ÖLÜMÜ GÖRSELLEŞTİRMEK
Hzl: Neşe Dijlay AKBAŞ
Görüntülerden oluşan
bir alanda yaşamaktayız ve kimi zaman birbiriyle çelişen bu görüntüler, ortak
kavramsal alanlar içerisinde belirmektedir. Birbiriyle çelişen görüntüleri
barındıran kavramsal alanlardan bir tanesi de ölümdür. Bir fenomen olması ile ilgili olarak ‘ölüm’, ‘ben’ olmayandır,
ötekidir; ‘ölüm’, bir yer olarak olmayan bir yerdir. Ancak
insan aklının varoluşsal yetersizliği nedeniyle ne ‘ölüm’ün ne de ‘öteki’nin
ontolojik bir analizini yapmak mümkün değildir.
Yine
de ‘benim ölümüme’, ‘ben’in bir algılama geliştirmesi mümkündür. Ama ‘benim
ölümüm’ün, ‘ölü ben’ tarafından deneyimlenip deneyimlenemeyeceği sorulduğunda
durum paradoksal bir hal alır. Benim bedenim, benim beynim, benim hatıralarım,
düşüncelerim, inançlarım, fikirlerim; herhangi bir şekilde hangisi daha çok
‘ben’ olabilir?
Martin Heidegger Varlık
ve Zaman (Being and Time)'ın başlangıcında şöyle der: "Bugün ‘olmak’ kelimesiyle
gerçekten ne demek istediğimiz sorusuna verecek bir yanıtımız var mı? Asla, o
halde kaçınılmaz olarak ‘olmak’ ne anlama gelir sorusu tekrar ortaya
atılmalıdır"(1).
‘Olmamak’ sözcüğü ile
ne demek istediğimiz sorusuna doyurucu bir yanıt bulabilmek bir yana ‘olmak’
sözcüğünün ne olduğuna ilişkin tatmin edici bir cevaba ulaşmak neredeyse
imkânsızdır. Sorun, doğal olarak çözümsüzdür. Kişinin hem çok tanıdık hem de
tamamen yabancı olduğu kendi ölümüyle
olan ilişkisi üzerinden
ölümü algılayışı, ve diğerlerinin -kendiyle özdeş olan ve
olmayanların-ölümleriyle olan ilişkisi bu kavramların ne kadar esrarengiz ve
tekinsiz olduğunu gösterir.
Ölüm kavramının ve
ilişkili sorunların görsel olarak iletimi ya da görsel sanatlardaki tasviri
paleolitik dönem mağara resimlerine konu olacak kadar eskiye uzanır. Fransa’da
bulunan Lascaux mağarasında, üst-paleotik döneme ait ünlü mağara resimlerinde
ölümün görsel sanatlardaki belki de en eski tasvirine rastlarız. O dönemden
günümüze her tür mecrada ölüm kavramı sayısız defa tasvir edilmiştir. Tüm
yaşamımız ölümün yükü altındadır. Bu nedenle ölümle ilgili bir görüntü ya da
dehşet verici bir ölüm, bizi o yapıta sürükler.
Kişinin kendi ölümünü
kavramsallaştıramamış ya da kavrayamamış olmasına rağmen ölümlü oluşunu idrak
etmesi ‘ölüm kültürleri’nin doğuşuna sebep olmuştur.
Bu kültürler, ‘ben’ ya da ‘benlik’ algısının ve ilişkili tüm özellik ve
uzantıların, şekillenmesini sağlar. Öldüğümüzde
tüm bilinç sürekliliğimiz sona erecek, başka bir deyişle ‘ben’ yani kişisel
hafızamız, inançlarımız, düşüncelerimiz buharlaşıp uçacaktır.
Son cümleyi tekrar başa
saracak olursak başka bir açıdan: ‘Öldüğümüzde, bir sonraki
yaşama geçiş yapmış olacağız ve orada...’ Bu son cümle her ne
şekilde sonlanırsa sonlansın birçok gelenekte ‘ben’, geçiş sağlayacaktır. Bu
geçişin muğlaklığı, rahatsızlık verici bir şekilde çelişen görüntüler yaratır.
Fakat bu çelişki özünde saklanmış, örtülmüştür ve altında insan aklı kendinden
saklanır(2).
Ölümün, ölen kişinin
gözünden melekler, cesetler, cennet, cehennem, büyük beyaz ışık gibi klişeler
kullanılarak görselleştirilmesi filmlere sıklıkla konu edilmiştir. Çoğu zaman
bu temsil, ölüm kültürlerinde öngörüldüğü gibi senaryodaki kahramanın
sevdikleriyle ya da daha önceden ölmüş olan atalarıyla tekrar bir araya gelişiyle
şekillenir. Ama ölümün doğrudan temsilinin yerine ölüm fikriyle bağlantılı
anksiyete ile ölümün muğlaklığı, ölüm algısı ve tabii ki var olma algısı ile
meşgul olan, izleyiciye kendi kendisiyle bir karşılaşma sağlayan ya da bunu
talep eden yapıtlara referans vermek gerekir. Görsel Sanatların diğer yaratıcı
süreçlerden bağımsız düşünülemeyeceği düşünülürse edebiyat alanından verilecek
referanslar uygun olacaktır. Milan Kundera’ya ait Gülüşün ve Unutuşun
Kitabı’nda, kitabın birbirinden bağımsız görünen yedi bölümünü oluşturan
kısa hikâyelerinden ilkinde ana karakter bir kahvede servis yapan güzel göçmen
kızı Taminadır. Tamina için ölüm, genç bir erkek sürücüsü olan, parlak kırmızı
bir spor araba olarak temsil edilmiştir. Ana karakter, bileti tek yön kesilmiş
bir yolculuğa çıkar ve hiçbir yetişkinin bulunmadığı, garip çocuklarla dolu bir
adaya gider. Sartre tarafından yazılmış olan The
Wall'da (Duvar) ise karakterlerin ölümle olan karşılaşmaları her şeyi
yeniden deneyimlemelerine sebep olur. Sartre, başka bir yazısında bu durumu
şöyle açıklar "tek kelimeyle insan kendi özünü yaratmalıdır." Franz
Kafka da, karakterleri için absürd olanın yarattığı terör içerisinde varoluşsal
bir ikilem yaratır. Bu da yine varolma ve varolmama deneyiminin temelden tekrar
düşünülmesini, değerlendirilmesini talep etmektedir.
Edebiyatta izlerini
gördüğümüz ölümün algılanışıyla ilgili tasvir ve temsilleri benzer şekilde
görsel sanatlarda da görürüz. Albert Giacometti'nin yapıtlarında, ince
figürlerinde olduğu gibi, varolma ve varolmama bedenle sınırlandırılmıştır. Bu
figürler, varolmama sınırına yaklaşarak, küçülerek kişinin özbilincinin ve
kendi içerisindeki görüntüsünün kırılganlığını ifade eden, işlevsel olarak
neredeyse bağımsız hareket eden
göstergelerdir. Ölüm, ölümsüzlüğün yükünden kurtarılmıştır.
Giacometti'nin yapıtlarında tıpkı Sartre'ın ünlü kitabının başlığı Varoluş ve
Hiçlik (Being and Nothingness)’te olduğu gibi bir aradalık hali
gözlemlenmektedir.
Daha pek çok sanat
eserinde ölümle ilişkili bedensel tasvirlere rastlamak mümkündür. Bruce
Conner'ın 60'lardaki asemblajı, The Child (Çocuk), çürümüş bir çocuk
bedenini anımsatır. Burada varolmak ve varolmamakla ilgili varoluşsal
sorumluluğun yerini absürd bir eğilim alır. Hermann Nitsch'in yine 60'larda
katledilmiş hayvanlarla sergilediği performanslarında, bedeni geri getirerek,
gerçek duyguların yoğunluğunu ve ölümü geri getirir. Arnulf Reiner, Cesetler’de
(Corpses), Mumyalar’da (Mummies), Ölüm Maskeleri’nde (Death masks) ve İsa
Figürleri’nde (Christ figures) ölümü, gerçekliğe dayanan görüntülerin ve
kurgulanmış bir simulakrın içinde inceler. Üzerleri boyanmış ve çizilmiş kendi
fotoğraflarından oluşan ünlü Face Farces (Yüz Farsları) serisinde ise ölümün
hemen öncesindeki histerik anı tasvir ederek ölümle bir karşılaşma öngörür.
Ölümü kavramanın güçlüğü, 'İsa Figürleri'nde üzerleri boyanmış ya da çizilmiş
İsa fotoğrafları ya da illüstrasyonları olarak yansıtılır. Reiner, yaygın bir
ölüm sembolü olan haç'ı varoluşla ilgili sorular sormak ve incelemek için
kullanmıştır. Hung-Chih Peng ise çift monitör üzerinden aktardığı Canin Monk
serisinde, beyaz bir duvarı yalayarak dini metinlerden pasajlar yazan beyaz bir
köpek kullanmıştır. Köpeğin, yazılı olan metinleri yaladığı görüntünün geri
sardırılmasıyla elde edilen videoda kullanılan metinler Budist, Taoist ve Hindu
dini yazıtlarından alıntılar olduğu kadar Musevilik, Hırıstiyanlık ve İslamiyet
gibi batı dinlerinin kitaplarından da alıntılar bulundurmaktadır. Bu
kelimelerin bir köpek tarafından aktarılması, içeriği izleyiciye
yabancılaştırarak, sunulan metnin algı ve hafızadan bağımsız olarak izlenmesine
olanak sağlamaktadır. Varoluşun anlamsızlığını kavramaya ilişkin bu ifade kurma
denemesi monitördeki köpeğin iştahıyla çarpışır. Bu da insanı aydınlanmaktan
alıkoyan, insandaki arzuyu hatırlatmaktadır(3).
Buraya kadar ele alınan
yapıtlarda sergilenmiş olan yaklaşım ister varoluşçu ister absürd olsun, ölüm
kendi içinde bir son barındırırken fiziksel beden bu sınırın belirleyicisidir.
Sınır çok net ancak çok katıdır. Oysaki insan ölümsüzlüğün yükünden kurtarılmak
istemez.
Fiziksel bedenin ölümle
ilişkili olarak çizdiği katı sınır metafizik yaklaşımlarla değişirken ‘ben’in
tanımı ve algılanışı, bedenle olan ilişkisi de farklılaşmaktadır. 1940'ların
varoluşçu yazarlarından ilham almış olan Barnett Newman'ın yapıtları, bizi
uzlaşmaz, katı metafizik fikirlerle karşı karşıya getirir. Newman'ın Onement
(Birlik) serisi ve Zip'leri (Fermuar), uzamsal olarak bireyin kendinden daha
geniş bir düzenle olan ilişkisini ve konumunu düzenlemeyi amaçlamaktadır.
Benzer metafizik sorunların daha erken formulasyonları, Casper David
Friedrich'in 1800'lerin başında yaptığı Monk by the Sea Shore (Deniz
Kenarındaki Keşiş) gibi yapıtlarda bulunabilir. Deniz Kenarındaki Keşiş’te
arkadan görünen ufacık bir insan figürü, gece vakti uçsuz bucaksız denize ve
gökyüzüne bakmaktadır. Bu korkuyla karışık bir kavrayış hissi yaratır. Sonsuz
ve buna karşılık kişinin kendi bedeninin önemsizliğini ve ölümlülüğünü fark
etmesidir.
Barnett Newman'ın yapıtlarında
ve Deniz Kenarındaki Keşiş’te olduğu gibi doğrudan sunulmamasına karşın ölümü
bedenin ötesine taşıyan metafizik fikirler, Platon'nun ‘önceden var olan
ruhları’ndan, Aristo'nun birbirine bağımlı parçalarına, Dualistlerin Kartezyen
doktrinlerine ve Judeo-Christian ruhlara kadar hepsinde temeldeki değişmez
anlayış küçük değişiklerle sunulmuştur. Daha güncel fikirlerde ise bu anlayış
yeni teknolojilerle materyalistik bakış açısı olarak sunulmaktadır. Psikolojik
sürekliliği koruyan biyonik bedenler, indirgemecilik gibi pek çok düşünce
sistemine konu olmuştur. Hepsinin içerisinde ruh ya da öz fikri, bir başka
deyişle ölümsüzlük, kişiliklerin, hatıraların, düşüncelerin sürdürülmesi ile
korunmaktadır.
Tüm batı inancı temsil
üzerine yapılandırılmıştır ve temsilin gerçeğin göstergesi olduğu varsayılır.
Fakat bu durumda temsilin gerçeğin göstergesi olduğu güvencesi gerçek
tarafından değil, göstergenin kendisi tarafından verilmektedir. Bu ise
hiper-gerçektir; gerçek olmayan değil ancak gerçek olanla ilişkisi bulunmayan,
hatta bir gerçek olmadığını saklayan, ağırlıksız bir simulakrumdur. Her şekilde
temsil olması gerektiği yerdedir. Göstergeyi yerinden oynatmak görüntünün
ardında bir gerçeklik olmadığı gerçeğini ortaya çıkarabilir, yine de simulakra
gerçek olmayan değildir(4). Bu hiper-gerçeklik içerisinde öngörülen şey
ölümsüzlüktür. İlahilik simulakrası (hiper gerçeklik) içerisinde tanımlanan
gerçek yani ölümsüzlük, Barnett Newman'ın yapıtlarında olduğu gibi bunu bedenin
ötesine taşırken aynı fikir siber kültür içerisindede korunur ancak temsilin
alanı değişmiştir, temsilin alanı artık bedendir.
Bir animasyon filmi
olan Ghost In The Shell’, ‘ben’ ile ilgili sorunlarla ilgilidir, bu soru
ve sorunların varlığında ölümün muğlaklığı ve bulanıklığı konusunda düşündürücü
bir senaryoya sahiptir. Filmde bir cyborg (sibernetik organizma) olan ana
karakter, sahip olduğu maddesel bedenden sıyrılır, onu terk eder. Siber beden,
kendi kendini gösteren, belirten bir simulakrum mudur yoksa başka şekilde temsil
edilemeyecek olanı mı temsil etmektedir(5).
Sibernetik bedenlerde
olduğu gibi fiziksel bedenin, ‘ben’ ile olan ilişkisini sorgulamak için farklı
düşünce deneyleri kullanılmıştır; varolmak ve varolmamakla ilişkili olarak ne
olduğuyla ilgili, fiziksel varlık ve ölümde olduğu ve fiziksel yok oluşla
ilişkisi, kimin böyle bir varlığa sahip olduğu ve gerçekte ne anlama geldiği
gibi. Özellikle biliş bilimi, yapay zekâ, nöroloji, psikoloji ve akıl felsefesi
alanlarındaki gelişmeler ve etkileşimler sayesinde varsayıma dayalı senaryolar
üzerinden kurgulanan çeşitli düşünce deneyleri yayınlanmaktadır. Beden
değiştirme, beyin nakli, kaynaşma (iki ya da daha fazla kişinin birbirine
karışıp bir kişi olarak birleşmesi), insan kopyalama (klonlama), kişilerin
bilinçlerinin bilgisayar beyinlere ya da başka organik beyinlere aktarılması
gibi durumlar kurgulanmaktadır. Stelarc, sibernetiğin öneminin bedenin deriden
sıyrılabilmesi olarak önerir. Yapıtlarında fiziksel bedenin dayanıklılığını ve
yetkinliğini sorgular ki her durumda beden, erken bir ölümle
lanetlenmiştir."
Artık döllenmenin
rahmin dışında gerçekleşmesiyle ve cenini yapay destek sistemleri içerisinde
besleyebilme olasılığıyla teknik olarak hiç doğum olmayabilir. Ve beden
üretilen parçaların yenilenebilmesini kolaylaştırmak için eğer modüler olarak
tekrar tasarlanabilirse, o zaman teknik olarak ölüm için hiç bir sebep
kalmaz"(6).
Ghost In The Shell
filminde sahip olduğu maddesel bedeni terk eden ana karakter artık bir cyborg
değildir ancak sahip olduğu bedenden sıyrılmak varoluşunu sonlandırmamış aksine
ona sanal uzamda sınırsız bir özgürlük ve ölümsüzlük sağlamıştır. Buradaki
ölümsüzlük farklı bir uzamda tanımlansada ölümü bedenin ötesine taşıyan
metafizik fikirlerle örtüşen bir ölümsüzlük arzulanır. Bu durumda bir bedene
sahip olmayan bir ‘ben’, erken bir ölümün lanetini yenmiş midir?
‘Ben’e herhangi bir
fiziksel bedenden bağımsız bir yazılım programı olarak bakan düşünce deneyleri,
geleneklere uymayan, alışılmadık teknolojilerle ilişkili düşünülse de, temelde
yine geleneksel metafiziğin sorunu olan ruhların göçüne referans eder.
Sorulması gereken başka bir soruda, genel olarak bilinç ya da ‘ben’ gerçekten
var mıdır? Böyle ontolojik bir soruyu detaylandırabilmek için D.R. Hofstadter
ve D.C. Dennett’in küçük bir düşünce deneyini özetlemek faydalı olacaktır.
Deneyde herhangi bir bilince sahip olmayan bir bilgisayar olduğu
varsayılmaktadır. Bu bilgisayar, roman yazan bir makine olarak programlanmıştır
ve bir yazıcıya bağlıdır. Makinenin ve programın tasarımcıları ne ummaları
gerektiği konusunda bir fikre sahip değildirler. Yazıcıdan çıkan ilk sayfada,
’benim adım X’ yazmaktadır. Daha sonra bu kutu şeklindeki bilgisayarın bir
robot olduğu düşünülür ve bu robota ‘Y’ denilir. Robot bu kez hikâyeleri
yazıcıdan çıkarmak yerine sesli olarak aktarır. Y’den öğrendiğimiz hikâyeler
X’in hikâyeleridir ama Y’nin başına gelenlerden oluşturulmuş hikâyelerdir. 'Y',
‘Bana yardım edin burada kilitli kaldım’ dediğinde kime yardım etmek
gerekmektedir? X’e yardım etmek gerekmektedir ama 'X' diye biri yoktur, o
sadece Y’nin hikâyesindeki karakterdir. Bu durumda konu 'X’in ‘Y’ adında bir
bedene sahip olması mıdır yoksa ‘Y’ kendine ‘X’ mi demektedir?
Buna benzer düşünce
deneylerinde, varsayımlara dayalı durumlar yoluyla sorulan sorulardan bazıları
kişinin, bedenin varlığının sonlanmasıyla ölüp ölmediği ya da kişinin
psikolojik sürekliliğinin kısmen ya da tamamen tahrip edilmesiyle ya da beden
hala yaşıyorken kişinin bilinç akışının bir bilgisayar beyine aktarılmasıyla ne
düşünmemiz gerektiğidir.
Beyin, bilinçsiz bir
aktivite olan veri giriş ve çıkışını düzenleme süreci içerisinde farkında
olmadan ‘ben’i yaratır, ne var ki biz beynimizin durumunu ateşlenen nöronlar
seviyesinde algılayamayız, bunun yerine anladıklarımız kavramlar ve
kelimelerdir. Gerçekte kişi, her an, o anın deneyimini uygun etiketin altında
sınıflandırarak sinaptik yapıyı değiştirmektedir, bunu da gelecekte bu bilgiye
yeniden erişebilmek için yapmaktadır. ‘Ben’, zaman ve mekân içerisinde hareket
eden, algılayan, hisseden bedenin kendini belgelemesinin bir süreklilik
içerisindeki görüntüsüdür. Bu korunmuş geçmişin tarihinin ve şu anki zamanın;
geleceğin belirleyicisi olma durumu, döngüsel bir kendi kendine başvurunun
farklı seviyelerde bir geri beslemesidir, tıpkı birbirine bakan iki ayna gibi
birbirinin görüntüsünü sonsuzca yansıtır. Ancak düşünce deneyindekinin aksine
bu belgeleme eyleminin bir amacı vardır. Toplanmış olan veri geleceğin daima
değişen çevrelerinde kullanılacaktır(7). Bu durumda bedenden yalıtılmış bir
ölümsüzlük fikri kendi içerisinde çelişirken fiziksel bedenin ölümle ilişkili
olarak çizdiği katı sınır, ister metafizik yaklaşımlarla ister teknolojik ve
bilimsel yaklaşımlarla olsun, değiştirilirken aynı şey arzulanmaktadır.
Daha önce de
bahsedildiği gibi ölümün görüntüsü çoğu zaman kişinin ‘ben’i nasıl
algıladığıyla yakından ilişkilidir, ki bu da belirli bir ölüm kültürüyle
örtüşür. Bilincimizde ya da bilinçaltında, daha çok rüya benzeri kareler olmak
üzere, hepimizde ölüme ait bir görüntü vardır. Kişinin düşünen ‘ben’ini ve
bedenini bir obje olarak düşünmesi zor kabul edilebilir bir gerçektir. Kişinin
kendi ölümünün getireceği çürüme süreci, gömülme, mezar fikri gibi fiziksel
sonuçlara karşı zayıflığı ve bunun neden olduğu anksiyete ilahilik simulakrası
içerisinde rahatlar. Bu hiper gerçeklik bazı vasıfları bedene ait
tanımladığı gibi insanın ne olduğunu da tanımlar. İnsan, ölümsüzlükle
imtiyazlıdır; bir yandan kartezyen geleneği reddederken sibernetik beden aynı
geleneksel amacı arzular ama bunu yaparken geleneksel olmayan araçlar kullanır.
Siber-kültür gelişmeye başlarken, Platonik ve Kartezyen metafiziğin kavramsal
anlayışı ve görüntüsü dışlanır ancak amaç değişmeksizin ölümsüzlük olarak
karşımıza çıkar. Bu ruh ya da saf bilgi olarak tanımlanabilir.
Ölümün görüntüsü asla
tam olarak ve netlikle tarif ya da temsil edilemez, daha çok muğlak bir
sezginin yansımasıdır. Ölümün tasvir edildiği pek çok mecrada olduğu gibi
mağara resimlerinde, görsel sanatlarda, edebiyatta veya kutsal metinlerde de bu
muğlaklığı görmek mümkündür. Ölüm ve bağlantılı konular, olabildiğince eski
olmasına rağmen yine de bu konularda güncel terminoloji ve yaklaşımlara ihtiyaç
vardır. Yan yana getirilen siber beden ve ilahilik simulakrası (hiper
gerçeklik) gibi kavramlarla ilişkilendirilen, ortak konu olarak ölümün
işlendiği sanatsal yapıtların ardındaki görünürde ters düşen felsefi görüşlere
karşın, temelde çok benzer ifadeleri içerdikleri görülmektedir.
* Arş. Gör. Bahçeşehir
Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Görsel Sanatlar Görsel İletişim Tasarımı
Bölümü,
e-posta:
nesedakbas@gmail.com
• Bataille, Georges, The tears of Eros,
Trans. Peter Connor, City Lights Boks, San Francisco. 1989.
• Baudrillard, Jean, Selected Writings,
Ed. Mark Poster, Stanford University Press, Stanford. 1988.
• Baudrillard, Jean, Simulacra and
Simulation Trans. Sheila Faria Glaser and Ann Arbor, University of Michigan
Press. 2000.
• Derrida, Jacques, Of spirit: Heidegger
and the question, Trans. Geoffrey Bennington and Rachel Bowlby, University of
Chicago Press, Chicago. 1989.
• Fineberg, Jonathan, Art Since 1940,
Strategies of Being, Prentice Hall, NJ. 2000.
• Flanagan, Owen J., The problem of the
soul : two visions of mind and how to Reconcilethem, Basic Books, New York.
2002.
• Gonzalez, Jennifer, “Envisioning Cyborg
Bodies: Notes from Current Research” The Gendered Cyborg: A Reader, Ed. Gill
Kirkup, Linda James, Kath Wodward, Fiona Hovenden, Routledge, London. 2000.
• Hofstadter, Douglas R. and Dennett,
Daniel C., The mind's I : fantasies and reflections on self and soul, Basic
Books, New York. 2000.
• Thompson, Mel, Philosophy of Mind,
Contemporary Books. 2001.
• Stelarc, "From Psycho-Body to
Cyber-Systems: Images as Posthuman Entities", Virtual Futures: Cyberotics,
Technology and PostHuman Pragmatism, Ed. J. Broadhurst Dixon and E. J. Cassidy,
London: Routledge. 1998.
• Heidegger, Martin, Being and Time,
Trans. Joan Stambaugh, State University of New York Press, Albany. 1927.
• http://web.mit.edu/Ivac/www/exhibitions/index.html
(Anonim)
NOTLAR
1. HEİDEGGER, Martin, Being and Time
(Varlık ve Zaman), Trans. Joan Stambaugh, State University of New York Press,
Albany. 1927.
2. BATAİLLE, Georges, The Tears of Eros
(Eros’un Gözyaşları), Trans. Peter Connor, City Lights Boks, San Francisco,
1989.
3. http://web.mit.edu/Ivac/www/exhibitions/index.html
(Anonim)
4. BAUDRİLLARD, Jean, Selected Writings,
Ed. Mark Poster, Stanford University Press, Stanford, 1988.
5. GONZALEZ, Jennifer, “Envisioning Cyborg
Bodies: Notes from Current Research” The Gendered Cyborg: A Reader, Ed. Gill
Kirkup, Linda James, Kath Wodward, Fiona Hovenden, Routledge, London, 2000.
6. STELARC,. "From Psycho-Body to
Cyber-Systems:Images as Post-human Entities",Virtual Futures: Cyberotics,
Technology and Post-Human Pragmatism, Ed. J. Broadhurst Dixon and E. J.
Cassidy, London: Routledge, 1998.
7. HOFSTADTER, Douglas R. and Dennett,
Daniel C., The Mind's I : Fantasies And Reflections On Self And Soul, Basic
Books, New York, 2000.
Kaynak:
YEDİ Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Dergisi, Sayi 2,
Temmuz 2009
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar