ÖLÜLER YAŞIYOR MU?
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
Bazılarına göre
evet, başkalarına göre hayır. Siz kabul eden ya da inkâr edenlerden misiniz?
Kimse inancından dolayı suçlanamaz. Kötü olan, herkesin duygu, düşünce
özgürlüğüne karışmaktır.
İlkin, biraz
bizdeki romanlardan söz edeceğim.
Sırf aşk,
kıskançlık, hıyanet, cinayet mekiği altında dokunan romanlar bu biteviyelik
içinde sanat ve değişiklik arayanlara sıkıntı vermeğe başladı.
Cazbant,
fokstrot, şampanya ile sinirleri kamçılanan çiftler, bu vahşi musikinin
ısıtmalı figürlerine ayak uydurarak avuç avuca, göğüs göğüse sallanırlarken
taşkın bir cüretin ağızdan kulağa bir alev gibi akıttığı:
— Seviyorum...
Fısıltısı, artık
bu o kadar bayatladı ki maceradan bar bile cazbant çıkartılırsa belki Adem
babamız da Havva anamıza derdini böyle yanmıştır.
Durmadan
romanlarda tazelenen bu tavsamış «ldyle» kahramanları da çoğunlukla sevdaya
kanıksamış, kalpleri nasırlı kimselerdir. Artık sevişmeler tatlı diye haykırmak
istemiyorum. Bunun ne yazıda, ne fiilde önüne geçilemeyeceğini biliyorum.
Birbirine elektriklenmiş iki gönülün arasına yasak koymak kimin haddine ...
Hiç bir moral
tenkidine, tehdidine aldırmayan bu günahkârları biraz da kendi havalarına
bırakalım... Enine boyuna sevişsinler. Bu ölmez motifin didiklene didiklene
artık iler tutar yeri kalmadı.
Şeyda Bey'e
Feride Hanım'ı sevdirip de bahtsız kocanın eline ya bir tabanca ya da yüreğine
tükenmez bir dayanıklılık vermek... Macerada birkaç aktöre daha rol aldırtarak
bir entrika çevirerek. Bu türlü kocalardan bilmem hangisini beğenirsiniz?
Hiyanetl sineye
çekeni mi?
Namusunu kanla
temizleyeni mi?
Kadının
oynaklığına karşı erkeğin bu iki hareketi de âciz, gülünç değil ml? Fakat bu
hazin «dânoument» (çözüm) ın bir üçüncü şekli yoktur. İkisinden herhangisi de
olsa bu komik facieya artık ağlayan, gülen kalmadı.
Bu vadide yorulan
moralist romancıların emekleri boşa gitti. Aynı maceralar eksilmedi, artı. Bu,
öyle eskimez bir satranç oyunu ki kişiler yine hep o ebedi aktörler. Yalnız
dekorlar, kılıklar değişti, ama nağmeler hâli Aşık Garlb'in sazından farksız.
Hayatın aşk üzerine kurulmuş tabiatları değişir mi hiç?
Çevremizde romanı
saplanıp kaldığı bu balçıktan kurtaramaz mıyız?
Hikâyede aşk
olsun, ama bütün yapı bu temel taşı üzerine yükletilmesin. Ortada fenne ve
estetiğe göre merak çekici çok sorunlar var.
Ben bunlardan
birini ele almak istedim. Örneğin ruh muammasını.
Bu çok belirsiz
şey yalnız bir ad olarak mı vardır?
Vücut
kafeslerimizin İçinde böyle göksel bir ölümsüzlük kuşu taşıyor muyuz?
Kabul edenlerle
inkâr edenlerin tartışmaları şiddetlidir. Her iki taraf da karanlığa tabanca
sıkıyorlar gibidir. Her iki taraf da akıllarının kapsamına girmeyen bu
muammadan henüz bir kıymık koparamamışlardır.
Bu lugaz üzerine
bir yapı çıkmak için iskele kuracak yer yok. Her taraf dipsiz uçurum. Mesele,
hiç bir ufuk seçilmeyen öncesizlikle sonrasızlık arasında yaratana, yaratığa,
hayata, ölüme dayanıyor.
Bu muazzam
bilmecelerin çözümlerine girişecek çapta bir bilim adamı bulunmadığını
açıklamağa gerek görmüyorum. Bu baş döndürücü zorlukların düğümlerini çözmüş
olmak gururu ile övünenleri de gülünç buluyorum.
Bizim için
meselenin en önemli yanları şunlardır: Doğum, hayat, ölüm. İnsanlar bu
dünyada kapadıkları gözlerini başka bir âleme açarak ölümün ebedi hiçliğinden
kaçmak istiyorlar. Buna da ancak ölümsüz bir ruh inanışına geçerlik tanımakla
imkan buluyorlar. Bilimsel bir azınlık ise onların bu safça oyalanışlarına
bakıp gülüyor.
Şimdi olumlu
olumsuz bu iki karşıt İddiadan hangisine inanacağız?
Cesedin
gözlerimizin önünde toprak olduğu gerçeğini görüyoruz. Lakln bu kadavradan
ayrılarak göklere çıktığı söylenen ruhu görmek değil, ona bir şekli tasarlamayı
bile imkansız buluyoruz.
Romanda bu iki
tarafın tartışmalarını okurların huzuruna çıkaracağım, tezimiz budur.
Çok garip
olaylara rastlayacağız. Mezar kaçkınlarının yeniden hayat dünyasında gezindiklerini
göreceğiz. Dirilerin işlerine karıştıklarını kendi dillerinden işiteceğiz.
Ruhunun bilinen
madde dışı oluşu gerçeğine rağmen ölümden önceki ceset kafesine tekrar girdiği
iddiasına inanmak müsbet kültürlerle beslenmiş kafaların harcı değildir. Fakat
beri yanda tasdikçiler, davalarına o kadar itibarlı tanıklar, o kadar güçlü
isbatlar çıkarıyorlar ki...
Maurice
Maeterlinck’In "la Mort" adlı eserinden aşağıdaki pasajı aynen
aktarıyorum:
«ll sufflra de
rappeler que de nombreuses apparltlon de d6funts ont âtâ constatees et etudiâes
par des savants comme Sir W. Crookes, R. Wallce, R. Dale- Owen, Aksekol, Paul
Gibler...»
Bu adamlar
rastgele tanıklığa çağırılmış kimseler değil, dünyanın en ünlü bilginleridir.
Madem ki ölülerin
görünmeleri bu ünlülerce İncelenerek İspat derecesine varmıştır, bu
söylentilere inanmamakta ısrar etsek bile mesela üzerine neler söylendiğini
bilmek epey meraklı bir inceleme olur.
Felsefe sözünden
ürküntü duyanlar İçin de, eğlenceli, merakli satırlar vardır. Acı ilaçla tatlı
şurubu biribirine karıştırdım. Bu şifalı şerbeti yüz buruşturmadan içebilirler.
Bu çok meraklı
bahsi önünüze sereceğim. Aklınız ne yana yatarsa ona inanırsınız. Ben de her
kafanın varışına göre bir iş görmüş olurum.
Hüseyin Rahmi
Heybeliada. 12.2.1932
Heybeliada. 12.2.1932
Bu dünyada iki
önemli olayın oyuncağıyız. Doğum, ölüm ...
Nereden geldiğini
bilmediğimiz bu pençelerden biri bizi bir tokatla hayat itiyor. .. Öteki, kedi
yavrusu yumakla oynar gibi tundan tuna koşturduktan sonra çukura yuvarlıyor. ..
Hayretler içinde
etrafımıza bakıyoruz... Neredeydik?
Nereye çıktık?
Ve nereye
döneceğiz?
Yüz yıl
yaşayanlar bu muammaların uçlarını bir araya getiremiyorlar... Bu büyük
soruların karşısında aksakal da kundak kadar cahil. .. Gerimizde ve önümüzde
geçilmez iki sınır var: Öncesizlik, sonrasızlık... Bu sınırda bilim ve
düşünce duruyor. Beyin, topaç gibi dönerek bulamadığı, tanıyamadığı bir var
sayılan kuvvetin büyüklüğü karşısında korku titremeleriyle secdeye yatıyor...
Bu geliş gidiş nedir?
Hiçliğin
derinliğinde tertemiz iken niçin bu dünyadan günah işlemiş olarak dönüyoruz?
Bizi bu yarış
meydanına çıkarana yaşayış ve ölümümüzle ne hizmet görmüş oluyoruz?
Kimi eğlendirmek
için bu ebedi sahnenin palyaçoluğunu yapıyoruz?
Biz yaratılmamış
olsaydık onun varlığı ne ile belirlenmiş olacaktı?
Ve hatta şimdiki
varlığımız bu belirme için yeter midir?
Allah yaptığı
kanunlara kendi de bağlı mıdır?
Bunları
değiştiremezse onun vücudunu tasavvura ne gerek vardır?
Yoksa o, dinlerin
uydurdukları bir heyulâ mıdır?
Bilim, din
hokkabazlıklarının hilelerini birer birer tutup yakaladı. Ama hocalar, papazlar
bu güveli kitaplar üstüne eğilerek meydana vuran foyalarını onarmağa
uğraşmaktan vaz geçmiyorlar... İnsanoğlu, karşısında bir aldananı bulunca yalan
söylemekte çok cesurdur.
Hangi kuvvetin
ürünleriyiz?
Teşekkür ya da
yakınma için aradığımız kıbleyi ne yanda bulacağız?
Kime ibadet
edeceğiz?
Yaradanın
postuna, bu dünya bilgin ve bilimlerinin genel oylamalarıyle mutlak bir
hükümdar geçirinceye kadar dinsizliğin karanlık fetreti içinde mi yaşayacağız?
Üzerimizde bizi
yaratan hiç bir emek yoktur diye sevaba inanmayacağız, günahtan korkmayacağız. Çıkarlarınıza
uygun gelince biribirimizin kanını mubah bilerek boğuşup gidecek miyiz?
Dinlerin ruh
üzerine kurulmuş fırıldakları durunca ispritizmacılar ondan bir kol gibi
ayrıldılar. Dinlerin, gözlere görünmez ankalar gibi göklere uçurdukları ruhları
berikiler masa başı yaranlığına indirmeyi başardılar. Belki yarın, öbür gün
telefonla, radyoyla konuşmanın yolunu da bulurlar. Geçmişlerden
istediklerinizin ruhlarını çağırabilirsiniz. Ve belki de göğün kaçıncı katında
oturduklarının ayrıntılı bilgilerini yakında kılavuzlarda, rehberlerde
okursunuz ...
Siyasetçi,
matematikçi, bilgin, filozof, tarihçi, hukukçu, herhangi bilgi dalından
isterseniz en ünlülerini çağırıp müşkülünüzü sorabilirsiniz, ücret yoktur.
Çağırmalarda ne kahve isterler, ne çay... Ahretle dünya arasında takırdayan bir
masadan başka tercümana da gerek görülmez. Her ruh kendi bağlı olduğu ulusun
diliyle konuşur. Ama olumlu olan şudur ki, şimdiye kadar dünya ile ilgili büyük
müşküllerden hiç birinin ruhlar aracılığıyle çözümlenmesinden
yararlanılamamıştır.
Gerçekten ruhlar
gelip de mi maddi olmayan parmaklarıyla bu masa telgrafını tıkırdatıyorlar?
Dinlerin açığa vuran yalanlarından sonra ispritizmacıların bu ruh iddiaları da,
önünde irkileceğimiz çok su götürür bir meseledir. Dinlerin cennet, cehennem
Allahını tahtından indiren bilim ve teknoloji elbette bir gün bu lâtifeci
ruhların blöflerini de meydana çıkaracaktır.
Ruhlada toplantı
yapanların bu iddialarına karşı maddeci bilim adamlarının şimdilik dedikleri
şudur: «Ölüp de beyninin dünya ile ilgili şeyleriyle yeniden dirilen yoktur.
Bu iddialar zayıf kafalardan doğan düşünce fantomlarıdır».
Ya, masaları
tıkırdatanlar kimlerdir?
İşte biz de bu
şakacıları arayacağız. Haseplerini neseplerini keşfedemezsek de bu romanda
kendileriyle teklifsizce görüşebileceğiz.
Bu doğa evreninde
her şeyin ucu sonsuzluğa çıkan bir bilmece içindeyiz. Sınırsız bilinmeyenlerle
çevrilmişiz. Bu vücutlarımız, ruhlarımızı geçici olarak hapsetmek için
örülmüş birer kafes midir?
Bu ölmez
sonsuzluk kuşu nerelerden gelerek mahpesine girdi? Ve tekrar uçunca nereye
gidecek? Ölmez olan sonsuzdur da. Sonsuzluğa yaratılma anı düşünülmez.
İspritizmacılar ruhu maddeden ayırıyorlar. Ama bu varsayılan şeyi o varlıkla o
kadar kaynaşmış görüyoruz ki yağ bitince kandil sönüyor...
Kadavrayı mezara
yatırdıktan sonra imbikten geçer gibi ondan çıkardıkları ruhla iki dünya
arasında ekran çeviriyorlar. Ruh gözlere görünmez madde dışı bir unsur iken,
mezarda çürüdüğünü gördüğümüz cesetle yeniden ikisini birleştirerek akıl almaz
türlü olaylar ortaya koyuyorlar. Tıpkı öteki dünya ile ilgili bir sinema...
Bakıyorsunuz canlı, işitiyorsunuz dilli, dokunuyorsunuz bir şey yok...
Çevreme yığdığım
ciltlerde idrake isyan ettiren öyle acayiplikler okudum ki ya yazanların
çıldırdıklarına ya da okuma sırasında kendi aklımı bozduğuma inanacağım geldi.
Ortaya bilimsel,
teknolojik, öyle ünlü olay tanıkları çıkarıyorlar ki bu sayın kişilerin
karşısında insan:
— Baylar, öyle şey
olmaz, yalan söylüyorsunuz!
Demeğe sıkılıyor.
Onlar,
anlattıklarında inanç adına gerçek iddia ediyorlar. Ben beynimin bütün
gözeneklerini hayallere açarak bir roman yazıyorum. Cüretlilikte yarışarak
onları geçersem cesaretimin mazur görüleceği umudundayım...
Okudukları sürece
bu sözümü hatırlamalarını okurlarımdan rica ederim. Bu roman «fantastique» dir.
En dürüst biçimiyle gerçek değildir. Zaten
gerçeğin kesin şekli de bulunmayan muammalardandır.
5. 1. 1932
Heybeliada
Heybeliada
Kaynak: Hüseyin
Rahmi GÜRPINAR, ÖLÜLER YAŞIYOR MU?, Atlas Yay., 1972, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar