ORJİ BİTTİ, ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ?
Since the world
drives to a delirious state of things, we must drive to a delirious point of
view.
Dünya çılgın bir
seyir aldığına göre biz de dünyaya ilişkin çılgın bir bakış açısı edinmeliyiz.
Uçlardansa aşırılıklarda telef olmak yeğdir. [Jean Baudrillard]
İçinde bulunduğumuz
güncel durumu nitelemek gerekseydi, bir orji sonrası hali derdim. Orji, tam da
modernliğin patladığı andır; her alandaki özgürlüğün patladığı andır: Politik
özgürleşme, cinsel özgürleşme, üretici güçlerin özgürleşmesi, yıkıcı güçlerin
özgürleşmesi, kadının, çocuğun, bilinçdışı itkilerin özgürleşmesi, sanatın
özgürleşmesi. Tüm temsil ve karşı-temsil modellerinin göklere çıkarılması. Bu
tam bir orjidir; gerçeğin, ussalın, cinselin, eleştirel ve karşı-eleştirelin,
büyümenin ve büyüme krizinin orjisidir. Nesne, gösterge, ileti, İdeoloji ye
zevklere, ilişkin her türlü sanal [1]üretim ve asrın üretim yollarını katettik.
Şimdi her şey özgür, kartlar açıldı ve hep birlikte asıl sorunla karşı
karşıyayız: ORJİ BİTTİ, ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ?
Orji: Grup seksi, ikiden fazla kişinin
cinsel ilişkiye girmesidir. Üç kişinin birlikte uyguladığı cinsellik halk
dilinde Üçlü (İng. threesome) olarak adlandırılır. Bazı Batı Avrupa
kültürlerinde çiftlerin karşılıklı partnerlerini değistirme imkanı buldukları,
grup seksi için tasarlanmış olan "swinger" kulüpleri vardır.Çoğu
seksolog en güzel grup seksin tanımını 2 yada daha fazla erkeğin bir kadınla
ilişkiye girmesi olarak tanımlar.Bu olay kadının tost olması anlamınada gelir
Artık yalnızca orji
ve özgürleşme simülasyonu yapmak, hızlanarak aynı yönde gidiyormuş gibi
görünmek geliyor elimizden; oysa gerçekte boşlukta hızlanıyoruz, çünkü
özgürleşmenin tüm hedeflerini çoktan ardımızda bıraktık. Bugüne kadar yakamızı
bırakmamış ve bizde saplantı haline gelmiş olan şey tam da peşine düştüğümüz
tüm bu sonuçların, tüm göstergelerin, tüm biçimlerin, tüm arzuların elimizin
altında hazır kullanılabilir halde olması durumuydu. Ne yapmalı o halde?
Simülasyon durumudur bu; bütün senaryolar gerçek ya da sanal olarak [kuvve
halinde] önceden vuku bulduklarından tüm bu senaryoları yeniden oynamaktan
başka bir şey_ gelmez elimizden.. Ütopya gerçekleşti; tüm ütopyalar
gerçekleştiği halde, tuhaf bir şekilde, sanki gerçekleşmemişler gibi yaşamayı
sürdürmek gerekiyor. Ama madem bu ütopyalar gerçekleşti ve bunları
gerçekleştirme umudunu artık taşıyamayacaksak, yapabileceğimiz tek şey, bitip
tükenmez simülasyonlar içinde onları hiper-gerçekleştirmektir. Çoktan arkamızda
bıraktığımız, ama yine de bir tür kaçınılmaz umursamazlık içinde yeniden
üretmemiz gereken ideal, düş, görüntü ve hayalleri sonsuz biçimde çoğaltarak
yaşıyoruz.
Aslında devrim her
yerde gerçekleşti, ama hiç beklendiği gibi değil. Özgürleştirilmiş olan şey,
her yerde, katıksız dolaşıma geçmek ve yörüngeye oturmak için özgürleşmiş oldu.
Biraz mesafeli bakarsak, her özgürleşmenin varacağı kaçınılmaz noktanın dolaşım
ağlarını teşvik etmek ve beslemek olduğunu söyleyebiliriz. Özgür kalan şeyler
sonu gelmez biçimde birbirinin yerine geçmeye ve böylelikle gitgide artan
belirsizliğe ve şüphelilik ilkesine mahkûmdurlar.
Artık hiçbir şey
(Tanrı bile) sona ererek ya da ölümle yok olmuyor/Tanrı öldü diye yok
edemiyoruz/; hızla çoğalarak, sirayet ederek, doygunluk ve şeffaflık yoluyla,
bitkinlik ve kökü kazınma yoluyla, simülasyon [2] salgını ve ikincil varoluş
olan simülasyona aktarılma yoluyla yok oluyor her şey. Artık ölümcül bir yok
olma biçimi değil, fraktal [3] bir dağılma biçimi vardır.
Hiçbir şey gerçekten yansımıyor; ne aynada ne de (bilincin sonsuza değin
bölünmesinden ibaret olan) başdöndürücü alanda gerçekten yansıyan bir şey yok
artık. Dolaşım ağlarının viral [4] dağılımındaki mantık ne değerin mantığıdır ne
de dolayısıyla eşdeğerliliğin mantığıdır. Artık değerler alanında devrim yok;
değerler birbirine dolanıp kendi üzerlerine katlanıyor. Tüm sistemlerde hem
merkezden kaynaklanan bir zorlanım hem de bir dış-merkezlilik var. Bu
sistemleri katıksız bir yineleme [totoloji] içinde değil, kendi varlıklarını
riske atar casma güçlerini artırarak ve akıl almaz bir potansiyel güç haline
gelerek kendi sınırlarından ötede patlamaya, kendi mantıklarını aşmaya götüren
içsel bir metastaz, [5] hummalı bir kendini zehirleme görülüyor.
Tüm bunlar bizi
değerin yazgısıyla karşı karşıya getirir. Vaktiyle anlaşılması güç bir
sınıflandırmaya niyet ederek bir değer üçlemesine başvurmuştum. Doğal bir evre
(kullanım değeri), ticari bir evre (değişim değeri), yapısal bir evre (gösterge
değeri). Dolayısıyla, değerin bir doğal yasası, bir ticari yasası ve bir
yapısal yasası vardır. Bu ayrımlar biçimsel elbette; ama her ay yeni bir
parçacık keşfeden fizikçilerde görülen ayrıma benziyor. Yeni parçacık öncekinin
yerine geçmez: Varsayımsal bir dizi içinde art arda gelir ve birbirlerine
eklenirler. Dolayısıyla burada ben simülakr mikrofiziğine yeni bir parçacık
ekleyeceğim. Doğal evrenin, ticari evrenin ve yapısal evrenin ardından değerin
fraktal evresi geldi bile. Doğal evreye doğal bir gönderme uygun düşüyordu ve
değer de dünyanın doğal bir kullanımına gönderme yaparak gelişiyordu. Ticari
evreye genel bir eşdeğer uygun düşüyordu, değer de ticari bir mantığa gönderme
yaparak gelişiyordu. Yapısal evreye bir kod uygun düşer ve burada değer, bir modeller
kümesine gönderme yaparak yayılır. Dördüncü evre olan değerin fraktal hatta
viral; ışın gibi yayıldığı evresinde artık kesinlikle hiçbir gönderme yoktur;
değer her ne olursa olsun hiçbir şeye göndermede bulunmadan katıksız yan
yanalık yoluyla tüm yönlerde, tüm zaman aralıklarında ışır. Bu fraktal evrede,
ne doğal ne genel bir denge vardır, gerçek anlamda sözü edilebilecek bir değer
yasası yoktur artık; bir tür değer salgınından, değerin genel metastazından,
rastlantısal bir şekilde hızla çoğalma ve dağılmasından başka bir şey yoktur.
Bu tür çoğalma ve zincirleme tepki her çeşit değerlendirmeyi olanaksız
kıldığından değerden artık kesinlikle söz edemeyiz. Yine mikrofiziğe benzer bir
durum bu: Güzel ya da çirkin, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü terimleriyle
değerlendirme yapmak, bir parçacığın hızını ve bulunduğu yeri aynı anda ölçmek
kadar olanaksızdır. İyi, artık kötünün karşıtı değildir; hiçbir şey apsisler ve
ordinatlar halinde düzenlenemez artık. Her tanecik kendi yörüngesini izler, her
değer ya da değer parçası simülasyon göğünde bir an parlar, sonra diğer
parçacıkların yoluyla ender olarak kesişen eğri bir çizgi boyunca boşlukta
kaybolur. Fraktal değer şemasının ta kendisidir bu; kültürümüzün de güncel
şemasıdır.
Şeyler, göstergeler
ve eylemler düşüncelerinden, kavramlarından, özlerinden, değerlerinden,
göndermelerinden, kökenlerinden ve amaçlarından kurtuldukları zaman sonsuza dek
kendilerini yeniden üretirler. Düşünce çoktan yok olmuşken, şeyler işlemeyi
sürdürür; hem de kendi içeriklerini hiç umursamadan işlemeyi sürdürürler.
Paradoks da zaten bunların bu koşullarda bu kadar iyi işliyor olmaları
durumudur.
Örneğin, ilerleme düşüncesi yok oldu, ama ilerleme sürüyor. Üretime temel
teşkil eden zenginlik düşüncesi yok oldu, ama üretim güzelce sürüyor. Üretim,
başlangıçtaki amaçları umursamadığı ölçüde hızlanıyor. Politika alanında da düşüncenin yok olduğu; ama politika oyununun, kendi
hedefleri karşısında gizli bir umursamazlık içinde sürdüğü söylenebilir. Televizyon kendi
görüntüleri karşısında tam bir umursamazlık içinde işliyor (insan yok olsa bile
böyle devam edebilir). Her sistemin ve bireyin içinde her yanda çoğalabilmek,
her yöne yayılabilmek için kendi düşünce ve özünden kurtulma yönünde gizli bir
itki var olabilir mi?
Ama bu tür bir
ayrışmanın sonuçlan ölümcül olabilir ancak. Düşüncesini yitiren bir şey
gölgesini yitirmiş adama benzer; bu şey, kendini kaybettiği bir çılgınlığın
içine düşer.
Değerin genetik
koduna bile boyun eğmeyen kanserli çoğalmanın, yan yanalık yoluyla artmanın
metastaz düzeni (ya da düzensizliği) burada başlar. O zaman da tekhücreliler
gibi sadece Aynı’nın bölünmesi ve kod aktarımıyla üreyen ölümsüz ve cinsiyetsiz
varlıkların yaşadığı geçmiş (?) evreye geri dönecek şekilde cinselliğin,
cinsiyetli varlıkların büyük serüveni her alanda canlılığını yitirir. Günümüzün
teknolojik varlıkları, makineler, klonlar,[ 6] protezler hepsi bu tip üreme
biçimine yönelmekte, insanı ve cinsiyetli denen varlıkları da yavaş yavaş aynı
sürece sürüklemektedirler. Sadece en son biyolojik araştırmalar değil; bütün
araştırmalar, bu tür bir genetik ikameyi gerçekleştirmeye, çizgisel olarak
parçalara ayrılarak üremeyi, klon haline gelme ve döllenmesiz tomurcuklanmayla
üremeyi (parthénogerèse), küçük bekâr makineleri gerçekleştirmeye yöneliktir.
Cinsel özgürleşme döneminde parola, en
az üreme ile en çok cinsel ilişki oldu. Bugün, klonik bir toplumun düşü daha çok bunun tersi olurdu: Olası en az
cinsel ilişkiyle en çok üreme:
Vaktiyle beden ruhun metaforuydu,
ardından cinselliğin metaforu oldu, bugün artık kesinlikle hiçbir şeyin
metaforu değil; beden metastaz yeridir, simgesel düzenlenme olmadan, aşkın bir
hedef olmadan, iletişim ağlarının ve entegre devrelerin yan yanalığına benzer
katıksız bir yan yanalık içinde, tüm bu süreçlerin sonsuza değin programlandığı
[Marcel Duchamp'a bir gönderme.] ve mekanik biçimde birbirine eklendiği yerdir.
Metafor imkânı tüm
alanlarda yitip gidiyor. Bu, cinselliğin oldukça ötesine yayılan genel
trans-seksüelliğin bir görünümüdür; bilim
kolları özgül niteliklerini yitirip, başımıza gelen bütün yeni olayların
başlatıcı olayı olan viral bir belirsizlik sürecine, bir kargaşa ve bulaşma
sürecine girdikleri ölçüde tüm bilim kollarına yayılır bu genel
trans-seksüellik: Trans-ekonomi haline gelen ekonomi, trans-estetik olan estetik,
trans-seksüellik olan cinsellik. Metaforun (eğretileme) olabilmesi için
ayrımsal alanların ve ayrı nesnelerin varlığı gerektiği halde, tüm bunlar,
artık hiçbir söylemin diğerinin metaforu olamayacağı, çapraz (trans-versal=
yandan yana geçen, karşıdan karşıya, enine; (i.), (geom.) bir takım hatları
kateden doğru hat.) ve evrensel bir süreç içinde birbirleriyle kesişirler.
Bilim dalları arasındaki bulaşıcılık metafor imkânına son verir. Tam bir
düzdeğişmece (imétonymie) tanım (ya da tanımsızlık) gereği viral. Viral
benzeşim, biyoloji alanından yapılan bir aktarma değildir; çünkü her şey söz
konusu virüsler tarafından, zincirleme tepkime, rastlantısal ve anlamsız
çoğalma ve metastaz tarafından aynı anda ve aynı oranda etkilenir. Belki de bu
yüzden hüzünlüyüz; çünkü metafor yine de güzeldi, estetikti, farklılıktan ve
farklılık yanılsamasından iyi yararlanıyordu. Bugün, düzdeğişmece (bütünün ve
tek tek öğelerin birbirinin yerine geçmesi, terimlerin genel yer değiştirmesi)
metaforun düş kırıklığı üzerine yerleşiyor.
Bütün kategoriler
karşılıklı olarak birbirine bulaşabilir, her alanın yerine bir diğeri
geçebilir: Türlerin karışması. Cinsellik
artık yalnızca cinsellikte değil, başka her yerdedir. Politika politikada
değildir artık, tüm alanlara mikrobunu saçmaktadır: Ekonomi, bilim, sanat,
spor... Spor da sporda değildir artık; iş hayatında, cinsellikte, politikada,
genel anlamda performansın üslubundadır. Mükemmelliğin, gücün, rekor kırmanın ve
çocuksu bir kavram olan kendini aşmanın sportif ölçütünden her şey etkilenmiş
durumdadır. Böylece her kategori bir geçiş evresi yaşıyor; ve her kategorinin
özü, “suyun belleği” gibi saptanamaz bir iz bırakarak yok olup gidene dek
eriyiğin bütününde, önce son derece büyük, ardından sonsuz küçük dozlarda
çözünüyor.
AIDS, aşırı bir
cinselliğin ve hazzın yansıması değildir; cinselliğin yaşamın
tüm alanlarına genel olarak sızmasıyla telafi ediciliğinin kaybolmasına, cinsel
göz boyamanın tüm bildik çeşitleri içindeki cinselliğin her yana dağılmasına
denk düşer. Bu genelleşmiş cinsellikte bağışıklık
kaybolur, cinsel ayrımın ve dolayısıyla da cinselliğin yok olmasını içerir. AIDS salgınının
yarattığı temel karışıklık, cinsel gerçeklik ilkesinin mikrolojik, insani
olmayan ve fraktal düzeyde kırılmasıyla belirir.
Cinselliği belki
hâlâ hatırlıyoruz; tıpkı suyun, sonsuzca erimiş moleküllerini “hatırlaması”
gibi. Ama bu ancak moleküler bir anıdır, önceki bir yaşamın' cisimsi bir
anısıdır yalnızca; yoksa biçimlerin ya da özelliklerin (bir yüzün çizgileri,
gözlerin rengi; su bunların biçimlerini koruyabilir mi?), anısı değil. Böylece politik,
medyatik, iletişimsel bir kültür çorbası içinde son derece çözünmüş ve de bir
de AIDS’in viral baskınına uğramışken, yüzü olmayan bir cinselliğin kalıntısını
taşıyoruz.
Türlerin karışımı
yasası dayatılıyor bize. Her şey cinseldir; her şey politiktir; her şey
estetiktir; hem de aynı zamanda. Her şey politik bir anlam kazandı, özellikle
de 1968’den bu yana sadece gündelik yaşam değil; delilik, dil, medya ve hatta
arzu bile politik bir anlam kazandı. Her şey özgürleşme ve kolektif kitlesel
süreçler alanına girdiği ölçüde politikleşiyor. Aynı zamanda her şey cinsel
hale geldi, her şey arzu nesnesidir: İktidar, bilgi, her şey fantasma ve
bastırma (refoulement) terimleriyle yorumlanıyor, basmakalıp bir cinsellik her
yere egemen durumda. Aynı zamanda her şey estetikleşiyor: Politika gösteri
içinde, cinsellik reklamcılık ve pornoda, her tür etkinlik kültür olarak
adlandırılan şeyin içinde estetik nitelik kazanıyor; her şeyi istila eden
medyatik ve reklamcı göstergeleşme tarzı; kültürün fotokopileştiği nokta. Her
kategori mümkün olduğunca genelleşir ve böylece tüm özgüllüğünü yitirir ve tüm
diğer kategoriler tarafından emilir.
Her şey politik olduğunda artık hiçbir
şey politik değildir ve politika sözcüğünün anlamı kalmaz.
Her şey cinsel olduğunda artık hiçbir
şey cinsel değildir ve cinsellik tüm belirlenimini yitirir.
Her şey estetik olduğunda artık güzel ya
da çirkin olan bir şey kalmaz ve sanat da yok olur.
Bir düşüncenin
tamamen gerçekleşmesi ve modernlik eğiliminin kusursuz biçimde ortaya çıkması
olduğu kadar, aynı zamanda da bu düşüncenin aşırılığı, kendi sınırlarının
ötesine uzanarak yadsınması ve ortadan kalkması anlamına gelen şeylerin bu
paradoksal durumunu tek bir simgede kavramak mümkündür: Trans-politik, trans-seksüel,
trans-estetik.
Politika, cinsellik
ve sanat alanında öngörüye sahip bir öncü (avantgarde= yenilik getirenler (s.)
yeni moda yaratan, yenilik getiren.) yok artık; dolayısıyla arzu adına, devrim
adına ya da biçimlerin özgürleşmesi adına köktenci bir eleştiri olasılığı da
yok. Bu devrimci hareket günleri geride kaldı. Modernliğin görkemli ilerleyişi
tüm değerlerde hayal ettiğimiz değişime yol açmadı; değerlerin birbirine
dolanıp kendi üzerlerine katlanmasına yol açtı ki bunun sonucu bizim için tam
bir kafa karışıklığı oldu. Cinsel, politik ya da estetik alanda belirleyici bir
ilkeyi kavramamız artık olanaksızdır.
Proletarya
proletarya olarak kendini yadsımayı başaramadı; Marx’tan bu yana bir buçuk
yüzyıllık tarihin gerçekliği budur. Proletarya sınıf olarak kendini yadsımayı
ve böylelikle sınıflı toplumu yıkmayı başaramadı. Bu başarısızlığın nedeni
belki de iddia edildiği gibi, proletaryanın bir sınıf olmamasıdır; sadece
burjuvazi hakiki bir sınıftı ve dolayısıyla yalnızca burjuvazi kendini yadsıyabiliyordu.
Gerçekten de bunu yaptı: Burjuvazi ve burjuvaziyle birlikte sermaye,
sınıfsız bir toplum doğurdu: ama bunun proletaryanın kendini yadsımasıyla ve
bir devrimin sonucunda ortaya çıkacak sınıfsız toplumla hiçbir ilişkisi yoktu.
Proletarya ise yalnızca yok oldu. Sınıf çatışmasıyla aynı anda ortadan
kayboldu. Hiç kuşku yok ki sermaye kendi çelişkili mantığı uyarınca gelişmiş
olsaydı proletarya tarafından bozguna uğratılmış olurdu. Marx’in analizi ideal
anlamda eksiksiz olmayı sürdürüyor. Ama Marx, bu yaklaşan tehdit karşısında
sermayenin bir biçimde trans-politikleşme, yani üretim ilişkilerinin ve politik
çelişkilerin ötesinde yörüngeye yerleşme, yüzergezer, esrik ve rastlantısal bir
biçimde özerkleşme ve böylece dünyayı kendi imgesinde toplama olasılığını
öngörmemişti. Sermaye (hâlâ sermaye denebilirse?) ekonomi politiği ve değer
yasasını çıkmaza soktu: Kendi sonundan kaçmayı da bu anlamda başardı. Bundan
böyle kendi erekliliklerinin ötesinde ve tamamen göndermesiz bir biçimde
işlemektedir. Bu değişimi başlatan olay, 1929 krizi oldu kuşkusuz; 1987’deki
bunalım, aynı sürecin devamıdır olsa olsa.
Devrimci kuram,
toplumsallık zafer kazanır ve şeffaflaşırken politikanın da politika olarak
kendini yadsıyacağına ve devletin yok olacağına ilişkin yaşayan ütopyayı da
getirmişti.
Bunların hiçbiri
olmadı. Politika yok oldu olmasına, ama toplumsal olan içinde kendini aşamadı,
toplumsallığı kendi yok oluşuna sürükledi. Artık trans-politika evresindeyiz, yani
politikanın kendini yeniden üretme ve sonsuz simülasyon derecesi olan sıfır
derecesindeyiz. Çünkü kendini aşmayan bir şey, sonsuz bir ikinci yaşam hakkı
kazanır. Demek ki politika asla yok olmayacak ve yerine hiçbir şeyin çıkmasına
da izin vermeyecektir. Politik histerezis [7] içindeyiz.
Sanat da modern
zamanların estetik ütopyası uyarınca kendini aşıp, ideal yaşam biçimi haline
gelmeyi başaramadı (önceleri kendini bir bütünselliğe doğru aşması
gerekmiyordu, çünkü bütünsellik zaten vardı ve dinseldi). Sanat kendini aşkın
bir ideallik içinde değil, ama gündelik yaşamın genel estetikleştirilmesi
içinde dağıttı, görüntülerin katıksız dolaşımı uğruna sıradanlığın
trans-estetiği içinde yok oldu. Sanat, sermayeden bile önce bu yola girmiştir.
Politikada belirleyici dönem, kitlelerin trans-politika evresine sermaye tarafından
sokulduğu 1929 stratejik kriziyse, sanatta belirleyici dönem sanatın kendi
estetik oyun kuralını yadsıyarak görüntülerin sıradanlığının trans-estetik
çağına açıldığı Dada ve Duchamp dönemi oldu kuşkusuz.
Cinsel ütopya da gerçekleşmedi. Bu ütopya, cinselliğin ayrı bir etkinlik
olmasının yadsınması ve bütün bir yaşam olarak gerçekleşmesi anlamına
geliyordu. Cinsel özgürlük yanlıları bunu hâlâ düşlemektedir: Arzunun,
bütün insanlarda, kadın erkek, tam olarak gerçekleşmesi ve arzunun cinsiyet
ayrımının ötesinde yüceltilmesi. Oysa cinsel özgürleşme içinde cinsellik,
cinsel göstergelerin farksız bir dolaşımı halinde özerkleşmeyi başardı
yalnızca. Trans-seksüel bir duruma doğru geçiş yolundaysak eğer, bu durumun
cinsellik aracılığıyla yapılan bir yaşam devrimiyle değil; cinselliğin sanal
farksızlığına yol açan karışıklık ve içiçelikle kesin ilgisi vardır.
İletişim ve
enformasyondaki başarı da aynı şekilde, yabancılaşmış ilişki olarak toplumsal
ilişkinin kendi kendini aşmasının olanaksızlığından kaynaklanmıyor mu?
Bu olanaksızlık
yüzünden, toplumsal ilişki iletişim içinde kendini yinelemekte, iletişim
ağlarının çokluğunda çoğalmakta ve ağlardaki farklılık yokluğuna düşmektedir.
İletişim toplumsaldan da toplumsaldır, hiper ilişkiseldir, toplumsal
tekniklerle aşırı etkinleştirilmiş toplumsallıktır. Oysa toplumsallık, özünde
bu değildir. Bir düş, bir söylence, bir ütopya, çatışmalı ve çelişkili bir biçim,
şiddetli bir biçim, her halükârda rastlantısal ve istisnai bir olaydır
toplumsallık. İletişim arayüzeyi sıradanlaştırarak toplumsal biçimi
farksızlaştırır. Bir iletişim ütopyasının olmamasının nedeni budur. İletişim
özellikle bir toplumun kendini diğer amaçlara doğru aşma yetersizliğinden
doğduğuna göre iletişimsel bir toplum ütopyasının anlamı yoktur. Enformasyonun
durumu da böyledir: Bilgi fazlası rastlantısal biçimde her yönde yüzeye
dağılır, tek yaptığı yer değiştirmektir. Arayüzeyde, muhataplar bir fişle
elektrik prizi gibi birbirine bağlanırlar. İletişim
anlık bir devre aracılığıyla “meydana gelir” ve “iyi” bir iletişim olması için
hızla iletmesi gerekir; sessizliğe zaman yoktur. Sessizlik ekranlardan,
iletişimden kovulmuştur. Medyatik görüntüler (medyatik metinler de
görüntüler gibidir) hiç susmazlar: Görüntü ve iletiler kesintiye uğramadan
birbirlerini izlemelidir. Oysa sessizlik tam da örneğin televizyonda son
derece anlamlı hale gelen, devredeki o senkop [Aralık boşluk.], o
küçük felaket, o sürçmedir: Tüm bu iletişimin esas olarak zorunlu bir
senaryo olduğunu, bizi boşluktan, hem ekranın boşluğundan hem de görüntülerini
aynı büyülenmeyle ve sabırsızlıkla beklediğimiz zihin ekranımızdaki boşluktan
uzak tutan kesintisiz bir kurmaca olduğunu doğrulayan, sıkıntı ve neşeyle yüklü
kopukluk. Teknisyenler grev yaptığından, boş televizyon ekranını hayranlıkla
izleyen adamın görüntüsü günün birinde XX. yüzyıl antropolojisinin en mükemmel
görüntülerinden biri olarak değer taşıyacaktır.
Sh: 9-19
Transseksüel olma durumu. Kendisini
karşı cinse ait hisseden, karşı cinse benzeme isteği duyan veya kendisini karşı
cinsten biriymiş gibi hisseden kişilerin içinde bulunduğu durumu ifade eder.
Cinsel beden,
günümüzde bir tür yapay yazgıya mahkûm edilmiştir. Bu yapay yazgı da
trans-seksüelliktir. Anatomik anlamda değil de daha geniş travestilik anlamında
trans-seksüellik; yani cinsiyet göstergelerinin yer değiştirmesi üzerine kurulu
oyun ve (daha önceki cinsel farklılık oyununun tersine) cinsel farksızlık
oyunu, cinsel kutupların farksızlaşması ve haz olarak cinselliği umursamama
anlamında trans-seksüellik. Cinsellik hazza yönelmiştir (bu, özgürleşmenin
nakaratıdır), trans seksüel olan ise ister cinsiyet değiştirme biçiminde olsun,
isterse de travestilerin giyim, morfoloji, davranışlar veya karakteristik
göstergelerle oynamaları biçiminde olsun yapaylığa yönelmiştir. Her halükârda,
söz konusu işlem ister cerrahi isterse de göstergesel olsun, ister göstergeleri
isterse de organları içersin, protezlerle karşı karşıyayız; ve bedenin
yazgısının protez haline gelmek olduğu günümüzde, cinsellik modelimizin
trans-seksüellik olması ve trans-seksüelliğin her yerde baştan çıkarmanın odağı
haline gelmesi mantıklıdır.
Hepimiz
trans-seksüeliz. Potansiyel olarak evrilebilir (mutant) biyolojik yaratıklar
olduğumuz gibi, potansiyel olarak trans-seksüeliz. Bununla birlikte, biyolojik
bir süreç de değil bu: Hepimiz simgesel olarak trans-seksüeliz.
Cicciolina’ya bakın.[ Cicciolia olarak tanınan eski porno
yıldızı] Cinselliğin, cinsellikteki pornografik masumiyetin daha harika bir
cisimleşmesi olabilir mi?
Cicciolina,
aerobiğin ve donmuş bir estetiğin kızoğlankız meyvesi, her tür çekicilik ve
duyarlıktan arınmış kaslı android olan ve tam da bu nedenle bir sentez idol
haline getirilen Madonna’nın karşıtı olarak öne sürüldü. Peki, ama
Cicciolina’nın kendisi de bir trans-seksüel değil mi?
Platin rengi uzun
saçlar, kalıplanmış göğüsler, bir şişme bebeğin ideal biçimleri, çizgi roman ya
da bilim kurguya özgü konsantre erotizm, özellikle de (hiçbir zaman sapkın,
hiçbir zaman çapkınca olmayan) cinsel söylemin abartılması, tam bir günahkârlık
ve yapaylık. Etobur cinsellik imleriyle, abartılı imlerle yaşayan
trans-seksüeller ve travestiler hariç, günümüzde hiçbir kadının üstlenemeyeceği
etobur bir erotik ideolojinin ve pembe telefonların ideal kadınıdır Cicciolina.
Tensel dış plazma olan Cicciolina, Madonna’nın sahte nitrogliserinine ya da
Michael Jackson’un er dişi ve Frankeştaynvari cazibesine ulaşıyor burada.
Hepsi de erotik görünüşleriyle cinsiyetlerine ilişkin belirsizliklerini
gizleyen, evrilmiş yaratıklar, travestiler, genetik olarak barok varlıklardır.
Hepsi de “gender-benders”, dönmedirler.
[gender-benders:
transseksüellerin kendilerini tanımlamak için de kullandıkları komik bir
kavramdır. insanların önce
yaratıp sonra esiri oldukları, her cinsiyetin nasıl görüneceğini belirten
kuralları * ve takındıkları cinsiyet rollerini * dürtüklemek amacıyla karşı
cinsin varsayılan görünüm normlarını benimseyen insan. bir nevî sosyal
protestodur, karşı cinsin cinsel kimliğini benimsemekle alakalı olan
travestilik ve transseksüellikten farklı bir şeydir.]
Michael Jackson’a bakın. Michael Jackson evrilmiş, yalnız bir
yaratık; evrensel olduğu için kusursuz bir melezliğin öncüsü, ırklar sonrasının
yeni ırkıdır. Bugünün çocukları melezleşmiş bir toplum karşısında
şaşırmıyorlar: Bu, onların evreni ve Michael Jackson bu çocukların ideal bir
gelecek için düşledikleri şeyin habercisidir. Michael Jackson’ın yüzüne estetik
yaptırdığı, saçlarının düzleştirildiği, derisinin renginin açıldığı, kısacası
kendini titizlikle yeniden oluşturduğu da eklenmeli buna: Onu masum ve saf bir
çocuk, yani dünyayı İsa’dan daha iyi yönetebilen ve uzlaşma sağlayabilen biri,
bir çocuk- tanrıdan daha iyi kılan, dolayısıyla masalın yapay erdişisi yapan da
budur: Bir protez-çocuk, bizi ırktan ve cinsiyetten kurtaracak evrilmenin
düşlenmiş tüm biçimlerindeki bir embriyon.
Simgesel figürü Andy
Warhol olan estetiğin travestilerinden de söz edilebilir. Michael Jackson
gibi Andy Warhol da evrilmekte olan
yalnız bir yaratıktır; kusursuz ve evrensel bir sanat melezlemesinin, tüm
estetiklerin ardından gelen yeni bir estetiğin öncüsüdür. Jackson gibi
tamamen yapay biridir; o da masum ve saftır, yeni nesilden bir erdişi,
kusursuzluğuyla bizi hem seksten hem estetikten kurtaran mistik bir protez ve
yapay makine türüdür. Warhol, “Tüm
yapıtlar güzel, seçim yapmama gerek yok, tüm çağdaş yapıtlar birbirine denk,” dediğinde, “Sanat her yerdedir, dolayısıyla artık yoktur, herkes bir dâhi, dünya
mevcut haliyle, hatta sıradanlığıyla bile harikadır,” dediğinde kimseler
buna inanamaz. Ama o bununla modern estetiğin, yani kökten bir bilinemezciliğin
biçimlerini betimler.
Hepimiz
bilinemezciyiz ya da sanatın veya cinselliğin travestileriyiz. Ne estetik ne de
cinsel bir inancımız var, ama hâlâ bunlara sahip olmayı öğretiyoruz.
Cinsel özgürleşme
söylencesi gerçekliğin içinde çeşitli biçimlerde hâlâ canlıdır; ama imgelemde,
erdişi varyasyonlarıyla trans-seksüel söylence hüküm sürmektedir. Orjiden sonra
travestilik. Arzudan sonra, tüm erotik simülakrların darmadağınık parıltısı ve
tüm görkemi içinde trans-seksüel kitsch (ucuz edebiyat) .
Cinselliğin, kendi ikircikliğinin teatral (tiyatroya ait, dramatik,
yapmacık,... ) aşırılığında yitip gittiği postmodern pornografi de diyebiliriz
buna. Cinsellik ve politikanın aynı yıkıcı
tasarının parçası olmalarından bu yana olaylar oldukça değişti: Cicciolina
bugün İtalyan Parlamentosu’nda milletvekili seçilebiliyorsa bu, tam da
trans-seksüelle trans-politiğin aynı ironik farksızlık içinde buluşmaları
anlamına gelir. Birkaç yıl önce akla bile getirilemeyen bu başarı, yalnızca
cinsel kültürün değil; tüm politik kültürün de travestinin tarafına geçmiş
olduğuna tanıklık eder.
Bu, cinsiyet
göstergeleri sayesinde bedenden kurtulma ve arzunun sahnelenmesindeki abartı
sayesinde arzudan kurtulma stratejisi, eskiden işe yarayan yasaklama yoluyla
bastırma stratejisinden daha fazla etkilidir. Ancak bastırma stratejisinin
tersine, bunun kime yaradığı artık hiç belli değil; çünkü istisnasız herkes bu
yeni stratejiye maruz kalıyor. Travestilik kuralı, kimlik ve fark arayışımıza
dek, bütün davranışlarımızın temeli haline geldi. Kendimize arşivlerde, bir
anıda, bir tasarı ya da gelecekte kimlik arayacak zamanımız yok artık. Bize şipşak bir
bellek, doğrudan bir bağlantı, anında doğrulanabilecek bir tür reklam kimliği
gerekiyor. Böylece, bugün aranan şey, organik bir denge durumu olan sağlık değil pek;
bedenin geçici, hijyenik ve reklamlardaki gibi parıldaması; ideal bir durumdan
çok bir performans. Moda ve görünüş terimleriyle söylenirse, aranan şey güzellik
ya da cazibe değil artık; look [görünüm].
Her kişi kendi görünümünü arıyor. Kendi varoluşunu ileri sürmek artık
olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin boy
göstermekten başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye. Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! Narsisizm
bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline
geldiği bir tür reklamcı saflığı.
McLuhan’ın
deyişiyle, hâlâ bakışı ve hayranlığı üzerine çekebilen modanın tam tersine,
“look”, özel bir anlam taşımayan, katıksız bir film hilesi, video görüntüsü
gibi, dokunmatik ekran görüntüsü gibi, aslına en az sadık, bir tür minimal
imgedir.
Look, şimdiden moda
olmaktan çıkmış, modayı aşmış bir biçimdir. Artık bir fark mantığına bile
gönderme yapmaz bu, bir farklılıklar oyunu değildir, farklılığa inanmaksızın
farklılık süsü verir. Farksızlıktır bu. Kendi olmak, geçici ve yarını olmayan
bir başarıdır, kaba (sans manière) bir dünyada coşkusunu yitirmiş bir
yapmacıklık (maniérisme) haline gelmiştir.
Geriye dönüp
bakıldığında trans-seksüelin ve travestinin bu zaferi, önceki kuşakların cinsel
özgürleşmesine garip bir açıklık kazandırıyor. Bu özgürleşme, kendi
söyleminin iddia ettiği gibi, dişiliğin ve hazzın ayrıcalıklı biçimde göklere
çıkarıldığı, bedenin azami erotik değerinin yüceltildiği bir evre olmaktan
uzak, olsa olsa cinslerin birbirine karışmasına doğru giden bir ara evre
olabilir. Cinsel devrim olsa olsa trans-seksüelliğe doğru bir aşamadır.
Temelde, bu, her devrimin sorunlu yazgısıdır.
Sibernetik devrim,
beyinle kompüterin denkliği karşısında, insanı şu temel soruya yöneltir: “Bir insan mıyım ben, bir makine mi?” Gelmekte olan genetik devrim şu soruyla
karşı karşıya bırakır: “Bir
insan mıyım ben, sanal bir klon mu?”
Cinsel devrim, tüm
arzu potansiyelini serbest bırakarak bizi şu temel soruya yöneltir: “Erkek miyim ben, kadın mıyım?” (Psikanaliz hiç yoksa bu cinsel
belirsizlik ilkesine katkıda bulunmuştur.) Tüm diğer devrimlerin prototipi
olan siyasal ve toplumsal devrime gelince, bu devrim, insana kendi özgürlük ve
irade kullanımını vererek insanı, acımasız bir mantık uyarınca, kendi
iradesinin nerede olduğunu, temelde neyi istediğini ve kendisinden neyi
beklemenin hakkı olduğunu kendine sormaya çözümsüz sorun yöneltmiştir. Her
devrimin tuhaf sonucudur bu: Belirsizlik, sıkıntı ve bulanıklık devrimle
başlar. Orji bir kez bitmeye görsün, özgürleşme, herkesi kendi cinsiyetinin ve
cinsel kimliğinin arayışıyla baş başa bırakır; göstergelerin dolaşımı ve
hazların çeşitliliğinden dolayı bu arayışa bulunacak cevap ihtimali giderek
azalmaktadır. Bu yüzden trans-seksüel olduk. Tıpkı
trans-politik oluşumuz gibi; yani politik açıdan farksız ve farklılaşmamış
varlıklar, erdişiler, en çelişkili ideolojilere yatrımda bulunup bunları hazmetmiş
ve kusmuş, artık yalnızca maske taşıyan ve belki de farkında olmadan, zihinsel
olarak politikanın travestileri olmamız gibi.
Sh:26-31
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık Ergüden,
Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları İstanbul
Notlar
[1] Sanal (virtuel): Sözlük anlamı,
“gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan ya da kuvve halinde (potansiyel
olarak) bulunan, fiili olmayan" anlamına gelen bu kelime; bilgi-işlem
alanında, “kullanılan fiziksel ve mantıksal yapıdan bağımsız olarak, işlevsel
açıdan kullanıcıya sunulan olanak” anlamındadır, (ç.n.)
[2] Simülasyon: Gerçekten ve fiili olarak
var olmayan bir şeyi (durumu, vs.) bütün bileşenleriyle birlikte gerçekmiş ve
fiilen varmış gibi gösterme durumu anlamına gelir. Baudrillard, bir başka
kitabında, simülasyonun "kendini imiş
gibi göstermek” olmadığını belirttikten sonra, bir sözlükten alıntı yapar:
“Kendini hastaymış gibi gösteren kimse sadece yatağa girer ve hasta olduğuna
inandırır. Bir hastalık simülasyonu yapan kimse ise kendinde bazı belirtiler
bulur.” Yine metinde geçen “simülakr” deyimi de “imaj, idol” anlamına geldiği
gibi, burada bir simülasyon olayının sonucunda ortaya çıkan görüntü-nesne’dir.
(ç.n.)
[3]Fraktal: Sünger, kar tanesi gibi
parçalandıkça benzer motifler sergileyen doğal nesnelere verilen ad. Aynı
zamanda, kendine benzeme özelliği gösteren karmaşık geometrik şekillerin de
ortak adıdır, (ç.n.)
[4] Viral: Virüse değgin; virüse bağlı,
virüsten ileri gelen anlamında, (ç.n.)
[5] Metastaz: Kanserli hücrelerin vücudun
diğer bölgelerine sıçraması, (ç.n.)
[6] Klon: Tek bir bireyden eşeysiz üreme
yoluyla üretilmiş, genetik yapısı birbirinin tıpatıp aynı canlı topluluğu,
(ç.n.)
[7] Fiziksel bir etkiye maruz kalan bir
cismin tepki vermekte gecikmesi, (ç.n.)
HEPİMİZ SANAL OLARAK BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ ÖZÜRLÜLERİYİZ
Jean Baudrillard
Makinelerin
entelektüel düzeylerindeki artışın normal olarak bedenlerin teknolojik
arınmasına yol açması gerekir. Bedenler kendi
antikorlarına giderek daha az güvenebileceklerinden, dışarıdan korunmaları
gerekecektir. Tüm ortamların yapay olarak artılması, yok olan iç bağışıklık sisteminin
yerini tutacaktır. Genellikle ilerleme diye adlandırılan tersine çevrilemez bir
eğilim, insanın zihnini ve bedenini, teknik yapma nesnelere (artefact) aktarmak
için girişimde bulunma ve savunma sistemlerini terk etmeye zorladığından iç
bağışıklık sistemleri yok olur. Savunması elinden alınmış insan, bilim ve
teknik karşısında büyük ölçüde güçsüz hale gelir; tıpkı tutkularını
yitirdiğinde psikoloji ve bunu izleyen terapilere büyük ölçüde muhtaç hale
gelmesi, tıpkı hastalığa yol açan etkilerden ve hastalıklarından kurtulduğunda
tıp karşısında büyük ölçüde borçlu hale gelmesi gibi.
NASA’nın sunduğu
korunma imkânları içinde, yapay bağışıklık alanı tarafından her tür hastalık
bulaşmasından korunmuş olan, annesinin cam çeperlerin ardından okşadığı ve
dünya-dışı atmosferi içinde bilimin gözetiminde gülüp büyüyen “bağışıklık
sistemi bozuk çocuk” (kurt çocuğun, bakımını kurtların üstlendiği vahşi çocuğun
deneysel kardeşidir bu); bu çocuğun bakımını günümüzde bilgisayar
üstlenmektedir.
Bu “camekân-çocuk”
şeffaflığın biyolojik biçimi olan tümden mikropsuzlaştırmanın, mikropların
tümden defedilişinin, geleceğin önbelirtisidir. Plaklar gibi havasız ortamda
preslenecek, donmuş yiyecekler gibi havasız ortamda korunacak ve tıbbi tedaviye
aşırı düşkünlüğün kurbanları gibi havasız ortamda öleceğiz. Tıpkı yapay akıl
gibi havasız ortamda düşünüp kafa yoracağız.
İnsanın yok
edilişinin, mikroplarının yok edilişiyle başladığını varsaymak saçma olmaz.
Çünkü mevcut haliyle mizaçları, tutkuları, gülüşü, cinselliği ve salgıları ile
insanın kendisi de pis bir küçük mikroptan, şeffaflık evrenini bulandıran
akıldışı bir virüsten başka şey değildir. İnsan
arıtılmış olduğunda, her şey arıtılmış ve her tür toplumsallık ve hastalık
bulaşmasına son verilmiş olduğunda, ölümcül biçimde temiz ve ölümcül biçimde
mükemmel bir dünyada, geriye yalnızca hüzün virüsü kalacaktır.
Kendince bir antikor
ve doğal bağışıklık içeren bir savunma ağı olan düşünce de çok büyük tehdit
altındadır. Düşünce, her tür hayvani ve metafizik refleksten arıtılmış
beyin-omursal bir elektronik devrenin kendi yerini alması tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Bağışıklık sistemi bozuk çocukla ilgili teknolojileri kullanmasak
da biz şimdiden bir küvez içinde yaşıyoruz; Jérôme Bosch’un kimi kahramanlarını
barındıran kristal kürenin içindeyiz; hem yoksun hem aşırı korunmuş, yapay
bağışıklığa ve sürekli kan nakline mahkûm, dünyayla en ufak temasta ölmeye
mahkûm olarak içine sığındığımız şeffaf kılıfın içinde yaşıyoruz.
Hepimiz böylece savunma kaybı halindeyiz, hepimiz sanal olarak bağışıklık
sistemi özürlüleriyiz.
Tüm entegre ve
hiperentegre sistemler, teknik sistemler, toplumsal sistem ve yapay akıl ile
türevleri içindeki düşüncenin kendisi de bu bağışıklık yetersizliği sınırına
yönelmektedir. Bu sistemler, her tür dış saldırıyı ortadan kaldırmayı
hedefleyerek, kendi iç zehirlerini, uğursuz tersinirliklerini salgılamaktadırlar.
Belli bir doyma noktasına geldiklerinde, bu tersinme ve bozma işlevini,
istemeden üstleniyor ve bizzat kendilerini yok etmeye yöneliyorlar. Bizzat
kendi şeffaflıkları bu sistemleri tehdit ediyor ve kristal kendi kendinden
intikam alıyor.
Aşırı korunmuş bir
alan içinde beden tüm savunma sistemini yitirir. Ameliyat salonları öyle
korunur ki hiçbir mikrop, hiçbir bakteri hayatta kalamaz. Oysa gizemli, anormal
viral hastalıkların burada doğduğu görülür. Çünkü virüsler, boş yer buldukları
anda hızla çoğalırlar. Eski enfeksiyonlardan arıtılmış bir dünyada, “ideal” bir
klinik dünyada, mikroplardan arındırmanın ta kendisinden doğan, ele gelmez,
amansız bir patoloji yerleşir.
Üçüncü tip
patolojidir bu. İçinde bulunduğumuz toplumlarda müsamahakâr ve
edilginleştirilmiş bir toplum paradoksundan doğan yeni bir şiddetle baş etmemiz
gerektiği gibi, yapay, tıbbi ya da bilgi-işlemsel kalkanın aşırı biçimde
koruduğu bedenlere ait yeni hastalıklarla da baş etmemiz gerekmektedir. Tüm
virüsler karşısında, en “sapkın” ve en beklenmedik zincirleme tepkimeler
karşısında dayanıksızız. Bu patoloji, artık kazadan ya da kural yokluğundan
değil, anomaliden doğmaktadır. Tıpkı aynı nedenlerin, hücrelerin genetik
düzensizliğiyle bir tutulabilecek aynı sapkın sonuçlara, aynı öngörülemez işleyiş
bozukluklarına yol açtığı toplumsal beden için olduğu gibi, burada da aşın
koruma, aşın kodlama, aşırı sınırlandırma nedeniyle doğmaktadır bu patoloji.
Biyolojik beden gibi toplumsal sistem de protezlerini karmaşıklaştırdıkça doğal
savunmalarını yitiriyor. Bu yepyeni patolojiyi önlemek için de tıp oldukça
zorluk çekecektir; çünkü bizzat bu patoloji aşırı koruyucu sistemin, bedeni
korumak ve himaye etmek için yırtman bu sistemin bir parçasıdır. Nasıl ki
terörizm sorununun görünürde politik çözümü yoksa, günümüzde de AIDS ve kanser
sorununun biyolojik bir çözümü var gibi görünmüyor; neden aynı: Çünkü bunlar
sistemin derininden gelen ve toplumsal bedenin politik olarak aşırı
sınırlandırılmasına ya da kısaca bedenin biyolojik olarak sınırlandırılmasına
tepkisel bir zehir saçarak karşı duran anomal belirtilerdir.
İlk aşamada, bu
muzip ötekilik dehası bir kaza, arıza, çöküntü biçimini alır. Somaki bir
evrede, viral bir biçime, salgın halindeki bir biçime, tüm sistemin içinden
geçen bir zehirliliğe denk düşer ve bu zehirlilik karşısında sistem
savunmasızdır, çünkü sistemin bütünlüğünün ta kendisi bu bozulmaya neden olur.
Bir sistem tüm
olumsuz öğelerini dışladığında ve bir yalın öğeler kombinasyonuna dönüştüğünde
zehirlilik bu sistemi, bedeni ya da bilgisayar ağını ele geçirir. Çünkü
devreler ve ağlar virüslerin serbest kaldığı bedensiz şeylere, sanal varlıklara
dönüşmüşlerdir ve bu “maddesiz” makineler de geleneksel mekanik aletlerden daha
dayanıksızdır. Sanallık ve viral durum at başı gider. Bedenin kendisi bir bedensizliğe,
sanal bir makineye dönüştüğü için virüsler onu ele geçirir.
AIDS’in (ve
kanserin) modem patolojimizin ve her tür öldürücü viralliğin prototiplerine
dönüşmüş olması mantıklıdır. Beden, hem genetik fantezilere hem de protezlere
teslim edildiğinde savunma sistemlerinin düzeni bozulur. Kendi dışsal
işlevlerinin artmasına mahkûm olan bu fraktal beden, aynı zamanda kendi
hücrelerinin çoğalmasına da mahkûmdur. Beden metastaza girer: İç ve biyolojik
metastazlar, protezlerden, ağlardan ve bağlantılardan oluşan dış metastazların
simetrisidir.
Viral boyutu ile sizi yok eden kendi antikorlarınızdır. Varlığın lösemisi
kendi savunmalarını yutar, çünkü artık tehdit ve rekabet öğesi yoktur. Mutlak
korunma öldürücüdür. Kanseri ve AIDS’i klasik hastalıklar gibi ele alan tıbbın
anlamadığı budur; oysa bunlar, korunma ve tıbbın zaferinden doğmuş,
hastalıkların yok oluşundan, hastalığa yol açan biçimlerin tasfiyesinden doğmuş
hastalıklardır. Geçmiş dönemin (görünür nedenler ve mekanik sonuçlar döneminin)
eczacılığının kavrayamayacağı üçüncü tip patolojiyle karşı karşıyayız.
Birdenbire tüm hastalıklar bağışıklık noksanlığından kaynaklanıyor gibi gelir
(tüm şiddetlerin terörist kaynaklı görülmesi gibi). Viral strateji ve saldırı,
bilinçdışının işini devraldı âdeta.
Dijital makine
olarak tasarlanmış insan varlığı nasıl viral hastalıkların tercih ettiği bir
alana dönüşüyorsa bilgisayar ağları da elektronik virüslerin tercih alanına
dönüşür. Burada da önleyici tedbirler ya da etkili bir tedavi yoktur;
metastazlar tüm ağı istila eder, simgesizleştirilmiş makine dilleri virüsler
karşısında, simgesizleştirilmiş bedenlerden daha dirençli değillerdir.
Alışılmış mekanik kaza ve arızalar eski safdil bir tamir tıbbının yetki alanına
giriyordu. Ani zayıflıklar, ani anomaliler, antikorların ani “ihanetleri” ise
devasızdır. Biçimle ilgili hastalıkları iyileştirmeyi biliyorduk, formül
patolojileri karşısında ise savunmasızız. Kod ile formülün yapay
birliktelikleri uğruna biçimlerin doğal dengesini her yerde feda ederek, çok
daha ciddi bir düzensizliği ve görülmemiş bir istikrarsızlık tehlikesini göze
aldık. Bedeni ve dili, yapay akla mahkûm yapay sistemler haline getirmiş olmak
için bunları yalnızca yapay aptallığa değil, bu çaresiz yapaylıktan doğan tüm
viral sapmalara da mahkûm kıldık.
Virallik kapalı devrelerin, entegre devrelerin, yan yanalığın ve zincirleme
tepkimenin patolojisidir. Geniş ve metaforik bir anlamda ele alındığında bu bir
ensest patolojisidir. Benzeri aracılığıyla yaşayanın ölümü benzerinden olur.
Ötekiliğin yokluğu, bu diğer kavramlamaz ötekiliği, virüsün bu mutlak
ötekiliğini yaratır.
AIDS’in önce eşcinsel ya da uyuşturucu bağımlısı ortamlara zarar vermiş
olması, kapalı devre faaliyet gösteren gruplara özgü ensestlikten ileri gelir. Zaten hemofili
hastalığı akraba evliliklerinden doğanlarda, topluluk içi evliliğin yüksek
olduğu soylarda ortaya çıkıyordu. Uzun süre servi ağaçlarını etkileyen garip
hastalık da sonunda kışlarla yazlar arasındaki çok düşük ısı farkına,
mevsimlerin iç içeliğine mal edilen bir tür virüstü. Aynılık hortlağı bir kez
daha darbe vurdu. Her tür benzerlik atılımında, farklılıklardan vazgeçmede, şeylerin kendi
görüntüleriyle her tür aynılığında, varlıkların kendi kodlarıyla her tür
karışımında ensestli bir zehirlilik tehdidi, bu güzelim makineleri gelip bozan
şeytanca bir ötekilik vardır. Değişik biçimler altında kötülük ilkesi
yeniden ortaya çıkar. Ne ahlâk, ne suçluluk vardır bunda: Kötülük ilkesi
tersinme ilkesiyle, rakip olma ilkesiyle eşanlamlıdır; hepsi bu. Toptan
pozitifleşme, dolayısıyla simgesizleştirilme yolundaki sistemlerde her türden
kötülük, temel bir ilke olan tersinirlik kuralıyla eşanlamlıdır.
Buna karşın bu
zehirliliğin kendisi bir bilmece gibidir. AIDS, artık ahlâksal değil de
işlevsel olan yeni bir cinsel yasağın bahanesidir; cinselliğin serbest dolaşımı
hedef gösterilmiştir. Temas kesilir, akışlar durdurulur. Oysa bu, seksin,
paranın ve bilginin serbestçe dolaşmasını, her şeyin akışkan, hızlanmanın da
sonsuz olmasını buyuran modernlikle çelişkilidir. Viral tehlike bahanesiyle
cinselliğin yürürlükten kaldırılması, spekülasyonu ya da doların yükselişini
besledikleri bahanesiyle uluslararası değişimin durdurulması kadar saçmadır.
Kimse böyle bir şeyi bir an bile düşünmez! Derken, birdenbire seks üzerinde
durulur. Sistemin çelişkisi mi bu?
Seksin bu askıya
almışının muamma bir erekliliği mi var, yoksa bu ereklilik yine muamma bir
cinsel özgürleşmenin erekliliğine mi bağlı?
Hayatta kalmak
amacıyla kendi kazalarını, kendi fren düzenlerini üreten sistemlerin kendi
kendilerini dengeledikleri biliniyor. Hiçbir
topluluk kendi değer sistemine karşı çıkmadan yaşamaz; topluluğun bir değer
sistemi olması gerekir, ama kendini buna karşı belirlemesi de bir
zorunluluktur. İmdi, biz en azından iki ilkeye göre yaşıyoruz: Cinsel özgürleşme
ilkesi ile iletişim ve haberleşme ilkesi. Her şey öyle cereyan eder ki
sanki insan soyu kendi cinsel özgürleşme ilkesine AIDS tehdidi yoluyla bizzat
bir panzehir yaratmıştır; genetik koddaki bir düzensizlik olan kanser
aracılığıyla sibernetik denetimin her şeye kadir ilkesine bir direniş
yaratmıştır; ve sanki tüm virüsler aracılığıyla da evrensel iletişim ilkesine
sabotaj yapılmıştır.
Peki ya tüm bunlar
spermin, cinselliğin, gösterge ve sözün zorunlu akışını ret anlamına; zorlama
iletişimin, programlanmış enformasyonun, cinsel iç içeliğin reddi anlamına
geliyorsa?
Burada akışların,
devre ve ağların yayılmasına yaşamsal bir direniş mi var?
Bu direnişin bedeli,
ölümcül ama sonuçta bizi daha vahim bir şeyden koruyacak yeni bir patoloji
midir?
AIDS ve kanserle
kendi sistemimizin bedelini ödüyoruz: Sistemin sıradan zehirliliğini ölümcül
(/yazgısal) bir biçimde defediyoruz. Bu defetmenin ne kadar etkili olduğunu
kimse önceden kestiremez, ama şu sorunun sorulması gerekiyor: Kanser neye
direniyor, daha beter hangi olasılığa (genetik kodun tam hâkimiyetine mi?)
direniyor?
AIDS neye direniyor,
daha beter hangi olasılığa (bir cinsel salgına, cinsel iç içeliğin mutlak
egemenliğine mi?) direniyor?
Uyuşturucu için de
aynı soru geçerli: Her tür melodram bir yana, uyuşturucu bizi neye karşı
koruyor?
Daha beter bir
kötülük önündeki (Ussal sersemleme, kuralcı toplumsallaşma, evrensel
programlanma) hangi kaçış çizgisini oluşturuyor?
Terörizm için de
aynı şey söz konusu: Bu ikincil, tepkisel şiddet bizi bir uzlaşma (iconsensus)
salgınından, büyüyen bir politik lösemi ve yozlaşmadan ve devletin görülmez
şeffaflığından korumuyor mu?
Her şey ikircikli ve
tersine çevrilebilir bir haldedir. Bütün bunlar bir yana insan delilikten en
iyi nevrozla korunur. Bu anlamda AIDS gökten inme bir ceza değildir,
tam tersine, bilgisayar ağlarının hızla çoğalması ve sürat kazanması içinde tam
bir kimlik kaybı tehlikesine karşı, toptan bir cinsel iç içelik tehlikesine
karşı türün savunma niteliğindeki ani tepkisi olması mümkündür.
Eğer AIDS, terörizm,
iflas ve elektronik virüsler tüm popüler düşlemi büyük ölçüde harekete
geçirebiliyorlarsa, bu, akıldışı bir dünyanın anekdotvari olgularının ötesinde
bir şey oldukları içindir. Bunlar, yalnızca gözalıcı olayları oldukları
sistemimizin tüm mantığına sahiplerdir. Hepsi de aynı zehirlilik ve ışıma
kurallarına boyun eğerler; imgelem üzerindeki güçleri bile viraldir. En küçük terörist eylem bile tüm politikanın terörist varsayıma göre
yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılar; is tatistiki olarak zayıf bile
olsa, AIDS’in ortaya çıkışı bütün hastalıklar tayfmı bağışıklık noksanlığı
bakış açısıyla yeniden gözden geçirmeye zorlar; Pentagon’un
belleğini altüst eden ya da yeni yıl dileği ağlarını kaplayan en küçük virüs,
haberleşme sistemlerinin tüm verilerini potansiyel olarak istikrarsızlaştırmaya
yeter.
Aşın fenomenlerin ve
şeylerin anormal seyri anlamına gelen, genel olarak felaketin ayrıcalığı budur.
Felaketin gizli düzeni, tüm bu süreçlerin kendi aralarında yakınlığı ve
sistemin bütünü ile türdeşliklerinde yatar. Düzensizlik içinde düzen budur: Tüm
aşın fenomenler kendi aralarında tutarlı oldukları gibi bütün ile de
tutarlıdırlar. Sistemin urlarına karşı sistemin akılcılığına başvurmanın
gereksizliği anlamına gelir bu. Aşırı fenomenleri ortadan kaldırma yanılsaması
tam bir yanılsamadır. Sistemlerimiz geliştikleri ölçüde bu fenomenler daha da
aşırılaşacaktır. İyi ki böyle; çünkü bu fenomenler, sistemi tedavi edecek en
gelişmiş yöntemdir. Şeffaf, homeostatik ya da homeoflüid sistemler içinde
Kötülüğe karşı İyilik stratejisi artık yoktur, bundan böyle yalnızca Kötülüğe
karşı Kötülük stratejisi vardır; en kötü stratejisi. Tercih durumunda bile
değiliz, bu homeopatik zehirliliğin gözümüzün önünde geliştiğini görüyoruz.
Homeopati, “benzerin benzeri
iyileştirdiği” ilkesinden yola çıkarak, sağlıklı bireylerde belirli
hastalıklara yol açan ilaçların o hastalıkların belirtilerine karşı
kullanılmasına dayanır, (ç.n.)
AIDS, iflas ve bilgisayar virüsü felaketin yüzeye çıkan kısmıdır yalnızca;
felaketin onda dokuzluk bölümü sanallığa gömülüdür. Gerçek felaket,
mutlak felaket tüm ağların her yerde hazır ve nazır bulunmasıyla, bilginin
mutlak şeffaflığıyla ortaya çıkar; neyse ki bilgisayar virüsü bizi bundan
korumaktadır. Bu virüs sayesinde enformasyon ve iletişimin doğrudan sonuna
gitmiyoruz; gitseydik ölüm olurdu bu. Bu öldürücü şeffaflığın yüzeye çıkışı
alarm sinyali olarak da işe yarar. Bu bir akışkanın hızlanması gibidir biraz:
Hızlanma, akışkanın akışını durduran ya da dağıtan burgaçlar ve anomaliler
üretir. Kaos, kaos olmasaydı mutlak boşlukta yitip gidecek olan şeyin sınırını
oluşturur. Böylece gizli düzensizlikleri içindeki aşırı fenomenler, düzenin ve
şeffaflığın uç noktalarına doğru bir tırmanışa karşı kaos yoluyla korunmaya
hizmet ederler. Zaten şimdiden, aşırı fenomenlere karşın, belli bir düşünce
sürecinin sonunun başlangıcındayız. Cinsel
özgürleşmenin durumu da aynıdır: Zaten belli bir haz sürecinin sonunun
başlangıcındayız. Ama eğer cinsel iç içelik tam olarak gerçekleşseydi, cinsellik cinsiyetsiz kudurganlığında kendini yok ederdi. Ekonomik
değişimlerin durumu da böyledir. Bir taşkınlık olarak spekülasyon gerçek
değişimin tam yayılımını olanaksız kılmaktadır. Spekülasyon, değerin anlık dolaşımını kışkırtarak, ekonomik modele elektrik
şoku uygulayarak, tüm değişimlerin serbestçe birbirlerinin yerine geçebilmesi
anlamına gelen felakette de (bu tam özgürleşme, değerin hakiki felaketidir)
kısa devre yapar.
Tam bir ağırlıktan
kurtulma, varoluşun dayanılmaz hafifliği, evrensel anlamdaki iç içelik ve
süreçlerin bizi boşluğa sürükleyecek doğrusallığı tehlikesi karşısında, felaket
adını verdiğimiz bu ani kasırgalar bizi felaketten koruyan şeylerdir. Bu
anomaliler ve bu acayiplikler, dağılmaya karşı olarak, yerçekimi ve yoğunluk
kuşaklarını yeniden oluşturmaktadır. Bu noktada, nüfus fazlasını Okyanusya’ya
özgü bir intihar bütünün homeostatik dengesini korumak amacıyla birkaç kişinin
homeopatik intiharı yoluyla temizleyen kabileler gibi toplumlarımızın da kendi
lanetli paylarını yarattıkları düşünülebilir.
Böylece felaket,
türün oldukça ılımlı bir stratejisi olarak görülebilir; ya da daha doğrusu,
hayli gerçek ama belirli yerlerle sınırlı virüslerimiz ve aşırı fenomenlerimiz,
politikada olduğu gibi ekonomideki, tarihte olduğu gibi sanattaki tüm
süreçlerimizin motoru olan sanal felaket enerjisinin el değmemiş olarak
korunmasına olanak tanır.
En iyiyi de en kötüyü de salgına, bulaşmaya, zincirleme tepkiye ve hızla
çoğalmaya borçluyuz. En kötü olan şey kanserde metastaz, politikada fanatizm,
biyoloji alanında zehirlilik ve enformasyon alanında dedikodudur. Ama aslında tüm
bunlar en iyinin de parçasıdır; çünkü zincirleme tepki süreci ahlâkdışı, iyiyle
kötünün ötesinde ve tersine çevrilebilir bir süreçtir. En kötüyü de en iyiyi de
aynı büyülenme ile karşılıyoruz zaten.
Ekonomik, politik,
dilbilimsel, kültürel, cinsel, hatta kuramsal ve bilimsel kimi süreçler için,
şeylerin aşkınlık ya da göndermelerine ilişkin yasalara göre değil; birbirleri
karşısındaki katıksız içkinlik yasaları uyarınca, anlam sınırlarını aşma ve ani
bulaşma yoluyla hareket etme olanağı, hem sağduyu için bir bilmece hem de
düşlem için harika bir seçenek oluşturur.
Modanın etkisine bakmak yeterlidir. Bu etki hiçbir zaman açıklığa
kavuşturulmadı. Moda, sosyolojinin ve estetiğin düş kırıklığıdır. Moda, biçimlerin
mucizevi salgınıdır ve zincirleme tepki virüsü modanın bu etkisini farklılık
mantığının elinden almıştır. Moda zevki kuşkusuz kültüreldir, ama göstergeler
oyunundaki o çok hızlı ve ani uzlaşmaya borçlu değil midir daha çok? Düşlem çöktüğünde ve
virüs yorgun düştüğünde modalar da salgınlar gibi söner zaten. Ödenecek bedel hep
aynıdır: Son derece aşırı! Ama herkes buna rıza gösteriyor. O eşsiz
toplumsallığımız, gösterge dolaşımının bu aşırı hızlı alanının toplumsallığıdır
(anlamın aşın yavaş dolaşım alanı değil). Hiç düşünmeden, hemen etkilenmiş
olmayı çok severiz. Bu zehirlenme veba kadar zararlıdır, ancak hiçbir ahlâki
toplumbilim, hiçbir felsefi akıl bunu altedemeyecektir. Moda ortadan
kaldırılamaz bir fenomendir; çünkü o anlamsız, viral, ani ve anlamın
aracılığından geçmediği için bu kadar hızlı dolaşan iletişim biçimi ile
benzerlik taşır.
Aracılıktan tasarruf
yapan her şey zevk kaynağıdır. Baştan çıkarma, kendi’nin aracılığı olmadan
birinden ötekine yönelen harekettir (Klon haline gelme durumunda bunun tersi
geçerlidir: Öteki’nin aracılığı olmadan kendi’nden kendi’ye gidilir; ama klon haline
gelme durumu karşısında da büyüleniyoruz.) Biçim dönüşümünde, anlamın aracılığı
olmadan bir biçimden diğerine gidilir. Şiirde göndermeye başvurmadan bir
göstergeden diğerine gidilir. Mesafelerin ve aracı uzamların ortadan kalkması
bir tür baş-dönmesine yol açar her zaman. Hız, zamanın aracılığı olmadan bir
noktadan diğerine gitmekten, sürenin ve devinimin aracılığı olmadan bir andan
diğerine gitmekten başka nedir ki?
Hız eşsizdir; usandırıcı olan tek şey zamandır.
Sh:66-76
Kaynak: Kötülüğün Şeffaflığı- Aşırı
Fenomenler Üzerine Bir Deneme Jean Baudrillard, Fransızcadan çeviren Işık
Ergüden, Birinci basım: Ağustos 1995 İkinci basım: Ocak Ayrıntı Yayınları
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar