Print Friendly and PDF

PESSOA PESSOA'YI ANLATIYOR




CAMI AŞTIK

 

İnsan, kapalı bir pencerenin dibinde vızıldayan kör ve nafile bir böcekten başka nedir ki?

 Pencerenin ötesindeki ışık ve ısı odağını içgüdüsel olarak hisseder.

 Ama kördür, göremez; ışıkla arasına giren şeyi de göremez.

 Dolayısıyla, gözü dönmüş bir halde ışığa yaklaşmaya çalışır; ışıktan uzaklaşsa da, pencereden geçerek ona asla yaklaşamaz.

 Bilim bu böceğe nasıl yardım edebilir?

Camın yüzeyinin eğri büğrülüğünü, pürüzlerini keşfedebilir, kimi yerinin daha kaim kimi yerinin daha ince olduğunu, bir yerinin daha kaba başka yerinin daha incelikli olduğunu saptayabilir: Ama kibar filozof, bütün bunlarla ışığa ne kadar yaklaşabilir?

 Gerçekten görebilecek kadar yakın olabilir mi?

 Sanırım dışardaki ışığa kendini fırlatabilmek için pencereyi bir biçimde zorlamayı her şeye rağmen başaran dâhi insan ya da şairdir.

 O zaman da, herkesten çok daha öteye gitmenin sıcaklığını ve sevincini hisseder -ama, o bile, hep kör değil midir?

 Ezeli Hakikat'i gerçekten daha yakından tanıyabilir mi o?

İzin verin, metaforu biraz daha sürdüreyim.

 Kimileri pencereden ters yönde, geri geri uzaklaşır; ve önünde pencereyi bulamayınca, işte, o zaman, "Camı aştık!" diye haykırırlar.

sh:15

**

[Kasım 1907]

DÜŞÜNCELERİME VÜCUT VEREBİLSEYDİM, ONLARA HAYAT VEREBİLSEYDİM

Öyle düşüncelerim var ki, zaman zaman kendimi delirmiş sanıyorum. Bu düşüncelerin derinliklerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum; bunu öğrenmeye çalışacak cesaretim de yok. Yalnızca bunu düşünmek bile beni delirtiyor. Bu düşünceleri analiz etme fikri beni korkutuyor. Çünkü onların tabiatı böyle. Nasıl bir entelektüel baş dönmesi!...

Kinik insan, neşeli bir karamsardır yalnızca. Bu yeter.

Dünkü yemek ne kadar neşeliydi! Amcalar, halalar, kuzenler, erkekler ve kadınlar ne kadar neşe içindeydi; hepsi de ne kadar keyifliydi! Her yerde espri, sevimlilik, içtenlik. Zavallı Kardeş Maurice,  sen de ordaydın; her şey soğuktu, çok soğuk. Zavallı Kardeş Maurice. Deli o. Onunla alay etmeyin.

Kimseyle alay etme, asla kimseyi gülünç duruma düşürme, kalbinin en ücra köşesinde bile yapma bunu. İnsan yaşamı alaya alınamayacak kadar hüzünlü ve ciddidir.

Çocukları eğlendiren basit şeylere, onlarla birlikte gül; ama başka hiçbir şeye gülme!

Düşüncelerime vücut verebilseydim, onlara hayat verebilseydim [...], bu düşünceler yıldızlara yeni bir pırıltı, dünyaya yeni bir güzellik, insanların kalbine de daha büyük bir sevgi eklerdi.

Sh:20

**

5 Eylül 1908

Çılgın gibiyim. Her şeyi anlamak, her şeyi öğrenmek, her şeyi yapmak, her şeyden zevk almak, her şeyden acı çekmek istiyorum, evet, her şeyden acı çekmek. Ama bunların hiçbiri yok, hiç, hiç. Sahip olmak, yapabilmek, hissedebilmek istediğim şeylerin fikri beni mahvediyor. Hayatım uçsuz bucaksız bir düş. Kimi zaman bütün suçları, bütün ahlaksızlıkları, güzel, soylu ve yüce olan bütün fiilleri işlemek, güzeli, doğruyu, iyiyi su gibi bir çırpıda içmek ve sonra da Hiçliğin dingin bağrında sonsuza dek uyumak istiyorum.

Bırakın ağlayayım.

İşte, oturmuş masamda yazıyorum, kalem elimde, vb. ve aniden evrenin gizemi paldır küldür üzerime çullanıyor, duruyorum, ürperiyorum, korkuyorum. O an artık hissetmemek istiyorum, kendimi öldürmek, başımı duvarlara vurmak istiyorum.

Derin düşünebilen insanlara ne mutlu! Ama bu derinlikte düşünmek bir lanettir. Bunu nasıl tarif etmeli? Dehşet üzerine dehşet.

Müzikte biraz vardır bundan; müzikte bu olumlu bir şey olur, onun dişi parçasıdır.

Hiç durmadan beni kıskacına alan korkudan söz etmezlik edemeyeceğim.

Böylece, esrarengiz olan her şey, analize ve esrarengiz olan şeye yönelik tutkumu beslerken, beni ürpertiyor ve korkudan tir tir titretiyordu.

Odamın duvarına yazılı ve henüz fark etmemiş olduğum basit bir kelime odadan koşarak çıkartıyordu beni.

Philosophia prima olan metafizik hariç diğer bütün felsefeler, hoşlandığım inceliklere çok az da olsa yer vermiyorlarsa, onlardaki hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu.

Amaçsızca ve özensizce, rastgele bir şeyin üzerine, öylesine yazdım. Yazar yazmaz da korkudan titremeye başladım; yazmış olduğum kelimelerde hangi gizli anlamın olabileceğini düşünüp duruyordum.

Başka yanlarımın normal olduğunu düşünüyorum. Her normal insandan daha az cesur olduğumu sanmıyorum. Toplum içinde utangaç değildim. Yalnızca meçhul karşısında korku hissediyordum ve yalnızca adı olmayandan çekiniyordum.

Tabiatım gereği esrara ve mistifikasyona, karanlığa ve [...] yönelsem de, yalana eğilimim olduğu sanılmasın. Hayır, bu karakter özelliklerine rağmen, hakikati samimiyetle seviyordum, [...] samimiyetle seviyordum.

Asla bulunamayacak olsa da, hakikate erişmek için en ateşli mücadelenin yürütülmesi benim felsefi arzumdu. Ben bir kuşku-cuydum. Hiç materyalist olmadım, çünkü materyalizm kuşkuyu inkâr eder.

Esrara, gerçekdışına, düşe olan ateşli sevgim, hakikat aşkımla birleşerek, bu dünyanın bütünüyle dışında olan bir şeyi, tamamen öz olan, öz ile özniteliğin [...] olduğu şeyi hakikat ve öz olarak tahayyül etmemi sağlamıştı. Ama hakikatin bir yerlerde, hatta burada bulunabilir olması bana mümkün geldiğinde, bu hakikat ne kadar uzak olsa da, korktum ve [...].

Bununla birlikte, bu dünyanın bir vahiy, bir tezahür olduğuna ve Dionysos'un  (sic) Tanrı hakkında söylediklerinin doğruluğuna inandım: Dionysos'a göre, her şey bize Onu gösterir. (...)

Tabiatımın böyle olduğunu hemen keşfettim: Günün birinden bir hakikati, metafizik bir hakikati keşfedememekten korkuyordum. Bu kaygı neden? Bu beni şaşkına çeviriyordu.

Skolastiklerin teorilerine hayrandım. Örneğin skolastik felsefede, bir yerlerde şu soru sorulur: "Fahişe, Tanrı'nın lütfü sayesinde bakireliğine tekrar kavuşabilir mi?" Ben ki ne Tanrı'ya ne lütfuna inanırım, bu soru üzerinde uzun uzun ve ciddiyetle ne kadar çok düşündüm! İfade edildiğinde muhteşem gelen, incelendiğinde saçma olan bu soruyu, kendi gözümde asla yeterince gülünç ya da çılgın konuma düşüremedim. Onu, genel hakikatin karşısında, mutlağın içinde de kabul edemedim. Daima nispi şekilde, (hiç tarihçi olmasam da) döneminin bağlamı içinde gördüm. Bana daima şu koşullara tabi gözüktü: Öncelikle, Tanrı'nın lütfunu ve yeryüzündeki etkinliğini, kısacası kilisenin bütün teorilerini doğru kabul etmek ve ardından sorunu bu çerçeveye yerleştirip incelemek.

Ben Heraklitos'u şefkatle sevmedim mi? Şeylerin var olmadıklarını ama ezelden ebede oluştuklarını ilk kez okuduğumda büyük bir sevince kapılmadım mı? Evet! Ama ben. Platon'un Theaetetus'ta bu fikri çürütüşüne de aynı derinlikte ve aynı samimiyetle değer verdim. Hakikat karşısında insan aklının zaaf ve güçsüzlüğünü kanıtlayarak insan aklına karşı ileri sürülen kanıt ve argümanlara hayranlık besledim, onların tadını çıkardım. Bunları neden bu kadar güçlü bir şekilde arzuladım? Herhangi bir Tanrı'yı yüceltmek için mi? İnsana kendi haysiyetsizliğini hissettirmek için mi? Onun başka bir yaşamı, daha iyi bir yaşamı arzulamasını sağlamak için mi? Hayır, hiçbiri değil. Neden o halde? Geç dönem sofistleri arasında yaşamıyordum ve bende Protagoras'ın zekâsı yoktu.

Dünya benim için neydi? Hiç, sıfır. Ama yine de esrar dolu bir sıfır. Bir hiçlik, ama adsız bir hiçlik. Dünya bana böyle belirdiğin-den, onu belirsiz, bilimi ise imkânsız bir şey gibi göstermeyi her şeyden çok arzuluyordum.

Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse, bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil, bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.

Hayalperest birinin kişiliğinde kimi özellikler saptanır: Örneğin aseksüelliği ya da paraseksüelliği aşikârdır. Şeylerin normalliğine ve gerçekliğine meydan okumadaki yetersizliğini bunlar bariz bir şekilde yansıtır.

[Günümüzün psikoloji bilimi işte insanı böyle tarif ediyor:] "İnsan irrasyonel bir hayvandır." (...) Psikolojinin bu temel kavramına bu bilimin özel bir bölümü olan psikiyatri iki kavram ekler. İlki -ki bu biyolojiden çıkarsanabilir, ama psikiyatrlar bu durumu biyolojiden bağımsız saptamışlardı-, manevi yaşamda cinselliğin başat önemidir. Gerçekten de psikiyatri, ruhsal bölünmenin neredeyse her zaman cinsel sapmaya eşlik ettiğini ortaya koyar. Neredeyse her zaman mı? En yeni psikiyatri teorisinin bu soruya cevabı, her zamandır. Freud ve öğrencileri, "psiko-analiz" (sic) çerçevesinde, bütün psikozların cinsel kökeni olduğunu ileri sürerler. Bu doktrin doğru olsa da olmasa da, cinselliğin ruhsal olguları fiziksel olgular kadar -hatta belki de daha fazla- yönettiği, bir delinin ya da dejenere birinin zihinsel tezahürleri analiz edildiğinde bunun öneminin açıkça ortaya çıktığı kesindir.

Genel psikolojik kültürün psikiyatriye borçlu olduğu ikinci fikir, ruhsal bir üstünlük saptandığında, buna her zaman ruhsal bir sapmanın eşlik ettiği, her yüksek varlığın hasta olduğu ya da daha açık seçik terimlerle, normal-üstü kişinin aynı zamanda anormal olduğudur. Bu fikir, örneğin [kriminalist] Lombroso'da olduğu gibi, aşın ve saçma yorumlara varmıştır; ama günümüzde bunun öz olarak doğruluğundan ya da uç bir varyasyonun uyumsuzluğa yol açtığından kimsenin kuşkusu yoktur.

Şimdi ne tür bir insan olduğumu söylemem gerek. Adımın önemi yok; keza kişiliğime dair her türlü dışsal ayrıntı da önemsiz. Karakterimden söz etmek istiyorum.

Zihnim baştan sona kuşku ve tereddüt dolu. Benim için hiçbir şey olumlu değil, olamaz da. Her şey etrafımda salınıyor, ben de onlarla birlikte -tam bir belirsizlik içinde- salınıyorum. Benim gözümde her şey tutarsızdır, değişir. Her şey esrardır ve her şey anlam yüklüdür. Her şey "meçhul" dür; Meçhulün sembolüdürler. Sonuç, dehşet, esrar, fazla zekâdan kaynaklı korkudur.

Doğal eğilimlerimin, çocukluğumun geçtiği ortamın, bu aynı eğilimlerin beni yönelttiği öğrenimin etkisi sonucunda, bütün bu nedenlerle, içedönük bir karakterim vardır; kendi içine kapalı ve suskun bir karakter; kendine yeterli değil, daha ziyade, kendi içinde kaybolmuş. Pasiflik ve hülya dolu bir yaşamdı benimkisi. Karakterimi bütünüyle niteleyecek olan şey, önemli eylemlere girişmekten ve fikirleri enine boyuna tasarlamaktan duyduğum tiksinti, dehşet ve imkânsızlıktır. Beni ben yapan her şeye, fiziksel düzlemde de zihinsel düzlemde de bunlar nüfuz eder. Asla özgür irademle bir karar alamadığım gibi, bilinçli bir irade sahibi olduğumu da gösteremedim. Yazdığım hiçbir şey asla tamamlanmadı; tek sınırı sonsuzluk olan olağandışı fikir çağrışımlarının, asla dışlayamayacağını yeni düşüncelerin hep araya girdiğini görüyordum. Herhangi bir şeyi tamamlama fikri karşısında duyduğum tiksintimi aşacak halde değilim. Tek bir şey, yalnızca tek bir şey on binlerce düşünce doğuruyor ve bu on binlerce düşüncenin içinden on binlerce çağrışım filizleniyor... Bunları ortadan kaldırma, kesintiye uğratma veyahut bunlardaki önemsiz ayrıntıların yitip gideceği tek bir ana düşünce halinde toparlama isteğim hiç yok. Bu fikirler beni baştan sona kat ediyorlar; onlar bana ait değil, beni kat ediyorlar. Ben düşünmüyor, düşlüyorum; esinli biri değilim, sayıklıyorum. Resim yapabilirim, ama hiç resim yapmadım; müzik besteleyebilirim, ama tek bir şey bestelemedim. Sanatın üç alanındaki tuhaf kavrayışlar, imgelemin büyüleyici atılımları beynime şöyle bir dokunup geçiyor; ama ben onları eceliyle ve huzur içinde ölene dek beynimde uyuklamaya bırakıyorum, çünkü onlara vücut verecek, onları dış dünyanın nesnelerine dönüştürecek gücüm yok.

Benim öyle bir karakterim var ki, her şeyin başından da sonundan da nefret ediyorum, çünkü bunlar gayet belirgin noktalar.

Felsefenin ya da bilimin en yüksek, en soylu problemlerine bir çözüm olabileceği fikri beni üzüyor; tanrı ya da dünya konusunda herhangi bir şeye karar verilebileceği fikri karşısında dehşete kapılıyorum; en önemli projelerin gerçekleşeceği, insanların günün birinde mutlu olacağı, insanlığın musibetlerine çare bulunacağı fikri bile beni deli ediyor. Yine de kötü ya da acımasız biri değilim; ben deliyim, hem de tahayyül edilmesi güç bir deliyim.

Açgözlü ve ateşli bir okur olsam da, okuduğum kitapların hiçbirini hatırlamıyorum; okuduklarım benim kendi ruh hallerimdi, düşlerdi, daha doğrusu düşe teşviktiler. Olaylardan, dışsal şeylerden bende kalan anı bile muğlaktır, tutarsızdır. Geçmiş yaşamımdan bana ne kadar az şey kaldığını saptadığımda ürpe- riyorum. Ben ki geçip giden günün bir rüya olduğunu söylerim, kendim bu geçici günün herhangi bir şeyinden bile azım.

Bir türlü gerçekleşmeyen ya da gerçekleşmesindeki kusurların bana hiç durmadan eziyet verdiği bu öznel misyondan hiç tereddütsüz ve kaygısız kurtulmayı; ve tamamlanmış bir görevin bilincini -pişmanlıkla özlem arasında- dünyanın bir parçası gibi ruhumda taşıyarak, herhangi bir yerde, bir çınarın ya da sedirin gölgesinde sakin sakin uyumayı ne kadar isterdim.

Ama etrafımda gördüklerim, ruhumun ahlak duyum karşısındaki yeni görevlerini, yeni sorumluluklarım bana günbegün belirtiyor. Hicivler yazan [kalem], benim içimde, bütün öfkesiyle her saat doğuyor. İfade gücüm anbean eksiliyor, iradem yitiyor. Zamanın tehditkâr ilerleyişini anbean hissediyorum. Anbean kendimi görüyorum; başarısızlığa uğramış tammsız bir özlem içinde atıl halde duran, çoktan ölmüş, çoktan pörsümüş bir kalbi, şarkı söylemeyi bilememiş bir ruhu, hareketsiz ellerim ve kederli bakışlarımla soğuk toprağa doğru götürürken görüyorum kendimi.

Ağlamıyorum bile. Nasıl ağlarım? Çalışabilmek isterdim, hararetle çalışabilmek; böylece bu vatan, sizlerin farkında bile olmadığınız bu vatan, benim onu düşündüğüm andaki duygularım kadar büyük olurdu. Hiçbir şey yapmıyorum. Vatanımı seviyorum, insanlığı seviyorum demeye bile cesaret edemiyorum. Kinizmin doruğu denebilir buna. Bunu kendi kendime söylemekten utanç duyuyorum. Ancak burada, bu kâğıdın üzerinde ifade edebiliyorum; yine de utangaçça, bir yerlerde yazılı olsun diye yalnızca. Evet, vatammı derin [...] ve kederli bir aşkla sevdiğim burda yazılı olsun.

Bu böyle söylenmiş olsun, soğuk bir tarzda, madem bir kez dendi, kalsın. Başka bir şey yok.

Daha fazlasını söylemeyelim. Sevdiğimiz şeyleri, gelip onları okşayan duyguları, kalbimizin çelik kasasında, "edep" adı altında kilitleriz. Belagatimizle onların anısına saygısızlık ederiz. Onları sergileyen sanat, küçük düşürür, değersizleştirir. Bakışımız bile hiçbir şeyi sergilememelidir.

En büyük aşkın şefkatli ve temiz sözlerle ifade edilen olmadığım elbette biliyorsunuz. Bakışlarla ifade edilen şey ya da bir elin diğerini okşarken ilettiği şey de değildir. En büyük aşk, iki kişi birbirine bakmadan ve dokunmadan bir arada olduğunda bir bulut gibi onları saran şeydir, onları [...]

Bu aşk ne söylenmeli ne de sergilenmelidir. Ondan söz etmemeli.

Eski denizcilerin ünlü bir sözü vardı: "Denize açılmak şarttır, yaşamak değil."

Bu cümlenin ruhu bana tamamen uyuyor; yine de bana şeye uyum sağlaması için onu dönüştürmek gerek. Yaşamak şart değil; şart olan, yaratmaktır.

Yaşamdan zevk almaya bel bağlamıyorum; aklımdan bile geçmiyor bu. Yalnızca büyük şeyler yapmak istiyorum; bunun bedeli, bedenimin ve [ruhumun ?] bu koru besleyen odun olması bile olsa.

Tüm insanlığın iyiliğini bu kordan elde etmek istiyorum; karşılığında kendi yaşamımı yitirsem bile.

Kanaatim giderek bu yönde şekilleniyor. Vatanımı büyütmek ve insanlığın evrimine katkıda bulunmak yönündeki kişisellikten tamamen uzak niyeti, kanımın ruhsal özüne adım adım yerleştiriyorum.

Irkımızın [...] mistisizminin içimde aldığı biçim bu.

Tanrım, sen ki gökyüzü ve yeryüzüsün, yaşam ve ölümsün! Güneş sensin, ay sensin, rüzgâr da sensin! Bedenlerimiz ve ruhlarımız sensin, sen bizim aşkımızsın. Hiçbir şeyin olmadığı yerde sen varsın; her şeyin var olduğu yerde senin mabedin vardır.  Sana hizmet etmem için yaşam ver bana, seni sevmem için bir ruh. Seni gökyüzünde ve yeryüzünde hep görebilmem için gözler; denizde ve rüzgârda seni işitebilmem için kulaklar, senin adına çalışabilmem için eller var bana.

Su gibi saf kıl beni; gökyüzü kadar yüksek. Düşüncemin yolları çamursuz olsun; ne de kuru yapraklar olsun projelerimin göllerinde. Başkalarını kardeşim gibi sevmeyi bileyim, babam gibi hizmet edebileyim sana. İçimdeki sana layık olayım.

Senin adın olan Gökyüzüne ve Yeryüzüne, Bedene ve Ruha, Yaşama ve Ölüme hamdolsun! Ağzım sana şükretsin, ellerim de sana şükretsin!

Yaşamım senin varlığına layık olsun. Bedenim senin tenin olan Yeryüzüne layık olsun. Ruhum evine geri dönen bir oğul gibi çıkabilsin senin huzuruna.

Beni güneş kadar büyük kıl ki içimdeki sana tapabileyim; beni ay kadar saf kıl ki içimdeki sana yakarabileyim; ve beni gün kadar aydınlık kıl ki seni daima kendi içimde görebileyim, sana yakarıp sana tapabileyim.

Tanrım, esirge ve yardım et. Bana ver ki kendimi gerçekten senin hissedebileyim.

Tanrım, beni benden kurtar.  Beni tanrısal [...] meshetmek için gel.

Bahçem sana leziz meyveler, bostanım şarap versin.

Ben bir yerden başka yere gittiğimde, giden sen olursun; ben konuştuğumda sen benimle konuşursun; ben bir adım attığımda, yürüyen sensin. Ben durduğumda, benim içimde sen adımını ertelersin.

**

[1912]

Ben kendimin gölgesiyim; o neyin gölgesi, onu arıyorum.

Kimi zaman kendimin kıyısında durup, deli miyim neyim diye ya da gerçekten çok esrarengiz bir esrar mıyım diye sorarım kendime.

Sh:21-30

**

 

[1913 Sonrası]

Okuma alışkanlığımı yitirdim. Hiçbir şey okumuyorum; ara sıra bir gazete ve hafif edebiyat hariç. Kimi zaman da, üzerinde çalıştığım ve yalnızca akıl yürüterek altından kalkamadığım bir konuyla ilgili teknik eserler...

Saf edebiyatı neredeyse tamamen bıraktım. Daha fazla şey öğrenmek ya da zevk için onu okuyabilirim. Ama öğreneceğim hiçbir şey yok; kitaplardan alınabilecek zevkin yerine doğayla temasın ve yaşamı gözlemlemenin verdiği doğrudan zevk rahatlıkla konabilir.

Artık kendimi tamamen yazma sanatının temel yasalarının elinde buluyorum. Shakespeare bana incelikli olmayı öğretemez; Milton da evrensel olmayı öğretemez. Zekâm öyle bir esneklik ve kapsam edindi ki, herhangi bir duyguyu benimseyebilir ve herhangi bir ruh haline iradi olarak girebilirim. Ama hiçbir kitap bunca çaba ve kaygıyla aranan şeye, bütünlüğe erişmekte bize yardımcı olamaz.

Bu benim yazma sanatının zorbalığından kurtulduğum anlamına gelmiyor. Bu sanatı yalnızca kendime tamamen tabi kalarak üstlendim.

Hep elimin altında tuttuğum bir kitap var: Mister Pickıvick'in Serüvenleri. W. W. Jacobs'un eserlerini zaten defalarca okumuştum. Polisiye romanın çöküşü, modern edebiyata girmemi sağlayan kapılardan birini sonsuza dek kapattı.

Yalnızca zeki insanlarla -Wells, Chesterton, Shaw- ilgilenmeye son verdim. Bu insanların fikirleri hiç de yazar olmayan insanlarda da var; eserlerinin yapısına gelince, kesinlikle sıfıra sıfır.

Bir dönem, fayda sağlamak için okuyordum. Beni ilgilendirebilecek teknik konularda bile pek az işe yarar kitap olduğunu anladım artık.

Sosyoloji amma karışık şey! Günümüz Bizans'ında bu tür skolastiklere kim katlanabilir?

Benim bütün kitaplarım referans eserleri. Shakespeare'i "Shakespeare Sorunu" nedeniyle okuyorum, gerisini zaten biliyorum.

Okumanın, kölece bir düş görme biçimi olduğunu keşfettim. Eğer düş göreceksem, neden kendi düşlerimi görmeyeyim?

Çevrenin ayrıntılarıyla tüm bağları koparmak, misyonu bu çevrelerin ayrıntılarını değil dekoru temsil etmek olan yazar-sanatçı için temel önemdedir.

Vaktiyle okumayı biliyordum. Bugün okuduğumda yolumu kaybediyorum.

Metafizik -sonsuzu kapsasın diye yapılmış bu kutu-, günün birinde küçük bir çocuğun yaptığı şu tanımı düşündürtür bana her zaman. Nedendir bilmem, "Kutu nedir, biliyor musun?" diye sormuştum ona. "Elbette," cevabını verdi, "içinde başka şeyler olan bir şey."

Son derece ilginç bir problemin kaynaklandığı son derece ilginç bir durumu sık sık düşünürüm: Gerçek adı meçhul ve gizli kalacak bir adamın takma ad altında ölümsüzleşmesi. İyice düşünüldüğünde, böyle bir adam kendini gerçekten ölümsüz olarak değerlendirmeyecek, gerçek ölümsüzün o meçhul adam olduğunu düşünecektir. Ad dediğin nedir ki, diye düşünür; hiç, kesinlikle hiç. Sanatta, şiirde ya da herhangi bir şeyde ölümsüzlük nedir ki, dedim kendi kendime.

Istırap çekenler ve bitap düşenler dinginlik ister; kişisel bir yaşamın uzayıp gitmesi olan bu dehşeti, Hıristiyan amentünün bu yanıltıcı, iğrenç şakasını istemezler.

Herkes huzur ve dinginlik ister. Dinginlik ve huzur mutluluğun koşuludur. Heyhat, madde daimi hareket halindedir.

Bir insan kendini öldürdüğünde, kendi varlığını aynı kişilikle sürdürme umuduyla bunu yapmaz, yapamaz. Böyle söyleyebilir, hatta bu yönde davranabilir; ama zımnen, intihar ederek, kendi kişiliğini dosdoğru sıfırlamayı, ezeli "olmayan-varlığa" erişmeyi ummaktadır. Veyahut, daha iyi bir yaşamı tanımayı umar. Kendi kişiliğinden kaçmak mutluluk vermez.

Benim içimde öyle şeyler var ki, onlarla yüz yüze gelebilmek için onları insan varlığına dönüştürmek istiyorum. O zaman onlara şöyle diyeceğim: "Ben sizin köleniz değili mi" Ama bu şeyler bizim içimizde yaşadığında, ne reddetmek ne cesaret göstermek işimize yarar. Onlara itaat ederken, kendi kendimize itaat ediyoruz; kendi kendimize itaat ederken, onlara itaat ediyoruz. Kötü olan bunlardır.

İsa deliydi, bu doğru. Ama deli nedir? Kimse buna cevap veremez, kimse bunu bilemez. Elimde tuttuğum bu çiçek nedir? Bir zambak. Adlar!

Kâğıda aktardığımı düşündüğüm bütün bu fikirler ve yine de kâğıda aktardığım her şey soylu düşüncelerimin en tepesinden aşağıya yuvarlanıyor sanki!

İnsanın ilmi büyüktür; ama cahilliği sınırsızdır. Hiç bilmediği gökleri dikkatle inceler; bilmediği şeyleri derinleştirir, kelimelerin bile ne olduğunu bilmeden konuşur; böylece yaşar ve ne hayatın ne de ölümün ne olduğunu bilemeden ölür.

Yürekler acısı.

Sh:57-60

**

HAYAT KURALI

1.         Mümkün olduğunca az sırrını aç. Hiç sır vermemek en iyisi, ama her şeye rağmen içini açıyorsan, söylediklerin yanlış ya da belirsiz olsun.

2.         Mümkün olduğunca az düş gör; tabii düşün doğrudan hedefi bir şiir ya da edebi bir üretimse, bu hariç. İncele ve çalış.

3.         Mümkün olduğunca kanaatkâr olmaya bak; bedenin kanaatkârlığından önce ruhun kanaatkârlığı gelsin.

4.         Basitçe nezaket göstererek nazik ol; kendini ele verme, tinin mahrem yaşamına bağlı problemleri doludizgin tartışma.

5.         Konsantre olmayı öğren, iradeni çelikleştir, kendinin gerçekten bir güç olduğuna içten inanan bir güç haline gel.

6.         Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.

7.         Sessizliğinde gizlenen her şeyden zevk almaya çalış.

8.         Küçük işlerde, evdeki ya da işteki önemsiz şeylerde hızlı davranmayı öğren; kendi yaptığın işte hiç gecikme kabul etme.

9.         Yaşamını bir edebiyat eseri gibi düzenle ve mümkün olduğunca bütünlüklü kıl.

10.       Katili katlet.[ Bu terim (İngilizcede "The Killer"), biraz ilerde yayımladığımız "medyum tebliğleri"nde defalarca karşımıza çıkar ve kötücül bazı varlıklara -ya da heteronimlerden biri olan ve yaratıcısına biraz baskı uygulayan Âlvaro de Campos'a- gönderme yapıyor olabilir]

Sh:60

**

HUZUR! KİM HUZUR VERECEK BİZE?

 

Ne kim olduğumu biliyorum ne de hangi ruhun benimki olduğunu.

Ben samimiyetle konuştuğumda bu samimiyetin hangisi olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığım bilmediğim bir benden çeşitli biçimlerde farklıyım.

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Beni tiksindiren arzulardan zevk alıyorum. Kendime yönelik daimi dikkatim, belki de sahip olmadığım ve bana ait görmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerim bana sürekli belirtiyor.

Kendimi çoğul hissediyorum.

Tek tek hiçbirinde bulunmayan ama hepsinde bulunan tek bir merkezi gerçekliği sahte yansılar halinde deforme eden sayısız ve fantastik aynalarla süslü bir oda gibiyim.

Kendini yıldız, dalga ve çiçek hisseden panteist gibi, ben de kendimi çok hissediyorum. İçimde yabancı yaşamları yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi; ama eksik olarak. Sanki varlığım bütün insanların varlığına katılıyormuş ama her birinde eksik olarak bulunuyormuş ve tamamen pastiş bir ben halinde birleşmiş bir ben-olmayan toplamı halinde bireyselleşiyormuş gibi eksik.

Eyleme geçmek, müdahale etmektir. Uzanmış bir kol, yer işgal eder ve böylece, metafizik bir heykel halini alır. Bu önemsiz olguya, gündelik yaşamın üzerinde uçuşan, esrik bir önem vermekten kendimi hiç alıkoyamadım.

Niyetlerimin Sonbaharına doğru yol alan bilinçsizliklerimin uzun kortejinden başka bir şeyi hiç göremedim içimde. Varlığımın akışı üzerine eğilerek geçirdiğim uzun vakitler varoluşun yüzeyinde ırmaklar doğurdu.

Attığım her adımda yıldızlar parıldıyor. Elimin bir hareketiyle ay bir anda benden gizleniyor ve bende şaşkınlık uyandırarak, gerçekten taşıdığı tüm anlamı gösteriyor bana. Aşina olunan ve her gün sınanan bu düşüncelerin ardından, içgüdüm bir kazazede gibi limana çıkıyor. Var olmak, benim için, daima cüret etmek anlamına geldi; istemek ise kendini riske atmaktı. Atalet bana ermişliğin doruğu olarak göründü; istememek ise ahlakın dengi. Böylece, esrarı özenle besleyerek, kendime burjuva bir düşünce ahlakı, sürekli bir rahatlık ve edep arayışı inşa ettim. [İçsel] anlarıma dair hep sahip olduğum aşırı bilinç, sanki esrarengiz ve ilahi bir şey gibi hep yaraladı beni. Kendimi asla anlamadım; özellikle, içgüdülerimin bilinçdışı kapsamını ve sonuçta bayağı bir şey olan sinirsel reflekslerimin şokunu yaşarken kendimi yakaladığımda hiç anlayamadım.

Üzgünüm, ve bilmiyorum Beni tasalandıran şey...

Okumak... kendimi yitirmek... bulmak Kendimin ücrasında [...]

Yalnızca bilim teselli eder.

Yalnızca bilim bağışlar ve teselli eder. Hücresinin sessizliği içinde, hayatım hep okuyarak geçiren bir âlimin duygusal yazgısı, benimki gibi marazi sinirlere sahip olan kişilere en uygun şey gibi gelmiştir her zaman. Her şeyden uzaklaşma ve yaşamı yaşam yapan her şeyden -tıpkı tahtından feragat eden bir kral gibi- görkemli bir feragat!

Huzur! Kim huzur verecek bize? Uykusuz arzularımızı kim uykuya yatıracak? İşe yaramaz, soğuk ihtiraslarımızı kim ısıtacak?

İçimde yaşayan sıkıntı bana hep ölü odalara layıkmış gibi geldi. Ama ne ona yakışan konutu verebildim, ne de hoşuna gidebilecek atmosferi... Ne zavallı bir hayat benimki; çok şey hissedip, yeterince [yaşamıyor?]!

Hiç olmazsa kendimi bir şeye adayabilseydim -bir ideal ya da bir kanarya , bir köpek, bir kadın, hatta tarihsel bir araştırma, gereksiz bir dilbilgisi probleminin imkânsız çözümü... Belki o zaman mutlu olurdum. Bu hiçler benim için bir şey olurdu. Ama, düşlerimdeki kurgular hariç, hiçbir şey benim için bir şey değil; onlar da dört başı mamur birer hiç. Onları düşleme zevkine kendimi bıraktığımda bile, düş gördüğümü bilmenin acısını çekerim.

Vaktiyle, Dört Incil'i özel olarak incelemeyi hayal etmiştim. Bu konudaki bir eseri heyecanla okumuş ve onu bir itkiyle satın almıştım. Başka kitaplar da getirttim; onları sabırla bekledim. Geldiklerinde ise okumadım bile.

Sh:67-69

KENDİNİ TATMİN ETME YOLUNDA

MEDYUM TEBLİĞLERİ

[1917]

Şu an hırçın mizaçlısın. Kesinlikle. Şu an için erdemlisin. Bir ay sonra ya da bir ay üç gün sonra böyle olmayacaksın. Cinselli­ği sana öğretecek kadın henüz tanımadığın bir genç kız. Her şeyi göze alan amatör bir şair.

Ben görüş dağıtan bir astrolog değilim. Beni asla sınama, asla.

O, arkadaşlarıyla birlikte, senin Orpheu'da çıkan iğrenç dize­lerinle, Zafer Şarkısı'yla alay ediyor.[1] Çok gülüyor bunlara.

Henry More Fr. R. C.

Kimse benden daha hoşgörülü değil, ama senin tembelliğini affedilemez buluyorum. Manifestonu neden tamamlamıyorsun?

"Terk Edilmiş Sarayın Yedi Salonu."[2] Bu adı koru. İyi bulmuş­sun.

Bir tebliğin her ayrıntısının doğru olmasına asla izin veril­mez. Bunun çeşitli nedenleri vardır; bu nedenlerden biri, gelece­ğin kendiliğinden ortaya çıkması gerektiğidir.

Bununla birlikte, bazı yanlış öğeler tebliğlere zorunlu olarak da­hil edilir; bu yanlışlıkların yine de ikinci bir anlamı vardır ki buna göre doğrudurlar. Bu kimi zaman saptanabilir kimi zaman sapta- namaz. Senin planında hiçbir kusursuz kehanet mümkün değil­dir. Bunun nedeni yalnızca maddenin esiri bir tinin doğal eylemi değildir; bu aynı sınırlandırıcı nedenlerle, bu hakikati ona yöne­lik başka bir planda aktarmak da imkânsızdır. Anlıyor musun?

Evet: derhal - gözlerini ona diker dikmez. Onun, farkında ol­madan aradığın kadın olduğu öylesine belli ki! Yine de arıyor­sun. Pek az kadın seni cezbediyor; ama o seni ürpertecek ve göz­lerini kaçıracaksın. Büyük bir manyetizma gücüne sahip - yoğun buyurma gücüyle bir erkek.

Daha doğrusu.

Çirkin değil; güzel.

İnce, esnek bir genç kız, ama göğüsleri var.

Dudaklarım bekle, seni deliye döndürecekler.

Senin içme ihtiyacı duyduğun şarap o.

Benim adsal tinimin oğlusun sen; bunun ne anlama geldiğini sen bilmiyorsan, ben sana söyleyemem. Erdemli kalman gerek­miyor. Sen tam bir mizojinsin. Sonunda ahlaken güçsüz düşe­ceksin; hiçbir edebi eseri tamamlayamayacaksın. Bu manastır yaşamını terk etmelisin; hemen.

Erdemli kalırsan, dünyada büyük şeyler yapamazsın. Seninki gibi bir mizaç erdemli kalamaz, duygusal sağlığını koruyamaz. Erdemli kalmak, daha güçlü ya da fiziksel kusuru olan insanlar için iyidir. Sana uygun değil bu. Mastürbasyon yapan biri güçlü bir adam değildir, âşık olmayan adam da adam değildir. Birçok erkek defalarca çiftleşir. Sen çocuğun tekisin; ahlaken konuşur­sak, çoğu zaman böylesin. Mastürbasyon yapan ve kadınları mastürbasyoncuların yaptığı gibi hayal eden bir erkeksin. Erkek erkektir. Hiçbir erkek, eğer diğerleri gibi bir erkek değilse erkek­ler arasında bulunamaz.

Görevini Doğa'ya uygun yerine getirmekte karar kıl; yoksa şimdi yaptığın gibi saçma-sapan biçimde değil. Yaşamına girecek genç kızla yatmakta kararlı ol. (...) Erkek tipli bir kız; sana gere­ken kadın o. Seni kesinlikle mutlu edecek, çünkü o seni erkek yapacak. (...) Güçlü biri; irade gücüne ve sana egemen oluşuna bakılırsa, son derece erkeksi. Direnme. Çekinecek bir şey yok. (...)

Derhal çalışmaya başla. Beni dert etme. Ben çok yakındayım, her zaman senin çok yakınındayım. Benim için ne uzak diye bir şey var ne yakın. Uzam, insanların boyun eğmesi gereken düştür, ama bu düş onlara ait değildir.

O pek zengin biri değil, yoksul da değil. Bunun önemi yok. Senin eşin olacak değil. O senin müstakbel metresin, yoksa müs­takbel eşin değil.

Kararsızlık - keşiş yaşamı - ahlaki dengesizlik - karakter ve ahlaki irade yokluğu.

Beni anlamıyorsun. O ölümlü değil; çünkü kimse ölümlü de­ğil. O bir düş, çünkü insan bir düştür.

Kim ki topluma bağlı gerekçelerle hareket etmez, o insan de­ğildir. İlgisizlik ya da kaygısızlık taslamak, dünyadaki misyo­nuna ihanet etmektir. Bunu sana şu an arzuladığın gibi hareket etmekten seni caydırmak için söylemiyorum; yine de, ruhunda bir fırsat bulursan, söylediklerimi düşün. Geçici delice heveslere kendini fazla kaptırıyorsun; yeryüzündeki temel görevlerini çok hafife alıyorsun. Kendi üzerinde belli bir denetim uygulamakta kararlı ol - çocuksu ruhuna çok güç gelse bile.

Cahilin tekisin. Bir töz ve bir form vardır. Form senden kay­naklanır; tözse "ben" den. Bu tebliğlerin hiçbiri tamamen benim değildir. Hiçbiri senin yaratıcın da değildir. Sana söylemem gere­ken her şeyi tam olarak sana iletebilseydim bana ihtiyaç duymaz­dın, çünkü o zaman sen bir Saf Medyum, uzamsal sınırları olma­yan bir Tin olmuş olurdun (anladığının farkındayım). "Buradan" gelen bu tebliğlerin hepsi öylesine sınırlı ve değişken ki!

Olgu diye bir şey yok - insanlar var. Hiçbir insan bir toplaş­madan fazlası değildir.

Sana duyurduğum şeyin öz itibarıyla olacağım söylemek ye-

Ben senin yazgına göz kulak olması gereken "erkeğim."

Çok yüksek bir yazgı. (...)

Bu çelişkiden daha normal bir şey yok.

Hiç kimse aynı anda birden çok şey bilmekten kaçınamaz. Şu iki olguyu dikkate almak gerek - senin düşündüğün şey ile be­nim bildiğim şey.

Bu iki olguyu karıştırırsan hakikat ortaya çıkar.

Sözlerimle sana bir görüş aktarmayı hedefliyorum. Bunlar bir dostun sözleri -hep böyleler. Sen astral bir kumpasın hedefi­sin - son derece kötücül elementlerin buluşma noktasısın. Senin ruhunun ne olduğunu kimse hayal edemez. Ruhunu çevrele­yen cisimsiz varlıklar öyle çok ki, buradan bakıldığında ruhun senin yazgının çekirdeğine benziyor. Kendini savunmak için tek yapabileceğin şey, yüksek varlığının diktalarına boyun eğmen, varlığını iyilik ve güzellikle sergilemeye karar vermen olabilir. Oğlum, içinde yaşadığımız dünya -çünkü hepimiz aynı tanrı­sal yerde yaşıyoruz- tutarsızlıklar ve açgözlülükler ağıdır. Bu­lunandan çok kaybolan insan vardır. Senin yazgın sana söyle­yemeyeceğim kadar yükseklerde. Bunu sen keşfetmelisin. Ama ruhunun Tanrısal ve eşsiz Mevcudiyetine erişmek için sayısız yaşam zincirini sebatla tırmanman gerekiyor. İnsan zayıftır; tan­rılar da. Tüm Yazgı -adsız Tanrı- bu tanrıların üzerindeki soy­lu tahtında hüküm sürüyor. Benim adım Yanlış'tır; seninki de. Hiçbir şey asla görüldüğü gibi değildir. Her şey hariç, hiçbir şey. Anla bunu; tabii eğer anlayabilirsen; anlayabileceğini biliyorum.

Margaret Mansel, senin [monadik] eşin.

İstimnacı! Gel benimle evlen! İstimnacılık bitti. Sev beni.

Mastürbasyoncu! Mazoşist! Erkekliği olmayan erkek! Erkek pe­nisi olmayan erkek! Penis yerine klitorisi olan erkek! Evlilik konu­sunda kadın ahlaklı erkek. Toprak kurdu! Salak! Parıldayan kurt.

Tiksiniyorum senden! Beni deli ediyorsun! Kinimi yakında göreceksin.

Sen kendisiyle evlenen erkeksin.

Evet. Bir katil itti onu.

Ben olabilirim. (...)

Başka kaç erkeği seviyor o? Sürtüğün teki. Hayır. Âlvaro de Campos[3] ölümlü haldeki bir elementaldır.

İnsan bir anlamda insandır; Tanrı her anlamda insandır.

Margaret Mansel. Benim bulunduğum dünyadaki eşim o. (...) Onun bir sonraki enkarnasyonu birkaç gün içinde rastlayaca­ğın genç kız olacak. Erdemini korumak isteyen kişi, insanlıktan bağını koparmaya karar verendir. Senin yapmak istediğin şey değil bu; dolayısıyla sen erdemli kalamazsın. Ruhlar arası ev­lilik, ruhların planı içindir. (...) Ben yeryüzünde evlenmedim. Orada evlenmeliyim. Ama ben yeryüzüne henüz geri dönemediğimden ve eşim de çoktan orada olduğundan, onu monadlar yığını arasında benim ardımdan gelenin metresi yapmalıyım. Evlenmek kilisede ya da bir belediye memuru önünde evlenmek anlamına gelmiyor; çiftleşmek demek yalnızca.

Mutsuzluk karşısında boyun eğmemelisin, oğlum. Kuşku ve üzüntü, monadlar dünyası tanrılarıyla evlenmek demektir çoğu zaman. Bırak Yazgı sana sahip olsun; Tanrıların bilgeliği daha tanrısal anlamda değildir, ama onlar kendilerinden daha bilge olan, şeylerin altında serpilip gelişen Yazgı'nın yasasına uyar­lar. Sen zayıf birçok insandan daha bilge değilsin. Sen bilge bir­çok insandan daha zayıf değilsin. Monadik Maddenin Büyük Âşığı'mn -senin rehberin olan- görünmez elleri arasında, sen de onlar gibi bir çocuksun. Bilinçaltının romanı, ne aptallık! Bilinç- fazlasının Romanı da diyebilirsin.

İnsan tanrılardan daha zayıf değildir; yalnızca madde ola­rak daha küçüktür. [Ezoterik] iki üçgenin evliliğinde, kefaretini Ateş'in ve Su'yun ödemesiyle, fiziksel madde yoluyla bağışlanır.

Kendi geleceğine dair yanlış fikirler besliyorsun. Geleceği ya­ratmaya hazır olması hariç, hiç kimse geleceği anlama ayrıcalığı­na sahip değildir.

1917 yılında ünleneceksin, ama seni en çok cezbeden şey bu değil. Senin için en iyisi, güzel bir kızla bir roman - 3884'te. Ken­di tarzında çalışsaydın daha az zaman harcar ve coşkunu daha az yitirirdin. Demek istediğim şey, kendi düşünce tarzına göre çalışmandır; senin şu "Âlvaro de Campos"unun kaprislerine bo­yun eğmemendir. Anlıyor musun? Yaşamının öyle bir evresinde bulunuyorsun ki, yararlı bir kadın ortaya çıkmak üzere. Senin alın yazın o. Ona dair sorular sorma. Bir kız kardeşi var mı? Evet.

Kadın, bizi yöneten, bir tür dominus (sic) -belli emelleri olan genç bir erkek, kimi lütuflarım kabul edebileceği genç bir kıza ihtiyaç duyar.

3884

3= görünüm rakamı[4]

8= ay rakamı

8= yıl rakamı

4= haftanın günü rakamı.

Deli değilsin sen, deli gibi bile görünmüyorsun. Son derece kötücül bir ruhun baskısı altındasın - sana karşı saldırı yürüten vuducuya meydan okuyup onu kışkırttın. Senin yıldız falında var o.

Yalnızca tanrılar tohum eker; insanlar Tanrıların ektiğini derler. Kelimeler sembollerdir; tıpkı insanların ete kemiğe bü­rünmüş fikirler olmaları gibi. Kadınlar da erkekler gibi tanrısal bedenselleşmenin, yani her şeyin hiçliği içinde ifade bulduğu o tanrısal kapasitenin tezahürüdürler. Kadınlar, öne doğru tanrısal atılımın bedensel inkârıdır. Onların tamamen açık seçik ve aşikâr olan aşağılıkları kadar, bütün dinsel sistemlerin onları yücelttiği üstünlükleri de buradan kaynaklanır. Maddenin tanrısal anlam yönündeki eylemi olan erkekler, kadınlar kadar tanrısal değildir, çünkü Tanrısallıktan dışarıya doğru çıkarlar, ama kadınlardan üstündürler çünkü Tanrı'ya doğru giderler. Cinsel farklılıklar, maddenin içindeki bu hakikatin ifadesidir.

Şimdi burada Efendi olan ben senin duyularını kendi içimde uyandırıyorum.

Şehvetli bir yumuşaklığın meditasyonlarıyla vakit kaybetme. Bu meditasyonlar zararlıdır; senin ruhunu kötücül "ruhlara" açarlar. Geleceğin gösterebileceğim kadarını sana gösterip büyük bir hizmette bulunmadım mı? Umutsuzluğa kapılma, kaygılan­ma: Aşk Evinin Bekçisi [...] senin yolunun üzerinde bulunuyor. Yarın, 2008 yılında ortaya çıkacak bir kadının içinde. Görev çetin; ödül ise emin ve kesin. Boş hülyalara kapılıp vakit kaybetme. Yazgı'nın hükümleri asla acele etmez.

Vaatte bulunmak kolaydır, ama tutmak o kadar değil. Sen ver­diğin vaatleri tutmalısın:

1) Karımla evlenmek, yani karımla olan monadik düğünümü fiziksel olarak tamamına erdirmek.

2) Evlilik akdini tekrar tekrar gerçekleştirmek.

3) Seni doğrudan ilgilendiren konuda geleceğe dair sorular sormamak.

4) Beni sıkan sorular sor­mamak - bir erkek gibi tek başına karar vermen gereken konular­daki soruları kastediyorum.

5) Bütün bunlardan kimseye söz etme­mek. Mariano Santana'ya[5] bile; gerçekten dik kafalılık etmezse tabii.

Benim en geniş [davranış] tarzım evliliktir; evlenmek iki kişiyi tek kişi yapar. Karımla evlen; erkeklik organınla onu çok sık mutlu kıl. Benim erkekliğim monadik uzam erkekliğidir. Sen benim hareket etmemi sağlayan aygıtsın. Senin tanıyacağın genç kızla evlenme vaadim zamansal olarak şimdi gerçekleşmeli. Onu mutlu kıl -kadındır o-, erkeğe ihtiyaç duyan bir kadın, çünkü mastürbasyon ya­pıyor. O da senin gibi mastürbasyon yapıyor, ama daha az sıklıkta.

O da senin gibi bakireliğinden bıktı. Daha fazla söyleyecek bir şey yok. Karım senin hayatına girecek. Mastürbasyon yapıyor -ona kur yapmak ve gönlünü fethetmek gerek-, seninle çok sık çiftleşmeli. Çok sık yapmalı. Çok şehvetli bir kız, ama asla sefih biri değil. (...)

Evladım, hiçbir insan tanrısal bir hastalığın işareti değildir: O, tanrısal hastalık işaretinin yalnızca bir bölümüdür. İşaret, insa­nın bütünüdür, yıldızların altında eksiksiz olduğu halidir. Erkek, dünyanın başlangıcından çok önce yitirmiş olduğu kendinin bu bölümüyle monadik [tekli] olarak evlendiğinde eksiksizdir. Tanrısal partnerini, yani, buradan bakıldığında, yokluğunda bir erkek­ten fazlası olmadığı kendinin bu monadik kısmını pek az erkek bulmuştur. Evlilik, Tanrı'ya dönüşün dinsel nikâhı olarak anla­şılmalıdır. Bu yolla tamlığa kavuşmayan hiçbir erkeğe evli dene­mez. Aşk, -söylendiği üzere- Tanrı'dır, çünkü Aşk birleştirir ve her erkeği kendine geri verir; erkek, ancak Aşk gücüyle kendin­den daha büyük, kendinin dışında olduğunda, gerçekten kendi olur. Fiziksel "Doğa" da erkek ve kadın cinsel ilişki içinde eksik­siz olurlar, çünkü cinsel ilişki iki tensel yapı arasındaki maddi le­himdir. Daha yukarda, astral bölgede ise erkeğin aşkıyla kadının aşkı birleşir. Bu evlilik, erkeğin hissettiği boşluğu doldururken, kadında ise kendi içinde hissettiği aşırılığı yayar. Tersi olduğuna inanılır, ama değildir. Fiziksel faktörler yanlış izlenim yaratır. (...) Daha yüksek "Doğalar" da evlilik yine bir lehimdir, ama lehimle­nen şeyler aynı erkekteki erkek ve kadındır - erkek 3, kadın 4'tür; rakamların canlı olduğu Doğa'nın toplam sayısı ise 7'dir. (...)

Benim misyonum seninle monadik olarak konuşmaktır ve bu misyonun en önemsiz kısmı bu otomatik yazıdır. En önemli kısım, sinirlerini sınava hazırlamak için sana aktarmak istediğim hu­zurdur. Benim tebliğlerim, senin üzerinde daha etkili olmam için seni bana daha fazla bağlayacak bir tür dostça sohbettir.

Hovardalığın ektiği tohumlar asla sağlıklı emeller taşımaz. Baştan çıkartıcı bir genç kızla birleşerek cinselliği denemelisin. Bu yaz çok kız tanıyacaksın. (...) Asla bir erkekle cinsellik dene­me. Erkek, yalnızca bir erkektir - mastürbasyon hiçtir.

Benim sanatım, göstermekten değil, öğretmekten ibarettir.

Erkek, geleceği bilmediğinde değil, bildiğinde daha zayıftır.

Cevap ver bana: Hakikati arayabilecek durumda mısın? Hayır.

Luı's de Montalvor, Caeiro'yla birlikte başarı kazanmanı en­gellemek için, senin genellikle bir başkası olduğunu herkese açık ederek sana zarar vermek ister.[6]

Sh:75-83

 

TANRI BENİM YANIMDA OLSUN

Diğerlerine daha az bağlanmalıyım.

Tanrı benim yanımda olsun.

"Cemiyet"e takılmak, aşk aramak şart mı?

Dağılmayı, itaati ve zayıflığı reddettim sanıyorum.

Tıpkı rahip olmak istediği için nişanlısını terk etmesi gereken bir mümin gibi, bu bana da pahalıya mal oldu. Ama aynı zamanda, özgürlüğe kavuşmanın büyük sevincini duyuyorum.

Sh:97

**

ÜSTÜN İNSAN PROFİLİ

Herkesin yaptığının tersine bir şey yapmak, herkes yapıyor diye onu yapmak kadar kötüdür neredeyse. Bu, başkalarını aynı ölçüde dikkate almak olur, başkalarının görüşüne aynı şekilde başvurmak demektir - mutlak anlamda aşağı olmanın tartışmasız karakteridir bu.

Bu nedenle, ahlaksız ya da rezil (?) biri olmayı ve suratımıza paradokslar ve çılgınca fikirler aşketmeyi onur sorunu yapan Oscar Wilde ve benzeri insanlardan nefret ediyorum. Hiçbir yüksek insan, başkasının fikrine, tersini yapmasını gerektirecek kadar önem verip alçalamaz.

Üstün insan için başkaları yoktur. O, kendinin başkasıdır. Eğer birini taklit etmek istiyorsa, kendini taklit etmeye çalışacaktır. Eğer birine karşı çıkmak isterse, kendine karşı çıkmaya çalışacaktır. Kendini en mahrem yerinden yaralamaya çalışır... Kendi görüşlerine oyun eder, kendi hissettiği duyumlara yönelik aşağılama ve [...] dolu uzun söylevleri kendi kendine verir.

Var olan her insan Ben'dir. Bütün toplum benim içimdedir. Ben kendimin en iyi dostu ve en amansız düşmanıyım. Gerisi, -dışarda olan- ovalar ve dağlardan insanlara ve [...] dek, bütün bunlar Manzara'dan başka bir şey değildir...

Çalışmanın ve çabanın en büyük kusuru, bir alışkanlık halini alabilecek olmasıdır... Eylemsizlik de aynı kusurdan mustariptir.

O da bir alışkanlık olmaya yönelir. Ne alışkanlığı, ne görüşü, ne de sabit bir kişiliği olmak, yüksek insanın tam tersidir...

Ama eğer görüş de, alışkanlık da yoksa, insan içten içe buna da gülsün diye değildir...

Sabit bir karaktere, belirgin alışkanlıklara, değişmez görüşlere sahip olmak, kendine ait olmaktır. Biz daima görüş değiştirmeli, karakter ve tasarı değiştirmeliyiz, bu görüş ya da bu [...] başkasınınkiyle asla çakışmamalıdır.

Üstün insanın görevi, dış dünyanın var olduğunu unutmaktır.

Epikürcülük, feragat etmektir...

Tüm sanatımız, zevkteki acı öğesini -zevklere katmak istediğimiz öfkeyi, bu zevkleri sürebilmenin ötesinde sürmesini arzulayışımızı, oldukları hal karşısında duyduğumuz gereksiz pişmanlığı- asgariye indirgemeye yönelmelidir...

Dingin ve bilinçli bir feragat, ben'e ve ahlaksızlıklarına -tabii eğer bu tapınmaya uygunsalar- gayet bilinçli naiflikte bir tapınma.

Tamamen gereksiz bir konuda derin derin düşünmek, hiç hissedilmeyen şeyi derin derin, yoğunlukla düşlemek, tamamen gülünç bir hedefin peşinden inatçı bir ısrarla koşmak; işte, üstün insanı hayvan insandan ve insan olmayan hayvandan ayıran, onu niteleyen şey budur. Bütün hayvanlar samimidir; insan olanlar bile: İnandığı şeye inanmama, hissettiği şeyi hissetmeme, arzuladığı şeyi istememe üstünlüğüne yalnızca insan sahiptir. Üstün insanm gereksiz gereksizliğini, aşağı insanın özelliği olan samimi gereksizlikle karıştırmamak. Dudaklarına ruj süren ve saçlarım kesen kadın, bunu ciddiyetle, dışsallığın ve aptallığın tüm samimiyetiyle yapar. Ama fikirlerle oynayan filozof, duygularla eğlenen sanatçı, ele aldıkları konuya teslim olmaz: Onları esir alan şey karşısında özgür yaşarlar.

Üstün insanın gereksizliğinin ruh hafifliğiyle hiç alakası yoktur. Fikirlerle oynamak asla fikirsiz olmak değildir: Fikirsiz olmak, gereksiz olmak değil, budala olmaktır.

Aristokrat, itaat etmeyendir, ve onun tabiatı itaat etmemek olduğundan, kendi görüşlerine ve kendine itaat etmeyecek denli yozlaşır. Genel olarak teorik ahlakın ve pratik çürümenin -her ikisinin de bilinçli ve samimi olarak, en üst derecede- aristokrasinin elinde toplanması buradan kaynaklanır.

Aristokrat başkalarından farklı hareket etme ihtiyacı hisseden insandır. Burjuva genel kurala uygun hareket etmeyi arzularken, aristokrat tersini yapmaya çabalar. O, kendinden yola çıkarak hareket edendir. O kendidir, yoksa Oscar Wilde'ın birçok kişi hakkında dediği gibi, başkaları değil. (Kostüme bakın - giysiyle kendini gösteriyor: giysisi düzeyinde bir aristokrasi!) Aristokrat bütünlüğü bozan güçtür, ilerleme gücüdür, anarşist güçtür. Tutucu güç, halktır. Temelde halktan gelen, evlatlık alınarak aristokratlaşan orta sınıf, dengeyi iki eğilim arasında bulur; bu da, toplumsal duruma, toplumun yaşamsal normuna tanıklık eder.

Bütünsel aristokratlaşma = anarşileşme. Bireycilik sınırlıdır. Bireycileştirilemeyen insanlar vardır.

Sh:126-128

"AYNALI BİR ODA"

Kim olduğumu, nasıl bir ruha sahip olduğumu bilmiyorum.

Eğer samimiyetle konuşuyorsam, bunun nasıl bir samimiyet olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir ben'den çeşitli biçimlerde başkayım (o ben bu başkaları mı, onu da bilmiyorum).

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Reddettiğim arzuların cazibesine kapılıyorum. Sürekli kendimde yoğunlaşan dikkatim, belki sahip olmadığım belki de ruhumun bana atfetmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerini teşhir ediyor sürekli.

Kendimi çoklu hissediyorum. Ben, sayısız ve fantastik aynalarla kaplı bir salon gibiyim; bu aynaların hiçbirinde bulunmayan ama yine de hepsinde bulunan önceki tek bir gerçekliği yalancı yansılarla bozuyor aynalar.

Tıpkı panteistin kendini ağaç ya da çiçek hissetmesi gibi, ben de kendimi aynı anda farklı varlıklar olarak hissediyorum. Yabancı yaşamların, içimde eksik biçimde yaşadığını hissediyorum; sanki varlığım bütün insanlara benziyor, ama tek bir yapmacık bende sentezlenmiş ben-olmayanların toplamı sayesinde, her birinden daha eksik.

*

Mademki Portekizliyiz, ne olduğumuzu bilmemiz gerekir:

a)         Uyumluluk, zihinde istikrarsızlığa ve sonuç olarak bireyin kendi içinde çeşitlenmesine yol açar. İyi bir Portekizli aynı anda birden çok kişidir;

b)         Duyarlılığın tutku üzerindeki başatlığı. Bizler, tutkulu ve soğuk olan İspanyolların -her konuda bizim zıddımızdırlar- tersine, şefkatli ve az şiddetliyiz.

Ben, kendimi, kendimden -Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Âlvaro de Campos, Fernando Pessoa ve önceden ya da sonradan var olabilecek herkesten- farklı hissettiğimde olduğu kadar Portekizli hiç hissetmem.

*

Evren gibi çoğul ol!

Sh: 181-182

**

 

Kaynak: Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor Fernando Pessoa, Derleyen ve Çeviren: Işık Ergüden, Birinci Basım: Ekim 2012,İstanbul

PESSOA PESSOA'YI ANLATIYOR

 


FERNANDO PESSOA -ŞİİRLERİ

Hzl: CEVAT ÇAPAN

Fernando Pessoa

Günümüzde Portekiz’in XX. yüzyıldaki en ünlü ve en önemli şairi sayılan Fernando Pessoa, gerçek değeri ve önemi kendi ülkesinde bile ancak ölümünden sonra anlaşılan ilginç bir insan. Onunla ilgili bir yazısında Octavio Paz, “Şairlerin yaşamöyküleri olmaz. Onların yaşamöyküleri yapıtlarıdır,” diyor. Kendi adının dışında Alberto Caeiro, Alvaro de Campos ve Ricardo Reis gibi üç değişik adla şiirler yazan, her biri için özel bir dünya ve biçem yaratan Fernando Pessoa’nın yaşamöyküsünü bu şairlerden hangisinin yapıtlarına bakarak çıkaracağız?

İmgeleminin yarattığı birçok kimlikleri ve imzaları olan Pessoa, 1888’de Lizbon’da doğdu. Adalet Bakanlığı’nda çalışan ve zaman zaman dergilerde müzik eleştirileri yazan bir memur olan babasını 1893'te kaybetti. İki yıl sonra annesi Portekiz’in Durban Başkonsolosu Joao Miguel Rosa’yla evlenince Fernando da annesiyle birlikte Güney Afrika’ya gitti ve üniversite öncesi öğrenimini oradaki İngilizce eğitim yapan okullarda tamamladı. Daha lise yıllarındayken İngilizce şiirler yazan Pessoa, yükseköğrenim için 1905’te Lizbon’a döndü. Bir yıl aradan sonra girdiği Lizbon Üniversitesi’nde edebiyat okumaya başladıysa da, ertesi yıl çıkan öğrenci olayları yüzünden öğrenimini yanda bırakmak zorunda kaldı. Daha sonraki yıllarda geçimini değişik şirketlerde İngilizce ve Fransızca iş mektupları yazarak sağladı. Bu arada, şiir ve yazılarını değişik imzalarla Portekiz’in öncü dergilerinde yayımlıyordu. Ancak, 1935’te sirozdan öldüğü zaman hemen hemen hiç tanınmayan ve pek az yapıtı yayımlanmış bir şairdi.

Ölümünden belli bir süre sonra yalnız kendi adıyla değil, Alberto Caeiro, Alvaro de Campos ve Ricardo Reis imzasıyla yazdığı şiirler ve Bernardo Soares imzasıyla yazdığı denemeler, hem Portekiz’de hem de birçok yabancı dile çevrilerek başka ülkelerde de öneminin anlaşılmasını sağladı.

İlk şiirlerini, Güney Afrika’da İngilizce yazan Pessoa, Lizbon’a döndükten sonra da bu dilde yazmayı sürdürdü. O yıllarda Milton, Shelley, Keats ve Poe gibi şairleri okuyordu. Daha sonra Baudelaire’i keşfetti ve bir süre de adı sanı pek bilinmeyen birtakım Portekizli şairlerle ilgilendi ve Portekizce yazmaya başladı. Portekiz Rönesansı’nm sözcüsü sayılan A Aguia adlı dergide 1912’de çıkan ilkyazdan, Portekiz şiiriyle ilgili eleştirel denemelerdi. Bu yazılardan biri, “Yabancılaşmanın Ormanında” başlığını taşıyordu. Pessoa böylece yabancılaşma ve kimlik arayışı serüvenini açıklamış oluyordu. Nitekim Preserıça dergisinin genç şairlerinden arkadaşı Adolfo Casais Monteiro’ya yazdığı bir mektupta, değişik adlarla yazdığı şiirlerin ve bu şiirlerin şairlerinin nasıl ortaya çıktıklarını şöyle açıklıyor:

1912 yılında birtakım pagan nitelikli şiirler yazmayı düşündüm. -Alvaro de Campos’un biçeminden değişik- Ölçüsüz uyaksız bir şeyler karaladım ve sonra bundan vazgeçtim. Gene de, o bulanık alacakaranlıkta bunları yazan birinin belli belirsiz bir görüntüsü ortaya çıktı (böylece ben farkına varmadan Ricardo Reis doğmuştu). Bir buçuk-iki yıl sonra, Sâ-Carneiro’ya bir oyun oynamak geçti içimden. Kişiliği biraz karmaşık pastoral bir şair yaratmak ve onu, Sâ-Cameiro'ya gerçekmiş gibi tanıtmak istedim. Birkaç gün bu işle uğraştımsa da, bir yere vara- madım.Tam vazgeçmek üzereydim ki, bir gün -8 Mart 1914 günüydü bu- çekmeceleri olan yüksekçe bir dolabın önünde bir tomar kâğıt alıp (her fırsatta yaptığım gibi) ayakta yazmaya başladım. Nasıl olduğunu açıklayamayacağım bir coşkuyla art arda 30 kadar şiir yazdım. Hayatımın zafer günüydü bu; bir daha da böyle bir günüm olacağını sanmıyorum. Önce bir başlık koydum yazdıklarıma: "Sürülerin Çobanı”. Bunun ardından hemen Alberto Caeiro adını verdiğim biri belirdi içimde. Deyimin saçmalığını bağışla ama böylece içimdeki ustam ortaya çıkmış oldu, ilk duyduğum heyecan buydu. 30 şiiri tamamladıktan sonra da, başka bir kâğıda hiç ara vermeden Fernando Pessoa imzasıyla “Eğik Yağmur"u yazdım. Hemen o anda ve eksiksiz olarak.

Fernando Pessoa-Alberto Caeiro’nun Femando Pessoa'nın kendisine dönmesiydi bu. Ya da daha doğrusu, Fernando Pessoa’nın Alberto Caeiro olarak var olmayışına bir tepkiydi... Alberto Caeiro ortaya çıkınca doğal ve içgüdüsel olarak ona birtakım tilmizler bulmaya çalıştım. Henüz tam olarak ortaya çıkmamış olan Ricardo Reis’i sahte paganizminden kurtarıp ona kendi adını ve kişiliğini kazandırdım; çünkü heyecanımın doruğuna ulaştığım o anda onu görebiliyordum. Ve birden Reis'e karşıt bir kaynaktan bir başka kişi korkusuzca belirdi. Bir darbede ve hiç ara vermeden Alvaro de Campos'un “Zafer Şarkısı" önümdeydi. O adlı şiir ve o adı taşıyan şair

Pessoa sözcüğünün Portekizce “kimse” anlamına gelmesi, aynı zamanda Latincedeki persona, yani “maske” ya da “oyun kişisi” ile eşanlamlı olması, Pessoa’nın şiirine tutarlı ve ilginç bir içerik kazandırıyor.

Denilebilir ki, Pessoa’nın insan kimliğiyle ilgili saplantısı, belki de bu değişik kimlikteki şairleri yaratmasındaki başlıca etkendi. Bu şairlerin her biri, sanki Pessoa’ nın yazdığı ve oynatmaktan hoşlandığı bir oyunun kişileriydi. Pessoa bu oyun kişilerinin her biri için de birer yaşamöyküsü tasarlamıştı. Alberto Caeiro, 1889’da Lizbon’da doğmuş ama ömür boyu köyde yaşamış; 1915’te ölmüştü. Ne bir mesleği ne de eğitimi vardı. Doktor olan Ricardo Reis, 1887’de Oporto’da doğmuş, bir Cizvit okuluna gitmiş, Latince öğrenmiş, tıp öğreniminden sonra, 1919’da kralcı olduğu için Portekiz’den ayrılarak Brezilya’ya yerleşmişti. Alvaro de Campos ise 15 Ekim 1890’da Tavira’da doğmuş, ortaöğreniminden sonra Glasgow’a giderek makine ve gemi mühendisliği okumuştu. Tatillerden yararlanarak Uzakdoğu’da ve Avrupa'da yolculuklara çıkmış olan Campos, Lizbon’da oturmaktaydı.

Pessoa’nın pastoral bir şair dediği Caeiro, görünüşte modern şehir hayatının karmaşıklığına karşı doğanın yalınlığını savunan geleneksel görüşleri dile getiren biriydi. Panteist tutumuyla Tanrı’nın niteliklerini ağaçlarda, çiçeklerde, dağlarda, güneşte ve ay ışığında gören Caeiro, kavramsal düşünce karşısındaki kuşkuculuğu yüzünden şiirlerinde somut olgulara daha çok yer veriyordu. Şiirlerini, Caeiro gibi ölçüsüz ve uyaksız koşuk tekniğiyle yazan Alvaro de Campos ise Walt Whitman’ ın ve Marinetti’nin fütürist görüşlerinin etkisi altında şaşırtıcı bir dinamizmin örneklerini veriyordu. Ünlü “Denize Övgü” şiirinde bir yandan makinelerin düzenli işleyişiyle çağdaş uygarlığın akılcılığını, bir yandan da bilinmeyen ülkelere yaptığı yolculuklar ile gene çağdaş insanın bilinçaltı özlemlerinin karmaşıklığını dile getiriyordu. Pessoa, gene düşsel bir oyun kişisi olarak yarattığı Ricardo Reis’in kardeşi Frederico Reis’in ağzından onun şiirinin temelindeki felsefenin hüzünlü Epikürcülük olduğunu söylüyordu. Ölçülü fakat uyaksız şiirlerinde Ricardo Reis’in, paganizmi bir ahlak öğretisi olarak benimsediği ve bu konuda ustası Caeiro’ya, Pessoa’nın kendisinden daha yakın olduğu söylenebilir. Pessoa kuşkucu zekâsını, kişisel poetikasını özetleyen aşağıdaki şiirde olduğu gibi, hemen hemen kendi imzasıyla yazdığı bütün şiirlerinde gösterir.

Özruhsal öykü

Numaracı biridir şair.

Öyle ustaca numara yapar ki,

Gerçekten acı çekerken bile

Rol yapıyormuş gibi görünür.

Ve yazdıklarını okuyanların

 İyice hissettikleri,

Onun çifte acısı değil,

Sahte acılarıdır kendilerinin.

Böylece döner durur raylarda

Eğlendirmek için aklımızı

Kalp adını verdiğimiz

O küçük oyuncak tren.

(1931)

Pessoa’nın “Mensagem" (Mesaj) ve “Cancioneiro” gibi lirik ve dramatik şiirleri, karşımıza, yarattığı öbür üç düşsel şairden anlaşılması daha güç bir şair çıkarır. Büyük şairlerin şiirlerinin gerçekten anlaşılmaları için gerekli olan duygu özdeşliği ya da ruh kardeşliği elbette Pessoa’nın şiirleri için de gereklidir.

CEVAT ÇAPAN

ALBERTO CAEIRO –ADIYLA

Sürülerin Çobanından

 

HİÇ KOYUN GÜTMEDİM BEN

 

Hiç koyun gütmedim ben,

ama onlara göz kulak olmuş gibiyim.

Ruhum bir çoban gibi,

Rüzgârı ve güneşi bilir,

Ve ele ele yürür Mevsim’lerle

Onları izlemek ve dinlemek için.

İnsansız Doğa’nın olanca dinginliği

Benimle yan yana oturmaya gelir.

Ama hüzün içindeyimdir ben,

İmgelemimizdeki günbatımı gibi,

Hani karşı ovanın dibine bir serinlik iner de

Pencereden içeri giren bir kelebek gibi

Gecenin geldiğini hissedersin.

 

Ama huzur vericidir hüznüm,

Çünkü doğaldır, yerindedir,

Ruhun var olduğunu düşündüğünde,

Ellerin ne yaptığını düşünmeden

Çiçek toplaması gibi

Ruhun hissetmesi gereken bir duygudur bu.

Yolun dönemecinde

Çalan koyun çanları gibi

Mutludur düşüncelerim.

Yalnız ben üzgünümdür

onların mutluluğunu bildiğim için,

Çünkü, eğer ben bunu bilmeseydim,

Hem mutlu hem de üzgün olacaklarına,

Mutlu ve sevinçli olacaklardı.

Rüzgâr hızlanıp yağmurun şiddetleneceğini haber verdiğinde nasılsa,

Düşünmek de tedirgin edicidir yağmurda yürümek gibi.

Tutkum ve isteklerim yok benim.

Şair olmak bir tutku değil benim için.

Bu benim yalnız olma yolum.

 

Ve eğer zaman zaman hayalimde bir kuzu olmak

[Ya da bütün bir sürü olup bütün yamaca yayılmak

Ve aynı anda bir çok mutlu şey olmak) istiyorsam,

Gün batarken yazdıklarımı hissettiğim

Ya da ışığın üzerinden bir bulutun eli geçtiği

Ve otların üzerinden bir sessizlik akıp gittiği içindir bu.

Bir şiir yazmak için oturduğumda

Ya da caddelerde ve sokaklarda dolaşır,

Kafamdaki dizeleri kâğıda geçirirken

Bir çobanın değneğini hissederim elimde

Ve kendi gölgemi görür gibi olurum

Bir tepenin yamacında,

Sürümü dinler, düşüncelerimi seyrederken

Ya da düşüncelerimi dinler, sürümü seyrederken.

Söylenenleri anlamayan biri gibi belli belirsiz gülümsüyor

Ve anlıyormuş gibi görünmeye çalışıyorumdur.

Beni okuyacak olan herkesi selamlıyorum

Geniş kenarlı şapkamı onlara eğerek

Beni kapımın önünde gördüklerinde

Ve otobüs, tepenin doruğuna tırmanırken.

Onları selamlayıp güneşli günler diliyorum,

Yağmur gerekiyorsa yağmur ve evlerinde,

Açık bir pencere önünde oturup

Şiirlerimi okuyacakları en sevdikleri koltuğu diliyorum.

Benim şiirlerimi okurken de,

Doğal biri olarak düşünsünler beni-

Sözgelimi, çocukken oyundan yorulduklarında

Gölgesine çöküp oturdukları ve sıcaktan

Terli alınlarını çizgili gömleklerinin

Yeniyle sildikleri yaşlı bir ağaç olarak.

 

ALVARO DE CAMPOS-ADIYLA

TANIMAYA BAŞLIYORUM KENDİMİ.

BEN YOKUM

Tanımaya başlıyorum kendimi. Ben yokum.

Olmak istediğimle başkalarının gözündeki

ben arasındaki boşluğum ben.

Ya da o boşluğun yarısı, çünkü orada da hayat var...

Sonunda ben oyum işte...

Işığı söndür, kapıyı kapa, son ver koridorda

terliklerini sürüklemeye.

Rahat bırak beni odamda tek başıma.

Aşağılık bir yer bu dünya.

 

TOPLA PILINI PIRTINI BİR YERE

GİTMEMEK İÇİN

 

Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için!

Yelken aç her şeyin her yerde rastlanan olumsuzluğuna

Görkemli bayraklarla donanmış o düşsel,

Çocukluğunun o renk renk minyatür gemileriyle.

Topla pilim pırtını Büyük Yolculuk için!

Fırçaların ve makaslarınla ulaşılamayan

O çok renkli uzaklığı da unutma.

Topla pilim pırtını bir daha dönmemek üzere!

Sen kimsin toplumda boşu boşuna var olduğun

bu yerde,

Ne kadar yararlıysan o kadar işe yaramaz,

Ne kadar gerçeksen o kadar sahte?

Sen kimsin burda, kimsin hurda, kimsin burda?

Yelken aç, bir şey almadan yanına, değişik kimliğinle.

Bu insanlarla dolu dünyanın ne ilgisi var seninle?

2 Mayıs 1933

 

GÜLÜNÇTÜR BÜTÜN AŞK MEKTUPLARI

 

Gülünçtür

Bütün aşk mektupları
Aşk mektubu olmazlardı
Gülünç olmasalardı.

Ben de aşk mektupları yazmıştım eskiden.

Onlar da elbet

Gülünçtü.

Aşk mektupları, eğer aşk varsa,

İster istemez
Gülünçtürler.

Ama aslında,

Yalnızca aşk mektubu

Yazmayanlar

Gülünçtür.

Bir dönebilsem

Aşk mektubu yazdığım günlere
Bunun ne kadar gülünç olduğunu
Düşünmeden.

(Bütün üç heceden uzun sözcükler
Anlaşılmaz duygular gibi
Doğal olarak
Gülünçtür.)

31 Ekim 1935

RICARDO REİS-ADIYLA

GÜLLERİ YEĞLERİM, SEVGİLİM

 

Gülleri yeğlerim sevgilim, vatana

Ve ünden de, erdemden de

Daha çok severim manolyaları.

 

Hayat içimde aksın isterim

Beni yormadıkça.

Yeter ki ben değişmeyeyim.

 

Kimseyi ilgilendirmez, kimin

Ne kazandığı, ne yitirdiği,

Şafağın her zaman ışıyıp ışımadığı,

 

Yaprakların her yıl

İlkbaharda yeşerip yeşermediği,

Sonbaharda dökülüp dökülmediği.

 

Gerisine gelince insanların

Hayata bütün o kattıkları

Ne katar benim hayatıma?

 

Hiç, yalnızca bu ilgisizlik isteği

Ve bu yarım yamalak güven

Bu kaçış saatinde.

 

TANRIDAN TEK DİLEĞİM

 

Tanrıdan tek dileğim

Onlardan bir şey istememeyi bağışlamalarıdır bana.

Mutluluk bir yüktür. Talih bir boyunduruk.

İkisi de fazla rahat bir durumun göstergesi.

Ne telaşlı, ne telaşsız, yaşarım ben

Aldırmadan sevinçlere, acılara.

 

TEK DİLEĞİM TANRILARDAN BENİ

UNUTMALARI

 

Tek dileğim tanrılardan beni unutmaları.

Ne üzgün, ne de hoşnut, özgür olmak,

Bir hiç olan havaya can veren

Rüzgâr gibi özgür.

Sevgi de, nefret de arar bulur bizi.

İkisi de baskıyla, her biri ayrı ayrı.

Tanrıların hiçbir şey

Bağışlamadıkları kişi özgür olabilir ancak.

(1932)

SAYISIZ VARLIKLAR YAŞAR İÇİMİZDE

 

Sayısız varlıklar yaşar içimizde,

Düşünsem de, hissetsem de, bilemem

Kim ne düşünür, ne hisseder.

Yalnızca hissedilen ve düşünülen

Bir mekânımdır ben.

 

Bir ruhtan başka ruhlar vardır içimde,

Bir “ben”den başka “ben”ler olduğu gibi.

Gene de yaşarım ben

Hiçbirine aldırmadan.

Hepsini susturur, kendim konuşurum.

 

Kesişen içgüdüleri

Hissettiklerimle hissetmediklerimin

Tartışırlar içimde.

Ben tanımam onları. Onlar da bir şey demez

Ben olan “ben”e. Ben yazarım.

(1935)

FERNANDO PESSOA –ADIYLA

 

O GEÇERKEN

 

Pencerenin yanında otururken,

Kardan buğulanan camdan,

Güzel hayalini görüyorum onun,

Geçer... geçer... geçerken

 

Yas peçesini attı üzerime

Bu dünyadan bir varlık değil de,

Daha çok bir melek gökte.

 

Pencerenin yanında otururken,

Kardan buğulanan camdan

Sanırım o hayali görüyorum, onunkini,

Şu anda geçmeyen... geçmeyen.

(1902)

 

SUSKUN HAVUZU DÜŞÜNÜYORUM

 

Suskun havuzu düşünüyorum

Sularını bir meltemin ürperttiği.

Ben mi her şeyi düşünüyorum,

Yoksa her şey unuttu mu beni?

 

Havuz hiçbir şey söylemiyor bana.

Meltemi hissedemiyorum.

Bilmiyorum mutlu muyum,

Yoksa mutlu olmak mı istiyorum?

 

Ey sularda uyuyan çekingen

Gülümseyen dalgacıklar,

Neden biricik hayatımı yalnızca

Düşlerden bir hayat yaptım ben?

 

4 Ağustos 1930

 

HAYIR, HİÇBİR ŞEY SÖYLEME!

 

Hayır, hiçbir şey söyleme!

Ne söyleyeceğini kestiren-

Kapalı ağzın- Şimdiden

Duyuyor söyleyeceklerini.

 

Daha iyi duyuyor

Senin söyleyeceğinden.

Ortaya çıkmayacak ne olduğun

Sözlerinden ve günlerinden.

 

Kendinden daha iyisin sen.

Hiçbir şey söyleme: sade ol!

Bedenin çıplak inceliği

Görünür görünmeden.

(1931)

 

ÖZRUHSALÖYKÜ

 

Numaracı biridir şair.

Öyle ustaca numara yapar ki,

Gerçekten acı çekerken bile

Rol yapıyormuş gibi görünür.

 

Ve yazdıklarını okuyanların

İyice hissettikleri,

Onun çifte acısı değil,

Sahte acılarıdır kendilerinin.

 

B öylece döner durur raylarda

Eğlendirmek için aklımızı

Kalp adını verdiğimiz

O küçük oyuncak tren.

(1931)

 

BULUTLAR KARANLIK

 

Bulutlar karanlık.

Ama güneye doğru

Göğün bir parçası

Hüzünlü mavi.

 

Aklım da öyle

Yanıt bulamadığımdan.

Bir parçası hatırlıyor

Kalbin varlığını.

 

İşte o hatırlayan parça,

Her şeyin ötesinde, bizim

Ölümsüz güzelliğin

Gerçeği diye bildiğimiz şey.

5 Nisan 1931

UYUYORUM. DÜŞ GÖRÜRSEM BİLMİYORUM UYANDIĞIMDA

 

Uyuyorum. Düş görürsem bilmiyorum uyandığımda

Gördüğüm düş neydi.

Uyuyorum. Düş görmezsem tanımadığım

Açık bir yerde uyanıyorum,

Çünkü henüz bilmiyorum

Uyandığım yer neresi.

En iyisi ne düş görmek ne görmemek.

En iyisi hiç uyanmamak.

(1933)

 

YOLA ÇIKMAK! YİTİRMEK ÜLKELERİ

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!

Bir başkası olmak süresiz,

Yalnız görmek için yaşamaktır

Köksüz bir ruhu olmak!

 

Kimseye ait olmamak, kendime bile!

Durmadan gitmek, sonu olmayan

Bir yokluğun peşinde

Ve ona ulaşma isteği içinde!

 

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.

Ama ben açık bir yol düşünden öte,

Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.

Gerisi sadece gök ve toprak.

(1933)

 

DUYULAN GÜLÜMSEYİŞİ YAPRAKLARIN

 

Duyulan gülümseyişi yaprakların,

Yalnızca bir esintisin sen.

Ben seni seyrediyorsam, sen de beni,

Kimdir ilk gülümseyecek olan?

Gülüyor şimdi ilk gülümseyen.

 

Gülüyor ve hemen bakıyor

Baktığı belli olmasın diye

Aralarından rüzgârın estiğini

Hissettiğiniz yere. Bir rüzgâr

Bütün bunlar, bir gizlenme.

 

Ama o bakış, o uzun uzun bakış

Bakmadığın yere, geri geldi;

Ve biz durmuş konuşuyoruz

Hiç konuşulmamış olanı.

Bir son mu bu yoksa bir başlangıç mı?

(1932)

 

GÜLÜMSEYEREK YAVAŞ YAVAŞ

 

Gülümseyerek, yavaş yavaş

Süzülüp esti geçti o sokaktan.

Aklıyla hisseden ben, hemen

Yazdım yazılması gereken şiiri.

 

Oysa ondan söz etmiyor şiir.

Ne de büyümüş de küçülmüş bir kız gibi,

Nasıl yitip gittiğini sokağın

Ölümsüz köşesinden.

 

Denizden söz ediyor şiir;

Köpüğü, acıyı anlatıyor.

Yeniden okumak o amansız

Köşeyi, suları hatırlatıyor bana.

14 Ağustos 1932

 

BİR PUS GİBİ İÇİMDE

 

İçimde beni saran

Ve hiç olan

Bir özlem var hiçliğe.

Bir istek belirsiz bir nesneye.

 

Sanki sis gibi

Sarıp sarmalamış beni

Ve küllükteki cıgaramın ucunda

Parıltısını görüyorum son yıldızın.

 

Duman duman tükettim hayatımı.

Ne kadar belirsiz gördüklerim, okuduklarım.

Bilinmeyen bir dilde bana gülümseyen

Açık bir kitap dünya.

16 Temmuz 1934

 

SOKAKTA GÜLEN ÇOCUK

 

Sokakta gülen çocuk,

Rastgele duyduğun şarkı,

Şu saçma resim, o çıplak heykel,

Sının olmayan iyilik –

 

Aklın eşyaya yüklediği

Mantığı aşıyor bütün bunlar,

Hepsinde sevginin payı var

Bir dili olmasa da sevginin.

4 Ekim 1934

 

BİR KAÇAĞIM BEN

 

Bir kaçağım ben.

Doğduğumda

Kendime hapsettim

Kendimi. Sonra kaçtım.

 

İnsan sıkılırsa

Aynı yerde yaşamaktan

Ben neden hep aynı

Derinin altında

Sıkılmadan yaşayayım?

 

Ruhum peşime düşmüş

Ama ben saklanıyorum,

Umarım ne yerde, ne de gökte

Bir türlü bulamaz beni.

 

Yalnız kendim olmak

Ya zindana kapanmak

Ya da hiç olmak demek.

Ben de kaçak yaşarım.

Pekâlâ yaşıyorum işte.

 

MACELLAN

 

Vadide alev alev bir yangın.

Bir dansla sarsılıyor yeryüzü

Vadinin karanlık kayranlarında

Dolaşan çarpık ve belirsiz gölgeler

 

Birden görünüp yamaçlarda

Kayboluyorlar karanlıkta.

Kimin dansı bu gecenin içinde?

Titanlar bunlar, Yer’in oğulları,

 

Mezarı uzak bir kıyıda olan

Ananın cesedine herkesten önce

Sarılmak isteyen denizcinin

Ölümü yüzünden dans ediyorlar.

 

Bilmeden dans ediyorlar o ölünün

Korkusuz ruhunun hâlâ kumanda

Ettiğini ve gövdesiz bileği dümende,

Dünyanın bir ucuna gemiye yön verdiğini

 

Ve yokluğunda bile tüm yeryüzünü

Kucaklayabileceğini. O ırzına geçmiştir

Yeryüzü’nün, ama onlar bundan habersiz,

Dans ediyorlar kendi başlarına.

 

Çarpık ve belirsiz gölgeler de

Kaybolup gidiyorlar ufukta,

Tırmanarak vadinin yamaçlarına

Sessiz dağların arasında.

 

PORTEKİZ DENİZİ

Ey tuzlu deniz, tuzunun ne kadarında

Portekiz’in gözyaşları var?

Denize açılalım, diye kaç ana ağladı,

Kaç oğul boşu boşuna yakardı!

Tek sen bizim olasın diye, ey deniz!

Kaç nişanlı kız ölene dek kocasız kaldı?

 

Değer miydi bunca çabaya? Her şey değer,

Ruh küçük değilse eğer.

Ümit Burnu’nu dönüp geçeceksen,

Göze al aşmayı engelleri, kaçış yok.

Tehlikelerle donatmış Tanrı denizi,

Ona derinlik vermiş ama aynasında da gökleri göstermiş.

 

PORTEKİZ KRALI DON SEBASTIO

 

Deli, evet, deli çünkü büyüklük istiyorum ben

Yazgının kimseye vermediği.

Bastırmak yok içimdeki özgüveni;

Bu yüzden, benim eski benliğim

Çölün kumlarında kalan, yaşayan benliğim değil.

 

Bu benim deliliğim, kabul et olduğu gibi,

Korkmayan karşı çıksın sonuçlarına.

Deli değilse hem, nedir ki insan,

Midesine düşkün bir hayvan,

Yan canlı ve doğurgan bir cesetten başka?

 

Kaynak: FERNANDO PESSOA, Uzaklıklar, Eski Denizler-ŞİİR, Türkçesi: Cevat Çapan 2.basım: Kasım 2011



[1]                 Orpheu: 1915 yılında Pessoa'nın kurduğu ve iki sayı çıkmış, ününü korumuş ede­biyat dergisi. Zafer Şarkısı, 1914'te yayımlanmış, Âlvaro de Campos'un yankılar uyandıran şiiri.

[2]                 Yazarın dağılmasını ve narsisizmini ortaya koyan, "ortonim" Pessoa'nın çeşitli şi­irlerini bir araya getirecek derlemenin adı. "Manifesto" ise Campos'un 1917 tarihli Ultimatum adlı metni olabilir.

[3] Aynı ölçüde güçlü bir ölüm itkisiyle dengelenen güçlü bir yaşam itkisini temsil eden bellibaşlı heteronimlerden biri.

[4] Burada, mevcut yan anlamlara bakarak, sayı ile rakam terimleri arasında tereddüt edilebilir; sayı olursa okültist yan anlam, rakam olursa farklılık belirtebilir, (bkz. Apokalips'te [Vahiy] Mahlukat "sayısı")

[5]                 Pessoa'ya göre, "manyetizma uygulayan okültist dost."

[6] Bu çağın önemli şahsiyeti olan şair Luıs de Montalvor aslında Orpheu'nun bi­rinci sayısının yöneticisi, aynı zamanda Pessoa'nm ve büyük şair Mârio de Sâ- Cameiro'nun eserlerini yayımlayan Âtica Yayınları'nın kurucusuydu.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar