“ÖLÜM KİTABI”INDAN
Ölüm ve cinsellik pek çok yönden birbirine benzer. İlk olarak ölüm ve
cinsellik olgularının ikisi de yeni bir yaşama başlamaya yöneliktir.
İnsan, dünya yaşamına cinsel eylemle birlikte adım atar. Yani iki karşıt
cinsin cinsel yönden birleşmesiyle madde âleminde var olur. Ve yine bu
birleşmeyle ruhlar âlemini terk eder. Yine insan ölümle birlikte yeni bir
yaşama adım atar ve maddesel yaşamı terk eder. Yani cinsellik ve ölüm, bir insanî eylem ve bir başlangıç olma
durumlarıyla birbirlerine benzerler. Cinsellik ve ölüm arasında bazı
bilim adamlarına göre haz açısından bir benzerlik kurulabilir.
Cinsellikte orgazm söz
konusuysa ölümle birlikte yaşanan orgazmın varlığı iddia edilmektedir. [1]
Bu noktada kurulan bir başka benzerlik bilinç açısındandır. BAZI UZAK DOĞU
BİLGELERİ ORGAZM SIRASINDA BİLİNCİ AÇIK OLAN BİR BİREYİN ÖLÜM ESNASINDA DA
BİLİNCİNİN AÇIK OLACAĞINI İDDİA EDERLER.[2]
Müslüman, sağlıklı bir ölüm bilincine sahip bir bireydir. Müslüman birey
için ölüm hesap sürecinin başladığı andır ve o bu saat ve bu saniye gelebilir.
O nedenle müslüman her an ölüme hazırlıklıdır.
Son dönem düşünürlerimizden Ferit
Kam ölümü sembolize eden mezarlıklara bakışını yönelterek şu sözleri
söylemekten kendini alamaz:
"Kabristan ne büyük bir ibret dershanesidir. Onun derin
sessizliğindeki yüksek ifade gücü en güzel konuşan hatiplerin belagatinden daha
tesirlidir." Bir müslüman için ölüm hicrettir. Hicret sıkıntıdan mutluluğa
bir göçtür. Müslüman ölümlü dünya yaşamının ağırlığından Allah Teâlâ'nın sonsuz
rahmetine hicret eder. Ruhun ölmezliği düşüncesi de böylece doğdu. Bu bir
avuntu olarak değil, kendisine karşı bir şey yapılmayan bir alın-yazısı olarak
ele alındı. Ruhun ölmezliği çoğunlukla
Eski Yunanlılarda bir umutsuzluk sayılmıştır. Bu sıkıntı o zamanlar içinde
bulunulan genel bilgisizlikten ve gövdenin ölümünden sonra da yaşadığı bir kez
kabul edilince ardından insanın ölümsüzlüğü gibi can sıkıcı bir kuruntuyu da
doğal olarak getirecek olan ruha ne yapılması gerektiğini bilmemekten doğan bir
sıkıntıdır.” (Frederich ENGELS - Etudes Philosophiques) diyenler oldu.
Fakat ülkemizin bir bahtsızlığıdır ki öte yaşamın varlığını kabul
etmeme ve Engels gibi öte yaşamı kabul etmeyenleri referans kabul etme bir moda
olmuştur. Aydınlar arasında görülen bu genel kabul bunalımlı bir gençlik,
bunalımlı bir toplum yaratmıştır.
Düşünce Tarihi bir
anlamda ölüm sorgulamalarının tarihidir. Düşünce tarihinde ölüme değinmeden, ölümü
ele almadan fikir üreten düşünür yok gibidir.
Bu tarihte "Kimse bilmez ama ölüm en büyük nimettir." diyen bir
Platon olduğu gibi, İnsanlar kendi fizik yapıları üstünde hiçbir bilgiye sahip
olmadıkları çağlarda düşlerinde gördüklerine dayanarak şu düşünceye
ulaşmışlardı: Duygu ve düşünceler, gövdelerden değil, gövdelerin içinde
bulunan ve ölümle birlikte gövdeleri bırakıp giden ruhtan gelmektedir. İşte o
zamandan beri ruhla dünya arasındaki ilişkiler üzerine kafa yormaları gerekti.
Ruh ölümle gövdeden ayrıldığına göre yaşamaya devam ettiğine göre ölmüyordu.
Aslına bakılırsa yaşamla ölüm iç içedir. Ölüm yaşamı bağrında taşır, yaşamda
ölümü. Buna en önemli örnek vücudumuzdur. Vücudumuz büyük oranla ölüdür. Çünkü
cilt tabakasının yüzeyindeki hücreler, bedenin salgıladığı yağlar, kaynamış
saydam kristallerden başka bir şey değildir.
Büyük ölçüde keratin içeren bu sert hücreler tıbbî tanımlamaya göre
ölüdürler. Canlı hücreler havaya dayanamaz ve ölür. Bunun için dış tabaka
ölüdür. Bu tabakaya keratin adı verilir.
EVRENDE MUTLAK ÖLÜM
YOKTUR. HALDEN HALE GEÇİŞ VARDIR. Bir
enerji olarak yaşam yok edilemez, sadece biçim değiştirir. Ölümü korkulacak
bir yabancı gibi değil beklenen bir dost gibi görebilmek için ölüme başka bir
açıdan bakmak gerekir.
Bu açı Tanrı merkezli bir evren anlayışı doğrultusunda olmalıdır. Bu
durumda ölüm insanın sevgilisi olan Allah'ına kavuşmasıdır. Ölümü dilemek tek başına çözüm değildir.
Ölümü dileyebilmek için ölümü hak etmek
gerekir. Ölümü hak etmekse yaşamı hak etmekle mümkündür.
Yaşamı hak etmek yaşamı verenin rızasına göre, yaşam sürmekle mümkün olur.
Bu rıza müslüman olmakla gerçekleşir.
Ölüm yaşamaya davettir darda kalana. "Üzülmeyin dünya kimseye
kalmaz." mesajıdır aslında. Paraya, şehvete, makama tapmamaya bir
çağrıdır. İnsanın özüne dönmesi için bir şanstır ölüm. Dünyada insanca yaşamak
için bir denge unsurudur. Yoksa ölümün olmadığı bir dünya pisliğin diz boyu
yükseldiği daha beter yaşanmaz bir dünya olurdu. Ölüm modern çağın mustazafına
(kuvvetsiz, zayıf, cansız, cılız, güçsüz, aciz) bir muştudur.
Baskı altında inleyen,
hakkını alayamayan, adaletini alamayan modern zamanların mustazafı ölümle tam
bir sükunete ulaşıp kurtuluyor.
MUSTAZAF İÇİN ÖLÜM BİR KURTULUŞSA, EZİCİ GÜÇLER İÇİN ÖLÜM BİR CEZADIR. Kuş
tüyü yataklardan kara toprağın bağrına geçiş kolay değildir. Unutulmamalıdır ki
ölüm toprakta yatana bir şey kaybettirmez. Asıl o sırça sarayların ehline vurulmuş bir tokattır. Ölüm bir
anlamda taraftır. Darda kalanın yoksulun çilekeşin tarafında bulunarak.
Haklının, iyinin, doğrunun yanında bulunarak taraf tutar ölüm.
Ölüm dünyada gün yüzü görmemişlerin en onurlu tavrıdır. Bir anlamda ezici
güçlerin boyunduruğu altına girmiş yaşamı boykot etmektir ölüm. Yaşamayı boykot
etmektir ölüm; yaşamayı onurluca yaşayamayanların ve dünyayı bir toz
zerresinden ibaret gören yiğit insanların boykotudur. Ölüm bir anlamda
mustazafların ezenlere "alın
dünyayı başınıza çalın!" şeklinde seslenişidir.
Ölümü sıkça düşünmek gerek. Bu patolojik bir tutum değildir. Aslında
olması gereken bir tutumdur. Bir öğrencinin üniversite sınavında başarılı
olması, sıkça düşünmesi nasıl ideal bir tutumsa, ölümü ve ötesini düşünmek ve
bu uğurda bir şeyler yapmak benzer bir tutumdur kuşkusuz. Oysa modern zamanlar ölüm ötesini sıkça düşünmeyi patolojik (hastalıkbilim) bir tutum olarak kabul ettirmiştir.
Ölümü düşünmek bir kusur değil bir güç kaynağıdır.
Ölüm ister istemez bir gün gelecektir. Bununla birlikte insan kendini,
"bu ölüm tehdidine karşı" direnen bir tarafta bulmaktadır. İnsan
ruhundan yükselen bir çığlık "ölümsüzlüğe yönelmeye" zorlamakta,
varlığın amacının yok oluş, yaşamın amacının ölüm olamayacağını söylemektedir.
Nitekim peygamberler insanın bu haykırışını haklı bulacaklardır. Onlar bu
dünyada ölüm olarak adlandırdığımız gerçeğin yepyeni bir doğuş olduğunu,
insanların ebedi yaşamı bulacaklarını ve bu dünyada ölüm korkusu çekmenin
bilgisizlikten doğduğunu ısrarla belirtmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim de bu hususta şöyle buyurur;
"De ki sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm, işte o size mutlaka
gelecektir. Sonra hepiniz gizliyi de aşikarı da bilen Allah'a döndürüleceksiniz!
O da neler yapmakta olduğunuzu size haber verecektir. (Cuma Suresi Ayet 7-8)
İslam dininde kaçınılmaz olan ölüme yönelik olarak bolca kafa yormak,
tefekkür etmek bir zeka belirtisi olarak kabul edilir.
lbn-i Mesut radiyallâhu anh rivayet eder:
"Şanlı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
soruldu:
Müminlerin faziletlisi hangisidir?
Rasûlüllah cevap verir:
"Ahlakça en güzel olanı!"
Yine soruldu: "Hangi mümin en zekidir?"
Rasûlüllah cevaplar: "Ölümü en
çok ananı ve ona en iyi şekilde hazırlananı."
Ölüm düşüncesi insanoğlunun diğer canlılarla olan farklarından biri belki
de en önemlilerindendir.
İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA "ÖLÜM
PROBLEMİ" KARŞISINDA EN ÇOK DUYGULANANLAR "DEHA ÇAPINDA" BİR İDRAKE SAHİP OLANLARDIR. AHMAKLARA
GELİNCE ONLARIN "UNUTMAK"
GİBİ BİR AVANTAJLARI VARDIR.
Ölüm
mutlak yok oluş anlamında mevcut değildir. İnsan mutlak yok oluşa dâhil olacak
kadar basit bir "mevcut" değildir. Ölüm sadece boyut değiştirmektir.
Farklı bir boyutun frekansında var olmaktır. İnsan yaşamında belki en büyük
yanılgı herşeyin ölümle biteceği düşüncesidir.
Türkiye hâlâ materyalist ve pozitivist yaklaşımların etkisinden sıyrılamamışken
Batıda ölüm ötesine yönelik araştırmalar çoktan başlatılmış durumda. Bu konuda
sadece Parapsikoloji değil Eskatoloji ve Tanatoloji adı altında bilimler bile
kurulmuş, geliştirilmeye çalışılıyor. Ölüm ötesine yönelik araştırmaların
"bilim" kimliği yapılmasının tutarlı olup olmadığı kuşkusuz ayrı bir
tartışma konusudur. Ancak ölüm ötesi konusuna eğilmeyi düşünmek bir düşünce
zenginliği göstergesidir.
Bu noktada İsviçre asıllı Psikiyatrist Dr.
Elizabeth Kübler Ros'un yaptığı çalışmalara değinmekte fayda var:
Kübler Ros yaklaşık otuz yılı aşkın bir süre ölmekte olan ve "ölümden
dönen" hastalar üzerine araştırmalar yapmış ve bu araştırmalarının
sonucunda şaşırtıcı hatta materyalizmi iflas ettirecek bulgular elde etmiştir. Uzun süren bu çalışmaların sahibi Kübler Ros'un en şaşırtıcı yönü ise
çalışmalara başlamadan önce hiçbir dini inanca sahip olmamasıdır. Kimse onu
dini önyargılarını yaptığı çalışmalara yansıtmakla suçlayamaz.
Uluslararası düzeyde kabul gören bu çalışmaların sahibi Ros, çalışmaları
sonucunda şu yargılara ulaşır:
"Ölüm sadece
farklı bir frekansta farklı bir yaşamın farklı bir şekline geçişidir."
"Dünya hayatı,
yaşadığımız hayatın, varlığımızın küçük bir bölümünü temsil eder."
"Ölümü düşünmek
insanın daha şuurlu daha yoğun yaşamasını sağlar ve onu önemsiz şeylere fazla
zaman harcamaktan korur."
"Ölüm ötesi artık
inanma meselesi değil bir bilme meselesidir."
"Ölmek bir
kelebeğin kozasını terk edişidir."
Monist yaklaşımda ruh ve beden birliği vardır. Ruh, beden olmadan, beden
de ruh olmadan varlıklarını sürdüremezler. Bu anlayış Tanrı'yı bir postulat [4]
olarak ortaya koymak durumundadır.
Bir Müslüman her halükârda Tanrı'nın varlığı, birliği ve her-şeye gücü
yetmesi gerçeğini en yüksek temel ilke kabul ettiğinden ötürü, ruhun var
olması ya da olmaması diriliş inancını zedelemez. Çünkü sonunda Allah Teâlâ ne
isterse o olacaktır.
Kuşkusuz ki insanda madde yığınından öte bir öz vardır. Bu öz sayesinde
diğer varlıklara yüklenmeyen bir misyon verilmiştir insana . Bu öz, ruhtur.
Bu noktada insana az bilgi verildiği Kur'an'da belirtilmektedir.
Felsefeciler, felsefe tarihi boyunca ruhun varlığı ve mahiyetiyle ilgili
tartışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu konuda bilim adamlarının da çeşitli
yaklaşımları mevcuttur.
Ölüm, insanların bir kısmı için çaresi olmayan, önü alınamayan bir son,
yaşama arzusunun önüne dikilen aşılmaz bir engel olduğuna göre onun uyandırdığı
endişe ve korku nasıl yatıştırılabilir?
Ölüme
karşı dört türlü kültürel tutum var:
- Ölümü inkâr etme...
- Ölüme meydan okuma,
- Ölümü kabullenme,
- Ölümü isteme, ölüm ötesine inanç, ölüm korkusuna
yönelik en güçlü unsurdur. Bu inanç, ölüme duyulan korkuyu ortadan
kaldırabilir.
Ölüm ötesine inanmama, maskeleme ve bastırma diye nitelebilecek iki tür
tutum ortaya koymaktadır.
Batı'da Tanrıya inanmasına rağmen ölüm ötesine inanmayan küme ve kişiler
bulunduğu gibi ölüm ötesi yaşama inanmasına rağmen Tanrıya inanmayan kişi ve
kümeler de mevcuttur.
Ölüm hiçbir dönem tam
olarak açıklanabilmiş değildir. Bu noktada
en sağlıklı tutum dini inanç tutumudur. Çünkü ancak inançsal tutum sayesinde
ölümsüzlük düşüncesinin verdiği rahatlığa ulaşılabiliyor. Ayrıca yine inanç
sayesinde ölümle birlikte karşılaştığımız düşünsel sorunlara en sağlıklı
biçimde yanıt verebiliyoruz.
Ölümü doğal ve zorlamalı olarak ikiye ayıranlar vardır. Bu ayrımda birkaç
yönlü sorunla karşılaşmak olasıdır.
Bu sorunlardan biri doğanın sınırlarını saptayabilmektedir. Zorlamalı
ölümde zorlamayı meydana getiren koşullar doğanın dışında mıdır ki ölümü ikiye
ayıralım?
Ölüm özellikle edebiyatta bazı sembollerle anılagelmiştir. Bu semboller
arasında, tırpancı, iskelet, parlayan ışık kelebek, ölüm dansı, son çığlık,
soytarı, ısırgan otu, ateş böceği, sarı yılan, gül sayılabilir.
Bir kentin evlerinin
kapıları ölüme yaklaşım konusunda bize bilgi verir: Osmanlı evlerinde kapılar
dünya yaşamından öteki âleme geçiş sağlayan giriş yerleri gibidir.
MODERN UYGARLIK BİR ANLAMDA ÖLÜMÜ YOK SAYMAK, ÖLÜMÜ UNUTTURMAK ÜZERİNE
KURULMUŞTUR. Bunu SOSYOLOG J. HİCK
şöyle dile getiriyor:
"Yüzyıl önce Batı
ülkelerinde ölüm sık sık konuşulduğu halde, seks tabu iken şimdi durumun
tersine döndüğünden söz edilmektedir. Bugün "özgürlükçü" toplumlarda
seks sınırsız konuşulabilen bir konudur, buna karşılık ölüm nazik çevrelerde
bir süredir ağıza bile alınmamaktadır. Bu tabu döneminin sonuna yaklaştığımızı
gösteren işaretler yok değil. Fakat öyle de olsa değişiklik, layıkıyla ele
alınıp incelenecek ve tasvir edilecek yeterli mesafeyi henüz kat edememiştir.
Bununla birlikte
ölümün hazır sohbet konusu olma durumuna geçtiği önceki değişikliği takip
etmek mümkündür. Tabi böyle bir geçiş konusunda tarih vermek imkânsızdır.
Fakat 20.yy Batı toplumlarındaki ölüm tecrübesinin 19. ve daha önceki
yüzyıllardaki tecrübeye zıt olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz." (J. Hick, Değişen Ölüm Sosyolojisi)
ASLINDA PROBLEM, ÖLMEK DEĞİL ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEKTİR.
Ölmeden önce ölmeyi iki şekilde algılayabiliriz:
Biri pozitiftir; heva ve heveslerinin ölümüdür, diğeri negatiftir;
atalettir, ruhsuzluktur.
Yaşam, ölümle dirinin savaşıdır. Düşünen insan ölümün mahiyetini ölmeden
önce anlamaya çalışan insandır. Tasavvufa göre ruh, ölümle uyanır. Hem bedenden
hem de dünya varlıklarından kurtulur. Tasavvufa göre ölüm daha yüce bir doğum
için atılmış adımdır.
Ölüme dikkatini
yitirmiş bir uygarlıkta yaşıyoruz. Ölüm
dikkati ile ölümsüzlükle ruh arasına yerleşen eşya düzeni şeffaflaştırır.
Modern edebiyatın özelliklerinden biri ölümü gündelik hayatımızın dışında
tutmasıdır.
Teknoloji ölümü unutturuyor, ölümden uzaklaştırıyor. Batı teknolojisi
profan (günahkâr bir şekilde, saygısızca, kutsal) mahiyetiyle insanlığı
metafizik bir aşkınlığa götürmüyor.
Teknoloji yer yer kitle ölümlerine, yer yer beklenmedik bireysel ölümlere
neden olduğundan ötürü ölüm üzerine tefekküre geçit vermiyor. Modern zamanlarda
yatakta huzur içinde ölmek ortadan kalktı. Böylece ölüme hazırlanmak,
vedalaşmak, helalleşmek, ibret çıkarmak olanağı kalmadı. Mezarlıklar kentin
dışına çıkararak metafizik gerilim kalktı ortadan. Cenaze arabası mekanik bir
araç... Bu mekanik araç kuşkusuz ki ölüm ortamındaki metafizik ürpertiyi
ortadan kaldırıyor.
Ölüyü taşımak, ölümü insanların gözünde munisleştirir, insancıllaştırır.
Özünü Kur'an'dan alan bir tasavvuf! Anlayış ölümle ilgili önemli olanaklar
sunuyor insanlığa.
Tasavvuf anlayışının insanlığa sağladığı en önemli katkı, ölmeden önce
ölebilme yetişidir. Ölmeden önce ölebilme istidadına sahip bulunan insan bu
istidadını kullanarak hayat karşısında mücadele stratejisi geliştirme olanağını
elde edebiliyor.
Ölümsüzlük düşüncesi ile ilgili
yaklaşımlar
Düalist yaklaşım ve Monist yaklaşım olmak üzere iki öbekte toplanabilir.
Düalist yaklaşımda ruh ve bedenin iki ayrı öz olduğunu ve ölümle bedenin
ebediyyen çürüyeceğini, ruhun baki kalacağını, dirilişin ruh sayesinde olacağı
savunulur.
Monist yaklaşım ise ruh-beden özdeşliğini savunur. Dirilişin bedenle
beraber olacağını savunan görüştür. Monist yaklaşım. Ruh olgusu üzerine pek çok
yönde çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Filozofların bu konuda tarih boyunca
ürettikleri felsefî bilgilerin yanısıra bilim adamlarının gerçekleştirdikleri
etkinlikler Spritüalist ekole mensup kişilerin çalışmaları ve mistiklerin bu
konuda sahip oldukları tecrübeler gerçekleştirilen çalışmalara örnek olarak
gösterilebilir. Bu çalışmaların her birinin önemi kesinlikle yadsınamaz.
Ama tarih boyunca ruh gerçekliğine en fazla
yaklaşanlar mistikler olmuştur. İslam tasavvufçularına göre ruh, insan
bedeninde adetâ uykudadır, mahpustur. Ruh ölümle uyanır, beden hapishanesinden
kurtulur. İnsanda asıl öz, ruh olduğundan ötürü bu ruh, ölümle beraber beden
hapishanesinden çıkar özgürlüğüne kavuşur. Onun için artık fizik evrendeki
zaman ve mekanın bağlayıcılığı söz konusu değildir.
Yeryüzünde öleceğini bilen ve ölüm ötesinde yaşayacağını düşünen, ayrıca,
ölmekten endişe eden tek varlık insandır, insanın bu özellikleri onun ölümünün
diğer varlıklardaki gibi olmadığını gösterir. Çünkü diğer canlılar insanın
Rabbine kulluğuna yönelik ortamı hazırlamak, insanın yaşam sınavında başarılı
olması için hazırlanan sahnenin dekoru olmak durumundadır.
Ölüm, yaşam sınavının
sonuçlandığı yerdir. Herkes ölümle beraber sınav sonucunda asılan listeye
göre karşılığını alacaktır. Kimsenin yaptığı en küçük şey karşılıksız
kalmayacaktır.
Ölüm bir son değildir
kuşkusuz. Ama bunu sadece rasyonalist kafa yapısıyla
tartışmasız bir açıklıkla ortaya koyabilmemiz elbette ki mümkün değildir. Ancak
biz mutlak kesinlikle hiçbir ' şeyi ortaya koyabilme imkânına sahip değiliz. Filozof
Karl Papper'e göre modern çağlarda "mutlak veri" olarak kabul edilen
bilim bile ancak "yanlışlanabilme"
sözkonusu olduğunda gerçek kimliğine kavuşur. Bir başka ifadeyle bir şeyin
bilimsel olması demek o şeyin yanlışlanabilir olabilmesi demektir. Ölüm bir tohumun
toprağa atılışıdır. Farklı bir boyutta farklı bir evrende yeniden doğuşa
atılan adımdır.
İnsan kendi çabasıyla ölümü ve ötesini kısmî de olsa kavrayabilir mi?
Kanımızca bu zor da olsa gerçekleşebilir. Ölümü düşünmeye başladığımızda
karşımıza iki ana engel çıkıyor:
Bunlardan birincisi, daha önce geçen hazırcı dogmatizm... (materyalist
öğretilerle yetişmişsek peşinen kabulcüyüz.)
İkincisi, bireysel düşündüğümüzde akıl yürütme akışının bir yerde durması.
Aslında doğaya baktığımızda pek çok olup biten bize hal diliyle öte dünyanın
varlığını kanıtlıyor. Atılan tohumun canlanıp büyümesi, kıştan bahara geçişteki
hareketlenme, güneşin doğuşu ve batışı bize hep ipuçları vermez mi? Ama
düşünürken alışageldiğimizin dışına çıkmamız gerektiği an o kalıbın dışına
çıkamıyoruz. Şunlar takılıyor kafamıza:
"Biz dünyada
duymak için kulağa, görmek için göze, yürümek için ayağa muhtacız. Ölümle
beraber bunların hepsini kaybettiğimize göre nasıl duyacak, nasıl görecek
nasıl hareket edeceğiz?"
Daha bir sürü soru kafamıza takılır durur. Oysa öldükten sonra bunların
hiçbirine muhtaç olmamız gerekmeyebilir mi?
Ölüm anı, ölen insana
acı vermez. Tam tersi ölüm anı insanlara zevk veren bir an... Beyin işlevleri
ortadan kalkarken insan bilincine, çeşitli görüntüler, yaşamında önem taşıyan
olayların estantaneleri gelir. Son demlerini yaşarken ilginç bir haz duygusunu
iletirler bilince. ÖLÜMDEN DÖNME DENEYİMİ OLAN DENEKLER, ÖLÜM SÜRECİNDE YOĞUN
BİR HAZ DUYGUSU YAŞADIKLARINI HATTA YAŞAMA DÖNDÜRÜLME ÇABALARI SONUCU TATTIKLARI
HAZZIN ORGAZMA BENZER BİR DUYGU OLDUĞUNU, BAZILARI İSE IŞIKLI BİR TÜNELE
UÇARAK GİRDİKLERİNİ VE SONSUZ BİR ÖZGÜRLÜK YAŞADIKLARINI BELİRTMEKTEDİRLER. Ölümün haz vermesi bireyden bireye
değişiklik göstermektedir. Ölüm esnasında anılar çok hızlı bir şekilde bilincin
önünden geçtiğinden dolayı ölmekte olan birinin sahip olduğu duygular, anıların
vicdan azabı verip vermeme özelliğine göre değişir.
Ölüm esnasında belirginleşen egemen bilinç, ahlakî yaşam süreci de gayri
ahlakî anılarla ızdırap çeker. Tersi durumda bilinç güzel anılarla dolu bir
yaşamdan dolayı mesut olur.
Ölümle beraber yaşam sürecinde beynin işlevlerinin sınırlarına mahkûm olan
bilinç, bedeni terk eder ve çok daha berrak bir nitelik kazanır. Olan biteni
yaşarken algılayabildiğinden çok daha net, çok daha belirgin bir şekilde
algılamaktadır. Çünkü yaşama sürecinde beyin duyu organlarının sayısına ve
kapasitesine mahkûmdur.
Ölümle beraber alınan duyum sayısında büyük bir artış görülür. Sadece duyu
sayısında değil, duyum gücünde de büyük bir artış görülür. Bu noktada bilinç,
varlığı çok daha farklı bir şekilde algılar ve varlığın özünü, mahiyetini bu
varlık âlemine egemen olan mutlak sınırsız gücü dünyadakinden çok daha güçlü,
çok daha belirgin bir şekilde hisseder. Bu noktada bilincin mutlu olup olmama
durumu yaşama sürecinde bu mutlak gücün, bu biricik gücün belirlendiği yaşam
çizgisine uyup uymamasına göre belirlenir.
Eğer bilinç yaşam sürecinde varlık âlemine hâkim olan biricik güce itaat
eden bir gidişat göstermişse, mutluluğu yakalar, aksi durumda bu berraklaşmış
bilinciyle yaptığı yanlışlığın büyüklüğünün farkına varır, yaptığı hatanın
geri dönülmezliği içinde azap çukurunda mahvolur.
İnsanın bedenen
çürümesi, ölümsüzlüğün inkârına bir neden olamaz. Çünkü insanın özü madde değil
bilinçdir. Çocukluğumuzdan beri sahip olduğumuz bedeni
defalarca terk etmemize rağmen, yeni şeyler ekleyip çıkarmamıza rağmen bedenin
içinde varolan benlik bilinci ortadan kaybolmamaktadır. Ölüm, insan gerçeğinin
en temel unsurudur. Pek çok düşünür, felsefenin temelinin ölmeyi kavramak
olduğu noktasında birleşir. Mesela ünlü ilkçağ düşünürü Platon, felsefe
yapmanın ölmeyi öğrenmek ve ölmeye hazırlık yapmak olduğunu söyler. Ölüm en
az, yaşam kadar önemlidir. Çünkü insan yaşamında karşılaştığı en önemli iki
olaydan biridir ölüm! (Birincisini doğum olarak kabul ediyoruz.)
Bu noktada bütün uygarlıklar ve uygarlıkların ortaya koydukları kültürler,
ölümle ilişkilenmek zorundadır. Hatta daha da ileri gidilerek denebilir ki,
ölümü bütün uygarlıklar merkeze almak zorundadırlar. Çünkü ölümle ilişkilenmek
yaşamla ilişkilenmek demektir.
Ölüm karşısında sağlıklı bir tavır sahibi olmak, sağlıklı bir tutumun
içine girmek zorunlu olarak yaşama da yansır.
Bütün köklü uygarlıkların ölüme yönelik derin felsefi öğretileri vardır.
Her uygarlık bu öğretiler doğrultusunda tavır geliştirir. Ancak modern
zamanlarda ölüme yönelik köklü öğretiler gittikçe zayıflamıştır.
Modern zamanların insanlığa yönelik gerçekleştirdiği en büyük çökertiçi
darbesi, düşünce yönünden, ölümü unutturma çabasıdır. Ölüm unutulmakla kaybolmaz. Aksine ölüm öyle farklı bir özellik
taşır ki ölecek olan onu ne kadar bastırmaya ya da maskelemeye çalışırsa
çalışsın daha kronikleşmiş bir olgu olarak ortaya çıkacaktır. Ölüme yönelik en
sağlıklı tutumlar, onu düşüncenin merkezine alıp ölüm üzerine derin düşünce
çabasının içine giren tutumlardır. Modern
zamanlar insanlığı ölüm düşüncesinden mahrum bırakarak, onun boş vaatlerle
oyalanmasına neden olmaktadır. Bu boş vaatlerden biri de ölüme çare
bulunacağı vaadidir. Değil insanın, ülkelerin, uygarlıkların, dünyanın, güneş
sisteminin, galaksilerin ve hatta evrenin dahi sonu olmasına rağmen yani bir
nevi evrenin de ölümlü bir varlık olduğunun bilinmesine rağmen insanın
ölümsüzlüğe bedenen kavuşturulacağını iddia etmek olsa olsa dini inançların
olmayışının getirdiği manevi azaptan kurtulma tutumudur. Derinliğine ulaşma
çabası, insanoğlunun içinde bulunan "ölümsüzlük
özlemi"nin göstergesidir. Kuşkusuz ki ölümsüzlük özlemi de ebedi bir
yaşamın varlığına kanıt olabilir.
Gerçi David Hume gibi bazı filozoflar istekle oluş arasında zorunlu bir
bağın olmadığını söyleseler bile, çok derin bir arzu olarak ölümsüzlük özlemi,
sıradan isteklerle karıştırılamadığından, diğer isteklerdeki zorunsuzluğu burada
görmemiz mümkün değildir. Dünya yaşamında ölümsüzlüğe kavuşma çabası yeni değildir.
Tarih boyunca insanoğlu hep "ölümsüzlük
otu"nu bulmaya çalışmış "ölümsüzlük
şurubunu" yapma özlemini çekmiştir. Ama insanoğlu bu amacına bin
yıllardır ulaşamamıştır. Çünkü ölümsüzlük isteği, ölümlü olan bir dünya ve
evrende karşılık bulamaz. O ancak ebediyen var olacak bir varlık boyutunda
karşılık bulabilir. Bu da kuşkusuz öte âlemdir.
Modern uygarlık büyük bir krizin içindedir. Bu kriz ölüme kayıtsız
kalmaktan kaynaklanır. Modern bilim ölüme kayıtsız kalarak ya da ölüme
materyalize edilmiş beyinlerle yaklaşarak, insanlığa cehaletin en büyüklerinden
birini armağan etmiş oldu. Ölüm ezeli ve ebedi bir insan gerçeği olarak hep
insanın karşısında duracaktır. Bunun yanışına insanların ölüme dayalı, ölüm
bilinciyle aydınlanmış bir yaşama etik açıdan ihtiyaçları vardır kuşkusuz.
Bu ahlakî ihtiyaç reddedilince insanlığın sınırsız bir uçuruma yuvarlanması
kaçınılmaz oldu. 19. ve 20. yüzyılda yüzmilyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan
vahşetler yaşandı. İhtiras sahibi bir varlık olan insan düşüncesi, ölüm
bilincinden uzaklaştırılırsa etik kaygısızlığın oluşması dolayısıyla vahşet ve
cinayetlerin gerçekleşmesi doğaldır.
Modern bilim de, modernizmin paradigmasından kurtulamayan felsefe de,
ölüme yanıt bulmaktan uzaktır. Ölüm son derece soyut ve mistik bir olgudur.
Materyalize edilmiş beyinlerin ürettiği bilim de, felsefe de, bu soyutluğa
ulaşamaz. Ulaşamamanın getirdiği acizlikle ona, indirgemeci tutumla yaklaşıp
ölüme, maddi dönüşüm olarak nitelediği bir düşünce kısırlığıyla yaklaşacaktır.
Sadece gözlem ve deneyin verileriyle sınırlanmış bir bilim ve sadece gözlem
ve deneyle algılanabilir bir dünya hakkında susmayı yeğleyen bir felsefe
algılanabilir dünyadan bize hiçbir sağlıklı bilgi veremez.
Bu noktada Spritüalist ekolün temsilcilerinin çeşitli çalışmaları var.
Bunlar ilginç veriler yakalayarak ilahi hikmete yaklaşma erdemine ulaşmalarına
rağmen modern bilimin işleyiş tarzını tam olarak bilmediklerinden ya da ona
eleştirel tarzda yaklaşamadıklarından ötürü bu verilerden yola çıkarak yine
bir tür materyalist yaklaşım olan reenkarnasyona saplanmışlardır.
Reenkarnasyon son tahlilde maddecidir. Çünkü öte âlemin varlığının tam sindirilemeyip
içselleştirilememesinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu modernizmin değerlerinin
hâkim olduğu bu uygarlıktan kurtulmak ve yeniden ona yakışan insanî bir
uygarlık kurmak istiyorsa ölüm dikkatine yeniden sahip olmak zorundadır.
Ölümün son olmadığına, taze bir başlangıç olduğuna inanmak her türlü
insanî estetik, etik değer, bilim felsefesi ve siyasal, ekonomik oluşumların
mihenk noktasıdır.
Ölüm dikkatine sahip bir uygarlıkta insan Hemoekonomikus değildir.
Politikacı Makyavelist değildir. Yine bu uygarlıkta bilimler burnu havalı
Tanrılar değil ilahi hikmetin yolcuları olur. Kurtuşluşta elbetteki bu
dikkattedir.
Ölüm dikkatinden amacımız kuşkusuz ki ölüm fobisi değildir. Ölüm, büyümenin
son aşaması olarak algılanmalı ve manevi yücelişin semeresinin alındığı
başlangıç noktası olarak görülmelidir.
Ney eşliğindeki bir mûsikî ve göz kamaştırıcı bir aydınlık olarak
algılanmalı ölüm. Yoksa bir kâbus gibi çöken Eski Mısır dikkatini,
Israiloğulları tüccarlığını gereksiz, fantastik yorumlamada Hristiyan
tutarsızlığını kastetmiyoruz. Ölüm dikkati, öte âlemi hiçbir zaman akıldan
çıkarmayan, öte alem sevgisiyle bu dünyayı da sevdiren, bu dünya sevgisiyle
erdemli yaşamayı temel ilke kabul eden ve erdemli yaşadıkça ölümün de
güzelleşeceğini kabul eden bir dikkattir. Yaşadığımız uygarlık ölüm dikkatini
yitirmiş bir uygarlıktır. Ölümün yeten bir vaiz olduğunu reddeden bir
uygarlık... Bu uygarlığın ölümcül bir yara alması için bu eksiklik ona yeter.
Ölüm dikkati, bireyi bu dünyada bir misafir gibi yaşama erdemine
ulaştırır. Ölüm dikkati dünya yaşamında, geçicilik bilinci kazandırarak bireyin
zulmetme dürtüsünü durdurur. İnsan sezgisinin önünde büyük engel olarak duran
eşya perdesini kaldırarak insana manevrayı görme gücü kazandırmaktadır. Sahip
olana o eşsiz mûsikîyle hep yardımlaşmacı, hep hoşgörülü, hep mücadeleci bir
yapı kazandırmaktadır.
Materyalize olmuş modern zamanların insanı ne yazık bu dikkatten mahrumdur.
Ve ölüm dikkatinden kaçarak asıl şimdi gerçekten ölmektedir.
Modern uygarlık ölüme sırtını dönerek insanlığa en büyük zararı vermiştir.
Çünkü hiçbir hakikat üzerinde düşünülmeden geçiştirilemez. Üzerinde
düşünülmeyen, çözümüne çaba sarf edilmeyen sorunlar, tıpkı habis bir tümör gibi
bir gün ortaya çıkar. Yine modern uygarlık sırtını dönemeyeceği noktada
materyalist açıklamalar yaparak insanlığa en büyük zararı vermiştir. Çünkü ölüm
materyalizmin kuşatamayacağı kadar metafizik, mistik niteliği zengin bir
konudur. Evet mümkün değildir ki insan yaşamı ölümle son bulsun! Hiçbir felsefi
ya da bilimsel argüman aramaya gerek yok! İnsan yaşamının ölümle son bulması
insanlık kavramına vurulan en büyük darbe olur.
Bu nedenle pek çok ölüm ötesi hayat retçisinin "Olursa bir şikayet ölümden olsun!" ya da "Ölüm senin adın kalleş olsun!"
türünden sitayiş dolu sözlerine rastlanır. Ve yahut tarih boyu ölüme çare
aramalara rastlanır. "Ölümsüzlük
otu" "ölümsüzlük şurubu" ya da günümüzde "ölümsüzlük"ü arayan "bilimsel" çalışmalarla
karşılaşılır. Tarih boyunca ölülerin üzerine kurulan büyük, gösterişli anıtlar
yapılmıştır. Cesetlerin mumyalınışı, ilaçlanışı ya da koca koca heykeller
hakeza. Bütün bunlar hal diliyle şunu ifade eder:
"insan yaşamının
ölümle son bulması insan varoluşuna en aykırı sonuçtur."
Çünkü iyinin mutlak egemenliğinin söz konusu olması ya da hiç var olmaması
gereken evren, kötülüklerle, haksızlıklarla, adaletsizliklerle dolu bir
evren... Bu da mükemmel olan yaratıcı ve yaratıcısının izini taşıyıp
mükemmellik arzu eden insana aykırı bir durum. O halde mutlak adaletin, mutlak
hakkın, mutlak sevginin hakim olduğu bir yer olmalı. Bir öte olmalı. Öyle ya;
biri bu dünyada tam erdemli yaşamaya çalışacak, yoksulları, yetimleri, darda
kalanları koruyacak, onlara yardım edecek, daima haktan, hukuktan yana olacak,
elindekini, varını yoğunu bu yolda harcayacak hatta ve hatta haksızlığa karşı
olduğu için baskıcı zalim rejimlerin zindanlarında ömrünü heba edecek belki de
ipe gidecek ve yaşamı ölümle son bulacak. Öte yanda diğeri çalacak çırpacak,
öldürecek işkence edecek, fuhuş yapacak, adam dolandıracak, ömrünü mazlumu
yetimi darda kalmışı ezmekle sömürmekle geçirecek bunun da hayatı ölümle sona
erecek.
Böylece ikisi de eşitlenecek, ikisi de aynileşecek ve herşeyi hassas
dengede yaratan, bir karıncayı bile besleyip doyuran, kö-türüm tilkinin bile
yiyeceğini önüne koyan, her gün şaşmaz bir düzenle güneşi doğudan doğdurup
batıdan batıran, her yılı şaşmaz bir düzenle mevsimlere ayırıp mevsimine göre
yeryüzünü güzelliklerle donatan, herbiri 200 milyar yıldız sistemi içeren 100
milyar galaksi ile dolu, kimbilir daha nice özellik ve büyüklük ile donanmış
evreni 20 milyar yıldır iki yıldızı dahi çarpıştırmadan yönetecek bir yaratıcı
olacak?
Ölüm ötesi yaşamın varlığı insanın iç dünyasını ılık bir sıcaklık
duygusuyla doldurur. Yıllar önce kaybettiğiz bir yakınız var. Bir yakınımızı da
her an kaybedebiliriz. Ve kendimiz en nihayetinde ayrılacağız bu üzerinde
dolaştığımız yerden... şu gökyüzünden, çiçeklerden, ağaçlardan, cıvıl cıvıl
kuşlardan. Öte yaşam olgusu bize bu durumda soğuk bir havada üşüyen bir adama
bir şömine ateşi kadar sıcak gelir. Kaybettiğimiz ve kaybedeceğimiz yakınlarımıza
bir gün kavuşuyoruz. Ölüm ebedi bir ayrılık kapısı değil, ayrı bir boyutta,
ayrı koşullarda yeniden birleşme, yeniden buluşma kapısı. Artık bir daha
ayrılmanın bulunmadığı bir kavuşma ölüm. Ve yine soruyoruz; Ölüm nasıl
kavranabilir? Öteye geçiş nasıl sağlanabilir?
Kuşkusuz ki öte alemle ilgili gerçek ve sağlıklı bilgiyi biz ancak öteye
geçtikten sonra anlayacağız ama yine de bu dünya yaşamını terk etmeden bazı
emareler görmemiz mümkün. Yalnız burada karşımıza dikilen en büyük handikap bu
emareleri algılama tarzımızla ilgili. Kuşkusuz ölüm ötesi varoluş bir gerçektir.
Fakat bu gerçekliği akıl ve bilim çabalarıyla mutlak anlamda kavramamız en
azından bugüne kadarki tecrübelerimizle çok zordur. Ölüm ötesi varlığı
kavrayabilmemiz için bir şeye sahip olmamız gerekir ki bu da sezgi denen
unsurdur.
Yalanın, dolandırıcılığın, cinayetin, fuhşun, hile ve hurdanın olmadığı bir
dünya öte alem.
Çirkinliklerin olmadığı bir yaşam öte yaşam.
Çirkinlikler yok ve ölüm korkusu yok!
Aç mı kalacağız Trafik kazasına ya da bir cinayete kurban mı gideceğiz?
Deprem mi olacak, kanser mi olacağız?
Kalp krizi mi geçireceğiz, ekonomik kriz mi yaşayacağız? korkusu yok orada.
Hep sevgi var; nefret, kin yok. Hep gerçek var; yalan yok. Hep doğru var;
yanlış yok.
Çünkü ölümle birlikte ölen aslında olumsuz olan her şey. Biz ölümle
birlikte varlığımızı sürdürürüz hem de daha canlı, daha etkin, daha özgür bir
şekilde.
Biz bu âlemde gerçekliklerin minyatürünü yaşarız. Gerçeklikler gerçek
boyutuyla öte yaşamda varlıklarını ortaya çıkaracaklardır.
Bunu nispeten akıl gücümüzle, tam olarak kalp gözümüzle, kesin olarak da
ebedi yaşamımızla tespit edebilir, anlayabiliriz. (s.20-37)
Şimdi ölümle, hem de kendi ölümümüzle yüzleşme zamanı...
Korkulardan kaçındıkça, onlardan kurtulmamız olası görünmüyor. Hayata
gözlerimizi açtığımızda, hiç bilmediğimiz bir dünyaya, kendi tercihimizle
olduğu iddia edilemez bir eşya, mekân, zaman, insan ve gereksinimlere göre
şekillenen çevre, diğer figüran ve dekorlar ile karşılaşıyoruz; yapayalnız
geliyoruz ve ilk ağıtımızı söylüyoruz.
Yıllarımız ilerledikçe, aşina olduğumuz bu dünyadan ayrılma düşüncesi ya da
bilmediğimiz başka dünyaya, kim bilir, asıl vatanımıza dönüş vakti geldiğinde
ürperiyor, dehşete kapılıyoruz; yine yapayalnız gidiyoruz ve son ağıtımızı
arkamızdan belki biri söylüyor. Çünkü gün be gün, bizi son yolculuğa
yaklaştıran zamanın akıntısını; bütün ıstırabına, sürekli eziyet eden
kıskacına, eskiyen yüzüne rağmen bu kara parçasını ve her yeni gün alnımızda
yeni çizikler oluşturan "içindekileri",
kalbimizde onulmaz kırıklıklar oluşturan "bizimkileri",
hasılı "insancıklarımız"
ile bu yaşlı dünyayı sevmiş ve ona duyamamıştık! Ve bir gün, bir gece vakti,
ölümün pençesini ya da ince dokunuşunu vücudumuzda duyumsadığımız an,
"Eylülde ölmek zor ama bu gece, ölmek için güzel!" demekten başka
seçeneğimiz olmasa gerek!
Dinin bağlıları, aşkın adamları, bazan "ölümü
(de) öldüren rabbe secde" ederek ölüme boyun bükmüşler, bazan ona,
düğün gecesi, sevgiliyle bütünleşme "haI"i
olarak bir ebedi neşeyle kucaklarını açmışlardır.
Ben diyeyim Babil Kuleleri, siz deyin İkiz Kuleler heybetinde büyütülen
benlikleri, "bir avuç toprakla" doyuruveren ölümün ihtişamı,
düşünülmeye değer olsa gerek! (Üzeyir KARADÖL)
Kaynakça
Osman KAYA, [Kitap]. - Ölüm Kitabı, Ark Kitap- Özgü Yayıncılık, İstanbul
2002.
[1] Cenaze
yıkayıcı arkadaşlarımdan çok duymuşumdur. Erkek cenazelerde ereksiyon ( penisin
içindeki kan damarlarına kan dolması ile birlikte penisin sertleşmesini ifade
eden kavramdır) çok olmaktadır.
Bahsedilen konunun geçersiz olmadığını göstermektedir. Ölümle alakalı
bir reflex bile olduğu düşünülse de her ereksiyonun cinsel haz ile bir
bağıntısı var olduğu kesindir. (İhramcızâde İsmail Hakkı)
[2] Cinsel
birleşmede oluşan hallerde zevki bedenin değil ruhunu almasını sağlamak
gerekir. Zamanımızda ponografinin aşırı oluşu müstehcen görüntülere ve
bilgilere kolay ulaşılması ile bu ayıklık (bilinç berraklığı)
kaybolmuştur. Eşi ile birleşmeyi seksî
fantazilere çeviren nesillerin bahsedilen yüksek ve ulvî seviye ulaşması
düşünülmez.
[3] Daha geniş bilgi için
Bkz. Leben Unt Sterben, İsviçre, 1982 - There is no Death, California, 1977 -
Life, Death and Afterdealh. Sandiego, 1980
[4] Postulate: kabulü zorunlu esas, şart
koymak, talep etmek, ispatsız olarak kabul ettirmek, doğru varsaymak, postulat
olarak kabul etmek, seçmek
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar