PARA-BURJUVAZİ-ZÜHT SEBEBİYLE ORTAYA ÇIKAN ALİNASYON
(yabancılaşma-
yozlaşma)
Burjuva, bütün
üstünlükleri parayla ölçen, paraya bağlayan, insanın bütün imkânlarının ve maddi
manevi güçlerinin paradan kaynaklandığını bilen ve:
“Bu işi yapan paradır, bu
üstünlükleri temin eden paradır, bu değerleri yaratan paradır, ne ben, ne sen,
ne de o!” diyen insandır.
Bu nedenle bir burjuva
olarak ben parayı kendi hayatımın bir aracı olarak görmüyorum; parayla
düşünüyorum, parayı kendi yaşamım olarak duyumsuyorum; çünkü kendim bizzat
paranın aleti, aracı ve parçasıyım. Paranın alinesi, yani para delisiyim.
“Benim param” demiyor, “paranın beni” diyor, öyle demesi de gerek.
Amcam köyümden şöyle bir
misal anlatırdı:
Bir seferinde komşumuzun
evinde ağlama sesi yükseldi. Biz mutlaka komşumuzun hanımının annesi veya
babasının öldüğünü düşündük; zira onlar hasta idiler. Komşumuzun çok fazla
ağladığını duyunca elbiselerimizi giyip taziyede bulunmaya gittik... Eve varıp
içeriye girdiğimizde, avluda oturup toplandıklarını ve ağladıklarını, eşeğin de
bunların ortasında uzanıp yatmış olduğunu gördük... O zaman komşunun eşeğinin
öldüğünü anladık. Sonra komşumuza:
“Ne oluyor, niçin
ağlıyorsun?” diye sorduğumuzda: “Eşeğim öldü” dedi.
Sonra amcam, komşumuzu yatıştırmak için şakayla şöyle demiş:
“DE Kİ EŞEĞİN BENİ ÖLDÜ,
BENİM EŞEĞİM DEĞİL! ÇÜNKÜ EĞER SEN ÖLSEYDİN, O EŞEK PİRESİNİ BİLE ISIRMAZDI...
ÖYLE İSE SEN EŞEĞE AİTSİN, EŞEK SANA AİT DEĞİL.”
Bu da bizlerden bir
kısmının bir tür özel alinasyonu; “eşek sebebiyle alinasyon!”
Ahlakçı sosyalistler
şöyle diyorlardı:
Burjuva para çarpmış kimsedir.
Yani paranın varlığını kendi insanlık özünün varlığının yerinde hissedip
düşünen; mevcut bütün değerleri kendisinin var olmasından değil de aksine
kendisinin varlığında bulan kimsedir!
Kendi sosyal yapımız,
anlaşmamız ve sözleşmemizde de -ince düşünelim, dikkatli olalım- zengine ve
para eşeğine hürmet edip saygı göstermek, fakiri ise aşağılayıp hakir görmek,
hatta elimizin altındaki değersiz bir insan olarak kabul etmek alışkanlığı
vardır. Böyle fakir veya yoksul birisi zengin olduğunda, bizim gözümüzde aziz,
muhterem ve saygıdeğer bir konuma yükseliyor. Bu “para” vasıtasıyla “aline”
olmaktır.
Kur’an’da Allah Teâlâ
faiz hakkında şöyle buyuruyor:
“FAİZ YİYENLER, ANCAK
ŞEYTANIN DOKUNUP ÇARPTIĞI KİMSENİN KALKTIĞI GİBİ KALKARLAR... ” (Bakara, 275)
“Şeytanın dokunup
çarptığı kimse” ifadesinin tam karşılığı şudur:
Şeytan onu deli divane
yapmıştır. Yani para onun varlığına girmiş, para aklını almıştır. Düşündüğü,
hissettiği sadece para olmuştur. Böyle kişilerle ilgili
en iyi misalleri biliyor ve görüyorsunuz. Onların hayatında, ahlakçı sosyalist
ekol veya doktrinlerin burjuvazi hakkındaki ve burjuvazi ve para sebebiyle
meydana gelen insan alinasyonu hakkındaki görüş ve bakış açılarını gözlerinizle
görebilirsiniz. Böyle tipler, ahlakçı sosyalistlerin ideolojisinin gözle
görülür örnekleridir.
İnsan, başka şekillerde
de aline olur:
Benim kendilerini takdir
ettiğim ahlakçı sosyalistler, “zahitliği” de insanı aline yapan sebep ve
etkenlerden sayıyorlar. İslam’da bu hastalıkla ayrıca mücadele edilmiştir.
(Her ne kadar kökünden sökülüp atılmamış ve Hinduizm ve Hıristiyanlığın
etkisiyle İslam toplumlarına sirayet etmişse de) biz bu hastalığı algılayamıyor
ve anlamıyoruz. Avrupalılar iyi anlıyorlar. Onlar görüyorlar ki binlerce
Hıristiyan genç kız, daha gençliklerinin başlangıcında parmaklarına yüzük
takmışlar. Süsleri yok, rahibe olarak örtü takıyor, tespih kullanıyor ve uzun
mavi elbise giyiyorlar. Bu ne demek?
Parmaklarında izdivaç
yüzüğü olan bu hanım kızlar niçin böyledirler?
Onlar İsa ile
evlenmişler, Tanrı ile izdivaç etmişler!
Hâlbuki kız ve erkek
cinsel eğilimi olan ve birbirleriyle evlenmesi gereken birer insandır.
Bilindiği gibi, 2000 yıl önce Filistin’de ölmüş olan bir insanla şimdi Buenos
Aires ve Kuzey İrlanda’da evlenen bir hanım kızın his ve düşünceleri donmuş ve
yakıtı bitmiştir.
Bıyıklı ve sakallı bir
kişinin yerine Tanrı ile evlendiğini ileri süren bir kadın “cin çarpmış”
bir kadındır.
Üç eşeğini kaybeden
adamın hikâyesini duymuşsunuzdur:
Bu adam mescide gider ve
âdet olduğu üzere minberden ilan etmesi için hocadan ricada bulunur. Hoca gönül
ehli birisidir; vaazının sonunda şöyle der:
“Ey cemaat! Güzel sesi
sevmeyen var mı?”
Kutsal bir eşek (zahitlik
taslayan cahil) ayağa kalkar ve:
“Ben” der!
Sonra yine sorar:
“Dünya malından kim
bıkmıştır?”
Başka bir kutsal eşek
kalkar ve:
“Ben” der.
Daha sonra:
“Güzel yüzü kim
sevmiyor?” diye sorar.
Bir üçüncü kutsal eşek
kendisini tanıtır:
“Berbat!”
Hoca eşeğini kaybeden ve
orada bekleyip duran adama şöyle seslenir:
“Her üç eşeğin de
bulunmuştur, al ve git!”
Hafız-ı Şirâzi, zühdün,
aline zahidin beynini nasıl sersem ve budala yaptığını ne de güzel anlatıyor:
“Rintlerin nasihatçisini
ki ‘Tanrının hükmüyle savaşır Onun beynini kurumuş görüyorum; yoksa kadeh
tutamıyor mu?!”
ZÜHTPERESTLİK NİÇİN
ALİNASYONDUR?
Çünkü insanın en temel
fıtratı, özü ve güdüsel boyutlarını yadsıyor veya onu karıştırmaya ya da
bozmaya gayret ediyor. O vakit bu boyutları ve ruhsal organları olmayan insan
artık insan değildir. O ancak melektir. Melek ise kendisini düşünüp hissedemez;
zira melek insan değildir.
Bana göre kimi zaman
inanç insanı aline yapıyor. Bilhassa eski kültürlerde ve Doğu’da insanı
özellikle de inançlarla, “tasavvuf! mezhep ve akımlar”, “riyazet” ve “aşk”
ile aline yapıyorlardı.
“Tasavvuf dini”nde vahdet-i vücut,
“Tanrı” vasıtasıyla insanın alinasyonu dur. Hallac-ı Mansur, kendisini
gerçekten Allah olarak buluyor ve cübbesinin altında Allah’tan başka hiç
kimseyi düşünmüyordu. Yani “Ben Allah’ım!” dediği zaman maksadı, “Ben
yokum, sadece Allah vardır.” demek idi. Böyleleri: “Allah bize
girmiştir.” diyorlardı.
Bir tür itikadi bir sapma
olan böyle bir duygu, insanın kendisini Allah olarak hissetmesine sebep oluyor.
Psikolojide özel bir yeri
olan dinsel delilik, Hafız’ın ifadesiyle şudur:
“Göğsüm “dost” ile öyle
doldu ki
Kendi varlığım kayboldu
içimden”
Böylece aşk da insanı
aline ediyor, yabancılaştırıyor. Sevgili, âşığın müstakil şahsiyetinin ve
ben’inin yerine geçiyor. Âşık kendisini, özünü ve fıtratını onda, maşukta,
sevgilide buluyor. Leyla ile Mecnun öyküsünde okuduğumuza göre büyük hacamatçı,
Leyla’ya bıçağını vurduğunda Mecnun’un feryadı yükseliyor ve Mecnun şöyle
diyordu:
“Korkuyorum hacamatçı,
eğer bana hacamat yaparsan
Neşteri Leyla’nın
damarına vurursun.”
Bundan dolayı alinasyon,
hakiki kişiliğin yok olup bozulması, yani yabancı bir şahsiyetin (insan veya
başka bir şeyin) insana girmesi ve insanın o yabancı kişiliği kendisi olarak
hissedip algılaması halidir. Ne var ki benim söylemek istediğim şey, biz
Doğulular, İranlılar, Hintliler, Afrikalılar ve Müslümanların içine düştükleri
alinasyon, bunlardan daha vahşi, ilkel ve tehlikeli; bunlardan daha açık, gözle
görülür ve daha çok ola gelen alinasyondur. Bu, teknokrasi sebebiyle meydana
gelen alinasyon değildir. Biz makine aracılığıyla aline olmamışız. Makine ve
teknik işin içinde yoktur. Bürokrasi işin içinde yoktur. Az sayıda kurum, az
sayıda memur ve işçi insanı bürokratize edemiyor! Burjuvazi de bizi aline
edecek boyutlarda değildir. Bütün bunların aksine bizim duçar olduğumuz ve
hepsinden daha ağır ve daha tehlikeli olan alinasyon, kültürel alinasyondur.
KÜLTÜREL ALİNASYON NE
DEMEKTİR?
Alinasyonun ne şekilde
olursa olsun insanın, kendisi olarak başka bir şeyi veya kimseyi hissetmesi ve
kendisinin yok olmasından ibaret olduğunu, yani böyle bir insanın kendisi
olarak hissettiği şey, -ister para ve makine olsun, ister 345. gişe olsun,
ister züht ve sevgili olsun, isterse eşek olsun- hiç fark etmez. Sadece şahsına
ve zevke bağlılıkta fark vardır.
Kültürel alinasyonu
anlayabilmek için önce kültürün tanımını bilmek gerekir.
Öyleyse kültür nedir?
Kültürün çeşitli
tanımlarım yapmak istemiyorum. Yapılmış olan tüm kültür tanımlan hemen hemen
söyleyeceğim şu tanıma girer:
Kültür, bir milletin
tarih boyunca biriktirdiği sembol, işaret, âdet, gelenek ve toplumsal hareket
tarzları biçiminde ortaya çıkan manevi, sanatsal, tarihsel, edebî, dinî ve
hissî tezahürlerin toplamından ibarettir. Bu birikimler, o kavmin dertlerini,
istek ve ihtiyaçlarını, sosyal özelliklerini ve ekonomik yapısını izah ederler.
Ben, kendi dinimi, kendi
edebiyatımı, kendi duygularımı, keder ve ızdıraplarımı, dertlerimi ve ihtiyaçlarımı
düşündüğüm zaman, gerçekte kendimi düşünüyorum. Benim bireysel değil, toplumsal
ve tarihsel özüm, bu kültürün doğup ortaya çıktığı kaynaktır. Dolayısıyla
kültür, benim toplumumun, tarihin varlığı olan yapının tecellisidir,
yansımasıdır; fakat özel şartlan olan kendine özgü tarihsel dönemde yer alan,
farklı kökeni olan, maddi, ekonomik ve sosyal yapının meydana getirdiği özel
dertlere, düşüncelere, anlayış ve eğilimlere alışmış bir toplumda birtakım
sahte taktikler, o toplumun kültürünü zihninden siliyor. Sonra başka bir zamana
ve tarihsel döneme, başka bir ekonomik sisteme, başka sosyal ve siyasal bağlara
ait olan kültürü benim kültürümün yerine yerleştiriyor. Artık ben kendimi düşünmek
istediğim zaman, başka bir toplumun kültürünü kendi kültürüm olarak düşünüyorum;
o zaman kendime ait olmayan dertlere muhatap oluyorum. Benim kültürel,
felsefi ve sosyal gerçekliğimle uyuşmayan problemlerden dolayı feryadı figan
ediyorum. Neticede o topluma ve o toplumun sosyal, ekonomik, siyasal ve
tarihsel şartlarına ait olan, bana ait olmayan idealler ve ızdıraplarla
karşılaşıyorum. Fakat o dertleri, ızdırap ve idealleri kendi dert, ızdırap ve
ideallerim olarak görmeye başlıyorum.
Böylece ben, başka bir
kültür vesilesiyle veya sebebiyle aline olmuşum demektir. Siyah derilinin
Afrika’da, Berberinin Kuzey Afrika’da, İranlı ve Hindistanlının Asya’da, kısaca
her birinin kendine has olmasına karşın şimdi bambaşka bir konumları vardır;
fakat bunlar şimdi kendilerinde, kendi dert ve ızdırapları olarak, Ortaçağ’dan,
16. yüzyıl Rönesans’ından, 17. yüzyıl Aydınlanma hareketinden (18. yüzyıl
bilimciliğinden), 19. yüzyıl ideolojiler çağından ve Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarının ardından gelen kapitalizm dünyasından sonraki dert ve eziyetleri
buluyorlar. (s.188-193)
*****
PARA VE ZÜHT
PARA
Her iki konu, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin başından beri mücadele ettiği, Hz. Ali kerremallâhü
vechenin şiddetle savaşını verdiği konulardır. İslam tarihinde İslam’ın doğal
ahlakının temeli, -Hıristiyanlıkta, Ve- dacı ve Budacı dinlerde var olan- aşırı
inziva ve zühde yönelmeyle mücadeleye ve aynı şekilde insani ruhları maddiyata
boğulmaktan kaçındırmaya dayalıdır. Sonra İslam maddi kanaati de övüyor,
destekliyor; ama bugün biz kanaat meselesinin, dünya düşkünlüğünün mahkûmiyeti
ve insan bireyinin paraya yönelmesinin mahkûmiyeti meselesinin dünyadan bir tür
bıkma ve bir tür Hıristiyan, Vedacı, Budist ve Hindu kulların aşırı zahitliği
olduğunu zannediyoruz. Hâlbuki İslam’da maddiyat telakkisinin niteliği, 19.
asır sosyologlarının insanın parayla aline edilmesi hakkında yaptıkları bir tür
tefsir veya yorum olduğunu göstermektedir; çünkü Hıristiyan zahitlerle sufi
meşrepli Hint zahitleri, mutlak anlamda tabiattan bıkkındırlar, mutlak anlamda
maddeden nefret ederler, mutlak anlamda bütün doğal insani güdülerin ezilmesi
gerektiğine inanırlar; ayrıca bütün içgüdülerin öldürülmesi gerektiğine,
insanın, onu kendisine çeken her şeyle bağlarının kesilmesi gerektiğine
inanırlar.
Buda şöyle feryat ediyor:
“Kadın ve evlatla bağı
değil, pekiyi nasıl bir bağı?
Dostla bağı mı? [hayırl ;
bütün bağlarım kes! Bütün anlaşmalarını iptal et, düşündüğün her ne varsa artık
düşünme. Gergedan gibi tek başına sefer yap; hırs gitmiş, arzu gitmiş, aşk
gitmiş, kadın ve evlat düşüncesi gitmiş, dostla bağ gitmiş, ülkeyle bağı
kaybetmiş... Gergedan gibi yalnız başına sefere çık, her türlü bağdan kurtul,
özgürleş! Her türlü bağdan kurtuluş, bu dünyadaki her şeyden ve herkesten her
türlü bağdan kurtuluş... Gergedan gibi tek başına sefere çık!”
Budur mistik Hint
zahitliğinin mesajı. Mesihçi zahitlik ve dünyadan kaçma şöyle diyor:
“Tanrı, bir erkeğin veya
kadının evlendiğini gördüğü zaman ondan ümidi kesiyor; zira insanların
Tanrı’yla evlenmesi gerek.”
Bu ne anlama geliyor?
Tanrı neden kadınla
erkeğin görüşmesi ve evlenmesinden korkuyor?
“Çünkü kadın ve erkek
arasındaki ilk bağın anısı onun zihninde çağrışım yapıyor, o da Âdem ile
Havva’nın bağıdır. Sonra bu iki kişinin evlilik ve bağının ilk başkaldırıyı
meydana getirdiğini ve şeytanın oyuncağı olan Havva’nın Âdem’i isyana teşvik
ettiğini hatırlıyor. Dolayısıyla Tanrı daima, insanlardan, erkek ve kadınlardan
parmaklarında Tanrı ile izdivaç yüzüğünü taşımalarını bekliyor.” Hıristiyan kız kardeşlerin,
bacıların parmaklarında yüzük görürüz. Bu şu demektir:
“Biz artık erkekle
evlenmekten vazgeçtik.” Onlar erkek yerine daha büyük bir aşkla
evlendiler. Hıristiyanlıkta Tanrı, bir insanın başka bir insanla bağını,
bir nimete olan ilgisini kesmesini görmekten mutluluk duyuyor; zira yeryüzünde
her bağ kesme, gökyüzünde bir bağ kurmadır. Bu, Saint Augustinus’un
sözüdür.
Bu tür zahitlik, kanaate
ve İslam Peygamberi, Hz. Ali ve Ebuzer’in altınla yaptığı mücadeleye
dayanmaktan başka bir şeydir. Çünkü başka bir makamda,
Kur’an’ın bütün teveccühünün tabiata olduğunu, maddi nimetlere olduğunu, bütün
ilanının, “Bunca güzelliği, bunca nimeti size bıraktım.” şeklinde
olduğunu görüyoruz. Bunları kim haram kılmış?
Kur’an şöyle diyor: “Gidin,
yeryüzünü, gökyüzünü ve denizi irdeleyin.” Kur’an maddiyatı maruf ve hayır
olarak isimlendiriyor. Fakat başka bir yerde de ahlakımızın temelinin kanaat
üzere, para ve altın biriktirmekten kaçınma üzerine olduğunu görmekteyiz. Bu,
insanın ayni ve maddi hayata ilgisi meselesi değil, para düşkünlüğü
meselesidir, yani 19. yüzyıl ahlakçı sosyalistlerinin bahsettiği hastalık
meselesi.
Sosyalist kime denir?
Sosyalist, ekonomiyi
toplumda asil ve asıl bilen kimseye denir. (Sosyalist), insanlığın bütün alt
yapısını, dinin, mezhebin, maneviyatın, ahlakın, sanatın ve ede-biyatın, yani
her şeyin alt yapısını ekonomi olarak görüyor. Ne var ki yine de bugün insanın en
büyük hastalığının paracılık olduğunu söylüyor. Bunu dünyadan ve tabiattan
bıkmayla, yani zühtle karıştırmamak gerekir. Çünkü İslam ve İslam Peygamberi,
yeryüzünün doğusunun tarihinde ve İslam tarihinde zahitlikle şiddetli bir
savaşını vermiş kimsedir. Abdullah b. Amr b. Âs -Amr b. Âs’ın oğlu-
başka iki kişi ile birlikte Hıristiyan propagandasının tesiri altında
Peygamber’in huzuruna gelerek:
“Biz bütün yaşamımızı,
geçimimizi, paramızı, yani her şeyimizi Allah yolunda bağışlamak istiyoruz.” dediler. Peygamber,
şöyle dedi:
Nereden yiyecek,
geçineceksin? Dediler ki bizim yememiz bir şey değildir; bir günde bir lokma
ekmek veya badem yeriz.
Doğal olarak Peygamber
bunu reddetti ve şöyle dedi: “Ben Peygamberim, yatıp uyuyorum, çalışıyorum,
zevk alıyorum, evleniyorum, yemek yiyorum, mücadelemi yapıyorum, ibadetimi de
yapıyorum. O halde sizin bu işe dalmaya hakkınız yoktur.
Abdullah b. Amr bin Âs
yine bir gün Arabistan’da nüfuzu olan Hıristiyan rehberlerin propagandasının
etkisi altında, Hıristiyanlığın her zaman tebliğ ettiği gibi kendisini şeytanın
ümit kaynağından koparmaya, fikrinin rahatlaması ve Allah fikrinin de bu
durumdan rahatlaması için kendisini hadım etmeye karar verdi. Fakat İslam
Peygamberi onu şiddetle bundan men etti. Bu, İslam Peygamberi’nin başından
beri sahip olduğu korkulardan biri, büyük dünya dinlerini çöküşe ve insanlığı
zillet ve adiliğe sürükleyen zahitlik, ruhbanlık ve inziva ile dünyadan el etek
çekmenin dirilmesi olmuştur.
İslam Peygamberi,
İslam’ın tarihinde, dininde, toplumunda, ümmetinde, bu hastalığın tekrar mantar
gibi çıkıp gelişmesini istemiyordu. Hz. Ali kerremallâhü vechede defalarca züht
düşkünlüğünü aşın bir biçimde tebliğ eden subaylarıyla sürekli mücadele ediyor,
hatta onları iyi yemeye, iyi giyinmeye ve iyi yaşamaya teşvik ediyor. Fakat Hz.
Ali, halife olunca gelince bakıyor ki toplum paracı olmuş. Hakikat
âşıklarının ve Peygamber’in pâk ashabının bir kılıçtan, iman ve paklık dolu
gönülden başka hiçbir şeyleri yokken, şimdi artık o Medine yok; şimdi bütün
dünya malı, savaş ganimetleri, zekât, çok miktarda Medine’ye dökülüyor; maddi
kazanımlar getiren makam ve mevkiler onlara bol miktarda arz ediliyor. Gönüllerinde
paraya, para biriktirmeye, altın biriktirmeye, servet biriktirmeye heves etmek
yeşermiş. Peygamberin bir sahabisi Abdurrahman bin Avf radiyallâhü anh
yayla köşkü yapıyor! Bu, sıra dışı bir olaydır.”.
Peygamber zamanında Halit
b. Velit radiyallâhü anh, Hıristiyan kabile reislerinden birini esir almıştı.
Onu Medine’ye getirmek istiyordu; çok aristokratik bir elbisesi (cübbe veya
entari) olduğunu gördü. Bu elbise, Peygamberin ashabı için o kadar ilginçti ki
önce elbiseyi adamın üzerinden çıkarttı ve bakması için Peygambere gönderdi,
sonra kendisini getirdi. Bütün Araplar ve Peygamber ashabı hayretle bu kumaşa
“ne kumaşıdır” diye dokunuyorlardı! Hz. Peygamber,
“Sad b. Muaz’ın
cennetteki pamuklu elbisesinin veya şalının bundan daha güzel” olduğunu söyledi.
Böyle bir kumaş parçasını
kendileri için seyre değer bulan bu insanlar, yirmi veya otuz yıl sonra şimdi
yeni ortaya çıkmış paraya erişmiş yeni bir sınıf -bugünün deyişiyle
amburjuvaze- meydana getirmişlerdir. İslam toplumunun bir rehber zümresinde
soylu, aristokratik yaşam izleri, aşın tüketim izleri ve paracılık izleri
meydana gelmiş olup artık İslam rehberliği, İslam’ın hakikati, bu öğretinin
ruhu ve manası tamamen paranın altında sönmektedir. Hz. Ali bununla mücadele
ediyor; İslam rehberleri İslam toplumundaki bu taze olayla sert bir şekilde
mücadele ediyorlar; dünyaya yönelme ve tabiata yönelme, yani yeryüzündeki maddi
hayatla değil. Bu ikisinin birbiriyle hiçbir ilgisi yoktur.
Ahlakçı sosyalistler,
yani ekonominin asıl olduğuna inananlar şöyle diyorlar: “Günümüz insanı,
ürettikçe ve servet biriktirdikçe para karşısında bozuluyorlar.”
PARA KARŞISINDA NASIL
BOZULUYORLAR?
Şu şekilde: Tıpkı divane
gibi, tıpkı kendini makine hisseden hasta gibi insan paraya çarpılmış, paracı
oluyor ve kendisini “İNSANİ BEN” yerine “PARA BENİ”, “ALTIN BENİ”,
“ÇEK BENİ”, “POLİÇE BENİ” olarak algılıyor. Ne şekilde?
Ben sağlam ve doğal bir
biçimde insan olduğum zaman, kendimi, irade sahibi, istidat sahibi, özsel
güçler, manevi kuvvetler, büyük maddi ve manevi yetenekler sahibi olarak
hissediyor, algılıyorum, insani sorumluluğumu hissediyorum, imkânlarımı
hissediyorum. Ama ben paracı olduğum için artık kendimde insani duygu, kudret,
imkânlar ve güçlülük hissetmiyor, güçlülük, imkânlar, duygu, değer, erdem,
saygı ve hürmeti -her şeyi- kendi insanlığıma mensup yapamıyorum; bilakis
paraya mensup kılıyorum.
Para tarafından aline
olunan insan, yani para çarpmış olan kişi, kendisi yerine parayı hisseder. Onun
varlığı, mevcuduyla eşittir; kendi yerine mevcutluğunu hissediyor; banka hesap
numarasına baktığı zaman, kendisini aynada gördüğü zamankinden daha çok kendine
dönüyor; aynanın önünde durduğu zaman, ne ve kim olduğu bilinmeyen, hiçbir
zaman düşünmediği ve tanımadığı, hiçbir zaman meşgul olmadığı anlamsız meçhul
bir gölgeyi hissediyor; fakat mevcut banka hesabına baktığı zaman, bütün
varlığını, bütün şahsiyetini bir yerin dünyasında hissediyor.
Niçin?
Çünkü aynadaki o tasvir,
resim veya görüntünün içeriği boşalmış ve onun içine para ve bankasal bir
varlık dökülmüş. Bu yüzden insan altına dönüşüyor; insan çeke dönüşüyor; kredi,
para, bono, poliçe, hisse senedi gibi şeylere dönüşüyor. Bunlar, insanın fıtri
hususiyetlerinin yerini alıyor; öyle ki kişi artık bütün insani erdemleri ona
nispet ediyor. 19. yüzyılda ve o yüzyıldan şu ana kadar -yüz yıl geçiyor-
insanın para düşkünlüğünün anlamı budur. Fakat bu teknik süratle bin yıl
geçmesi gerekir. Günümüz insanı 19. yüzyıl insanından bin kat daha fazla paracı
olmuş, para tarafından çarpılmıştır. 19. yüzyılda kapitalizmin izleri,
paracılığın, parayla aline olmanın ve burjuvazinin eserleri, henüz yeni meydana
gelmişti; ama şimdi kapitalizm zirve noktasını da aşmış durumdadır.
ZAHİTLİK
Zühde yönelme, zahitlik,
insanı kendisine yabancılaştırır.
Neden?
Alinasyon ve kendine
yabancılaşma hastalığına şöyle mana vermiştik:
“İnsanın kendisini tam
anlamıyla hissedip algılamamasına, kendi yerine başka bir şeyi hissedip
algılamasına sebep olan her etken ve her durum.”
İnsan para düşkünlüğü
meselesinde kendini algılamıyor, kendi yerine parayı hissedip algılıyor; kendi
varlığını bulmuyor, kendi yerinde paranın varlığını bulup idrak ediyor. Ancak
zahitlik, yani Katolikliğin tebliğ ettiği ve eski dinlerin tebliğ ettiği züht,
insanın alinasyonunu icat ediyordu; doğrudur da. Tasavvuf bir tür alinasyondur. Vahdet-i vücut,
beşerin en büyük alinasyon hastalığıdır.
Niçin?
Diyor ki: Zahitliğin
hedefi, insandaki (cinsel içgüdüler, şöhret içgüdüleri, servet arzusu, saadet
arzusu, çeşitli zevklere meyil gibi) insani içgüdüleri öldürmek ve bütün bu
muhtelif istidatları, bütün bu çeşitli içgüdü ve dürtüleri tek bir meyil ve
arzuya dönüştürmektir; bütün bu eğilim, arzu, bağ, yetenek ve ihtiyaçlar
zahitlikle tıraşlanıyor, yontuluyor, bütün dal ve yapraklar zahitlik makasıyla
kesiliyor ve bir eğilime, bir bağa dönüşüyor; o bağ da insanın imanı ve
inancıyla bağıdır. Diğer bütün kuvvelerini tatil eden bu insan aline oluyor,
isterse kutsal bir iş vasıtasıyla olsun. Artık doğal insan, Allah’ın
yarattığı gerçek insan değildir. Biz, ne mutlu ki kendi tarihimizde bu
meseleyi Avrupa’da gündeme getiren kimselerden daha iyi örneklere sahibiz.
Bizim Hallaç Mansur gibi vahdet-i vücutçularımız bir insanın zahitlik veya
irfâni bir aşk vasıtasıyla nasıl tam olarak aline olabileceğini göstermektedir.
Hallaç, “Enel Hak” diyor.
Kabul ediyorum ve onun
zamanının hâkim ve fakihlerine hak vermek istemiyorum. Hallaç “Enel Hak” dediği
zaman doğru söylüyor ve ilahlık iddiasında bulunmak istemiyor. Demek istiyor ki
“Ben yokum, sadece Hak vardır.” “Benim bu elbisemin içinde Allah’tan başka
kimse yoktur.” dediği zaman gerçekten bunu hissediyormuş; Tanrı olduğunu
hissediyormuş ve “ben”i hissetmiyormuş. Kendisini Mansur Hallaç’ın oğlu
Hüseyin olarak hissetmiyormuş; kendisini “Allah” olarak hissediyormuş.
Bu göstermektedir ki irfani ve sufiyane zahitlik, gerçekten de kendine özgü
ruhsal bir hastalıktır. Bu hastalık, insanı özel bir duruma dönüştürüyor,
bir fikri insanın insan olmasına dâhil ediyor, bütün beşeri özelliklerini
öldürüyor; insanı olmadığı bir şeye dönüştürüyor; öyle ki artık o kendisini
tanımıyor, hissetmiyor, algılamıyor, kendisine yabancılaşıyor, kendisinin,
özünün yerine “O”nu hissediyor. “O” her kim olursa olsun, bu birey onun
vasıtasıyla aline olmuştur, bu düşünce vasıtasıyla aline olmuştur. BU
YOLLA VAHDET-İ VÜCUT RUHSAL AÇIDAN, İNSANIN BİR DÜŞÜNCEDE, İNSANİ FITRATLA
UYUMLU OLMAYAN GAYR-İ TABİİ, CİNNET GETİRİCİ BİR AŞK VEYA ZÜHTTE BOĞULMASI
VESİLESİYLE YABANCILAŞMASIDIR, ALİNASYONUDUR. O vakit o kişi faraza mutlak
nur da olsa, her halükârda artık insan değildir, her halde aline olmuş olup
kendi vücudunu, endamını, mahiyetini, şahsiyetini idrak etmez, algılamaz;
Tanrı’nın, tabiatın, fıtratının gerektirdiği bütün içgüdüleri, özellikleri,
ilgi ve yetenekleri kaybeder.
Bu yüzden insan bazen
içgüdüleri ezen ve öldüren zahitlik vesilesiyle, bazen de irfani ve sufiyane
aşklar vesilesiyle aline olur, yani “kendi dışında”, kendisi olmayan bir
şeye dönüşür. (s.230-236)
Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, Kendisi
Olmayan İnsan, Fecr Yay.,2010, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar