OSMAN ŞEMS EFENDİ (1814-1893)
Kādiriyye tarikatının Enveriyye kolunun kurucusu,
şair.
1 Rebîülâhir 1229 (23 Mart 1814) tarihinde İstanbul Sirkeci’de Hocapaşa mahallesinde doğdu. Asıl adı Osman Nûreddin’dir.
Şiirlerinde
önce “Nûrî”, daha sonra “Şems” mahlasını kullanmış ve Osman Şems diye
tanınmıştır.
Maliye
Nezâreti Esham Kalemi hulefâsından ve Nakşibendiyye tarikatı mensuplarından
Münzevî Mehmed Emin Efendi’nin oğludur. Osman Şems, henüz öğrenimini sürdürdüğü
genç yaşlarında evinin yakınlarında oturan İsmâil Efendi adlı bir Nakşibendî
şeyhine mürid oldu.
Yirmi
beş yaşlarında iken şeyhin vefatı üzerine Halvetî-Şâbânî tarikatının
Kuşadaviyye kolunun pîri Kuşadalı İbrâhim Efendi’ye intisap etti.
Bu
yıllarda Sirkeci’de bir tütüncü dükkânı açarak geçimini sağlamaya çalıştı.
Ancak dostlarına ve müşterilere cömertçe ikramları yüzünden altı ay sonra
dükkânı kapatmak zorunda kaldı. Ardından Esham Kalemi’nde kâtip olarak
memuriyete başladı.
1845
yılında bedestende mübâyaa kâtipliğine tayin edildi. Kuşadalı İbrâhim Efendi’nin
1846’da vefatından sonra seyrü sülûkünü tamamlamak için kâmil bir mürşid
arayışına girdiği dönemde, kadılık teklifini reddedip Aksaray
Sineklibakkal’daki evinde Kādî İyâz’ın eş-Şifâǿ adlı eserini istinsah ederek
geçimini sağlayan Kādirî şeyhi Abdürrahim Ünyevî ile tanışıp kendisine intisap etti.
Kādiriyye tarikatının Müştâkıyye kolunun pîri Şeyh Müştak Efendi’nin pîrdaşı ve
Hacı Hasan Şirvânî’nin müridi olan şeyhinin yanında seyrü sülûkünü tamamlayıp
1849’da hilâfet aldı.
“Kādirî-meslek,
Üveysî-meşrep bir gavs” diye tanımladığı mürşidi Abdürrahim Ünyevî 1856’da
vefat etti. Osman Şems Efendi’nin, şeyhinin vefatından sonra doğrudan Kādiriyye
tarikatının pîri Abdülkādir-i Geylânî’nin ruhaniyetinden feyiz aldığı,
dolayısıyla Üveysîlik pâyesine ulaştığı kaydedilir. Nitekim bir şiirinde,
“Gönülde buldum esrâr-ı Üveysî / Üveysîyim Üveysîyim Üveysî” ve “Geçip silk-i
Nakşibend-i velîden / Göründüm Halvetî’den Kādirî’den / Üveysîyim Üveysîyim
Üveysî” diyerek (Osman Şems Efendi Dîvânı’ndan Seçmeler, s. 173-174) bu hususu
vurgulamıştır.
Fatîn
Efendi’nin 1269 (1853) yılında tamamladığı tezkiresinde “Bedesten’de mübâyaa
kâtibi” olarak tanıtılan Osman Şems Efendi, bu tarihten sonra ve muhtemelen
şeyhinin vefatının ardından Darphâne-i Âmire’de arayıcıbaşılık görevine tayin
edildi.
Osman
Şems Efendi 1861 yılından itibaren, Hersekli Ârif Hikmet Bey’in Lâleli
Çukurçeşme’deki evinde toplanan, aralarında Leskofçalı Galib, Koniçeli Kâzım
Paşa, Ziyâ Bey (Paşa) gibi şair ve aydınlarla henüz genç yaşlarda olan Nâmık
Kemal’in de bulunduğu Encümen-i Şuârâ toplantılarına devam etmeye başladı.
Sekiz
ay kadar devam eden bu toplantılar sırasında Nâmık Kemal’in özellikle onun
şiirlerinden etkilendiği kaydedilir. Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile sofasında
medfun bulunan iki kızının, metinleri kendisine ait 1276 (1859) ve 1280 (1863)
tarihli mezar kitâbelerinden bu yıllarda Darphâne-i Âmire’deki görevini
sürdürdüğü anlaşılan Osman Şems Efendi 1863’ten sonraki bir tarihte emekliye
ayrıldı ve Üsküdar İnadiye semtinde Nalçacı Halil Efendi Dergâhı civarındaki
evinde inzivâya çekildi.
1882
yılına kadar süren inzivâ döneminin ardından Hüseyin Vassâf’a göre “mânevî bir
işaretle” Bursa’ya gitti (Sefîne-i Evliyâ, I, 177). On sekiz gün sonra
İstanbul’a dönen, dönüşünde sonraları halife tayin edeceği Bedreddin İzzî
Efendi’nin evinde yine on sekiz gün misafir kalan ve tekrar Bursa’ya giden
Osman Şems Efendi, Bursa ziyaretlerini çeşitli aralıklarla 1889 yılının
sonlarına kadar sürdürdü. Kendisiyle tanıştığını söyleyen Ahmed Sâfî Bey onun
Bursa’da ikamete memur edildiğini yazar (Sefînetü’s-Sâfî, XI, 1325).
Bu
sıralarda hareketleri devletçe izlenen Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemal ile Encümen-i
Şuarâ dönemindeki dostlukları düşünülerek bu mümkün görülebilirse de
ziyaretlerin sık ve kısa dönemli oluşu sürgünlüğün mantığına uymadığı gibi
yakalandığı göğüs hastalığı sebebiyle Bursa’ya gittiğini belirten 1 Zilhicce
1303 (31 Ağustos 1886) tarihli mektubu (İbnülemin, s. 1762) Ahmed Sâfî Bey’in
bu ifadesinin gerçeği yansıtmadığını ortaya koymaktadır. 1890 yılından sonra
İstanbul’dan ayrılmayıp Üsküdar Selimiye’deki evinde müridlerini irşadla meşgul
olan Osman Şems Efendi 18 Cemâziyelâhir 1311 (27 Aralık 1893) tarihinde vefat
etti ve Karacaahmet Türbesi civarındaki aile sofasına defnedildi. Vefatına
Üsküdarlı Mevlevî Talat Bey, “Eyledi Osman Efendi azm-i dergâh-ı bekā” mısraını
tarih düşürmüştür.
Kādiriyye
tarikatının Enveriyye kolunun pîri kabul edilen Osman Şems Efendi’nin tarikat
silsilesi Abdürrahim Ünyevî, Hacı Hasan Şirvânî, Abdülcelîl-i Bitlisî
vasıtasıyla yirmi üçüncü halkada Abdülkādir-i Geylânî’ye ulaşır. Abdülkādir-i
Geylânî’nin “bâzü’l-eşheb” (alaca şahin) diye anılmasına karşılık Osman Şems
mürşidini bir beytinde (“Zerre-i nâçîzi iksîr-i nazarla Şems eder /
Bâzü’l-ebyaz hazret-i Abdürrahîm-i Kādirî”) “bâzü’l-ebyaz” (ak şahin) diye
anmış, kendisi de mensuplarınca “bâzü’l-enver (en nurlu şahin) diye anılmış, bu
sebeple pîri olduğu Kādirî-Üveysî koluna da Enveriyye adı verilmiştir.
XIX. yüzyılın “kâmil, ârif, Ehl-i beyt muhibbi, tevellâ-teberrâ sahibi, zühdden gelip aşkı rehber edinmiş, muhakkik” sûfîlerinden olan Osman Şems Efendi, Kuşadalı İbrâhim Efendi’den gelen melâmet neşvesiyle Üveysîlik meşrebini birleştirmiş, bu sebeple tekke şeyhliğine iltifat etmeyip mensuplarını evinde irşad etmeyi daha uygun bulmuştur. Osman Şems Efendi Şükrü Şehâbeddin, Bedreddin İzzî ve Necmeddin Bekir Sıddık Efendi adlı üç halife yetiştirmiştir. Bunlardan Canbazlar kethüdâsı Şükrü Şehâbeddin Efendi (ö. 1908) mânevî kızı Sadberk Hanım’ın eşidir. Bedreddin İzzî Sirkeci’deki Aydınoğlu Tekkesi’nde şeyhlik yapmış, vefatında (1919) Aziz Mahmud Hüdâyî hazîresine defnedilmiştir. Son halifesi Ispartalı Saatçı Bekir Efendi’dir (ö. 1949). Klasik Türk mûsikisinin önemli icracılarından Bekir Sıtkı Sezgin’in tarikat silsilesi babası vasıtasıyla Bekir Efendi’ye ulaşır. Ayrıca Bursa’da Gazzî Dergâhı şeyhi Ali Sırrı Efendi de Osman Şems Efendi’den hilâfet almış, onun vefatı üzerine Bedreddin İzzî Efendi’ye intisap etmiştir.
Osman
Şems Efendi’nin sûfîliği yanında önemli bir yönü de şairliğidir. Kuşadalı
İbrâhim Efendi’ye intisap ettikten sonra Nûrî mahlasını Şems olarak değiştiren
Osman Şems Efendi’nin şiire çok genç yaşlarda başladığı anlaşılmaktadır. O,
şiiri tasavvufî fikir ve kavramların anlatım aracı olarak gören mutasavvıf-şair
değil vezin, dil, üslûp ve yeni mazmunlar kullanma açısından en az tasavvuf
alanındaki yeri kadar değerli ve önemli bir şair-sûfîdir. Bu bağlamda Osman
Şems Efendi’nin Şeyh Galib’e yakın bir şair olduğu söylenebilir. Hz. Peygamber
hakkındaki, “Tîğ-i şer‘inden hirâsan olmasam ger der idim / Lafzatullāh ism-i
pâkinden bir ismin mazharı” beytiyle, Kerbelâ mersiyeleri onun şiirinin dikkat
çekici örneklerindendir.
Osman
Şems Efendi’nin sağlığında elden ele dolaşıp ezberlenen, ancak çok azı
yayımlanan şiirleri, vefatının ardından halifesi Bedreddin İzzî Efendi
tarafından derlenerek Bursa Gazzî Dergâhı şeyhi Ali Sırrı Efendi hattıyla
hacimli ve mürettep bir divan oluşturulmuştur. Hüseyin Vassâf’ın İzzî
Efendi’nin halifesi Sâdeddin Efendi’nin elinde bulunduğunu söylediği bu
nüshanın daha sonra kime intikal ettiği bilinmemektedir. Şairin müridlerinden
baytar miralayı İbrâhim Bey’e ait, gayri mürettep şiirleriyle diğer eserlerini
içerdiği söylenen, istinsahı 18 Haziran 1929’da tamamlanmış Külliyyât’ın
Yeraltı Camii imamı Hâfız Ali Üsküdarlı ve Fuat Şemsi İnan’da bir filminin bulunduğu,
bir filminin de Süleymaniye Kütüphanesi’ne verildiği kaydedilmektedir (Osman
Şems Efendi Dîvânı’ndan Seçmeler, hazırlayanın önsözü, s. 43). Ancak bugün adı
geçen kütüphanede böyle bir filme rastlanmamıştır. Bir fotokopisini elde eden
Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun verdiği bilgiye göre Külliyyât divanın yanı sıra
Osman Şems Efendi’nin Şem-i Şebistân, Kenzü’l-meânî, Âdâbü’l-mürîd fî
sohbeti’l-murâd adlı eserleri ve bir mektubuyla Abdürrahim Ünyevî ve İzzî
Efendî’nin biyografilerinden oluşmakta, divanda yirmi yedi kaside, 574 gazel,
üç müstezad gazel, on iki murabba, dört muhammes, altı müsebba‘, iki tahmîs,
iki taştîr-tahmîs, dört tesdîs, üç mesnevi, otuz iki kıta, iki tarih, bir
manzum tercüme ve hece vezniyle iki ilâhi yer almaktadır.
Divanın
Yapı ve Kredi Bankası Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi (nr. 435, 514/ 1),
İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı (Osman Ergin, nr. 1810) ve Süleymaniye
Kütüphanesi’nde (Aslan Kaynardağ, nr. 198) dört eksik nüshası bulunmaktadır.
Yukarıda adı geçen eserlerden Âdâbü’l-mürîd fî sohbeti’l-murâd’ın
kütüphanelerde nüshalarına rastlanmaktadır (Yapı ve Kredi Bankası Sermet Çifter
Araştırma Ktp., nr. 434; İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin,
nr. 931, 1441; Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 4031). Kemal Edip
Kürkçüoğlu, Osman Şems Efendi’nin 167 şiirini nesre çevirip açıklamalarıyla
birlikte Osman Şems Efendi Dîvânı’ndan Seçmeler adıyla yayımlamıştır (İstanbul
1966). Şairin hayatı ve şahsiyeti hakkında bir incelemeyi de içeren bu yayında
bazı şiirlerin kısaltılarak verildiği görülmektedir (meselâ bk. 102 ve 119.
şiirler).
Onun
üzerinde Kerbelâ mersiyesi (muharremiyye) yazan Osman Şems Efendi’nin, “Bugün
mâh-ı muharrem vakt-i mâtemdir safâ olmaz” mısraıyla başlayan ve elli bendden
oluşan muhammes mersiyesi Rifâî şeyhi Hayrullah Tâceddin Efendi (Yalım)
tarafından Mersiye-i Cenâb-ı Seyyidü’ş-şühedâ adıyla yayımlanmıştır (İstanbul
1327); mersiyenin Selâmi Şimşek ve Şevkiye Kazan tarafından yapılan Latin
harfli iki neşri de bulunmaktadır. İsmâil Hakkı Bursevî’nin Risâle-i
Hüseyniyye’sinin (baskı yeri ve tarihi yok) sonunda (s. 34-39), “Ey nûr-i
çeşm-i Ahmed-i muhtâr yâ Hüseyn” mısraıyla başlayan kırk beş beyitlik bir diğer
mersiyesiyle, “Dîde-i fahr-i cihân oldu Hüseyn ile Hasan” ve “Nevni-hâl-i
Murtazâ’sın yâ Hüseyn-i müctebâ” mısralarıyla başlayan methiye-mersiye tarzı
iki manzumesi yer almaktadır. Osman Şems Efendi’nin bazı şiirleri ilâhi olarak
bestelenip tekkelerde okunmuştur. Bunlardan bir kısmının notaları Ali Rıza
Şengel’in Türk Musikisi Klâsikleri-İlâhiler koleksiyonu içinde yayımlanmıştır
(I-VII, İstanbul 1979, nr. 55, 527, 835, 879).
BİBLİYOGRAFYA:
Osman Şems Efendi Dîvânı’ndan Seçmeler (haz. Kemâl Edip Kürkçüoğlu), İstanbul 1996, hazırlayanın önsözü, s. 7-53; Divan Edebiyatı Müzesi, Revnakoğlu Dosyaları, nr. A 14; Fatîn, Tezkire, s. 424; Hersekli Ârif Hikmet Bey, Divan (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal), İstanbul 1334, neşredenin girişi, s. 18-19; Ahmed Sâfî Bey, Sefînetü’s-Sâfî, Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü Arşivi, nr. 2096, XI, 1321-1338; Osmanlı Müellifleri, II, 270-271; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ (haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz), İstanbul 2006, I, 171-190; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 1761-1765; Sadettin Nüzhet Ergun, Namık Kemal: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1933, s. 42-44; Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975, s. 237; Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, “Şeyh Osman Şems”, Diriliş, sy. 13, İstanbul 1975, s. 25-28; Selami Şimşek, “Bir Gönül Tekkesi Şeyhi Seyyid Osman Nureddin Şems (ö. 1893) ve Mersiyye-i Cenâb-ı Seyyidü’ş-şühedâ’sı”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 26, Erzurum 2004, s. 119-148; Şevkiye Kazan, “Üsküdarlı Osman Şems Efendi ve Kerbelâ Mersiyesi”, Üsküdar Sempozyumu II: 12-13 Mart 2004: Bildiriler (haz. Zekeriya Kurşun v.dğr.), İstanbul 2005, II, 131-152.
BİBLİYOGRAFYA:
Osman Şems Efendi Dîvânı’ndan Seçmeler (haz. Kemâl Edip Kürkçüoğlu), İstanbul 1996, hazırlayanın önsözü, s. 7-53; Divan Edebiyatı Müzesi, Revnakoğlu Dosyaları, nr. A 14; Fatîn, Tezkire, s. 424; Hersekli Ârif Hikmet Bey, Divan (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal), İstanbul 1334, neşredenin girişi, s. 18-19; Ahmed Sâfî Bey, Sefînetü’s-Sâfî, Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü Arşivi, nr. 2096, XI, 1321-1338; Osmanlı Müellifleri, II, 270-271; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ (haz. Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz), İstanbul 2006, I, 171-190; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 1761-1765; Sadettin Nüzhet Ergun, Namık Kemal: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1933, s. 42-44; Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975, s. 237; Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, “Şeyh Osman Şems”, Diriliş, sy. 13, İstanbul 1975, s. 25-28; Selami Şimşek, “Bir Gönül Tekkesi Şeyhi Seyyid Osman Nureddin Şems (ö. 1893) ve Mersiyye-i Cenâb-ı Seyyidü’ş-şühedâ’sı”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 26, Erzurum 2004, s. 119-148; Şevkiye Kazan, “Üsküdarlı Osman Şems Efendi ve Kerbelâ Mersiyesi”, Üsküdar Sempozyumu II: 12-13 Mart 2004: Bildiriler (haz. Zekeriya Kurşun v.dğr.), İstanbul 2005, II, 131-152.
Ecille-i ricâal-i Kâdirîyye ve Üveysîyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osman
Nûreddin-i Şems (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) Efendi hazretleri’nin 41
beyitten oluşan “gönülden gönüle” redifli gazeli için
Ahmed Sâfî hazine-i irfân’ dır buyurur.
Vahdet-i vücuda dair pek mühim hakâyıkı câmi’dir der Hüseyin Vassaf ve ekler:
Aşk-ı ilahi cidden galeyân edip bu sayede âteşîn
sözler söylemeye başlamış…
Kemal Edib Kürkçüoğlu’na göre şeyhliği şâirliğine
mâye, şâirliği şeyhliğine sâye olmuştur Osman Şemsi (Kaddesellâhü
sırrahu’l azîz Efendimin…
Görünür tâbiş-i dîdâr gönülden gönüle
Berk urur pertev-i envâr gönülden gönüle
Gönülden gönüle yüzünün ışığı görünür sevgilinin
O’nun (yüzünün) nurları şimşek çakar gibi parlar gönülden gönüle
Mütekâbil iki mir’ât-ı musaffâya adîl
Aks eder hâlet-i ahyâr gönülden gönüle
Kirden, pastan arınmış ve birbirlerine denk iki ayna gibi gönülden gönüle
yansır (ahyarın) yaratılıştan hayır ve iyilik üzere bulunanların halleri
Zâkiri vâsıl eder Hazret-i Mezkûr’a tamam
Nûr-ı bâlâ-rev-i ezkâr gönülden gönüle
Yüceliklerde yürüyüp giden zikirlerin nuru gönülden gönüle
Zikredeni, zikirdeki Hazrete kamilen eriştirir
Devr-i sahbâ-yı sürâhî vü piyâle gibidir;
Dökülür neş’e-i esrâr gönülden gönüle
Billur şarap şişesinden, kadehe şarabın devredildiği (döküldüğü) gibi
Yüce sırların neş’esi gönüle gönüle dökülür
Dem-i âheng-i ney-i şâh ile Mansur’a dönüp
Ratb olur sohbet-i ebrar gönülden gönüle
Şah neyin ahengindeki demden Mansur’a dönüp iyilik kötülük kaydından geçenlerin
sohbetleri gönülden gönüle tazelenir.
Şah’ın nefesindeki ahenkten demlenerek Mansur gibi iyilik kötülük kaydından
geçenlerin dostlukları (zaman mekan endişesi olmadan) gönülden gönüle her
an devam eder, kesilmez.
Şah neyinden çıkan tok seslerin ahengindeki nefes ile (Hakkın
sırlarını ifşa ile “Ene’l Hak” makamında şehid olan)
Hazreti Hallacı Mansur’a(ruhaniyetine selam olsun) döndürdü. (Şah ney
akordundan daha tiz ahenge sahip mansur neye düşürdü manası da
mahfuz) Olgun kimselerin sohbeti ta böylece tazelenir gönülden gönüle
Başka dil delme, bu gönlümden alıp cevr okunu
Gezmesin öyle sitemkâr gönülden gönüle
Cevir ve cefa okunu sakın bizim gönlümüzden çekip başka bir gönle atma
Bizim gönlümüzde dursun bu cevir ve cefa oku, eziyet ede ede gezmesin gönülden
gönüle
Zühd ü imânını yağmaya gider ehl-i dilin,
Ateş-i aşk-ı tebeh-kâr gönülden gönüle
Gönül ehlinin imanını ve zühdünü yağmalamak için
Aşkın tebahkar ( yağmalayıcı, harap edici) ateşi, gönülden gönüle gezer
durur
Tâ-müselsel erişip verdi bana feyz-i bekâ
Cezbe-i Ahmed-i Muhtar gönülden gönüle
Ahmed-i Muhtar’ın cezbesi gönülden gönüle aktarılan bir silsileyle beni
sonsuzluğun feyzinden
nasiplendirdi
O bilir Ahmed-i Muhtâr’ı kime erdi ise
İlm-i mahiyyet-i Kerrâr gönülden gönüle
Döne döne savaşan (savaşta hiç durmadan hamle yapan) Ali’nin ilminin
mahiyyetini gönülden gönüle aktarma yoluyla edinen bilebilir Ahmed-i Muhtar’ı
Oldu Mansûr ile ber-dâr ü Feridûn ile katl
Seyr edip neş’et-i ber-dâr gönülden gönüle
Aşk şehitlerinden Hallac-ı Mansur ile asılan, Feridûn ile katlolan
gönülden gönüle asılanlara yetişip seyretti
Lâ mekân olduğu için tutmadı âlemde mekân
Arz ider kendini dildâr gönülden gönüle
Mekandan münezzeh olduğu için alemde kendine bir mekan tutmadı
O sevgili kendini gönülden gönüle arz eder
Her zaman eyleyip bir kisve-i insânı ridâ
Azm ider Hazret-i Settâr gönülden gönüle
Her zaman bir insan suretine bürünüp
Hazret-i Settar ta böylece gönülden gönüle sefere azm eder
Ben ne da’vi edem “ol sırrı Huda bende” deyu
Kendi eyler ânı izhar gönülden gönüle
Benim nasıl “Allah’ın sırrı bendedir” diye bir iddiam olabilir
Kendi bu iddiayı gönülden gönüle açığa vurur durur
Hızr’am ihyâ-yı dil-i mürdelere âb-ı hayât
Saky için eyledim imrâr gönülden gönüle
Gönlü ölülere can veren, hayat suyu olan Hızır gibiyim
Susuzluklarını gidermek için zaman misali geçtim gönülden gönüle
Nâmını feyzim ile münbit olan arz-ı kulûb
Görünür gülşen-i ezhâr gönülden gönüle
Adı her yana yayılan feyzim ile yerin merkezi bereketlendi
işbu sayede nice gülbahçeleri çiçekler görünür gönülden gönüle
Asumânım ki derûnumda nice şems ü kamer
Devreder sâbit ü seyyâr gönülden gönüle
Öyle bir feleğim ki içimde nice güneşler aylar var,
orada sabit duranlar, hareket edenler döner durur gönülden gönüle
Ederim meh gibi şeb-zindeye her şeb işrâk
Feyz-i cân-perver-i eshâr gönülden gönüle
Ruhu besleyen seher vakitlerinin feyzi gönülden gönüle dolaşır da
Gecelerini uykudan kesilip ihya eden her diri gönüllüyü ay gibi aydınlatır
Âb-ı rahmetle ben irvâ ederim her feleği
Rızk-ı maksum ile ikdâr gönülden gönüle
Rahmet suyuyla ben suya kandırırım her feleği
Taksim edilmiş (manevi) rızkın ilahi taksimi ile kudret veririm gönülden
gönüle
Benem ol arz ki tâ zâviye-i kalbimde
Görünür kişver-i Cebbâr gönülden gönüle
Ben öyle bir yeryüzüyüm ki kalbimin bir köşesinden
Cebbar’ın ülkesi (makamı) görünür gönülden gönüle
Nice arş u nice kürsi nice âdem nice devr
Nice bin âlem-i devvâr gönülden gönüle
Nice arş, nice kürsi, nice adem, nice devir, çağ, zaman
Nice nice devreden alemler gizlidir gönülden gönüle
Benem ol maden-esma ki benim gencimden
Verilir gevher-i esrâr gönülden gönüle
O esmâ’nın mâdeni benim ki benim hazinemden
Gönülden gönüle bütün sırların cevheri verilir
Benem ol mahzen-i gencine-i halku icâd
Ederim fiilimi isdâr gönülden gönüle
Yaratılmanın, ortaya çıkmanın hazinesinin gizli kaynağı, mahzeni benim
aslında
Ben fiilimi işlerimi gönülden gönüle ortaya çıkarırım
Fâlik-i habb u nevâ Gâfir u Settâr-ı uyûb
Olurum sun’ ile gir-dâr gönülden gönüle
Gönülden gönüle yaratma sanatındaki kudretle
tohumu çatlatıp yaran, rızkı veren, suçları bağışlayan ayıpları örten
olurum
Mâlik-i dâr-ı celâlem ki celâlimden nihân
Yakaram nar-ı ciğer-hâr gönülden gönüle
Celal diyarının maliki benim ki celâlimden gizlice
Ciğerleri yiyen ateşi yakar yandırırım gönülden gönüle
Zevk-i suzânına hasretle gelir fevc-be-fevc
Bağlanıp sâhib-i zünnâr gönülden gönüle
Zünnar sahibi bile olsa akın akın gelir
Gönülden gönüle yakıcı ateşimin hasretiyle bağlanır
Özge rıdvâna ferâdis-i cemâlem açarım
Nurdan ravza-i gül-zâr gönülden gönüle
Cemalimin Firdevsleri bir başka cennet bir başka rıdvandır
Nurdan (yapılı) gülbahçesinin ravzasını gönülden gönüle ben açarım
Nice ta’rif edeyim vasfını, gel gir gönüle
Ki olur seyri bedîdâr gönülden gönüle
Ben nasıl tarif edeyim onun nasıl olduğunu gel gir gönle
ki apaçık olan (ancak) gönülden gönüle seyredilir
Kûh-sârında gulâmânına Yusuf hayrân
Derd-i aşk ile giriftâr gönülden gönüle
Gönülden gönüle aşk derdine tutulmuşların
Dağının tepesindeki delikanlılara güzellik timsali Yusuf bile hayrandır
Gül-sitânında ki hûrâna Züleyhâ meftûn
Zülf-i sevdâsına bîmâr gönülden gönüle
Gönülden gönüle (var olan) gül bahçesindeki hûriler Züleyha’yı bile
büyülenmiştir
Züleyha bile o hurilerin zülfünün sevdasıyla hasta olmuştur
Nice vildân-ı gül-endâm u ne hûr-ı maksûr
Arz eder bûy-ı semen-bâr gönülden gönüle
Nice gülendamlı cennet hizmetkarları, nice övülmüş huriler
Gönülden gönüle o pek kıymetli kokuyu arz ederler
Sâki-i kevser-i aşkım, kadeh-âşâm-ı rahîk
Kim olur her biri fevvâr gönülden gönüle
Aşkın hayat veren kevserini dağıtırım ki o saf, duru ve kokulu aşk
şarabından kadehinden her kim içerse coşar, taşar gönülden gönüle
Cür’a-çin-i kadehi zümre-i mestân-ı Hudâ
Bâde-i aşk ile ser-şâr gönülden gönüle
Hak şarabıyla kendin geçmişler zümresinden bir yudum alanlar, insanı kendinden
geçiren ilahi aşk ile lebaleb (ağzına kadar) dolarlar gönülden gönüle
Garka-i lücce-i hayret-i ebediyyü’z-zaman
Olamaz fark ile hüşyâr gönülden gönüle
Gönülden gönüle sonsuza kadar hayret denizine dalmışlar
Bir daha kendilerine gelerek bu geçici alemi fark edemezler
Gül-nihâli şecer-i Tûr-ı tecelliye ‘ıyân
Gülleri nâr-ı şerer-bâr gönülden gönüle
O ağacın gülfidanı ki Tur dağında Hakkın nida ettiği tecelli onda apaçık
bellidir
Gülleri kıvılcımlardan bir ateş saçar gönülden gönüle
Seyr-i ruhsârına Mûsî-i hıred âşüfte
Nûr-ı gül-bângine şeb-tar gönülden gönüle
Gönülden gönüle akseden gülbanginin nuru ile
Yüzünün seyrinin derdine düşmüş Hz. Musa’nın aklı başından gider
Nâr-ı gül-geşt-i temâşâ-yı dil-i İbrâhim
Dûdesi berd ü selâm-bâr gönülden gönüle
İbrahimin gül bahçesinde gezinen gönlü
Çırası gönülden gönüle serinlik ve selamet yağdıran ateş içindeydi
Hançer-i hârına kurban ser-i İsmâil
Cümle kurbânına ser-dâr gönülden gönüle
Hz. İsmail’in başı, delici hançerine kurban olsun ki
Gönülden gönüle kurban olanların hepsinin başıdır O
Kasr-ı vâlâsına sadr oldu tamâm mak’ad-ı sıdk
Medd-i nezzâresi dîdâr gönülden gönüle
Sadakat makamının baş köşesine, en yüce köşküne geçti oturdu
Gönülden gönüle sevgilinin yüzünü seyretmektedir sonsuz bir seyirde
Kenz-i mahfîdir, eder vahdet-i zâtiyle zuhûr,
Sırr-ı Mevlâyı cihân-dâr gönülden gönüle
Gizli bir hazinedir amma zatının tevhidiyle zuhur eder
Cihanın sahibi Mevlanın sırrı gönülden gönüle
Yeter ey Şems, yeter lâf ile keşf-i esrâr;
Keşf odur kim gide esrar gönülden gönüle
Yeter ey Şems, yeter bunca laf ile sırları orta yere dökmek, keşfetmek
davası
Keşf odur ki sözsüz ve sessiz gönülden gönüle müphemiyeti giderir ( sırları
gönülden gönüle iletir)
Tarz-ı etvâr-ı hâmûşânede bîsavt u huruf
Vahyolur ma’ni-i güftâr gönülden gönüle
Sessiz sedasız olarak sırları bilenlerin ve söyleyenlerin tavırları tarzı
yine sözsüz sessiz ve harfsizdir. Bu tarz içre sözün özü, anlamı, gönülden
gönüle bildirilir
Gözü, dünyâ mı görür âşık-ı
dîdâr olanın
Dilberi, sen gibi bir mâh-ı
dil-âzâr olanın
Gayre meyli olamaz, aşkın
ile yâr olanın
Yücedir rütbesi mihrinle
hevâ-dâr olanın
Ayağı yer mi basar zülfüne
berdar olanın
Aşk u şevk ile verir cân ü
serî döne döne
Nâr-ı aşkınla yanan,
şem’a-i kâfûr gibi
Sâf eder sînesin âyîne-i
billûr gibi
Cûş eder mevc-i dili,
mevc-i yem-i nûr gibi
Görünür bâng-i “Ene’llâh!”
ile Mansûr gibi
Tutuşur meş’al-i âhı
şecer-i Tûr gibi
Savrulur göklere her bir
şereri döne döne
Sana dil-beste olan, zülf-i
perîşânın ile
Mest olur gerçi mey-i
la’l-i gül-efşânın ile
Hûna âğâşte olur hancer-i
müjgânın ile
Âkıbet yârelenür pençe-i
hicrânın ile
Saplanıp sîh-i gama âteş-i
sûzânın ile
Laht-ı biryâna döner tâ
ciğeri döne döne
Her tecelli kim eder aşk-ı
dil-efrûz-i niğâr
İnleyip bâd açar, la’lini
gül-bâğ-ı bahar
Cûylar girye edip, na’re
urur murg-ı hezâr
Raks eder pîr-i felek vecd
ile bî-sabr ü karâr
Kimi bî-savt ü hurûf ü kimi
pür-nâle vü zâr
Zikr eder Hakk’ı cihân zir
ü beri döne döne
Cezbe-i aşk ile bir âleme
kıldın ki hirâm
Düşdü sermest gönül,
bezmine bî-bâde vü câm
Çeşmime oldu hüveydâ nice
merdân-ı kirâm
Kimi Veys ü kimi Bedr ü
kimisi Şems-i be-nâm
Mevlevî gibi şebistân-ı
mahabbetde müdâm
Şem’inin yanmada
pervâneleri döne döne
Âh kim gerdiş-i dûlâb-ı
cihân gibi, nisâb
Aksine devr ile îdüp yine
cüllâbı serab
Etdi bu bâğda bir serv-i
revânım kem-yâb
Kıldı üftâde-i çâh-ı
çemenistân-ı türâb
Nevh-i nâlemden olup
devrine zencir-i tınâb
Dil ü çeşmin dökülür eşk-i
teri döne döne
Kıldı hasret beni sergeşte
vü mestâne-revân
Nâr-ı firkat dilime açdı
nice dâğ-ı nihân
Başdan başa olup zâr tenim
dîde-i cân
Görmeğe zülfü içinde ruh-i
cânânı ayân
Şems olup, hem-reviş-i mihr
ü meh-i nûr-efşan
Seyr eder çarh ile şâm ü
seherî döne döne
**
Gel gülşen-i tevhide şu
bülbül gibi yâ Hû
Nâlân olub Allah diyelim hû
diyelim Hû
Gözyaş ile gül-bûn-i aşka
verelim su
Giryân olub Allah diyelim
hû diyelim Hû
Mânend-i sabâ nefha edüb
nefha-i Rahman
Olsan çemen-i dilde maârif
ğüli hândan
Bâğ-ı melekûta per açub
etmeğe seyran
Perrân olub Allah diyelim
hû diyelim hû
Bildik ki beka yol bize bu
dâr-ı fenada
Ahvâl-i bekayı görelim
râh-i Hudâ’da
Bildirmeyelim kimseye
esrarı kabâda
Pinhan olub Allah, diyelim
hû diyelim hû
Dergâh-ı Îlâhî’de olub
bende-i ferman
Meydân-ı mahabbetde idüb
zikr ile cevlân
Cezbeyle semâ eyleyelim
vecd ile devran
Gerdân olub Allah diyelim
hû diyelim hû
Emri tutalım eyleyelim
terk-i menâhî
Çıksun feleğe nefsimizin
dûde-i âhı
Tennûr-i gönülde tutuşub
aşk-i ilâhî
Sûzân olub Allah diyelim hû
diyelim hû
Aşk ile yanub yanmayalım
nâr-ı cahîme
Mevt irmeden ivvel girelim
dâr-ı naime
Beyt-i Hak olan zâviye-i
kalb-i selime
Mihmân olub Allah diyelim
hû diyelim hû
Dilden çıkarub meşgale-i
hubb-i sivâyi
Can gözlerin açub görelim
fevk-ı ulâyı
Her yüzde temâşâ edelim
vech-i Hudâ’yı
Hayrân olub Allah diyelim hû
diyelim hû
Envâr-ı tecellîde olub mahv
ü perişan
Fânî olalım tûr-i tecellî
gibi yeksan
Humhâne-i Veysî’den içüb
bâde-i irfan
Sekrân olub Allah diyelim
hû diyelim hû
Bul Şemsi gibi aşk-ı
Muhammed’le delili
Bil âteş ile sırr-ı
gülistan-ı Halil’i
Mûsâ gibi seyr etmeğe
envâr-ı celîli
Pûyan olub Allah diyelim hû
diyelim hû
**
Bir dilde ki zâhir ola envâr-ı Muhammed
Zâhir görünür çeşmine dîdâr-ı Muhammed
Mir’ât-ı mukâbildeki sûret gibi hâmuş
Dilden dile menkûl olur esrâr-ı Muhammed
Zencîr olana cezbe-i Rahmân irer elbet
Sevdâ-yı hum-ı zülf-i siyeh-kâr-ı Muhammed
Elbet olur Allâh evi kâşâne-i kalbî
Bir dilde ki takrîr ola ikrâr-ı Muhammed
Tâ rûz-ı ezel bâd-ı hazân ile dökülmez
Serv-i çemen-i gonca-i gül-zâr-ı Muhammed
Dîvân-ı İlâhî’de dahi bâde-perestdir
Ser-mest-i mey-i sâğar-ı ser-şâr-ı Muhammed
Huccâc gibi kâfilelerle çekilürler
Beyt-i harem-i vuslata seyyâr-ı Muhammed
Gelsün harem-i sîneye pervâne-gönüller
Yandı bu gece şem’-ı şerer-bâr-ı Muhammed
Sıddîk gibi Şems oturur " mak’ad-ı sıdk"a
Kerrâr gibi her kim ki olur yâr-ı Muhammed
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar