Print Friendly and PDF

Önemli Yazılar



Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine hamdü senalar ederiz ki, bizi fazl ve inâyet-i ezeliyesi ile nimetlerin en âlâsına ve efdal-i İlâhiyye'nin en azîzi olan iman ve İslam’la müşerref kıldı, cümle enbiyâ-ı mürselîn hazerâtının büyüğü ve kıyametten sonra dahi Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın,
-"Yâ Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu" hitâb-ı İlâhîsi erişinceye kadar, şeriatın envâr ve fezâilinin bakî ve carî olduğu Seyyid-i Kâinat aleyhi ekmelü't-tahiyyat aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimizin ümmetinden kılmıştır. Elhümdülillâhi Teâlâ.
Ve yine hamdü senalar olsun ki;
Mahkeme-i Kübrâ’da da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin envâr-ı şeriat ve ba'si (gönderilişi) bakî olup, o günden sonra yine 80 bin sene tamam oluncaya kadar şefaati câridir. Şefaati carî oldukça ba’si dahi bakî olur. Yalnız Hakk Teâlâ 50 bin sene sonra mezkûr hitabı kendisine karşı tevcîh buyuracaktır. O hitap tevcîh oluncaya kadar, ümmetinin umuru ile iştigâl edecektir. Kelâmullâhi'l- ezelin ahkâm, envâr ve âyâtı dahi, o zaman Cenâb-ı Hakk Hazretlerinin Zât-ı Akdes'ine iade olunacaktır. Cennet ve cehennem ehli arasında da bir daha görüşmemek üzere durum hâsıl olacaktır.
Rasülullâh aleyhisselâm, ümmetine ve ümmetinin hidâyet bulması için ne kadar haristir ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın kendisine;
-"Yâ Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu" diye hitap ettiği halde, daha 30 bin sene ümmetinin umuru ile iştigâl etmektedir.
Cümle enbiyâ-ı mürselîn-i kiramdan Cenâb-ı Hakk, ahd-u mîsak alırken vâkî olan bir muahede (antlaşma) zikrediyorum, şöyle ki;
Cenâb-ı Hakk bilcümle enbiyânın ervahını yarattığında evvelâ Rasûlullâh aleyhisselâmı tasdik ettirdi. O gün yevmü'l-incilâdır [1]ve hem de yevmü'l-icâbe'dir.
Bu ahdi almak üzere Cenâb-ı Hakk enbiyâ ve mürselîni davet ettiğinde; muahededen önce, Seyyidi Kâinat aleyhisselâm dedi ki:
-"Yâ Rab, ahdü mîsakdan evvel ümmetimin efradından sâdır olacak küçük ve büyük günahları ile o eshâbı seğâir (küçük) ve kebâir (büyük) olan ümmetimi bana göstermenizi niyaz ederim."
Cenâb-ı Hakk da büyük ve küçük günahlarından bir tanesi kalmadan, ümmetinden sâdır olacak günahlar ile günah sahiplerini gösterdi. Rasûlullâh aleyhisselâm üç kere o ümmet ile günahları üzerine nazar buyurdu.
Sonra:
-"Yâ Rab, büyük ricâlullâhın sulbüne girmeden (Hz. İsâ aleyhisselâm) ve dünyaya gelmeden nizâm-ı hilkatten hariç kalan ve sıfat-ı İlâhiyyenizin tamamını iktisap eden (kazanmış) ve evsâf-ı beşeriyyesine evsâf-ı İlâhiyye ve melekûtiyyesi galip olan bir hâdim-i (hizmetkârı) ümmetim için bağışlayın" diye niyazda bulundu.
Bu münâcaat ruhların ahdinden öncedir. Zerrâtın uhûdu (ahitleşmesi), ervahın uhûdundan binlerce sonradır. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın tecelli-i ilâhiyyesi, ervâh-ı enbiyâ-ı mürselîne oldu. Enbiyâ-ı mürselîn de bu tecelliyi aynen hakikat-ı Muhammediye gibi müşahede ettiler. Cenâb-ı Hakk enbiyânın içinden bir ruhu davet ederek ona Seyyidi Kâinat aleyhisselâmın ruhunu gösterdi ve buyurdu ki:
-"BU SENİN (RUH OLARAK) ASLINDIR VE BABANDIR."
Cenâb-ı Hakk o ruhu, sahibi olan Nebiyy-i zîşânın ümmetine hadim kıldığını da beyân buyurdu. Efendimiz de:
-"Yâ Rab, bunu benim ümmetim için en muhtaç olduğu zamanda hadim kıl ki, ümmetimin üzerinde cereyan eden envâ-ı fitne ve fesâd son dereceye vardığında hadim olsun."
Cenâb-ı Hakk da kabul buyurdu.
-"Yâ Habîbim Muhammed, yüz yirmi dört bin enbiyânın ümmetlerinin adedinde senin ümmetini ihyaya ve irşada ve onları hidâyete sevk etmeğe selâhiyet ihsan edeceğim. Arzu ettiğiniz zamanda, o selâhiyet-i tâmme ile beraber onu ümmetinize hadim (hizmetkâr) kılarım."
Cenâb-ı Hakk Rûhullâh İsâ aleyhisselâma buyurdu ki:
-"Sen Nebiyy-i Mürselsin, benim kütübü ilâhiyyemden iki kitabın faziletini duyacaksın."
Hakk Teâlâ Hazretleri o makâm-ı mahsûsta kendisine İncîl-i Şerîf ile Kur'ân-ı Azîmüşşânı tâlim buyurdu. Cenâb-ı Hakk kendisine muallim oldu. Sonra kendisine dördüncü semâda bir makam gösterdi ve buyurdu ki:
-"Bu makâm-ı dâvet'tir, ben seni dünyadan bu makama davet ederim. Kıyamete kadar bu makamda kalacaksın. Burada bulunduğunuz müddetçe ikinci defa yere davet edinceye kadar bu makamda Habîbim Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hadim olacaksın."
Bu minval üzere cümle Enbiyâ-ı mürselîn hazerâtından da ahd ve mîsak aldı.
İsâ aleyhisselâm 33 yaşında iken semâya ref olunmuştur. O günden itibaren İsâ aleyhisselâmın âlem-i melekûtta ifa edeceği vezâif-i ubûdiyyet, ümmeti Muhammed için istiğfar olacağı tesbîh ve münâcaattan ibarettir. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâde- i ezeliyesi İsâ aleyhisselâmın ibrazına taalluk buyurduğunda, İsâ aleyhisselâmın makamı olacak olan makâm-ı davete, 124 bin enbiyâ ervahı ve 199 melâike taifesi imâm ve reisleri ile beraber davet olundu. Bu melaikenin her bir taifesinin imâm ve reisleri ise, ümmeti Muhammed'in enfâsı (yani nefesleri) adedindedir. Bu azîm ictimâya nazar edince bilcümle enbiyâ ve mürselîn-i kiram taaccüp ettiler. Meleklerle teârüf [2] orada hâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk bu kadar enbiya ve melâikey-i kiram beyninde Cibrîl-i Emîn'e:
-"YÂ CİBRÎL, BEN SENİ MERYEM BİNTİ İMRÂN'A GÖNDERİYORUM, ZUHÛRİYET ANINDA MAHLÛKÂTIN EKMELİ VE EFDALİ OLAN HABÎBİM MUHAMMED'İN ŞEKLİ ÜZERİNE NAZİL OLACAKSIN VE KENDİNİ BEŞER OLARAK GÖSTERECEKSİN. GÖSTERECEĞİN ŞEKİL VE SURETİ HABÎBİMİN ŞEKLİ ÜZERE TEMSÎL EDERSİN.". Cenâb-ı Hakk Seyyidi Kâinat aleyhisselâma hitaben:
-"Yâ Habîbim buna râzımısın Bu senin ümmetinin hadimi olan ve arzun veçhile ıslâh-ı beşere girmeden, doğru dünyaya gelecek. Bu hadime asıl ve mebde hakkı olmaya razı mısın?"
Rasûlullah Efendimiz:
-"Yâ Rabbe'l-'izze ve'l-Azame, emr-i irâde sizindir. Emrinize razıyım." dedi.
O saatte Hakk Teâlâ, İsâ aleyhisselâmın validesi Meryem aleyhisselâma vahiy ile Cibrîl-i Emîn'i gönderdi:
-"Yâ Meryem, Cenâb-ı Hakk selâm eder, buyuruyor ki: İrâde-i ezeliyem ile ben, üzerine bir rûh ref ediyorum. O ruhu ref ederken eşref-i mahlûkâtım olan habîbim Muhammed aleyhisselâmın hakikatini sana izhâr (gösterip) ve temsîl ederim. Ve o vâsıta ile ref olunarak senden bir mevlûd zuhur ettirmek (yani bir çocuk dünyaya getirmeni) istiyorum. Sen razı mısın?" Meryem aleyhisselâm da:
-"Allah'ın emrine razıyım" diye cevap verdi. Cibrîl-i Emîn hazreti Meryem'in rızâsını arz edince Cenâb-ı Hakk, o 199 melâike taifesine emir buyurdu:
-"Meryem'i Beytullah denilen makama celp ve dâvet ediniz."
Bi-mûcibi emir, hazreti Meryem'i Beytullâh'a getirdiler. Bilcümle enbiyâ ervahı dahi makâm-ı davetten nazar ediyorlardı. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâdesi ile Hazreti Meryem'e gönderilecek olan Hakîkat- ı Muhammediyye'yi, enbiyâ hazerâtı müşahede edince, meleklerle birlikte gayş ve sekrete düştüler. (hayret ve sarhoşluğa)
Bilcümle eczâ-i kâinat üzerine bir zevk ve neş'e sirayet etti ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın, kâinatı halk buyurduğundan beri böyle bir zevk ve sürür hâsıl olmamıştı. Cenâb-ı Hakk 124 bin enbiyâ ve mürselîn ve 199 taife-i melâikenin huzurunda ve onların şehâdetleri üzerine ve Rasûlullâh aleyhisselâm ile Meryem aleyhisselâmın rızâları veçhile hükmü İİâhiyyesini itmâm ve infâz buyurdu. (tamamlandı ve uygulandı) Bu hükmü ilâhiyyenin merasimi de âlem-i melekûtta icra olundu. Bu tecellî ve zuhurat üzere İsâ aleyhiselâmın ruhu hakîkatı Meryem aleyhisselâma nefh olundu, İsâ aleyhisselâmda 3 hakikat birleşti.
Biri İlâhî, diğeri Cibrîl aleyhisselâmın melekûtî hakîkatı ve üçüncüsü de Rasûlullâh Efendimiz'in Hakîkatı Muhammediyyesidir.
İsâ aleyhisselâm rahm-i mâderde (ana karnında) karar olduğu lahzadan itibaren Hakîkatı Muhammediyye'nin 7'inci mertebedeki hulâsası ile terbiye oldu. Validesinin rahminde karar olduğu lahzadan (andan) itibaren yine o, nutfe-i tâhire, ümmeti Muhammed için istiğfar ederdi. Makâm-ı davette ve yevmi ahd'de kendisine gösterilmiş olan bu ümmetin büyük ve küçük günahlarına tevbe ve istiğfarda devam ediyordu. İşte bu derece mukaddes ve mükerrem olan ve Seyyidi Kâinât'ın ümmetine hadim olan İsâ aleyhisselâma hâmile olduğunda, Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîminde kendisine melâike vasıtasıyla:
-"Bismillah yâ Meryem, innallahe's-tafâke ve tahhereke ve's-tafâke alâ nisâi'l-âlemîn " [3] diye hitap buyurmuştur. Bu kadar taltif ve tekrîmin aslı ve esbabı ise akl-ı ezeliyey-i İlâhî ile Seyyid-i Kâinat aleyhisselamın zevcesi olduğundandır. Ve kendisine hakîkat-ı Muhammediyye'nin zuhûriyyet ve şekli üzere Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm nazil olduğundandır. Ve Seyyidi Kâinat aleyhisselamın ümmetine en muhtaç zamanda hadim olan İsâ aleyhisselamın validesi olduğundandır.
Yine Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
-“Eyyühe’l-ihvân ve'l-ahbâb, İsâ aleyhisselamın bu umûmî hizmetinden, Rasûlü Ekremimizin arzu buyurduğu zamandan biri de 1353 senesinin Rebîu'l- Evvel'in 7‘inci (20 Mayıs 1934 Çarşamba) gecesidir. Bu geceye tesadüf ile İsâ aleyhisselamın hizmet-i mukaddeselerine nail ve mazhar olacak ümmetin içinde bizlerin de dâhil olduğu muhakkaktır. Bu umûmî hizmetin meyânında husûsî hizmetler de vardır. O husûsî hizmetlerden birisi de menâbiîn[4] (vekillik) hakîkatından anlaşıldığı üzere hakkımızda ifâ edilecek olan hizmet-i takdîsedir. Bu nîmetullâhı cümlenize tebşîr ediyorum.
İsâ aleyhisselamın zuhûriyet ve hilkat-i beşeriyyeti ve neş'eti hakkında beyân edilecek hakâyık çoktur. Lâkin şimdiye kadar hukemâ-i İslâmiye’den gelenlerin hiçbiri bu kadarını dahi söylemeye ve beyâna mukdedir olamamışlardır. Bu kadarlıkla iktifa ediyorum. Fazla söylemek ve beyân etmek belki mûcib-i vedâ-i tereddüt olması muhtemeldir”.
(Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. V, s. 5-11)





Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

İmâm-ı Gazalî Hazretleri, Hakk Teâlâ Hazretleri'nin yerde bulunan âyet-i İlâhiyye’yi nâtıka(sın)dan (biri) idi. Kendi zamanında güneş gibi nûr ve rahmeti her tarafa âm ve şâmil (umûmî ve kaplayıcı) olan bir zât idi. Rasûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri Muhyiddîn-i Arabî’ye buyurdu ki:
—“YÂ MAÂRİCE’D-DENUR” Yani; Hakk Teâlâ Hazretleri’ne vuslat ve kurbiyyet için merdivenlere benzer bir kimse demektir.
“Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın ulûm-u evvelîn ve âhirîn için merkez kıldığı ve ilmi her şeyi ihâta eden ve lisânullâhi’l-ezel ile tekellüm eden kimseye müracaat et.”
Bu emir Rasûlü Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimizden 7000 (Yedi bin) kere tekrar vâki oldu.
Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Ey benim delîlim, rehberim, bana onun makamının büyüklüğünü bildirdiğiniz gibi, onun makam ve makarrını da bildir. Ben onu nasıl arayıp bulacağım.”
Seyyidü’l-Kâinât Aleyhisselâm buyurdu ki:
—“Yâ Muhyiddîn... O kimse beldetü zâhirde kendi etbâ ve avâmına Ramazân-ı Şerîf’in fezâilinden ders okutuyor, orada ararsın, gitmek arzu edersen, sana sebebleri ve vâsıtaları Hakk Teâlâ teshîl (kolay) eder. ”
Muhyiddîn-i Arabî, o zaman 3 bin ilim kendisine feth olunmuş ve onların muktezâsı ile âmil (biri) idi. Muhyiddînü’l-Arabî tefekkür ediyordu:
"Nasıl yol bulup bu zâtı arayacağım. Cenâb-ı Hakk bana ne gibi vasıtalar ihsân edecektir. ” (diye).
O saatte Muhyiddîn-i Arabî’ye iki kurt geldi. Bu kurtlar başka cins idi. Ve pek nâdir bulunan cinsden idiler. Bunların enselerinden kuyruğuna kadar bir karıştan fazla, uzun tüyler var idi. Muhyiddîn-i Arabî biraz havf (korku) ve telaşa düştü.
Kurtlar dediler ki:
—“Biz Hakk Teâlâ Hazretleri’nin emri üzere sana hizmet için geldik. Bizden korkmak ve ürkmek ahlâk-ı zemîmeden hangi hulkun şum’undan ve şerrindendir?”
Muhyiddîn buyurdu ki:
—“Tefvîz, teslîm, temkîn bu üç ahlâk-ı hamîdenin verâseti, bende tekâmül etmediğinden ileri gelmiştir.”
Kurtlar dediler ki:
—"Zamanımızda bulunan Kutbu’l-Aktâb’dan da haberiniz yoktur. Onu bilmiş olsa idiniz, sizde vahşet ve nefret hâsıl olmaz idi. ’’
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin kalbinde telaş ve havf var idi ise de, kelâmlarını dinlemek istidâdına mâlik idi.
Kurtlar dediler ki:
—“Haydi üzerimize bin, biz seni mahall-i maksûduna götüreceğiz. Emr-i Hakk ve emr-i Rasûlüllâh böyledir. Biz mahsûsan seni oraya götürmek için Hindistan’ın şimâlinden geldik.”
—“Siz niçin iki olarak geldiniz? Bana lâzım olan birdir. ” Kurdun birisi dedi ki:     
—“Sen Kur’ân-ı Kerîm okumadın mı?”
Muhuddin-i Arabî:
—“Evet, okudum. ” (dedi)
Kurt dedi ki:
“Mâdem Kur’ân-ı Kerîm okudun. (... ve min külli şey'in hâlaknâ zevceyni lealleküm tezekkerûn...  )[5] Âyet-i Kerîmesini niçin bilmiyorsun? Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de buyurmuştur ki (Hünne libâsün leküm ve entüm libâsün lehünne ). [6]Bu âyet-i kerîme’nin bize de şumûlü vardır. Bana hâsıl olan fa- zîlet arkadaşıma da hâsıl olsun arzu ettim. Onun için beraber getirdim.”
Kurt dedi ki:
—“ZEVÇ VE ZEVCİYET (İŞİ) BİZİM DE, BENÎ BEŞER (YANİ İNSANOĞLU) GİBİ NİZÂM VE İNTİZÂM ÜZEREDİR. BAŞKA HAYVANÂT GİBİ DEĞİLİZ. BENÎ BEŞER GİBİ İZDİVÂC EDERİZ. VE O ZEVCEYE BAŞKASI TECAVÜZ ETMEZ.”
İmâm Muhyiddîn-i Arabî bunların birisine binip mahall-i maksûda gitti. Ve yedi kerre atlayıp, sekizincide mahall-i maksûda vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin hânesinin önüne bıraktılar. Kurtları gören ahâli kaçtı. Vahşi hayvanât insanlara hücûm ediyor zannettiler. İmâm-ı Gazâlî teferruç ve seyâhate çıkmış idi.
Kurtlar dediler ki:
-“İmâm-ı Gazâlî’ye selâmımızı tebliğ et. Yarın Rûz-u Mahşer’de kısas lâzım gelen tecâvüzden muhâfaza için Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nden bizi niyâz etsin.”
Bu tavsiye üzere gittiler. İmâm-ı Gazâlî hazretlerine Muhyiddîn-i Arabî’nin geldiğinden haber verdiler. İmâm-ı Gazâlî hazretleri ol zaman Müctehidü'l-Mezheb makâmına nâil olmuş idi. Arkadaşları Müctehidü’l-Fetvâ makâmına nâil olmuşlardı. Mâhiyetinde bulunan etbâ ise Ebû Süleymân el-Kerhî, Abdü’l-Celîl el-Eyyûbî, Ebû Türâb el-Mahvî, Abdü’l-Hakîm el- Esmaî, Nizâmüddîn el-Mehlevî, Ebû Abbâs el-Avânî, Abdü’l- Hakîm el-Esm, Mağziddin Selâmî, Ahmed el-Gazâlî, (bu zât Gazâlî hazretlerinin mahdûm-u âlîleridir).
İmâm-ı Gazâlî Muhyiddîn el-Arabî’ye dedi ki:
—"Beni tanıyor musun?”
Muhyiddîn-i Arabî:
—“Evet tanıyorum dedi.”
İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:
—“Sen beni nasıl ve ne vâsıta ile tanıdın?”
Muhyiddîn-i Arabî cevâben:
—“Evet zaman-ı tahsilimde biraz hicâp vâki oldu.”
İmâm-ı Gazâlî dedi ki:
—"Sen ilmini kimlerden öğrendin ve kimlerden icâzet aldın?"
Muhyiddîn-i Arabî cevâben dedi ki
—“Ben şimdiye kadar 700 kimsenin meclis ve sohbetlerinde bulundum ve bunlardan ders aldım.”
İmâm-ı Gazâlî hazretleri dedi ki:
—“DERS OKUDUĞUNUZ VE İCÂZET ALDIĞINIZ KİMSELERDEN 500 KİMSE EHLİYET SAHİBİ DEĞİL VE ONLARDAN TAHSÎL ETMENİZ LEHİNİZE DEĞİL, ALEYHİNİZEDİR. ONLARDAN TAHSÎL ETMENİZ SANA CENÂB-I HAKK TEÂLÂ HAZRETLERİ’NİN PEK ÇOK ATÂYÂSINDAN MAHRUM KALMANIZA SEBEP OLMUŞTUR."
Oğlum dinle.
—“Men takemmele bi sohbeti’l muarrizine an rabbiküm, fekat nâdâ alâ nefsihî. Ennehû min men ehânehullâhe ve men yuhînullâhu, femâ lehu min mukrimîn... Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin hududundan tecâvüz eden ve Hakk yolundan sapan kimselerin sohbetleri ile kendini iyi bilen ve onlarla sohbet etmek güzel ve iyi olduğuna (hüsn-ü niyetli olan) îtikat eden kimse, kendi nefsine ilân etmiş ki (Ey nefs sen Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın zelîl ettiği kimseden oldun) diye ilân etmiş olur. Ve böyle olan kimse bu âyet-i kerîme’nin sırrına maz- har olur. » buyurdu. Bu âyet-i kerîme’yi okuduktan sonra 500 adet ulemânın isimlerini birer birer zikr ve tâdât buyurdu (saydı). “İŞTE BU KİMSELERDEN İLİM TAHSÎL ETMEK, SENİN İÇİN ÇOK HİDÂYETTEN MAHRUM OLMANA SEBEP OLDU.”
—"Oğlum bizden ilim ve feyz almak isteyen kimse «Esteîzübillah... fe ağrız an men tevellâ an zikrinâ ... » [7] âyet-i kerîmesi’nin muktezâsı ile amel etmek lâzımdır. Bir kimse için sû-i hâtime’nin eshâbından birisi de bizi tasdîk etmeyen ve bizden i’râz eden kimselerle serbest olarak oturup sohbet etmek ve sözlerini dinlemektir. Ricâl-i ümmet ve ehlullâhi’l-kirâm’ı inkâr eden cahil kimselerle muânese (ünsiyet) ve mukâlete (karışma) «Esteîzübillâh... ve men yuhinullâhü femâ lehû min mükrim » [8] âyet-i kerîmesi'ne mazhar olmağa sebeb-i uzmâ- dır.”
İmâm-ı Gazâlî hazretleri Ramazân-ı Şerîf’in onuncu gecesinden itibâren sonuna kadar bu mesele üzere vaaz ve nasihat buyurdu ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine dedi ki: Muârizîn ve münkirîn olan kimselerle muânese (yani yakınlık, ünsiyyet) ve mücâlese etmek (yani aynı mecliste oturup sohbet etmek) senin için hakîkî ilmin husulüne mâni olmuştur. Oğlum, memleketinizden seni buraya getiren kurtların kuvvetini gördün mü? Onların icâbında ne kadar iftiraz kuvvetine mâlik olduklarını anladın. Bu kurtların kuvve-i iftirasiyesinden, o muârızların kuvve-i iftiraziyesi fazladır. Ve bir saat zarfında binlerce insanı iftiraz ederler. Ve Tarîk-i Hakk’tan ayırırlar. Onlarla beraber oturmaktan hâsıl olan hastalığa ve o kimseler tarafından katlolunan kimseyi ihyâ edecek ilaç yoktur. Valiahi’l-azîm kelâmım hak ve doğrudur. Sen bana bak ve bana itbâ et, o zaman ben seni bir ilm-i hakîkîye delâlet ederim. Seni buraya gönderen kişiden Allah râzı olsun. Eğer o muârizîn kimselerle oturmazdan mukaddem (önce) bana gelmiş olsa idin, size öyle bir necâbet ve fıtrat olacaktı ki, benim gibi kimseleri yüz sene zarfında irşâd etmeğe mukdedir olan bir kimse olacaktınız ve yani yüz sene zarfında beni irşâdla meşgul olursanız, yine ilim ve kemâlâtına ben vâsıl olamam. Fakat ehliyetin harab olduktan sonra tesâdüf ettiniz.”
İmâm-ı Gazâlî hazretleri âyet-i kerîme'yi o saatte Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine hitâb eder gibi kıraat buyurdu. Bu suretle yirmi gün bu âyet-i kerîme’den bahis buyurdu. Her gün bir sohbet cemâati, bir sohbette Muhyiddîn-i Arabî için husûsî surette yaptı. Mezkûr âyet-i kerîme Kureyşiler’den 14 kişi hakkında nâzil olmuştur.
Birinci sohbetin nihâyetinde İBNÜ’L-FERRÂZ nâmında bir kimse İmâm-ı Gazâlî, Muhyiddîn-i Arabî ve bir kaç zevât-ı kirâmı iftara dâvet etti. İbnü’l-Ferrâz’ın bu dâveti kendi bahçesinde tertîb edilmişti. Bahçe 700 dönüm kadar vardı. Dünya’da bulunan her cins meyvadan mevcut idi. Hatta Hindistan’dan da meyva kalemleri getirtiyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem rüyâda kendisine:
“kalemleri bal mumunun içine koyup getiriniz" diye târif buyurmuş idi. Rasûlü Ekrem aleyhisselâm kendisine:
“Yâ İbnü’l-Ferrâz” diye hitâb buyurmuş idi.
İftar dâvetinde İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
—“Biz orucu tutarız ve iftar da ederiz, sen oğlum orucunu tutuyor musun?”
Muhyiddîn-i Arabî cevâben:
—“Vallâhi, Yâ Hüccetü’l-İslâm, ben annemin karnında iken Ramazân-ı Şerîf’in 17’nci günü vücûduma ruh nefh olundu. O gecede ben oruca niyetlendim ve gıda almadım. Ve o saatten itibâren oruç tutarım.”
Dinleyen cemâat bu cevâba taaccüp ettiler. Ebû Abbâs el-Evvâlî İmâm-ı Gazâlî hazretleri(ne) dedi ki:
—“Yâ Hazret-i üstâz şimdiye kadar senden böyle bir şey işitmedik.”
İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:
—“Bunu işitmek için vakt-i merhûn bu zaman imiş oğlum.” İmâm-ı Gazâlî devamla:
“Evet oğlum sen o zamandan itibâren oruç tutuyorsun. Fakat sen rehber ve delîlinin izini kaybetmişsin ve babasız evlad gibi kalmışsın.”
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin bu kelâmı üzere, kendisi delile muhtaç olduğuna delil olmadığı takdirde yetim ve ehl-i fıtrat’tan olacağına idrâk hâsıl oldu.
Sonra İmâm-ı Gazâlî buyurdu:
—“Oğlum, iftar için seni delil ve imam yapsak olmaz mı?” Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Yâ seyyidî, ben size delil olamam. Yalnız size değil, arkanızda çok cemaat vardır zannederim, onlara da delil olamam."
Sonra İmâm-ı Gazâlî hazretleri orucun hikmetinden bahsetti ve buyurdu ki:
—“Ey evladlarım ve ihvanlarım!
Siz zannetmeyiniz ki bu oruç bize Âdem Aleyhisselâm babamızın şecerey-i menhiye’den eklettiği zaman hâsıl olan zulmet dolayısıyla farz olunmuştur. Ve o zulmetin izâlesi için teşrî edilmiştir. Orucun farz edilmesi için ondan da evvel sebkat eden bir esbâb ve hikmetler vardır. Biz işte o sebebi düşünüp oruç tutarız ve o zamandan itibâren inâyet-i İlâhiyye’ye mazhar olmamıza vesîle olan iftarı ederiz. Babamız Âdem Aleyhisselâm Hazretleri'nin bu şecerey-i menhiyesi’nden ekl etmek hata değildir. Hatta şecerey-i menhiye’nin yaprak ve dallarından eki etse idi, daha iyi olurdu. Cenâb-ı Hak kendisini halîfe olarak halk buyurmuş ve dârü’l-kerâmete koymuş, dârü'l-kerâmet’te teklîf olur mu?”
Bu mesele hakkında İmâm-ı Gazâlî hazretleri izah buyurdu ve siyamın (yani orucun) hikmetlerini de beyân buyurdu. Âdem Aleyhisselâm Hazretleri'nin dârü’l-kerâmet’ten çıktığında âlem-i beşer’e ne gibi saâdet ve fazîlet nasip olduğunu da beyân buyurdu.
Sonra İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Muhyiddîn-i Arabî’ye bir nar ağacının üzerindeki meyveyi gösterdi ve buyurdu ki:
—“Oğlum, bu meyvanın üzerinde bulunan yenmez ve bundan bir istifâde yoktur. Lâkin içinde olan meyveye, bu kabuk (olmadan) kemâlât olmaz."
İmâm-ı Âzam radiyallâhu anh bir gün bir arkadaşı ile seyâhate giderken, arkadaşı bostanın kabuğuna basmış, İmâm- ı Âzam buyurmuş ki:
—“Sen, bu Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin bu nîmetine ayak bastın. Bostanı kemâle eriştiren kabuğa ayak bastın. Seninle arkadaşlık etmek, zâlimlerle arkadaşlık etmektir. Ben seninle arkadaş olmam. Ya sen ileri git, yahut ben giderim.”
O            saatte orada bulunan taam ve meyvenin üzerine hizmet için ve kemâle eriştirmek için tâyin olunan Melâikey-i kirâm nâzil oldular.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
—“Oğlum Muhyiddîn, ben senin fıtrat ve necâbetine şükrederek kelâm ediyorum. Bu söylediğim sözleri fıtratın itibâriyle, benden sen daha iyi bilirsin.”
İftara başlarken İmâm-ı Gazâlî hazretleri münâcaat buyurdu, kendi ikliminde bulunan bilcümle ehl-i imân’ın, oruç tutamıyan ve orucun farz olduğuna imân etmeyenlerden maâda orucuna noksâniyet vâki olan kimseler için hakîkî orucun fazîleti ihsân oluncaya kadar duâ buyurdu. O kimselerin isimlerini de birer birer zikretti.
Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Yâ Tabîbe’z-Zaman, senin gibi bu kadar cemâata hizmet edemeyeceğimden, ben imam olamadım ve orucun farz olmasındaki hikmetine de vâkıf olamadığımdan delil olamadım."
İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:
—“Annenin karnında iken böyle oruç tutabilir mi idin?”
Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Orasını sen bilirsin.”
Bu sefer de İmâm-ı Gazâlî böyle oruca muvaffak olmasına ve Cenâb-ı Hakk kendisine hazırlanan pek çok âtâyây-ı İlâhiyye'ye nâil olmasına sebeb ve buna yegâne vâsıta olan muârızların sohbetinde bulunmak ve ehli olmayan kimselerin kelâm ve derslerini dinlemek olduğunu beyân buyurdu. İftar ederken cümle itbâ ve ihvâna buyurdu ki:
—“Evladlarım bu bizim misâfirle beraber iftar etmek, bilcümle enbiyâ ve mürselîn-i kirâm hazerâtının meclisinde iftar eder gibidir. Ben size İbnü’l-Ferrâz’ın dâvetinde bunun kim olduğunu anlatırım. Bana bunun ile içtimâ ve mülâkât nasip olduğuna şükran olarak 1000 rekât namaz kılarım. Siz de kılınız. Siz zannetmeyiniz ki, bu bana muhtaçtır. Bunun bana olan ihtiyâcı pek cüz’îdir ve muvakkattir. Biraz sonra bu bir denize dalacaktır, ben ve siz o denizin sâhiline bile varamayız.”
Bu suretle Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin pek büyük makâm sâhibi bir zât olduğunu beyân buyurdu. İmâm-ı Gazâlî “Tehâfü- tü’l-Felâsife” nâm kitabı telif ederken, İbnü’l-Ferrâz etbâ ve müridân ile beraber bahçeye dâvet etti. Bu dâvette Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de beraber idi. İbnü’l-Ferrâz’ın bahçesinde 155 nar ağacı var idi.
İmâm-ı Gazâlî dedi ki:
—“Evlatlarım bu bahçede bulunan âyât-ı İlâhiyye’yi siz okuyup ben diliyecek miyim? Yoksa ben okuyup siz mi dinleyeceksiniz. ?”
Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Yâ Seyyidî, o meseleyi sen daha iyi bilirsin. Arzunuz nasıl ise öyle yaparsınız.”
Rasûlü Ekrem Hazretleri’nden işaret geldi ki:
“Muhyiddîn-i Arabî okusun siz dinleyin.”
İmâm-ı Gazâlî muhtasar bir kelâmdan sonra, Muhyiddîn-i Arabî’ye işâret buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî oturduğu yerde kelâm etmeye başladı. İmâm-ı Gazâlî de kürsüde oturmuştu.
O gün Receb-i Şerîf'in ibdidâsı idi. İmâm-ı Gazâlî Abdül- hakîmü’l-Esmaî’ye emretti:
-“Muhyiddîn-i Arabî’nin kelâm ve hikmetlerini yazınız.” Muhyiddîn-i Arabî hazretleri başladı ve buyurdu ki:
—“Bakınız bu bahçede 155 adet nar ağacı vardır. Bu ağaçların üzerinde bu kadar nar vardır ve her narın içinde bu kadar habbeler vardır. Bu habbeler kemâle gelinceye kadar, bu melâikeler hizmet etmişlerdir. Bu melâikelerin isimleri de bu habbelerden kimlere nasip olacak ve bundan hâsıl olan kuvvet nereye sarf olunacağı, hangi habbelerin kuvveti “Mâhal akul[9] leh” sarf olunacağı ve hangisinin kuvveti isyâna sarf olunacağını beyân ederek kelâm edeceğim siz dinleyiniz.” dedi. Ve beş dakika zarfında bu 155 ağacın üzerinde bulunan narların habbeleri üzerindeki terbiye ve tasarrufât-ı İlâhiyye'nin kâffesini zikir ve beyân buyurdu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri de dinliyordu. Fakat kendisine bu kadar hakâyika vukûfiyet ve itlâ olmak makâmı hâsıl olmamıştır.[10] Dinleyen cemâat son derece hayret ettiler. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kemâlâtı(nı) ale’l-icmâl bilir idiler. Fakat bu kelâm üzere bilfiil gördüler ve anladılar.
Sonra Muhyiddîn-i Arabî, Gagziddînü’l-Selâmî ve Ebü’l- Abbâsü’l-Evâni’ye hitâben buyurdu ki:
—“Siz sol tarafınızda bulunan nar ağacından bir nar alınız.”
Müşârünileyh alıp geldiler. Onların üzerinde tekrar hakâyıkın izhârına başladı ve habbelerin adetleri ile her habbenin hâdimi olan melâikenin esâmîlerini beyân buyurduktan sonra:
“Ben bundan ziyâdesini de söylerdim. Siz tahammül edebilirseniz. Ve o habbelerin esâmîlerini de beyân buyurdu. Zira her cüz’ü lâ yetecezzâ’nın kendisine mahsus bir ismi vardır.”
İmâm-ı Gazâlî hazretleri Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu kelâmından çok istifâde ve istifâze etti.'İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn” nâm kitabı için dedi ki:
—“Hakâyık ve ulûm bu meclis-i âlînin füyûzâtının eserindendir. (İhyâu Ulûmi’d-Din) İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin telifidir.”
İmâm-ı Gazâlî kürsüden inip kendi etbâı gibi dinlemeye başladı.
—“Oğlum bu suretle bütün kâinatın âyâtını okuyabilir misin?” Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Evet, Cenâb-ı Hakk bana o ilmi ihsân etti. Kevn ve kâinâtın âyâtını okumadıkça onlara bakmak haram ve israftır. Basara verilmiş olan kuvveti nâhak yere sarf etmek israftır ve belki de öyle okumadan bakmak yarın ruz-u mahşerde âmâ olarak sevk olunmaya sebeb olur. Bahçede bulunan meyvalardan nar intihap etmeğe sebeb ve münâsebet ise, narın hilkâtinden bidâatinden ve içindeki habbelerin çokluğundandır.” Muhyiddîn-i Arabî nihâyetinde buyurdu ki:
“Melâikey-i kirâm ile içtimâ ve sohbetten mahrum edecek olan cahâlet ve gafletin izâlesi bizce farzdır. Biz Allah ve Rasûlullah’tan böyle ahd ve mîsak aldık."
Muhyiddîn-i Arabî kelâm ediyordu. Fakat sâmiînden (dinleyenlerden) çok kimseler tahammül edemeyecek hale gelmişlerdi. Hatta İmâm-ı Gazâlî hazretlerine bile tesir etmişti.
Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—“Bir nar ağacının üzerinde bulunan bir meyvanın hakâyıkını dinliyemiyorsunuz ve tahammülünüz yoktur. Kâinatın âyâtını dinliyebilir misiniz?”
İmâm-ı Gazâlî hazretleri dedi ki:
—“Evlatlarım ben size bunu bildireceğim dedim. Bildiniz mi? Öğrendiniz mi?”
Mecliste bulunan zevâttan birisi dedi ki (bu da Ebû Eyyûb el-Ensârî radiyallâhu anh hazretlerinin evlâd ve ahvâdından Abdülcelîl el-Eyyûbî hazretleri idi:
—“Ey dipi ve sahili olmayan deniz gibi âlim ve hâbir. Bunun gibi hakîkat ve sohbet vâki olmuş mudur? Enbiyâ ve Mürselîn-i Kirâm hazerâtının şerâifinde ve onların zamanında böyle zuhûrât vâki oldu mu?”
Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—“Evet, şimdiye kadar böyle zuhûrât vâki olmamıştır. Fakat bir zamanda burada bir sohbet ve zuhûrât olacaktır ki, bu zuhûrât ona nisbeten denizden bir katre gibi kalacaktır. Kelâm çok uzar. Yoksa ben size söyleyecektim.”   
İmâm-ı Gazâlî hazretleri ricâ ve istirhâm etti. Bir miktar söylemesini arzu etti. Muhyiddîn-i Arabî dedi ki:
—“Yâ İmâm-ı Gazâlî birtakım Ricâlullâhi’i-Kirâm (Allah adamları) geleceklerdir ki, Cenâb-ı Hakk (LÂİLÂHE İLLALLÂH) kelimesine (MUHAMMEDÜN RASÛLULLAH) kelimesini tâik buyurduğu zaman idrak ederler ve o zamanı bilirler ve o zamandan itibaren me’mur olurlar.
Yâ Huccetü’l-İslâm. Ben bu denizden içmedim ve ben bu ricâlden değilim, ikinci bir ricâlullâh geleceklerdir. (1353/1934) Dârü’l-Gadap ve’l-intikâm (Kafkasya) olan cehennemin kahrına ve dibine ineceklerdir ve orada bulunan Ümmet-i Muhammedi tahlîs ve şefâatine koşarlar. Hâlbuki Cehennem’in dibi o kadar uzak ve müzellimdir (karanlıktır) ki, yedi tabakasından birinci tabakasının dibine bir taş bırakılsa 70.000 sene zarfında varamaz.
Üçüncü (1353/1934’de) bir ricâlullâh geleceklerdir ki, şekâvet-i ebediyye ve sehâvet-i ezeliye’yi tedâvi edebilirler ve istedikleri kimselerin şekâvetini saâdete tebdîl için selâhiyattar olurlar.
Yâ Hüccetü’l-İslâm ben onlardan değilim. Ve zamanımda da böyle kimseler yoktur.
1353(1934) senesinde dördüncü bir ricâlullâh geleceklerdir ki, bu ümmet-i merhûme’nin fıtrat ve necâbeti Cenâb-ı Hakk kendi ihtiyarlarına vermiş, huddu’l-kemâle bâliğ olmadan, zerre iken veyahut nutfe iken yahut benî beşer olduktan sonra dünyaya gelmeden, velhâsıl insan zâyi olmamak için ne kadar esbâb var ise, her esbâba mebnî kemâle gelmiyen efrâd-ı ümmeti ihyâ ve kemâle eriştirmek için Cenâb-ı Hakk kendilerine kuvvey-i kudsiyye’yi ihsân eden ricâlullâh’dır.”
İmâm-ı Gazâlî bu hakîkatın ulviyyetinden taaccüp ederek ah çekti.
Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—"Ben bu ricâlullâh hazerâtı ile içtimâ ettim. Fakat hakîki muârefe (bilişme) vâki olmadı.”
Muhyiddîn-i Arabî bir miktar sükût ve tavakkuf etti.(bekledi)
İmâm-ı Gazâlî dedi ki:
—"Zidnî yâ veledî (bana daha fazla anlat, onların kemâlât ve evsâfından beyân buyurunuz ve ziyâde ediniz)."
Muhyıddîn-i Arabî buyurdu ki:
—“Yâ Hüccetü’l-İslâm, o ricâl öyle ricâlullâhtır ki, müddeti ömürlerinde lisân-ı şerîf ile ne kadar ümmet zikr ederlerse, Cenâb-ı Hakk onları elsiney-i şerîf ile zikrolunan efrâd-ı ümmeti hakîki süedâlarından[11] kılar ve saâdet-i mübirremeye nâil eder.”
İmâm-ı Gazâlî bir daha sual buyurdu. Fakat Rasûlü Ekrem aleyhisselâm işâret buyurdu ki:
—“BU SUALİNİN CEVÂBI ESRÂR-I NÜBÜVVETTENDİR. SÜKÛT EDİNİZ.”
—“Yâ Muhyiddîn, unutmuş (olduğunuz) ve kaybettiğiniz ruhunuzun babasını arayınız ve bulunuz. Artık benden geçtin."
MUHYİDDÎN-İ ARABÎ ONDAN SONRA EBÛ MEDYEN-İ MAĞRİBÎ HAZRETLERİ İLE MÜLÂKÎ OLDU VE KEMÂLÂTI ONDAN ALDI.
Gazâlî dedi ki:
—“Çok arzu ettiğim bir meseleyi bırakıp ayrılıyoruz. Fakat Rasûlü Ekrem Aleyhisselâm'dan hayâ ediyorum ve onun için söyleyemiyorum.”
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri dedi ki:
—“Yâ Hüccetü’l-İslâm, nedir arzunuz?”
İmâm-ı Gazâlî dedi ki:
—“Buyurduğunuz evsâf ve kemâlât sahibi olan zevât ile içtimâ ve mülâkât talep etmek istedim.”
Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—“Kelîmullâh Musâ Aleyhisselâm ile mükâleme için Leyl-i Miraç’ta seni semâya dâvet eden kim ise, ona havâle ediniz.”
O saatte Rasûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nden cevap geldi.
“O ricâlullâh hazerâtının birisi ile içtimâ ve mülâkâtınız için müsâade ettim.”
Derhal Müşârün ileyh hazerâtından ve 1353(1934) senesinde hayatta bulunan (DERSAN) nâmında bir zâtın zerresi geldi. Bu isim İbrânî bir isimdir. Bu zât şimdiye kadar Melâike-i kirâm ile beraber idi ve kırk velâyet-i kübrâ makâmına kâim olan ricâluliâhın kuvve-i kudsiyelerine mâlik ve onlar kadar ibâdet ediyordu. Şimdi Melekûtiyyet sıfatından nâsûtiyyet sıfatına intikâl edecektir ve mezkûru’l-evsâf ve kemâlât olan ricâluilâh hazerâtındandır.
Dersan hazretleri buyurdu ki:
—"Arkadaşlarımla beraber vâki olan içtimâ 1353(1934) senesi receb-i şerifinin ilk gecesinde bu mecliste bulunanların kâffesini zikretmek için vâdediyorum.”
- Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—"O zamana kadar tehirin esbâbı nedir?”
Dersan:
—“Ümmetin üzerinde olan fıtrat ve zulmet çoğaldıkça, hizmet daha akdes olur. Bizin ümmete yapılacak hizmetin en mukaddesi olan hizmet o gecede olacaktır. Zira o zaman efrad-ı ümmetin hazerâtü'l-hâmse (beş hazret) yahut eltâfü'l-hamse (beş lütuf)  fıtrat ve zulmetin orduları tarafından esir edilecektir. Ümmet bu hale mahkûm olan zamandan daha (çok) hizmete muhtaç olan bir zaman tasavvur olunamaz. 24 saatin içinden her saat zarfında 700. 000 kimsenin eltâfı, zamanınızda, bu eltâf-ı hamse’den birisi bile nâdir olarak esir olur.”
İmâm-ı Gazâlî bu mecliste münâcaat etti ki:
—“Yâ Rab, asıl ve hakîkat itibâriyle 1353 (1934) senesinde selefiniz olan Ahyâr-ı halefizinize ihsân buyurduğunuz el- tâftan bizi de mahrûm etme.” diye niyâz etti.
İbnü’l-Ferrâz o mecliste zühd etti ve 700 dönüm kadar dünyada ne kadar meyva var ise, içinde bulunan bahçeyi bir daha bakmamak üzere terk etti.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
—“Yâ Ebe’i-Ferrâz, bunu kime veriyorsun ve kime terk edeceksin?”
İbnü’l-Ferrâz dedi ki:
—“Yâ Seyyidî, ben ondan îrâz ettim, bir daha ona bakmak bana haramdır. Zamanımızın en âkil olan kimselerine hediye ettim. Onların olsun” dedi.
Muhyiddîn-i Arabî 48 saat zarfında mezkûr bahçeyi satıp, müstahak olan yerlere sarf etti. Muhyiddîn-i Arabî meclisten ayrılırken, mecliste bulunan zevât dediler ki:
—“Yâ Seyyidinâ, bize bir vasiyyet et.”
Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki:
—“Gazap ettiğiniz zaman abdest tazelemeden namaz kılmayınız. Abdest suyu ve abdest nuru ile gazabın ateşini söndürmeden namaza durmayınız.”
Cenâb-ı Hakk Teâlâ mezkûr evsâf ve fezâilin sahibi olan ricâluliâhi’l-kirâm hazerâtının berekât ve nazarâtı sayesinde Leyle-i mezkûrede mevdû ve emânet olan fezâilinden hâsıl olacak hayât-ı hakîkiyye’ye tâlip olan zümreye cümlemizi idhâl buyursun. Âmin... 1353 (1934).

(Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. III, s. 7-24)



RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM EFENDİMİZE GETİRİLEN SALÂVATLA CENNETTEKİ MAKAMLAR NEDEN ARTAR?

Abdülâziz Debbağ kaddesellâhü sırrahu’l azîze sordum, dedim ki:
— Efendim, neden cennetteki makamlar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife ile artar da tespih ve benzeri zikirlerle artmaz?
Şu cevabı verdi:
Çünkü cennetin aslı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin nûrundandır. Çocuk nasıl babasına içten bağlılık duyar ona müştak olursa, cennet de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin nûruna öylesine müştaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem anıldığında cennet bu zikri işitince âdeta çırpınıp ona doğru uçmak ister. Çünkü o nurun suyuyla sulanır.
Şeyhim bu cevabı verdikten sonra yemine iştiyak duyan bir hayvanı misal olarak verdi ve şöyle buyurdu:
Hayvan yemine çok istek duyuyor, kendisine arpa ve benzeri yem getiriliyor, bu sırada o hayvan olduğundan çok daha aç bir vaziyettedir. Yemin kokusunu alınca ona doğru süratle yaklaşır, yem ondan uzaklaştırılınca da peşine takılıp ulaşıncaya kadar takip eder. Cennetin çevresinde bulunan melekler de böyledir, onlar de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin zikriyle meşgul olurlar, Ona salât ü selâm getirirler. Cennet de bu zikre son derece iştiyak duyar, ona doğru yürür ve her cihette bu zikir bulunduğu için genişlemeye başlar. (İşte cennetin artması, onun böylece genişlemesi demektir). Eğer bu konuda Allah'ın irâdesi ve engellemesi olmasaydı cennet, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz hayatta iken dünyaya çıkar ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  nereye giderse o da onunla birlikte olurdu. Ne var ki Allah onu dünyaya çıkmaktan men'etmiştir, tâki gayz yolu üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize iman edilmiş ola.



Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ve O'nun ümmeti cennete girdiğinde cennet onlarla ferahlık duyar ve onlar için genişledikçe genişler. Öylesine bir sevinç duyar ki bunu sınırlamak mümkün değildir. Diğer peygamberler ve onların ümmetleri girdikleri zaman ise cennet bir çeşit büzülür kalır. Bunun sebebi sorulunca şu cevabı verir:
“Ne ben sizdenim, ne de siz benden...” Diğer ümmetlerin peygamberleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden istimdat etmeleri sebebiyle bir ayırım meydana gelir.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife herkesten kesin olarak makbul tutulur.” diyenlerin bu iddiası hakkında şeyhimden işittim, şöyle buyurdu :
— Şüphe yok ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife amellerin en üstünüdür. Hem salâvat, cennetin çevresindeki meleklerin zikridir. Bu salâvatın bereketiyledir ki melekler her defasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi andıklarında cennet artar da artar, genişler. Melekler de bir an olsun onu anmaktan boş kalmazlar; böylece cennet de durmadan genişler. Onlar bir nev'i cenneti çekip dururlar, cennet de onların arkasından akıp gider, durmadan genişler. Sözü edilen melekler tesbihlere geçinceye kadar bu hal sürüp gider. Ama melekler de, Cenâb-ı Hak cennet ehline cennette tecelli edince ancak salâvattan tesbihe geçiş yaparlar. Cenâb-ı Hak cennet ehline tecelli ettiğinde melekler bunu müşahede edince artık tesbihe başlarlar ve cennet de yerinde durur, artık genişlemez. Eğer o melekler yaratıldıkları zaman tesbihe başlasalardı cennet genişleyip artmazdı. İşte cennetin bu kadar genişlemesi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin bereketiyledir.
Yapılan her salâvatın mutlaka kabul olunacağını kestiremeyiz. Ancak tertemiz zattan, temiz bir kalpten yapılan salâvat mutlaka makbuldür. Çünkü salâvat-ı şerife tertemiz zattan çıkınca gösteriş, kendini beğenmişlik gibi hastalıklardan uzak ve sade olarak çıkar. Bu tür manevî hastalıklar çoktur, ama tertemiz olan zatta bulunmaz, temiz bir kalpte de yeri yoktur. İşte hadîs-i şeriflerde:
“ KİM LÂ İLAHE İLLALLAH DERSE CENNETE GİRER” mealindeki sözün manası budur. (Buhari)
Şöyle ki: Bunu söyleyen zat tertemiz olur, kalbi de temiz bulunursa, o takdirde bunu her türlü riyadan uzak ihlâs üzere söylemiştir. Bununla beraber yegâne hükümran olan Allah Teâlâ'nın satvet ve kahrına, kulun kalbinin Onun iki parmağı arasında bulunduğuna ve bu kalbi dilediği gibi çevirdiğine, kötü amellerini ona süslediğine, o kadar ki bu hâlinin kendisi için en uygun hal bulunduğunu zannetmesine baktığında, anlarsın ki, Allah Teâlâ'nın düzeninden ancak dünya ve âhirette zarara uğrayanlar güven içinde kendini hissedebilir (vurdum duymaz olur). (Salih kullar ise Hakk'ın düzenini hatırlar ve kendi bulunduğu hâlin uygun olduğunu sanmaz, daha iyi olmaya çalışır). Allah Teâlâ daha iyisini bilir.
Ahmed bin Mübarek diyor ki:
Şeyhimizin salâvat-ı şerifenin kabul olunması hakkındaki sözlerinde hiçbir şüphe yoktur. Nitekim bu birinci mesele hakkında sâlih âlimlerden Seyyid Muhammed bin Yusuf Es- Sünûsî (Allah ondan razı olsun) den sorulmuş, soran şöyle söylemiş:
“Fukahâdan bazısı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat herkesten makbuldür ve her hâl ü kârda reddolunmaz,” demişlerdir.
“Siz bu hususta ne buyurursunuz?” Bu soruya Es-Sünûsî Hazretleri şu cevabı vermiştir:
Şâtibiyye şârihi Ebû İshak da böyle bir soruyla karşılaşmıştır. Eğer salâvat getirenin mutlaka salâvatının kabul olunduğunu kestirip atarsak, o kimsenin hüsn-i hatime (ömrünün sonunun iyi hal üzere kapandığı) üzere bulunduğunu da kestirmek gerekir. Hâlbuki bir adamın ömrünün sonunun iyi veya kötü olacağı meçhuldür, bu hususta âlimlerin ittifakı vardır.
Böylece Şeyh Muhammed bin Yusuf bu konuda iki müşkülün bulunduğuna dikkati çekmiştir ve bunları birer cevapla cevaplandırmaya çalışmıştır. Gerçekte ise bu iki müşkül bir takım ihtimallerdir, akla dayanmaktadır, şeriatta delili yoktur. O halde bilinmeyen bir kabul babında bu iki müşkül kabul olunmaz, ancak şeriat yönünden bilinirse kabul olunur.
Birinci Cevap:
Salâvatın kabul olunmasının manası, Cenâb- ı Hak salâvat getiren kimsenin hüsn-i hatimesine hükmetmişse, kader çizgisini öyle hazırlamışsa, o takdirde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize vermiş olduğu salâvatın sevabını makbul bir ölçüde bulur. Bunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'nın fazl u keremi sonsuzdur. Ama diğer iyilikler böyle değildir, çünkü onların kabul olunacağına dair bir güvence yoktur, sahibi iman üzere bile ölse. Bu cevap üzerinde durmak gerek. Çünkü böyle bir ayrım tevkifidir, ancak şeriat ile bilinebilir. O halde böyle bir ayrımın doğru olduğuna dair şeriatta bir nass bulmak ve bu hususta üstün gayret sarf etmek lâzımdır. Eğer böyle bir nass bulunursa mes'ele halledilmiş sayılır. Bulunmadığı takdirde aklî yoldan yürümekle şer'î mes'eleler çıkarmak, şeriatta olmayanı akıl ile ortaya koymak şeriata müdahale sayılır. Aklın şeriata dahli olamaz.
İkinci Cevap :
 Salâvatın kesinlikle kabul olunmasının manası şudur: Salâvat eğer sahibinden Resûlüllah'a olan sevgiyle çıkarsa, o takdirde onun kabul olunduğu kesinlikle söylenebilir. Sahibi âhirette bundan yararlanır. Bu yararlanma azabın hafiflemesi şeklinde olsa bile.. Eğer Cenâb-ı Hak ebediyen azâbda kalması hususunda bir hükümde bulunsa bile yine de hafifleme söz konusu olabilir. Şeyh Sünusî bu cevabı belirttikten sonra Ebû Leheb'in durumuyla kıyas yapıyor. Şöyle ki: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin doğruluğunu müjdeleyen cariyeyi hürriyetine kavuşturması sebebiyle ebedî azab içinde kalmasına rağmen her pazartesi bu sebeple azabı hafiflemiş oluyor. Tabii bir sevgiyle yararlanma meydana geliyorsa, mü'minin varlık âleminin efendisi Muhammedi (sallallâhü aleyhi ve sellem)i sevmesinden nasıl bir yararlanma meydana gelmez?
…..
Hafız Süyûtî Ed-Dürerü'l-Müntesire Fi'l-Ahâdîsi'l-Münteşire adlı eserinde:
“Ümmetimin amelleri bana arz olundu; onlardan makbul ve merdud olanlarını buldum, ancak bana olan salât müstesna” mealindeki hadîs üzerinde açıklama yaparken diyor ki: Bu hadîsle ilgili herhangi bir senedi tesbit edip bulamadım. Temyizü't-Tayyib Minel-Habisi Fîmâ Yeduru Alâ Elsinetin Mine'l-Hadîs kitabının sahibi ise şöyle diyor:
“Her amelde makbul ve merdud olanı vardır, ancak bana getirilen salâvat müstesna. Çünkü o makbuldür, merdud değildir.”
İbn Hacer bu hadîs için “zayıftır” demiştir. Seyyid Semhurî, El-Gammaz alâ'l-Lemmaz adlı kitabında, yukarıda belirttiğimiz hadîs üzerinde tahlilde bulunurken İbn Hacer'in bu hadîsin zayıf olduğunu kaydetmiştir. Et-Temyîz kitabının sahibi de bu hadîsin hadîs olmayıp Ebu Süleyman-ı Dârânî'nin sözü olduğunu söylemiştir. Gazali bu hadîsi İhya adlı eserinde merfu' olarak belirtmiştir. Şeyhimiz ise,
“Ben böyle bir hadîse vâkıf olamadım, Ebû Derdâ Hazretlerine aittir,” demiştir. Ebû Derdâ'dan yapılan rivayete göre şöyle demiştir:
“Allah'tan bir hacetinizin yerine getirilmesini istediğiniz zaman, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize salâvat ile başlayın. Çünkü Cenâb-ı Hakk kendisinden iki hacet istenildiğinde birini yerine getirmekten, diğerini de reddetmekten çok daha keremli ve merhametlidir.” Yâni her iki isteği de kabul buyurur. (Salâvatı herhalde kabul edeceğine göre onunla birlikte diğer hacetin de yerine getirilmesine imkân verip onu da kabul eder.) [12]
İşte sen bu rivayet ve delilleri anladığın takdirde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvatın mutlaka makbul olmadığını öğrenmiş olursun. Evet, kabul olunması daha çok umulur ve zan babında bunun daha çok medhali vardır. (Söylenecek çok söz vardır.) Allah Teâlâ daha iyisini bilir.
Kaynak: Abdülaziz Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz [Kitap]. - İstanbul: Demir Yayınları, 1979. – 2.Cilt,  c.II, s.507-513





[1] İncila: Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli olmak, açılma
[2] Tearüf: Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.
[3] Âl-i İmrân, 42. "Melekler şöyle demişti: Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi, dünyaların kadınlarından seni üstün tuttu."
[4] Menab: Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.
[5] Zâriyât, 49. “İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışızdır."
[6] Bakara, 187. “Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı, onlar sizin örtü­nüz, siz de onların örtülerisiniz. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti; artık onlara yaklaşabilirsiniz. Al­lah’ın sizin için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten siz­ce ayırt edilinceye kadar, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın; bunlar Allah’ın sı­nırlarıdır, onlara yaklaşmayın. Allah insanlara yasaklardan sakınsınlar diye âyetlerini böylece apaçık bildirir.”

[7] Necm,29. “Ey Muhammed! Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma.”
[8] Hacc,18. “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Al­lah’a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak et­miştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne diler­se yapar.”

[9] Akul, diye okursak ilaç, akl: meleke, akıl; Buradaki mana “menfaatli bir şekilde nerede kullanılacağı”
[10] İmâm-ı Gazâlî dahi anlatılanların çoğuna vakıf olmamıştı.
[11] Sueda: (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
[12] Şeyhimizden maksadı, El-Makasidü'l-Hasene sahibi Ebûlhayr Şemsüddin Muhammed bin Abdurrahman bin Muhammed es-Sahavî'dir. Seyyid Semhurî'nin hadîste şeyhidir.




Allah Teâlâ, zayıf kullarının sadece farz ve vaciplerle yetinme­lerine izin vermiş,  güçlü kullarına da fazladan nafile kapısını açmıştır. Cezalandırılmaktan korktukları için sadece farzla­rı yerine getiren ve böylelikle kendilerini helâk olmaktan ve azaba uğramaktan kurtaran kullar, Allah Teâlâ’nın Rubûbiyetine olan talepleri, O’na olan özlemleri sebebiyle bunu yapmamışlar­dır. Şâyet onlar herhangi bir şekilde bu amellerden dolayı hesaba çekilmeyeceklerini bilselerdi, asla bu amelleri yerine getirmezlerdi. Bu sebeple onlar ancak, kendi nefisleri için bu farz ve vâcibleri yerine getirmişler ve bu esnada sadece kendi menfaatlerini düşünmüşlerdir. Onlar Allah Teâlâ’ya farz ve vâcib zin­cirleriyle bağlandıkları için bu amelleri zorunlu olarak yerine getirmişlerdir.[1] Bundan dolayı hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Rabbim, zincirlerle cennete götürülen kulların hâline hayret etti. ” [2]

 

Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

Silsile-i Meşâyih-i Nakşibendiyye’den olan Yâkub-ul Çerhî Hazretleri, bundan sekiz yüz sene kadar evvel yaşamıştır. Ailesi tartından kırk sene mütemâdiyen eziyet ve tenkitlere hedef olmuştur. Ailesi, daima, ‘papaz, kâfir adam’ diye eziyet ederdi. Mübârek zât da ona hiç mukâbelede bulunmazdı. Daimâ iyilikle mükâfâtlandırır ve bu hâl ile vakit geçirirdi.
Bir gün âilesi, “ben bu adamla geçinemeyeceğim”, diye kendisine zehir verdi. Hazret de zehiri bilerek içti. Yarım saat sonra, vefatına yakın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin yüz yirmi dört bin enbiyâ-ı izâm hazerâtı ile birlikte teşrîf ettiklerini gördü. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz:
 “Yâ Yâkub! Rabbü’l-Âlemîn’den murâdın var ise dile, bizler de âmin diyeceğiz” buyurdu. Yâkub Hazretleri de:
 “Yâ Râb! Kendi hakkımda bir isteğim yoktur, hâcetim yoktur. Bana eziyet ettiği ve hakârette bulunması ve hattâ ölümüme kastetmesi sebebi ile imânsız gidecek olan hâtunun affını dilerim” demesi ile kabul cevâbını alınca:
 “Yâ Râb! Bu inâyetin azdır. Bana ihsân ettiğin kırk senelik kutupluk inâyetini ve rütbeyi o hâtûna da ihsân buyurmadıkça kabul etmem. Oha kutupluk pâye ve makâmını ihsân et ki, yüzbinlerce kullarını hidâyete eriş­tirsin” demesi ile buna da muvâfık cevap aldı.
O saatte âilesinin kalbi açılıp, kendisinin ebedî cehennemlik ve imansız surette âhirete intikâl edeceğini ve kocasının duâsı ile kurtulduğu ve bu kadar mânevî ihsânâta onun yüzünden maruz kaldığını görünce, mahcûbiyetinden,
“Ben buna ne yaptım, bu bana ne ihsân etti. Bu sırrın hikmetini kimse bilmeyip, eceliyle öldü sanacak­lar” diye türlü türlü mülâhazalar sebebi ile kalbi parça parça oldu ve kocasından evvel vefât etti.
Bu sırrın ve hikmetin hakîkatını hiç kimse bilme­yip, karı ve kocayı beraber defnettiler. Bir kaç gün sonra Hazret’in hulefâları kabrini ziyâret ettiler.
 “Yâ Hazret-i Üstâd! Kırk sene kutupluk makâmında vâzife gördünüz, yüzbinlerle ümmeti hidâyete şevket­tiniz. Cenâb-ı Hakk bu müddet içinde ne gibi amelinizden râzı oldu? Bizlere tavsiye et de, ona göre amelde buluna­lım" demeleri ile hâtıf üzere:
 “Evlatlarım! Kırk sene kutupluk ve mürşidlik yap­tım, bu kadar ümmeti hidâyete sevk ettim, bu amellerden dolayı Cenâb-ı Hakk (celle celâlühü) bana nazar-ı iltifâtta bulun­madı. Şayet kâtil, acûze âilemi affetmemiş olsaydım, bu kutupluk ve mürşidlikten azl olunup, cehenneme müstehak olacaktım. Aman evlatlarım en büyük tavsiyem, ma­zarratta gayr-ı tahammül (kötülüklere tahammülsüzlük), kötülük edene iyilikten başka, Allah (celle celâlühü) ibâdeti kabul etmiyor Kötülük edene iyilik yapmayan kimse kırk sene Ravza-i Mutahhara’da, kırk sene de Beyt-i Şerîf’te dünya kelâmı söylemeden ibâdette bulunsa, melekler adedince sevâplar işlese ve binlerce hacc-ı şerîf edâ etse, Allah Teâlâ kabul etmiyor. Sebebi ise; kötülük gördüğünüz kimsenin kalbini kırmaktır. Şayet iyilik yapılmazsa, o kimse de (kızgınlığından, câhilliğinden) “Allah, nâ mevcuddur = ya­ni Allah yoktur” diye, nefis ve şehvete mahkûm oluyor. Kalp kıran kimsenin günahı, Beytullah ile Ravza-i Mutahhara'yı yıkmaktan ve zinâ ve türlü türlü fenâlık yapmaktan daha ziyâde olduğu hususunda saâdât ve evliyâ-i kirâmın ittifâkı vardır. Bunun affında evliyâ âcizdir. Mahzâ, Allah’ın merhametine kalıyor.”
Bir kimse gadap (öfke) geldiğinde, beş dakika sabredip karşısındakini affederek, iyilikle mukâbelede bu­lunsa, Hazret-i Âdem’den şimdiye kadar ne kadar insanın ibâdeti varsa, onların, sevâba müstahak kabul edilmiş amelleri miktârınca, Cenâb-ı Hakk (celle celâlühü) ona sevâp verir. “Sâbirînlere (sabredenlere) bi-gayr-i hesâb (hesabsız) ecir (sevâb) vereceğim” diyor. Bu sebeple sizlere tavsi­yem ve son vasiyetim, bu meseleye gâyet ehemmiyet ve­rerek mücâhedede olmanızı Cenâb-ı Hakk’tan temenni ederim.
(BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 104-106



EBU’L HASAN ŞÂZELİ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZİZİN HİZB-U DAİRESİ



Bu hizbi okuyan ve dairesini taşıyanlar maddî ve manevî sıkıntılardan, belalardan emniyette olur.
İçinde İsm-i âzam sırları vardır.
Bir kere dahi okuyan imanla bu dünyayı terk eder.
Askere giden gençlerin muhafazası için yazılması tavsiye edilmiştir.
Ebu’l Hasan Şâzeli Efendimizden Allah Teâlâ razı olsun.
حزب الدائرة   لسيدي أبو الحسن الشاذلي رضي الله عنه وقدس روحه

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إلاَ بِاللهِ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ بِكَ مِنْكَ إلَيكَ، أسْتَغْفِرُكَ وَأتوبُ إلَيكَ فَأغْفِر وَتُب عَلَىَّ لاََّ إِلَهَ إِلاَّأَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ، بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ {قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ اللَّهُ الصَّمَدُ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُواً أَحَدٌ} {الم. ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ. الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ. والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ. أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ} {وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَّإِلَهَ إِلاَّهُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ اللّهُ} {لاَإِلَهَ إِلاَّهُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَتَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّبِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ} {آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَنُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ} {لاَيُكَلِّفُ اللّهُ نَفْساً إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْأَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَتَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَطَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ} {قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ} {تُولِجُ اللَّيْلَ فِي الْنَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَن تَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ}. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ. سَلَامٌ قَوْلاً مِن رَّبٍّ رَّحِيمٍ. قَوْلُهُ الْحَقُّ وَلَهُ الْمُلْكُ. مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لا يَبْغِيَان.
الر كهيعص طّس حم عسق ق ن. جِبْرَائيلٌ مِيْكَائِيْلٌ إسْرَافِيلٌ عِزْرَائِيْلٌ عَلَيْهِمْ  السَلاَمْ  أبُوْ بَكْرٍ عُمَرِ عُثمَانِ عَلِىٍ أَبُوْ اَلْحَسَنِ اَلْشّاذُلِى رَضِىَ اَللهُ عَنهُم
 اَللهُ اَكْبَرُ  7 defa .
{إِن نَّشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِم مِّن السَّمَاء آيَةً فَظَلَّتْ أَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِعِينَ}
حَكَمَتُ عَلىَ أنْفُسِ أَعْدَائِي الَّطاَءُ طَهَُوُرٌ 7 defa .
لا إله إلاَّالله. بَاءٌ. سَلامٌ قَوْلاً مِن رَّبٍّ رَّحِيمٍ قََََلِقتْ عُقُوْلهُم بِالقَافْ  بَِدْعَقٌ  defa . 7
سُبْحَانَ اللهِ  7 defa .
{سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ هُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنزِلُ مِنَ السَّمَاء وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ}
حَاءٌ. فَتَحْتُ بها الاِْسْتِمْطارِ مِنَ اْلفَتاَّحِ الْعَليِمِ مَحْبَبَه   defa . 7
يَاسَّلامُ   defa . 7 
سَلَبْتُ بِالسِيْنٍ عَن نَفْسِى وَأهْلِى وَمَالِى وَوِلْدِى جَمِيعِ اَلْمَضَارِ صُوَّرَاهٌ  7 defa .
الْحَمْدُ لله  7 defa
عَيْنٌ مَلأتْ قَلْبِىَ عِزّةً وَنُوْراً مَحْبَبَه    defa . 7 
يَا سَّلامُ   defa 7
سِيْنُ أَسْأَلُكَ بِالسَنَاءِ الأعْظَم أنْ تَعطِيْنِى مُفْتَاحَ قَلبِي سَقْفََاطِيسٌ    defa . 7
اللهُ   defa . 7 
رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ. أَسْأَلُكَ حَوْلاً مِنْ حَوْلِكَ وَقُوَّةً مِنْ قُوَّتِكَ وَتَأيداً مِنَ تَأيدِكَ حَتى لاَ أرى غَيرِكَ وَلاَ أشهَدَ سِواكَ
 سَقََاطِيمٌ  defa . 7
أحُونٌ قَافٌ آدُمَّ حَمَّ هَاءٌ آمِينٌ.
 {مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَاناً سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْراً عَظِيماً. }اَلْلّهُمّ بِحَقِ مُحَمَّدٌ وَجِبْرَائيلٌ وَمِيْكَائِيْلٌ وَإسْرَافِيلٌ وَعِزْرَائِيْلٌ وَاَلْرَّوْحٌ عَلَيهِمُ اَلْصِلاةِ وَاَلْسَلاَمِ بِحَقِ أبُوْ بَكْرٍ اَلْصّدّيْقِ وَعُمَرِ اَلْفَارُوْقِ وَعُثمَانِ بنَ عَفّانِ وَعَلِىٍ بنَ أبِى طَالِبِ وَأَبُوْ اَلْحَسَنِ اَلْشّاذُلِى رَضِىَ اَللهُ عَنهُم أنَ تَقضِى حَاجَتى وَتَكْفِينى مُهِمَاتي.
اَلْلّهُمّ يَاعَظِيم عَظَمَتُكَ وقَايَتِي مِنْ اَلْقَوْمِ اَلْظَالِمِينَ وَجَمَالي عَلىَ اَلعَالَمِيْنَ فَعَضِدْنِي بِالمَلاَئِكَةِ أجْمَعِيِنَ وَإسْتَجِب لى إنَكَ أنتَ اَلْسَمِيْعُ اَلْعَلِيْمُ 




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar