“OLMAK CESARETİ” ADLI ESERDEN
ERGENLİK SORUNLARI: KURMACA MI,
GERÇEK Mİ?
İnsanların yetişkinliğe adım attıkları bir
hayat dönemeci olarak tarif edilen ergenlik dönemi, bedensel bazı
değişikliklerin yanısıra ruhsal karmaşayla da tanımlanmaktadır. Bu dönemde kişi cinsel açıdan
olgunlaşır ve toplum içinde sorumluluk almaya başlar. Ergenlik dönemi üzerine
çok farklı kuramlar, farklı kavramlaştırmalar vardır ancak biz bu yazıda
ergenlik döneminin kültürel bir okumasını yapmaya çalışacağız.
Ergenlik dönemi Batı patentli bir
kavram mıdır yoksa evrensel bir toplumsal kategori midir?
Ergenlik bütün toplumlarda ruhsal
karmaşa ve stres ile giden bir dönem midir?
Ergenliğin sorunlu bir dönem
olarak tanımlanmasının ardında ne gibi tarihsel nedenler vardır? Okuyacağınız yazıda bu sorulara
cevap aramaya çalışacağız.
Halihazırda Batılı ergenlik fikri
çatışmalar ve sıkıntılarla giden bir yaşam dönemini imlemektedir. Tarihçiler
bu tür bir düşünme tarzının 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında ortaya
çıktığını kaydetmektedirler. Daha önceleri Avrupa'da kendilik (self) fikri,
üzerinde durulan bir sorun değildi. İçe bakış ve insanın içsel mücadeleler
yaşaması, kişinin kendine ait bir farkındalığa ulaşması için zaruri
addedilmiyordu. Kişinin kendiliğini sağlayan şey daha ziyade toplum ve iş
hayatında tuttuğu yer ile ilgiliydi. Kendiliğin dış ortamdan soyulması ve onun
mahrem ve içsel bir uzayla temsil edilmesi fikri, modern zamanlara denk
düşmektedir. Bu değişiklikle birlikte toplumsal dünyanın
kavramsallaştırılmasındaki birlik fikri de bir kırılmaya uğramış oldu. İnsanlar
artık kendilerini varlığı oluşturan büyük halkanın bir parçası olarak görmekten
çok münferit varlıklar olarak göreceklerdir. Batıda ailenin çözülmesinin
yanısıra bağımsız iş imkânlarının da çoğalması, bu tekilleşmeyi pekiştirecek ve
insanın kendiliğine ilişkin tanımları değiştirecektir. İşte bu dönemde,
psikolojik açıdan ayırt edici vasıfları haiz olmayan ergenlik yeni bir tanıma
kavuşacak ve yetişkinlerin üzerine titremelerinin gerektiği kararsızlık, içe dönüklük,
incinebilirlik vb. özelliklerle giden sorunlu bir yaşam safhası olarak yeniden
tanımlanacaktır. Viktoryen dönem öncesinde sosyo-ekonomik olarak
ebeveynlerine bağımlı olan ergenin az fakat belirlenmiş sorumlulukları vardı.
Bir eş veya iş seçemezlerdi, geçimlerini remin edecek bir işte çalışsalar bile
parayı kendileri kontrol edemezlerdi ve yetişkin rollerine anne babalan
tarafından hazırlanırlardı. 20. yüzyılla birlikte ergen kişilerin okul
hayatı dışında pek az bir sorumlulukları oldu, aileleriyle birlikte yaşasalar
ve ekonomik açıdan onlara bağımlı olsalar bile eş ve iş seçiminde görece bağımsız
bir konuma geldiler. Bütün bunlarla birlikte aile ekonomik olarak kendine
yeter bir birim olmaktan çıktı, çocuk ve ergenler para kazanıp bağımsız yaşam
sürebilecek bireyler olarak görülmeye başlandı, toplumsal yaşamın yerini büyük
ölçüde aile yaşantısı aldı. Geçmiş yüzyılların aksine kişinin evden ayrılma
yaşı okul vb. nedenlerle büyüdü.
Toplumdaki ideolojik uzlaşmanın
kaybı ve giderek artan sekülarizasyon, ergenlerin elinden, bu yeni gelişmelerle
ortaya çık m sorunları alt etmekte kullanabilecekleri geleneksel dini ve manevi
sembolleri aldı. Kriz ve çatışmaları çözmekte o güne kadar işe yarayan bu semboller
yerlerini kapitalist dünyanın istek ve beklentilerine bıraktılar. Batı toplumunda 19. yüzyıl
sonundan itibaren başlayan sanayileşme, şehirleşme ve nüfus büyümesi; ergenlik
ile patolojinin yan yana gelmesine de sebep oldu. Sanayileşmiş kapitalist
toplumun gerekleri, çocuk ve ergenleri yetişkin rollerine hazırlamak için daha
uzun sürelerde okullarda tutmaktaydı. Zorunlu eğitimin yaygınlaşmasıyla birlikte
okul dönemleri uzadı. Böylece çocuk ve gençlerin hem aile ortamından hem de
iş yaşantısından yalıtıldıktan ayrı bir yaşam dönemi ortaya çıkmış oldu, İşte
bu yeni dönem de farklı bakış açıları, beklentileri, çatışmaları olan ve
topluma uyum sağlamakta zorluk çeken bir grup yarattı.
Bu grubu kapitalist dönüşüm
ortaya çıkarmıştı ve onun pazar değerini fark edenler de yine kapitalistler
oldu. Bu yaş dönemindeki insanlar eğlence pazarının tüketicileri yapılarak yönlendirildiler.
Ergenler böylece kapitalist dönüşümün hem ürünü hem de kurbanı oldular. Geleneksel
yapının çözülmeye uğraması onları sorunlarla baş edecek imkânlardan mahrum bıraktığı
gibi üzerlerine “psikolojik açıdan sorunlu” ibaresini iliştirdi.
Ünlü antropolog Margaret Mead'in çalışmaları Samoa
yerlilerinde yetişkinliğe geçiş dönemi anlamında bir ergenlik döneminin
olduğunu ancak bunun Batı'daki gibi sorunlu ve sıkıntılı bir dönem olmadığını
göstermektedir. Üstelik
Samoa ahalisi için ergenlik dönemi yaşamın en keyifli dönemlerinden biridir: bu
dönemde yetişkinlere mahsus sorumluluklar henüz üstlenilmemiştir ve ergen, yaşamdan
tad almakta alabildiğine özgürdür.
Aslında modernlik öncesi
Avrupa'da da ergen sorunlu bir birey değildir. Erkekler için çıraklık eğitimi,
kızlar için ev ve el işleri onları yetişkin rollerine hazırlamaktadır. Toplum
genç insanları okullarla kendi bünyesinden uzaklaştırmamaktadır, böylece
ergenler toplum içinde yeni deneyimler edinerek yetişkin yaşamına
hazırlanabilmektedirler. Çıraklık, kalfalık gibi gayrı resmi eğitimler ergen
kişinin yetişkin kültürüne katılmasını kolaylaştırıcı işlevleriyle dikkat
çekmektedirler.
Söylediklerimizi derleyip
toparlarsak:
Sanayi kapitalizmiyle gelen
toplumsal dönüşüm, çocukluktan yetişkinliğe doğru yumuşak geçişin önünü
kesmiştir. Aile toplumsal rehberlik alanında ve çocukların ruh dünyalarının
şekillenmesinde giderek daha az belirleyici olmuş ve görevlerini kısmen
okullara devretmiştir. Okulların oluşturulması ve eğitim standartlarının
belirlenmesi, toplumsal açıdan ve zeka açısından daha avantajsız konumda
bulunan ergenlerde psikolojik sorunlar doğurmuştur. Okulda rekabet ve müstakbel
işler için girişilen kıyasıya yarışma neredeyse tüm ergenlerde sıkıntı
yaratmaktadır. Bağımsızlık, otonomi ve bireysel başarıya vurgu yapan bir ethos
oluşturulmuştur. Kapitalizm kültürü genç insanların bedenlerinden toplumsal
amaç ve kişisel kimliklerine dek pek çok şeye biçim vermektedir. Bireycilik,
sanayi öncesi toplumlarının topluma dönük, cemaat temelli kişilik yapısının
yerini almıştır. Nesnelerin anlamı albenileri ve para değerleriyle ölçülmeye
başlanmış, tamahkârlık yüceltilmiştir. İnsan bedeni albenisi ve görüntüsü
değiştirilebilir bir meta olarak öne çıkarılmıştır. Beden kişisel kimliğin ve
genç insanın kendisine verdiği değerin bir ölçüsü yapılmıştır.
Aynı zamanda ahlaki buyruk ve
kısıtlamalar aileden ve ait oldukları dini/manevi kökenden koparılmış, daha
fazla kaygan ve daha az bağlayıcı kılınmışlardır. Karmaşık kuralların, birbiriyle
çatışan değerlerin ve iştah açıcı birçok uyaranın varlığında kişinin kendine
yeter ve ahlaklı bir kendilik (self) geliştirmesi elbette zordur ve bu da, genç
insanlarda, davranış ve kimlik konusunda sorunlara yol açmaktadır. Sekülerize
toplumda tabiatüstü varlık alanı tamamen değersizleştirilmiş, manevi
kuvvetlerin gündelik hayata müdahele etmesine geçit verilmemiştir. İşte bu
yüzden, manevi unsurlar, genç insanların davranış ve kişisel kimliğe dönük
çatışma ve sorunlarını aşmasına pek az yardımcı olabilmektedir. Toplumsal
kimlik ise artık açık biçimde tanımlanmış ve edinilmesi kolay bir kimlik
değildir, daha ziyade karmaşık ve çok boyutlu ve elbette edinilmesi hayli
sorunlu bir kimliktir.
Ergenlik döneminin sorunları,
büyük ölçüde, gençlerin onları çevreleyen toplumla bütünleşmekten alıkonulmalarıyla
ilgilidir. Kendi kişiliklerini geliştirebilecekleri doğal ortamlardan koparılan
ve toplum bünyesinden uzaklaştırılan genç insanlar, bir de okul ortamının
rekabetçi ve yarışmayı özendirici yapısıyla karşılaştıklarında sorunlar
katmerlenmektedir. Genç kişi yetişkinliğe doğru evrilirken bir saldırganlık
duygusunu da içinde büyütür, önemli olan genç insana kendini ifade imkânları
tanıyarak bu saldırganlığın olumlu bir mecraya akıtılmasıdır. Oysa okullardaki
rekabetçi yapı bu saldırganlık duygusunu patolojik mecralara yöneltmektedir.
Son dönemde üniversitelerimizde
meydana gelen olaylara bir de bu gözle bakmaya ne dersiniz?
SİMGELERE DAYALI SİYASET
Türkiye'de siyasetin olgular
üzerinden değil de simgeler üzerinden yapıldığına şahitlik ediyoruz. Siyasi
taraflar birbirlerine göre konum alırken muhataplarının yapıp ettiklerini değil,
simgelediği değerleri ölçüt alıyorlar. Siyaset simgeler üzerinden
yapıldığında, tarafları mikyasa vuracak nesnel bir ölçüt eksikliği
hissediliyor. Yani benim hasmım beni ekonomik göstergeler, işsizlik oranı, kalkınma
hızı, enflasyon oranı gibi evrensel standartlara göre değil de, herkesin
dilinde farklı bir içeriğe bürünen elastiki kavramlara dayanarak yargıladığında
ister istemez bir kördövüşüne başlamış oluyoruz. 'Sen laik değilsin!'
diyor ve bunun affedilmez bir günah olduğunu, benim rejimi yıkmak, başka bir
rejim kurmak gibi gizli emellerim olduğunu iddia ediyor. Benim bu suçlamaya
verecek ne gibi bir cevabım olabilir?
Ona kendimi sevdirmem için onun
gibi olmam gerek, onun gibi olsam zaten ona hasım bir siyasi tarafta olmazdım.
O halde?
O halde ben de simgelere
yaslanarak cevap yetiştiriyorum ona, camiye sahip çıkıyorum, bir şehre cami
dikilmesini 'ikinci fetih' olarak adlandırıyorum. O bana 'dinci'
diyor,' ben de ona 'taklitçi'. . . Simgeler siyasetin her yerinde
karşımıza çıkıyor, Ermeni sözcüğü bir uygarlık 'bilinci geliştirememiş, Osmanlı'ya
yeterince dikkatli bakamamış bir zihinde; bir kavim, bir millet ismini
çağrıştıracağı yerde olumsuz anlamlar yükleniyor: arkadan vuran, ihanet eden,
kötü. . . Simgeler bazen ne kadar kaba, ne kadar can acıtıcı, ne kadar yüzsüz
bir siyasete alet ediliyorlar. İstanbul'a cami tartışmasına geri dönelim: Cami
isteyenler diyorlar ki 'burada şu kadar kilise ve havra var, ona karşı bir
de cami olsun'. Tuhaflığa bakın ki ecdad yadigârı kilise ve havralar,
caminin karşısına yerleştiriliyor ve biri diğerinin negatifiymiş gibi takdim
ediliyor. Simgeler burada da yürürlükte. Kilise ve havra benden farklı olanın,
benim dinimden olmayanın ibadet ettiği yerler: Benim gibi olmayan kötüdür.
Kilise ve havra da kötüdür. O halde iyiyi temsil eden benim, 'kötü'ye
karşı bir cami yapmaya hakkım vardır. Camiye karşı çıkanlar için de benzeri
simgeler sözkonusudur:
İnsanların ibadet edeceği bir
camiin yapımına karşı çıkmayı, laikliğin gereği olarak yutturmaya çalışan
hokuspokus siyaseti, olgular etrafında değil yine simgeler etrafında dönmektedir.
Türkiye simgeler üzerinden
siyaset yapma alışkanlığından vazgeçmeli ve ölçülebilir değerleri, siyasi
eleştirinin mihveri haline getirmelidir. O zaman bu ülkede iki ileri bir geri yürümekten
vazgeçip gözlerimizi ufka dikebiliriz. Hayal edebilen kalpler ve zihinler için,
ufuklar nasıl da baştan çıkartıcıdır!
BABA KATİLLİĞİ
Dostoyevski ve Patrisid (baba
katilliği)' başlıklı makaIelesinde Sigmund Freud, Karamazof Kardeşler adlı
şaheserinden yola çıkarak yazar hakkında bir kişilik çözümlemesine girişir.
Yazarın nevrozunun kökünde babasının ölümüyle yaşadığı travmayı gören Freud,
baba Karamazof un öldürülmesinin yazarını hayatıyla örtüştüğü yerlere işaret
eder ve şunları yazar: 'Babasını düşman gibi gören çocukondan nefret ederek
ölümünü arzularken, ona karşı belli bir ölçüye kadar sevgi de duymaktadır. Bu
iki ruhsal davranış, oğulun kendisini babasıyla özdeşleştirmesine yol açar.
Yani oğul babasına hayranlık duymak için onun yerinde olmak ister ama yine bu
yüzden onu ortadan kaldırmak ta ister. Bütün bu gelişme ansızın sağlam bir
engelle yüz yüze gelir. Belirli bir zaman da, çocuk, bir düşman olması
bakımından babasını ortadan kaldırmasının yine onun tarafından kendisine
verilecek bir cezayla yani iğdiş edilme (kastrasyon) cezasıyle sonuçlanacağına
inanır. '
Bendeniz Freud'un hurafelerine
hiç iltifat etmemekle birlikte, psikanalizin baba-oğul münasebetine getirdiği
izahın Türkiye'de devlet-toplum ilişkisine cuk oturduğunu düşünüyorum. Bir
yanda hem nefret edilen, bütün aksiliklerin sorumluluğunu yüklediğimiz, hem de
sevdiğimiz, gözümüzde yücelttiğimiz baba (devlet), öte yanda bir türlü
büyüyemeyen, olgunlaşamayan oğul (toplum). Devleti de tıpkı bir zamanlar babamıza yaptığımız
gibi idealize eder, hatta onunla özdeşleşmek isteriz. Bir yandan da onun
tarafından cezalandırılmaktan, iğdiş edilmekten korkarız. Öyle ya, o çatık
kaşlı, sert bir babadır ve oğullarını cezalandırmakta üstüne yoktur.
Halihazırdaki reisicumhurun 'baba' ismiyle anılıyor olması da şaşırtıcı
değildir: Devleti yarım asırdır adeta temellük etmiş olan bir insandır o ve bu
özelliğiyle devletin numune-i imtisalidir. Biz oğullar bazen birbirimizi
babamıza şikâyet ederiz, derdimiz en sevgili oğul olmak ve böylece sofranın
nimetlerinden ziyadesiyle yararlanmaktır. 'Bazen de 'devlet baba'nın
kendisine öyle bir nefret yöneltiriz ki her işte onu haksız çıkarır, her
aksilikte onun parmağı bulunduğuna kanaat getiririz. İçimizden kimileri baba
katilliğine dahi soyunur. Başka bazıları da babayla öylesine özdeşim
kurarlar ki, bütün edimlerini onun adına yaptıklarını söylerler. Aslında onlar
da çocuktur ama baba gibi davranarak güçlü olduklarını göstermek isterler.
Kimileyin de babaya duyduğumuz öfke bize bir kabahatlilik hissi biçiminde geri
döner. Onu bir taraftan yüceltiyorken bir taraftan da ondan nefret etmek, ona
öfkelenmek tuhafımıza gider. Bu işte kendimizi kabahatli buluruz. Velhasıl
bu bahis uzundur ve söz uzadıkça iğdiş edilme riski artmaktadır. Sevgi-nefret
tahterevallisinde dikkatli yürümeyenler, tepe taklak gitmektedir.
IRKÇILIK VE PSİKİYATRİ
Bazı psikanalistlere göre kendi
kişisel yetersizliklerimiz için bir günah keçisi aradığımızda 'yabancı'yı
icad ederiz. Her toplumun kendi davranış ve inançlarına ilişkin bir kurallar
bütünü vardır. Kendi grubumuzu nasıl tanımladığımız, kimi bu grubun dışında
tuttuğumuz ile yakından ilgilidir. Yabancı bizim grubumuzun ve kurallar
bütünümüzün dışında tuttuğumuz insandır ve farklı olduğu için bizim statükomuzu
tehdit ettiğini düşünürüz. Kendimiz için kabul edilemez bulduğumuz dürtüleri
yabancıya yansıtırız. 'Eğer onlar olmasaydı biz temiz ve saf olacaktık;
onlar şiddet, delilik ve seks ile bizi kirletiyorlar' diye düşünebiliriz. Irkçılık
doktrininin zemininde kültürel etkenler kadar bu psikolojik düzenek de yer
alır. Ancak ırk önyargısı ile ırkçılığı birbirinden ayırmak gerekir. Irk
önyargısı yanlış ve katı bir genellemeye bağlı antipatidir ancak ırkçılık bir
doktrin veya ideolojidir. Dolaysıyla ırkçılığı tanımlayan, bir kişi veya
kurumun dışa vuran davranışıdır, Bu yazıda psikiyatri ve ırkçılık ilişkisini
ele alacağız.
Ruh sağlığının algılanma
biçimiyle kültürel bağlam arasında yakın ilişki vardır. Ancak, bir kültürün
nasıl algılandığı o kültürel yapı içindeki insanları nasıl algıladığımızı da
belirler. Bir kültürü primitif, anormal veya patolojik olarak algılarsak;
kişiyi de öyle algılama ihtimalimiz vardır. J. C. Pritchard'ın(1835) sözleri bu
konuda iyi bir örnektin "Vahşi ülkelerde yani Afrika zencilerinde ve
Amerika yerlilerinde delilik yok denecek kadar azdır." Aubrey Lewis
(1965) o dönem Avrupa'sında Avrupalı olmayanların, Avrupa kültüründen mahrum
bulundukları için zihinsel açıdan yozlaşmış kabul edildiğini belirtir. ABD'de
de benzeri görüşler köleliği meşrulaştırmak için kullanılmışlardır.
Suman Fernando'nun (1991)
bildirdiğine göre Babcock isimli bir ruh hekimi 1895 yılında şöyle yazar: 'Ruhsal
rahatsızlıklar Afrika'da hiç bilinmiyorken özgürleşmeyle birlikte zencilerin
çılgınlık vakalarında artma olmuştur.' Afrika kökenli insanların
'uygarlık'a uyum sağlama yeteneklerinin olmadığını ileri süren bu görüş
psikiyatri suiistimalinin açık bir örneğidir.
Yüzyılın ilk kırk yılında yapılan
kültürlerarası psikiyatri çalışmalarının ortak özelliği batılı olmayan
kültürlerin 'primitif olarak etkilenmesidir. Avrupalı olmayanların ve
kültürlerinin ilkel olarak kabul edilmesi, Batı psikiyatri düşüncesinde uzun
yıllar kabul görmüş ve 'ilkel' insanlar üzerinde yapılan araştırmaların
nesnelliği üzerine kuşku uyandırmıştır. Freud (1913) ünlü eseri Totem ve
Tabu'da Avrupalı nevrotikler ile vahşilerin zihinsel hayatı arasında
paralellikler kurmuş, Devereux (1939) şaman olarak isimlendirilen Batılı
olmayan sağaltıcıların nevrotik ya da psikotik olduklarını ileri sürmüştür.
Bugün evrenselci psikiyatri görüşü (Batılı psikiyatrik kavram, hastalık
modelleri ve tedavi ihtiyaçlarının bütün dünyada geçerli olduğu yolundaki
görüş) gizliden gizliye bir ırkçı bakış açısına (kısmen de olsa) sahip olduğu
için eleştirilmektedir.
Ruhsal hastalığın bir teşhis
olarak belirlenmesi Batı psikiyatrisinin aslî unsurlarından biridir ve teşhis
de, Avrupa'da geçtiğimiz 300 yıl içinde geliştirilen hastalığın tıbbî modeline
dayanır. Bu durum boşlukta oluşmuş, sosyal ortamdan hiç etkilenmeden nesnel bir
süreç sonucu ortaya çıkmış değildir. Ruhsal hastalığın bir 'toplumsal inşa' olduğu
düşüncesi Sovyetler Birliği'nde psikiyatrinin politik amaçlı istismarı ve 1973'te
Amerika Psikiyatri Cemiyeti'nin homoseksüaliteyi bir hastalık olmaktan çıkarmasıyla
belirginleşmiştir.
Her iki durumda da politik güçler
neyin hastalık olduğunu belirlemişlerdir. Yine de ırkçılığın etkisi her zaman
bu kadar göz önünde değildir. Bir toplumdaki politik, sosyal ve ideolojik
baskılar sağduyuyu, klinik kanaati, hastalığın anlaşılabilirliğini etkileyerek
teşhis sürecine bir etkide bulunabilirler. (Ingleby 1982). Böylece 'yabancı'
ve 'daha aşağı' olarak algılanan siyahlar arasında şizofreni daha yaygın
olarak teşhis edilebilir. Bunun gibi 'sorumluluk duygusu gelişmemiş' olarak
kabul edilen Afrikalarda depresyonun da nadir görüldüğünü iddia eden psikiyatrlara
rastlanabilir. (Carothers 1953). Teşhisin yapıldığı bağlamdan kaynaklanan ırkçı
baskılara ek olarak, teşhis süreci, semptomların veya psikopatolojinin
tanınması ve değerlendirilmesi esnasında da bir etkiye maruz kalabilir.
Irkçılığın göçmenler için gerçek bir tehlike oluşturduğunu fark etmemek, öfke
ve korkunun 'paranoya' olarak teşhis edilmesine yol açabilir. Teşhisten
sonra dahi ırkçılık devreye girip hastanın idaresini etkileyebilir. Sabshin (1970)
'batılı olmayan' hastanın ABD'de nasıl algılandığını özetlemiştir: 'Düşmanlık
güden, tedaviye isteksiz, ilkel karakter yapısı olan, dürtülerince güdülen ve
psikolojik zihinli olmayan!' ABD ve İngiltere gibi siyahlara karşı bir
önyargının bulunduğu ülkelerde ilaç dozları yüksek tutulabilir ve bu insanlar
daha fazla tecrit edilebilirler. Almaya'da da benzeri bir durum Türk hastalar
için sözkonusu olabilir.
ABD'de iç savaşa dek siyah
psikiyatri hastaları hapishanede tutuluyorlardı. Sadece beyazlar ve siyahlar ayrılmamıştı
ve beyazlar arasında İrlandalılar da ayrı tutulmaktaydılar. 1948 yılında
Amerikan Psikiyatri Cemiyeti'nin başkanı beyaz ve siyah hastaların bir arada
bulunmasına karşı çıkabiliyordu. Los Angeles'ta beyaz hastaların %11'i, ama
siyah hastaların yalnızca %3'ü klinikte on seferden fazla görülüyorlardı. Siyah
Amerikalılarda psikoz teşhisi hem daha fazla konuyor hem de aynı teşhisi taşıyan
siyahlar, beyazlara göre daha çok hastaneye yaftalıyorlardı. Beyaz
psikiyatrların siyahların psikoterapiden yararlanmayacakları yolunda bir
kanıları vardı.
Siyah hastaların 'ilkel
karakter yapısı' onları psikanaliz için elverişsiz kılıyordu. Güney Afrika'da
da yakın zamana dek psikiyatri hizmeti ırkçı esaslara göre belirlenmekteydi.
1948'de Nasyonalist Parti iktidara geldiğinde siyahlar arasında intihar
yaygınlığı iki katına çıktı. Dünya Sağlık Örgütü'nün bir raporuna göre ırk
ayrımı zamanında Güney Afrika'da siyah psikiyatr yoktu. İngiltere'de de Asya
kökenli hastaların psikiyatrik hastanelere, sıklıkla, zorla yatırıldıkları
bildirilmiştir. Londra'da bir hastane'de yapılan çalışma göçmenlerin psikiyatri
hastanelerine daha çok acil olarak getirildiğini göstermiştir. (Littlewood
1980)
Littlewood ve Lipsedge (1977)
beyaz bir hastayla siyah bir doktorun karşılaşmasının doktor için 'statü
çelişkisi' doğurduğu fikrindedirler. Hasta ve yakınları göçmenler hakkında
hissettikleriyle doktora duyduklarını uzlaştırmak zorunda kalırlar. Yazarlara
göre hasta ve yakınları sıklıkla küçümseyici bir tonda konuşmakta ve siyah bir
doktora görünmekle ikinci sınıf bir hizmet aldıkları düşüncesine kapılmaktadırlar.
Sıklıkla beyaz bir doktora, siyah bir doktorun kendilerini anlayamayacağı
yolunda yakınmayı yeğlemektedirler. Statü çelişkisi bu siyah hasta siyah
doktorla karşılaştığında da görülür: Hasta doktoru gerçekte 'beyaz' olarak
görürken, siyah doktor işçi sınıfından bir hastanın psikoterapiden
yararlanamayacağında beyaz meslektaşlarıyla hemfikirdir. İkisi de bir diğerinde
kendini görmez.
Yüzyılın ikinci yarısında, açık
ırkçı yaklaşımların yerini 'baskıcı merhamet' adlı. Siyahlar ırkçılığın
kurbanı olarak görüldüler: Kölelik ve ayrımcılık 'zenci'nin karakterini
itaatkâr, çocuksu bir yapıya büründürmüştü. Siyah yine aşağıydı ancak beyin
gelişmesinde bir eksiklikten ziyade 'kültürel mahnımiyet'ten muzdaripti.
Standart İngilizce'yi akıcı konuşmaması veya çocuk disiplinin orta sınıf
kalıplarını benimseyememesi yoksunluk olarak görüldü. Sefaletin kültürü, bir
kültür sefaleti oluvermişti.
Siyah insanların açıkça aşağı
olduğunu söylemek geçmiş ırkçılığın bir günahı olarak değerlendirildiğinde;
önyargının kendisi de bir hastalık olarak tanımlandı. AYRIMCILIK PSİKOLOJİK
OLARAK ANORMAL BİR DAVRANIŞTI. IRKÇILIK BİR HEZEYANDI. BİR ZAMANLAR TIP
TARAFINDAN DESTEKLENEN IRKÇILIK ARTIK BAZI PATOLOJİK BEYAZ BİREYLERİN HASTALIĞI
OLARAK AÇIKLANMAKTAYDI. Ancak teorinin açıklamadığı yalnızca bazı
bireyler bu hastalıktan muzdaripse nasıl bir toplumun ırkçı olabildiğiydi.
Irkçı bir toplumda ırkçı anormal bireydir. Bir günah keçisi bulmak, kendimizi
temize çıkarmak anlamına gelir. Irkçı bir toplumda, ırkçılıktan faydalanan
herkes ırkçıdır.
Başkalarını kendi kriterlerimize
göre patolojik olarak görmek kolaydır. Beyaz, bir gelecek zaman duygusu
göstermediği için siyahın 'içgüdüsel' olduğuna inanırsa, siyah da beyazın
yaşantı ve insanlara nesne gibi davrandığı için hasta olduğunu düşünebilir.
Siyahın ve beyazın tarihi bağları hesaba katılmadan her iki değerlendirme de
anlamsız olacaktır. Köleliği uygulamak insanlara nesne gibi davranmaktır, ete
yanda köle olmak, bir geleceği olmamaktır. Başka bir gruba baktığımızda
psikolojik zorlukları kendi normallik ölçütlerimizi eksen alarak yorumlamak
isteriz. Başka topluluklarda normal olan bir yaşantı Batıl, normlar içinde
patolojik sayılabilir.
SONUÇ
Bazı davranış kalıplarını bir
ırka maletmek, bizden farklı olanı patolojik olarak etkilemek psikiyatri
üzerinden ırkçılık yapmaktır. Bir ırkın diğerine üstün olduğu önyargısı
psikiyatri içinde gizli ya da açık bir karşılık bulmamalıdır. Irk konusundaki
duyarlılık insanların dünya görüşleri için de geçerlidir. Hastalığın bir
iletişim kurma arzusu olduğu unutulmamalıdır. Psikiyatrist ırk veya dünya
görüşü konusunda bir önyargıyla görüştüğü kişinin dilini anlatmakta zorluk
çekebilir ve bu yüzden arzu edilen iletişimi gerçekleştiremez. Oysa psikiyatri
hizmetinin temel taşı empatidir: Bir insanı anlamak için, onu bütün kalbimizle
dinlememiz gerekir.
MİLLETİN NADİDE VEKİLLERİ
Epey zaman önce, ülkemizin önde
gelen bir şair ve düşünürü, kendisini ziyarete gelen milletvekillerine, milletvekili
maaşının düşürülmesi yolunda teklif vermelerini tavsiye etmiş. 'Milletvekili
milletinin gerisinde olmalıdır ve ancak milleti refaha kavuştukça kendisi
refaha ermelidir' demiş ziyaretçilere. Milletvekilleri hemen şikâyete
başlamışlar, alınan para zaten masraflarını karşılamıyormuş da, zaten ancak
geçinebiliyorlarmış da, da da da. . . Türkiye'de milletvekili olmak hayli 'havalı'
bir iş. Sık sık ekranlarda boy gösterirsiniz, pek çok ayrıcalıktan
yararlanırsınız, vatandaşın kapısına kapanan kapıları bir rozetle açarsınız, suç
işleseniz de vekilliğiniz boyunca yargılanmazsınız. Kendimize vekil olarak
tayin ettiğimiz insanlar, bu kadar çok imtiyazla donatıldıklarında, ister
istemez bize yabancılaşıyorlar. Bu yabancılaşma da ülkenin hal ve gidişatından
memnun olmayan vatandaşın millet meclisine duyduğu öfkede tebellür ediyor.
Ülkede halkın ortaklaşa benimsediği kötülük sembollerinin başında milletvekilliği
kurumu geliyor. Memleket meselelerinde daimi bir kavga, vekil menfaatlerinde su
geçirmez bir işbirliği halinde görülen mebuslarımız, milletin gözünde itibar
kaybediyorlar. Aslında mebuslar hak ettiklerinin fevkinde eleştiri alıyorlar.
Ama bunu değiştirmek, vekilliğin kerameti kendinden menkul itibarının yerine
halkın itimadından doğan bir itibar yerleştirmek için de neredeyse hiç gayret
gösterilmiyor. Milletin vekili, milletin efendisi değil hadimi olmaya
niyetlenmelidir. Halkı SSK ve devlet hastanelerinin kuyruklarında can
çekişirken özel hastanelerde ayrıcalıklı muamele gören insanlar bu milletin
sıkıntılarıyla nasıl hemhal olacaklar?
Bir vatandaşın canını
diğerininkinden daha değerli kılan nedir?
Bazı insanların 'daha eşit'
oldukları bir düzen oligarşilere has olsa gerektir. Bu mütevazı köşeden bir kampanya
da ben başlatıyorum: Milletin vekilleri milletin imkânlarıyla ancak devlet,
ssk veya üniversite hastanelerine gidebilmelidirler. Sıradan bir memurdan
esirgenen özel hastanede tedavi hakkı milletvekillerinden de geri alınmalıdır.
Milletvekilleri cam kavanozlarda değil halkın içinde yaşamalıdır, onların sıkıntısını
tecrübe ederek ve o sıkıntıyı hafifletmenin kendi sıkıntısını hafifletmek
olduğunu bilerek. (Bugün biraz düzelme oldu, fakat yeterli değil)
Vekillerimize bir de tüyo
verelim, göz muayenesi için sabah beşte sıraya girmeniz gerek, yoksa ertesi
güne kalırsınız, ona göre.
Kaynak:
Kemal
SAYAR, Olmak Cesareti, Denemeler, Değiniler, İZ YAYINCILIK: 223 Düşünce dizisi:
51 İstanbul, 1997
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar