“PETER FERDİNAND DRUCKER”
İş ve yönetim âleminin “en etkili zihni ve en genç aklı”…
Çağın en kalıcı yönetim düşünürü… Yönetim uygulamalarının çoğuna ilham veren
insan… Ya da küresel iş dünyasının üzerinde uzlaştığı tanımlama ile “Yönetimi
bulan adam”,
İnternette Türkçe kaynakları az bulunan/bir nevi göz ardı
edilen, Türkiye Üniversitelerinde hakkında (Ben bulamadım) Tez dahi
yapılmayan/yaptırılmayan Peter Drucker…
Nedeni ne olabilir? “Fikir Babası” olduğu için mi?.
Evet, Peter Drucker herkesin hoşlanmadığı çıkışlar yapmaya
bayılıyordu, örneğin; 1984’te bir tepe yöneticinin en düşük maaş alan işçinin
20 katından fazla maaş almasının doğru olmayacağını ilan etti.
Drucker, kapitalizm aç gözlülüğü performans kadar hızlı
ödüllendirdiğini savunurken, onun bu eleştirilerinden hoşlanmayan ve giderek
sayıları artan bir danışmanlar topluluğu oluştu.
Drucker’ın zamanının da modasının da geçtiğini söylemeye
başladılar. Birçoğu pazarlama fantastiği yeni nesil gurular türedi. Popüler
kitaplar yayınladılar, konuşma turlarına çıkıp zengin oldular. Yeni nesil
yönetim guruları Drucker’ı gölgede bırakır oldu. Fakat siyasî iktidarlar hep
Onun fikirleri ile beslendiler ve uyguladılar. Tıpkı İtalyan düşünür ve
politikacı zavallı Niccolò Machiavelli gibi. Araştırın Sözlerimin doğruluğunu
göreceksiniz.
Peter Ferdinand Drucker (19 Kasım, 1909 –
11 Kasım, 2005), Avusturyalı yazar, konuşmacı, danışman, öğretim üyesi ve
yönetim bilimci.
Hayatı
Peter Drucker, 1909 yılında Avusturya’da
eğitim seviyesi yüksek bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Evlerine
dönemin entelektüel elitleri gelir gider, çeşitli konularda tartışmalar
yapılırdı. Frankfurt Üniversitesi’nde okudu. Keynes ve Schumpeter’den ders
aldı. 1929’da Frankfurt’un en büyük günlük gazatesinde finans yazarlığı yaptı.
1933’te tutucu bir Alman filozofu olan Stahl hakkında yayımlanan yazısında
Nazileri o kadar rahatsız etti ki, yayın yasaklanmakla kalmadı yakıldı. Bir
süre sonra, “Almanya’da Yahudi” sorunu
başlıklı yazısı da aynı kaderi paylaştı.
Hitler başa geçtikten sonra Londra’ya göçtü.
Bankacı oldu. Şöyle diyelim, Londra Bankası’nda ekonomist olarak işe başladı.
1937’de gazeteci olarak Amerika’ya gitti. Vermont’ta Bennington Koleji’nde
siyaset ve felsefe profesörü olarak ders verdi. 1939’da ilk kitabı, “Ekonomik
Adamın Sonu: Totaliterliğin Kökenleri”ni
yazdı. 1945’te General Motors’u inceledi ve sonucunda 1950’de “İşletme
Kavramı”başlıklı çığır açan kitabı basıldı. En önemli metni “Yönetim
Uygulaması” 1954’te
yayımlandı. Bu çalışmasında işletmeleri masaya yatırdı. Özetle yönetimin bir bilim
ya da sanat değil, bir meslek olduğunu gösterdi. 21 yıl boyunca New York
Üniversite’sinde hocalık yaptı. O kadar popülerdi ki, dersleri spor salonunun
yanında yüzlerce sandalyenin sığabileceği bir mekânda yapılıyordu. 1975’ten
itibaren 20 yıl Wall Street Journal’da aylık köşe yazarlığı yaptı.
Claremont Üniversitesinde Yüksek Lisans
öğrencilerine “İşletmede Drucker” dersi
veren Joseph A. Maciariello, Drucker için, “Daireler halinde
düşünürdü” diyor.
Dehasının bir kısmı bağlantısız görünen öğretiler arasında ortak kalıplar
bulabilmesinden kaynaklanıyor. Drucker’in yazdığı kitaplar akademik kaynak olarak kullanılmadı.
Oysa 37 dile çevrilen 38 kitap ve çok sayıda makale yazdı. Akademik çevrelerin
ürettiği gerekçe lineer (Doğrusal, çizgisel) olmayan bir yaklaşımı olması ve
çalışmalarının ölçümlere dayanan araştırmalar içermemesi diye özetlenebilir. Tipik
yönetim danışmanı kalıbına hiçbir zaman uymadı. Ev-ofisinden çalışırdı ve asla bir
sekreteri olmadı. Telefonlarını hep kendi açardı.
ABD
Başkanı George W. Bush 2002 yılında Drucker’a Başkanlık Özgürlük Madalyası
verdi. Buraya
kadar Drucker’ın bilinen hayat hikâyesi, bundan sonrası hayat hikâyesinin
yönetim bilimindeki izdüşümü:
1940’larda,
organizasyonların temel prensiplerinden olan, sorumluluğun dağıtılması fikrini
ilk o tanıttı.
1950’lerde işçilerin yok
edilmesi gereken mükellefiyetler değil, değerler olduğunu ilk o dile getirdi.
Şirketin sadece kar makinesi değil, çalışana güven ve saygı üzerine kurulu bir
insan topluluğu olduğu görüşünü üretti İlk kez o, yeni pazarlama kafa yapısında
basit bir kavram olan “müşterisiz iş yoktur”u açıklığa kavuşturdu.
1960’larda, içeriğin
önemine değindi.
1970’lerde, “bilgi”nin Yeni Ekonominin asıl sermayesi
olduğunu yazan yine Drucker oldu.
1980’lerde kapitalizim
ve iş dünyası hakkında ciddi şüpheler edinmeye başladı. İşletmelerin
toplumların yaratılması için ideal yer olmaktan çıktığını, bireysel çıkarların
eşitlikçi prensiplere karşısında her zaman galip geldiği bir yer olduğunu
söylüyordu. Amerikan iş dünyasının
en önemli eleştirmenlerinden biri oldu. Yöneticiler
imparatorluk kurmakla uğraşırken fazla personel ve etkisiz bir sürü
asistanların oluşuna karşı çıktı. Onu en
çok kızdıran işletmelerin işten çıkarmalarda elde ettikleri büyük kazançlardı:
“Bu ahlaki ve sosyal olarak affedilemez. Bunun için çok büyük bedel
ödeyeceğiz.” dedi
Drucker, 1980’lerde
yoğun olarak yaşanan ve yasal dayanakları zayıf olduğu için eleştirilen satın
almalar, birleşmeler ve benzeri operasyonlar kapitalizminin son hatası olarak
görüyordu: “Serbest pazara inansam da, kapitalizm hakkında ciddi şüphelerim
var.”
Herkesin
hoşlanmadığı çıkışlar yapmaya bayılıyordu, örneğin; 1984’te bir tepe
yöneticinin en düşük maaş alan işçinin 20 katından fazla maaş almasının doğru
olmayacağını ilan etti. Drucker, kapitalizm aç gözlülüğü performans kadar hızlı
ödüllendirdiğini savunurken, onun bu eleştirilerindinden hoşlanmayan ve giderek
sayıları artan bir danışmanlar topluluğu oluştu. Drucker’ın zamanının da
modasının da geçtiğini söylemeye başladılar. Birçoğu pazarlama fantastiği yeni
nesil gurular türedi. Popüler kitaplar yayınladılar, konuşma turlarına çıkıp
zengin oldular. Yeni nesil yönetim guruları Drucker’ı gölgede bırakır oldu.
Drucker ilerleyen yıllarda dikkatini ve çalışmalarını kar amacı gütmeyen
işletmelere yönlendirdi.
Bugün
bildiğimiz yönetim uygulamalarının çoğunluğu Peter Drucker’ın düşüncelerinden
türetildi. Kişileri
ve kurumları yönetmenin karmaşıklıklarla dolu olduğunu söylüyordu. Yöneticilere
iyi çalışanı tutmanın önemini, sorunlara değil imkânlara odaklanmak
gerektiğini, müşterinizle masanın aynı tarafında oturmayı, rekabet
avantajlarını anlama ihtiyacını ve bunları yenilemeye devam etmeyi öğretti.
Birkaç öğretisi:
Liderlik üzerine: Hiçbir
zaman “ben” diye düşünme ve söyleme. “Biz” diye düşün ve konuş. Etkin liderler sadece
organizasyonun güvenine sahip oldukları için otoriteye sahip olduklarını
bilirler. Organizasyonun ihtiyaç ve imkânlarının kendi ihtiyaçlarından önce
geldiğini anlarlar.
Yetenek üzerine: Yönetimin iki ana görevi
yeteneği çekmek ve tutmak haline geldi. Bilgi çalışanlarının birçok seçeneği
var; gönüllüler olarak muamele görmeli ve yönetilmeliler. Kişisel başarı ve
kişisel sorumlulukla ilgilenirler. Devamlı öğrenme ve eğitim beklerler. Saygı
ve otorite isterler. Bunları onlara sağlayın.
Çalışma üzerine: Sorunlara değil imkânlara
odaklanın. Sorun çözümü zararı engeller, ama imkânları kullanmak sonuç
üretir. Gerçek
bir kriz olmadan sorunlar yönetim toplantılarında imkânlar incelenip ele
alınmadıkça tartışılmamalıdır. Değişimi bir fırsat olarak kullanın ve bir
tehdit olarak görmeyin.
Karar verme üzerine: Her
karar risklidir.
Karar, kaynakları bilinmeyen ve belirsiz bir geleceği sunma taahhüdüdür. Eğer
kararın gerekli olduğunu, sorunları açıkça ifade etmeyi ve doğrudan başa
çıkmayı, sonunda uzlaşma yapmanız gerektiğini biliyorsanız, riskler en aza
indirgenebilir.
Organizasyon üzerine:
Etkin organizasyonlar kendilerini tatmin etmek için değil, müşteri
ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Liderler organizasyonu oluşturan
çalışanların kendilerini sürekli yenileyebilecek şekilde dışarı odaklanmasını
sağlamalıdır.
Gazeteci, profesör, tarihçi, ekonomist,
yönetim bilimci olarak 95 üretken yıl... En önemli katkısı işletme
alanındaydı. Keynes ekonomi için, Deming kalite için neyse, Drucker da
yönetim için oydu. Bugün
kullanılan neredeyse tüm modern yönetim kavramlarını önce o ifade etti ya da
geliştirdi.
Maynard Keynes (1883-1946), işsizliği önlemek adına
kamu harcamalarının artırılmasını ve hükümet müdahalesini savunan itibarlı
İngiliz ekonomist.
William Edwards Deming (d.
14 Ekim 1900 - ö. 20 Aralık 1993) ABD'li istatistikçi. Soğuk Savaş sırasında
ABD'nin üretimini iyileştirmekle tanınır ama özellikle Japonya iken üzerinde
çalıştığı kalite yönetimi ile ünlenmiştir. Japonya'nın II. Dünya Savaşı
sonrasında endüstriyel gelişmesinde bu çalışmalar önemli rol oynamıştır.
Kalitede sağlanan iyileşmenin giderleri azaltacağını ve verimliliği artırarak
pazar payını artıracağını savunmuştur.
Edwards
Deming toplam kalite ile yönetim felsefesini, klasik yönetim anlayışlarına
eleştiride bulunarak ve işletmeler ve çalışanlardan örnekler vererek
"Sanayi, Hükümet ve Eğitim İçin Yeni Ekonomi" kitabında aktarmakta ve
toplam kalite anlayışının temellerini oluşturmaktadır.
Türkçeye çevrilmiş
kitapları
• Klasik
Drucker
• Etkin
Yöneticinin Seyir Defteri
• Fırtınalı
Dönemlerde Yönetim
• Geleceğin
Toplumunda Yönetim
• Sonuç
İçin Yönetim
• Kapitalist
Ötesi Toplum
• 21.
Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları
• Büyük
Değişimler Çağında Yönetim
• Etkin
Yöneticilik
• Yönetim
Uygulaması
• Yeni
Gerçekler Devlet ve Politika Alanında Ekonomi Bilimi ve İş Dünyasında Toplumda
ve Dünya Görüşünde
• Gelecek
İçin Yönetim 1990'lar ve Sonrası
Bu yazıyla ilgili olarak aşağıdaki makaleleri ve linkler
1. Peter Drucker kitapları :
2. Peter Drucker’s HBR Articles (Peter Drucker’ın
Harvard Makaleleri) :
3. Peter Drucker Enstitüsü :
4. Drucker’ın Türkçe’ye çevrilmiş kitapları :
5. Peter Drucker üzerine yazılanlar :
6. William Cohen “A class with Drucker”, Amacom 2008 :
Melih ARAT
Liseyi bitirip memleketim Viyana'dan pamuk
ihracatçısı bir şirkete stajyer olarak gittiğimde henüz 18 bile değildim. Babam
bu yaptığımdan hiç memnun olmadı. Ailemiz uzun süredir bürokratlar,
profesörler, avukatlar, doktorlar çıkaran bir aileydi. Dolayısıyla babam benim
bir üniversite öğrencisi olmamı istemişti, bense Latince öğrendiğim sıkı bir
lise evresinden sonra yorulmuştum ve çalışmak istiyordum. Ancak babamı mutlu
etmek için Hamburg Üniversitesi'nin Hukuk fakültesine de kaydoldum. O yıllarda
Avusturya'da ya da Almanya'da bir öğrencinin düzenli okula gitmesi
gerekmiyordu. Yapılması gereken tek şey, hocaların imzalarını kayıt defterine
geçirilmesiydi. Bunun için öğretim üyelerinin sekreterlerine usulüne uygun
şekilde ricada bulunmak imzaları almak için yeterliydi. Hiç gece dersi
yapılmadığından ve gündüzleri de işe gittiğimden tek bir derse bile
girememiştim. Buna rağmen hala iyi bir öğrenci olarak kabul ediliyordum. Bütün
bunlar modern zamanlardaki insanlara aykırı gelebilir, fakat o günlerde bunlar
çok normaldi. Üniversiteye girmek için lise mezunu olmak yeterliydi. Üniversite
diploması almak için gerekli olanlar, küçük bir miktar olan üniversite
harçlarını ödemek ve dört yılın sonunda bitirme sınavını geçmekti.
Stajyer olarak çalışmak son derece
sıkıcıydı ve çok az şey öğrenmiştim. İş sabah yedi buçukta başlıyor ve saat
dörtte bitiyordu; Cumartesi günleri ise 12'de özgür kalıyordum. Bol bol zamanım
vardı. Hafta sonları Avusturya'dan iki stajyer arkadaşımla otostop çekerek
Hamburg yakınlarındaki kasaba ve köylere giderdik, resmi olarak öğrenci olduğumuzdan
öğrenci yurtlarında ücretsiz olarak kalırdık. Hamburg'un ünlü şehir kütüphanesi
de, işyerimin yanı başındaydı. Üniversite öğrencilerinin de istedikleri kadar
kitap alma hakkı vardır. Yaklaşık 15 ay boyunca İngilizce, Almanca ve
Fransızca'dan sayısız eseri hiç durmaksızın okudum.
İlk Ders: Mükemmele ulaşmak
bir kez daha dene, kaç yaşında olursan ol!
Daha sonra haftada bir operaya giderdim.
Hamburg Operası, şimdi olduğu gibi o zaman da dünyanın en ünlü operalarındandı.
Her hafta operaya gidecek kadar çok maaş almıyordum, ama operalar da üniversite
öğrencileri için ücretsizdi. Yapmanız gereken tek şey opera başlamadan bir saat
önce oraya gitmekti. Gösteri başlamadan önce satılmayan ucuz biletler
üniversite öğrencilerine ücretsiz verilirdi. Operaya gittiğim akşamlardan
birinde, İtalyan bestecisi Giuseppe Verdi'nin 1893'te yazdığı son operayı
“Fallstaff”ı dinledim. Şu sıralar son derece popüler olsa da 1930'lardan önce
seyrek olarak sunulan bir opera eseriydi. Hem operayı söyleyenler, hem de dinleyenler
için zor bir eserdi. Viyana'da yetişmiş bir genç olarak oldukça iyi bir müzik
eğitimim vardı. Birçok opera dinlemiş olmama rağmen, bunun gibi bir şey daha
önce duymamıştım.
Bir araştırma yaptığımda beni son derece
şaşırtan bir şey buldum. Bu opera; neşesiyle, yaşam için verdiği müthiş zevkle,
inanılmaz doğallığıyla seksen yaşında bir adam tarafından yazılmıştı. 18
yaşında biri olarak, seksen yaş benim için inanılmaz bir yaştı. Daha sonra
Verdi'nin kendisi için yazdıklarını okudum.
Fallstaff'ı yazmasından sonra ona şöyle
sormuşlardı:
“Bu seksen yaşınızda, opera dünyasında
yüzyılın en büyük bestecilerinden biri kabul edilmenize rağmen, niçin çılgınca
bir çalışmayla yeni bir opera yazdınız ve niçin bu kadar sınırları zorlayan bir
tane?”
Verdi şöyle cevap vermiş:
“Bir müzisyen olarak tüm yaşamım boyunca
mükemmelliği kovaladım. O ise her seferinde benden sıyrılmaya çalıştı. Seksen
yaşında da olsam onu bir kez daha yakalamaya çalışmayı denemek boynumun
borcuydu.
Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bende
silinmeyen bir etki bıraktı. Verdi, on sekiz yaşındayken eğitimli bir
müzisyendi. Bense on sekiz yaşında ne olacağımı bilmiyordum, sadece pamuk
ihracatında bir başarı abidesi olacağa benzemiyordum. On sekiz yaşında,
olgunlaşmamış, acemi ve bir on sekiz yaşındaki bir gencin olabileceği kadar
toydum. Otuzlu yaşlarımın başında nede iyi olduğumu ve hangi alana ait olduğumu
biliyordum. Ancak ne iş yaparsam, yapayım, Verdi'nin sözleri benim kutup
yıldızımdı.
İleri yaşıma bile gelsem, vazgeçmeyecektim.
Mükemmeliyet için çalışacaktım, ne kadar kovalarsam, kovalayım onun benden
kaçacağına emin olsam da…
İkinci Ders: İnsanların
değil, Allah'ın dikkatini çekecek kadar mükemmel bir iş yap!
Aşağı yukarı aynı sıralarda, Hamburg'da
stajyer olarak çalışırken “mükemmelliğin” ne anlama geldiğine dair bir hikâye
daha okumuştum.
Bu
hikaye, Antik Yunan'ın en büyük heykeltıraşı Phidias'ın hikayesiydi. Milattan
önce 440 yılında yaptığı anıtlar 2400 yıl sonra günümüzde dahi Atina'da
Parthenon'un tepesinde ayaktadır. Bugüne kadar bunlar Batı geleneğinin en büyük
heykeltıraşlık eserleri sayılmıştır. Phidias dünyanın en büyük heykeli olan
Zeus heykelini kuyumcu gereçleriyle yapmıştır. Herkesin hayran kaldığı bu
anıtlarla ilgili faturayı şehrin mali işler başkanına gönderdiğinde, başkan ödeme
yapmayı reddetmiştir.
“Bu
anıtlar, Atina'nın en yüksek tepesinin üstündeki tapınağın çatısına
dikilmiştir. Herkes önyüzünü görebilse de, arka yüzünü kesinlikle
görememektedir ve sen bize hiç kimsenin göremediği arka kısımlarını da fatura
ediyorsun.”
Phidias
sert bir şekilde yanıt verir:
“Yanılıyorsun,
Tanrılar onu görebilir.”
Bunu Fallstaff'ı dinledikten kısa bir süre
sonra okumuştum ve çarpılmıştım. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Tanrı'nın
fark etmesini istediğim birçok şey yapmıştım, ama esas olan başka bir şeydi:
İnsan, diğer insanların beklenti
sınırlarında değil, Allah'ın beğeneceği, fark edeceği bir mükemmeliyet için
çabalamalıydı.
İnsanlar, bana hangi kitabımı en iyi olarak
kabul ettiğimi sorduklarında, gülümseyerek şöyle derim: “Bir sonraki.” Bunu
sadece bir espri olarak söylemem. Verdi'nin opera yazarken ki ruhuyla söylerim,
mükemmeliyet için bir kez daha denemek gerekir. Şu anda (bu satırları yazdığı
sırada seksen beş yaşında) iki yeni kitap üstünde çalışıyorum. Öncekilerden
daha iyi olacaklarını umuyorum ve daha da önemlisi mükemmele bir parça olsun
daha yakın olacak. (Bunlardan biri yayımlandı. Peter Drucker, 21.Yüzyıl İçin
Yönetim Tartışmaları, Epsilon Yayınları, 2000)
Bir gazeteci olarak
çalışmak
Birkaç yıl sonra, Almanya'ya Frankfurt'a
taşındım. Bir borsa aracı şirketi için önce stajyer olarak çalıştım. New York
Borsası'nın 1929'daki çöküşünden sonra aracı şirket iflas etti. Yirminci yaş
günümde Frankfurt'un en büyük gazetesine, mali konularda ve dış ilişkiler
konusunda yazar olarak girdim. Geçiş yaparak hukuk öğrenciliğime devam ettim. O
yıllarda bir Avrupa üniversitesinden diğerine geçiş yapmak çok kolaydı. Hala
hukukla ilgilenmiyordum; ama Verdi ve Phidias'ın verdiği dersler aklımdaydı.
Bir gazeteci, birçok konuda yazmak zorundaydı ve böylece yetkin bir gazeteci
olabilmek için herk konuda bir şeyler öğrenmeye karar verdim.
Üçüncü Ders: Birçok konuda
derinleş!
Çalıştığım gazete öğleden sonra bitmek
zorundaydı. Sabahları altıda çalışmaya başlar ve öğlen ikiyi çeyrek geçe bitirirdik.
Böylece kendimi öğleden sonraları ve akşamları çalışmaya zorladım: Uluslararası
ilişkiler, uluslararası hukuk, sosyal ve yasal kurumlar tarihi, finans ve
diğerleri. Zamanla hala kullandığım bir sistemi geliştirdim. Her üç ya da dört
yılda bir yeni bir konu seçerim; bu bazen istatistik olur, bazen ortaçağ
tarihi, bazen Japon sanatı, bazen de ekonomi. Üç yıllık bir çalışma bir konunun
uzmanı olmaya yetmez, ama anlamak için yeterlidir. Böylece son altmış yıldır,
belirli bir dönemde tek bir konuyu çalışmışımdır. Bu bana sadece bilgi kaynağı
olmamıştır. Aynı zamanda beni yeni disiplinlere, yeni yöntemlere ve yeni
yaklaşımlara açık olmaya itmiştir.
Dördüncü
Ders: İyi yaptıklarını, yapamadıklarını bil ve gelecek yıl için iyileştirme
planı yap!
Kendimi uzun süre entelektüel olarak ayakta
tutmama yol açan dördüncü dersi, Avrupa'nın önde gelen baş editöründen
almıştım. Editör kadrosu oldukça genç insanlardan oluşuyordu. Yirmi iki
yaşında, yardımcı yönetici editörlerden biri olmuştum. Bunun nedeni çok iyi olmam
değildi, hiçbir zaman birinci sınıf bir gazeteci olmadım. Ama 1930'lu yıllarda
otuz yaşın üstünde bu tür bir konum için uygun kimse kalmamıştı; hemen hepsi I.
Dünya Savaşı'nda ölmüştü. Son derece yüksek ve sorumluluk gerektiren konumlar,
benim gibi genç insanlar tarafından dolduruluyordu. Bu durum Pasifik
savaşı'ndan on yıl kadar sonra 1950'lerin sonlarına doğru gittiğim Japonya'da
da aynıydı.
O sıralar ellili yaşlarında olan baş
editörümüz genç ekibini disipline etmek ve eğitmek için sonsuz uğraş veriyordu.
Her hafta her birimizle yaptığımız işi ele alıyordu. Yılda iki defa yılbaşından
sonra ve tatil iznimizden önce Haziran'ın sonunda bir Cumartesi öğleden
sonramızı ve Pazar günümüzü bir değerlendirme toplantısına ayırırdık.
Bu toplantılarda neler konuşulurdu:
Önce geçmiş altı ayı değerlendirerek
geçiriyorduk.
• Editörümüz
her zaman iyi yaptığımız şeylerle konuşmaya başlardı.
• Daha
sonra iyi yapmaya çalıştığımız şeylerle konuşmaya devam ederdi.
• Bir
sonraki aşamada yeterince çalışmadığımız şeyler hakkında konuşurdu.
• Son
olarak da kötü yaptığımız ya da başarısız olduğumuz konuların eleştirisini
yapardı.
Son iki saatimizi gelecek altı aydaki
işimizi öngörmeye ayırırdık.
• Nelerin
üstüne konsantre olmalıyız?
• Neleri
iyileştirmeliyiz?
• Her
birimizin öğrenmesi gerekenler nelerdir?
Bu toplantıdan bir hafta sonra, baş
editörümüze izleyen altı ay için bir çalışma ve öğrenme programımızı her
birimiz ayrı ayrı verirdik.
Bir önceki yılı değerlendirmek
Yaklaşık on yıl sonra, ABD'ye henüz
geldiğimde, bunları hatırladım. 1940'larda önde gelen bir fakültede öğretim
üyesiydim, kendi danışmanlık işimi başlatmış ve büyük kitaplar yayımlamaya
başlamıştım. Daha sonra Frankfurt'taki editörümün öğrettiğini hatırladım. O
zamandan beri, her yaz iki haftamı geçmiş yıldaki çalışmalarımı
değerlendirmekle geçiriyorum. Önce iyi yaptığım şeyleri, sonra daha iyi
yapabilecek olduğum şeyleri, iyi yapamadığım şeyleri ve son olarak kötü
yaptığım ya da yapamadığım şeyleri değerlendiriyorum. Böylece danışmanlık,
yazarlık ve öğretim işlerindeki önceliklerimi belirleyebiliyorum.
Hiçbir zaman, Ağustos ayında yaptığım bu
planları tam olarak uygulayamadım, ancak bu çalışmalar beni Verdi'nin
“mükemmeli yakalamak için çabala” düsturundan gitmeme yardım etti, mükemmel
benden hep daha hızlı davranıp kaçtıysa da…
Beşinci Ders: Yeni bir
göreve geldiğinde, yapman gerekeni öğren!
Bir sonraki öğrenme deneyimim birkaç yıl
sonraydı. 1933'te Frankfurt'tan Londra'ya gittim, önce büyük bir sigorta
şirketinin yatırımlar bölümünde analist olarak, daha sonra küçük ama hızlı
büyüyen bir bankanın ekonomisti ve üç kıdemli ortağın genel sekreteri olarak
çalıştım. Kurucu olan ortak yetmiş yaşlarındaydı ve diğer iki ortak otuzlu
yaşlarının ortalarındaydı. Önce iki genç ortakla çalıştım ve daha sonra yaklaşık
üç ay sonra yaşlı kurucu ortak beni ofisine çağırdı ve dedi ki:
“Sen buraya geldiğinde
seni çok fazla dikkate almamıştım; hala da almıyorum. Ancak sen tahmin
ettiğimden daha aptalsın; ve hatta sen hakkın olandan daha fazla aptalsın!”
Diğer iki genç ortaklar, hemen her gün beni
göklere çıkarırken, bu ortak beni aptal bulmuştu.
Yeni bir göreve geldiğinde yapman gereken
nedir
Yaşlı adam devam etti:
“Sen daha önce
çalıştığın sigorta şirketinde çok iyi yatırım analizleri yapıyordun anlıyorum.
Ama eğer biz senin yatırım analizi işine devam etmeni isteseydik, seni orada
bırakırdık. Sen şu anda ortakların genel sekreterisin ve hala yatırım
analizleri yapmaya devam ediyorsun.
Yeni işinde etkili olmak için şu anda ne
yapıyor olman gerekirdi?”
Çılgına dönmüştüm, ama yine de yaşlı adamın
haklı olduğunu anlıyordum. Davranışımı ve çalışma şeklimi tamamen değiştirdim.
O zamandan beri, ne zaman yeni bir görev
alsam, kendime şu soruyu sorarım:
“Yeni görevimde etkili olmak için ne yapmam
gerekiyor?”
Bu sorunun cevabı her seferinde farklı
olur.
Yaklaşık elli yıldır danışmanım. Birçok
ülkede birçok organizasyonla çalıştım. İnsan kaynaklarının en büyük israf yolu,
başarısız terfilerdir. Yetenekli insanlar terfi ettikleri yeni konumlarında
birer başarı abidesine dönüşmüyorlar. Bunlardan çok azı tamamen başarısız olur.
Çok daha büyük bir miktarı, ne başarısız olurlar, ne de başarılı olurlar,
sadece ortalama olurlar. Çok azı ise başarılı olur.
(yeni görevinde etkili olmak için ne
yapması gerektiğini bulur ve onu yapar ve böylece)
On ya da on beş yıldır yetkin olan
insanlar, ne olur da birden yetkinliklerini kaybederler? Aşağı yukarı bütün
vakalarda gördüğüm, insanların benim Londra Bankası'nda yaptığım hatayı
yaparlar. Yeni görevlerinde, onlara eski görevlerinden terfi etme yoluna açan
işleri yapmaya devam ederler. Böylece yetkinliklerini kaybederler, çünkü yanlış
şeyleri doğru şekilde yapıyorlardır.
Altıncı
Ders: Kararlarını, kararların beklenen sonuçlarını yaz ve sonra gerçekleşenle
tahminlerini karşılaştır.
Birkaç yıl sonra, 1945'lerde İngiltere'den
Amerika'ya 1937'de taşındıktan sonra, üç yıllık çalışma konularımdan biri
olarak “Erken Modern Avrupa Tarihi”ni seçmiştim, özellikle de beşinci ve
altıncı yüzyılları. O dönemde Avrupa'da iki hâkim güç vardı. Bunlardan biri,
Jesuitler, bir diğeri ise Calvinistler idi.
Bu örgütlerden herhangi biri, kritik bir
karar alıyorsa, beklediği sonuçları da yazmak zorundaydı. Dokuz ay sonra,
gerçekleşen sonuçlarla tahminlerini de karşılaştırması gerekirdi.
Bu yöntem bir süre sonra,
• kararı
alan kişinin neyi iyi yaptığını ve
• güçlü
yanlarının neler olduğunu gösteriyordu.
Ayrıca
• ne
öğrenmesi gerektiğini ve
• hangi
davranışların değişmesi gerektiğini
• neleri
iyileştirebileceğini de gösteriyordu.
Sonuç olarak,
• neye
yeteneği olmadığını ve neden uzak durması gerektiğini,
• neyi
iyi yapamadığını da gösteriyordu.
Bu yöntemi son elli yılda kendim içinde
kullandım.
Not: Bu kitabın Geri Bildirim Analizi
isimli bölümünde Peter Drucker'ın bu yöntemi nasıl kullandığı da ayrıntılı
olarak anlatılmaktadır.
Yedinci Ders:
1949 Aralık ayında New York
Üniversitesi'nde yönetim öğretmeye başlamıştım. Babam o sırada yetmiş üç
yaşındaydı, California'dan bizi ziyaret etmeye gelmişti. Hemen yılbaşından
sonra onun arkadaşı olan ünlü ekonomist Joseph Schumpeter'i ziyarete gittik.
Babam emekli olmuştu, ama Schumpeter altmış altı yaşında hala Harvard
Üniversitesi'nde ders veriyordu ve Amerikan Ekonomi Derneği'nin aktif
başkanlığını yapıyordu.
1902 yılında babam Avusturya Maliye
Bakanlığı'nda bürokrat olarak görevliydi ve üniversitede ekonomi öğretiyordu.
Genç öğrenciler arasında en parlak olanı Schumpeter idi. Schumpeter,
gösterişli, mağrur, iğneleyici bir kendini beğenmişti; babamsa sessiz, nazik
ruhlu, kendini yok gösterecek kadar alçakgönüllüydü. Çok farklı olmalarına
rağmen çok iyi iki dosta dönüşmüşler ve öyle kalmışlardı.
1949 yılında, Schumpeter çok farklı bir
insandı. Altmış altı yaşında ve Harvard'daki son öğretim yılında, kendi
şöhretinin doruğundaydı. İki eski dost, eski günlerden konuşarak harika vakit
geçirdiler; ikisi de Avusturya'da yetişmiş ve çalışmışlardı ve ikisi de sonunda
Amerika'ya gelmişlerdi. Schumpeter 1932'de babamsa dört yıl sonra. Sohbet
sırasında babam aniden sordu:
“Joseph, neyle hatırlanmak istediğin hakkında hiç konuşuyor
musun?”
Schumpeter, bir kahkaha patlattı, öyle ki
ben bile güldüm. Schumpeter'in otuz kadar kitabı yayımlanmıştı ve iki tanesi
baş yapıt sayılabilecek iki ekonomi kitabıydı, Schumpeter zaten bunlarla
ünlenmişti. Belki gençliğinde sormuş olsaydık, muhtemelen Schumpeter, Avrupa'da
kadınların en çok sevdiği adam, Avrupa'nın en iyi at binicisi ve dünyanın en
büyük ekonomisti olarak hatırlanmak isteyecekti.
Schumpeter şöyle cevap verdi:
“Bu soru hala benim için
önemli, ama artık bu soru için daha farklı bir cevabım var. Artık yarım düzine
öğrenciyi, birinci sınıf ekonomistlere dönüştürmüş olmakla hatırlanmak
istiyorum.”
Babamın yüzündeki hayret dolu ifadeyi
görmüş olarak sözlerine devam etti:
“Biliyorsun, Adolph, artık kitaplarla ya da
teorilerle anımsanmanın yeterli olmadığını bildiğim bir yaştayım. Birisinin
yarattığı fark, eğer bir başka insanın yaşamında fark yaratmıyorsa, o kişi fark
yaratmış sayılmaz.”
Babamın Schumpeter'i ziyaret etmesinin
nedenlerinden biri de, Schumpeter'in hasta olması ve çok uzun yaşamasının
beklenmemesiydi. Gerçekten de bizim ziyaretimizden beş gün sonra Schumpeter
öldü.
Bu konuşmayı hiç unutmuyorum. Bu konuşmadan
üç şey öğrendim:
• İnsan öldükten sonra
neyle hatırlanmak istediğini kendine sormalı.
• Bu sorunun cevabı
yaşlandıkça, olgunlaştıkça, dünya değiştikçe değişmeli.
• Hatırlanmaya değer
olan, birinin başkalarının yaşamlarında yarattığı (olumlu) farklardır.
Not: Peter Drucker'ın Hayatındaki 7 Ders, Peter Drucker'ın Isao Nakauchi
ile yaptığı mektuplaşmalardan oluşan bir kitap olan Drucker on Asia'dan
derlenmiştir (Drucker on Asia, Butterworth Heinemann, Boston, 1997, sf.
102-110).
**
1: Kendinizi tanıyın
Güçlü taraflarınızı ve zaaflarınızı belirlemek
için gelecekle ilgili herhangi bir karar aldığınızda, amacınızın ne olduğunu
bir yere yazın. 9 veya 12 ay sonra kendiniz ile ilgili beklentilerinizle,
gerçekleşenleri karşılaştırın. Drucker’ın kişisel geri bildirim analizi diye
tanımladığı bu yöntem sayesinde, hedeflerinizi ve performansınızı sürekli
karşılaştırarak bir süre sonra hangi alanlarda güçlü, hangilerinde zayıf
olduğunuzu bileceksiniz.
2: Güçlü yönlerinizi belirleyin
Analiz sonunda en iyi sonucu, en güçlü
olduğunuz alanlarda aldığınızı göreceksiniz. Daha sonra güçlü olduğunuz
alanlara konsantre olup, bunları geliştirmeye gayret edeceksiniz.
3: Düşüncenizin ve hedefinizin peşinden gidin
Bir fikrin ve planın takibi yapılmadığında
sonuç almak imkânsızdır. Çok başarılı bir plancı hazırladığı planı teslim
ettiğinde, işinin bittiğini düşünürse bir yere ulaşamaz. Çünkü planın bittiği
nokta, işin başlaması gereken noktadır. Planı uygulayacak kişiler bulunmazsa,
bu kişilere gerekli eğitim verilip uygulamaya geçilmezse, planlar bir işe
yaramaz.
4: Kişiliğinizi değiştirmeye çalışmayın
Herkesin kişiliğine göre bir işi yapış ve
bir görevi yerine getiriş tarzı vardır. Bu tarz, parmak izi gibidir,
değiştirilemez. Bu nedenle elinizdeki işe başlamadan önce kişiliğinizi
değiştirmeye çabalamayın. Kişiliğinizi ve iş yapma tarzınızı “veri” olarak
kabul edip, buna uygun iş ve görevler bulmaya gayret edin.
5: İş yapma tarzınızı analiz edin
Bir konuyu kimisi dinleyerek, kimisi ise
yazarak kavrayabilir. Bazıları, rakamları analiz ederek bir karara varabilir,
bazıları ise gözlemle. Kendi kavrama ve iş yapma tarzınızı belirlerseniz, daha
iyi sonuçlar alabilirsiniz. Öğrenme yöntemlerinden hangisinin size uygun
olduğunu da en iyi siz tespit edip hayata geçirebilirsiniz.
6: Değer yargılarınızı iyi tanımlayın
İnançlarınıza ve değer verdiğiniz
görüşlerinize aykırı olan bir görev kabul ettiğinizde, kendinize saygınız
kalmaz. Kendisine saygısını ve güvenini kaybetmiş kişi ise hiçbir işe, gücünün
son noktasına kadar sarılamaz. Drucker, bu noktada bir “ayna sınavı”na
girmenizi öneriyor ve şöyle diyor: “Her sabah elinizi yıkarken, lavabo
aynasındaki kişiye gönül huzuru ile gözlerinizi kaçırmadan bakabiliyorsanız
doğru yoldasınız demektir.”
7: Kendinize karşı tarafsız olun
Bu tür bir tarafsızlık, Türkiye’de epey zor
bir iş… İnsanlarımızın yarısı, bir birey olarak potansiyelinin ve kendi
değerinin farkında ve bilincinde değil. Diğer yarısı ise kendini olduğundan
daha güçlü ve bilgili sanıyor. Değişimin, yılların biriktirdiği bilgiyi kısa
sürede hurdaya çevirdiğinin farkında olmayanlar da var. Performansı yükseltmek
için kendinizi olduğunuzdan daha aşağıda veya yukarıda görmekten kaçınmanız
şart.
8: Bahane üretmeyin
Kendi gücünüzün farkına varmadan ve
elinizden gelecek her şeyi yapmadan, kusuru çevreye, ortama, düzene ve ülkeye
yüklemeyin.
9: Bir “B” hatta “C” planınız olsun
Hedefinize ulaşmak için gece gündüz
çabalasanız da, krizler, durgunluk yılları, değişen oyun kuralları önünüze
aşılmayacak engeller çıkarabilir. Böylesi durumlar için hiç olmazsa 2-3 yıl
sizi ayakta tutacak alternatif planlarınız olsun.
10: Geleceğe ve ortama odaklanın
Gençlik anketlerinde, kendi geleceğinden
umutlu olanların oranı yüzde 60'ı aşarken, ülkenin geleceğinden umutlu
olanların oranı yüzde 20'lerde kalıyor. Bu uyumsuzluk, eninde sonunda bireyi de
frenliyor. Ülkesinin ve kendisinin potansiyelini olumlu bir şekilde algılayan
ve geçmişe değil de geleceğe odaklanan gençler ise geleceğin fırsatlarını daha
kolay yakalayabilir.
**
Rosabeth Moss Kanter
Peter Drucker’ın Tavsiyelerine kulak
verilerek bugün dünyanın dört bir yanında toplumları bir veba salgını gibi
tehdit eden sayısız meydan okumadan kaçınılabilir veya uygun çözümler
bulunabilirdi: muhasebecilik skandalları ve global finansal krizin ardından
yaşanan güven bunalımının çözülmesi; verilen finansal prim taahhütlerinde felç
etkisi yaratmadan en mükemmel yeteneklerin cezbedilmesi ve motive edilmesi;
iklim değişikliği, sağlık bakımı ve kamu eğitim politikası gibi önemli sosyal
sorunların halledilmesi; ve Orta Asya ile Orta Doğu’daki sıkıntılı bölgelerin
istikrara kavuşturulması gibi.
Eğer Peter Drucker bugün yaşıyor olsaydı
böylesine can sıkıcı meseleler hakkında acaba neler söylerdi? Herhalde ilk
yorumu “Ben size dememiş miydim?” olurdu
ve bunu söylemekte de yerden göğe kadar hakkı vardı. Geleceği fevkalade iyi
gören yazılarında önemli eğilimlere ve yaklaşmakta olan facialara dikkat
çekmişti. Organizasyonları çepeçevre saran şartlara kapsamlı bir bakış açısıyla
göz atmış ve süreksizlikler olarak nitelendirdiği kulak tırmalayıcı vakaların
altını çizmişti. Sonrasında ise gelecekteki zorlukların işaretleri zaten
şimdiden belli olduğundan cümlesine şöyle devam edebilirdi: “Altta
yatan sistemlere bakın”.
Drucker’ın insanları suçlamasına veya takdir etmesine nadiren rastlanırdı;
temel nedenleri organizasyonların tasarımında yani yapılanmalarında,
süreçlerinde, standartlarında, ve alışkanlıklarında arardı. Kendi şirketlerinin
nihai hedeflerini akıllarından hiç çıkartmaksızın bu tasarıma meydan okunması
işinin üst düzey yöneticilerin sorumluluğunda olduğunu bize hatırlatırdı.
Ardından da liderlere birkaç kışkırtıcı soru sorarak sözlerini bitirirdi:
“Misyonunuz
nedir?, Neleri yapmaktan vazgeçmeniz gerekir?, Uzun-vadeli etkinliğinizin çukurunu
kazan kısa-vadeli kazançları neler besliyor?, Hedefleriniz ve rehber
prensipleriniz neler olmalı?’’.
Benim Peter Drucker’a olan büyük saygım, 25
yıl kadar önce Brüksel’de bir panelde onunla konuşma fırsatı bulduğum zamana
yani kariyerimin ilk yıllarına dayanır. Son çıkan kitabım ‘SuperCorp’ için
yaptığım bir çokuluslu araştırmada bulduğum Drucker parmak izleriyle onun
ölümünden sonra da ona olan hayranlığım büsbütün arttı. Dünyanın her yerinde
ama bilhassa Asya’daki yöneticiler Drucker’ı kendi şirketlerinin kusursuz
işletilmesinde ve kendi ülkelerinin kalkınmasında tartışmasız bir çığır açıcı
olarak değerlendiriyordu.
DRUCKER’IN ÖNGÖRÜLERİ
Drucker, yöneticilerin görevlerini
tanımlarken öncelikle sürekli değişen bir dünyada hayatta kalmak zorunda olan organizasyonlara
rehberlik yapma sorumluluğunun altını çizerdi. Aşağıda önceden sezdiği kritik
sorunlardan bazıları aktarılmaktadır.
Prim Kargaşası
Alınan aşırı riskleri ödüllendiren yüksek
primlerin son finansal erimeye katkıda bulunduğunu görmek Drucker’ı hiç de
şaşırtmazdı. 1980’lere geri gidildiğinde onun, bugün ABD hükümetinin
ajandasında 2008’deki banka çöküşlerinin ardından en önemli temayı teşkil eden
konuyu yani kamuoyunun yönetici primlerinden duyduğu rahatsızlığı dile
getirerek uyardığı görülür. Yani
Drucker 20 yıldan uzun bir süre önce o zamanlar 1’e 40 seviyesindeki
en-üst ile en-alt dilim arasındaki gelir farkı oransızlığına dikkat çekmişti.
Ölümünden hemen sonra ise (2005) bu rasyo 1’e 400 seviyesini bile aşmıştı.
Drucker, zenginliğin konsantrasyonuna karşı
değildi ancak toplumun ve organizasyonların işleyiş biçimi hakkında pragmatik
(faydayı ön plana çıkartarak) düşünüyordu. Üst düzey yöneticilerin rolünün,
işlerin yapılabilmesi için morallerinin (ve primlerinin) yüksek tutulması
gereken diğerlerinin eylemlerini koordine etmek olduğunu o da kabul ediyordu.
Ancak aynı zamanda bu ödemelerin performansa göre yapılması gerektiğini de
belirtiyordu ki bu belki de onun işletmecilik uygulamasına yaptığı en değerli
katkıydı. Eğer Drucker’a bir parça kulak verilmiş olsaydı bugün genel
olarak Wall Street’de ama bilhassa AIG’de yaşanan ve kamuoyunda infial
yaratmasının yanı sıra şirketlerin mali tablolarında karşılıklarının da
görülemediği yüksek prim ödemeleri gibi aşırılıkların bazıları hiç gerçekleşmeyebilirdi.
O bugün
sayıları her geçen gün artan bilgi işçilerinin sadece parayla değil ama bir
hedef tutturma duygusuyla da motive edilmeleri gerektiğini ileri sürüyordu. Ve
performansı da en geniş anlamıyla hissedarlarla birlikte büyük bir paydaş
yelpazesini de kapsayacak sorumluluklar şeklinde tanımlıyordu. Üst düzey yöneticilerin asıl işinin, geleceği tehlikeye
atabilecek kısa vadeli vurgunlardan kaçınmak ve şirketin uzun vadeli sağlığını
garanti altına almak olduğunu ısrarla vurguluyordu.
Otomobil Endüstrisinin
Endişeleri ve Yaratıcı Yıkım
Drucker, kariyerinin ilk yıllarında merkezi
olmayan organizasyonel yapısı yüzünden öve öve bitiremediği General Motors’un
batacağını da önceden görmüştü. Yıllar öncesinden GM yöneticilerini geçmişteki
başarıların anılarına takılıp kalmaları ve kendilerine “Artık
neyi yapmaktan vazgeçmeliyiz” diye
bilinen meşhur soruyu sormamaları nedeniyle ortaya çıkabilecek sorunlar
yüzünden ikaz etmişti. Ciddi derecede bir inovasyon [yenileşme] yapma
ihtiyacını görmekte çuvallamanın en ikonik örneği GM’dir; yapısı bir kemik
kadar sertleşmiş ve üst yönetimi de gerçek anlamda bir değişim yapılması
gerektiğini görememişti.
Drucker, Avusturya’da geçen çocukluk
döneminde babasının bir arkadaşı olan ve yaratıcı yıkım konseptiyle
girişimcilik tarihinde derin izler bırakan ekonomist Joseph Schumpeter’dan çok
etkilenmişti. Zaten Drucker’ın teorilerinin merkezinde inovasyon ile
girişimcilik ruhu yatar. O, yöneticilerin aynı işi daha az bir çabayla veya
daha düşük maliyetlerle yapması anlamına gelen verimlilik ile organizasyonların
doğru hedefler belirlemesi ve değişen şartlara uygun bir şekilde dönüştürülmesi
anlamına gelen etkinlik arasındaki farkı net bir şekilde tanımlayabilmişti.
Drucker’ın tanımıyla içinde bulunduğumuz
“süreksizlik çağı”nda müteşebbisler şayet sosyal değişikliklerin önüne geçmeye
niyetlilerse o zaman organizasyonları dönüştürmek veya yaratmak için dikkate
değer fırsatlar yakalayabilirler. Drucker, geleceği önceden görmenin en iyi
yolunun keşifler yapmaktan geçtiğini söylüyordu. Toplumda boşluklar oluşturan
süreksizlikler ancak yaratıcılıkla doldurulabilirdi. Burada piyasalar yerine
topluma vurgu yapıldığına dikkat edilmesi gerekir: O, inovasyoncuların pazar
araştırmalarında henüz fark edilmeyen tatmin edilmemiş ihtiyaçları keşfedip
çözümler geliştirmeleri gerektiğine inanıyordu.
Ancak GM gibi bir şirket eskiden beri
yaptığı işleri sadece verimliliğini ikiye katlayarak ve düşük maliyetlerle
yapmaya devam ederek hayatta kalamazdı. Bu şirketin organizasyonel modelini ve
ilgili varsayımlarını dramatik boyutlarda baştan aşağı yeniden düşünmesi
gerekirdi. Örneğin GM’e daha az sayıda modele veya bayiye odaklanmasını ve “Amerikalılar’ın
istediği tarz arabalar üretmeye dönmesini” salık
vermek yeterli olmazdı. Bazı zamanlar endüstrideki koşullar ve toplumsal
ihtiyaçlar bir organizasyonun işleri tamamıyla yeni bir yöntemle yapmasını
gerektirecek şekilde ilelebet değiştiğinden geriye dönülebilecek bir yer
yoktur. GM’in farklı markalar bazında ayrı bölümler olarak yapılanması bu
şirketin kendini diğerlerinden farklılaştırmasını sağlamıştı ancak zaman içinde
bu bölümler aynı işlerin tekrar tekrar yapılmasına, ürün sayısının artmasına ve
toplam maliyetlerin yükselmesine neden olarak hantal birer siloya dönüşmüştü.
Drucker, endüstriyel şirketlerin içinde bulunduğumuz bilgi çağında çok daha
farklı faaliyet göstermeleri gerektiğini kavramıştı; özellikle de
belirsizliklerle birlikte yaşamayı öğrenmeleri şarttı. Çevikliğin minimum bir
zorunluluk ve inovasyonun başarının kilidi olduğu hızla değişen bir dünyada
onların önündeki en büyük meydan okuma her şartta hayatta kalabilecek bir
organizasyon yaratmaktı.
Yeni Ekonomik Güçler
Gelişmekte olan ülkelerden yükselen
rekabetin eninde sonunda Birleşik Devletler’in global ekonomik hegemonyasını
tehdit edeceğini ileri süren ilk uyarılar da Drucker’dan gelmişti. Kendi
ekonomilerini çabucak kalkındırmak için yanıp tutuşan ülkelerde onun fikirleri
büyük bir hızla ve iştahla yayılıp tüketildi. Drucker ise bu süreçte yeni
ekonomik güçlerin Amerikalılar’ın artık unutmaya başladığı Amerikan tarzı
yönetim tekniklerini benimsediklerini gözlemlemişti. ‘SuperCorp’ kitabım için
örnek bir model olarak seçtiğim Japon şirketi Omron’u araştırmak amacıyla
Kyoto’ya gittiğim zaman onun her şeyi ne kadar önce görebildiğine hayretler içinde
tanık olmuştum. Omron’un liderlerinin de bir Drucker hikayesi vardı. Drucker,
1959 yılında Omron’un kurucusu Kazuma Tateisi’yi ziyaret etmiş ve onun kendi
şirketi için yarattığı değerler ve prensiplerden müthiş etkilenmişti. Tateisi
sürekli olarak toplumun ihtiyaçlarıyla at başı giden bir aralıksız inovasyon
sürecinin öneminden dem vurmuştu. Drucker, o dönemde karısına yazdığı bir
mektupta Japonlar’ın Omron gibi şirketlerin sayısını arttırmaları durumunda çok
kısa bir sürede önemli bir endüstriyel güç olacaklarını tahmin ettiğini
söylemişti.
Onun çalışmalarını
araştıran sayısız Drucker derneğinin bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde
Drucker’ın bir kahraman olarak görülmesinin şaşırtıcı hiç bir yanı yoktur. Çünkü o
bu ulusların liderlerine tek adam yönetiminden kurumsallığa ve aile
şirketlerinden profesyonel yönetime geçiş hakkında eşsiz nasihatler ve
konseptler sunmuştu. Bu
sayede uluslararası pazarlarda rekabet edebilecek ve büyüyebilecek şirketlerin
önü açılmıştı. Verimli ve profesyonel bir tarzda işletilen bu şirketler
sayesinde de bu bölgelerde güçlü bir orta sınıf yaratılmış ve politik rejimler
baştan aşağı değişmişti.
Üçüncü Sektör
Drucker, otoriter rejimleri reddeden bir
Avusturyalı’ydı ve zaten sonra gönüllülüğü savunan bir Amerikalı olmuştu. Organizasyonların
temel başarı göstergesi olarak sadece işe veya kârlılığa değil ama hedeflerine
en iyi nasıl ulaşabileceklerine odaklanmıştı. Kar amacı gütmeyen gönüllü
organizasyonlardan oluşan sağlam bir sivil toplumu, sağlık bakım hizmetlerinin,
eğitimin ve huzurlu-yaşamın desteklenmesinde oynayabileceği can alıcı rolün
farkındaydı. Bunu
da şirketlerin büyüyebilmesinin ve insanların refahının artmasının vazgeçilmez
bir önkoşulu olarak görüyordu. Her ne kadar gücün merkezileştirilmesine inanmıyor ve bürokrasiyi
inovasyonun önünde ciddi bir engel çıkartma kaynağı olarak görüyorduysa da
Drucker’ın yazılarında hükümetlerin rolüne hemen hiç değer verilmez. O, şirketlerde
çalışanların özellikle de katkılarının değeri genellikle pek bilinmeyen bilgi
işçilerinin gönüllü eylemlerine olduğu kadar sosyal bir hedefe ulaşmaya çalışan
misyon-odaklı kar amacı gütmeyen organizasyonlara katılan duyarlı yurttaşların
gönüllü çabalarına da inanırdı. Şirketlerin, kâr amacı gütmeyen sektörden
motivasyon kaynakları hakkında öğreneceği pek çok şeyi olduğunu düşünürdü.
Ayrıca Amerika gibi bir ülkenin kâr-amacı-gütmeyen organizasyonlara ve
toplumsal sorumluluk projelerine yeterince yatırım yapmadığına da inanıyordu.
Akılda Kalanlar
Drucker’ın eğilimleri belirlemekle ve eli
kulağındaki sorunları önceden görmek konusundaki olağanüstü yeteneğinin
falcılıkla bir alakası yoktu. Hipotezleri test etmektense hikâyeler bulmakla
ilgilenmesi sayesinde kafasında etki ve tepkilerle dolu canlandırmalar
kurgulayabiliyordu. İşi toplumun bir parçası kapsamında ele alıyor ve toplumu
da geniş bir yelpazede farklı hedefleri olan organizasyonların bütününden
ibaret görüyordu. Sadece birkaçına odaklanmaktansa her türüyle birden
ilgileniyor ve bir eylem alanındaki küçük değişikliklerin bir başka alan
üzerindeki etkilerini keşfedebiliyor ve aralarındaki içsel bağımlılıkları
gözlemleyebiliyordu. Onda sismik değişikliklerin ilk sinyalleri olan ufak tefek
karışıklıklara duyarlı muazzam bir inovasyoncu algılama becerisi vardı.
Drucker,
kendi zamanının en fazla hayranlık duyulan yönetim gurusu olmasına rağmen her
ne kadar bu etiketten nefret etse de onu taşımayı bilmişti.
Dünyanın önde
gelen liderleri onun tavsiyelerine kulak vermiş ve onun kitaplarını en çok
satanlar listelerine sokmuşlardı. Peki, madem onun fikirleri bu kadar doğruydu o zaman neden
zamanında eyleme geçilmedi? İş o noktaya geldiğinde “Ben size dememiş
miydim?” cümlesinin pek de bir anlamı kalmıyor maalesef.
Drucker’da elbette ki bazı kör noktalar da
vardı. Araştırmalarını bu derece duyarlı kılan mantıklılığı aynı zamanda onu
sınırlandırıyordu da. O sadece mantığın gücünün tartışmaları kazanmak için
yeterli olacağına inanıyordu. Aslında inandığı objektivizmdi. Yöneticilerin kendi
hedeflerini bir kez tanımladıktan sonra artık doğru yolu kesinlikle bulabileceklerini
varsayıyordu. Hedeflerle yönlendirilen sağlam bir yöneticilik, yöneticilikte
objektiflikle aynı anlama geleceğinden sıkı çalışmanın ve faziletin her zaman
galip geleceğine inanıyordu.
Sahip
olduğu bu perspektif yüzünden de önyargıların, basmakalıp şablonların, kimlik
üzerinden yapılan politikaların, sonu gelmeyen tek
adamlığın, güç peşinde koşmanın ve aşırı açgözlülüğün karar alma süreci
üzerindeki çarpıtıcı rolünü hiç bir zaman tam olarak anlayamamıştı. Her ne kadar kâr amacı
gütmeyen kuruluşlarda etkin birer lider olan kadınları alkışlarla karşıladıysa
da kadınların ve azınlıkların şirketlerde ve devlet dairelerinde liderlik
pozisyonlarına getirilmeleri için verdikleri mücadeleyi olduğundan küçük
göstermiş ve seçkinlerin genellikle sosyal benzerlikleri yeteneğe tercih ettiği
gerçeğini görememişti. İçinde Amerikan
politikasındaki aşırı muhafazakârlığın partizan gücünün ve bazen Müslüman
uluslardaki kökten-dinciliğin şiddete dayalı baskısının da bulunduğu temaları
da kapsayacak şekilde dinin toplumda bir gerginlik kaynağı olabileceği hakkında
da söyleyecek pek bir şeyi yoktu. Drucker’ın dünyasında duygular
fikirlerin baskısı altında sıkıştırıldığından onun mirasının bize politize
olmuş veya duygu-yüklü vakalar hakkında öğretebileceği çok az şey vardır.
Bazı
liderler Drucker’ın çalışmalarından işlerine gelen mesajları alır ve geri
kalanını görmezden gelirlerdi. Onun
bilhassa hedeflere dayalı yönetim yaklaşımı fevkalade popülerdi. Kurumsal
hedefler ve bir organizasyonun artık neyi yapmaktan vazgeçmesi gerektiği
üzerine sorduğu basit sorular sayesinde şirketlerde gelecek vaad etmeyen
bölümlerin kapatılması ve şirket portföylerinin yeniden şekillendirilmesi
süreçlerinde bir hayli etkili olmuştu. Hoş karşılanan diğer bir eylem çağrısı
ise bir organizasyonu daha verimli kılmanın ancak net hedefler ve performans
ölçümleri gibi profesyonel yönetim araçlarının benimsenmesiyle mümkün
olabileceğini ileri süren teziydi.
Ancak Drucker’ın eşit
derecede önemli diğer çıkarsamaları ise organizasyonların derinliklerine nüfuz
etmekte hiç başarılı olamadı.
Bu tip mesajlardan biri de sorumluluğun şirket portföyünün ötesine taşınmasıyla
ilgiliydi. Drucker’ın bu vaazını sadece birkaç yönetici tam anlamıyla uyguladı
veya uygular gibi yaptı. Drucker, en geniş
sorumluluklarıyla birlikte yöneticiliğin saygın bir uğraşı olması gerektiğini
öğütlüyordu. Sorun
kaynakları ve çözümleri için yöneticilerin yeteneklerini değil daima sistemin
altında yatanları sorumlu tutardı. Asla emir verilemeyecek ve kontrol altında
tutulamayacak, kendi akıllarını kullanan, kendi akıllarıyla konuşan ve
kendilerini nasıl yönetebileceklerini bilmeyen organizasyonlara sahip olan,
bilgi işçilerinin yükselişine dikkat çekiyordu. O,
değişime inanmıştı ve kurumların sürdürülmesini tehlikeye atma pahasına yöneticilerin
görev sürelerinin uzatılmasına hizmet eden düzenlemelerden uzak durulmasını
tavsiye ediyordu ki bu 2000’lerin
başlarındaki iflasları yönetenlerin bazıları tarafından hiç kıymeti bilinmemiş
bir öğüttü.
Geleceğe Yönelik Bir Rehber
Drucker, bilgi çağının getirdiği hızlı
değişikliklere ve istikrarsızlıklara ışık tutan bir endüstri-çağı
entelektüeliydi. O daima insanları komut verilmesi gereken birer makina olarak
değil ama güçlendirilmesi gereken birer özvarlık olarak görmüştü. Körü körüne
bir piyasa rasyonalitesinden çok bu temelde yükselen hedef belirleme ve amacı
anlama sürecinin ardından “doğru düşünmenin” gelmesi gerektiğine inanırdı. O,
amaççılığı akılcılığa yani rasyonaliteye tercih ederdi.
Drucker, kariyer hayatına organizasyonel
sınırların kolaylıkla tanımlanabildiği ve muhafaza edilebildiği bir dünyada
başlamıştı. Onun yöneticiliğin esasları olarak öne sürdüğü hedef belirleme ve
koordinasyon görevleri son derece faziletli işlerdi. Oysa bugünün ittifaklar,
ortaklıklar, içe-dönük iş ekosistemleri ve kendi kendini organize eden ağlar
dünyasında organizasyonel sınırlar giderek bulanıklaşmaktadır. Koordinasyon
sorunu her geçen gün daha da zorlaşmakta ve yaygınlaşmaktadır. Ancak bu durum
bir anlamda Drucker’ın perspektifini çok daha değerli kılmaktadır. Herşeyin
istikrarsız olduğu bir ortamda somut bir amaç duygusu ve bir dizi ortak
değerler sayesinde insanların hep birlikte çok daha verimli çalışmaları
sağlanabilir. Eğer 20’nci yüzyıl
derin uzmanlıklarla donatılmış bilgi emekçilerinin yükselişinin önünü açtıysa
21’inci yüzyıl da çeşitli alanlar ve uzmanlıklar arasında işbirliğini ve
bütünleştirici düşünmeyi besleyebilen liderlere duyulan ihtiyacı artıracaktır. Yönetimin asıl görevi
artık koordinasyon değil işbirliği olacaktır.
Acaba doğumundan sonraki yüzyılda izlenmesi
gereken rota için Peter neler söylerdi? O, sonuçların sabırsız bir avukatı
değildi ancak bir süreç öğretmeniydi. Bugünkü mevcut sorunlar ve gelecekteki
meydan okumalar hakkında yeni bir düşünce sistemi tanımlayabilmek için hala
onun çalışmaları üzerinden tahminler yapabiliriz.
O, bugün iş hayatında güven ortamının
tekrar tesis edilmesi için yöneticilerden kendi köşelerinde durmak veya aşırı
riskler almak yerine kendi kendilerini düzenlemelerini beklerdi. (Drucker
ne devlet ne de şirket yönetimlerinde gücün merkezileştirilmesine sıcak
bakmamıştır).
Kendi prim ödeneklerine sınırlar koyan parmakla gösterilecek kadar az sayıdaki
CEO’yu ise ayakta alkışlardı. Yöneticilerden kamuoyunun adil bulacağı şekilde
prim sistemlerinde reformlar yapılması ve yeni koşullar belirlenmesi için
ittifaklar kurmalarını ve dernekleşmelerini isterdi. Halka
açık şirketlerin yöneticilerini yönetim kurulu toplantılarında ahbap çavuş
ilişkilerine girmek yerine net ve objektif araçlar ile yöntemler kullanarak
profesyonel anlayışa uymaları yönünde ikaz ederdi. Harvard Business
School’un 2009 yılı mezuniyet töreninde, bir grup öğrencinin, büyük bir kısmını
Profesör Rakesh Khurana ile Nitin Nohria’nın (HBR’nin 2008 Ekim sayısındaki “Yöneticiliğin
Artık Gerçek Bir Meslek Olması Zamanı Geldi” başlıklı makaleye bakın)
çalışmalarından aldığı bir metni ezbere okuyarak oluşturduğu bir grup olan yeni
MBA Oath’ın ilk taraftarının Drucker olduğunu görmeyi çok isterdim. Zira Oath
grubu yöneticilere kendi sorumluluklarının kendilerinden çok daha fazlasını
kapsadığını hatırlatıyordu.
Örneğin o, sağlık bakım hizmetleri veya
eğitimin geliştirilmesi söz konusu olduğunda sosyal organizasyonları da
kapsayacak şekilde sistemin tümüne birden bakar ve hükümeti, iş âlemini ve
sivil toplum örgütlerini toptan bir değişim için işbirliği yapmaya teşvik
ederdi. Küresel ısınma ve diğer çevre sorunları hakkında uluslararası bir
işbirliği ortamını kurmak amacıyla hükümet liderlerinden ortak bir hedef
anlayışı tanımlamak için ulusal sınırların ötesinde düşünmelerini isterdi.
Sorunlu bölgelerdeki gerilimleri yumuşatmak için ise zengin ülkelerin
hükümetlerinin, geleceğin iş dünyasını kurabilecek ve sivil toplumun gelişimine
katkıda bulunabilecek müteşebbislere yatırım yapmaları gerektiğini söylerdi.
Ümit ve refah için bir zemin yaratmak amacıyla inovasyonun teşvik edilmesi için
de kâr amacı gütmeyen organizasyonlar aracılığıyla gönüllülük temelindeki
eylemleri tetikleyebilen sosyal müteşebbislerden faydalanırdı.
Drucker’ın temel öğretisi, tüm kariyeri
boyunca sürekli tekrarladığı ve güçlendirdiği üç ana tema çerçevesinde
özetlenebilir:
• Yöneticilik profesyonel bir meslek
olmalıdır ve üst yönetim ile yöneticiler asıl işlerinin kendi
organizasyonlarının uzun-vadeli sağlığını korumak olduğunu asla unutmamalıdır.
Bunun anlamı ise kendi duvarları dışındaki topluma bakmaları ve sadece
zenginlik için değil ama sağlık ve mutluluk yani huzurlu bir yaşam için de
sorumluluk üstlenmeleridir.
• Bilgi işçileri kontrol edilemezler; onların motive edilmeleri
gerekir. Bu tip çalışanlara
kişisel çıkardan daha anlamlı bir amaç sunulması şarttır. Eğer oyun sadece
paradan ibaretmiş gibi sunulursa o zaman avantajlı olanlar pastadan daha büyük
paylar alacaklarından toplumdaki eşitsizlikler de artar.
• Şirketlerin özgürce serpilip budaklanabileceği iyi bir toplum
yaratmak için kâr-amacı gütmeyen organizasyonlar vazgeçilmez birer unsurdur.
Sivil toplum, hükümetin insani ihtiyaçları karşılamasındaki eksiklikleri
tamamlamak için çalışır.
Drucker, bir devrimci değildi. O bizden
sadece varsayımlara karşı ısrarla meydan okumamızı isterdi. Daima sabırlı ve
uzun-vadeli bir vizyonu öğütlerdi. O, türbülanslı zamanlarda liderlik yapmanın,
olayların nereye doğru gittiği kadar nelerin değişmeyeceğiyle ilgili sağlam bir
önsezi gerektirdiğini çok iyi kavramıştı. Azgın dalgalarla çalkalanan sularda
ilerlenilecek veya sarp yamaçlara tırmanılacaksa bile o bize sorunsuz bir
seyahate hazırlanmanın en iyi yolunun anlamlı bir amaç doğrultusunda berrak bir
vizyon geliştirmek olduğunu hatırlatırdı.
Ana Fikir
• Peter
Drucker, aralarında kamuoyunun yöneticilere ödenen aşırı yüksek primlere
duyduğu öfkenin ve Amerika’nın global ekonomik hegemonyasına meydan okunmasının
da bulunduğu, iş dünyasında günümüzde yaşanan önemli pek çok gelişmeyi önceden
görebilmiştir.
• Peki
bugün yaşasaydı iş dünyasının liderlerine neler tavsiye ederdi? İşte size
birkaç önsezi: Hükümetin aşırıya
kaçan düzenlemelerine maruz kalmamak için kendi kendini düzenlemek; prim
sisteminde reform yapmak için biraraya gelmek; yönetim kurulu üyelerini
profesyonelleştirmek; çevre sorunlarını çözmek için ulusal sınırların ötesinde
düşünmek.
• Drucker
bizden ayrıca türbülanslı dönemlerde liderlik yaparken uzun-vadeli bir vizyonun
fevkalade kritik olduğunu da unutmamamızı isterdi.)
(Kâr amacı gütmeyen organizasyonlar
özellikle de kendi tabanları kadar disiplinli olmadıklarından yönetime
şirketlerden daha çok ihtiyaç duyarlar.
“Şirketler Kâr Amacı
Gütmeyenlerden Neler Öğrenebilirler?” HBR Temmuz–Ağustos 1989)
(Eğer birisine bir görev veriyorsam
ve o kişi başarısız oluyorsa hata benimdir. Bu insanı suçlamaya hakkım yoktur.) -(“İnsanlarla İlgili
Kararları Nasıl Almalı?” HBR Temmuz–Ağustos 1985)
(İnsanların büyük bir çoğunluğu,
bilhassa da herhangi bir alanda saygın bir uzmanlığa sahip olanlar, diğer
alanlarda ya bilgiyi küçümserler ya da buralarda onun yerini zekânın
alabileceğine inanırlar. Örneğin birinci sınıf mühendisler insanlarla ilgili
hiç bir şey bilmemekle iftihar etme eğilimindedirler... İnsan kaynakları
profesyonelleri ise aksine çoğunlukla temel muhasebe kurallarından bihaber
olmakla gurur duyarlar... Ancak bu tür
cahilliklerden gurur duymak kendi kendini mağlup etmektir. “Kendi Kendini Yönetmek” HBR Mart–Nisan
1999)
(“Şirket için doğru olan ne?” diye
sormak doğru kararın alınmasını garantilemez. En parlak yönetici bile
nihayetinde bir insandır ve bu yüzden de önyargılara ve hatalara açıktır. Ancak bu soruyu hiç sormamak kesinlikle
yanlış bir karar alındığının garantisidir. “Etkili Bir Yönetici Nasıl Olur?” HBR
Haziran 2004)
Rosabeth
Moss Kanter (rkanter@hbs.edu), Harvard Business School İş İdaresi’nde
Ernest L. Arbuckle Profesörüdür. Son çıkan kitabı: “ SuperCorp: Öncü Şirketler
Nasıl İnovasyon, Kar, Büyüme, ve Sosyal Fayda Yaratır? (Crown, 2009)”dır.1989
ile 1992 yılları arasında HBR’de editörlük yapmıştır.
Peter Ferdinand Drucker, birçoklarınca günümüzün en
önemli yönetim filozoflarından biri kabul edilmektedir. Bu çalışma Drucker’ın
yönetsel yaklaşımının neoliberal politikalara bir zemin oluşturduğunu
göstermeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda çalışma, neoliberal politikaların önemli
destekçilerinden biri olan Hayek’in de temsilcisi olduğu Avusturya İktisat
Okulu ’nun, Drucker ’ın görüşleri üzerindeki etkilerini de incelemektedir.
Bilgi akışının
sürekliliğinde, bilgi toplumu içerisinde yer alan tüm toplumsal ve ekonomik
yapıların bir değişim döngüsünde yer aldıkları savunulmaktadır.
Sürekli bir değişim;
yeni başlangıçlar, yeni yapılar, yeni süreçler ve yeni sonlar yaratırken, bu
döngünün içerisinde yönetim felsefesi de payını almaktadır.
Yönetim felsefesini, bu
değişim döngüsünde ele alan isimlerden biri; birçoklarına göre çağın en önemli
yönetim filozofu olarak kabul gören Peter F. Drucker’dır. Drucker bu döngü
içerisinde, başlangıçta sadece iş kuruluşlarına (modern şirketler) odaklı olan
yönetim anlayışının, sonraları ister kamu, ister özel, ister gönüllü (sosyal
sektör) olsun, bütün modern kuruluşların gereksinim duyduğu bir “jenerik”e
doğru değişimine vurgu yapmaktadır. Burada jenerik,
küçük ya da büyük herhangi bir ölçekte, hangi mal ve hizmetleri ürettiğine
bakılmaksızın, hangi sektörde olursa olsun-kamu yönetiminde, girişimci
işletmede ya da herhangi bir kuruluşta- aynı standartların, aynı uygulamaların
gerçekleştirilebileceği anlamındadır. (Fottler, 1981: 1-3) Böylece Drucker’a
göre, örgütlü ekonomik gelişmeden sorumlu olan yönetim, artık toplumda yer alan
bütün kuruluşlar için temel ilkelerle işlev gören bir organdır.
Drucker’a göre değişimin
kökeni, kapitalizmin içinde bilgi temelli bir devrimin gerçekleşmesine
dayanmaktadır. Ona göre, bilginin niteliğindeki devrimlerle gelen bu değişim,
toplumu ve toplumun kuruluşlarını değiştirirken, karşımıza kapitalist-ötesi bir
toplum çıkartmaktadır. Kapitalist-ötesi toplumda yönetim anlayışı da artık
farklıdır.
Drucker’a göre bilginin
niteliği 1700’lü yıllarda değişmeye başlamıştır. Bu yıllarda Techne/teknik kelimesi, zanaatkarlara
özgü yapıp etme bilgisi olmaktan çıkarak, logi/mantık
kelimesiyle birleşerek teknoloji kavramını ortaya çıkarmıştır. Artık bilgi
örgütlü, sistemli, araçsal anlamında kullanılmaya başlanmış, beceriden
teknolojiye geçilmiştir. Teknolojinin sağladığı üretim, kısa zaman içerisinde
zanaatçıların asla ortaya koyamayacağı kadar sermaye gerektirmiş, ayrıca kullanacağı
bir mekân olarak ta fabrikayı ortaya çıkarmıştır. Bilginin anlamında
gerçekleşen bu ilk değişim sayesinde sanayi
devrimi gerçekleşerek çağdaş kapitalizmi kaçınılmaz kılmıştır.
Drucker’a göre ikinci
değişikliğin temeli, bilginin iş niteliğinin belirlenmesinde kullanılmasıdır.
İlk devrimle aletlere, süreçlere ve ürünlere uygulanan bilgiyi, ilk defa işe ve
işin incelenmesine uygulayan ise Frederick W.Taylor olmuştur. Taylor, her türlü işin bilginin kullanılmasıyla yeniden
düzenlenebileceğini, böylece verimlilik artışının sağlanabileceğini
vurgulamaktadır. Taylor, hem üreticiler hem yöneticiler açısından
bilgisizliğin, cehaletin üretimin artmasını engellediğini, verimi düşürdüğünü
ve bu çerçevede çalışanların düşük ücrete razı olduklarını ifade etmiştir. (Mucuk,
2005: 16) Drucker, bilginin niteliğindeki bu ikinci değişikliğin, prodüktivite devrimine yol açtığını ve
gelişmiş ülkelerde yaşam standartlarını arttırdığını belirtmiştir. Ayrıca
Drucker’a göre bu değişim, birçok faaliyetin/işin gerçekleştiği fabrikalardaki
örgütlenme sorunlarına yönelik metotlar geliştirirken, aynı zamanda spesifik
bir iş türü olarak ‘yönetim’ denilen şeyi önermişti.(Drucker, 1994:68) Çünkü
Drucker’a göre Marx’ın Kapitali yazdığı
1850’li yıllada yönetim olgusu bilinmeyen bir şeydi. Bu olgu, I. Dünya
Savaşı’nın eşiğinde içlerinde Taylor’ın da bulunduğu, birkaç düşünür tarafından
yeni fark edilmeye başlanmıştı. (Drucker,1996: 225-226)
Drucker’a göre yönetimin
bir disiplin olarak ortaya çıkışı İkinci Dünya Savaşı sonrası, bilginin niteliğindeki
üçüncü değişimle gerçekleşmiştir. Bu devrim bilginin, bilgiye uygulanışıdır.
Yani eldeki bilginin, sonuç odaklı nasıl kullanılacağına ilişkindir. Drucker’a
göre bu üçüncü değişim, esas olarak 1990’lı yıllarda tüm dünyada hâkim olan yönetim devrimine neden olmuştur.
(Drucker, 1994: 66) 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca, sadece imalat alanında
uygulanan yönetim, bilginin niteliğindeki bu üçüncü değişimle bütün modern
kuruluşlara ait ortak bir işlevsellik kazanmıştır.
Bu son devrimle birlikte
bilgi anlamlı tek kaynak olarak kabul edilmiştir. Bu kaynak çevresinde
örgütlenmiş gelişmiş toplumlar ise iktisadi, toplumsal, siyasal ve yönetsel bir
dönüşüm içerisindedir. Bu dönüşümle birlikte yeni toplum da işçi sınıfı yerini
bilgi işçilerine, sermaye ise bilgiye bırakırken, ne ekonomik kaynak sermaye ve
emektir; ne de ulus-devlet eski ulus-devlettir. Tamamen ortadan kalkmamakla
beraber, onlar artık gerilemektedir. (Ducker, 1994: 33-67) Yönetim de
geleneksel yaklaşımda olduğu gibi sadece şirketlere içkin bir kavram değildir.
Taylor’un kurduğu bilimsel yönetim modelinde olduğu gibi her işi yapmanın en
iyi tek yolu bulunmamakla birlikte, insanları yönetmenin en iyi ve tek doğru
yolu olduğu ve tek doğru organizasyon yapısı varsayımları da eskimiştir.
(Drucker, 2000: 11-12)
Görüldüğü üzere Drucker
bilginin değişen niteliği ile yönetim olgusu arasında ilişki kurmaktadır. Ancak
Drucker, bu ilişkiyi çok boyutlu olarak ele almaktadır. Çünkü hem bilgi hem
yönetim olgusu, toplumsal koşullardan bağımsız değildir. Çoğu kez bilgi bir
meşrulaştırma amacına dönüştürülmektedir.
Drucker’a göre bilginin
niteliğindeki son değişimle ortaya çıkan yeni toplum, Marxizm bir ideoloji olarak, komünizmin de bir sistem olarak çöküşü ardından
kesinlikle Marxist bir toplum olmayacağı gibi, kapitalizm ideolojisi de aşılmaktadır. Zaten
prodüktivite devrimiyle üretim artmış, işçi sınıfı artan üretimden pay alarak
refahını yükseltmiştir. Bilgi toplumunda emeğini satarak geçinen işçi sınıfı
olmayacağı gibi, servet yaratan faaliyet bilgi olduğu için, sadece kâr peşinde
koşan kapitalistte olmayacaktır. Temel ekonomik kaynaktaki değişim, emek ve
sermayenin yerini bilginin alması, kapitalisti sadece kâr güdüsüyle ayakta
tutamayacaktır. Ancak ekonomik faaliyetlerin etkin birleştiricisi olarak
piyasa, bu yeni toplumda da var olduğundan, bu toplumların yönü anti-
kapitalist de olmayacaktır.(Drucker, 1994:14-19) Kapitalist ötesi olan ama
anti- kapitalist olmayan bir toplum düşüncesi, Drucker’ın neden bazı çevrelerce
bu kadar desteklendiğini de açıklamaktadır. Drucker, aslında anti-Marksist bir
toplum düzeni tasarlamaktadır. Drucker’ın kapitalist ötesi toplumu da,
kapitalist ötesi olmaktan çok, kapitalizmin yarattığı sorunlara çözüm aranan
yerdir.
Bu çalışmanın tezi de
Drucker’ın yönetsel yaklaşımın, kapitalizmin sorunlarını gidermeye çalışırken,
neoliberal politikalara zemin hazırladığıdır. Drucker’ın yapıtları ve ele
aldığı kavramlar, bu doğrultuda incelenmektedir. Yazarın çok fazla sayıda
kitabı bulunduğundan, konunun sınırlarını çizebilmek için çalışmanın tezi ve
amacı bağlamında, dört kitabı seçilmiştir. Bu kitaplardan ilki 1954 tarihli “Yönetimin Uygulaması" adlı
kitabıdır. Bu kitap, yönetimi iş yönetimiyle özdeşleştirdiği yıllarda yazıldığı
için seçilmiştir. İkinci kitap 1989 yılında yayınlanan, 1970’lerden sonraki
birikimini özetlediği, yönetsel açıdan önemli tarihsel olaylara ve bu olayların
siyasal sonuçlarına yer veren, “Yeni
Gerçekler "dir. Drucker, bu çalışmasında bilgi toplumunun
gelişini haber vermektedir. Ele alınan üçüncü kitabı, 1993’te yayınladığı “Kapitalist-Ötesi Toplum "dur.
Kapitalist-Ötesi Toplum, sosyal devletin çözüldüğü, bilgi ve teknolojilerin
ilerlediği, bilginin ve bilgi işçiliğinin yeni üretim değerleri olduğu
dolayısıyla büyük dönüşümlerin yaşandığı bir dönemi tanımlamaktadır. Aslında
Drucker, Amerika’yı anlatmaktadır. Çalışmamızda önemli görülen son kitabı ise,
2000’lerin eşiğinde çıkardığı (1999) ve yönetimle ilgili düşüncelerini
sentezlediği “ 21. Yüzyıl için Yönetim Tartışmaları"
dır.
Bu bağlamda çalışmanın
ikinci bölümünde Drucker’ın biyografisi ile birlikte, yapıtlarına yer
verilmektedir. Üçüncü bölüm, yeni sağ adı verilen dönüşümde ideolojik rolü olan
Avusturya İktisat Okulu’nun Drucker’ın düşüncelerini etkileyen teorik
parametrelerinin açıklanmasına ayrılmıştır. Sonuç bölümünde ise Drucker’ın
yönetim alanındaki yeri değerlendirilmekte ve Drucker’ın yönetsel yaklaşımının
neoliberal politikalara zemin hazırladığı gösterilmektedir.
Drucker, 1909 yılında
Avusturya’nın başkenti Viyana’nın Kaasgraben adlı küçük bir köyünde, eğitim
seviyesi yüksek bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Entelektüellerin,
yüksek makamdaki memurların ve bilim adamlarının yeni fikirler, idealler
paylaştıkları ve tartıştıkları bir ev ortamında büyümüştü.
Schumpeter, Hayek ve
Mises gibi Avusturya İktisat Okulu’ndan düşünürler de, Drucker’ların alışılmış
misafirleri arasındaydı.
Drucker, yirmili
yaşlarında, Viyana’daki çalışma koşullarının sınırlılığı nedeniyle Almanya’nın
Hamburg kentine taşınmıştır. Hamburg’ta önce pamuk ticareti yapan bir şirkette
çırak, ardından da köşe yazarı-gazeteci olarak çalışmıştır. Buradan sonra
Frankfurt’a taşınarak, Daily Frankfurter General Anzeiger adlı gazetede göreve
başlamıştır.
1927 yılında Hitler,
Nazi toplantısını ilk gerçekleştirdiğinde, Frankfurt Üniversitesi’nde hukuk
okuyan Drucker, erken yaşlarda merkezi güce karşı tepki duyduğunu belirtmiştir.
1931 yılında kamu hukuku üzerine Frankfurt Üniversitesi’nde doktoraya
başlamıştır. Bu dönemde, Schumpeter, girişimcilik ve yenilikçiliğin önemi
konusunda Drucker üzerinde etkili olmuştur.
Drucker, Hitler’in
devlet başkanı olmasından hemen sonra Londra’ya göç etmiştir. Bir bankada
ekonomist olarak göreve başlamış, 1937 yılında ise Amerika’ya bir İngiliz
gazetenin muhabiri olarak gitmiştir. Daha sonra, Vermont eyaletindeki
Bennington Koleji’nde politika ve felsefe profesörü olarak çalışan Drucker,
1939’da ilk kitabını “Ekonomik Adamın
Sonu " (The End of Economic Man) adlı yazmıştır. Drucker’ın
1942 yılında yayınladığı “Endüstriyel
İnsanın Geleceği" (The Future of Industrial Man) adlı
kitabında, Almanya’da ve Rusya’da aşırı merkezleşmiş devlet gücünün yıkıcı
etkilerini tartışmıştır. Üretim araçlarının devlet sahipliğinde olduğu
bürokratik bir sosyalizmin dibe vurduğunu, gerçek anlamda demokratik bir
sosyalizm düşüncesinin güvenilmezliğini ileri sürmüştür.
1945 yılında General
Motors’da çalışmaya başlayan Drucker, ilk defa işletmeleri yakından inceleme ve
gözleme imkânı bulmuş, bunun sonucunda da 1946 yılında “Şirket Kavramı" (Concept of the
Corporation) başlıklı kitabını yayınlamıştır. 1971’de Kaliforniya’ya taşınan
Drucker, Claremont Graduate Üniversitesi’nde sosyal bilimler ve yönetim
alanında profesör olarak çalışmaya başlamış, daha tanınır bir kişi haline
gelmiştir.
Drucker, 1954 yılında
ise en önemli kitapları arasında gösterilen “Yönetimin Uygulaması" (The Practice Of Management) adlı
kitabını yayınlamıştır. Bu kitabında yönetimin ne bir sanat ne de bir bilim
olduğunu, hukuk ve tıp gibi bir meslek (uğraş) olduğunu ifade etmiştir. Bu
kitabında yönetimi sadece iş yönetimiyle özdeşleştirmiş, büyük şirketlerdeki
yönetim anlayışı üzerinde durmuştur.
Drucker, 1969 tarihli “Süreksizlik Çağı" (The Age of
Discontinuity) adlı çalışmasında, devletin sınırlarını tartışmaya açarken,
yönetimleri kamuya ait şirket ve sanayileri elden çıkarma anlamında kullanılmak
üzere, “özelleştirme "
terimini kullanmıştır. Bu görüşlerine 1989 yılında yayınladığı “Yeni Gerçekler" (New Realities) adlı kitabında yer veren Drucker, devletin silinip gitmeyeceğini
ancak “Büyük Toplum”dan[1]
söz edilmesinin de artık kimse tarafından ciddiye alınmayacağını söylemektedir.
Devleti merkez alarak tanımlanan çoğulculuk kapitalist- ötesi toplumda yerini
devlet dışı, apolitik, tek amaçlı, işlev ve performansa dayalı farklı
kuruluşların çoğulculuğuna bırakarak, onları toplumun merkezi durumuna
getirmiştir. İlk yeni çoğulcu kuruluşun modern ticari işletmeler olduğunu
söyleyen Drucker, yönetimin bu yüzden bu derece ‘iş yönetimi’ ile
özdeşleştirildiğini, ancak özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birbiri
ardına birçok yeni kuruluşların ortaya çıktığını belirtirken, kapitalist ötesi
toplumda da özel sektör ve kamu sektörü dışında, üçüncü sektör olarak kâr amacı
gütmeyen sosyal sektörün de yer aldığını ifade etmektedir. (Drucker,1994:241)
Bu bağlamda 1990 tarihli “Kâr Amacı
Gütmeyen Organizasyonları/ Kuruluşları Yönetme" (Managing The
Non-Profit Organization) adlı kitabında, yönetimin yalnızca iş dünyasına ya da
kamuya özgü olmadığını ifade eden Drucker, her geçen gün giderek gelişen, kâr
amacı gütmeyen sosyal sektörün de bir yönetime sahip olmak zorunda olduğunu
söylemektedir. (Drucker, 1996: 78)
1993 yılında yayınladığı
“Kapitalist Ötesi Toplum "
(Post-Capitalist Society) adlı kitabında dönüşmüş kapitalist bir toplum,
“kapitalsiz” kapitalizm ile karşımıza çıkmaktadır. (Drucker, 1996:111-115)
Drucker’a göre bilginin yapısındaki hızlı değişim, onu tek anlamlı kaynak
haline getirirken, geleneksel üretim faktörlerinin önemlerini yitirmelerine
sebep olmuştur. Bilginin yapısındaki bu hızlı değişim birçok alanı olduğu gibi
yönetsel alanı da etkilemiştir. Yönetim için dün geçerli olan gerçekler bugün
için geçerliliğini yitirmiştir. Drucker’ın yönetim paradigmalarındaki değişimi
ele aldığı “21.Yüzyıl İçin Yönetim
Tartışmaları" (Management Challenge for the Twentyfirst Century) adlı kitabında yönetimin temel varsayımlarının
değişmekte olduğunu, dün doğru kabul edilen yönetim geçeklerinin bugün için
yanıltıcı olduğunu ele almaktadır. Drucker’a göre kapitalist-ötesi toplumunda
bütün kuruluşlar, değişimin yönetimini bilmek durumunda, bilgiye, yeniliklere
uymak zorundadır.(Drucker, 1994: 88-90)
Drucker’a göre yönetim
disiplinin temelini oluşturan “TEK” bakış açılı varsayımlar (tek boyutlu
yönetim, tek doğru organizasyon yapısı, tek yönetim tarzı) artık geçerli değildir.
Yönetimle ilgili artık yeni varsayımlar vardır. Bunlardan ilki yönetimin sadece
kamuya veya özel sektöre ait olmadığı, tüm kuruluşların en belirgin ve ayırt
edici unsuru olmasıdır. İkincisi tek doğru organizasyon yapısının olmadığı,
göreve göre uygun organizasyon yapılarının varlığıdır. Yönetimle ilgili yeni
varsayımlardan sonuncusu ise, tek yönetim tarzının olmadığıdır. (Drucker, 2000:
10-30) Drucker’a göre sosyal sektör, bu açıdan vatandaşlara gönüllü çalışma
bilincini aşılamakta, toplumsal sorumluluk yüklemektedir. Gönüllülük ilkesi
çevresinde örgütlenen kâr dışı organizasyonlar, demokratik yönetişimin
gerçekleştiği özerk yerlerdir.
Drucker’ın ele alınan bu
yapıtları incelendiğinde, refah devletin ve sosyal politikaların sorgulandığı,
kapitalizmin getirdiği işsizlik, yabancılaşma sorunlarına karşın çözüm olarak
kilise, vakıf, dernek kâr amacı gütmeyen sosyal sektörü ön plana çıkardığı
söylenebilmektedir. Sosyal güvenlik, devlet dışı ve piyasa dışı araçlarla/
kuruluşlarla gerçekleştirilecektir. Drucker’a göre yeniliğe, bilgiye, değişime
açık, apolitik, tek amaçlı, hiyerarşik ve bürokratik olmayan, kendi kendini
yönetebilen bu kuruluşlarla birlikte yönetimin varsayımları ve gerçekleri de
değişmiştir.
Ancak Drucker 2005
yılında vefat ettiğinde, bütün dünyada küreselleşme ve onun felsefesi olan yeni
sağ politikalar (neo-liberal); özelleştirmeler, deregülasyon ve yerelleşme
yaygınlaşmıştır. Devletin geleneksel görevlerinden çekilmesini amaçlayan
özelleştirmeler ile kamu hizmetlerinin, piyasa düzeni içinde işleyen topluma,
yerel yönetimlere ve gönüllü kuruluşlara devri amaçlanmıştır.(Güler, 2005:
97-98) Kamu hizmetlerinin kamu sektörü dışındaki kurum ve aktörlere devri ile
karar süreçlerinde özel sektörün ortaklığı ise yeni örgütlenme modeli olarak kabul edilen yönetişimle desteklenmiştir.
Drucker’ın daha refah devleti döneminde geliştirdiği düşünceler, 1980’lerde
geçerlilik kazanmaya başlamış ancak sözünü ettiği kapitalist ötesi toplum hiç
de kapitalist ötesi olmayıp, kapitalizmin çelişkilerini derinleştirici olmaktan
öteye gidememiştir. Drucker’ın görüşlerinin teorik olarak içinde bulunduğu
çevrenin ve özellikle Avusturya İktisat Okulu’nun görüşlerinden ciddi biçimde
etkilendiği söylenebilir. (Kiessling, Richey,2004: 4)
Avusturya İktisat Okulu,
Carl Menger’in 1871 yılında yayınlanan ‘Ekonomi Biliminin Temelleri’ isimli
kitabı ile doğmuştur. Keynesyen devrimiyle unutulan okul, 1970’lerle birlikte
Mises ve Hayek’le tekrar önem kazanmıştır. (İmre,2006:155) Refahın devlet eliyle
yeniden dağıtımına ve hükümet kontrolüne karşı olan okul, buna karşı çıkışı
serbest piyasa savunusu çerçevesinde yapmaktadır. Avusturya İktisat Okulu’nun
çalışmaları; sınırlı bir tarihsel duyarlılık, sermaye ve çıkar teorisini
canlandırma, siyasal ve sosyal tartışmada liberal bir ideoloji ve serbest
piyasa savunusu, merkezi planlama eleştirisi ve ekonomik karar alma süreçlerini
çevreleyen radikal belirsizliğe vurgu gibi farklı konuda yoğunlaşmaktadır.
Kiessling, Richey,2004: 4)
Avusturya İktisat Okulu’nun
ikinci kuşağını Ludwing von Mises ve Schumpeter oluştururken, üçüncü kuşak Hayek, Haberler, Machlup
gibi bilim adamlarından oluşmuştur. (Yay, 1996: 34) Aile dostları Schumpeter,
Mises ve Hayek’in içinde yer aldığı bu okulun yaptığı çalışmalarda, Drucker’ı
etkileyen dört temel perspektif vardır. Bunlar; (Kiessling, Richey,2004: 3)
1.
Disiplinerarası yaklaşım ve ileri bir
felsefi düzey
2.
Piyasa rekabetini sonsuz bir dinamik süreç
olarak kabul eden Avusturya İktisat Okulu vizyonu
3.
Firmaları sosyal bir organizasyon ve bilgi
deposu olarak kabul eden görüş açısı
4.
Devletin (hükümetin) rolü
Bir malın değerini
maliyetlerinin bir fonksiyonu olarak ifade eden klasik iktisatçılardan farklı
olarak Menger, bu değerin tüketicilerin sübjektif değerlendirmeleri ile ilgili
olduğunu kabul etmektedir. Menger’e göre hangi malların iktisadi ya da
mübadeleye konu olduğu, ya da bu nedenle üretildiği; bireylerin ihtiyaçlarının
teminine yönelik giriştikleri bilinçli/ amaçlı faaliyetlerin sonucu olarak
görülmelidir. İktisadi olguların temeli, amaçlı insan faaliyetlerine
dayanmaktadır. Bu bağlamda okul, iktisadi
olguların yalnızca bireylerin faaliyetlerine inilerek anlaşılabileceğini
belirten metodolojik bireycilik ilkesini temel almıştır. Bu ilke, sübjektivizm ilkesi ile
tamamlanmaktadır. Sübjektivizm ilkesine göre iktisadi olguların temelinde yer
alan birey faaliyetleri, onların sahip oldukları bilgi, algı, kabul ve ret
değerlerine başvurularak anlaşılabilir. (Yay, 2004:2-10) Okula göre bütün
toplumsal eylem ve davranışlar, bireyler tarafından gerçekleştirilmekte,
kolektif bütünü tanımanın yolu da bireylerin faaliyetlerinin incelenmesinden
geçmektedir. (Yayla, 1993:154) Bununla birlikte bireylerin faaliyetleri ile
ilgili objektif veriler yoktur. Sosyal bilimlerin (ekonominin) ele aldığı konular,
fizik bilimlerinde olduğu gibi ölçülebilir kavramlar ve yöntemlerle
açıklanamaz. Bu bağlamda okulun felsefi boyutunda en çok vurgulanan nokta,
ekonominin (sosyal bilimlerin) konusunun doğa bilimleri ile aynı olmadığıdır.
Okul, bu görüşün aksini
savunan görüşleri toplumsal mühendislik
ve sosyalist planlama
temelleri olarak eleştirmektedir. (Yay, 2004: 12)
Metodolojik bireycilik
ve sübjektivizm ilkeleri, sosyal bilimlerde (ekonomide) karar verme
süreçlerinin çok karmaşık olduğunu varsaymaktadır. Çünkü sayısız bireyin
sayısız tercihi vardır. Merkezi planlama otoritesi, mal ve hizmetlerin
üretiminde bağımsız faktörleri (metaların fiyatları, miktarları, üretimi
etkiliği gibi) faktörleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Oysa sistem
hesaplanmayacak kadar fazla sayıda bilinmeyen verilerden, araçlardan ve
bileşenlerden oluşmaktadır. Bu nedenle devlet, merkezi planlama rolü üstlenmeye
kalktığında, başarısızlığa uğrayacaktır. (Kiessling, Richey,2004: 7)
Avusturya İktisat Okulu
düşünürlerinin pozitivizm, merkezi planlama ve Marxist karşıtlığı Drucker’da da karşımıza çıkmaktadır. Drucker da, diğer Avusturya
İktisat Okulu düşünürleri gibi Hitler dönemini yaşamış, aşırı devlet
kontrolünün ve merkezi planlamacılığın karşısında yer almıştır. (Kiessling,
Richey, 2004:7) Bu paralel bakış açısı Hayek’in, Kölelik Yolu adlı kitabında
Drucker’ın şu sözlerine yer vermesiyle açıkça görülmektedir: “Marxizm yolu ile hürriyet ve müsavata erişmenin mümkün olduğu
kanaatinin yıkılması, Rusya 'yı da, Almanya ile aynı yolu tutarak, tamamiyle
menfi, totaliter ve gayri iktisadi bir hürriyetsizlik ve müsavatsızlık nizamına
doğru gitmeyi mecbur etmiştir... ” (Hayek, 1995: 8)
Ayrıca Drucker da Hayek
gibi, pozitivist akım geleneğinden gelen Jean-Jacques Rousseau ve August
Comte’u eleştirmekte, onların uzantısını Marx olarak görmektedir.(Yayla,
1993:109) Drucker, Ortaçağ Avrupası’nda inanç yoluyla kurtuluş düşüncesinin
ortadan kalkmasıyla doğan boşluğun toplum yoluyla kurtuluş; yani geçici bir
sosyal düzen yoluyla ve “bu tek yoldur” düşüncesiyle doldurulduğunu ifade
etmiştir. Bu düşüncenin ise ilk kez Fransa’da Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirildiğini belirtmiştir. Drucker’a göre, bu
düşünce İngiltere’de Jeremy Bentham tarafından siyasi bir sisteme
dönüştürülmüş, sonrasında August Comte ile Hegel tarafından kalıcı bir biçimde,
“bilimsel” bir mutlakçılık biçimine kavuşturulmuştur. Lenin, Hitler ve Mao’nun
babası olarak kabul ettiği Marx’ın ise bu ikisi tarafından dünyaya
getirildiğini söylemektedir. Ancak Drucker’a göre dünyayı toptan değiştirmeye
yönelen toplumsal hareketler ve devrimler mükemmel bir toplum ideali peşinde
koşarken başarısızlığa uğramışlardır. Sosyal düzen ya da toplumun
dönüştürülmesi yoluyla kurtuluş inancının son bulması, Gorbaçev’in Ekim
Devrimini “tarihi bir olay” olarak nitelediği gün olarak gören Drucker’a göre,
devrimlerle ilgili yanılgı sonlanmış olmuştur.(Drcker,1996: 14-17)
Drucker, bireyi ikinci
plana iten, bireye özgür alan bırakmayan Marksistlerin, çok sayıda birey adına
merkezden bütün kararları alması, doğru ve bilinçli değildir. Ona göre sosyal
davranışlar, sosyal durumlar ve sosyal sorunlar, basit bir “doğru çözüme” izin
vermeyecek kadar karmaşıktır, her geçen gün sürekli değişimle daha da karmaşık
bir hal almıştır. (Drucker, 1994:23-26) Drucker’a göre bu değişim, yönetimin de
artık “tek doğru yönetim” tarzına dayandırılamayacağını göstermektedir. Zaten
Drucker, yönetim gibi sosyal bir disiplin için, değişmez ‘doğal kanunlar’
olamayacağını, sürekli değişimin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu ifade etmektedir.
(Drucker, 2000:10)
Avusturya İktisat
Okulu’nun Drucker’ı etkileyen ikinci perspektifi piyasa savunusudur. Piyasa
savunusu, okulun felsefi temeli üzerinden yapılmakta, ‘bireycilik’ ve
‘sübjektivizm’ ilkesi piyasa süreci içerisinde bireylerin ayrı ve farklı
amaçlarına hizmet eden, özgürlük alanının ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çünkü piyasa, planlı ekonomi gibi herhangi bir tek amaçlar hiyerarşisi veya
değerler kıstasına göre yönetilemeyecektir. Bireylerin özgür üreticiler ve
tüketiciler olarak yer aldıkları, mübadele de bulundukları bir düzen olan
piyasa, özel mülkiyete, rekabete ve girişimciliğe dayanmaktadır. (Butler, 1996:
52-54) Drucker, girişimciliğin esasını daha iyiyi gerçekleştirmek için aynı
şeylerin tekrarından öte farklı şeyler gerçekleştirme, yenilik güdüsü olarak
görmektedir. Bilgilerin çok çabuk eskidiği kapitalist- ötesi toplumda
kuruluşlar, yenilik getirmeyi, yenilik yaratmayı, hızlı karar vermeyi
bünyesinde bulundurmak zorundadır. Bunların sonucu olarak ta adem-i merkeziyet,
zorunluluktur. (Drucker, 1994: 86-90)
Avusturya İktisat
Okulu’nun Drucker’ı etkileyen bir diğer perspektifi ise, firmaların sosyal bir
organizasyon ve bilgi deposu olarak işlev gördüğüdür. Dünya ekonomisinin bir
piyasa ekonomisi olarak devam ettiğini belirten Drucker piyasanın, kendi
kuruluşlarını birer bilgi deposu olarak korumakta olduğunu ancak bu
kuruluşların içerik olarak büyük ölçüde değiştiğini savunmaktadır. Drucker’a
göre, özellikle Avusturya İktisat Okulu’nun piyasanın bilgi deposu olarak
gördüğü, imalata yönelik sanayi kuruluşlarının, 1990’larla birlikte bilgi ve
enformasyon çevresinde örgütlenmeye gittiğini, bu sanayi kuruluşlarının bilgi
ve enformasyon üretimine daha fazla ilgi gösterdiklerini ifade etmektedir.
Drucker, bu kuruluşların yanı sıra ticari sektöre yönelik olmadan bilgi üretip
uygulayan kuruluşlardan da (kilise ile eğitim, sağlık ve bakım hizmeti veren
kuruluşlar) söz etmekte, hatta bu kuruluşların sosyal sektör (sivil sektör)
alanı olarak, özel sektör alanından daha hızlı büyümekte olduğunu dile
getirmektedir. (Drucker, 1994:1419) Bu kuruluşlar, bilgiyi üretebilen, izleyebilen esnek yapılanmalar ve bu
yapılanmalara göre şekillenmiş sosyal ilişkiler alanlarıdır.
Avusturya İktisat
Okulu’nun Drucker’ı etkileyen son perspektifi ise devletin rolüdür. Drucker da
Avusturya İktisat Okulu gibi devletin görevlerinin, savunma, askerlik, iç
güvenlik ile yasaları, düzeni korumak gibi konularla sınırlı olması gerektiğini
savunmaktadır. Drucker, Avusturya İktisat Okulu’nun piyasa savunusunda olduğu gibi
toplumsal mal ve hizmetlerin öncelikli olarak özel sektör tarafından
üretilmesini; bu mal ve hizmetleri piyasadan sağlayamayacak kadar yoksul
kesimler için de gönüllü yurttaşlardan oluşan sosyal amaçlı kuruluşların
devletin rolünü üstlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Sahip olduğu görüşler,
tutarlı biçimde devletin rolünü azaltmanın, buna karşılık piyasanın alanını ve
Kilise başta olmak üzere toplumsal kuruluşların rolünü artırmanın alt yapısını
oluşturmaktadır.
Bu perspektifler değerlendirildiğinde,
başta piyasa savunusu, merkezi planlama karşıtlığı, devlet görevlerinin
sınırlandırılmasını savunan fikirleriyle Drucker, yeni sağ politikaları
(özelleştirme, deregülasyon, yerelleşme, vb.) etkileyen düşünürlerden birisi
olmuştur.
Drucker’ın görüşleri,
1980’den sonra neoliberal politikaların uygulanması sürecinde yaygınlık
kazanmıştır. Çünkü Drucker, serbest piyasayı savunan, merkezi yönetim karşıtı
Avusturya İktisat Okulu’nun görüşlerinin de etkisiyle, tam da refah devleti
eleştirileri doğrultusunda ulus-devletlerin yapılandırıldığı geçiş dönemine
uygun düşünceler dile getirmiştir. Bilgi çağı, esneklik, özelleştirme, sosyal
sektör, jenerik, adem-i merkeziyetçilik ilk anda sayılabilecek kavramlarıdır.
Yönetim yazını açısından özellikle jenerik yaklaşımı öne çıkmaktadır. Jenerik,
hem özel hem kamu hem de sosyal sektör de yönetimin aynı işlevlere ve görevlere
sahip olduğu anlamında kullanılmaktadır.
Drucker’ın kullandığı bu
kavramlar Yeni Kamu İşletmeciliği’nin başvurduğu kavramlar olmuştur. ABD
kaynaklı yaklaşım,1970’lerin sonunda Jimmy Carter’ın başkanlık kampanyası ve
sonrasında 1980’lerde Thatcher dönemi hareketlerine kadar götürülebilir. Bu
yaklaşım sosyal sorumluluk taşıyan özel kesim örgütlerini sadece kâr amaçlı
kuruluşlar olarak kabul etmezken, kamu kesimi örgütlerini de sınırsız bir güç
kullanımıyla girdi-çıktı oranlarını gözetmeden, denetimsiz varlıklar olarak
görmemektedir. Bu açıdan yaklaşım iki kesimdeki örgütler arasında yönetsel
açıdan bir fark gözetmemektedir. Yaklaşıma göre işletme yönetiminin araç ve
gereçleri; ekonomiklik, verimlilik için kamuya uygulanmalıdır. Bu çerçevede
özelleştirme, deregülasyon, piyasalaştırma önemlidir. Küçük devlet güçlü piyasa
temel savunusu olmuştur.
Yönetimin bütün
kuruluşlarda jenerik olduğunu, yani özel sektör, kamu sektörü ve sosyal sektör
arasında yönetim ilkeleri açısından bir fark olmadığını savunan Drucker’ın
düşüncelerinin de bu yaklaşımı destekler nitelikte olduğu görülmektedir.
Druker’ın sınırlı bir devlet anlayışında amaç; öncelikli olarak devleti
küçültmek, devletin faaliyet göstereceği sınırlı alanda da, piyasa
aktörlerinden birisi gibi hareket etmesine ideolojik zemin hazırlamaktır.
Devletin faaliyet alanını sınırlı görmekte olan Drucker da, Yeni Kamu
İşletmeciliği’nin devlet için öngördüğü dümen tutma rolünü benimser
gözükmektedir.
Drucker, 1940’lı
yıllardan bu yana yazdığı için kendi görüşlerinin bu akımlar içerisinde yer
bulması doğaldır. Ama Drucker’ın kendisi yönetimi administration (idare) olarak
değil, management (işletme/işletim) olarak kullanmaktadır. Yönetimin bütün
sektörlerde ortaklığından söz etmesi, devleti işletme gibi düşünerek,
belirleyici bir rol oynamaktan çıkardığını, piyasa içerisinde yer alan
aktörlerden birisi olarak düşündüğünü ve bu şekilde yönetişimin taraflarından
birisine indirgediğini göstermektedir.
Drucker’a yönelik
eleştirilere gelince, “Kapitalist Ötesi Toplum” kendi ifadesiyle, özel sektör
kuruluşlarının kâr güdüsünü törpüledikleri, kuruluşlarda çalışanlar
statüsündeki yurttaşların toplumda gönüllü oldukları bir toplumdur. Ama sonuçta bu toplum, piyasa değerleriyle iş gören kapitalist bir toplumdur.
Verilere göre ABD'de 1 milyon 200 bin dernek bulunmakta ve her 15 Amerikalıdan
bir tanesi bu tür kuruluşlarda çalışmaktadır. (Özalp, 2008: 22) Bu bile
kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri gideremediği gibi, yoksul ülkelerde
gönüllülüğe dayalı sosyal sektörün başarılı olması mümkün görünmemektedir.
Zaten gelir düzeyi düşük olan bu ülkelerde sosyal duyarlılık da düşüktür.
Ayrıca küreselleşme ile piyasada uluslararası şirketlerin ağırlığı artmış;
ulus-devletlerin yetki ve sorumluluk alanları ulusüstü ve ulusaltı aktörler
lehine daraltılmıştır. Dolayısıyla Drucker, geçmişte devlet tarafından
üstlenilen sosyal sorumluluğu gönüllü kuruluşların ya da yurttaşların inisiyatifine
bırakmaktadır. Kâr dışı olarak tanımladığı başta dinsel cemaatler olmak üzere
hayır kurumları demokratik yönetişim alanları olmaktan çıkmış, tutucu yapıların
alanı olmuşlardır.
Son olarak, Drucker “Kapitalist-Ötesi
Toplum” adlı kitabının fütüristik olmadığını söylemektedir. (Drucker, 1994:
16) Kendisi mevcut durumun tespitini yaptığını söylese de görüşleri neoliberal
politikalara zemin hazırlamıştır. Özelleştirme, devletin sınırlanması, sosyal
sektör, taşeronlaşma, yönetişim, hesapverebilirlik gibi güncel kavramlar ya
kendisine aittir ya da onunla yaygınlaştırılmışlardır. Neoliberalizmin
ideolojik alanda belirleyici bir konuma gelmesinde Mises, Hayek, Drucker gibi
düşünürlerin meşrulaştırmaları etkili olmuştur. Drucker,
kapitalist ötesi toplumu
apolitik-siyaset dışı-olarak tanımlarken, kendisi ideolojik bir tutumla
piyasayı savunmayı sürdürmektedir.
KAYNAKLAR
Butler, Eamonn, Hayek,
(Çev. Yusuf Ziya Çelikkaya), Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 1996.
Drucker, Peter F.,
Kapitalist Ötesi Toplum, (Çev. Belkıs Çorakçı), İstanbul:
İnkılap Kitabevi, 1994.
Drucker, Peter F., Yeni
Gerçekler, (Çev. Birtane Karanakçı), Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları,
1996.
Drucker, Peter F.,
Yönetim Uygulaması, (Çev. E. Sabri Yarmalı), İstanbul:
İnkılap Kitabevi, 1996.
Drucker, Peter F. , 21.Yüzyıl için Yönetim Tartışmaları,
(Çev. İrfan Bahçıvangil, Gülenay Gorbon),
İstanbul: Epsilson
Yayınları, 2000.
Fottler, Myron D. ,“Is Management Really Generic?”,
Academy of Management Review, 6:1, 1981,
1-12.
Güler, Birgül A., Yeni
Sağ ve Devletin Değişimi, Ankara:İmge Kitabevi, 2005.
Hayek , F.A., Kölelik
Yolu, (Çev. Turhan Feyzioğlu, Yıldıray Arsan), Ankara: Liberte Yayınları, 1995.
İmre, A.Gülçin,
Avusturya Okulu İçinde Ludwig von Mises ve İktisadi Düşünceye Katkısı, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul
Üniversitesi, İstanbul, 2006.
Kiessling, Timothy S.,
Richey, R. Glenn, “ Peter F. Drucker and the Austrian School of Economics”,
Management Decision, 42: 10, 2004, s.1-13.
Mucuk, İsmet, Modern
İşletmecilik, İstanbul: Türkmen Kitabevi, 2005.
Soyocak, Sevinç, “ İki Yeni: Neolibeal Hayek, Neomarksist PoulantsaZ’,
Mülkiye Dergisi, 2009, Cilt 33, ss.217-232.
Yayla, Atilla, Liberal
Bakışlar, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1993.
Yay, Turan, Hayek’te
İktisadi Düşünce, Bursa: Ezgi Yayınları, 1996.
Yay, Turan, “Avusturyaİktisat Okulu’nun Tarihsel Gelişimi ve
Metodolojisi’, Piyasa Dergisi, 2004, Sayı: 11, ss.1-29.
INTERNET
Özalp, Ali, Sivil Toplum
Örgütlerinin Toplumsal ve Siyasal Bakımdan Önemi,
Kaynak: Sevinç SOYOCAK
ÖZALP
Hitit Üniversitesi
İ.İ.B.F.
Siyaset Bilimi ve Kamu
Yönetimi/ Yönetim Bilimi Öğretim Görevlisi
sevincozalp@hitit.edu.tr/ SOSYAL ve BEŞERİ
BİLİMLER DERGİSİ Cilt 3, No 2, 2011 ISSN: 1309-8012 (Online)
[1] Büyük Toplum (Great Society), ABD’nin 36.Başkanı Lydon
Baines Johnson’un en büyük ideali olan, yoksulluktan arındırılmış, herkesin
yeterli sağlık koşullarına sahip olduğu, sosyal içerikli yasalara dayalı bir
reform programı ile yaratmak istediği refah bir ülke planıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar