PETROL PARA VE GÜÇ ÇATIŞMASININ EPİK (Destansı) ÖYKÜSÜ
Winston Churchill neredeyse bir gecede
fikrini değiştirdi. 1911 yazına kadar
zamanın İçişleri Bakanı olan genç Churchill, “Ekonomistler” diye anılan
ve aslında İngiltere-Almanya arasındaki deniz kuvvetleri yarışında önde gelmek
uğruna bazı kişilerin körüklediği aşırı askeri harcamaları eleştiren kabine
üyelerinden biriydi. Giderek büyüyen bu yarışma, iki ulus arasındaki düşmanlığı
pekiştiren en güçlü etken olmuştur. Ama Churchill Almanya ile bir savaştan
kaçınılabileceğinde ısrar ediyor ve Almanya’nın niyetinin ille de saldırgan
olmadığı tezini vurgulayarak savunuyordu. Ona göre para, aşırı sayıda savaş
gemisi satın almak için değil, ülkenin sosyal programları için harcanmalıydı.
Ancak, 1 Temmuz 1911 ’de
Kaiser VVilhelm, Alman donanmasının “Panter” adındaki gemisini Fas’ın
Atlantik kıyısındaki Agadir limanına gönderiyordu. Kaiser Wilhelm bunu
Fransa’nın Afrika’daki nüfuzunu anlamak ve Almanya’nın buradaki konumu için
gerekli stratejiyi saptamak amacıyla yapmıştı. “Panter” küçük bir savaş
gemisi, Agadir ise, ikinci derecede önemli bir liman kentiydi. Yine de geminin
buraya gelişi ciddi bir uluslararası bunalıma yol açtı. Alman ordusunun
toparlanması ülkenin Avrupalı komşuları arasında zaten bir hayli huzursuzluk
yaratmıştı. Şimdi bir de “Panter”i göndermekle, Almanya’nın “güneşte bir
yer kapma” çabasında olduğunu, Fransa ve İngiltere’nin dünya yüzündeki
konumlarına açıkça meydan okuduğunu düşünüyorlardı. Bu olayı izleyen birkaç
hafta Avrupa savaş korkusuyla çalkalandı. Ancak temmuz ayı bitmeden bu korku
yenilmiş, gerginlik azalmıştı ve Churchill’in deyimiyle “ZORBA ARTIK YUKARIYA
DOĞRU TIRMANMIYOR, AŞAĞI DOĞRU İNİYORDU.” Bu sözlerine karşın yaşanan kriz
Churchill’in dünya görüşünü değiştirmiştir. Almanya’nın niyetleri konusunda
evvelce yaptığı değerlendirmenin aksine artık bu ülkenin egemenlik (hegemonya)
peşinde olduğuna, bu egemenliği kazanmak için askeri gücünü kullanmakta
tereddüt etmeyeceğine inanmaya başlamıştı. Artık savaşın gerçekten kaçınılmaz
ve başlamasının da sadece bir zaman sorunu olduğu kanısına varmıştı.
Agadir olayından hemen sonra Donanma Bakanlığı’na atanan Churchill,
İngiltere’yi kaçınılmaz gördüğü hesaplaşma günü için askeri yönden
hazırlayacağına ve bu uğurda elinden gelen her şeyi yapacağına ant içti.
Görevinin İngiltere’nin emperyalist gücünün sembolü ve kendi öz varlığı olan
kraliyet donanmasını, açık denizlerde kendisine kafa tutan Almanya’yla baş edebilecek
güce getirmek olduğuna inanıyordu. Karşılaştığı sorunlar içinde en önemli ve en
kapsamlı olanlardan birisi, görünüşte yapı bakımından teknik sayılacak bir
konuydu.
Yirminci yüzyıl için büyük anlamlar taşıyan bu sorun şuydu:
O GÜNE KADAR İNGİLİZ DONANMASININ GELENEKSEL ENERJİ KAYNAĞI OLAN KÖMÜRDEN
ACABA PETROLE DÖNEREK, KÖMÜR YERİNE PETROL KULLANIMINA GEÇİLMELİ MİYDİ?
Birçok kişi böyle bir dönüşün tam anlamıyla çılgınlık olacağı
kanısındaydı. Onlara göre donanmanın o güne kadar emniyetle, güvenle kullandığı
Galler Bölgesi kömürünün kullanımına devam etmek gerekirdi. Kömür
yerine artık “Pers Ülkesi”nden, (İran’ın o zamanki adı) çok uzaklardan
gelen, güvenilir olmaktan yoksun petrol rezervleri kullanmak tam bir
çılgınlıktı. Churchill’in deyimiyle donanmayı geri dönmemek üzere petrole
bağlamak aslında “dertler denizine karşı silahlanmak” (Shakespeare’in
Hamlet oyunundan) gibi bir şeydi. Ancak petrolün sağlayacağı, daha fazla sürat
ve insan gücünün daha verimli kullanımı gibi stratejik yararlar o denli
belirgindi ki, Churchill daha fazla tereddüt etmedi. İngiltere’nin “DENİZ
KUVVETLERİNDEKİ ÜSTÜNLÜĞÜNÜ PETROLE DAYANDIRMASI” gerektiğine karar verdi
ve bu nedenle de kendisini, tüm enerji ve coşkusuyla bu amacın gerçekleşmesine
adadı.
Zaten başka bir seçenek de yoktu. Churchill’in ifade ettiği gibi “Bu
riskli işten elde edilecek tek ödül üstünlük sağlamaktı.”
Bu görüşüyle Churchill 1. Dünya Savaşı’nın arifesinde, çok temel
olan bir gerçeği yansıtmış oluyordu. Bu gerçek sadece o günleri izleyen yangın
sürecinde değil, daha sonra da, yıllar boyunca geçerli olacaktı. Artık petrol
tüm yirminci yüzyıl boyunca üstünlük ve efendiliğin simgesi olacaktı.
1990’lı yılların başında, Churchill’in petrole bağlanışından
yaklaşık seksen yıl sonra, iki Dünya Savaşı ve uzun bir Soğuk Savaş’ın
bitiminde, insanların yeni ve daha barışçı bir sürecin başladığına inandığı bir
anda, petrol yeniden bir kez daha tüm dünyada gündeme geliyor ve çekişmelerin
odak noktası oluyordu.
2 Ağustos 1990’da, yirminci yüzyılın bir başka diktatörü, İrak
Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, komşusu Kuveyt ülkesini işgal ediyordu. Amacı
sadece bir kraliyet devletini ele geçirmekle kalmayıp, aynı zamanda ülkenin
zenginliklerine de el koymaktı. Bu onun için çok muhteşem bir ödül sayılırdı.
Başarılı olması halinde Irak dünyanın en önde gelen petrol gücü olmakla
kalmayacak, hem Arap dünyasının hem de gezegenin en büyük petrol rezervine sahip
olan Körfez’in tek hâkimi konumuna gelecekti. Irak’ın kazanacağı bu yeni güç,
servet ve petrol konusundaki egemenliği, dünyanın geri kalan tüm ülkelerini
Saddam Hüseyin’in doymaz hırsına köle edecekti.
“Irak Kuveyt’in kaynaklarını kullanarak kendisini görkemli bir
nükleer silah devleti haline getirebilecek, hatta daha da ileri gidip belki de
bir süper güç olacaktı. Bu ise, uluslararası güç dengesinde, kuşkusuz dramatik
değişikliklerle sonuçlanırdı.” Kısaca, üstünlük ve
hâkimiyet bir kez daha ödülün ta kendisi oluyordu.
Ancak, ortaya konan ödül anlaşılacağı gibi fazlaca büyüktü. Bu
nedenle Saddam Hüseyin’in tahmininin aksine, dünyanın öteki ülkeleri Kuveyt’in
bir oldubittiye getirilerek işgaline kayıtsız kalamazdı. Kuveyt’in işgalinin
dünyadaki tepkisi büyük olmuştur. Bu tepki, Hitler’in Rhinland’i
silahlandırmasında ya da Mussolini’nin Habeşistan’a saldırmasında görülen pasif
tür bir tepki değildi. Nitekim, Birleşmiş Milletler derhal Irak’a karşı
ambargo koydu ve Batı dünyası ve Arap dünyasının birçok ülkeleri, Irak’ın
komşusu Suudi Arabistan’ı savunmak ve Saddam Hüseyin’in ihtiraslarına karşı
koymak için dramatik bir askeri güç oluşturdular. Bu devletlerden Birleşik
Devletler ve Sovyetler Birliği arasındaki işbirliği o güne kadar benzerine
rastlanmamış türdendi. Ayrıca askeri güçler bölgeye yayılma konusunda
görülmemiş bir hız ve kararlılıkla hareket ettiler. Son birkaç yıldan beri,
petrolün artık “önemli” olmaktan çıktığını söylemek adeta moda olmuştu.
Nitekim 1990 ilkbaharında, Irak’ın işgalinden sadece birkaç ay önce,
Amerika’nın üst düzey kurmay subaylarına petrolün stratejik önemini kaybettiği
nutku çekilmişti. Ancak Kuveyt’in işgali bu imajı sildi. “1991 yılı
başlarında Irak’ın Kuveyt’ten barış yoluyla çekilmesine yönelik girişimler
başarısızlıkla sonuçlanınca, Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde otuz altı
ülke bir koalisyon yaparak beş haftalık bir hava ve yüz saatlik kara savaşı
sonunda Irak’ın yıkıcı gücünü yok edip, bu devletin Kuveyt’ten çekilmesini
sağladılar.” YİRMİNCİ YÜZYILIN SONUNDA PETROL BİR KEZ DAHA GÜVENLİĞİN,
REFAHIN VE KUŞKUSUZ UYGARLIĞIN MERKEZİ OLDUĞUNU KANITLADI.
Petrolün modern anlamdaki tarihi gelişmesi on dokuzuncu yüzyılın
ikinci yarısında başlamasına karşın, tam anlamıyla etkilediği ve değiştirdiği
yüzyıl, yirminci yüzyıl olmuştur. Petrolün öyküsü aslında üç büyük aşamaya
dayanmaktadır.
Bunlardan birincisi kapitalizm ve modern iş yaşamının doğuşu ve
gelişimidir. Petrol giderek dünyanın en büyük ve en yaygın işi konumuna
geliyordu. On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında türeyen büyük endüstriler
içinde petrol, bu endüstrilerin en büyüğü olmuştu. Öyle ki, daha yüzyıl
bitmeden petrol endüstrisine tümüyle egemen “STANDARD OİL”, dünyanın
çokuluslu şirketleri arasında ilk kurulanlardan birisi ve en büyüğü konumuna
geldi. Yirminci yüzyılda petrol kapsamının bu derece genişlemesi onun
işletmeciliğinin serüven düşkünü petrol arayıcılardan ağzı laf yapan
müteşebbislere, büyük işverenlere, çokuluslu şirket bürokrasilerine ve devlet
şirketlerine kadar her alanda yayılmasına yol açmıştır. Bu devrimde, büyük
şirket stratejileri, teknik değişme ve pazarlamadaki gelişmeler ve kuşkusuz,
hem milli hem de uluslararası ekonomiler teker teker ait oldukları yeri
buldular. Tüm geçmişi boyunca petrol daima pazarlıklara konu olmuş ve hayati önemde
kararlarda merkez teşkil etmiştir. Bazen büyük hesaplarla bazense neredeyse bir
raslantı sonucu büyük anlaşmalar yapılıyordu [insanlar, şirketler ve uluslar
arasında]. PETROL DIŞINDA HİÇBİR İŞ “RİSK” VE “ÖDÜL” SÖZCÜKLERİNİN ANLAMINI
-VE ŞANS VE YAZGININ ÇOK BÜYÜK ETKİSİNİBU DENLİ BÜTÜNÜYLE VE TAM ANLAMIYLA
TANIMLAYAMAZ.
Yirmi birinci yüzyıla bakarken üstünlük kavramının bir petrol
varilinden olduğu kadar bir bilgisayardan da gelebileceği açıkça görülüyor.
Yine de petrol, sanayideki görkemli yerini korumaya devam edecek. UNUTMAYALIM
Kİ “FORTUNE 500” DERGİSİNİN REKORTMEN OLARAK GÖSTERDİĞİ YİRMİ ŞİRKETTEN
YEDİSİ PETROL ŞİRKETLERİDİR. Enerji kaynağı olarak yerini tutacak başka bir
seçenek bulununcaya kadar, petrol dünya ekonomisi üzerinde erişilmesi çok güç
olan etkisini daima koruyacaktır. Büyük fiyat hareketleri iktisadi büyümeyi
körükleyebilir veya tam tersi, enflasyon başını alıp gider ve durgunluk devri
başlayabilir. Bunların hepsi olasıdır. Bugün petrol, sebep olduğu olaylar
nedeniyle iş hayatıyla ilgili tüm yayınlarda düzenli olarak yer alan, bununla
da kalmayıp yayınların en ön sayfasında kendinden söz ettiren tek metadır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de -kişiler, şirketler ve tüm dünya ulusları
içinservet denilen zenginliğin mutlak ve tartışmasız tek jeneratörüdür. Kısaca,
çok zengin ve nüfuzlu bir işadamının deyimiyle “Petrol Paradır.”
İkinci görüşe göre, petrol, milli stratejilerle ve dünya
politikaları ile sıkıca kucaklaşmış bir mal olarak görünüyordu. Birinci Dünya
Savaşı sırasında, yurtiçinde kullanılan “içten patlamalı motorlar”,
atların ve kömürle çalışan lokomotifin yerini alınca, petrol milli gücün bir
simgesi haline geldi ve önemi bir kez daha kanıtlandı. Gerek Uzakdoğu’da
gerekse Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın çıkışı ve gelişmesinde petrol en önemli
etken oldu. Nitekim Japonlar Pearl Harbour’a, Doğu Hint Adaları’ndaki petrol
kaynaklarına el koyan ordularını korumak amacıyla saldırmıştır.
Hitler’in Sovyetler Birliği’ni işgal etmesindeki en önemli
stratejik hedef, Kafkasya’daki petrol yataklarını ele geçirmekti.
Ancak, zamanla Amerika’nın petrol konusundaki üstünlüğü ve kararlılığı ortaya
çıkacak ve savaş henüz son bulmadan Almanya’nın ve Japonya’nın petrol tankları
tamtakır boşalacaktı. Soğuk Savaş yıllarında uluslararası şirketlerle gelişmekte
olan ülkeler arasında petrolün denetimini elde tutmak için yapılan soğuk
çatışmalar korkunç bir dramın oluşmasında en büyük etken olmuştur. Bu,
sömürgecilikten kurtuluş ve milliyetçilik hareketlerinin getirdiği bir olguydu.
1956 yılında Süveyş Krizi -ki gerçekte çağdışı emperyalist Avrupalı güçlerin
izlediği siyasetin artık sonuna gelindiğinin bir işaretiydi. Başka nedenlerle
olduğu kadar petrol nedeniyle de meydana gelmiştir.
“PETROL GÜCÜ”NÜN NÜFUZ YÖNÜNDEN EN ETKEN VE
HİSSEDİLİR OLMASI 1970’Lİ YILLARA RASTLAR. Bu yıllarda, o güne kadar
uluslararası politika konusuna kayıtsız kalmış devletler bile, büyük servet ve
nüfuz simgeleyen petrole doğru birbirleriyle yarış edercesine koşar oldular.
Bu durum endüstriye ağırlık vermiş ve iktisadi gelişmelerini petrole dayamış
ulusların arasında birbirine karşı “derin bir güvensizlik” yaratmıştı.
Sonuç olarak petrol, 1990’larda, Soğuk Savaş sonrası ilk bunalımda, yani
Kuveyt’in işgalinde can damarı konumundaydı.
Ancak, petrole sadece avantaj sağlayan bir ürün gözüyle bakmak
doğru olmaz. Çünkü olaylar petrolün zaman zaman ancak bir çılgın için altın
sayılabileceğini de kanıtlamıştır. Örneğin İran Şahı’nı ele alalım. İran
Şahı yaşamının en büyük ihtirası olan petrol zenginliğine kavuşmuştu; ne var
ki bu onun sonu olmuştur.
Meksika için de aynı şey söylenebilir. Gerçi petrol Meksika’nın
iktisadi yaşamını kalkındırmıştır, ama yalnızca yeniden yıkmak için...
Sovyetler Birliği dünyanın en büyük ihracatçı ülkeleri arasında
ikinci olmasına karşın, petrolden elde ettiği kazancın hemen tümünü 1970 ve
1980’lerde askeri kalkınma için ve işe yaramaz, hatta zaman zaman tehlikeli ve
yıkıcı sayılabilecek bir sürü uluslararası serüven uğruna heba etti.
BİRLEŞİK DEVLETLER İSE -BİR ZAMANLAR DÜNYANIN EN BÜYÜK TÜKETİCİSİ
OLAN ÜLKE BUGÜN PETROL TÜKETİMİNİN YARISINI DIŞARIDAN İTHAL ETMEK ZORUNDA
KALDIĞI İÇİN, ÜLKENİN GENEL STRATEJİK KONUMU GİDEREK ZAYIFLIYOR VE ZATEN DERT
KAYNAĞI OLAN BÜTÇE AÇIĞI DAHA DA BÜYÜYOR. BU DA KUŞKUSUZ -SÜPER BİR GÜÇ OLAN
AMERİKA İÇİN BİLE TEHLİKELİ BİR DURUMDUR.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte uluslararası ve milli
alanda yeni bir dünya düzeni şekillenmeye başladı. Bugüne değin daima
çatışmaların odak noktasını oluşturan ideoloji öyle anlaşılıyor ki yerini
ekonomik yarışmalara, bölgesel çatışmalara ve etnik rekabete bırakacak. Bu
rekabet ve çatışmalar modern silahlanmanın da gelişmesinden cesaret alınarak
kışkırtılmıştır. Ancak, uluslararası düzende oluşan bu yeniliğin gelişmesi
nasıl olursa olsun petrol stratejik meta olmaya devam edecek ve uluslararası
politikalar için tehlikeli olma niteliğini koruyacaktır.
PETROLÜN TARİHİNİN ÜÇÜNCÜ TEZİ DE TOPLUMUMUZUN NASIL OLUP DA BİR “HİDROKARBON
TOPLUMU”NA DÖNÜŞTÜĞÜNÜ VE BİZLERİN ANTROPOLOGLAR DİLİNDE NASIL BİRER “HİDROKARBON
ADAM” OLDUĞUMUZU AÇIKLIYOR.
İlk geliştiği yıllarda petrolcülük sanayileşmekte olan bir
dünyanın doğuşuna neden olmuştu. Bunun sorumlusu yakıştırma adıyla kerosin,
yani gazyağı denen ve “yeni ışık” anlamına gelen, gündüzü uzatıp geceyi
geciktiren, bu yüzden de çalışma saatlerini uzatan bir üründü.
ON DOKUZUNCU YÜZYIL SONUNDA BİRLEŞİK DEVLETLER’İN EN ZENGİN ADAMI
OLAN JOHN D. ROCKEFELLER BU ZENGİNLİĞİNİ GAZYAĞI SATIŞINA BORÇLUYDU. O
günlerde benzine yararsız bir yan ürün gözüyle bakılıyor, ender de olsa alıcı
bulabildiğinde çok ucuza, galonu sadece iki sente satılıyordu. Hiç satılamadığı
günlerde, yöre halkı geceleri petrolü nehire dökerdi.
Elektrik ampulünün icadı ile birlikte petrol modasının geçtiğine
inanılırken, yeni bir çağ açıldı. İçten patlamalı motor çağı. Böylece petrol
endüstrisi yeni bir pazar buluyor ve yeni bir uygarlık doğuyordu.
Yirminci yüzyılda petrolün, doğal gaz ile birlikte sanayi
dünyasının güç kaynağı olan “Yakıtlar Kralı Kömür”ü tahtından
indirdiğini görüyoruz. Daha da ötesi, petrol, savaş sonrası oluşan büyük
kentleşme hareketinde bu hareketin temeli sayılır. Kentleşme hareketinin gerek
çağdaş görünüm gerekse modern yaşantımız açısından birçok değişmelere neden
olduğu biliniyor.
Bugün petrole o denli bağlıyız ve petrol yaşantımıza o denli
girdi ki, artık onu yaşantımızın doğal bir parçası olarak kabul ediyoruz ve
olağanüstü önemi üzerinde durup düşünmüyoruz bile...
Bize oturacak yer sağlayan, nasıl yaşayacağımız konusunda etken
olan, işimize nasıl gideceğimizi, nasıl yolculuk yapacağımızı belirleyen, hatta
flört ederken bunu nerede yapacağımıza karar veren sadece petroldür.
PETROL GERÇEKTEN KENTSEL TOPLUMLARIN HAYAT VEREN KANIDIR.
Petrol ve doğal gaz, tarımın dayandığı gübreciliğin en temel
bileşimini oluştururlar.
Petrol sayesinde dünyanın kendi kendisini besleyemeyecek olan
metropollerine gıda taşınabilir. Ayrıca, çağdaş uygarlığın yapıtaşları olan
kimyasal maddeleri sağlar. Unutmamalıyız ki bir gün dünyadaki petrol kuyuları
aniden kuruyuverse, çağdaş dediğimiz bu uygarlık bir gün bile yaşayamaz ve
çökmeye mahkûm olur.
Yirminci yüzyılın büyük kesitinde petrole duyulan güven ve
bağımlılık hissi giderek artmıştır.
Petrol artık tüm dünyada insanın ilerleme sembolü olarak
algılanıyor ve itibar görüyor. Ancak, bugün durumun değiştiğini görüyoruz. Çevre
bilincinin doğmasıyla birlikte endüstriyel toplum prensipleri zaman zaman
tartışılabiliyor ve petrol sanayii tüm boyutlarıyla soruşturulan, eleştirilen
ve itiraz gören faaliyet dalları listesinde ilk sırayı alıyor. Bugün dünyanın
her yerinde petrol, kömür ve doğal gaz gibi fosil kaynaklı yakıtların
kullanımını azaltma çabaları gözleniyor ve bu çabalar tüm dünyada giderek
yoğunlaşıyor.
Bu çabalar kuşkusuz geçerli olan nedenlere dayanmaktadır; fosil
kaynaklı yakıtlar kullanıldığında is ve hava kirliliğinin artması, asitli gazların
havaya karışması, ozon tabakasının incelmesi ve iklim değişikliğinin
oluşturduğu olumsuz etkenler gibi. Dünya ekonomisinin bu denli odak noktası
olarak tanınan petrol, bugün artık çevresel kirlenmeye neden olmakla ve
çevreyi olumsuz etkileyip kirletmekle suçlanıyor.
Bugüne kadar sahip olduğu teknolojik üstünlük ve yiğitlikten ve
modern dünyayı şekillendirmedeki katkısından ötürü kendisiyle daima gurur
duymuş olan petrol artık kendini savunur duruma düştü. Petrol bugünkü kuşak ve
gelecek kuşaklar için bir tehdit unsuru olmakla suçlanıyor.
Ama günümüzün “Hidrokarbon Adamı”, otomobillerini çok
seviyor ve vazgeçmeye hiç de niyetli değil; banliyödeki evinden ve yaşamını
kolaylaştırmak için şart gördüğü eşyalarından özveride bulunmayı hiç
istemiyor. Öyle anlaşılıyor ki her alanda gelişme gösteren dünya insanları
çevresel sorunlar ne olursa olsun, kendilerini petrol gücüyle işleyen bir
ekonominin yararlarından yoksun bırakmaya hiç niyetli değiller. Ayrıca, dünyanın
petrol tüketimini geriye çekmek için girişilecek herhangi bir hareket,
önümüzdeki senelerde beklenen olağanüstü nüfus patlamasından olumsuz yönde
etkilenecek ve sonuçta başarısız kalacaktır.
1990’lı yıllarda dünya nüfusunun bir milyar daha artması
bekleniyor. Bu, önümüzdeki on yıl içinde, nüfusun 1990’lı yılların başına
oranla yüzde yirmi daha artacağı anlamına geliyor. Demek ki gelecek on yıl
içinde dünyada bugüne oranla yüzde yirmi daha fazla insan yaşayacak ve dünya
yüzünde yaşayan bu insanlar “tüketim yapma haklarını” talep edecekler.
Endüstriyel dünyanın çevresel sorunlara ait problemleri nüfus artışının
baskısı ile ölçülerek değerlendirilecek. Bu arada 1990’lı yılların korkunç
ve çözümsüz çatışmalarından biri için şimdiden gerekli ortam hazırlanmış
görünüyor. Çatışacak taraflardan biri, çevresel korunmaya daha fazla önem
verilmesini ve çevre koruma tedbirlerinin daha da arttırılmasını savunan grup
olacakken, diğeri de ekonomik gelişmeye katkıda bulunulmasını isteyen,
Hidrokarbon Toplum çıkarlarının korunması ve enerji güvenliğinin gereğine inanan
grup olacaktır.
Petrolün Öyküsü hepimizin hayatını etkilemiş olayları içinde yer
alır. Ekonomi ve teknolojinin genel yönlerine, işadamlarının ve politikacıların
strateji ve entrikalarında ana tema olmayı hep hak etmiştir.
Dünyanın en zengin ve nüfuzlu kişileri olan Rockefeller’i ,Henri
Deterding, Caloûsto Gülbenkyan, J. Paul Getty, Armand Hammer, T. Boone Pickens
ve daha başka birçok isimlerin güç kaynağı hep petrol olmuştur.
Petrolün öyküsünde yukarıda saydıklarımız kadar önemli başka
isimler de var. Bunlar arasında Churchill, Adolf Hitler, Joseph Stalin, İbni
Suud, Muhammed Musaddık, Dwight Eisenhower, Anthony Eden, Henry Kissinger,
George Bush ve Saddam Hüseyin sayılabilir.
Yirminci yüzyıl haklı olarak “petrol yüzyılı” olarak anılıyor.
Petrolün geçmişinde her ne kadar çeşitli anlaşmazlıklar ve zıt görüşler
egemense de, zaman zaman “tek görüş”te de birleşildiği oldu. Görüş
birliği daha çok karşıt tarafların eskiye dayanan olaylara bugün çağdaş bir
yaklaşımla bakabilmesi ve bunu yaparken de yeni gelişen olaylarda geçmişten
gelen derin yankılar bulabilmesi şeklindedir diye düşünebiliriz.
Kaynak:
Daniel YERGİN, trc: Kamuran TUNCAY, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik
Öyküsü, İş Bankası Yay. İstanbul, 2009, s.9-13
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar