OSİERO NERO ÖLDÜ
1971 yılında Türkiye'de
ilginç bir deneme yaşandı. Meclis’in kabul ettiği, hükümetin yürüttüğü MlT
kanununa uygun olarak yapılan bir istihbarat operasyonu, tüm ayrıntıları ile
halka açıklandı. Kimse daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Bir darbe
hazırlığına MlT hesabına katılmış ve bunları Devlet’in bu işle görevlendirdiği
Teşkilata bildirmiştim. Devlet'in mahkemesinde sanıklar yargılanırken, ülkenin
her yanında, belki de milyonlarca insan, kendi mahkemelerinde, kendi
kanunlarına göre beni yargılıyordu. Herkes için bir sanık konumundaydım.
Toplumun bu konuda kollektif bir deneyimi yoktu. Herhangi bir değer yargısı
oluşmamıştı. Olay ortak şuurlarında gammazlığı hatırlatıyordu. Bu konuda
oluşmuş ortak tavır olumsuzdu. Meselenin temelinde, kanunu çıkaranların, onu
uygulayan siyasi iktidarın, hatta operasyonu bizzat yürüten, MIT’in, yılların
biriktirdiği bir deneyimden mahrum oluşu, herkeste var bizde de olsun diyerek
kurdukları bir teşkilatın somut bir operasyon karşısında nasıl davranacaklarını
bilmemeleri yatıyordu.
Kimliğim açıklandıktan sonra toplumun bütün kesimleri, ülkeyi
yönetenler de dahil, daha önce hiç görmedikleri bir yaratık karşısındaymış gibi
ürkek, itici bir tavır içine girdiler. Davranışları garip bir yaratığı elindeki
sopayla, sağından solundan itekleyerek anlamaya, tanımaya çalışan bir insanı
andırıyordu.
Çoğunluk düşmanlıklarını açıkça ifade ederken, az sayıda insaflı
kişiler tez elden uzaklaşmayı yeğliyordu. işin ilginç yanı, memur olarak göreve
başladığım MlT ilk defa karşılaştıktan böyle bir insana, benzer tereddütlerle
yaklaşıyordu. Kısaca söylemek gerekirse MIT içine bir ajan gelmişti!
O güne kadar çok geniş sayılabilecek bir çevrem vardı. Meslek
hayatımın çileli yılları arkada kalmış, doçent olmuştum. Artık, huzur içinde
yaşayabileceğim bir konuma gelmiştim. Herşey bir anda değişti. Karşılaştığım
olay, bir kaza veya ölüme hiç benzemiyordu. Böyle bir şey, terslik sayılsa
bile, yadırganamazdı. Bir yaşam çizgisi, geçmişinden tamamen kopuk, bir başka
çizgiye dönüşmüştü. Örneği yoktu, geçmişteki deneyimlere bakarak birşeyler
yapmak mümkün değildi. Olay benim için ne kadar bilinmezliklerle dolu ise
başkaları için de aynı ölçüde belirsizdi. MIT bir operasyon içinde çalışan ve
sonra kimliğini açıkladığı bir kişiye nasıl davranması gerektiği hakkında
hiçbir fikre sahip değildi. Birçok yönetici geldi geçti. Hepisinin ortak tavrı,
farklı tonlarda da olsa bu belayı başımıza kim sardı biçimindeydi. Atsam
atamam, satsam satamam, ama varlığına da katlanamam dememeleri, böyle
davranmalarını engellemiyordu.
Yapılacak şey için toplumda örnek bulamayınca, Yaradana
sığınmaktır. Yani onun kurduğu düzenden ilham almaktır. Bir insan ölümden önce
onu bir bitki gibi yaşatan, beyninin en ücra köşelerindeki hayati
fönksiyonlarının kontrolünde son bir yaşam mücadelesi verir. Bu onun son savunma
hattıdır. Ben de toplumsal yaşamımı bitkisel düzeyde sürdürmeye başladım.
Ankara'nın taşralı bir semtinde, ailemin içinde, çevreyle tüm ilişkilerimi
keserek hayatımı sürdürdüm.
Bir ailede çocukların babalarına en çok muhtaç oldukları bir
dönemde onun hastalanması nasıl bir duygu uyandırır bilmiyorum. Böyle bir anda
desteksiz bıraktığı için kızarlar mı?
Yoksa üzüntüleri bu duygunun üstünde midir?
Ya da her ikisi bir arada mıdır?
Üstelik benim düştüğüm durum sadece beni değil onları da hedef
alıyordu. Üstüme atılan okların birçoğu onların yüreklerinde derin yaralar
açıyordu. Onlara duygularını sormadım. Dünyalar kadar sevdiğim bu insanların en
küçük bir sitemlerine bile katlanamazdım. Onlar da bana hiçbir şey
söylemediler.
Kanunun yap dediğini yapmak, bu konuda dünyada nasıl
davranılıyorsa öyle davranmak, hiçbir ahlâki kural çiğnememek, hiçbir yargı
organı tarafından suçlanmamak ama mahkûm edilmek. Kimsenin savunma hakkı bile
vermeden, itebileceği kadar derinlere itmesi bana toplumsal bir haksızlık gibi
göründü.
İlerde okuyacağınız yazılarla, bu sözlerim arasında hiçbir
bağlantı olmadığını biliyorum. Öyleyse bunları niçin anlatıyorum sorusunun
cevabını vermeliyim. Bütün yalnızlık yıllarımı okuyarak ve ülkemin sorunlarını
düşünerek geçirdim. Biraz önceki sözlerim, okuyucuda mutsuz dönemler geçirdiğim
kanısını uyandırdıysa bu doğru değildir. Kendimi hep bir yarışın içinde
hissettim. Bir koşucu yarışmada ciğerlerinin parçalanacağını sanır, acı çeker
ama mutsuz değildir. Sizlerle mutluluğumu paylaşmak için yazıyorum.
Mahir
KAYNAK
12 Mart 1995
İstanbul
12 Mart 1995
İstanbul
Bazı
insanlara göre ülke yöneticileri akşamları "Sabah ola
hayrola, bakalım yarın devran ne gösterecek?" diyerek yataklarına girer,
ertesi sabah, radyo ve televizyonlardan ya da istihbarat raporlarından Dünyada
neler olduğunu öğrenirler ve gerekli politikaları üretirler. Olaylar kendi
dışlarında gelişir, Irak kendi hesapları sonucu İran'a savaş açar ya da Kürtler
bazı haklarının ihlal edildiğini farkına varır, başkaldırır,
Biz böyle
düşünmüyoruz.
Bize göre, özellikle büyük
güçler, son derece karmaşık ve gelişmiş mekanizmalarla Dünya'yı yönlendirirler.
Bu onların her istediğinin olacağı anlamına gelmez. Ya herşeye rağmen hesap
hatası yaparlar ya da karşılarındaki güçler amaçlarına ulaşmalarını engeller.
Ama bu, yön verme iradelerinin ve bunu gerçekleştirecek güçlerinin olmadığı
anlamına gelmez.
Bizim gibilere "komplo
teorisyeni" denir ve bu sözün içinde biraz küçümseme ve alay gizlidir. Biz onlara "köylü" deriz çünkü
köylünün geleceğe ait hiç bir hesabı olamaz. Köylünün elde edeceği şey, hava
şartlarına, sele,
suya, böceğe bağlıdır ve o, bunları çok fazla kontrol edemez. Önüne ne gelirse
ona uygun küçük müdahalelerde bulunur ve kaderine razı olur.
Köylü olmak kolay, komplo teorisyeni olmak
zordur. Hergün,
herkesin ne yapmak amacında olduğunu, bunun için hangi araçları kullanmak
gerektiğini kestirmek gerekir. Köylü gerçekçidir, günü yaşar. Komplo
teorisyenine göre bugün için yapılacak hiçbir şey yoktur. O sürekli geleceği
yaşamak zorundadır.
Biz durmadan senaryo
üretiriz. Türkiye'yi düşünürken Dünyayı, onun içinde Ortadoğu'yu ve bölgenin
köşetaşı olan ülkemize nasıl bir gelecek öngörüldüğünü düşünürüz.
Bu bölgede haritaların
değişeceği sözü aklımıza kırık bir plak gibi takılır kalır. Çünkü bunu
doğrulayan bir sürü işaretler vardır. Küçük parçaları birleştirerek resim yapan
bir çocuk gibi yeni haritayı keşfetmeğe çalışırız. Bu sırada hissettiğimiz
korkuyu, heyecanı ve ümidi bir köylü yaşayamaz. Ona göre önceden bir plan
yoktur ve olmayan şey keşfedilemez.
En
büyük handikapımız bu ülkenin insanı olmak ve onu sevmektir. Bu yüzden,
yaratılışımıza göre, ya kötümser tablolar çizeriz ya da gerçeği aşan iyimser
geleceklerden söz ederiz.
Bunları aşmağa
çalışıyorum ve ülkem için kötü olmayan bir gelecek beklediğimi söylüyorum.
(24.03.1994)
Bize göre
bir ülkenin büyüklüğünün en önemli göstergesi topraklarının büyüklüğüdür. Oysa
Vatikan minicik, İsviçre küçük ama etkili ülkelerdir. Brezilya devasa topraklar
üzerine oturmuş bir ülke olmasına rağmen hiçbir siyasî hesabın içine giremez
bile.
Korkumuz daha
küçülmektir. Tarihi yorumlarken, üç kıtaya yayılmış Osmanlı’nın topraklarını
kaybetmesiyle etkisizleştiğini düşünürüz. Osmanlı’nın dünya üzerinde bir
misyonu ve iddiası olduğunun, başka misyonların bunu tarihe gömdüğünün ve bize
özgü bir iddiamızın kalmadığının farkında bile değiliz. Oysa küçüklüğümüzün nedeni
toprak azlığı değil, kimlik yokluğudur.
Dünyaya
yön veren ülkeler bunun farkındadırlar. Büyüme ve küçülmenin nefes alıp vermek
gibi doğal olduğunu bilirler. Nitekim eski SSCB küçülme vaktininin geldiğini
anlamış, gücünün etkin bir biçimde ulaşamadığı yerleri kendi iradesi ile
bırakmıştır. Ama misyonu sürmektedir. Rusya küçülerek büyümektedir. ABD, çoğunluğun aksini düşünmesine rağmen, dağılmadan
küçülme sürecini, öngörerek, planlayarak sürdürmektedir. Her
ikisinde de ne bir panik söz konusudur ne de tarihin yazgısına karşı gelme
hevesi. Sadece yeniden nefes alacakları güne kadar başkalarının büyümelerini
kontrol altına alma iradesinden söz edilebilir.
Türkiye, geçmişte bu iki büyük gücün etkisininin yoğun
olarak hissedildiği, ancak giderek bunların terkettiği ve özellikle Almanya'nın
yayılmak istediği bir alandadır. Bu yüzden yoğun çıkar çatışmalarına sahne
olacaktır.
ABD ve Rusya, bizi sevdikleri için değil,
sırf Avrupa'nın ve Çin Japon ekseninin alanlarını sınırlamak ve onların
büyümelerinin kendilerini bir daha ayağa kalkamaz hale getirmelerini engellemek
için Türkiye'yi büyüteceklerdir. Bu diğerlerinin aksine büyüyerek küçülmektir.
Kendine özgü misyonu
olmayan, dünyayı anlamayan kadrolarla dolu devlet örgütlenmesine, bu bölgenin
kaderini kimse terketmez. Genişleyen etki alanımıza başkaları damgasını vurur.
Bu yüzden zaten
yasaklarla dolu olein siyaset meydanında, modele uymayanlar gizli ve kanlı
eller tarafından teker teker toplanır. Hiç kimse buna karşı güvenlik içinde
değildir. Sizin davranışlarınız etkilere karşı bir refleksten ibarettir. Sizi
aşan bir akıl çizdiği projeye uygun olarak tuğlaları üstüste dizmektedir.
Bağımsızlığın ve büyüklüğün anlamı bizim bildiğimizden farklıdır ve bu anlamın
göbeğinde toplumsal akıl yatmaktadır.
(16.06.1994)
Eğer bölgedeki
çatışmanın nedenini Araplarla Yahudiler'in inanç farklılıklarına ve bir
karışıklıkla toprak üzerindeki hak iddialarına bağlıyorsanız bir barıştan söz
edebilirsiniz. Oysa böyle bir kavganın Dünyayı ilgilendiren hiç bir yanı yoktur
ve herkes bu hesaplaşmayı sadece seyretmekle yetinir.
Gerçekte Ortadoğu'daki çatışma bölgenin sahip
olduğu petrol ve stratejik konumdan kaynaklanmaktadır ve çatışmanın gerçek
tarafları bunları kontrol etmek isteyen güçlerdir. Yani
büyük güçlerin aklına İsrail mi yoksa Araplar mı haklı sorusu hiç gelmemiştir.
Şu anda ABD ve Rusya,
Müslümanlardaki Yahudi aleyhtarlığının çıkarlarını tehlikeye sokmasını
engellemek için çatışmanın bir ucunda gözüken İsrail'i devreden çıkarmaktadır.
Tavırları herhangi bir taraftan yana olmakla açıklanamaz. ABD kullanacağı
bölgesel gücü yeniden belirlerken, Rusya Orta Asya'ya yönelik ve Türk-İslâm kimlikli,
Rus aleyhtarı bir hareketi önlemek istiyor. Çatışma aynen hatta sınırlarını
genişleterek sürecektir ve bu güçlerin karşısında bölgedeki etkisini artırmak
isteyen, İslâmî siyasî bir araç olarak kullanan Avrupalı güçler olacaktır.
ABD İsrail'i desteklemektedir ama şeriatla
yönetildiği iddia edilen Suudi Arabistan'dan da hiç bir şikayeti yoktur. Oradaki
herhangi bir şeyi değiştirmeye en başta ABD karşıdır ve kimsenin inancına bir
önem atfetmemektedir.
Çatışmanın yeni bölgesel
tarafları da, eskiler devreden çıktıkça başlarını kaldırmaya başladılar bile.
Bir yanda köktendinci denilen, ama siyasî anlam ifade eden yönleri Amerikan
aleyhtarlığı olan grup ve ülkelerle mutedil Islâm sayılan ama İslâmî anlayış
tarzlarından daha önemli yanları ABD ile çatışmamak olan grup ve ülkelerdir.
Önümüzdeki
dönemde bunlar arasındaki çatışmalar Arap-İsrâil kavgasını mumla aratacaktır.
Türkiye,
başkalarının gömdüğü Arap-İsrail çatışmasına iki kürek toprak atarak bir iş
yaptığını sanmaktadır. Oysa
karar vereceği şey bölgede çatışan büyük güçlerden hangisi ile beraber olmanın
çıkarlarına daha uygun olacağıdır. Bu konuda tam bir bilinçsizlik ve şaşkınlık
sergilemektedir.
Olayı bilmek ama yanlış
karar vermek başka şeydir, oyun havası çalarken vals yapmak başka bir şeydir.
Türkiye, oyunun kurallarına kendi isteği ile uymazsa
bililerinin uymaya zorlayacağı şüphesizdir ve her zorlamanın bir hasara sebep
olacağı da apaçıktır.
(17.10.1994)
Arjantin’de Yahudilere
yönelik kanlı saldırıların arkasında İslâmcılar’ın ve onun örgütlü temsilcisi İranın
olduğu söyleniyor.
Güney Amerika, ABD’nin
arka bahçesidir. Genel görünümü, övünmek için biz onlara benzemeyiz dememize
'rağmen ön bahçe Türkiye ile ikiz kardeş gibidir. Darbeler, enflasyon, ekonomik
krizlere yoldaş siyasî bunalımlar ve benzer ideolojilerin özdeş akibetleri!
Che Guevera'yı bir sosyalist kahraman ilan
ederken hemen yanı başındaki ideolog Regis Debrais'nin Guevra öldürülürken otuz yıla mahkum edildiğini ve
halen Fransız güvenlik örgütlerinin
üst kademe yöneticisi olduğunu unuturuz, bize göre mücadeleler ülkeler arasında değil ideolojiler
arasındadır.
Geçmişte dövüşen kapitalizmle sosyalizm idi, şimdi
de İslâm'la hristiyanlığın kapıştığını sanıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra Alman ordularının akıbetini biliriz ama Alman gizli servisinin ve onun
bütün dünyaya yayılmış, bir ordu kadar çok sayıdaki ajanlarının ne olduğunu
merak etmeyiz. Savaş sonunda bir tek kişinin bile Alman gizli servisine hizmet
ettiği için cezalandırılmamış olması ne anlama gelir?
Buradaki
bilgi boşluğunu aklımızla doldurabiliriz: Bu dev istihbarat ağı olduğu gibi
ABD'nin kontrolüne geçmiştir. "Odessa" kod adlı operasyon
Alman gizli servis mensuplarının Güney Amerika'ya taşınması olayıdır. Von Braun
ile füze tekniğini öğrenen ABD, Alman istihbaratının bu çok deneyimli
insanlarından, o güne kadar hiç denemediği toplumları yönlendirme tekniğini
öğrenmiştir.
Bu ileri teknoloji karşısında Güney Amerikalı halk ve yöneticiler,
kızılderililerin göçmenler karşısındaki durumları kadar çaresizdir. Bölgedeki
ABD aleyhtarı hareketler bile yerli değil Avrupa veya Vatikan kökenlidir.
Türkiye'ye bakınız, eski
nazi sempatizanlarının, yenilen ve ezilen Almanya'nın aksine, toplulumuzda ne
kadar önemli roller oynadığını görmüyor musunuz?
Dün
dünyadaki solu bitiren, Türkiye’deki solu SHP gibi bir ucubeye çeviren bu usta
sihirbazlar bugün Dünya çapında yeni bir gösterinin provalarını yapıyorlar. Bu
politikada kullanacakları alet maalesef İslâmdır.
Dün bunlara karşı
çıktığımız için bizi emperyalizmin uşağı ilân edenlerin bugün kâfirliğimizden
söz etmesi mukadderdir. Dün adaleti, sömürüsüz bir düzeni, savunanların
ulaştığı sonuç nasıl karşılarındakilerin zaferi ise, bugün İslâm’ı siyaset
sahnesine sürenler onun hazin akıbetinin hazırlayıcısı olacaklardır.
Iran'lı müslümanlar Aıjantin'e kadar yüzemezler. Mesafe çok
uzak. Dün Dünya sahnesinde sol piyesler oynatanlar aktörlere sakal taktırıyor,
aktrisleri örtüyor.
(28.07.1994)
Türkiye'de sol, biri Kemalist diğeri solcu
iki kimlik taşır. Bu kimliklerden Kemalizm gerçeği, sol yakıştırmayı temsil
eder.
Kapitalist sistemde,
üretime katılanların payı piyasa düzeni içinde belirlenir. Bu payın adaletli ve
isabetli olup olmadığının tartışılması abestir. Ekonomi amaçsızdır. Daha doğru
bir ifade ile, amaç sistemin içinde gizlidir. Ona yön vermeğe çalışmak bozmak
anlamına gelir.
Sol düşünceye göre
üretim toplumsaldır. Tıpkı bir vücudun organları gibi, üretime katılanlar bir
bütün için gerekli ve farklı işlevleri yaparlar. Bunların paylarını matematik olarak
hesaplamak imkansız ve anlamsızdır. Bölüşüm bir amaca yönelik olarak, toplumu
temsil eden devlet tarafından yapılır. Amaç ekonomiyi sağlıklı tutmak ve
sürekli gelişmesini sağlamaktır. Sosyal adalet başlı başına bir amaç değildir
ve yukarıdaki amaca hizmet ettiği ölçüde gereklidir.
Devletin üretim
mallarının mülkiyetine sahip olması bir ilke sorunu değildir. Şartlara göre
tamamen özel teşebbüse bırakılabilir ya da tersine devlet sahiplenebilir.
Üst yapı kuramları, yani
din, hukuk, ahlâk ve benzerleri bir başlangıç değil, ekonomik yapının
belirlediği bir sonuçtur. Hukuka uygun ekonomi ve toplum yapısı olamaz.
Ekonomik yapının belirlediği toplumsal değerler ve kurallar vardır.
Herkesin zannettiği
gibi, özgürlükler insana verilmiş bir konfor aracı değildir. Sistemin
gelişmesini sağlayan temel bir gerekliliktir. Eğer alt yapıdaki gelişmelerin,
genel olarak düzen diyebileceğimiz üst yapıyı değiştirmesi engellenirse, sistem
tıkanır.
Eğer Türk solu solcu olsaydı,
RP'nin başarısı karşısında bugünkü tepkiyi göstermezdi. Çünkü sonuçlar
iradesizdir.
İradede sebeplerdedir.
Sol, tıpkı bir yol mühendisinin önüne çıkan bir dağ karşısında davrandığı gibi
kızmadan, itham etmeden, sorunu çözmelidir. Oysa sergilenen tam bir kemalist
tepki olmuştur.
Kemalist söylem, solu olmazsa, olmaz unsurlarından
koparmış, onu Jakoben ve ittihatçı bir kimliğin içine sürüklemiştir. Mesela
soy farklılıklarının hiçbir anlam taşımadığı sol düşünce, Türkiye'de en şoven
milliyetçiliğin temsilcilerinden biri olabilmiştir.
Şimdi bu sol, yol ayrımındadır
ve iki kimlikten birini bırakmak zorundadır. Sorun, çok iyi bildiği ve sevdiği
Kemalizm’i mi yoksa sadece adını taşıdığı solu mu terk edeceği noktasındadır.
(07.04.1994)
Sorunun cevabı apaçık:
ittihat ve Terakki benzeri bir örgüt, siyasî iktidarın yanında ve hatta üstünde
kararlar alıyor ve onları kendi koyduğu kurallar çerçevesinde uyguluyor. Siyasî
iktidarın bölgedeki ülkelere yaptığı ziyaretler, içeriği ne olursa olsun dış
politikamızda yaprak bile kımıldatmıyor. Herşey, ülkesini içine düştüğü beladan
kurtarmaya belki de yemin etmiş bir grubun kararlarına uygun olarak
şekilleniyor.
Sahnede görülenlerin
dışındaki iki güç, siyasî iktidara kayıtsız, ilgisiz kendi politikalarını
sürdürüyor. Bir taraftan ittihat ve Terakki benzeri örgüt, ülke içinde
Güneydoğu ile simgelenen dış saldırıya karşı sınırsız kuvvet kullanma kararında
olduğunu gösteriyor. Siyasî iktidarlar bile bölgeye, bu gücün izin verdiği
ölçüde ve izin verdiği yerlere kadar gidebiliyor. Başbakan, bölge için karar veren
irade değil; verilen kararları ve yapılan şeyleri kamuoyuna karşı savunma
görevi üstlenen bir basın sözcüsü konumuna düşüyor.
Öte yanda Türkiye'ye
yeni bir kader ve rol biçen ABD ve Rusya, siyasî iktidarın şaşkın bakışları
altında ve onu hiç hesaba katmadan ülkeyi stratejik bir çemberin içine ediyor.
Ekonomi pamuk ipliğine bağlanmış, iç istikrar her an bozulmaya hazır, sıcak bir
çatışmanın bütün gerekçeleri hazırlanmış, uygun bir zaman kollanıyor.
Ülkeyi yöneten güç.
tıpkı geçmişteki benzeri ittihat ve Terakki gibi, kaynağını vatan sevgisinden
alan ama hiçbir biçimde gerekçi olmayan tavrı ile tarihi tekrarlamanın zeminini
hazırlıyor. Dış güç ve dengeler boyutu eksik bir politika, arkasında
vatanseverlerin hayal kırıklığı ile şekillenen harap bir ülke bırakmaya aday
gözüküyor.
Siyasetçiler, bir çözüm
öneremedikleri ya da kendi doğrularını savunacak cesarette olmadıkları için
ateşle oynanan bir oyunda tribünlere doğru çekiliyor. Sonuca katlanmak,
sorumluluk üstlenmekten daha kolay geliyor.
Ana
muhalefet lideri Mesut Yılmaz, Güneydoğu'daki seçimlerde siyasi iktidarın
sonucu kendi lehine çevirebileceğinden şikâyet ediyor. Oysa bölgede seçim
sonuçlarının siyasî iktidarı aşan güçlerce belirleneceğini o da biliyor.
Yüreğinde dağlar kadar büyük bir korku ile gerçek güce karşı çıkamıyor. Çapma
uygun bir rakip olarak siyasî iktidara çatıyor.
Korkuyor
ve karanlıkta türkü söylüyor.
(10.11.1994)
Aralık ayında yapılacak
ara seçimlerde, hükümetin deyimi ile "Meclis'ten kovulan PKK destekçilerinin"
seçilebilmesi için HADEP'in önü açılıyor. Eğer seçilirlerse hemen
dokunulmazlıklarının kaldırılması gerekir. Aksi halde neden DEP'lilerin içerde
tutuldukları sorusu cevapsız kalır.
Siyasî iktidarın
neredeyse bütün davranışları kendi içinde çelişkilerle dolu ve tutarsız.
HADEP'in seçime sokulması sadece bir örnek. Zaten bizim amacımız da ne bu
çelişkileri ortaya koymak ne de bunların düzeltilmesini beklemek. Sadece
ülkemizde sık rastlanan ve sahiplerini bazen en üst düzeylere bile taşıyan bir
davranış biçimini tanımlamak ve halkın buna tepkisini anlatmak istiyoruz.
Türkiye'de
siyasî iktidar ile halk arasında bir temsil ilişkisi yoktur, ikisinin çıkarları
birbirini ile ters yöndedir ve biri diğerinden alabildiği şeyleri kâr
saymaktadır. Halk
siyasî iktidarların kendisinden aldıklarını büyük ölçüde yağmalayacağının
bilincindedir.
Ona göre kural budur ve önünde başka türlü davranacak bir alternatif de
bulunmamaktadır. O yüzden mecbur kaldığı kadarını verir.
Halk,
siyasetçilerin seçim meydanlarında söylediklerinin gerçek olmadığını bilir
ancak bu dalkavuklukları kendisinin hala var sayılmasının bir delili olarak
algılar. Yani haracı dayak yiyerek değil, nazik bir kabadayıya hediye etmiş
gibi verir.
Halk siyasî
iktidarlarda ilke ve tutarlılık aramaz. Kendisine yalan söyleyen komşusu ile dargın
kalabilir ama siyasetçisini alkışlar. Meclise
gönderdiği milletvekillerinin padişah sofraları ile arenada ölümüne döğüşmek
arasında, sofrayı tercih etmesini kınamanın haksızlık olduğunu düşünür.
Türkiye'yi
bu anlayış içinde yöneten hiç kimse yenilgisinde halkını yanında
bulamayacaktır.
Bunu bazen ima yoluyla da olsa, halkın vefasızlığına yoranlar yanılıyor.
Halk yöneticisi ile kendini özdeşleştirmiyor ve yenilgiyi kendisinin saymıyor.
(29.09.1994)
Bir
süre önce Irak istihbaratının ikinci adamı Türkiye üzerinden ABD'ye iltica
etti.
CIA ve MIT'in ortak faaliyeti olarak ilan edilen bu operasyonunun Türkiye
ayağının sembolik olduğunu düşünüyoruz. Ülkemiz bir geçiş yeri olduğu için bazı
ayrıntılarda rol oynamış olabiliriz.
Büyük servislerin
hedeflerini seçerken hiçbir sınır tanımadıklarını, her düzeydeki hatta en üst
düzeydeki yöneticilerin bile bir gizli servisin ağlarına takılabileceğini
görüyouz. Söz konusu somut olayda, diğer ülkelerin gizli servislerini,
özellikle CIA’yı etkisiz hale getirmekle görevli bir kişiyi elde etmenin çok
üstün bir istihbarat tekniği gerektirdiğini görüyoruz. Bir istihbaratçıya göre
teklif ettiğinizde sizi tuzağa düşürmesi en az sizin onu elde etmeniz kadar
güçlü bir ihtimaldir. CIA'nın, hedefi hakkında bu ihtimali bertaraf edecek
kadar çok bilgiye sahip olduğu ve buradan da Irak istihbaratını çok yakından
gözlediği sonucu çıkıyor.
İstihbarat
servisleri elde ettikleri kişileri hemen açığa çıkarmazlar, onları
olabildiğince haber almakta ve operasyonlarında kullanırlar. Ancak kendisinden şüphe edilirse ve tehlikeye düşerse
kaçırırlar. Irak istihbaratının ikinci adamının, çok uzun bir
süreden beri, CIA hesabına çalışmış olması beklenmelidir. Ama asıl önemli olan,
ondan şüphelenildiğini CIA'nın öğrenmiş ve adamını kaçırabilmiş olmasıdır.
Demek ki iltica eden kişi buzdağının sadece görünen kısmıdır.
Bir
servis ne kadar güçlü olursa olsun, bizzat kendisi de bu gibi tehlikelere
açıktır.
Nitekim bir süre önce, Rus ajanlarını takiple
görevli bir CIA mensubunun KGB ajanı olduğu anlaşılmıştır. Dünyanın en güçlü istihbarat
kuruluşlarından biri olan İngiliz Gizli Servisini, KGB, dört üst düzey
görevliyi angaje ederek talan etmişti. Bunlardan
ikisi Rusya'ya kaçırıldığı, biri kimliğini açıklamak koşulu ile serbest kaldı,
dördüncünün varlığı bilinmekle beraber kim olduğu anlaşılamadı ve hatta Ingiliz
Servisinin başı olduğundan şüphelenildi.
Yıllardır istihbaratın
militan takip etmek, rejim muhaliflerini fişlemek olmadığını söyler dururuz.
Bunları söylediğimiz için bizi kınayanlara sadece birkaç örneğini verdiğimiz
operasyonlar en iyi cevap olacaktır. Bu işteki başarının sadece istihbarat
servisinin iyi çalışmasına bağlı olmadığını, devletin dış dünyadaki görünümünün
ve prestijinin de bu konuda etkili olduğunu biliyoruz. Ancak devleti
yönetenlerin istihbaratın ne olduğu konusunda en küçük bir bilgiye sahip
olmadığı ülkemizde, bunların MlT tarafından onlara anlatılması gerektiğini
düşünüyoruz.
(15.12.1994)
Devletin
harcamaları gelirlerini çok aşıyor. Bu süreç hızlanacak ve bütçe
açığı giderek artacak. Bir bilmece kadar karmaşık ayrıntılara girmeden
sonuçlarını söyleyeceğim. Firmalar kendi paralarını mali piyasalarda
değerlendirmeyi, buna karşılık daha yüksek orandaki faizlerle borç almayı
tercih edecek. Böylece vergilerindeki azalma faiz farkını telafi ettikten başka
onlara bir kar bırakacak. Vergiler, bir yıl sonra tahsil edilmesi ve yüksek
enflasyon nedeniyle reel olarak önemsizleşecek. Devlet gelirleri harcamaların
daha azını karşılar hale gelecek.
Eğer Devlet
harcamalarını kısarsa, talep yetmezliği nedeniyle; bugün olduğu gibi,
fabrikalar kapanacak. Harcamalarını artırırsa çok yüksek bir enflasyon
kaçınılmaz olacak. Devlete de dahil olmak üzere hiç kimse yatırım yapamayacak.
Bir tahterevalli gibi,
ekonominin bir ucuna basınca diğer ucundaki kötülükler yükselecek. Yöneticiler
hangi uca basacaklarını bilememenin şaşkınlığım yaşayacak.
Bütün bunlar gerçektir
ama gerçeklerin tamamın bundan ibaret değildir. Şu anda usta bir ressamın
tuvaline attığı, size rastgele gibi görünen boyaları seyrediyorsunuz. İlk
bakışta anlamsız ve çirkin gözüküyor. Oysa bir süre sonra, resim tamamlanınca,
belki de hayran kalacaksınız.
Resimdeki
boşlukların şu renklerle doldurulacağı beklenir: Artık Devlet küçülmek
zorundadır. Bunu kendi rızası ile yapmadığı için mecbur bırakılmıştır. Dış baskılara ek olarak iktisadi yükü
nedeniyle, Güneydoğu sorununa barışçı çözümler arayacaktır. Bütün
bunların ötesinde, şu anda iş dünyasındaki feryatların aksine, ülkede, Türkiye
ölçeğine göre mega boyutlarda bir sermaye birikimi oluşmaktadır. Bu sermaye
nakittir ve muhtemelen yurt dışındaki bankalarda döviz olarak durmaktadır.
Tavrınıza göre sizi ihya edebilir ya da kaderinizle başbaşa bırakıp yaban
ellerde kendine yurt tutar.
Bir ülkede cari işlemler
açığı bir yılda sıfırdan altı milyar doların üstüne çıkarsa ve bu miktar
ödemeler dengenizde büyük bir yer tutmakta ise, bunun adı dış ticaret değil
sermaye transferidir. Geçen yıl böyle olmuştur.
Bir siyaset ve iktisat
ustası ile karşı karşıyasınız. Şapkanızı çıkarın ve önünde eğilin. Bir kaç yüz
milyon dolarla, üstelik bundan kâr sağlayarak, Türk ekonomisine müdahale etmiş
ve ona akmaktan başka çare bırakmadığı bir kanal açmıştır. Neler yaptığını çok
iyi anlıyorum, yapacağını da bekliyordum.
Gümrük
Birliği'ne girmemizin, gümrük vergilerinin kaldırılması nedeniyle sanayimizdeki
korumayı kaldıracağı ve rekabeti sağlayacağı, bu yüzden daha kaliteli malları
ucuz tüketebileceğimiz söyleniyor. Bu saptırılmış bir gerekçedir. Gümrük vergilerinin ve
sanayideki korumanın bütün ülkelere karşı kaldırılması bekleneni daha iyi
sağlar. Ayrıca halkın
daha ucuz mal alacağı da doğru değildir. Gümrük vergilerinden
vazgeçen hükümet, zaten yetersiz olan gelirlerini arttırmak için açığını başka
alanlardan kapatacaktır. Yani mallar ucuzlarken, halkın satın alma gücü
azalacak ve durum değişmeyecektir.
Yalnız bir gerekçe
doğrudur ve doğru olduğu kadar hazindir. Avrupa Birliği, bu anlaşmayı onaylamak
için demokratikleşmeyi ve insan haklarına saygıyı şart koşmaktadır ve siyasî
iktidar bunu yapmaya söz vermiştir. En açık ifadesi ile halk, en doğal hakkı
olan özgürlüklere ancak bu birliğe katılarak kavuşacaktır. Zulümden kurtulmanın
bedeli, Avrupa ile bütünleşmektir.
Böyle bir durumda komlo
teorisyenleri boş durmayacak ve siyasî iktidara şöyle söyleyeceklerdir: Avrupa Birliği'ne girmek sizin hedefinizdir. Halkın, bunu
gönül rızası ile kabul etmeyeceğini biliyorsunuz. Bunca yıldır ülkeyi kan gölüne çevirmenizin, her
düşünceyi ceza tehdidi ile durdurmanızın sebebi halkın, kurtuluşu başka
iradelerde, Avrupa'da aramasını sağlamaktır. Bu siyasî bir şantajdır ve halkına
karşı böyle davranan ilk yönetim sizsiniz. Tehdit altında kabullenilen konumun
bu tehdit kalkınca reddedilebileceğini hesaba katmanız gerekir.
Avrupa ile bütünleşmek
siyasî bir tercihtir ve işin ekonomik yanı nisbeten önemsizdir. Yani daha büyük
bir ekonominin parçası olarak, bu pazarın etkileri ile verimli üretmek, daha
çok üretmek için Avrupa Birliği tek seçenek değildir. Türkiye merkezli, siyasî
desteği ABD-Rusya eksenli bir iktisadi birlik ya da Karadeniz Ekonomik
İşbirliği'nin canlandırılması mümkün olan alternatiflerdir. Bu seçeneklerin
hepsinin halkın önünde tartışılması gerekirdi. Bu konumun, ekonomik boyutu
kadar hatta bundan daha fazla Türkiye'nin siyasî geleceğini nasıl etkileyeceği
tartışılmalıydı. Bu yapılmadı. Halka tek seçenek olarak sunulan Avrupa'yla
bütünleşme süreci bir oldubitti ile başlatıldı.
Bunun dışında anlaşmanın
dengesiz ve aleyhimize olduğu, siyasî iktidarın bir başarı elde etmiş görünmek
için her ödüne razı bir tavır sergilediği apaçık. Ama bunu tartışmayı gereksiz
buluyorum. Biraz sonra ölecekseniz yiyeceğiniz şeyin iyi ya da kötü olmasının
bir anlamı yoktur.
(16.03.1995)
Çocukluğunda, çıplak
ayakla dolaştığı tarlalara fabrikalar kurmayı düşlerdi. Bu arzusu kendisini
mutsuz hissetmesinden kaynaklanmıyordu. Az katıklı ekmeği, ailesinin sevgisi,
okulu yetiyordu ona. Ama sevdiğine bir şeyler vermek isterdi. Ülkesini,
toprağını, çevresini seviyordu. Mutlu yapmak istediği kendisi değildi,
sevdikleriydi.
Başarılı bir öğrenciydi.
Ülkesi onu dost bir büyük ülkeye mühendislik eğitimine gönderdi. Mesleğinde söz
sahibi bir insan olarak geri döndü. Yıllar ona sevgili bir eş, her biri bir
dünya değer iki çocuk vermekle kalmadı, yönetici general, Osiero’yu ülkenin
imarı ile görevli bakanlığa atadı.
Ülkesinde sürekli
törenler yapılırdı. Generali ayakta alkışlar, nutukları dinler gibi görünürdü
ama aklı ya yapılmakta olan bir su şebekesinde, ya da ülkesinin bir yanına daha
ulaşan yollardaydı. Siyaset ona hep yabancı kaldı. Ne sevdi, ne nefret etti,
ilgilenmedi bile.
Devletin verdiği güzel
bir evde otururdu. Ancak ne bu ev, ne de içindekiler insan elinin bollukla ama
hoyratça yaptığı zevksizliklerden değildi. Herşeyde ve herkesde doğanın
güzelliğine eklenmiş bir zerafet vardı.
Bir gün bu küçük ülkenin
dostu büyük ülke ile, diğer küçük ülkelerin dostu öteki büyük ülke arasında
ciddi bir bunalım çıktı. Sonunda Osiero'nun ülkesi, dost büyüğünü değiştirmek
zorunda kaldı.
Yönetici generali,
ayaklanan başka bir generalin askerleri öldürdüler. Şüphesiz başka ölenler de
vardı. Osiero'yu hapse attılar.
Yeni büyük dost ülkenin,
Osiero’nun ülkesinden sorumlu istihbarat görevlisi, Victor Karen yeni atama
listesinden daha büyük atama ile görevlendirilmediğini anladı. Özel hayatında
düzensizlik ve alkole aşırı düşkünlüğü bu küçük ülkenin ötesine geçmesine izin
vermemişti. Kızdı. Küçük ülkedeki birimlere bir şifre göndererek rejimi
güvenceye almak için eski yöneticilerden daha fazlasının bertaraf edilmesini
istedi.
Osiero, teknik bir
konuda da olsa, bakandı. Adil bir mahkemede hızla yargılandı ve üç gün içinde
asıldı.
Osiero'nun karısı,
sevgilerin en güzelini tattığı, ikimiz bir bardağın içindeki su gibiyiz, neresi
ben neresi o bilemiyorum dediği kocasını bir daha göremedi.
Victor Karen o gece
evine gitmek istemedi, sevgilisine telefon etti ve yeni bir seks pozisyonunu
denemeye karar verdi. Yoksa kadını elinde tutamazdı.
Osiero Nero küçük bir
ülkenin büyük bir insanıydı.
Victor Karen ise büyük
bir ülkede küçük insan.
Kaynak: Mahir KAYNAK, Osiero Nero Öldü, Dergâh Yayınları
,1995, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar