doktor bunun imkânsız olduğunu
söyleyerek, burnu hatıralık eşya gibi bir kavanozda saklamasını tavsiye eder.
Aslında buna pek gerek kalmaz, çünkü Kovalev'in burnu kendiliğinden eski yerine
kuruluverir.
Gogol'ün eserlerinde çok sık
rastlanan "alogizm" ve "absürd", gerçekte, onun anlatım
tekniğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadırlar.
"Poşlost", Gogol'ün
yarattığı kahramanları daha gülünç bir hale getirmek için kullandığı bir üslup
özelliğidir. Yazarın hikâye ve romanlarında "poşlost" iki değişik
biçimde ortaya konmuştur. Bunlardan biri hikâye kahramanlarının
yaşadıkları ortamla ilgilidir. Olayın geçtiği
çiftlik, kasaba ya da şehrin tasviri, genellikle, topluma yöneltilmiş bir
hicivdir.
"İvan İvanoviç'le İvan
Nikiforoviç"in hikâyesinde aldıkça boş bir yaşam süren, sıkıntıdan
birbirlerini mahkemeye vererek bunu yaşamlarının amacı haline getiren iki
arkadaşın başından geçenler anlatılmaktadır. Ancak, hikâyeyi anlatan kişi
yalnızca bununla yetinmez ve onların yaşadığı şehrin bir tasvirini yapar;
"Olağanüstü bir şehirdir
Mirgorod! Çeşit çeşit yapı vardır. Damı sazdan olanı mı, samandan olanımı
istersiniz, Hatta ahşaptan olanı bile vardır 1 Sağda bir Sokak, solda bir
sokak her yerde olağanüstü çitler görürsünüz. Çitlerin etrafını şerbetçi otu
sarmıştır, üzerlerine saksılar asılmıştır, Ay çiçekleri, çitlerin arkasından,
güneşe benzeyen başlarını gösterirler, kırmızı gelincikler görünür. Yer yer iri
bal kabakları çarpar göze... Ne ihtişamdır bul Çitlerde her zaman, onlara daha
da canlı görünüm kazandıran keten bir eteklik, gömlek yada şalvar sallanıp
durur.
Mirgorod'da tek bir hırsızlık ya
da dolandırıcılık olayına rastlanmaz. Çünkü herkes aklına ne gelirse onu asar
çitlere...." (S.211)
Bu tasvirde, şehrin düzensizliği,
pisliği, orada yaşayan halkın görgü kurallarından habersiz olmaları alaylı bir
üslupla anlatılmaktadır. Yazarın şehir halkını hicvettiği bir başka özellik
ise, şehrin meydanındaki çukurdur. Bütün bakımsızlık ve pislik yetmiyormuş
gibi bir de meydanın tamamını kaplayan koca bir çukur vardır. Bu çukur şehir
halkı tarafından âdeta bir anıt, bir maskot ya da şehrin en önemli özelliği
olarak kabul edilmiştir. Şehir halkı bu çukuru o kadar benimsemişlerdir ki,
meydanda bulunan bir bina denize bakar gibi bu çukura baktığı için şanslı bile
sayılmaktadır. Yazarı hikâyeyi anlatan kişinin yaşadığı şehire duyduğu sevgi ve
saflıktan yararlanarak bu çukuru şu şekilde hicvetmektedir:
"Meydana yaklaşınca,
gördüğünüz manzaranın tadını çıkarmak için bir an mutlaka duraklarsınız.
Meydanın tam ortasında çukur vardır. Ne şaşırtıcı bir çukurdur bu bilseniz
üstelik, o güne kadar, benzerini başka bir yerde görmemişsinizdir. Hemen hemen
bütün meydanı kaplar. Uzaktan ot yığınına benzeyen, büyüklü küçüklü bütün
evler, etrafını sardıkları bu çukuru hayran hayran seyretmektedirler."
(S.211)
"ölü Canlar"ın kahramanı
Çiçikov'un, ölü mujikler satın almak amacıyla geldiği N... kasabası da aşağı
yukarı aynı durumdadır. Çiçikov, kasabaya geldiği zaman etrafta gördükleri pek
iç açıcı değildir. Taş evlerin gözü alan sarı renkleri, ahşap evlerin pis gri
bir rengi vardır. Bu evlerin kaç katlı oldukları ise hiç belli değildir. Her
taraf tabelalarla doludur. Sokak boyunca çitler sıralanmıştır. Sokakların
genişliği neredeyse, evleri gözden kaybedecek kadardır. Ağaçlar büyümemiştir,
parkın hali ise içler acısıdır. Gogol, kasabanın bu tasviriyle orada yaşayan
halkın ilgisizliğini, düzensizliğini ve görgüsüzlüğünü tıpkı, Mirgorod'da
olduğu gibi alaylı bir dille yansıtmaktadır.
Bu türlü tasvirleriyle yazar,
okuyucuyu yavaş yavaş kahramanlarında ortaya koyduğu bayağılıklara hazırlamaktadır.
Kahramanların yemeye, içmeye, giyinmeye ve rütbeye gösterdikleri aşırı
düşkünlük, abartarak konuşma eğilimi, yalancılık dolandırıcılık, rüşvet gibi
özellikler onun hikâyelerinde alaylı ve hicivli bir dille ele alınmış bayağılık
örnekleridir.
Örneğin, "ölü Canlar"
romanının kahramanlarından olan Sobakeviç yemeye aşırı düşkündür. Zaten yazar,
Sobakeviç 'i tanıtırken onun bir ayıya benzediğini belirtir. Çiçikov'la
sofraya oturduklarında Sobakeviç, yemek yene konusundaki alışkanlığını
ballandıra ballandıra anlatır.
".... örneğin bir domuz mu
yiyeceğiz, tüm domuzu koydurturum masaya. Koyun varsa koyunun hepsini
getirirler. Kazsa bütün kazı koydurturum. Ben iki çeşit yemek yerim ama canım
ne kadar istiyorsa o kadar yerim...."(S.105)
Kahramanların oburlukları,
Gogol'ün eserlerinde oldukça önemli bir yer tutar. Hatta yazar, "Eski
Zaman Beyleri" adlı hikâyesinin büyük bir kısmını bu konuya ayırmıştır.
Hikâyede hicvedilen bayağılık, yaşlı çiftin tek düşüncelerinin yemek yemekten
ibaret olmasıdır.
Gogol'ün en çok üzerinde durduğu konulardan
bir tanesi de, kahramanlarının rütbeye gösterdikleri aşırı düşkünlüktür. Bunun
en güzel örneği "Burun" hikâyesinde verilmektedir. Hikâyenin
kahramanını Kovalev Kafkasya'lı bir memurdur. Başkente geldiğinde, en büyük
amacı vali yardımcılığı ya da bakanlıklarda iyi bir görev almak ve yüksek
rütbe elde etmektir. Kovalev, rütbeyi saygınlık kazanmak için değil gösteriş
yapmak için istemektedir. Onun rütbeye duyduğu tutku şu sözlerle dile
getirilmektedir:
".... Kovalev'in çok alıngan
bir insan olduğunu belirtmek gerek. Hakkında ne söylenirse söylensin bağışlayabilirdi,
ancak rütbesiyle ünvanına bir şey söylendiğinde buna asla katlanamazdı....”
(S.47)
Görüldüğü gibi Kovalev, rütbesini
kişiliğinden bile üstün tutmaktadır. O, başkalarının kendi kişiliğine değil,
rütbesine saygı göstermesini istemektedir.
Başka bir bayağılık türü olan
rüşvetçilikle Gogol hem o dönem Rusya'sının bürotratik düzenini eleştirmekte,
hem de rüşvet alan memurların ahlâk düşüklüğünü göstermektedir. Memurların
rüşvet alma yönteminin en sistematik örneğini, "ölü Canlar"
romanının kahramanı Çiçikov vermektedir. Çiçikov, adliyede memurluk yaparken
kendisine gelen zor durumdaki ricalara sorunlarını çözümleyeceğini söyleyerek
umutlandırmaktadır. Ancak buna karşılık ricacıyı bir kaç gün oyalamakta ve en
sonunda ricacıyı rüşvet vermeye razı edecek duruma getirmektedir. Rüşveti
alırken, çeşitli bahaneler uydurarak kendi için değil sekreterlerle yazıcılar
için aldığını söylemektedir. Böyle kurnazca bir oyuna başvuran Çiçikov aracılığıyla
yazar, rüşvet yemenin o dönemde hemen hemen tüm memurlara özgü olduğunu göstermektedir.
Toplum ise, memurların rüşvet almadan iş yapmamalarını kabullendiği için
eleştirilmektedir.
".... Ricacı artık
akıllanmıştır: iş olacak mı olmayacak mı? Ağız aramaya başlar. Aldığı yanıt ise
yazıcılara bir kaç kuruş vermek gerektiğidir. "Niçin vermeyeyim ki?
Yirmi beş kopek vermeye çoktan hazırım para verilmesi gereken başka kim
var?" "Hayır hayır yirmi beş kopek olur mu hiçi Yirmi beş ruble
vermek gerekir." "-Yirmi beş kopek yazıcılara verilir mi?" diye
bağırır ricacı.
Niçin bu kadar heyecanlanıyorsunuz
ki?” şeklinde karşılık verirler. "Yazıcılara yirmi beşer ruble vereceğiz
geri kalanlar ise başkanlara verilecek...." (S. 244)
Gogol'e özgü tipik anlatım tekniklerinden
bir başkası ise "kişileştirme sanatıdır. Yazar, cansız varlıkları
canlılara özgü nitelikler kazandırarak, insanları ve toplumu
hicvedebilmektedir. Bu tekniğinin en başarılı örneklerini özellikle
kasabaların tasvirlerinde görülmektedir.
"Araba" hikâyesinin
başlangıcında yazar, olayın geçtiği B... kasabasının tasvirini yapar. Binalar,
kasaba halkının hareketsizliği ve sessizliğine karşılık, âdeta canlı
gibidirler. Hatta yazarın cansız varlıkları tasviri öylesine kuvvetlidir ki
kasabanın gerçek sahipleri onlarmış gibi bir izlenim uyanmaktadır:
Şehirden geçerken sokağa inanılmaz
derecede ekşi ekşi bakan alçak, kerpiçten evlere gözünüz ilişirse
içinizden.... içinizden gelen duyguları kesinlikle anlatamazsınız.... Pazar
meydanının da biraz lüzumlu bir görünümü yok değildi. hanis terzinin evi yüzü
yerine köşesini vermiş bir halde aptal aptal bu meydana doğru uzanmıştır...."
(3.53)
"Kişileştirme"
tekniğinin en ilginç ve komik olan örneği bir başka örneği ise
"Burun" hikâyesinde verilmektedir. Коvalev'in yüzündeki yerinden
ayrılan burun, üçüncü dereceden bir memur kılığında sahibinin karşısına çıkar.
Hatta onunla konuşur. Burun, hikâyede Kovalev'in elde etmek istediği yüksek
rütbenin sembolüdür. Yazarın Kovalev'in burnuna üçüncü dereceden bir memur olarak
kişilik kazandırmasının amacı, Kovalev'deki rütbe tutkusunu hicvetmektedir.
Gogol, "kişileştirme"
tekniğinin ilk örneklerini "Dikanka Hikayeleri"nde vermektedir. Bu
eserde, Gogol "kişileştirme"yi metafizik varlıklara uygulamıştır.
örneğin "Noel Arifesi" adlı hikâyede şeytan, tıpkı bir insan gibi
tasvir edilmekte ve insanlarla kıyaslanmaktadır. Şeytanın insanlarla
kıyaslanmasının nedeni, insanları birtakım özellikleriyle, kötülüğün hayali
simgesi olan şeytandan pek de aşağı kalmadıklarını göstermektir. Bu hikâyede
şeytan insanın içindeki kötü eğilimlerin kişileştirilmiş bir sembolüdür.
Önden bakıldığında tam bir
Almandır da, sürekli sağa sola dönüp duran, önüne çıkan herşeyi koklayan
suratı, tıpkı bizim domuzlarınki gibi yuvarlak bir mantar şeklinde sona
eriyordu. Bacakları o kadar inceydi ki, eğer bu bacaklar Yareskov muhtarının
olsaydı daha ilk kazaskada kırıverirdi. Ama arkadan bakınca üniformalı savcı
yardımcısından farksızdı. Çünkü arkasında öyle uzun, öyle sivri bir kuyruğu
vardı ki, son moda üniformalara konan yırtmaçları andırıyordu. Oysa çenesinin
altındaki keçi sakalına, kafasında yükselen dimdik boynuzlara ve baca
temizleyicisininki kadar kirli üstüne başına dikkat edilince bunun bir Alman
ya da savcı yardımcısı değil yalnızca bir şeytan olduğunu anlamak
mümkündü...." (S.140-141)
Gogol'ün hikâyelerinde
rastladığımız uygun sözcük seçimi, âdeta onun anlatım tekniğinin bir parçası
haline gelmiştir. Çünkü yazar, son derece yerinde seçtiği tek bir sözcükle,
hikâye kahramanlarının kaderlerinin ve iç dünyalarının köklü bir değişime
uğramasına neden olmaktadır. Gogol'ün sözcük seçiminde gösterdiği büyük
ustalığın en güzel örneklerinden birini "İvan İvanoviç'le İvan Nikiforoviç"
hikâyesinde görüyoruz. İki arkadaşın birbirlerine küsmelerinin ve mahkemelere
kadar düşmelerinin tek nedeni "kaz" kelimesidir. İvan İvanoviç İvan
Nikiforoviç'ten tüfeğini ona vermesini istediğinde aralarında bir tartışma
çıkar. Bu tartışma sırasında İvan Nikiforoviç arkadaşına "siz bir
kazsınız!"der. "Kaz" sözünü duyan İvan İvanoviç buna çok gücenir
ve iki arkadaşın arası bir daha düzelmemecesine bozulur. "Kaz"
sözcüğünün önemsiz bir olayı büyük boyutlara götürmesinin nedeni, bu sözcüğün
arkasındaki gerçektir. Yani bu sözcük, İvan İvanoviç'in boş kafalı olduğunu
en açık biçimde ortaya koymaktadır. Belinski' nin dediği gibi, "eğer başka
bir kuş adı söyleseydi iki arkadaş küsmeyeceklerdi."
Buna benzer bir başka örnek
"Bir Delinin Notları" adlı hikâyede yer almaktadır. Daire başkanının
kızına âşık olan Poprişçin, hasta zihninin etkisiyle kızın köpeğinin bir başka
köpekle mektuplaştığını ve bu mektupları ele geçirirse onun hakkında pek çok
şey öğrenebileceğini sanır. Bir gün Poprişçin, köpeğin mektuplarını ele
geçiriri Mektuplardan birinde Meci ondan da söz etmektedir. Ancak küçük
köpeğin Poprişçin'den hiç hoşlanmadığı açıktır çünkü Meci onu "torbaya
sokulmuş bir kaplumbağaya" benzetmektedir. Ruhsal dengesi zaten bozuk
olan Poprişçin, bu mektubu okuduktan sonra bir köpeğin bile onun kişiğiline
saygı duymadığını görerek kendisini iyice kaybeder. Onu akıl hastanesine kadar
sürükleyen son damla, kaplumbağa sözcüğüdür.
Gogol'ün sözcük seçimindeki bu
ustalığı, bazen tek bir sözcüğün bile insanların zayıf yönlerini ortaya
çıkarmaya yeteceğini ortaya koymaktadır.
Gogol, bu bölümde ele aldığımız
anlatım tekniklerini, hiciv alanında büyük bir başarıyla uygulamıştır.
Bu teknikler, 18.yy, ın ünlü hiciv
yazarları tarafından da kullanılmıştır. Ancak birbirlerinin benzeri eserler
vermekten öteye geçmemişlerdir. Gogol, bu sınırı aşarak 19.yy Rus edebiyatının
hiciv sanatına yepyeni anlatım teknikleri ve değişik boyutlar getirmeyi başaran
tek yazar olmuştur. Onun ortaya koyduğu anlatım teknikleri daha sonraki yıllarda
ün kazanan Saltıkov Şçedrin ve genç Anton Çehov tarafından benimsenmiştir.
Ancak Gogol'ün, hiciv alanında gösterdiği dehanın bir benzeri daha yoktur.
Yazımızda, N.V. Gogol'ün sanatsal
özelliklerinin önemli yönü olarak kabul ettiğimiz hiciv öğesi üzerinde durduk.
Gogol'ün hikâye ve romanlarında, hiciv sanatının odağını insan karakterindeki
ve toplum yapısındaki kusurlar oluşturmaktadır.
Gogol'ün üzerinde durduğu insan
kusurlarından bir tanesi, yiyeceğe düşkünlüktür. Yiyeceği düşkünlük konusunun
ilk örneğini, "Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşam
Toplantıları" adlı eserinde görüyoruz. Hikâyeleri anlatan Arıcı Sarı
Panko, ilk bölümün önsözünde yörenin geleneksel akşam toplantılarında yedikleri
yemeklerden sözetmektedir. Panko, aynı zamanda, karısının yaptığı börek, çörek
cinsi yiyeceklerin ne kadar lezzetli olduğunu anlatır. Hatta okuyucuya hitap
ederek, evine gelirse onu güzel yemeklerle ağırlayacağını belirtmektedir.
İkinci bölümün önsözünde ise, bu toplantılarda bir araya gelenlerin genellikle
yemek üzerine tartıştıklarını ve hatta bunu bir kültür konusu olarak kabul
ettiklerini görüyoruz.
Yemeğe düşkünlüğün, özellikle ele
alındığı ve bir bayağılık örneği şeklinde hicvedildiği tek hikâye ise, "Eski
Zaman Beyleri"dir. Tüm ömürlerini çiftlik sınırları içinde geçiren
Pulheriya İvanovna ile Afanasi İvanoviç'in en büyük zevkleri yemek yemektir.
Evdeki hareketin ve koşuşturmanın tek nedeni, yemektir. Bunun dışında yaşlı
çiftin yaşamı son derece sessiz ve tekdüzedir. Bir günü yedi hatta sekiz öğüne
bölen bu kahramanlarda, yemek yemenin âdeta bir alışkanlık haline geldiğini
görüyoruz. Geceleri uyuyamamaktan yakman Afanasi İvanoviç'le Pulheriya
İvanovna, bunun nedeninin büyük bir olasılıkla fazla yemekten olabileceğini
hiç düşünmemekte ve çareyi yine bir şeyler yemekte aramaktadırlar.
Yemek düşkünlüğünün en üst düzeye ulaştığı
karakter ise "ölü Canlar" romanında karşımıza çıkan Sobakeviç-' tir.
Bir oturuşta, bütün bir koyunun neredeyse tamamını yiyen Sobakeviç bundan
büyük bir zevk almaktadır.
Gogol'ün hikâye ve romanlarında
görülen bir diğer bayağılık konusu ise, insanların şıklığa ve giyme düşkünlükleridir.
Gogol'ün eserlerindeki kahramanlar çoğunlukla giyimi ya da şık olmayı
saygınlığın bir ölçütü olarak görmektedirler. Bunun örneklerinden bir tanesi,
yine Arıcı Sarı Panko'nun ilk önsözünde verilmektedir. Akşam toplantılarına
katılan kişilerden sözederken Panko köyün zangocu Foma Grigoryeviç'i tanıtır.
Ancak Panko bize, köy zangocunun davranışlarını, karakterini ya da inançlarını
anlatmak yerine sadece onun evdeyken ya da bir yere giderken nasıl
giyindiğini tarif eder. Kısacası karşımızda, köy zangocunun kişiliği yerine,
giyimiyle ün yapmış bir kişi durmaktadır. Panko'nun da ona saygı duymasının
nedeni, onların bulunduğu çevrenin ölçülerine göre, köy zangocunun iyi giyinmesidir.
Aynı eserde yer alan "Noel Arifesi" adlı hikâyede ise, Panko
olaylardan daha önemli bulduğu giyim konusundan yine söz etmeye başlar. Köyde
kimin ne giydiğini, ne diktirdiğini uzun uzun anlatan Panko bu haliyle Gogol'ün
tasvir ettiği Ukrayna yöresi halkının dedikoduya meraklı, sürekli başkalarının
ne yaptığıyla ilgilenen tipik bir semboldür.
"ölü Canlar" romanının
kahramanı, Çiçikov da giyime son derece düşkündür. Giyimine büyük özen
gösteren Çiçikov için, bu durum ruhsal temizlikle eş anlamdadır.
Giyim konusunun trajik bir
örneğini ise, "Palto" hikâyesinde görüyoruz. Yeni bir giyim eşyasına
sahip olmanın insan ruhu üzerindeki etkisini Gogol, bu hikâyede büyük bir
başarıyla dile getirmiştir. O güne kadar insan içine çıkmayan, arkadaşları
tarafından dışlanan Akaki Akakiyeviç yeni paltosunu giydiğinde toplum için
girmeyi başarmış hatta kendine olan güveni yerine gelmiştir. Arkadaşları ise
yıllarca hiç yapmadıkları bir şeyi yaparak, Akaki Akakiyeviç'in yeni paltosu
şerefine davet düzenler. Bu hikâyede, ancak yeni bir palto sayesinde kendine
güven duymaya başlayan Akaki Akakiyeviç ve giyme önem veren toplum
hicvedilmektedir.
Gogol'ün kahramanları arasında,
gösterişe düşkün olanlar da vardır. Gösterişe düşkün insanların hicvedildiği en
güzel hikâye "Araba"dır. Eserde iki tane gösteriş meraklısı kahraman
vardır ve ikisi de bu konuda son derece ustadırlar. General güzel atıyla
gösteriş yaparken
Çertokutski de ata karşılık
Venedik işi arabasını ileri sürmektedir. Ancak Çertokutski'nin gösteriş
merakını, abartma huyunun tamamladığını belirtmek gerekir.
Gogol'ün hikâyelerinde işlediği,
en büyük bayağılık konularından bir başkası da kahramanların yüksek rütbenin
hâkimiyetine duydukları inanç ve yüksek rütbe elde etmek tutkusudur. Gogol bu
konuyu en ayrıntılı bir biçimde iki hikâyesinde incelemiştir. Bu hikâyelerden
bir tanesi "Burun", diğeri ise "Bir Delinin Notları"dır.
"Burun" hikâyesinde,
Gogol'ün konuya yaklaşımı tamamen hicivsel bir anlayışla doludur. Hikâyenin
kahramanı rütbesini gururu yerine koymuştur. Kişiliğine hakaret edilince buna
hiç sesini çıkarmayan Kovalev, rütbesine en ufak bir söz söylendiğinde büyük
bir öfkeye kapılmaktadır. Onun için rütbe her şeyden daha önemlidir. Kahramanın
bu tutkusu öyle bir düzeye ulaşmıştır ki burnunun yerinden ayrılarak, etrafta
üçüncü dereceden bir memur kılığında dolaşırken bulur. Kovalev burnunu,
yakaladığı zaman "herkesin yerini bilmesi gerek bayım" derken,
gerçekte, üçüncü dereceden memur rütbesi almanın kendi hakkı olduğunu belirtmektedir.
Gogol "Burun" hikâyesinde, yüksek rütbeyi sadece gösteriş yapmak ve
rahat bir yaşam sürmek amacıyla isteyen kişileri hicvetmiştir.
"Bir Delinin Notları"nda
rütbe tutkusu, daha trajik bir açıdan ele alınmıştır. Hikâyenin kahkamanı
Poprişçin, küçük rütbeli bir memur olduğu için dairedeki herkesin özellikle
de bölüm şefinin ezdiği bir kişidir. Kimsenin ona saygı duymadığından
yakınmaktadır. Poprişçin, yüksek rütbeyi sadece kişiliğine saygı duyulması
için istemektedir. Yüksek rütbeyle yaptığı savaşta, en büyük düşmanı onu her
an hor gören bölüm şefidir. Poprişçin, bölüm şefine duyduğu öfkeyi dile
getirirken sözlerinin uyandırdığı etki hem güldürücü hem de acıklıdır.
Gogol, özellikle bu ikinci
hikâyesinde kahramanıyla birlikte, onun aklını yitirmesine neden olan ve
yüksek rütbenin hâkimiyetine inandıran toplum koşullarını hicvetmiştir.
Gogol'ün hicvinin odak
noktalarından birini de rüşvetçiliğin oluşturduğunu görüyoruz. Memurların
rüşvet almalarıyla ilgili hicvin en belirgin, ilk örneği "İvan İvanoviç'le
İvan Nikiforoviç" adlı hikâyede verilmektedir. Birebirine küsen iki
arkadaşın başından geçenleri anlatırken hikâyeyi aktaran kişi kasaba
mahkemesinin binasından da söz eder. Burada görevli memurların rüşvet
aldıklarına dair ilk belirti binanın sahanlığında "ricacıların
unuttukları" yiyecek cinsi şeylerdir.
Gogol, rüşvetçilik sorununa en ayrıntılı biçimiyle "ölü Canlar"
romanında yer vermiştir. Romanın kahramanı Çiçikov'un geçmişini anlatırken
yazar, onun memurluk yaptığı yıllara da değinir. Bu bölümde yazar, Çiçikov'un
memurluk görevindeyken ricacılardan nasıl rüşvet alındığını alaylı bir dille
ortaya koymuştur. Ayrıca Çiçikov'un toprak sahiplerinden ölü mujikler satın
alma işini yasallaştırmak için gittiği, adliyede çalışan görevli memurların
hiç çekinmeden rüşvet aldıklarını ve rüşvet verenlerin de bunu soğukkanlı bir
tavırla karşıladıklarını görüyoruz.
Gogol, bürokrasi ve rüşvetle
ilgili hicivlerinde toplum düzeninin aksayan yönlerinden birini ortaya
koymuştur.
Gogol eserlerinde gördüğümüz kimi
zaman acımasızlaşan, kimi zaman ise yumuşak bir alay havası taşıyan hiciv
sanatıyla Rus edebiyat tarihinde, üzerinde en çok tartışılan sanatçılardan
biri olmuştur. Çağdaşlarından bir kısmı, Gogol'ü insanları ve toplumu alaya
almakla, kusurlu tipler yaratmakla suçlamışlardır. 19.yy'ın en ünlü Rus
eleştirmeni Belinski ve çevresindekiler ise genç yazarı büyük şehirlerdeki
yaşantının ve düzenin ezdiği "küçük adam"m edebiyattaki temsilcisi,
toplumsal kurallardaki ve devlet mekanizmasındaki çarpıklıkların amansız
tasvircisi kabul etmekteydiler. Aynı zamanda, Rus toplum yaşamının böyle bir
cesaretle eleştirilip alaya alınmasının olumlu bir gelişim olduğu inancıyla,
Gogol'ün eserlerini toplumsal açıdan değerlendirmeyi uygun görmüşlerdir.
Gerçekten de, Gogol'ün hikâye ve
romanlarına bakılınca tasviri yapılan bayağı insan tipleri, toplum düzenindeki
çarpıklık ya da eksikliklerin sonucu olarak görülebilir. Bürokratik düzendeki
aksaklıklar, önemli düzeylerde görevli kişilerin ahlâksal düşüklükleri,
kayıtsızlıkları, büyük şehirlerin acımasız kurallarının "küçük
adamı" ne hale getirdiği Gogol'ün sık sık üzerinde durduğu, hicvetmekten
kaçınmadığı konular arasındadır. Bir hiciv yazarı olarak, Gogol'ün içinde
yaşadığı toplumu ve çağını eleştirmesi kaçınılmaz bir durumdur.
Ancak, Gogol'ün eserlerinde ortaya
koyduğu tek hedefi, toplumsal çarpıklıkları göstermek değildir. Hikâye ve
romanlarındaki en önemli bir başka hedef de insanın kendisidir. Gogol, tüm
eserlerinde insanı insana tanıtmakta zayıflık, kusur ve bayağılıklarıyla
insanı gözler önüne sermektedir. Yazarın, insan doğasında bulunan kusurlara göz
yumamadığını "ölü Canlar" için yazdığı mektuplarından anlıyoruz. O
bu kusurları "duygusal bir hakaret getiren, öldürücü düşmanlar"
olarak nitelendirirken, "onları nefretle, alayla ve elime geçen her türlü
silâhla izliyorum" demektedir, Gogol, biraz abartarak biraz da
gülünçleştirerek başkalarının fark etmediği bayağılık ve kusurları insanlara
göstermeyi, sanatının amacı olarak kabul etmiştir. Çünkü Gogol, her şeye rağmen
insanın üstün gücüne ve insan doğasına derin bir inanç duymaktadır,
"Hayır, insan duygusuz bir varlık değil, eğer ona sorunu olduğu gibi
gösterirsen harekete geçecektir, üstelik eskisinden daha çok hareketlenecektir.
Çünkü doğa onu esnek yaratmıştır...." derken insanı harekete geçirecek
etkenin kendi eserlerinde var olduğunu kastetmekte ve böylece sanatının amacını
vurgulamaktadır.
Gogol'ün eserlerinde hicvettiği
insan kusurları, sadece kendi içinde yaşadığı çağın ya da toplumun kusurları
değildir. Bu kusurlar her çağda ve insan yaşamının her evresinde görülebilecek
türdendir.
BİBLİYOGRAFYA
1.
Gogol V russkoy kritike. Sbornik statyeyy Gosudarstvennoe
izdatelstvo Hudojestvennoy Literaturı, Moskova 1953.
2.
Gogol v skole. Sbornik statyey pod redaktsiyey
deystvitelnogo çlena APN RSPSR Prof. V.V.Golubkova i kandidata filologiçeskih
nauk A.N. Dubovnika. tzdatelstvo Akademi! Pedagogiçeskih Nauk RSFR, Moskva
1954.
3.
GİPPİUS, V., Gogol. İzdatelstvo "Misi",
Leningrad' 1924. Reprinted by Brown University Press Providence, Rhode Island.
4.
SLONİMSKİ, A.L., Tehnika komiçeskogo и Gogolia. Intro— duction by Donald Fanger,
Brown University Slavic Reprint II 1969.
5.
EYHENBAUM, В., o proze. Sbornik statyeyy İzdatelstvo
"Hudojestvennaya Literatura" Leningradskoe otdelenie, Leningrad 1969.
6.
ÇERNİŞEVSKİ, N.G., Oçerki gogolevskogo perioda
russkay literaturı.
Gosudarstvennoe İzdatelstvo Hudojestvenoy Literaturı, Moskva 1953.
7.
Bolşaya Sovetskaya
Entsiklopediya. Vavilov, S.l. Gosudarstvennoye
İzdatelstvo "Hudojestvennaya Literatura", Moskva 1949.
Kaynak:
Zeynep GÜNAL, N.V.Gogol'ün Hikaye Ve Romanlarında Hiciv Sanatı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi Batı Dilleri Ve Edebiyatları Bölümü (Slav Dilleri Ve Edebiyatları Anabilim Dalı) Ankara, 1988
Zeynep GÜNAL, N.V.Gogol'ün Hikaye Ve Romanlarında Hiciv Sanatı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi Batı Dilleri Ve Edebiyatları Bölümü (Slav Dilleri Ve Edebiyatları Anabilim Dalı) Ankara, 1988
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar