OSCAR WİLDE
Ben
(Oscar Wilde), Hz. İsâ’nın hayatiyle, sanatçının öz yaşayışı arasında daha özel
ye doğru bir ilgi buluyorum. Istırap, ömrümü benimsemezden ve beni arabasına
bağlamazdan çok zaman önce, The Soul of Man’de, [Oscar Wilde The Soul of
Man under Socialism, 1891] Hz. İsâ’nın hayatına benzer bir ömür sürmek
isteyenin, bütün bütün ve salt olarak kendi kendisinin olması gerektiğini
yazmış olmaktan derin bir haz duyuyorum. Bunun için aldığım tip yalnız dağdaki
çoban ve zindandaki tutuklu değildi, ayni zamanda dünyayı bir geçit töreni gibi
gören ressamı ve dünyayı bir garkı sayan şairi almıştım. Metafiziğe az, ahlâka
da hiç ilgi duymadığım sıralarda, bir gün Paris kahvelerinden birinde,
konuşurken André Gide’e, Eflâtun’un ya da Hz. İsâ’nın söylediklerinden hemen
sanat alanına götürülmeyecek ve orada tam oluşunu bulmayacak hiç bir şey
yoktur; dediğimi hatırlıyorum.
Hz.
İsâ’da, yalnız kişilikle; hayatta klâsik hareketle romantik hareket arasında
gerçek bir ayrılış olan olgunlaşmanın o sıkı birliğini bulmayız; belki onun
tabiatının kökü sanatçı tabiatının kökü ile birdir, geniş ve alev gibi bir
hayal gücü. O, sanat alanında yaratmanın bir tek sırrı olan hayal gücüne ait
sempatiyi, insancıl ilgiler alanında gerçeklendirmiştir. O, cüzamlının
cüzamını, körün karanlıklarını, zevk için yaşayanların acı hiçliğini ve
zenginin acaip yoksulluğunu anlamıştır. Azap içinde iken biri bana yazıyordu:
“Siz
tahtınızın üzerinde olmayınca enteresan değilsiniz”. Bu zavallı, Matthew
Arnold’un “Hz. İsâ’nın sırrı” dediği şeyden ne kadar uzaktı! Adı geçenlerin her
ikisi de ona şunu öğreteceklerdi: “Başkasının başına gelen size de
gelebilir.” Eğer zevk ya da ıstırap için sabah, akşam okumak üzere bir
formül isterseniz, güneşin yaldızlayacağı ve ayın gümüşleyeceği duvarınıza şu
cümleyi yazınız:
“Senin
başına gelen başkasına da gelir!”.
Hz. İsâ’nın yeri elbette, şairler arasındadır.
Onun insanlık tasarısı, onu yalnız anlayabilecek olan “Hayal” etme yetkisinden
geliyordu. Pantheiste’ler için Allah ne ise, insan da Hz. İsâ için oydu.
Ayrılmış ırkların birliğini düşünen ilk o oldu. Ondan önce, Tanrılar ve
insanlar vardı. Sempatinin mysticisme’i ile, ikisinin de kendisinde varlık
bulduklarını duyarak, mizacına göre kendisine, Allah’ın Oğlu ya da Âdem, Oğlu
adını takıyor ve bizde, tarihte kimsenin yapamayacağı kadar, romanesk’in
biteviye el uzattığı hayret fakültemizi uyandırıyor. Galile’li genç bir
köylünün, bütün dünyanın yükünü; şimdiye kadar yapılan ve şimdiden sonra
yapılacak olan bütün baskıların, Neron’un, Cesar Borgia’nın, altıncı
Alexandre’ın, Roma İmparatoru ve Güneşin Papazı olanın cinayetlerini, sayıları
milyonları aşan ve yerleri toprak olanların, ezilmiş milletlerin, fabrikada
çalışan çocukların, hırsızların, tutuklularını, baskı altında dilsiz kalan ve
susması yalnız Allah yönünden duyulanların ıstıraplarını sadece hayal etmeyip,
gerçekten omuzuna almasında —öyle ki bu anda onun kişiliğiyle karşılaşan
herkes, mihraplarında eğilmeyen, papazları önünde yere kapanmayanlar bile,
herhangi bir şekilde, suçlarındaki çirkinliklerin silindiğini ve
ıstıraplarındaki güzelliğin kendilerine göründüğünü anlıyorlar— benim için gene
de inanılmayacak birşey var.
Hz.
İsâ’nın yerinin şairler arasında olduğunu söylemiştim. Bu doğrudur. Shelley ve
Sophocle onunla beraberdirler. Ama asıl yaşayışı, şiirlerin en güzelidir. Yunan
trajedileri soyunda “Acımak ve korku” konusunda buna benzer bir şey
yoktur. Protagoniste’in temizliği bütün hayatının plânını, romantik sanatın
öyle bir tepesine yükseltir ki; korkunçlukları yüzünden, Thebes’in ve Pelops
ırkının ıstırapları bunun dışında kalır. Ve bu nokta Aristo’nun dram hakkındaki
kitabında, ıstırabı son dereceye varmış bir adamın hali görülemez, dediği vakit
ne kadar haksız olduğunu ortaya kor. Ne şefkatin; büyük ustaları, Eschyle ve
Dante’de, ne bütün büyük sanatçıların en insan olanı Shakespeare’de, ne
kâinatın güzelliğini gözyaşından bir sis altında gösteren ve gözünde bir adamın
hayatının değeri, bir çiçeğin hayatının değerinden çok olmayan Celt
mitolojisinde, destanlarında, dram yetkisinin yüksekliğiyle birleşmiş heyecanın
sadeliği bakımından, Hz. İsâ’nın îhtiras’ının son perdesine, eşit ya da
yaklaşan hiç bir şey yoktur. Aralarından biri kendisini bir kese gümüş için
satmış arkadaşlarıyla Yemek, ay ışığıyla aydınlanmış sessiz bahçede can
çekişme, bir öpme ile ele vermek için kendisine yaklaşan kalp dost, gene de
güvendiği ve üzerine bir kaya üzerine imiş giBi, Âdem oğlu için bir sığınak
kuracağını sandığı, horoz şafakı bildirirken kendisini inkâr eden dost, salt
yalnızlığı, boyun eğmesi, ve bunlara ek olarak, baş hahamın öfkeden elbisesini
parçaladığı ve yargıcın bu günahsız kanından temizlenmek umuduyla boş yere
ellerini yıkamak için su istediği ve kendisini tarihin kızıl çehresi yapan
sahneler; geçmiş zamanların eşsiz bir olayı hazin Taç giyme töreni, Günahsız’m
annesinin ve sevdiği öğrencilerinin gözü önünde çarmıha gerilmesi; askerlerin
elbiselerini paylaşmak için zar atmaları; en ebedî sembolünü dünyaya vermesine
yol açan korkunç ölüm; son olarak zengin adamın mezarına gömülmesi, bedeninin
sanki kral çocuğu imiş gibi, pahalı kokularla, Mısır sargılarına sarılması...
bütün bunları yalnız sanat bakımından görünce, Kilisenin bu trajediyi, Rabbin
İhtirasını, kan dökmeden, konuşmalar, elbiseler ve hareketlerle, mistik bir şekilde
temsil ederek en büyük tören yapmasına içimizden borçlu olmamak kabil değildir.
Yaratılan
Tapınak tülü ile, yer yüzüne inen karanlıklarla ve mezarın ağzına yuvarlanan
taşla bitmesine karşılık, Hz. İsâ’nın hayatı—Istırapla güzellik mâna ve
görünüşlerinde o kadar birleşiyorlar — gerçekten bir idylle’dir. O, her zaman
arkadaşları arasında bir nişanlı gibi anılır. Aslında bir yerde, kendisini
ovalarda, koyunlarıyla serin ırmaklar, yeşil çayırlar bulmak için dolaşan, bir
çoban gibi; musikisiyle Allah’ın kentinin duvarlarını örmeğe uğraşan bir
müzisyen gibi; ya da bizim küçük dünyamız için sevmek gücü çok geniş olan âşık
gibi gösteriyor. Onun mucizeleri benim için ilkbaharın gelişi kadar tatlı ve
onun kadar tabiîdir. Sıkıntı içindeki ruhlara, yalnız varlığının rahatlık
vermiş olmasına inanmakta güçlük çekmiyorum; kişiliğinin tılsımı o kadar
kuvvetliydi. Elbiselerine ya da ellerine dokunabilenler ıstıraplarını
unutuyorlardı. Hayatın büyük yolundan geçtiği vakit, yaşamanın sırrından hiç
bir şey görmeyenlerin gözleri açılıyordu. Zevkin sesinden başka seslere
kulakları tıkalı olanlar, ilk defa sevginin sesini duyuyorlar, ve onu
“Apollon’un lavtası kadar ahenkli” buluyorlardı. Kötü ihtiraslar onun
yakınlaşmasıyla dağılıyor, ve yaşayışları karanlık, bayağı, ölümün belli bir
manzarası olan insanlar, o çağırınca neredeyse mezarlarından kalkıyorlardı.
Dağda vazettiği vakit, insan yığınları, açlığı, susuzluğu ve bu dünyanın
kaygılarını unutuyorlardı. Sofrada, dostları sözlerini dinlerken, tatsız
yemekleri lezzetli buluyorlar, su şarap oluyor, bütün ev Rum sünbülü kokularile
doluyordu.
"Hz.İsâ’nın
hayatı”nda —beşinci İncil ya da Saint Thomas İncili denebilecek olan kitabında—
Renan, Kurtarıcının en büyük savaşı, sağken olduğu kadar, ölümünden sonra da
kendini sevdirmesidir, diyor. Elbette; yeri şairler arasında ise; âşıkların
sultanıdır. O, filozofların aradığı, dünyanın ilk sırrı sevgi olduğunu,
cüzamlının yüreğine ve Allah’ın ayaklarına yalnız sevgi ile yaklaşılabileceğini
gördü.
Bunlardan
başka Kurtarıcı, bireycilerin en büyüğüdür. Miskinlik (tevazu) de,'bütün
denemelerin sanat bakımından benimsenmesi gibi, sadece bir ifade şeklidir. Hz.
İsâ’nın biteviye aradığı, insanın ruhunu yakalamaktır. Ona “Allahın saltanatı”
diyor ve onu küçük şeylere, bir tohuma, bir tutam mayaya, bir inciye
benzetiyor. Çünkü ruhun özü, bütün yabancı ihtiraslardan, kazanılmış her türlü
kültürden, iyi ya da kötü her türlü eşyadan soyunularak elde edilir.
Bir
cins inat ve pek çok azgınlıkla, yer yüzünde bana bir tek şey kalıncaya kadar,
her kuvvete karşı geldim. Adımı, yerimi, mutluluğumu, hürriyetimi, zenginliğimi
kaybetmiştim. Tutuklu ve fakirdim. Ama bana çocuklarım kalıyordu. Birden
kanunla onları da elimden aldılar. Bu, o kadar müthiş bir vuruş oldu ki, ne
yapacağımı bilemedim. Diz çöküyor, başımı eğerek ağlıyor ve “Bir çocuğun
varlığı Rabbin varlığı gibidir. Ne birine ne de İkincisine değerim”
diyordum. Bu an beni kurtarır gibi oldu. Anladım ki benim için, her şeye boyun
eğmekten başka yol yoktur. O zamandan sonra —ne kadar garip görünürse görünsün—
daha mutluyum. Çünkü ruhumun en derin özüne dokundum. Türlü yönden, onun
düşmanı idim; ama, onu bir dost gibi, beni bekler buldum. Ruhla alış verişe
girişilince, Hz. İsâ’nın dediği gibi, insan bir çocuk kadar sadeleşiyor. Yalnız
pek az kimsenin ölmezden önce “kendi ruhuna sahip olabilmesi” çok
hazindir. Emerson “İnsanda kendi öz davranışından daha az hiç bir şey
yoktur” diyor. Bu, doğrudur. İnsanların çoğu kendilerinden
bambaşkadırlar. Düşünceleri başkalarının düşünceleri, yaşayışları komik bir
taklit ve ihtirasları da bir özenmedir. Hz. İsâ yalnız en büyük bireyci
değildi, belki tarihin ilk bireycisiydi. Bir takımları onu bayağı bir insanlık
sever sanacak oldular. Ya da bilgisizler ve çok duygulu insanlarla birlikte onu
da altruiste saydılar. Ama doğrusu o ne beriki, ne öteki idi. Şüphesiz
fakirlere, zindandakilere, miskinlere ve alçalmışlara acırdı. Ama zenginlere, zevk düşkünlerine, hürriyetini kurban
ederek eşyanın esiri olanlara, ince ve ağır kumaşlardan elbiseler giyerek kral
saraylarında oturanlara daha çok acırdı. Zenginlikle, zevk
doğrusu ona fakirlikte, ıstıraptan daha büyük facia görünüyordu. Altruisme’e
(başkalarını düşünme, fedakârlık) gelince, bizim kişiliğimizi belli eden,
sınırlandıran şeyin irade olmayıp, kader ve istidat olduğunu ve böğürtlenden
üzüm, deve dikeninden incir toplanamayacağını ondan daha iyi kim bilir. Belli
ve akıllı bir sonuç olarak, başkaları için yaşamak, onun imanı ve imanının
temeli değildi. “Düşmanlarınızı affediniz!” dediği vakit, düşmanı
sevdiğinden değil, ama bencilliğinden böyle söylüyordu. Ve Çünkü sevgi öçten
daha güzeldir. Zengin delikanlıya verdiği öğütte:
—
Git! Bütün varını sat fakirlere dağıt! — fakirleri değil, ama zenginliğin
çürüttüğü delikanlının ruhunu düşünmektedir. Hayatı görüşünde; önüne geçilmez
kendi kendisinin salt olgunlaşması kanunu dolayısıyla, ilkbaharda ak dikenin
çiçek açması, daha sonra buğdayın altın rengine boyanması, o kadar kesin
olarak, elbette, şairin de şiir söylemesi, heykelcinin tunçla düşünmesi ve
ressamın dünyayı heyecanlılarının aynası haline getirmesi gerektiğini bilen;
sanatçıyla bir düşüncededir.
Ama
Kurtarıcı, insanlara “Başkaları için yaşayınız” dememiş olsa bile,
başkalarının yaşamasıyla kendi hayatımız arasında hiç bir ayrılık olmadığını
göstermiş ve bu yol ile, insana geniş, dev gibi bir kişilik vermiştir. Onun
gelişinden beri, her kişinin tarihi dünyanın tarihidir, ya da tarihi olabilir.
Şüphesiz, kültür insanın kişiliğini genişletmiştir. Sanat bize binlerce
ruh verdi. Artist tabiatı olanlar Dante ile sürgüne gider ve tuzun nasıl
başkalarının ekmeği olabileceğini öğrenirler. Bir an Goethe’nin huzurunu
benimserler. Bununla birlikte Beaudelaire’in. Allah’a, şöylece haykırdığını
bilirler :
O Seigneur! Donnez-moi la force et le
courage
De contempler mon corps et mon coeur sans de goût.
De contempler mon corps et mon coeur sans de goût.
“Ey Rabbim, bana
varlığımı ve yüreğimi iğrenmeden görecek kuvvet ve cesareti ver!”
Belki
kendi zararlarına olarak, Shakespeare’in: sonnet’lerinden aşkının sırrını
aktarır ve benimserler. Yeni hayatı yeni gözlerle seyrederler. Çünkü Ghopin’in
Nocturne’Ierini dinlemişler, Yunan elişlerine dokunmuşlar, saçları ince altın
tellere ve ağzı nara benzeyen bir kadına, önceleri bir adamın çektiği sevdanın
hikâyesini okumuşlardır. Ama artist tabiatının sempatisi zorunlukla ifadesini
bulana gitmektedir. Sözlerle ya da renklerle, musiki ya da mermerle, Eschyle’in
bir dramının boyalı maskeleri arkasından ya da Sicilyalı bir çobanın delinmiş
ve birleştirilmiş kamışı ile insan ve kaderi görünür.
Sanatçıya
göre ifade; içinde âlemi tasarlayabileceği bir tek görünüştür. Ona göre dilsiz
olan ölüdür. Ama Hz. İsâ için böyle değildi. İnsanı şaşkınlıklara salan, eşsiz
ve geniş bir hayal ile, kendisine saltanat olarak ıstırabın bütün sessiz
dünyasını aldı ve onun sözcüsü oldu. Kendisine kardeş olarak baskı altında
dilsiz kalanları ve “susması yalnız Allah yönünden duyulanları” seçti.
Körlerin gözü, sağırların kulağı ve dili bağlanmış olanların dudaklarında bir
haykırış olmak istedi. Amacı, söz bulamayan yüz binlerin, göklere doğru imdat
seslerini yükseltecek bir ses olmaktı. Kendi güzellik tasarısını var edebilmek
için, acı ve ıstırabı bir üslûp sayan varlıkların artistik karakteriyle, bir
düşüncenin ancak gövde bulduğu ve bir şekil aldığı vakit, değeri olacağını
duyarak, kendisini “Istırap Adamı” sembolü yaptı. Ve bu şekille hiç bir
Yunan Tanrısının başaramayacağı derecede sanatı büyüledi ve ona hâkim oldu.
Çünkü
Yunan Tanrıları, çevik, güzel organlarının canlılığıyla birlikte, göründükleri
gibi değildiler. Apollon’un yuvarlak alnı, bir dağın ardından şafakta yükselen
güneşin kursuna benziyordu, ayakları sabah rüzgârı gibiydi. Ama, o, Marsyas’a
karşı çok insafsız davranmış, Niobe’yi çocuklarından yoksun etmişti. Minerve’in
gözlerinin çelik kalkanında, Arachne için merhamet yoktu. Tanrıların Babası
bile, Havva’nın kızlarına çok düşkünlük göstermişti. Yunan mitolojisinin en
çok ilham veren iki kişisi, din için, Olympos’a kabul edilmeyen, yeryüzünün
Tanrıçası Demeter, sanat için de, kendisini doğururken ölen bir kadının oğlu
Dionysos’tur.
Böyleyken
hayatın kendisi, en zavallı, en basit çerçevesinde, Proserpine’in annesinden ya
da Semele’nin oğlundan daha çok imrenilecek bir harika yarattı. Nâsıra’lı
dülgerin dükkânından, mitolojinin yarattıklarından son derece büyük, ve asıl
garibi, henüz ne Citaeron’da, ne de Enna’da, kimsenin yapmadığı şekilde âleme
şarabın mistik manasını, kır zambaklarının gerçek güzelliğini gösterecek bir
insan belirdi.
Eş’iya[1]
peygamber : “O, aşağı görülendir, ve insanların en sıradan olanıdır. Yasın
ne olduğunu bilen bir ıstırap adamıdır ve biz ondan yüzümüzü çevirdik”
derken, onu önceden keşfetmiş görünüyor. Böyle bir cümleden korkmamalıyız.
Yaratılmış olan her sanat eseri bilinmez âlemden verilen bir haberin gerçek
olmasıdır. Çünkü her sanat eseri bir düşüncenin bir şekle girmesidir. Böylece
her insan da bilinmez âlemden verilen bir haberin gerçekleşmesi olmalıdır.
Çünkü her yaratılmış insan ya Allah yolunda, ya insanlık yolunda bir idealin
gerçekleşmesi olmalıdır. Hz. İsâ örneği buldu, çizdi ve Virgilius ekolünde
bir şairin hülyası, Kudüs’te olsun Bâbil’de olsun, yüzyılların uzun akışında,
âlemin “beklediğinde” gövde buldu
Benim
için, tarihin en acınacak olaylarından biri, Chartres katedralini Arthuriennes
efsaneler zincirini, Asizli Fransuva’nın hayatını, Giotto’nun sanatını ve
Dante’nin İlâhî Komedya’sını doğuran Hz. İsâ’nın gerçek rönesansının, kendi
çizgilerine göre gelişme hürriyetini bulamaması ve bize Raphael’in
freskolarını, Palladio’nun mimarîsini, Fransız trajedisini, Saint Paul
katedralini, Pope’un şiirlerini ve bütün ölü kurallarla dıştan yapılan ve içten
ilham edici bir nefesle fışkırmayan veren klâsik ve sıkıcı rönesansla bozulup
kesilmesidir. Ama sanatta nerede şu ya da bu biçimde, romantik bir kıpırdanma
belirirse, orada, Hz. İsâ ve Hz. İsâ’nın ruhu bulunur. O, Romeo ve Juliette’de
Kış hikâyeleri’nde Provence şiirleri’nde, Eski Bahriyelinin Ballade’nda, ve
Aman vermez Güzel Kadın’da, Chatterton’un Bellade’ında bulunmaktadır.
Ona
en değişik kişileri ve şeyleri borçluyuz, Hugo’nun Sefiller’ini, Beaudelaire’in
şiirlerini, Rus romanlarının merhametini, Verlaine’i ve şiirlerini, vitrayi,
halıları, Gioto’nun kulesi kadar, Burne Jones ile William Morris’in on dördüncü
yüz yıla ait eserlerini, Lancelot ile Guinevere’i, Tannhâuser’i, Michel Ange’ın
isyan içindeki heykellerini, Gotik mimarîyi, çocuk ve çiçek sevgilerini hep ona
borçluyuz. Çiçek ve çocuk sevgisine klâsik sanat doğrusu, az, ancak büyüyüp
oynayacakları kadar yer vermektedir. Bununla birlikte on ikinci yüzyıldan
bugüne kadar, çocuklar ve çiçekler, sanatta, türlü şekillerde ve türlü çağlarda
çocukların ve çiçeklerin yaptıkları gibi, arasıra ve dileyince ortaya
çıkmışlardır: Nitekim her vakit ilkbahar, çiçeklerin saklanmış oldukları ve
yaşlı insanların onları aramaktan yorulup, bırakmaları korkusu ile güneşe
çıktıkları duygusunu verir; bir çocuğun hayatı da, nerkisler için yağmurlu ve
açılıp kapanan bir Nisan günü neyse, ondan başka bir şey değildir.
Hz.
İsâ’yı romantik’in çırpınan ortamı yapan, bu hülyacı tabiatıdır. Dramın ve
ballade'ın garip çehreleri, başkalarının hayal kuvvetiyle yaratılmıştır, Oysaki
Nâsıra’lı Hz. İsâ, kendisini hayal gücüyle yaratmıştır. Bülbülün ötmesinin,
ayın doğmasıyla hiç bir ilgisi olmadığı gibi, Eş’iya’nın haykırışının da, Hz.
İsâ’nın gelmesiyle ne çok, ne de az bir ilgisi vardır. O, bilinmeyen âlemden
verilen haberin doğrulaması olduğu kadar inkârıydı. Tamamladığı her ümit için,
yok ettiği bir ümit vardı. Bacon, “Her, güzellikte ölçü garabeti vardır!
diyor ve ruhtan doğanlar —yani Isa gibi dinamik kuvvetlerden olanlar— için Isa,
rüzgâr gibidirler, “İstediği yerde eser ve hiç kimse nereden geldiğini,
nereye gittiğini bilemez.” diyor. Sanatçılar üzerindeki çekiciliğin bu
kadar büyük olması bundandır. Onda her türlü sır, aykırılık, heyecan, aşılama,
coşkunluk ve sevgi; hayatın her çeşidi vardır. O, olağanüstü anlayışa başvurur
ve ancak içinde anlaşılabileceği, o ruh havasını yaratır.
Benim
için, o, “Sadece hayal dünyası” ise, âlemin de ayni özden olduğunu hatırlamak
büyük bir sevinçtir. Dorian Gray’de, dünyanın büyük cinayetlerinin beyinde olup
bittiğini söylemiştim. Doğrusu her şey beyinde olup biter. Şimdi, gözlerimizle
görmediğimiz gibi, kulaklarımızla da işitmediğimizi, bunların şöyle böyle
doğrulukla, duyularımızdan aldığımız izlemleri götüren araçlar olduğunu
biliyoruz. Gelincik beynimizde kırmızıdır, elma beynimizde kokuludur ve tarla
kuşu beynimizde öter.
Bir
süredir Hz. İsâ konulu dört şiir üzerinde çalışıyorum. Noel’de Yunanca bir
İncil buldum. Her sabah odamı yıkadıktan ve öteberimi temizledikten sonra,
İncillerin bir yerinden, rasgele, on iki ayet okuyorum. Bu, güne başlamak için
çok güzel bir usûl. Herkes, gürültülü ve düzensiz bir hayat içinde bile, bunu
yapmalıdır. Her fırsatta, bitmez tükenmez ve ulu orta yapılan tekrarlar, bizim
için, İncillerin, romantik ve sade olan tılsımını, tazeliğini, bozmuştur.
Çokluk ve pek kötü okunup tekrarlandığını duyuyoruz. Tekrar ise manevî ve
ruhtan olanın zıddıdır. Yunancaya dönünce, insan dar ve karanlık bir evden
çıkıp da zambaklarla süslü bir çimenliğe girmiş olduğunu sanıyor.
Hz.
İsâ’nın belki harfi harfine kullandığı terimleri kullanmak düşüncesi, bendeki
zevki kat kat çoğaltıyor. Uzun zaman, Hz. İsâ’nın Arâmî dille konuştuğu
sanılmıştı. [2]
Renan bile buna inanıyordu. Ama şimdi, bugünün İrlandalıları gibi, Galile
köylerinin de iki dil kullandıklarını biliyoruz. Yunanca Fiistinde, baştanbaşa
bütün Doğu’da, günlük işler için kullanılmaktaydı. Hz. İsâ’nın gözlerini,
çevirisinin çevirisinden okumak hoşuma gitmiyordu. Hiç olmazsa konuşmalarındaki
parçalarda, Charmides’in onu dinleyebileceğini; Sokrates’in onunla
konuşacağını, Eflâtun’un, onu anlayabileceğini düşünmek ve sonunda şu Yunanca
cümleyi söylemesi: “Ben İyi bir Çobanım” (İncil) ne çalışan, ne dokuyan
sahraların zambaklarını düşündüğü vakit, şöylece meramını anlatması: “Kır
zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın, ne çalışırlar ve nede iplik
eğirirler”— her şey yapıldığı hayatım bitti ve olgunluğunu buldu —
diye haykırdığı vakit, söylediği cümlenin Saint Jean’ın iyice aktardığı gibi
olması: “Tamam oldu.” benim için en büyük zevk oluyor.
İncilleri
—özellikle Saint Jean’ı, ya da onun rengini ve adını almış her hangi bir
Gnostique’i— okurken, biteviye hayal gücünün maddî ve manevî her hayatın temeli
olarak gösterdiğini, ayni zamanda, ona göre hayal gücünün yalnız bir cins sevgi
olduğunu ve sevginin de terimin en geniş manasıyla sultan olduğunu görüyorum.
Aşağı yukarı altı hafta önce, doktor cezaevinin kara ekmeği ya da peksimedi
yerine, bana has ekmek yemeğe izin verdi. Bu, gerçek bir yemiş! Kuru ekmeğin
yemiş olabilmesi tuhaf görünür. Benim için bu öyle bir yemiş ki, her yemeğin
sonunda, madenden tabağımda kalan ya da masayı kirletmemek için kullanılan
sofra bezi üzerine düşen, en ufak kırıntıları bile dikkatle toplayıp yiyorum.
Bunu açlıktan yapmıyorum, yediğim yemek bana çok bile geliyor. Ama sadece
nasibimden hiç bir şey kaybolmasın, diye yapıyorum. İşte sevgiye böyle değer
verilmelidir.
Hz.
İsâ’nın bütün büyüleyen kişiler gibi, yalnız güzel gözler söylemek değil, ayni
zamanda başkalarına da güzel sözler söyletmek gücü vardı. Saint Marc’ın, bir
Yunanlı kadın için anlattığı hikâyeyi çok severim. Hz. İsâ, imanını denemek
üzere, bu kadına, Beni İsrail Oğullarının ekmeğini kendisine vermeyeceğini
söylediği vakit, o, masa altındaki küçük köpeklerin çocukların düşürdükleri
ekmek kırıntılarıyla geçinirler! diye cevap veriyor. İnsanların çoğu sevgi
ve hayranlık için yaşar, oysaki sevgi ve hayranlıkla yaşamalıyız. Sevilirsek,
buna hiç değimli olmadığımızı anlamalıyız. Hiç bir insan sevilmeğe değmez.
Allah’ın insanı sevmesi, ideal şeylerin İlâhî,
düzeninde, ebedî sevginin ebediyen değimli (iliyakatli) olmayanlara verileceği
yazılı olduğunu bildirir. Bu
cümle çok: acı görünürse, lâyık olabileceklerden başka herkes sevilmeğe
lâyıktır diyelim. Aşk öyle kutsal bir şeydir ki, yere diz çökmüş olarak
karşılanmalıdır. Ve karşılayanların, dudaklarında yüreklerinde Domine„ non
sumdigus “Ey Rab ben lâyık değilim.” (Meta İncili bölüm: 8.. Ayet: 8)
sözü olmalıdır.
Eğer
gene yazarsam, yani bir sanat eseri verebilirsem üzerinde yazı yazacağım ve
kendimi anlatmağa çalışacağım, yalnız iki konu var; biri: “Hayatta romantik
hareketin müjdecisi olarak Hz. İsâ”, öteki: “Yaşayışla ilgisi bakımından
sanat hayatı”.
Şüphesiz
birincisi çok çekici, Çünkü Hz. İsâ’da yüksek romantik tipinin prensibini
gördükten başka romantik tabiatın kötülüklerini ters zevklerini ve bütün
kazalarını görü yorum. O, insanlara çiçekler gibi yaşamalarını söyleyen ve
cümleyi kuran ilk adamdır. İnsanın varacağı son amaç olarak çocukları
almıştır. Onları, büyüklerine örnek gösteriyor. Yetkinlik; bir şeye yararsa,
ben de çocukların başlıca yarayacağı şeyin, bu olduğunu düşünmekteydim. Dante
insanın ruhunu Allah’tan gelirken: “bir çocuk gibi gülerek, aylayarak”
anlatır. Hz. İsâ’da ruhlarımızın "a guisâ di fanciulla che piangendo e
ridendo pargoleggia” “Çocuklaşmış bir genç kız gribi, bir anda hem güler,
hem ağlar ” olması gerektiğini görmüştü. Hayatın değişik, oynak, kıvrak
olduğunu ve her hangi bir şekilde kalıplaşmasının ölüm olduğunu sezmişti.
İnsanların maddî ve bayağı çıkarları çok ciddiye almalarını, maddî şeylerden
sıyrılmanın önemli bir iş olduğunu ve işle çok uğraşmamalarını söylüyordu: Kuşlar
çalışmıyorlar. İnsan niçin çalışsın? “Yarını hiç düşünmeyiniz! Ruh
tenden ve beden elbiseden daha değerli değil midir?” dediği vakit ne
eşsizdir. Bir Yunanlı bu son cümleyi kullanabilirdi, Çünkü Yunan duygululuğuyla
doludur. Ama ikisini birden, ancak Hz. İsâ söyleyerek, bize olgun şekilde
hayatı özetleyebilirdi
Ahlâkı,
tam ahlâkın olması gerektiği şekilde, sadece sempatidir. Yalnız şu kelimeleri
söyleseydi: “Suçları affedilmiştir; Çünkü o çok sevdi!” bunları söylemek
ölmeğe değerdi. Adaleti, tam adaletin olması gerektiği gibi bir adalettir. Kötü
adam talihsiz olduğu için Cennet’e gidecektir. Onu Cennete göndermek için başka
bir sebep tasarlayamıyorum. Akşamın serinliğinde, bağda yalnız bir saat çalışan
işçiler, yakıcı güneşin altında bütün gün çalışanların gündeliğini anlıyor.
Niçin almasınlar? Belki hiç birisi gündeliği hak etmemiştir. Belki işçiler
başka kaliteliydiler. Hz. İsâ, insanları ve bütün dünyayı eşya sanan, cansız,
mekanik sıkıcı sistemlere hiç göz yumamaz. Onun için kanun yoktu; her hangi bir
adama ya da her hangi bir şeye, sanki dünyada benzer hiç bir şey yokmuş gibi;
sadece ayrılar vardı.
Romantik sanatı besleyen
güç, onun için normal yaşayan en doğru temelidir, başkasını tasarlayamaz. Suç
yaparken yakalanan bir kadını getirip, kanunun hükmünü söyleyerek, ne yapmak
gerekeceğini sordukları vakit, hiç bir şey duymamış gibi, parmağıyla kum
üzerine yazmağa koyuldu. Cevap vermek için sıkıştırılınca, başını kaldırdı ve:
“İçinizde günahsız olan ona ilk taşı atsın!” dedi. Böyle bir cümle söylemek,
yaşamak zahmetine değer.
Bütün
şair yaradılışlılar gibi, okuyup yazma bilmeyenleri seviyordu. Seziyordu ki,
okuyup yazmasız bir kimsenin ruhunda, !her zaman büyük bir düşünceye yer
vardır. Ama aptallara özellikle ve öğretimle sersemleştirilmiş olanlara
dayanamazdı. Kafası düşüncelerle dolu olan ve hiç birini anlamayan kimseleri;
tamimiyle yeni olan bu tipi, Hz. İsâ, bilimin anahtarına; sahip, kendi
kullanmağa kabiliyetsiz, ve Allah’ın saltanatının kapısını açmak ihtimallerine
rağmen, başkalarına da kullanmayı yasak eden örneği anlattığı vakit; güzelce
tarif etmiştir.
Onun
başlıca kavgası yobazlarla oldu. Bu, bütün ışık çocuklarının karışması gereken
bir savaştır.
Yobazlık, Hz. İsâ’nın içinde yaşadığı ve devrin en önemli karakteriydi. Düşüncelere karşı ağır anlayışsızlıklarıyla, can sıkıcı
tören severekleriyle, orthodoxie (Dedelerden kalma düşünceler) leriyle, bayağı
hırslarıyla, yalnız hayatın kabaca maddeyi üstün tutan yönüne düşkünlükleriyle,
kendi hakkındaki düşüncelere ve önemliliklerine imanlarıyla, Hz. İsâ’nın
zamanında Kudüs’ün Yahudi’leri, devrimizin İngiliz yobazlığının gerçek
şekliydi.
Hz. İsâ “Kutsal” (Respectability, yüksek kişi) lığın “badanalı
mezarları” ile alay ederek ebediyen bu terimi tespit etti.
[Matta
İncilinin yirmi üçüncü bölümünün 27 nci:. âyetine işaret: “Vay size iki yüzlü
bilginler ve Fereysîler, (Pharisien, Philistin) zira siz dışarıdan güzel
görünüp içeriden ölü kemikleri ve her murdarlıkla dolu olan badanalı kabirlere
benzersiniz.” Bu deyim Luka İncilinin on birinci bölümünün kırk dördüncü
âyetinde şöyledir: Vay size ey ikiyüzlü
bilginler ve Fereysîler; zira âdemler bilmeyerek üzerlerinde gezdikleri
“belli olmayan kabirler” gibisiniz.]
Maddî başarıyı, aşağı görülecek bir şey diye sayıyordu. Bunda güzel hiç bir şey görünmüyordu. Zenginlik ona göre insan için bir
yüktü. Hayatı bir düşünce ya da ahlâk sistemine kurban etmenin lâfını bile
duymak istemezdi. İnsanın şekil ve tören için değil, şekil ve törenin insan
için olduğunu söylüyordu. Softalığı iğrenilecek ve şüphe edilecek şeylerin
örneği olarak aldı. Soğuk insan severlikleri, göze görünmek isteyen sevgiyi,
bayağı kimselerin düşkün oldukları boğucu şekle tapmayı, müthiş bir hakaretle
açıkladı.
Orthodoxie
kelimesinin bizim için, sadece kolay ve budalaca bir uymadır. Oysaki onların
elinde ve görüşünde müthiş ve felce uğratan bir baskıydı. Hz. İsâ bunu kesip
attı. Ve ortaya koydu ki, yalnız ruhun bir değeri vardır. Onlara
peygamberlerin kitaplarını ve kanunlarını biteviye okumalarına rağmen, ne demek
istedikleri hakkında en ufak bir düşünceleri olmadığını göstermekte şeytanca
bir zevk duydu. Her günü, belli iş güç olarak değişmez bir görenekle
parçalamalarının zıddına olarak, an için yaşamanın büyük önemini söyledi.
Günahlarından
kurtardıkları, yalnız hayatlarındaki güzel anlar için kurtulmuşlardır. Hz.
İsâ’yı görünce, Marie Madeleine yedi âşıkından birinin verdiği, kaymak
taşından, pahalı vazoyu kırarak O’nun yorgun ve tozlu ayaklarına kokular saçtı.
Ve bu tek an yüzünden ebediyen, Cennet’in beyaz gül çelenkleri içinde, Béatrice
ile Ruth’ın arasında yer aldı. Philistinisme’in, insanın hayalle aydınlanmamış
yönü olması dolayısıyla, Hz. İsâ’nın küçük işaretlerle bize öğrettiği,
ömrümüzün her anının güzel ve ruhun her zaman âşıkın sesine dikkatli,
sevgilinin gelmesine her vakit hazır bulunması gerektiğidir. O, hayatın bütün
güzel etkilerini ışığın görünmesi sayar: Aslında hayal fakültesi dünyanın
ışığıdır. Dünya onunla meydana gelmiştir, böyleyken dünya onu anlamasını
bilmez. Bunun sebebi, hayal fakültesinin sevginin görünüşü olması ve insanları
birbirinden ayıran şeyin sevgi özelliği
olmasıdır.
Ama Hz. İsâ, asıl bir
suçlu ile olan ilgisinde en doğru manasında romantiktir. Dünya, her zaman
ermişleri sevmiştir. Çünkü onlar Allah’ın olgunluğuna, olabilecek en büyük
yakınlıktır. İlâhî bir içgüdüye uyarak, Hz. İsâ her zaman suçluyu insan
olgunluğuna mümkün en büyük yakınlık olarak sevmişe benzer görünüyor. Onun ilk
isteği ıstırabı dindirmek olmadığı gibi, insanları da yola getirmek değildi. Merak
uyandıran bir hırsızı, can sıkıcı orta halli bir namuslu adama çevirmek onun
hedefi olamazdı. Zindandakileri rahata eriştirmek ve bu gibi ayni cinsten
yeni hareketleri yapabilmek için onun toplum hakkında çok bayağı bir düşüncesi
olmalıydı. Bir tefeciyi bir yobaza çevirmek ona
bir kazanç görünmüyordu. Ama şimdi bile dünyanın anlamadığı bir
şekilde, günah ve ıstırabı, kendiliklerinden güzel ve kutsal şeylerden ve
olgunluk basamaklarından sayıyordu.
Bu,
tehlikeli bir düşünce gibi görünmektedir. Doğrusu her büyük düşünce gibi
tehlikelidir. Bunun, Hz. İsâ’nın imanı olmasından şüphe edilemez. En doğru iman
olmasından ben hiç şüphe etmiyorum.
Her halde günahlının pişman olması gerekir.
Ama niçin?
Şu
sebepten; başka türlü yaptığını anlayamaz. Pişmanlık anı yola girme anıdır.
Belki bundan da çok bir şeydir. Bu, geçmişi değiştirecek bir yoldur. Yunanlılar
bunu olmaz sanıyorlardı. Gnomique sözlerinde çokluk “Tanrılar bile geçmişi değiştiremez.” derler. Hz. İsâ en Bayağı suçlunun bunu
yapabileceğini ve yapabileceği tek şey olduğunu ortaya koydu. Sorsalardı,
inanıyorum ki, Hz. İsâ, saçıp savuran çocuğun dize düşüp ağladığı anda,
rezaletlerini, çirkinleşmesini, hayatında güzel ve kutlu anlara çevirdiğini
söyleyecekti. İnsanların çoğu için bu düşünceyi kavramak güçtür. Bunu
anlamak için cezaevlerine gitmek gerektiğini söylemeğe cesaret ediyorum
Böyleyse, cezaevine gitmek belki zahmete değer.
Hz.
İsâ’da, o kadar bulunmaz bir şey var ki... Şafaktan önce yalancı şafaklar,
safranları aldatıp, zamanından önce altınlarını savuracak ya da akılsız kuşu
ötmeğe ve dişisini çıplak dallar üzerinde yuvalarını yapmağa sürükleyecek,
mevsimsiz, güneşli kış günleri olduğu gibi, Hz. İsâ’dan önce de Hıristiyanlar
vardı.. Onlara borçlu kalmaklığımız gerekir. Ama asıl felâket o zamandan
beri hiç Hıristiyan yetişmemesindedir. Biri başka: Asizli Fransuva!
Ama. Allah, doğarken ona bir şair ruhu verdi. Ve o da ilk gençliğinde, mistik
evlenmede kendisine kadın olarak fakirliği; seçti. Bir şair ruhu ve bir dilenci
vücuduyla, olgunluk yolunu güç bulmadı. Hz. İsâ’yı anladı. Böylelikle onun gibi
oldu. Asizli Fransuva’nın hayatının gerçek bir Hz. İsâ’nın Taklidi olduğunu
anlamaklığımız için Liber Conformitatum’a ihtiyacımız yoktur. Bununla birlikte
bir şiir olan Hz. İsâ’nın Taklidi Liber ile karşılaştırılınca sade düz şiir
kalır.
Her
şey söylenince, doğrusu Hz. İsâ’nın büyüsü, bütünlüğünde bir sanat eserine
benzemesindedir. Aslı aranırsa, o bize hiç bir şey öğretmez. Ama yalnız
karşısına çıkmakla insan bir şey olur. Her birimizin bu huzura erişmesi yazılıdır.
Hayatta en az bir kere, adam Hz. İsâ ile Emmaüs’e (Emvas: Filistinde
Yahudiyye’de, Kudüs yakınlarında Hz. İsâ’nın dirildikten sonra öğrencilerine
ilk kez göründüğü köy.) kadar birlikte yürür.
Öteki
konuya gelince; Sanat Hayatiyle yaşayış formunun ilgisini seçmekliğim elbette
size tuhaf gelecektir. Bazı kimseler parmaklarıyla Reading Cezaevini
göstererek: “İşte sanat hayatının götürdüğü yer!” derler. İyi, ama,
bundan da kötü yerlere götürebilirdi. Hayat, kendileri için titiz bir hesaba,
yollara ve usullere bağlı, güç bir alavere olan insanlar, her zaman nereye
gittiklerini bilirler ve oraya varırlar. Ruhanî dairelerinin kavası ya da
zongocu olmak idealiyle davranır ve yerleştikleri çevre neresi olursa olsun,
ruhanî çevrelerinin uşağı olurlar; işte o kadar. Milletvekili, zengin
bakkal, ünlü avukat, yargıç ya da onlar kadar can sıkıcı ve kendisinden başka
bir şey olmak ülküsünü kovalayan, olmak istediğine yoluyla her vakit erişir.
Onun cezası bundadır. Bir maske isteyenler onu takmağa mahkûm
olurlar. Ama
hayatın dinamik kuvvetleriyle ve kendilerinde bu kuvvetlerin vücut bulduğu
adamlarla, iş başka türlüdür. İsteği yalnız kendisi olan adamlar, nereye
gittiklerini hiç bilmezler; bilemezler.
Sözün
bir manasına göre, Yunan kâhininin dediği gibi, “kendi kendini tanımak”
gerektir. Bilginin birinci adımı budur. Ama bir insan ruhunun bilinmez olduğunu
bilmek, en büyük hikmetin sonudur. Son sır kendimiziz. Güneşi terazide
tarttıktan, ayın dönemlerini ölçtükten, yedi göğün haritasını yıldız yıldız
hesaplayarak çizdikten sonra, gene bilinmez olarak benliğimiz kalır. Ruhunun
nerelerde dolaştığını kim hesaplayabilir? Oğul babanın eşeklerini aramağa
gittiği vakit, Allah adamının kendisini kutsal yağla beklediğini ve kendi
ruhunun daha şimdiden bir padişah ruhu olduğunu bilmiyordu.
Ömrümün sonunda,
karakteri hakkında şöyle söyleyebileceğim bir eser yazmak için, yetecek kadar
yaşayacağımı sanırım: “Evet! İşte sanat hayatı insanı nereye götürür!” En
olgun görebildiğim iki hayat, Verlaine ile Prens Kropotkin’in hayatlarıdır. İkisi
de zindanda yıllarca kaldılar. Birincisi Dante’den beri ilk Hıristiyan şairdir.
Öteki Rusya’dan gelmesi beklenilen beyaz, güzel bir Hz. İsâ ruhuna sahiptir.
Dışarıdan, hemen hemen aralıksız gelip çatan, bir sürü azaba rağmen, şu son
yedi sekiz ay içinde, bu zindanda, eşya ve insanlar yoluyla ağır basan ve bana
bitmez tükenmez derecede yardımı dokunan, yeni bir anlayışla karşılaştım. Bu
anlayış üzerimde o kadar tepki yaptı ki, tutukluluğumun birinci yılı,
hatırladığıma göre, kısır bir ümitsizlikle, ellerimi ısırıp “Ne son! Ne acı
bir son!” diye bağırdığım: halde, şimdi ve kendimi yemediğim zamanlar içten
ve doğru olarak “Ne başlangıç! Ne eşsiz başlangıç!” demeğe çalışıyor ve
diyorum. Belki sahiden bu böyledir ve böyle olabilir. Bu durumda, zindanda,
herkesin varlığını değiştiren bu yeni kişiliğe çok borçlu olacağım.
Kaynak:
Burhan TOPRAK, Oscar Wilde Hayatı
Eşsiz Hikâyeleri Ve Cezaevi Anıları,
İstanbul, 1967, s.106-128
Güncel bir kaynak:
Oscar Wilde, De Profundis -Andre‚ Gide’in Önsözüyle,
trc: Roza Hakmen, Can Yayınları, Ocak,
2012
de
profundis:
"derinliklerden" manasinda gelir. incil'de mezmurlarda de profundis
clamavi ad te domine olarak gecer. bizim fatiha suresine elham dememiz gibi,
Hristiyanlar da bu sureye (ya da her neyse) de profundis domine derler.
….
Oscar Wilde beni bir yana çekti;
damdan düşer gibi:
“Siz gözlerinizle dinliyorsunuz,
dedi, onun için size bu hikâyeyi anlatacağım dedi.
“Narcisse ölünce tarlaların
çiçekleri kahroldular ve ırmaktan ona ağlamak için su damlaları istediler. —
Irmak onlara “Ah!” diye cevap verdi: “Bütün bu damlalarım gözyaşı olsa, benim
bile Narcisse'e ağlamama yetmez: Onu seviyordum! Tarlaların çiçekleri “Ah!”
dediler. “Nareisse'i nasıl sevmezdin? O kadar güzeldi!”
— Irmak cevap verdi: O güzel
miydi? Onu senden daha iyi kim bilecek? Her gün senin kıyılarına eğilmiş, senin
sularına eğilmiş, senin sularında kendi güzelliğini seyrediyordu....” Wilde
buraya gelince bir an duruyordu:
— Onu ben severdim; diye cevap
verdi ırmak, çünkü benim sularıma eğildiği vakit, onun gözlerinde kendi
sularımın gölgesini görürdüm!”
Sonra tuhaf bir kahkaha ile
kurularak ekliyordu:
— İşte bu hikâyenin adı: “Öğrenci”dir.
Kapısı önüne gelmiştik, ayrıldık. Wilde
beni gene görüşmeye çağırdı. O yıl ve ertesi yıl onu birçok kez ve her yerde
gördüm.
Önce de
söylemiştim; Wilde başkaları yanında, şaşırtmak, eğlendirmek gerekince de,
kızdırmak
için yüzüne bir maske takardı. Hiç dinlemez ve kendisinin olmayan düşüncelere de aldırmazdı. Tek olarak parlamazsa, silinirdi. O zaman, onu yalnızken bulmak mümkündü.
için yüzüne bir maske takardı. Hiç dinlemez ve kendisinin olmayan düşüncelere de aldırmazdı. Tek olarak parlamazsa, silinirdi. O zaman, onu yalnızken bulmak mümkündü.
Ama yalnız kalınca başlardı:
— “Dündenberi ne yaptınız?”
O zamanlar yaşayışım hiç
aksamadan akıp geçtiği için, anlatacağım şeyin, onu saracak hiç bir yeri
olamazdı. Olup biten şeyleri sayıp dökerken bir yandan da Wilde'in kaşlarının
çatıldığını görürdüm.
— Sahi yaptıklarınız bu kadarcık
mı?
—
“Evet!” diye cevap verirdim.
—
Söyledikleriniz de hep doğru mu?
—
Evet, doğru...
—
Öyle ise bunları ne diye sayıp dökmeli? Pekiyi
görüyorsunuz: Bunların saran hiçbir yeri yok.
—
Biliniz ki iki dünya vardır: Söz açılmadan var olan
dünya: Buna reel dünya derler, çünkü onu görmek için konuşmağa lüzum yoktur.
Öteki de sanat âlemi! Söz açılması gereken bu âlemdir; çünkü söz açılmazsa var
olamaz.
“Geçmiş zaman içinde; köyünde
masal söylediği için sevilen bir adam vardı. Her sabah köyden çıkardı ve
akşam köyüne dönünce, köyün işçileri, bütün gün yorulduktan sonra, hepsi onun
yanına toplanır ve derlerdi: Haydi anlat! Bugün ne gördün?
O anlatırdı:
—
Ormanda kaval çalan ve küçük Sylvain'leri halka
yaparak oynatan bir Faune gördüm.
—
Anlat! Daha ne gördün? derlerdi.
—
Deniz kıyısına vardığım vakit, dalgaların kırıldığı
yerde, yeşil saçlarını altın tarakla tarayan üç Sirene gördüm!
—
Ve herkes onu severdi; çünkü onlara masallar
söylerdi.
“Bir sabah, her sabahki gibi
köyünden çıktı. Ama deniz kıyısına gelince birden üç Sirene gördü; denizin
kıyısında ve yeşil saçlarını altın tarakla tarayan üç Sirene!.. Gezinmesini
uzattığı için ormana yaklaşınca kaval çalarak Sylvain'leri halka yapıp oynatan,
bir Faune gördü... O akşam köyüne vardığı zaman kendisine her akşamki gibi:
Haydi! Anlat! Ne gördün? diye sorulunca cevap verdi:
— Hiç bir şey görmedim!..
Wilde burada biraz duruyor ve
hikâyenin içime sinmesini bekliyor, sonra arkasını getiriyordu:
— “Sizin dudaklarınızı sevmiyorum.
Bu dudaklar asla yalan söylememiş insanların dudakları gibi doğru.
Dudaklarınızın eski Yunandaki maske dudakları gibi güzel ve büyük olması için
size yalan söylemeyi öğreteceğim.”
“Sanat eserini ve tabiat eserini meydana getiren
nedir ve aralarındaki ayrılıklar nedir biliyor musunuz? Zira nergis çiçeği de
nihayet bir sanat eseri kadar güzeldir.
— Onları ayıran şey güzelik olamaz. Onları ayıran
nedir biliyor musunuz?
— Sanat eseri her zaman “BİR
TEK”tir. Asla süren bir şey doğurmayan
tabiat, yaptığı kaybolmasın diye yapısını telâfi eder durur. Birçok nergis
çiçeği vardır. İşte bu yüzden her biri ancak bir gün yaşayabilir. Tabiat bir
şey yarattı mı biteviye onu yapar. Bir deniz aygırı bilir ki başka denizde kendisinin
benzeri başka bir deniz aygırı vardır. Allah bir Neron'u, bir Borgia'yı, bir
Napolyon’u yarattığı zaman, başka birini bir köşeye kor. O bilinmez, önemi
yoktur. Önemli olan birinin başarılı olmasıdır Çünkü Allah adamı yaratır ve
adam da sanat eserini yaratır.
“Evet, biliyorum... Bir gün dünya
yüzünde sanki tabiat “BİR TEK”, gerçekten bir tek şey
yaratacakmış gibi bir sıkıntı oldu.
— Ve Hz. İsâ aleyhisselâm dünyaya
geldi Evet, iyi biliyorum... Ama dinleyiniz:
“Râmullah'lı Yusuf Hz. İsâ
aleyhisselâmın can verdiği Golgota tepesinden indiği akşam, beyaz bir taşın
üzerine oturmuş, ağlayan bir delikanlı gördü. Ona yaklaştı ve dedi:
—
Tasanın ne kadar büyük olduğunu biliyorum. Elbette bu
adam doğru bir adamdı Delikanlı ona cevap verdi:
—
Ah, onun için ağlamıyorum. Ağlıyorum, çünkü ben de
mucizeler yaptım, Ben de körlerin gözlerini açtım, ben de inmelileri iyi ettim
ve ölüleri dirilttim. Ben de yemişsiz incir ağacını kuruttum, suyu şaraba
çevirdim... Ve insanlar beni Çarmıha germediler.”
Böylece Oscar Wilde'ın sembolik
rolüne inanmış bulunduğunu birçok kereler görmüş oldum.
Dinsiz Wilde'ı İncil rahatsız
ediyor, kaygılarla kıvrandırıyordu. Hz. İsâ aleyhisselâmın mucizelerini
affedemiyordu. Dinsizin mucizesi sanat eseridir: Hıristiyanlık ise onu
aşıyordu. Sanattaki her kuvvetli Irrealisme hayatta imanlı bir Realisme'i
icap ettirir.
Onun en dâhice akınları,
çekinilecek alayları, iki ahlâkı, yeni puta tapan Naturalisme ile Hıristiyan
İdealisme'ini karşılattırmak ve sonuncusunu her mânadan boşaltmak içindi.
“Hz. İsâ aleyhisselâm; Nasıra'ya
döndüğü vakit; diye anlatıyordu; Nasıra, o kadar değişmiş idi ki kendi memleketini
tanıyamadı. Koynunda yaşadığı Nasıra haykırışlar ve gözyaşları ile dolu idi.
Hâlbuki bu şehir kahkahalarla dolup taşıyordu. Ve Hz. İsâ aleyhisselâm
şehre girince bir sürü çiçek taşıyan; mermerden bir evin, mermerden
merdivenlerine doğru koşan köleler gördü. Hz. İsâ aleyhisselâm eve girdi;
donuk akik renginde bir salonun dibinde kızıl atlastan bir yatağa uzanmış ve
çözük saçları kırmızı güllere karışmış, dudakları şaraptan kırmızılaşmış bir
adam gördü. Hz. İsâ aleyhisselâm ona sokuldu; omuzunu tuttu ve dedi:
—
Niye bu hayatı sürüyorsun? Adam döndü, onu tanıdı ve dedi:
—
Ben cüzamlı idim, beni iyi ettin. Şimdi nasıl başka
türlü yaşayabilirim?
“Hz. İsâ aleyhisselâm bu evden
çıktı ve sokakta, yüzünü boyamış, elbisesi işlemeli, ayakkabıları incilerle
süslü bir kadına rastladı. Bu kadının arkasından elbisesi iki renkli ve av
peşinden gider gibi yavaş yavaş yürüyen bir adam geliyordu. Kadının yüzü bir
Tanrıça yüzü kadar güzel olduğu gibi, delikanlının gözleri de isteklerle
parlıyordu. Hz. İsâ aleyhisselâm bu adama yaklaştı, omuzunu tuttu ve dedi:
—
Niye bu kadını kovalıyorsun ve ona böyle bakıyorsun? Adam döndü, onu tanıdı ve cevap
verdi:
—
Ben kördüm, beni iyi ettin. Şimdi başka neye
bakabilirim?
Ve Hz. İsâ aleyhisselâm kadına
sokuldu:
— Tuttuğun bu yol, dedi, suç
yoludur. Niye bu yoldan gidiyorsun? Kadın onu tanıdı ve gülerek dedi:
— Tuttuğum yol zevklidir ve sen
benim bütün suçlarımı affettin!...
“O zaman Hz. İsâ aleyhisselâm,
yüreğinin yas ile dolduğunu sezdi ve bu şehri bırakıp gitmek istedi, Fakat
çıkarken, şehrin hendekleri kenarında ağlayan bir genç adam gördü; ona
yaklaştı. Saçlarının kıvırcıklarını tutarak:
— Dostum, niye ağlıyorsun? dedi.
“Genç adam gözlerini kaldırdı;
onu tanıdı ve cevap verdi:
— Ben ölmüştüm, sen beni yeniden
dirilttin, şimdi hayatımda ağlamaktan başka ne yapabilirim?
****
Başka bir gün Wilde:
—”Size bir sır söyleyeyim mi?”
diye başlıyordu. Heredia'nın evindeydik. Kalabalık salonun ortasında beni bir
yana çekmişti.
— “Bir sır... ama bunu kimseye
söylemeyeceğinize söz veriniz!...
Biliyor musunuz Hz. İsâ aleyhisselâm annesini niye
sevmiyordu?”
Bu söz, kulağıma yavaş sesle,
nerede ise utançla söylenmişti. Wilde burada küçük bir durak yapıyor, kolumu
yakalıyor, geriye çekiliyor; sonra kahkahalarını koyuvererek birdenbire:
— “Çünkü kız oğlan kızdı!” diyordu. Ruhun ayağını
dolaştıracak olan en garip hikâyelerinden birisini daha anlatmama göz yumulsun
ve Wilde'in kafasından pek az yaratılmışa benzeyen gelişmeyi de anlayabilen
anlasın.
****
“... Sonra Allah Teâlâ'nın Adalet
Evi'nde büyük bir sessizlik oldu.
—
Suçlunun ruhu Allah'ın önünde çırçıplak ilerledi. Ve
Allah suçlunun ömür defterini açtı:
—
Elbette senin yaşayışın çok kötüydü: Sen..(Bunun
arkasından eşsiz suçların sıralanması geliyordu.) Bütün bunları yaptığın için
seni Cehenneme göndereceğim.
—
Beni Cehenneme göndermezsin!
—
Seni niye Cehenneme gönderemiyeyim?
—
ÇÜNKÜ BEN BÜTÜN ÖMRÜMCE ORADA YAŞADIM. BUNUN ÜZERİNE
ALLAH'IN ADALET EVİNDE BÜYÜK BİR SESSİZLİK OLDU.
—
Peki, mademki seni Cehenneme gönderemiyorum, o halde
Cennete göndereceğim.
—
Beni Cennete gönderemezsin!
—
Seni niye Cennete gönderemiyeyim?
—
Çünkü onu hiç gözümün önüne getiremedim! Ve Allah’ın Adalet Evi’ne büyük
bir sessizlik
İndi.
***
Bir sabah Wilde, “düşüncelerini
daha iyi gizlemek üzere güzel hikâyeler yarattığı” için kendisini “kutlayan,
oldukça kalın kafalı bir eleştirmecinin yazısını okumak üzere bana gazeteyi
uzattı... “Sanıyorlar ki, diyordu, her düşünce çıplak doğar”. Hikâyeden
başka türlü düşünensiyeceğime akıl erdiremiyorlar. Heykelci düşüncesini mermere
geçirmeyi aramaz; doğrudan doğruya mermerde, düşünür. “Ancak tunçta
düşünebilen bir adam” vardı. Bir gün bu adamın içine “Bir ân süren zevk”in
heykelini yapmak isteği doğdu. Tunç aramak için yola düştü, bütün dünyayı
dolaştı. Çünkü o, yalnız tunçla ve tunçta düşünebiliyordu.”Ama dünyanın tuncu
bitmişti.
—Bütün bir hayat süren ıstırap—
heykelinin tuncundan başka tunç bulmak mümkün olmadı. Oysaki bu heykeli, o, kendi
elleriyle yapmış ve hayatta biricik sevdiği varlığın kabri üstüne dikmişti. En
çok sevdiği bu gömülü varlığın kabri üzerine, bu heykeli, ölmeyen insan
sevgisine bir işaret ve uzayıp giden insan ıstırabına bir sembol olsun diye
dikmişti. İmdi bütün dünyada bu heykelinin tuncundan başka tunç yoktu. Adam
düşüncesini söyleyemezse çıldıracağını anladı.
“Ve bu ıstırap heykelini —Bütün
bir hayat süren ıztırap— heykelini kırdı, eritti ve onunla zevkin, —Bir an
süren zevkin heykelini yaptı.”
****
Wilde sanatçının kaderine ve
düşüncesinin insandan kuvvetli olduğuna inanıyordu.
— “İki türlü: sanatçı vardır,
diyordu, cevap getirenler ve soru soranlar. Sanatçı cevap verenlerden mi, soru
soranlardan mı olduğunu bilmelidir. Zira soran asla cevap veren değildir.
Bekleyen ve uzun zaman anlaşılmayan eserler vardır. Bunlar henüz ortaya
atılmayan sorulara cevap getirenlerdir.
Çünkü soru cevaptan çok kez korkunç biçimde geç gelir”. Ve daha
ekliyordu:
—”RUH
GÖVDEDE İHTİYAR OLARAK DOĞAR; GÖVDE RUHU GENÇLEŞTİRMEK İÇİN İHTİYARLAR. EFLÂTUN
SOKRAT'IN GENÇLİĞİDİR..” ,
Bundan sonra üç yıl onu görmedim.
Burada acı hâtıralar başlıyor.
Wilde'in başarılarıyla birlikte!
(Londra'da üç tiyatroda birden eserleri oynamaktaydı) bazılarını gülümseterek
öfkelendiren, bazılarını henüz öfkelendirmeyen, ona kötü âdetler yüklemekte
olan, sonu gelmeyen bir dedikodu da yayılıp büyüyordu. Aslında bu âdetleri az
sakladığı, aksine olarak yaydığı ileri sürülüyordu. Kimisi bu hareketleri
cesaretle, kimisi eynisme ile kimisi de yapmacık olarak yaptığını
söylüyorlardı.)(Bu dedikoduları şaşırarak dinliyordum. Wilde ile
tanışalıdan beri, o, beni hiç, hiç bir şüpheye düşürmemişti. Ama, ölçülü
davranarak birçok eski arkadaşları ondan kaçıyorlardı. Onu açıkça
tanımazlıktan geliyorlar, ona rastlamayı da istemiyorlardı.
Beklenmeyen bir karşılaşma
yeniden yollarımızı birleştirdi. 1895'in kasımındaydı. Tasalı bir gönül beni
uzaklara gitmeye sürüklüyordu. Yerlerin yeniliğinden çok, yalnızlık arıyordum.
Havalar çok kötüydü. Cezayir'den Blidah'ya kaçmıştım. Blidah'yı bırakıp
Biskra'ya gitmeğe hazırlanıyordum Otelden çıkacağım sırada işsizlikten gelen
bir merakla yolcu adlarının yazılı olduğu kara tahtaya baktım, ne göreyim?
Adımın yanında —işin tuhafı— Wilde'in adı... Yalnızlığa susamış olduğumu
söylemiştim: süngeri aldım, adımı sildim.
Daha istasyona varmadan, bu
yaptığım işte biraz alçaklık gizli olup olmadığından emin değildim, hemen
geriye dönerek, bavullarımı yukarıya çıkarttım ve adımı tahtaya yazdım.
Kendisini görmediğim üç yıldan
beri (Çünkü bir yıl önce Floransa'da ufak bir karşılaşmayı görüşmek sayamam)
Wilde elbette değişmişti. Bakışlarında daha az yumuşaklık, gülüşünde tuhaf bir
kısıklık ve sevincinde zorakilik vardı. Yaranmak, sevilmek için hem kendisine
güveniyor, hem de buna varmaya az hevesli görünüyordu. Sertleşmiş, irileşmişi,
küstahlığı artmış gibiydi. Ve artık hikâye anlatmaz olmuştu. Kendisi için
kaldığım bu bir kaç gün içinde Wilde'den en ufak bir hikâye söküp alamadım.
İlkin onu Cezayir'de gördüğüme şaşırıyordum:
— “Ha... Çünkü dedi; şimdi sanat
eserinden kaçıyorum Yalnız güneşe tapmak istiyorum... Seziyor musunuz ki güneş
düşünceden iğreniyor; güneş düşünceyi biteviye kovuyor ve onu gölgelere
sığınmağa zorluyor.
Güneşe tapmak, ah! Yaşamaya
tapmaktı. Wilde'ın lirik tapınması azgın ve korkunç oluyordu. Bir kader onu
çeviriyordu. Ondan kurtulamıyor ve kurtulmak istemiyordu. Bütün dikkatini,
faziletini, talihini şiddetlendirmeğe ve kendi kendini kızıştırmaya harcıyor
gibiydi. Zevklere ödeve koşar gibi koşuyordu. “Benim vazifem, olabildiği
kadar çılgınca eğlenmektir.” diyordu. Sonraları Nietzsche beni daha az
şaşırtmıştı, çünkü daha önce Wilde'in:
— “Mutluluk değil! Mutluluk değil,
zevk! Her zaman zevkin en trajiğini istemeli...” dediğini duymuştum.
Cezayir sokaklarında, önünden, arkasından
giden ya da dört yanını kuşatmış bir sürü aylaklarla dolaşıyordu; her biriyle
ayrı ayrı konuşuyor, hepsine sevinçle bakıyor ve parolasını onlara dağıtıp savuruyordu.
—
Bana “Bu şehri iyice baştan çıkardığımı sanırım!”
diyordu. Flaubert'e, en çok dilediği ün hangisidir, diye sorulduğu vakit
söylediği espiriyi hatırlıyorum.
—
“Ahlâk bozanlık ünü!”
Bütün bu şeylerin karşısında
şaşkınlık, imrenme ve korku ile donup kalıyordum. Sarsılan durumunu, ona
karşı beslenen kinleri, saldırışları, atılgan sevincinin altında nasıl kara'
bir tasa gizlediğini biliyordum . Londra'ya dönmekten söz açıyordu; Marquis de
Queensbury ona küfrediyor, meydan okuyor ve onu kaçmakla suçlandırıyordu.
— Peki İngiltere'ye dönerseniz ne
olacak? diye sordum. Göze aldığınız tehlikeyi biliyor musunuz?
— İnsan kendisini bekleyen
tehlikeyi asla bilmemelidir... Dostlarım çok tuhaf; bana ölçüden
bahsediyorlar. Ölçü! Ama benim ölçüm olabilir mi? Bu, gerilemek olur.
Olabildiği kadar ileri gitmem gerek... Daha ileri gidemem... Mutlaka bir şey
olmalı!.. Başka bir şey...”
Wilde ertesi gün gemiye bindi.
Hikâyenin gerisi belli. Bu "Başka şey" Hard labour oldu' [3]
Kaynak:
Burhan TOPRAK, Oscar Wilde Hayatı
Eşsiz Hikâyeleri Ve Cezaevi Anıları,
İstanbul, 1967, s.10-23
“İnsanın kötü huylarıyla erdemleri, sanatçı
için bir sanat hammaddesidir.”
Dorian Gray saf ve yakışıklıdır. Basil
Hallward’a sanatı için modellik rolünü üstlenirken; ressamın hayranlığını
kazanacak, hatta tapınılacak kadar bir güzellikle temsil edilir. Ama kendi
portresi ve şeytanın avukatı rolünü üstlenmiş Lord Henry saflığının
ırzına geçer. Dorian Gray için Gençlik ve güzellik, bu dünyadaki tek erdemdir.
Artık; günah ve kötülük ise zevkin çekim gücüyle hayatının anlamına
dönüşüverir.
“Hissedilerek çizilmiş
her portre ressamın bir portresidir, modelin değil. Modelin orada bulunması
yalnızca resmin yapılmasına yol açan rastlantı, bahanedir. Ressamın gözler
önüne serdiği kişi o değildir; tersine, renkli tuvalin üzerinde açılanan,
ressamın kendi kişiliğidir.”
Dorian Gray de onu tuvale aktaran ressam
için, yalnızca onu yaratıcılığa iten bir güdüdür. Dorian
Gray içinse ihtiyarlaşıp çirkinleştiğinde sonsuza dek genç kalacak bir aynadır
ve Gray ruhunu bile satmaya razıdır o resimle yer değiştirebilmek için. Keşke
sonsuza kadar genç ve muktedir kalacak olan o olsaydı…
“Riyaset
sevdası bir marazdır ki devası yoktur.”
“İnsanlara
hükmetmek, cinsel birleşmekten yetmiş kat daha fazla haz verir.”
Resmine ve iktidarına odaklanan Dorian Gray,
zamanla sonsuz gençlik karşısında ruhun satan ve sonucu olarak portreye her
baktığında ruhunun ölmüş olmasından korkan bir vicdana dönüşür. Vicdanını
yansıtan portre her günahıyla, şeytanın ayak seslerine uydurduğu her melodiyle
daha da çirkinleşmektedir. Portre sahibinin günahlarının alçaltıcı
etkisinin bir simgesidir. Ve resim bekâretini kaybetmiş bir sanat eseri olarak,
bir odaya kilitlenir. Onu tek gören yaratıcısı ve ressamı Basil Hallward ise,
Dorian tarafından öldürülür. Dorian’a
aşık olan kadın (Sibyl) intihara sürüklenir. Artık o emsalsiz güzellik, Londra
sokaklarının en karanlık sohbetlerinin nesnesi olmuştur. Dorian Gray,
Ahlaksızlıklarına rağmen, ama hala yakışıklı kalabilmektedir. Hayat onun için
sanatların en yücesidir. Ancak Dorian bir ölüm makinesi olmuştur.
Wilde diyor ki;
“Benim için, o, “Sadece
hayal dünyası” ise, âlemin de ayni özden olduğunu hatırlamak büyük bir
sevinçtir. Dorian Gray’de, dünyanın büyük cinayetlerinin beyinde olup bittiğini
söylemiştim. Doğrusu her şey beyinde olup biter. Şimdi, gözlerimizle
görmediğimiz gibi, kulaklarımızla da işitmediğimizi, bunların şöyle böyle
doğrulukla, duyularımızdan aldığımız izlemleri götüren araçlar olduğunu
biliyoruz. Gelincik beynimizde kırmızıdır, elma beynimizde kokuludur ve tarla
kuşu beynimizde öter.” [4]
Günümüz insanının beyninde biten hayal,
entrika, hırsalar portredeki gibi açığa salınsa idi ne çok çirkin olurdu.
Dorian gibi insanlar sağduyu yüzünden kaybedeceğim diyerek hayat fırsatlarını
kollamaktadırlar. Ve “Hayat bir
andır. Ötesi yoktur. Bu yüzden onu en
güçlü alevimizle yakıp kül etmeliyiz.” “Hep böyle rahat, genç, zengin
vb. görünemeyeceksek ve kalmayacaksak, yeri geldiğinde günah işlemek, ruhumuzu
Şeytan'ın sunağına yatırmaktan kimlerin haberi olabilir ki, bu halde kalmak için
bir şeyler yapamalı değil miyiz?” Demektedirler.
Al
Capone’nun suç mazeretininde bundan pek farkı yoktur.
“Çocukken
her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an Tanrı'ya bana bir bisiklet
vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını
anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam
yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim. „
İnsanların bir kısmı tüm hayatlarını
özveriyle “Tanrı korkusu ya da daha beteri, rezalet korkusu” duyarak yaşarken, bazıları yalnızca
arzularını yaşayamamaktan korkar olmuşlardır.
Öyle ki gerçekçilik “Hayattan çok daha Tiyatro’da kalmış gibidir.”
Wilde’ın Dorian Gray’in Portre’si toplumun
aykırı saydığı şeyleri, ayıplarını en şahane biçimde bize açıklamaktadır. Bu
romanda memleketin sahne dışında oynanan
tiyatro sahnelerini, erkeklerin ve kadınların yaşam standartlarını, tiyatro da
portakal yemeye zorlanan alt tabaka insanlarıyla aslında geçmişi dikizleyebilen
bir dürbündür.
Dorian Gray’e hayat, aslında kötü giden bir
provadır ve gibi bir an gelir, dayanılmaz bir hal alır. Kendi canına kıymak bir
kurtuluştur. Gerçek şeklini gizlemek adına günahın zehrini içer ve bu
kitap gibi sonu ölümcül bir intihar olur…
Gerçek şudur ki, “Hayatı ahlaksızlıklarla dolu olanın günün
birinde yaptıklarının bir bedeli olacağını bilmelidir.”
“Günahlar
insanı köleleştirir. Özgür, masum, iyi biri olmak için insana kendisinden başka
kimse yardım edemez.”
“Prens’in Açıklanmış Sırları İle İktidâr ” siyasî dehâ Niccoló Machiavelli’(1469-1527)
diyor ki;
“Modern hayatta
insanlar geçmişte olduğundan daha rahat yalan söylüyor. Araştırmalarım,
insanların yalanlarını yüzlerine vurduğunuzda pek de pişmanlık
göstermediklerini ortaya koyuyorlar. Çünkü toplum bunu artık eskisi gibi yadırgamıyor.”
“Yalan işimize yarıyor
Çünkü insanlar kendileri hakkında yalan şeyler duymayı istiyoruz; çok iyi
göründüklerini, bizim onların söylediklerine katıldığımızı, çok başarılı
olduklarını… Yani çoğu zaman sırf kibar olmak ve aradaki ilişkiyi iyi tutmak
için yalan söylüyoruz. Bu tür yalanları insanlar, diğer yalanlardan 10-20 kat
daha fazla söylüyorlar.”
“Bazı durumlarda da
bize diğerlerinin yanında bir avantaj sağladığı için yalana başvuruyoruz;
onları inanmalarını istediğimiz şeye ikna etmek için bunu yapıyoruz. Kısacası
yalan, istediğimizi almak için kullandığımız bir sosyal taktik.”
Yönetmen: Oliver Parker
Ülke: İngiltere
Tür: Dram , Fantastik , Gerilim
Vizyon Tarihi: 09 Eylül 2009 (İrlanda)
Süre: 112 dakika
Dil: İngilizce
Senaryo: Toby Finlay , Oscar Wilde
Müzik: Charlie Mole
Görüntü Yönetmeni: Roger Pratt
Yapımcılar: Paul Brett , Simon Fawcett ,
Alexandra Ferguson ,
Oyuncular: Colin Firth, John Hollingworth,
Caroline Goodall, Nathan Rosen, Jeff Lipman
Özet:
Lord Henry ile Dorian'ın karşılıklı
etkileşimleri, Dorian'ın kendini giderek kötüye, şeytani olana, hazcılığa
adaması filmin eksenini oluşturmaktadır. Son derece saf ve yakışıklı
Dorian'daki değişim, Lord Henry'nin sözleriyle ve Dorian'ın kendi portresinde
kendi güzelliğini keşfetmesiyle başlar. Lord Henry'nin etkisiyle kötülüğün ve
zevkin çekimine kapılan, dünyada gençlik ve güzellikten önemli bir şey
olmadığına inanan Dorian için heyecan, kötülükte ve günahtadır; iyilik ve
erdemse sıkıcıdır, edilgendir. İyiliği temsil eden Basil'in Dorian'a duyduğu
saf tutkuda eşcinsellik öğeleri açıkça hissedilir. Dorian'ın büyük sırrını,
portredeki değişimi gören yalnızca Basil olur. Portreye odaklanan, sonsuz
gençlik karşısında ruhunu satan ve ruhunun ölmüş olmasından korkan Dorian için
kurtuluş var mıdır?
Özellikle bir genç adamın büyümesini,
eğitimini, gelişimini, kendini ve inançlarını keşfetmesini işleyen Dorian
Gray'in Portresi için Oscar Wilde, "bir ruhun hikâyesi' demiştir.
[1]
EŞ'İYA aleyhisselâm: Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700)
tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler
göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib ettirilerek bir ağaç oyuğunda
gizli olduğu halde, ağaçla beraber biçki ile kesilerek şehid edilmiştir. 66
babdan ibaret kitabında İsa'nın geleceğini müjdelediğinden Hristiyanlar
arasında Eş'iyanın İncili diye şöhret bulmuştur. (K. A'lâm)
[2] Hulki
Cevizoğlu: Mu kıtası ile Mayaların bir ilgisi var mı?
(Torun) Osman Mayatepek:
Amerikalının yaptığı araştırma ve Tahsin Bey’in ulaştığı nokta var diyor. Hz.
İsa’nın son sözlerinin ne olduğunu anlayamıyorlar. İbranice değil. “Allah’ım
Allah’ım! Beni neden yalnız bıraktın?” diye anlıyorlar. Aynı şey Maya
diline göre “Fenalaşıyorum fenalaşıyorum! Yüzümü karanlık kapladı” anlamına geliyor. Bu sözler tam Maya lisanı.
Hz. İsa Maya lisanını nerden biliyor? Bu tartışılır tabi ama enteresan bir
nokta. Maya dilinde mesela “lop”, “et” demek. Biz de “lop lop et” deriz demek
ki buradan geliyor. Mesela “ulus” kelimesi... Aynı anlamdadır. Başka bir şey
Arizona’da bir gölün adı “hava-su” Amerikan Kızılderilisi mesela nerden biliyor
bunu?
Hulki Cevizoğlu: Hz
İsa’nın bu sözleri ne manaya geliyor sizce?
Osman Mayatepek: Hz.
İsa’nın on senesinin nerede geçtiği meçhul. Bir teoriye göre Hz. İsa
Hindistan’a gidiyor ve Maya dilini öğreniyor. Gözümüz kapalı böyle bir şeyi kabul etmek zor.
Hz. İsa’nın Hindistan’da ne aradığını ben de düşünemiyorum. Ama Tahsin Bey’in
bir fikri değil, yapılan araştırmayı sunuyor zaten.
Erişim:
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=77793
http://tr.wikipedia.org/wiki/Tahsin_Mayatepek
Hasan Tahsin Mayatepek, Türk diplomat. Soyadının
Mayatepek olmasının nedeni, Maya dilinde tepe sözcüğünün "tepek"
olmasından ileri gelir. Diplomat ve iş adamı Osman Mayatepek torunlarındandır.
[3] Anlattığım
son fıkraları ne düzdüm, ne de bir yanını değiştirdim; Wilde'in sözleri
ezberimde, daha doğrusu kulağımdadır. İlkin, Wilde'ın kendi önünde gerçekten
cezaevini dikilmiş olarak gördüğünü ileri sürmüyorum. Ama birdenbire Oscar
Wilde'ı dâvacılıktan suçlu yerine düşüren ve Londra'yı şaşkınlıklar işinde
bırakıp, altüst eden, hiç beklenilmeyen olayın kendisine büyük bir şaşkınlık
vermediğine inanıyorum. Onu artık sadece bir maskara, bir hokkabaz saymak
isteyen gazeteler, onun savunmasındaki durumu, her türlü mânayı silecek kadar,
keyiflerine göre değiştirdiler. Belki ileride bir gün bu korkunç dâvayı iğrenç
çamurunun altından çıkarmak yerinde bir şey olacaktır.
[4] Kaynak:
Burhan TOPRAK, Oscar Wilde HayatıEssiz Hikâyeleri Ve
Cezaevi Anıları, İstanbul, 1967,s.118
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar