Okumalı
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellemin soyundan gelen sâdât’tan olan hanımlara da Iğdır gibi Anadolu’nun bazı
bölgelerinde ve Azerbaycan’da “Begüm ” denilmektedir. Sh: 6
Kaynak: Ahmet Rıf’at, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm
ve Nakibuleşrâflar, DEVHATÜ’N-NUKABÂ, Hazırlayanlar: Doç. Dr. Hasan YÜKSEL M.
Fatih KOKSAL, Sivas 1998
Zaman zaman
terkedilmiş olsa da Abbasîler’den itibaren seyyid ve şerifleri, toplumun diğer
bireylerinden ayıran belirgin özellik, giyinmiş oldukları elbisenin veya
takınmış oldukları sarığın renginin çoğunlukla yeşil olmasıdır. [Mekke-i Mükerreme Emirleri, s.6.]Buna mukabil
Abbasîler’in rengi siyahtır. Bundan dolayı edebî metinlerde siyahı ifade etmek
için Abbasîler’in bayraklarının siyah renkli oluşundan telmihen “Abbasî alem” ve sarıklarının siyah olmasından da “Abbasî
imâme” deyimleri üretilmiştir. Fakat Anadolu’da
Hz. Hasan aleyhisselâm soyundan gelenlerin kırmızı rengi kendilerine ‘alamet
olarak aldıkları, yukarıdaki Saltuknâme’den yapılan alıntıdan anlaşılmaktadır.[
Saltuknâme’de..., s.126.]Anadolu’da Hz. Ali
kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhe nisbeten kendilerine Alevî denilen
kitleye “Kızılbaş” denilmesinin nedeni bu tarihi zeminde aranabilir.Osmanlılarda
Mekke emiri, şerife gönderilen nâmelerin,
keselerin, hil’atlerin ve havranîlerin yeşil renkli olduğu ve hatta,
yeşil renkte olmasına itina edildiği anlaşılmaktadır. [Mekke-i Mükerreme
Emirleri, s.6, dipnot: 2.]
Kaynak: Ahmet Rıf’at, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm
ve Nakibuleşrâflar, DEVHATÜ’N-NUKABÂ, Hazırlayanlar: Doç. Dr. Hasan YÜKSEL M.
Fatih KOKSAL, Sivas 1998
Bulundukları toplumda kabul gören sâdâta birçok keramet ve olağan
üstünlükler de atfedilir.
veya
gibi sözler de seyyidlere isnad
edilen özellikler arasındadır. Kendilerine duyulan ihtiram ile sâdâtın
toplumsal barışta önemli rol oynadığı bilinmektedir. Örneğin, eskiden Güneydoğu
Anadolu’da aşiretler arasındaki çatışmalar esnasında sâdât-ı kiram ellerindeki
sancaklarını açıp çatışan taraflar arasına girip onları uzlaştırıyor,
karşılığında da belli bir meta veya para alıyorlardı. Hatta 1960'lara kadar
Urfa, Mardin, Batman, Siirt ve Hakkari gibi illerde sâdât-ı kirâmın bu işlevi
sürmekte idi.. sh:9
Ebussuud Efendi’den bir hayli sonra şeyhülislâmlık yapan Ali Efendi,
“Sâdâttan olan Zeyd-i fakire zekât vermek câiz olur mu?” sorusuna, “Olmaz.”
cevabını vermekte ve Hz. Ali’nin soyundan gelen hiçbir Haşimî’ye de zekât
düşmeyeceğini ilave etmektedir. Sh: 10
Kaynak: Ahmet Rıf’at, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm
ve Nakibuleşrâflar, DEVHATÜ’N-NUKABÂ, Hazırlayanlar: Doç. Dr. Hasan YÜKSEL M.
Fatih KOKSAL, Sivas 1998
“Sevenler bilinmiyor,
“Sevmeyenler bahtıyâr!”
Ömer Seyfeddin
Bahçedeki gölgeleri hep
koğdu.
Karanlıklar sönerken
Mâvi, billur ve parlak
Bir aydınlık içinden
Meleklerden daha ak
Genç periler kaçtılar
Sanki yerden semâya...
Nurdan kanat açtılar
Yeni doğan bu aya...
Bir ilkbahar
gecesiydi... Bülbül’ün
Son demiydi, hem
Bülbül’ün, hem Gül’ün.
Ötmüştü o yüz gece,
Ağlamıştı durmadan,
Gözyaşları bitince
Kalbi durdu vurmadan.
Gül her sabah açardı;
Âşıkına acımaz,
Serçe Bey’e saçardı
Kokusunu yaramaz....
Bir ilkbahar
gecesiydi... Tak dedi
Bülbül’cüğün canına aşk
hasreti.
Başı döndü! Ötmekten
Kısılmıştı nefesi .
“O vefasız tünekten
“Gel, in!” diyen bir sesi
Duydu. Hemen atladı
Sevdiğinin yanına.
Gül kendini sakladı,
Girdi onun kanına..
Bir ilkbahar
gecesiydi... Bülbül’cük,
Rûhu gayet büyük olan bu
küçük
Âşık yine Gül’ünü
Görmeyince istedi
Ateşinin külünü
Dökmek ve bir “Ebedî
Hicran” denen ölüme
Kavuşarak kurtulmak...
“Dünyâ kalsın Gül’üme!”
Dedi, sükûn bularak.
Bir ilkbahar gecesiydi.
.. Ararken
Gördü Bülbül, Gül
yerinde bir diken.
Gitti kondu üstüne,
Yüreğini sapladı;
Battı diken ödüne.
Sıcak kanı kapladı
Yapraklara saklanmış
Hain Gül’ü ansızın;
Benzetti çok utanmış
Yanağına bir kızın....
Bir ilkbahar
gecesiydi... Gül soldu.
Onu tâli’ denen bir sert
el yoldu.
Sabahleyin yerdeki
Yaprak yaprak na'şına
Konan çapkın ve zekî
Serçe uçtu başına,
Ölen sâdık Bülbül’ün
Sevmek onca bir sırdı;
Âşıkına bu Gül’ün
Baktı, baktı, şaşırdı!
Yeni Mecmû'a, c. I., nu. 3, 26 Temmuz, 1917.
Kaynak: ÖMER
SEYFEDDIN’IN ŞİİRLERİ,Araştıran ve Hazırlayan: FEVZÎYE ABDULLAH TANSEL, 1972,
ANKARA
Aşağıdaki görüşler “Kim
kapıyı çalar ve ısrar ederse içeri girer” mazmununa muhalif olduğu
düşünülebilir. İsmâil Hakkı Bursevî kuddise sırruhu'l-âlî bunu şöyle açıklar.
Burada dört i‘tibâr vardır.
• Birincisi taleb ve matlûbdur ki, isteyen
istediğini elde eder.
• İkincisi, taleb ve lâ-matlûbdur ki, taleb
eden istediğini elde edemez. Nitekim Peygamberler (aleyhimüsselâm) bazı şeyler
istediler, ancak herbirinde mücâb olmadılar. Zirâ hikmete muhalif idi.
• Üçüncüsü, lâ-taleb ve matlûbdur. Bunda
bilâ-taleb maksada ulaşılır.
Meczûbların hali
böyledir.
• Dördüncüsü lâ-taleb ve matlûbdur ki,
insanların çoğu bu taifedendir. Zirâ sebebleri yerine getirmediklerinden dolayı
muradları hasıl olmaz. Vesîletü’l-Merâm, vr. 47a
İşte buradan anlaşıldıki
her duâ edip talepte bulunanın duâsına icâbet edilmez. Belki ekserîdir (çoğunluk),
ancak küllî değildir. Mesalâ bir kişi Hakk’tan nübüvvet taleb etse, ancak ol
mânâya uygun bir durumda olmasa, emr-i âdî üzere vücûdu hâricte muhaldir.
Mümkindir demek yetmez, çünkü her mümkin olan nesnenin hâriçte meydana gelmesi
gerekmez. Vesîletü’l-Merâm, vr. 47b
Kaynak: İsmail Hakkı
Bursevi, Vesîletü’l-Merâm
Ve ârif-i mezkûrun
vücûdu kalîl olmakla vicdâna dek, seyyâh olmak lâzım geldi. Pes seyyâh olmak
Hakk’ıtaleb için değildir. Zîrâ Hak dâimâ seninle biledir.
Ve sefer ve ikāmet bu
hususta birdir. Belki Hakk’ıbulanıbulmak içindir. Zîrâ vâcid-i Hak bulunmadıkça
mevcûd-i hakîkî bulunmaz. Onun için bir üstâd şâkirdine dedi ki;
Var imdi bir bilire
mukārin ol, tâ ki gördüğün zâtısana ta‘rîf ede ve rü’yetin sahîh olduğu zuhûra
gele. Pes padişâhı tebdîl-i câmede gören kimse padişâh idüğünü bilmeyicek;
padişâhıgörmüş/5/ olmaz.
Ve buradandır ki
bilkuvve ile bilfiil berâber değildir. Zîrâ kuvvede zuhûr yoktur. Nitekim
bilfiil ile bilfiil dahi müsâvî olmaz. Zîrâ bilfiil pâdişâhı mutâlaa eden
kimse, o idiğün bilmeyicek, bilfiil görmüş olmaz. Belki ol ru’yet ona bilkuvve
gibi olur.
Nitekim a‘mânın dâire-i
başarı küşâde olsa dahi hatkesi görmeyicek, yine a‘mâdır.
Bu sebebten mahal
kifâyet etmedi. Belki mahalde nûr olmak dahi lâzım geldi. Ve bundan fehm olundu
ki, insân-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl müridin basîretine kehle’l-cevâhir gibi
sürme-i tevhîd çeker. Ve kesrette vahdeti ona mutâlaa ettirir.
Kaynak: İsmail Hakkı
Bursevi, Vesîletü’l-Merâm
İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhu'l-âlî -Kitab-ı Netice
Ve bu takrîrâttan velâyet ve merâtib-i velâyet ve maânî-i
redd ve kabûl ve emsâli ma‘lûm oldu. Zîrâ, ba'zı küsurlar ki bir şeyhden bir
şeyhe intikâl ederler. Eğer kasırdan kâmile ve kâmilden ekmele intikâl ise
mahall-i kabûldedir ve eğer kâmilden nâkısa ise mâhall-i reddedir. Zîrâ, eğer
kâmil onu redd ettiyse nâkisın kabûlüne i'tibâr yoktur. Şol cihetten ki kâmilin
merdûdu kâmil-i âharın dahî merdûdu olıcak nâkıs onu ne veçhile islâh eder ki
nakıs dahî bir kâmil elinden terbiye ve ıslâha muhtâcdır. İşte bu nâkıs taıîk-ı
kâmilde olan nâkısdır ki tarîki netîcesi kemâldir, ve illâ bi-lâ-tarîk olan
nâkısa aslâ i‘tibâr yoktur ki, o makuleler nikâh-ı sahîhden gelmemişlerdir.
Ve bundan malûmoldu ki, usûl-i şeriatı olmayanın usûl-i
hakikati dahî olmaz. Zîrâ, miyânında
vesile vâki* olan tarîkat fâsiddir. Pes, netîce-i hakikate vusûle tarîkat
lâzımdır ve tarîkat dahi şeriat üzerine mebnîdir. El-hâsıl ahkâm olmayan yerde
hikem olmaz. Nitekim süt olmayıcak yağ bulunmaz.
Ve bu a‘sârin hâli ziyâde tenezzüldedir ki, lisân ve kaleme gelmez.. Zîrâ, bir hatab pâyesinde kimseyi istihlâf ederler ki ilm-i
hâlden bihaberdir, maa-hâzâ hatab değil belki şecere-i semere-i cebeliyye
pâyesinde olsa bile hayr etmez. Şol sebebden ki, telkîha muhtâcdır, tâ ki
şecere-i semere-i sehliyye ola ve herkes onun meyvesinden lezzet ala. îşte
hilâfet bu şecere-i mülakkahanın sırrıdır. Pes, şol yerde ki aslından sırr
telkîh olmaya, ol meyvede lezzet olmadığı gibi yaban ağacı hükmünde olan
kimsenin dahî ne hâl ve hilâfeti ola. / El-hâsıl, şol ki gerçek halîfedir,
şecere-i meyve-i lezîze gibi mükrem ve merğübdur, ve şol ki yalandan halîfedir,
yaban ağacı gibi mühân ve menfûrdur.
Kaynak: İsmail Hakkı Bursevî, Kitab-ı Netice, hzl: Ali
Namlı- İmdat Yavaş, sh: 436 Cilt 1,
Sh:219
Ve şol ki Şeyh
Bedreddîn'in Vâridât nâm kitâbında gelir:
(Dersle meşgül
olduğun müddetçe Hakk'ı idrâkten uzaklaşırsın.]
Bu söz ilm-i
hâlden ziyâdesine göredir, lâ-siyyemâ [özellikle] esnâ-i sülükte her yüzden
terk-i şuğul [meşguliyet-işler] lâzımdır. Hattâ demişlerdir ki:
[İlâhı keşf,
ancak Allah Subhanehû'ya tam teveccüh ve iftikâr ile ve kalbi bütün kevnî
alâkalardan, şeklî ilim ve kurallardan boşaltmak ve arıtmakla meydana gelir.)
İmdi, levh-i
dilden nakş-ı gayr mutlakan silinmedikçe nakş-ı İlâhî sabit olmaz. Ve “Ârif-i
billâha okumak ve yazmak lâzım değildir" dedikleri esnâ-i sülûke ve
emr-i zâyide göredir. Ve şunlar ki müntehilerdir.
evâhir[de] kitâbet ile mübtelâ olur ve kitabet onlara hicâb olmaz. Zîrâ.
mukaddem hicâbı hark etmişlerdir ve hayr-ı müteaddî ehli olup menâfı‘-i süllâk
için yazarlar, velâkin zamânlarında halkı sırlarından âgâh (459) etmezler, belki
şerlerinden havf ederler. Zîrâ, ahâlî-i zamâne insâna kıyarlar, her kim
olursa olsun. Zîrâ, enbiyâya taarruz olunduğu sûrette şâirler
bi-tarîkı'l-evlâdır. Pes, netîce ilm-i hakikat ehlinin gayrıdan setr etmektir
ki râhat ve nccât ve sırr-ı emânet ondadır. Ve demişlerdir ki: herkes hâmil-i emânet olmaz, belki
kâmilü'd-diyâne olan hâmil olur. Pes, ifşâ-i râz edenin diyâneti nâkısdır ve
kendi hâindir ve bu makule terk-i muhâfaza-i emânet eşrâtu’s-sâatten ma'dûddur.
Kaynak: İsmail Hakkı Bursevî, hzl: Ali Namlı- İmdat Yavaş,
Kitab-ı Netice, cilt:II, Sh: 403
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar