Print Friendly and PDF

Ömer Lütfi METE


Batıl kaderciliğinden yakındığımız toplumumuz artık ‘şikâyet uygarlığı’na terfi etmiş bulunuyor. Aydın da ‘bir başkası’ndan dertli, halk da.
Bingöl depremi üzerine yaşanan sıcak tartışmalar da bi­limsel bir arabesk.
Herkes binlerinden veya bir şeylerden yakınıyor.
Ben de bu ‘şikâyet uygarlığından dâvâcıyım.
Türkiye’de şikâyet üretim seferberliğini durdurmaya ne­reden başlamalıyız?
Depremden trafik kepazeliğine, yolsuzluktan yeteneksiz­liğe, açlıktan estetik perişanlığa kadar bu toplumun bütün belâları ile baş edebilmek için nereden işe koyulmak en akılcı girişimdir?
Belli ki Türkiye kördüğüm olmuş.
Çözmek için bir ‘uç’ bulmak gerekiyor.
Herkesin tuttuğu ‘uç’ farklı.
Bense ‘uç’ olarak yargıyı arayanlardanım.
Yargı göçmüşse, onu diriltilmeden hiçbir şeyin düzeltile­meyeceğine imanım tam!
Yemek içmekten, sağlıktan, güvenlikten ve eğitimden önce yargı...
Sözgelimi deprem için en mükemmel yasal düzenleme­leri yapalım. En çok şikâyet olunan ‘eşgüdüm’ işini de kâğıt üzerinde halledelim. İnsanın olduğu her yerde ihtilâf ola­caktır, yani ‘yargı’sız yaşanamayacaktır. Eğer bağımsız yargı yoksa daha doğrusu salt hak duygusuyla bağımlı yargı ku­rumu oluşturulamamışsa ciddi hiçbir gelişmenin sağlana­mayacağı açık.
Halbuki bizde, bırakın yargının bağımsız olabilmesini, bizzat ‘yargı bağımsızlığı’ kavramını bile sığlaştırdık, hatta yozlaştırdık.
Bu ‘ülkü’den anladığımız, en sığ şekliyle, siyasî iktidarla­rın yargı erkine burnunu sokamaması.
Elbette bu ‘olmazsa olmaz’ bir şart. Ama yargının ba­ğımlı olabileceği daha bin türlü ‘soyut’ veya ‘somut’ mer­kez söz konusu.
Yargıç ya ideolojik dürtülerinin, önyargılarının, zevkleri­nin, çevresinin, kötü alışkanlıkların, tehdit yemeye açık düş­müşlüklerin, yükselen değerlerin ve başka şeylerin bağımlısı ise ne olacak?
Kısacası kördüğümün ucu, sadece vicdani değerleriyle adalet dağıtabilecek ‘yargıç’ örneklerini yeniden yetiştirebil­mektedir.
Amerika’da yaşadığı bir olayı aktaran dostum Mete Aksoy, bu vadideki meramımı özetleyen bir örnek sunuyor:
Ehliyetsiz yakalanmış ve mahkemeye çıkarılmıştır.
YARGIÇ: Anlat bakalım bu adamı niye mahkemeye ver­din?
POLİS: Efendim ehliyeti yoktu!
YARGIÇ: Peki olayı anlat, nasıl durdurdun, ne yaptın, ayrıntısıyla anlat.
POLİS: Efendim 5 Mayıs’ta durdurdum, ehliyetini sor­dum, ehliyeti yoktu.
YARGIÇ: Tamam, onu anladık sen bu adamı niye dur­durduğunu söyle.
POLİS: Efendim işte durdurduk; ehliyeti yoktu.
YARGIÇ: Anladık onu! Niye durdurdun bu adamı, onu söyle.
POLİS: Hatırlamıyorum.
YARGIÇ: Neee? Hatırlamıyorum ne demek? Sen kim oluyorsun da bu adamı keyfince durduruyorsun? Sen kim oluyorsun, söyle niye durdurdun bu adamı?
POLİS: Efendim adamın ehliyeti yok ama.
YARGIÇ: Sen durduramazsın herkesi keyfince. Bu ne sorumsuzluk? Alnında mı yazıyor ehliyeti olmadığını?
Yargıç tokmağını masaya vuruyor:
-          Suçsuz!
Sonra da polise dönüyor:
-           Bir daha sakın karşıma böyle çıkma! Sen insanları key­fince rahatsız edemezsin. Şimdi çık dışarı!
Bu olay 11 Eylül sonrasının Amerika’sında yaşanıyor.
Sanık, hem Bin Ladin’in dininden, hem de ABD vatan­daşı değil.
Şüphesiz, şu sıra küresel çeteler tarafından ‘Dünya Kol­luk Gücü’ konumuna indirgenen Amerika sadece bu ‘yargı cenneti’nden ibaret değil. Ama burası da Amerika!
‘Şikâyet uygarlığı’nda kördüğümün ucu yargı!
Anamı ağlatan yargıç, kimi kime şikâyet edeyim?
Konu ister deprem olsun, ister meltem!
Sh: 51-54

Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi, bir tazminat da­vası ile ilgili kararında İslâm’da cami olmadığına hükmet­miş!
‘Dinin kaynağı Allah’tır. Cami yapmak bir anlamda dini şekle boğmaktır.’
Hay Allah, bu ne ‘Allah’çı’ hüküm böyle?
Mahkeme hızını alamamış, meşhur ‘Mescid-i Dırar’ de­nen tarihi olayı bile ıslah (!) etmeye kalkmış:
‘Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında yapılan bir cami veya mescidin olduğunu kimse öne sürememektedir. O zaman yapılmaya kalkışılan bir mescidin bilfiil Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ta­rafından yıkıldığı, İslâm üzerinde söz sahibi olan, çıkarcı ol­mayan din adamlarınca kaynak kitaplara yazılmaktadır...’ (Ajans metnindeki imlâsı ile..)
Buraya, yıkılan minare ile arabası ezilmiş bir vatandaşın açtığı davada geliniyor. Mağdur vatandaş önce bin kapı çal­mış ama sonuç alamamış. Üstelik minarenin yapılışında tek­nik hata var. Diyanet dâhil bütün devlet kapılarından boş dönen vatandaş sonunda dâvâ açar ve Hazine’yi tazminata mahkûm ettirir.
Şimdi vicdanımıza soralım:
Bu kararı vermek için cami ve din hakkında ahkâm kes­mek şart mı?
Mahkemenin hükmettiğinin aksine ‘İslâm’da cami var’ ise mağdurun zararının tazmin edilmesine karar verilmeye­cek mi?
Doğrusu, mahkemenin neden vatandaşın hakkını teslim etmekten öteye uzandığını, niçin İslâm’da camilerin olma­dığı yolunda örnek bir yargı kararı geliştirmeye heveslendi­ğini anlamak mümkün değil.
EVVEL YOK İDİ BU RİVAYET..
Gerekçe fuzuli, çünkü mağdurun hakkını tazmin için buna ihtiyaç yok.
Gerekçe aynı zamanda batıl, çünkü gerçeği kusursuz bir şekilde tersyüz ediyor.
Hazret-i Peygamber’in cami yıktırmasına bakalım:
Mahkemenin ürettiği gerekçeyi okuduğunuzda ‘Pey­gamber’in cami yapılmasına karşı olduğu ve nitekim buna cüret edenlerin eserini yıktığı’ kanaatine varırsınız.
Bu sadece tarihi bir yanlışı (!) değil, doğrudan İslâm’ı düzeltme (!) çabasıdır. Zira, Hazret-i Peygamber sadece bir tek camiyi, ikilik çıkarmak niyetiyle kurulan ‘Alternatif Kuba Mescidi’ni, Kur’an-ı Kerim’de de yer alan ‘İlâhi emir’ gereğince yıktırmıştır. Oysa tam da orada namaz kılmaya niyetlendiğinde ayetler gelir:
-           Ayrıca inadına zarar vermek, kâfirlik etmek, müminle­rine arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ile peygam­berine karşı savaş açan bir kişiye pusu ve gözcülük yeri yap­mak için bir mescit (Mescid-i Dırar) kurdular., Bununla be­raber ‘iyi niyetten başka bir maksadımız yoktur’ diye yemin edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Al­lah şahittir. (Tevbe-107)
-            Onun için de kesinlikle orada namaza durma! Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit, içinde na­maz kılmana elbette daha lâyıktır. Onun içinde tertemiz ol­mayı seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever. (Tevbe-108)
-           O halde binasını, Allah’tan sakınma ve Allah rızası üze­rine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını selde yarılmış bir uçurum kenarına kurup da onunla cehenneme yuvarla­nan mı? Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe-109)’
Buna ne buyurursunuz?
Mahkeme, bir mağdurun hakkını mı korumaya çalışıyor, yoksa Kur’an-ı Kerim’i mi tashih (!) etmeye kalkışıyor?!
Din yargıya müdahale etmeyecek ama yargı dini istediği gibi yorumlayacak, üstelik tarihsel palavra uydurabilecek, öyle mi?
Onun için ülkemizdekine ‘Laik din devleti’ diyip duru­yorum.
Yalnız bu olayda çarpıklık yargı kararına eklenmiş fuzuli ve batıl gerekçelerden ibaret değil. Bir de dini kurumun ka­yıtsızlığı var ki, insanlık ayıbıdır:
Adam senin minarenin yıkılması sonucu mağdur olmuş ve kapına gelmiş. Din adına var olmuş bir kurumsan sana yakışan nedir? Meselâ en azından yukarıdaki ayetlerde ge­çen ‘O halde binasını Allah’tan sakınma duygusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır?’ sorusuyla irkilmek değil mi?
‘Allah’tan sakınma üzerine ve Allah rızası için’ kurulmuş bir din binası, hatalı inşa edilmiş minaresinden zarar gören vatandaşı mağduriyeti ile baş başa bırakmayı göze alabilir mi?
Dinlimiz, dincimiz ve dinsizimiz ile bu düşük kalite or­talamamız, yeryüzünün birinci sınıf sakinleri arasına henüz neden giremediğimizi açıklamaya yetiyor. Ancak, böylesine sivri ve kanatıcı çarpıklıklar, halimizden memnuniyetsizliği­mizi derinleştirdiği için inşallah engin hayırlara vesile ola­cak.
Sh: 75-78

Şiddetin hiç değilse azalacağı bir yeni yıl için dua eder­ken John L. Esposito’nun şartlı tahmini, ‘daha çok bekler­sin’ der gibi zihnimde yankılanıyor:
‘Eğer Batılı güçler dış siyasetlerini ve otoriter yönetimle­re desteklerini yeniden düşünme ve değerlendirme ihtiyacı­nı duyarlarsa, bütün dünyada Müslümanlar’ın ana kitlesi, İslâm’a dinci aşırılık yanlılarından gelen tehdide daha mü­cadeleci bir tavırla yönelme ihtiyacı duyacaktır. Onların ci­hatları ya da mücadeleleri, dini, entelektüel, tinsel ve ahlâki olacaktır.’
Esposito’nun ‘İslâmcı Terör’ü kökünden araştırma iddi­asındaki kitabı ‘Kutsal Olmayan Savaş’taki şartlı tahmine katılıyorum... Fakat bu yaklaşımdaki yüzeyselliği de gözardı etmiş değilim...
Yüzeysellik sadece, koştuğu şartın gerçekleşmesinin -en azından şimdi ve yakın gelecekte-imkânsız denecek kadar uzak ihtimal olmasından; ‘Batılı güçlerin dış siyasetlerini değiştirmeleri’nin önünde sayısız mistik, kültürel, stratejik ve ekonomik engel bulunmasından kaynaklanmıyor. Asıl yüzeysellik, Batı ile İslâm dünyasını zorunlu ve neredeyse ebedi bir çatışmaya mahkûm gösteren bu düşünce yapısın­dan doğuyor. Oysa bu iki dünya, ‘Medeniyetler Çatışması’na aday bulunsalar veya kılınsalar da artık geri dönüşsüz biçimde iç-içeler.
Bugünkü iletişim ve dolaşım şartlarında dünyanın, Batı olmayan yeri neresi?
Sözde Şeriat yönetimindeki Suudi Cidde sahilleri ile Ye­ni Roma’nın payitahtı New York’un Harlem’i arasındaki farkın gittikçe kapandığını görmemek mümkün mü?
KÖKTEN DÖNÜŞÜM İÇİN
Bununla birlikte Esposito’nun şartlı tahminini bağladığı son cümlesindeki beklentiyi tartışmak bir derinlik umudu doğurabilir:
‘Onların cihadı ya da mücadelesi, dini, entelektüel, tin­sel ve ahlâki olacaktır.’
Fikrimce bu beklenti, Batılı güçlerin dış siyasetlerini de­ğiştirmesi şartına bağlı olmamalı... Dahası, Batı şimdikin­den kötü işler de yapsa, hatta Richard Falk’ın deyimi ile ‘küresel aparthaid’ siyasetinden daha aşırısına bile yönelse, yine de Müslüman insanın mücadelesi her zamankinden daha derinlemesine ‘dini, entelektüel, tinsel ve ahlâki’ bir yönelim kazanabilmelidir. Gerçi bu beklenti adına ön belir­tiler zaten var. Ancak İslâm dünyasını genel anlamda azge­lişmişlikten ve edilginlikten kurtarıcı bir dönüşüme yaraya­cak boyutta ‘dini, entelektüel, tinsel ve ahlâki’ yönelimin gerçekleşip etkili bir verim ve birikime uzanması kolay de­ğil...
Bunun için İslâm dünyasında, -aslında başka dünyalarda da-düşünce yapısının kökten değişimini beklemek, o yolda çok yoğun bir zihinsel enerji harcamak durumundayız...
Düşünce yapısını değiştirmek nasıl bir şey?
Böyle bir devrimin temellerini bu sütuna ancak bir ör­neklemeyle sığdırmak mümkün:
Bilindiği gibi, gerileme sürecinin başından bu yana İs­lâm toplumlarında yenileşme ve değişme hareketlerini yön­lendiren kadroların, daha sonra -köktenci veya ılımlı-bütün Müslümanların temel bir hevesi vardır:
Batı teknolojisine sahip olmak...
Ne için?
Düşmanla savaş meydanlarında baş edebilecek donanı­ma sahip olmak için...
Bu hevesin günümüzdeki yansıması atom bombasına sa­hip olma arzusudur.
Oysa böylesine insanlık dışı bir silâhı edinme arzusu, sırf caydırıcılık amacıyla dahi olsa Kur’an-ı Kerim’in çağrı­sına kökten aykırıdır. Gerçi bunun aksini savunmak için Kitap’tan ve Sünnet’ten, kâğıt üzerinde geçerli kanıtlar getiri­lebileceğini biliyorum. Ancak, atom bombası edinmenin Müslüman insanı, ona sahip bulunan ötekilerle denk bir barbarlığa indireceği tartışılamaz bile!
Aksi halde İslâm’ın ‘son ve mükemmel çağrı’ oluşu ne­rede kalır?
Müslüman, atom bombası için kafa patlatacağı yerde, bu mel’un ve meş’um silâhı etkisizleştirecek mucizevi bir buluşun peşine düşmeye memur değil mi?
Düşünce yapısındaki köklü değişimin örneği bu...
Ne var ki böyle bir devrim, dünyanın en zor işi.
Michaela Mihriban Özelsel’in ‘Halvette 40 Gün’ isimli eserinde yaptığı bir alıntıdaki (W. Gerl’den) cümle, bu zor­luğu güzel özetler:
‘Çünkü düşünce yapısının değiştirilmesine yönelik bu talebin uyandırdığı his, insanın ayağının altından zeminin kayması gibidir.’
Sh:79-82


Müslüman toplumlar yüzyıllardan beri, yeniden dünya­nın birinci sınıf sakinleri arasına girme dâvasına tanıklar.
Henüz sonuç alanı yok. Ne Türkiye gibi en erken batılı­laşmaya çalışanı, ne Malezya gibi çok hızlı yürüyeni hedefe varabildi.
Herhalde ana sebep, bilgi üretememek...
Dünyanın düzeni bu; bilgi üretmeyen kişi veya toplum ancak hizmet üretir.
Birileri hizmet üretir, birileri de hizmet satın alır.
Böylece bir takım insanlar patronların patronu olur, bir takım insanlar da hizmetkârların hizmetkârı...
Toplumlar için de geçerli bu.
Bilgi üretimi yoksa koca bir ülke başkalarının taşeronu­dur.
Tabiî ki sadece teknolojik bilgiden söz etmiyorum.
Siyaset üretmeyen ülke de aynı kaderi yaşar:

Siyaset üretenlerin taşeronluğu...
Bu toplumların bilgi üretememesinin sebebi din değil. İslâm dünyasının geçmişte bilgi ürettiğini, Batının gelişimi­ne de önemli katkılarda bulunduğunu insaf ehli haçlılar da teslim eder.
Belli ki, Müslüman toplumlar için dini-genetik bir engel söz konusu değil. Öyleyse sonra ne olup da bilgi üretimi­nin durduğu ise uzun bahis ama ‘içtihat kapısının fiilen kapanması’nı hayati bir etken olarak bir kenara kaydedelim; yeri geldiğince yine tartışırız.
BAŞKA BİR DÜNYA DÜZENİ
Türkiye’nin bilgi üretimi konusunda neredeyse hâlâ sıfır çizgisinde sürünmesi de, eksikliğin en azından ‘Şeriat’tan kaynaklanmadığı gösteriyor. Bu aynı zamanda ‘Batılılaşma’ya tersinden başladığımızın da kanıtı.
Tamı tamına Z’den girmişiz ki, Batıyı bu gelişmişlik dü­zeyine getiren bilgi üretimine başlamaya sıra gelmiş değil. Hoş, bu gelişmişlik düzeyindeki vahşi sömürü payını; emi­len insan kanından edinilen besini, talan edilen Afrika ve Güney Amerika’yı hatırladıkça pek eseflenmiyorum.
Çoklarına ‘züğürt tesellisi’ gibi gelse de; kökeninde ha­ram katsayısı yüksek, insanlığı ve gezegeni mahvedici yan etkileri pek korkunç olan Batı refahına imrendiğim yok.
Esasen biz, tanı da buradan bilgi üretme çağımızı başlatabilmeliyiz.
Dünyanın ve insanın tahrip edildiği yerden...
Günümüzün ‘nizam-ı âlem’ dâvası böyle bir hareket ol­malı.
Türk’ün yeni ‘Kızılelma’sı bu değilse, herhangi bir Batı ülkesi gibi olmaktan öte hayali yoksa, hatta Batı’nın en bü­yüğünü geçme ülküsünü aşamıyorsa, 16 devlet kurup yık­manın tecrübesini boşuna yaşamışız.
Bütün insanlığı kucaklayamadıktan sonra, ha Washington dünyanın başkenti olmuş, ha Ankara, ne fark eder?
VE BAŞKA BİR KAZANÇ
Tarihe, ‘kahramanlık bizim karakterimizdir’ demek için bakmayı çok seven Türkler yeni çağın babayiğitliğini de ör­neklemeli.
Bu babayiğitlik, özellikle de üç alanda işe yarayacak bilgi üretmektir.
Hastalıkla, çevre soranlarıyla ve silâh karunlarıyla müca­delede ...
Her üçü de şimdiki uygarlığın baş edemeyeceği dev be­lâlardır.
Çünkü üçünün de temelinde sınır tanımayan kazanç dürtüsü yatmaktadır.
Hastalıkların kökü kazınmak istenmiyor, çünkü en bü­yük ve en kolay kazanç, sağlığı için her şeyini verebilen in­sanı soymakta.
Çevre sorunları da dev yatırımlardan vazgeçmeyi göze almadan aşılamaz.
Korkunç silâhlar ise hem kendileri muazzam kazançlarla satılabilmekte, hem de sayelerinde başkalarının yer altı kay­nakları soyulabilmektedir.
Batı’nın savaş karşıtı ve çevre havarisi seçkin kadrolarıyla birlikte başka bir uygarlık yaratmalıyız. Bu üç alanda sonuç alıcı bilgi üretebilmek, peygambersiz çağların en büyük devrimi olacaktır...
Sh:55-58
Bir parti veya akım hakkında bazen olumsuz, bazen olumlu düşünce açıkladığınız oluyorsa iki şeyi göze alacak­sınız:
Çıkarcı veya tutarsız sanılmayı...
Herkesin kendine tetikçi aradığı bir iklimde size başka sıfat reva görülmez.
Gerçekten çıkarcı yapınız yüzünden ‘eyyam’ yapmayı alışkanlık haline getirdiğiniz için bir gün öyle, bir gün böy­le konuşup yazıyor olabilirsiniz.
Üstelik bu yapıda olanlar için fazlasıyla kışkırtıcı bir ik­lim de var:
‘Aman ne adam, kimseden sözünü esirgemiyor.’
Oysa siz, kendinizce çok uyanık (!) biçimde, çok zekice (!) dengeler ayarlıyorsunuz! Bir gün karalarken öbür gün göklere çıkararak hem durumu idare ediyor, hem de sözü­nü esirgemez adam havasına bürünüyorsunuz.
Eski devirlerde olsaydınız size ‘münafık’ denirdi, şimdi işini bilen adam sayılıyorsunuz.
Kamu önünde duran insanlar da, -özellikle siyasiler-, si­zin kapmış olduğunuz ‘yorumcu mevzii’ni fazlasıyla ciddi­ye aldıkları için, bir vurup bir okşamanıza çoktan razıdırlar. Hatta onlar, ‘arada silkelesin ki, övdüğü zaman inandırıcı olsun’ diye düşünebiliyorlar.
TETİKÇİ DEĞİLSEN İŞİN ZOR
Bir de; ‘hem nalına, hem mıhına vurmak’ sözünün yeni ortaçağımıza uygun çarpık yorumlanışı geçerli! Bu çarpıt­ma, ‘vurulması gereken her yere vurmak’ anlamındaki ata sözünü eyyamcılığın maskesi haline getirmiş:
‘Senin çıkarın, fiyakan ve fikriyatın neyi gerektiriyorsa ona göre vuracaksın!’
Böyle bir ortamda samimî olarak gördüğünü ve inandı­ğını söyleyip yazabilen, dolayısıyla dün kötü bir işine tanık olup eleştirdiği kişi veya kuruluşu başka bir gün iyiliğinden ötürü tebrik eden yorumcunun başı derttedir ama gönlü rahattır.
Onlar için tutarlılık, içtenliktir, karakterin çelişkisizliğidir.
Halbuki toplumun ezici çoğunluğu sadece ‘yandaş te­tikçi’ arıyor. Onları tatmin etmek için sürekli aynı kadroyu suçlayıp aynı kişiye çullanacaksınız. Aynı ideolojinin papa­ğanlığını yapacak, karşıtlara saldıracaksınız.
Aksi halde ya çıkarcısınız, ya tutarsız. Sağlıklı bir şekilde anlaşılmayacağınız kaygısı, belki gerçekten kafanızı da ka­rıştırmıştır.
Yalnız, karakter tutarlılığını da çok yüceltemiyorum.
Tamam; yorumcu bütün samimiyetiyle inandığını ve düşündüğünü söyleyip yazmakta tutarlıdır ve gerçek tutar­lılık budur. Ancak, bir süre sonra bu tutarlılık da amansız bir takıntıya dönüşebilir, gerçekten de alabildiğine ‘özgür yorumcu’ olan kişi, ruhsal bozukluk içinde kendini eşsiz bir fikir ve eleştiri kahramanı gibi hissetmeye başlayabilir.
Ondan sonrası tersine çözülüştür. Çünkü kendisinin bi­zatihi efsane oluşturduğuna iman eylemiş, ortaya korunma­sı gereken put çıkarmıştır.
Buna ‘kariyer dini’ diyorum. Orada biricik kutsal ‘ben’dir. Kişi farkında olmadan benliği için bir ‘amentü’ ve bir ‘ilmihâl’ icat eder...
‘Kariyer dini’nde kişi farkında olmadan kendini feci şe­kilde böler, küçük parçacıkları halinde çoğaltır, hem cemaat olur, hem tanrı.
Bu saatten sonra onun eyyamcıdan farkı gittikçe azalma­ya başlayacaktır. Sıradan eyyamcıyla kıyaslanmayacak kadar zeki olduğu için kendini hâlâ ‘karakter tutarlılığı’ içinde gö­rebilir, gösterebilir.
Böyle kişilerin sonu genellikle kötü bir yaşlılık dönemi­dir.
Kendilerini tanrı sandıklarından bu dönüşü kaldıramaz­lar; buna inanmak istemedikleri için ihtiyarlıklarında kendi­lerini maskara ederler. Allah korusun.
Bütün bunları öncelikle kendime söyleyebilmiş olmayı dilerim.
Tescilli Türk dostu Bernard Lewis kestirip atıyor:
‘AB Türkiye’yi kabul etmez!’
Lewis bunu söylüyorsa üzerinde durmak gerek... Üstat, bir zamanlar gizli servis hizmetlerinde bulunmuş ise de önemli bir düşünür.
Ülkemizin resmi dostu, çağdaş Ermeni Taşnak ve Hınçak tufeylilerinin de düşmanı Lewis... ABD şahinliğinin memur düşünürü Huttington’a mal edilen ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin gerçek mimarı...
Huttington ve amirleri bu tezi bileyerek, küresel şahinli­ğin savaş sanayiini yaşatacak düşmanı İslâm dünyasının ye­şilliklerinde aramaya koyulmuşlardır.
Hüsnü zan ederim ki, Bernard Lewis vaktiyle gizli servis hizmeti görmüşlüğüne rağmen bu çatışma öngörüsünü salt fikir adamı olarak dile getirmiştir.
Ne var ki öyle de olsa, üstadın fikirleri, ‘yerküreye düzen verme’ dâvâsını güden bilcümle kurum ve birimlere ilham veren önemli kaynaklardan biridir.
İşte bu otorite, American Enterprise Institute (AEI) isimli ‘düşünce’ kuruluşunda düzenlenen ‘Kavşaktaki Tür­kiye’ konulu toplantıda yaptığı konuşmada AB’nin asla Türkiye’yi almayacağını söylüyor:
‘AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etmesi için tek bir ihti­mal görüyorum... O da AB’nin bir gün Müslüman bir ülke olmasıdır...’
Hadi üstadın buradaki sivri sözlerini de fikir adamlığı adına eksi saymayalım. Hatta Türkiye AB ilişkilerini ille de İslâm konusuna düğümlemeyi; Medeniyetler Çatışması saplantısının tezahürü gibi de görmeyelim... Çünkü aynı konuşmada Lewis’in bize dost olduğunu kanıtlayan bir be­yanını daha görüyoruz:
‘Türkiye’nin önünde İslâm ile Avrupa seçenekleri vardı ve Avrupa’yı seçmişti.. Şimdi ise AB ile ABD arasında seçim yapması yazım..
İşte gerçek dost... Çıplak ve acı gerçeği söylüyor bize.
Tercümesinin tercümesi zor değil:
‘Türkiye ne yapacağını bilemez halde yalpalayıp duru­yor! Öyle hem ABD, hem AB, ikisi birden olmaz! Yerini seçsin, yoksa fena olur!’
Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a ve şimdi fırına verilen ‘Büyük Ortadoğu Tasarısı’na kadar, bizimle ilgili bütün meselelere Lewis’in teşhisini ve bu teşhisteki derin tehdidi merkez ala­rak bakmamızda yarar var:
Yirmibirinci yüzyılın ilk büyük savaşı ABD ile AB ve Türkiye üstüne!
Kartlar ve şartlar her an her türlü değişimlere açık.
Aynı konuşmada Lewis ilginç bir tavsiyede de bulunu­yor:
‘Türkiye, gelecekle ilgili hesaplamalarına Rusya, Çin ve Hindistan’ı da katmalıdır.’
Üstadın Büyük Ortadoğu Tasarısı’nın da ilham kaynak­larından biri olduğunu göz önüne alırsak bu tavsiye çok farklı yönlere doğru okunup çekilebilir.
Yine hüsnü zan etmek isterim ki, Lewis’in insancıl yönü ve fikir adamlığı geçmişteki gizli servis bağlantılarını aşmış­tır. Yoksa; Büyük Ortadoğu Tasarısı’nın pişirilmek istendiği bir dönemde bu sıcak konuşmayı yönlendirici ve hatta tetikleyici bulmak kaçınılmaz olur.
SEN KÜÇÜL, BEN BÜYÜYEYİM
Büyük Ortadoğu Tasarısı bazı ülkeler için milli rüya, ba­zıları için ise su katılmamış bir komplodur. Böyle bir tez­gâhtan en büyük zararı görmeye aday ülke olduğumuza ilişkin bir demet taze kanıtı önceki gün Umur Talu’nunun köşesinde görmüştük. Ancak tasarının bu niteliğine rağmen Lewis’in yine de dostumuz olduğuna inanabiliriz. Onun kafasındaki Büyük Ortadoğu Tasarısı, başkalarının anladığı veya dönüştürmek istediği gibi Türkiye’nin bölünmesini gerektiren bir tezgâh olmayabilir.
Esasen cins beyinler keşfeder, şahin çıkarcılar çarpıtır.
Kaldı ki, Büyük Ortadoğu Tasarısı’nın bizim için kurtu­luş olduğunu zannetmek de mümkün ya! Bazı siyaset ve fi­kir adamımıza göre bu tasarı sırf Türkiye’yi ihya etmek ve öne geçirmek üzere geliştirilmiştir.
‘Nasıl olur, bu bölünmemize yol açabilecek bir tasarı­dır!’
Efendim size ve bana öyle geliyor.
Küreselleşme sayesinde dünyanın daima daha iyiye doğ­ru gittiğine iman edenlerin zannettiği gibi; Türkiye ya bö­lünmeyecektir, ya da bolünse bile bu iyi bir şey olacaktır!
‘Bölünmek nasıl iyi olur?’
Onlara göre bal gibi olur..
Küreselleşme öyle öngörüyorsa bölünmek iyi olur.
Hem biz zavallı bir milletiz. Böyle geniş bir ülkeyi yöne­tecek yetenekte de değiliz. Osmanlı’yı da zaten Müslümanlaşan Rum ve diğer unsurlar kurup büyütmüştü. Onlar da iyi atlara binip gittiklerine göre ‘İdraksiz Türkler’ bu koca ülkeyi nasıl idare edebilirler?
Onun için üç-dört parçaya ayrılırsak, her parçamız daha rahat edebilir.
‘Küçük güzeldir’ efendim...
Sh:123-126
Bugün, İsrail ile ilgili olarak ‘iyi bir şey’den söz etmek için uygun bir zaman:
Mordechai Vanunu’nun hapis cezası bitti...
Bilenlerin hoşgörüsüne sığınarak öyküyü özetleyeyim:
Marakeş’te bir bakkalın on bir çocuğunun İkincisi olarak 1954’te dünyaya gelen Vanunu sekiz yaşında iken ailesi ile birlikte İsrail’e göç eder.
İlk ve orta öğrenimini tamamlar tamamlamaz yanıp tu­tuştuğu pilotluk için sınava girer ama Arap ülkelerinden gelmiş Yahudilere yönelik zorlukları aşıp hedefine ulaşa­maz. Orduya yazılıp kısa zamanda tim komutanlığına yük­selir. 1973’teki Yom Kippur savaşında başarı gösterir.
Bir süre sonra ordudan ayrılıp Tel Aviv’deki Ramat Aviv üniversitesinde fizik okumak ister. Sınavda başarısız olunca derin bir hayal kırıklığı yaşarken, 1977’de Dimona üssünde iş bulur.
Burası Necef çölünde İsrail’in nükleer enerji (!) çalışması yaptığı tesistir. Sıkı denetimlerden geçen Vanunu ‘güvenilir eleman’ olarak kadroya girer. Bir süre sonra da orada gizli­ce atom bombası yapıldığını öğrenir. Aslında tesis güya de­netlenmekte, hatta ABD’ü senatörler bile yaygın atom şayi­aları yüzünden gelip incelemeler yapmaktadırlar.
Ne var ki her seferinde sır –nasılsa-korunur. Zaten ABD başta olmak üzere Batı’nın bütün büyükleri İsrail’in atom bombası üretmesi için yeraltından seferberdir!
Vanunu büyük riskleri göze alarak Dimona’daki bu üre­timi belgeleyen 60’a yakın fotoğraf çeker. 1985’te kendini işten çıkarılanlar arasında bulan Vanunu dışlanmışlık duy­gusu içindedir. Fakat yine de sırrı açığa vurmak gibi bir ni­yeti yoktur.
7500 dolarlık tazminatıyla biraz ‘dünya görmek’ ister. Uzakdoğu’da bir müddet dolaşıp afyon çekmek dâhil deği­şik deneyler yaşadıktan sonra Avustralya’da karar kılar.
Yahudi inanışı ile ilgili şüpheleri yüzünden Kilise’ye yak­laşır. Tanıştığı yeni arkadaşları ile Nietzsche’li felsefe mu­habbetlerinden de geri durmaz. Böylece elindeki sırları açı­ğa vurup vurmama konusunda ciddi bir iç muhasebe yaşa­maya başlar.
Sonunda kararını verir ama Kolombiya’lı paragöz bir ga­zeteci Oscar Guererro’nun eline düşer. Onun tek derdi Vanunu’nun sırrını nakde çevirmektir. Sonunda bu karmaşık ilişki İngiliz Sunday Times gazetesinin muhabiri Peter Hounam’a kadar uzanır. Böylece çağımızın destanlık gazeteci­lik olaylarından biri gerçekleşir.
Para kazanmayı değil, ülkesi için de belâ olan korkunç sırrın bilinmesini sağlamayı amaçlayan Vanunu’nun Hounam ve Sıındav Times ile işbirliği sayesinde dünya gerçeği öğrenir. (İngiliz nükleer bilimcilerinin uzun araştırmalar­dan sonra onayladığı haber Türkiye’de pek yankı uyandır­maz ama dünyayı silkeler.)
İsrail bir yandan yalanlamalarını sürdürüp, hükmedebil­diği İngiliz gazeteleri de dâhil pek çok yayın organı ile bu işi sulandırmaya çalışırken MOSSAD da tezgâhını kurar; en iddialı ajan filmlerine taş çıkartacak bir operasyonla Vanunu’yu İngiltere’den Roma’ya, oradan da Tel Aviv’e götü­rür.
Casusluk ve vatana ihanet suçundan yargılanan Vanunu, İsrail’e göre yalan olan ifşaat gerekçesiyle 18 yıl hapis ceza­sına çarptırılır. (Hikâyenin tamamını merak edenler için Peter Hounam’ın 1999 yılında çıkan, Türkiye’de 2002 yılın­da Timaş tarafından ‘MOSSAD’DAN GELEN KADIN/ Bal Tuzağı’ adıyla yayınlanan ‘The Woman From Mossad’ isimli eseri bir solukta okunacak mükemmel bir çalışma ol­maktan öte, emekli meslektaşlarımız için dahi elzem bir ders kitabıdır.)
Şimdi hapis cezası bitti ama Vanunu’nun özgürlüğü be­lirsiz bir süre daha kısıtlı... Ama bu onun, İsrail şahinliğine karşı ılımlı Yahudi sağduyusunun simgesi olarak barış nesil­lerine ışık tutmasını engellemeyecektir.
Hem de, olayla ilgili ‘komplo içi komplo’ ihtimaline rağmen!
Bu da şöyle bir tez:
Bazılarına göre Vanunu İsrail için kendini feda etmiş ve hain damgası yiyip büyük bölümü hücrede geçen 18 yıllık hapis cezasını göze almaş bir kahraman... Çünkü İsrail böylece -daha 1985’te 200 adet atom bombasına sahip oldu­ğunu dünyaya, özellikle de kendisine düşmanlıkta kararlı görünen Arap ülkelerine dolaylı yoldan açıklayarak müthiş bir gözdağı vermiştir.
Şahsen bütün kuşkuculuğuma rağmen —karmaşık ve uzun teknik gerekçelerle-bu teze fazla ihtimal vermiyo­rum. Ancak öyle bile olsa Vanunu -Yahudiler dâhil-her milletten evrensel barış gönüllüleri için, ‘kendi örneğini üretebilecek’ bir simge niteliğini, -komplo içinde komplo ustası olduğu belgelenmedikçe koruyacaktır.
Şimdilik gün, Vanunu günüdür.
Sh:131-134
Kaynak: Ömer Lütfi METE, Derin Millet Manifestosu, Nesil Yayınları, Haziran 2005, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar