Print Friendly and PDF

PÎR ŞA’BÂN-I VELÎ KADDESELLÂHÜ SIRRAHU’L ÂLÎ HAZRETLERİ



Pir Şaban-ı Velî Hazretleri (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Kastamonu'nun Taşköprü ilçesinin Gökçeağaç Bucağına bağlı Çakırçayı Köyü'nün Cimdâr Mahallesi'nde dünyaya geldi. Hz. Pir'in doğum tarihi hakkında kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte müze kayıtlarında M. 1497 tarihine rastlanmıştır. Ancak bu bilginin yanındaki notta bu tarihin kesin olmadığı ifade edilmiştir. Sefine-i Evliya'da ise doğum tarihinin M. 1499 yılına kaydedilmesi Pir'in 1490'lı yıllarda dünyaya gelmiş olabileceğini gösterir.
Hz. Pir Şaban-ı Velî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), henüz dünyaya gelmeden babasını kaybettiği için yetim, üç yaşlarında iken annesi vefat ettiğinden öksüz kalır. Daha sonraki hayatı, hayırsever bir hanımın yanında geçer. Bu hanım, Şaban Efendi'yi, manevi evlâtlığa kabul etmekle birlikte tahsilini yapmasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemez. Hatta tahsilini tamamlaması için İstanbul'a gönderir.
Hz. Pir, ilk tahsilini Taşköprü'de yapar. Aklî ve naklî ilimleri özellikle Kuran, hadis, tefsir ilimlerinde bilgilerini derinleştirmek için Kastamonu'ya gelir. Ancak memleketindeki tahsille yetinmeyerek ilim ve fazilet diyarı olan İstanbul'a gider ve tahsilini İstanbul Fatih Medreseleri'nde tamamlar. Öğrenim yıllarında güzel ahlâkı, ağırbaşlılığı ve çalışkanlığı ile hocalarının teveccühüne mazhar olur.
Şaban Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), zahiri ilimlerle tatmin olmaz ve irfan yolunda kendini irşat edecek bir mürşid-i kâmil aramaya başlar. İstanbul'daki bazı şeyhlere halini arz etmesine rağmen gönlü bir türlü bunlara meyletmeyerek arayış içinde ilahî hidayeti gözlemek yolunu tutar. Bu arada Fatih Medreseleri'nden icazetnamesini de alır. Hocalarının medresede müderris olarak kalma teklifine karşılık, kararını vermek için müddet ister.
O gece istiharesinde bir sesle: "Sılaya dön, sana kurtuluş oradadır!" diye emir verilir. Memleketine dönmek için manen işaret alan Şaban Efendi, hocalarıyla helâlleşerek bir arkadaşıyla birlikte Bolu üzerinden Kastamonu'ya gitmek üzere yola çıkar. Sılaya giderken yol üzerinde bulunan adını ve methini duyduğu Hayreddin Tokadî Hazretleri'ni ziyaret etmek ister.
Hz. Pir Şaban-ı Velî (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), Tokadî Hazretleri hakkında bazı bilgiler edinmiştir. Bolu'ya yaklaştığı zaman Bolu'dan İstanbul yoluna doğru gitmekte olan iki derviş görür. Karşılaştıktan dervişler:
- Azizimiz Hayreddin-i Tokadî Hazretleri: "Kastamonulu Şaban Efendi, İstanbul'dan dönüyor, onu alın dergâha getirin," buyurdu. Biz, İstanbul'dan gelen Kastamonulu Şaban Efendi'yi bekliyoruz, derler.
Bunun üzerine Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-Kastamonulu Şaban benim, der ve iki dervişle Hayreddin-i Tokadî Hazretleri' nin dergâhına gitmek üzere yola koyulur.
Akşam üstü Tokadî Hazretleri'nin huzuruna varırlar. Yatsı namazlarını tekkede kıldıktan sonra oradaki zikir halkasına katılırlar. Zikir biter, dua ve niyazlarda bulunulur. Ancak Şaban Efendi, bir türlü kendinde kalkacak derman bulamaz. Üç gün bu böyle devam eder ve onlar üç gün dergâhta misafir kalırlar. Üçüncü gün Pir Şaban-ı Velî Hazretleri'nin arkadaşı:
-Üç gündür burada kaldık. Artık destur isteyelim, deyince
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, gözlerinde biriken yaşlan silerek:
-Kardeşim! Onlar, bir zincir-i taifedir. Âşıklar kendi taraflarına ve silsilelerine çekerler. Onların cezbeleri galip geldi. Var, sen güle güle git. Bana burada kalmak göründü, deyip arkadaşını uğurlar.
Tokadî'nin dergâhında kalan Hz. Pir Şaban-ı Velî, Hayreddin-i Tokadî Hazretleri'ne bîat eder. Tam on iki sene Tokadî Hazretleri'nin rahle-i irşadında kalır ve canla, gönülle hizmete talip olur. Nefsini ve ruhunu mürşidi yoluna adar. Sonunda mazhar-ı hilâfet olur. Hayreddin Tokadî Hazretleri, hilâfet duasını yaptıktan sonra ona icazet vererek:
-Sana hilâfet verildi, memleketine dön! İrşat soframızı orada kurarak âşık ve sadıkları irşat edip tarikatı neşrediniz, buyurur.
Şeyhi Tokadî Hazretleri'nin emriyle Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, Bolu'dan Kastamonu'ya gitmek üzere yola çıkar. Ancak yolda gönlünden: "Kastamonu'ya gitmesine gideceğim, ama halk benden keramet bekleyecektir. Velîlerden keramet beklemek, insanın fıtratında vardır, oysa ben, kendimde böyle bir varlık ve bir güç göremiyorum," diye geçirir. Sonra arkadaşına :
-Ben, Bolu'ya azizimin yanına geri döneceğim, Kastamonu'ya azizim için gidiyordum, der.
Arkadaşı:
-Şaban Efendi, sana şunu söyleyeceğim: 'Senin şeyhin Tokadî Hazretleri'nden şüphen var mı? Madem ki, sana irşat görevi verdi, demek ki sen de o yeteneği gördü,' der.
Bu sözün üzerine Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-O, ne demektir? Benim şeyhim, 'Sultanlar Sultanı' dır. Benim bu konuda ne şüphem olabilir ki? diye cevap verir.
Arkadaşı:
- Peki, öyleyse Kastamonu'ya gitmekte niye tereddüt ediyorsun? Hazret neyi buyurmuşsa sen onu yap, diye arkadaşının lisanından Hayreddin Tokadî Hazretleri konuşur.
Hal böyle olunca Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, yoluna devam eder ve 1530 yıllarında Kastamonu'ya varır.
Hz. Pir'in şehre gelişi hakkında pek çok rivayetler söylenir. Bunlardan biri şöyle anlatılır:
O zamanlar Kastamonu'da Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'nin soyundan İsa Dede vardı. Onun ermişliği halkın dilinde gezerdi. Bir gün İsa Dede, dervişleriyle otururken başını uzaklara doğru kaldırıp:
-Canlar! Bolu yöresinden bir kâmil boyacı geliyor. Varın karşı çıkın, ağırlayın onu, der.
Dervişler, yola düzülürler. Derbent adlı yere kadar yürürler. Ancak ortalıkta bir can göremezler. Az sonra uzaktan yavaş yavaş kendilerine doğru gelen bir hayâl belirir. Yaklaşınca fark ederler. İçlerinden biri Hz. Pir'i yeninden tutar.
-Selâmünaleyküm! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? der.
Hz. Pir:
-Hak'tan geldik Hakk'a gideriz, buyurur.
Kalabalık onun Şaban Efendi olduğunu anlayamaz. İsa Dede'nin söylediği kâmil boyacı bu değil, diyerek geri dönerler.
Bir rivayete göre: Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, şehre yakın bir yerde bulunan içi boşalmış bir çınarın gövdesinde halvete girer. Burada ibadet ve taatla meşgul olur.
Aradan üç beş gün geçer. Dervişler, bekledikleri İsa Dede'nin bahsettiği kendilerini irşat edecek o kâmilin, o büyük insanın konuştukları halde tanıyamadıkları yolcu
olduğunu anlarlar. Bir grup Kastamonu'lu, tekrar o yere dönerek çınarın dibine gelir:
-Efendim, biz burada sizin hasretinizle yanıp tutuşuyoruz. Gelin artık, diyerek Şaban Efendi'yi çağırırlar.
Şaban Efendi, davete uyarak halvete girdiği ağacın gövdesinden çıkar ve kendisini çağıranlarla beraber yürümeye başlar.
İşte o zaman günlerce bu seçilmiş insanı bağrında barındıran ağacın ondan ayrılmaya dayanamayarak ardınca gelmekte olduğu görülür. Bu hali görenler, büyük bir heyecan ve hayret içinde kalırlar. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan Şaban Efendi de başını hafifçe geriye çevirerek :
-Esrarımızı seninle paylaştıksa sırrımızı faş et, demedik diyerek ağacı durdurur.
Velhasılı pek çok rivayet olmakla beraber bunlar, aklın maverası yani aklın ötesidir. Keramat-ı ilahiyyedir.
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, Kastamonu'ya gelişinin ilk zamanları, Seyyid Sünnetî Mescidi yakınlarındaki Cemaleddin Cami avlusuna iner. Bir süre burada münzevî bir hayat geçirir. Seyyid Sünnetî Mescidi'nde bulunan halvethanelerin birinde erbaine niyet eder ve erbaini tamamlar. Onun kemalatının farkına varan halk, Hz. Pir'in sohbetlerine iştirak eder. Ancak o tarihlerde mescidin şehrin dışında bulunması nedeniyle Şaban Efendi'yi Honsalar Mahallesi'ndeki Honsalar Cami'ne davet ederler. Şaban Efendi, bu camide va'z ve nasihat ve irşat ile meşgul olur. Daha sonra çıkan yangında Honsalar Cami yanar. Camiyi yeniden yaptırmak isteyen dervişlere Şaban Efendi izin vermeyerek: 'Bu yanıkta bir hikmet vardır,' buyurur.
Yangının ardından Şaban Efendi, Hisarardı Seyyid Sünnetî Mescidi'ne yakın bir eve taşınır ve irşat görevini Seyyid Sünneti Hazretleri'nin yaptırdığı dergâhta devam eder. Pir Şaban-ı Velî Hazretleri'nin irşadı o dereceyi bulur ki, dâr-ı bekaya erinceye kadar üç yüz atmış halife yetiştirir.
Hz. Pir (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), M. 1569 yılında Hakk'a yürür. Kendi dergâhının bahçesine defn edilir. Şu anda Hz. Pir Külliyesi içinde medfundur. Kabr-i şerifleri, çok müzeyyen olmakla beraber kabrinin etrafında kendinden sonra gelen, ondan fazla azizanın kabirleri, aynı kubbe altındadır.
Şaban Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) kısa sürede Kastamonu halkı tarafından gerek İstanbul medreselerindeki ilm-i zahiriyle gerek tahsilinden sonraki Hayreddin Tokadî Hazretleri'nin yanında gördüğü manevi eğitim ve terbiyenin sonucu safiyete erişmiştir. Yüzlerce derviş kendisinden feyz almıştır.
Hz. Pir hakkında pek çok kitaplar yazılmıştır. Duyulmasını istemediği hâl ve keramatı, birçok kişi tarafından zahir olmuştur. Bunlardan biri, şöyle anlatılır :
Kastamonu'ya varınca bir dergâh açmış, halktan birisi gelip
-Sen ne iş görürsün, demiş?
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-Kalp kalaylarım, diye buyurmuş.
Vatandaş, onu kap kalaylarım diye anlamış ve evine gidip bir çuval bakır kap getirerek:
-Şunları kalaylayıver, demiş.
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-Biz kalp dedik, ama sen kap anlamışsın. Neyse zahmet etmişsin, getirmişsin. O işi de görüverelim. Yarın gel, al demiş. Ertesi günü çuvalın ağzı bile açılmadığı halde çuvalın içindeki kapların pırıl pırıl olduğu görülmüş.
Allah'ın âşık ve sâdık gönül dostlarından biri olan Pir Şaban-ı Velî Hazretleri (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) hakkında gerek halifeleri gerek dervişleri arasında yıllarca pek çok methiyeler söylenmiş ve yazılmıştır. Bu güzel ve samimi methiyelerden bazıları şunlardır:
Limaallah" sırrının sultânı Şa'bân-ı Velî
Semme vech" in gevher-i bürhân-ı Şa'bân-ı Velî
Lâmekân-ı bî-nişânın rahının hem rehberi
Bahr-ı lâhuta beka ummanı Şa'bân-ı Velî
Levhâ-i dil mücellâ nûr-ı irşadı bugün
Mekteb-i kenz-i maarif irfanı Şa'bân-ı Velî
Âlem-i kudsî hakikât rahının seyrângehi
Arş u ferş u kürsinin seyrânı Şa'bân-ı Velî
Menbâ-ı nûr-ı hüviyyet mahzen-i esrâr-ı Hû
Merci'-i erbâb-ı aşkın hânı Şa'bân-ı Velî
Meşhed-i nûr-ı velayet mehdi-i Hakk'dır bi'l yakîn
Bahr-ı imkân-ı vücûdun devrânı Şa'bân-ı Velî
Şevkıyâ vahdet-nişîn zâhir-i kesrete
Evliyâ-i kümmelin insânı Şa'bân-ı Velî
İbrahim ŞEVKİ
( Hz. Pîr'in on ikinci halifelerinden
Bolulu İbrahim Şevki Efendi "dir.)
Server-i ehl-i tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Sâlik-i râha hakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Hâl ü kâlinde onun bûy-ı hakikat vardır
Cümle uşşâka şefik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Misl-i hurşid tulû' etti cihâna ol Pîr
Bahr-i envâra garîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Halveti bağına bir bülbül-i revnak-efzâ
Meslek-i feyzi vesîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Âşık-ı sâdık-ı cânân-ı hakîkidir ki
Fikr-i irfanı amîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Dahil-i zümre-i pîrân-ı izam olmuştur
Hakk Teâlâ'ya sâdık Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Evliya rehberidir hem urefânın mahzeni
Pîr ü bürhân-ı tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Bülbül-i bağ-ı edeb mefhar-i erbâb-ı erib
Hiss-i âlîsi refik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Mazhar-ı fevz-i fütûh zât-ı şerifi memdûh
Âşıka feyz-i refik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Sensin ummân-ı kerem bülbül-i gülzâr-ı İrem
Remz-i akvâli dakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Ol Hüdâ aşkına Vassâf'ına bezl et keremi
Ey müridâna şefik Hazret-i Şa'bân-ı Velî    
Hüseyin VASSAF

Seher vaktinin yeliyiz
Sırr-ı hakikat diliyiz
Mecnûn'a Leyla eliyiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Bize gelen irfan olur
Hayvan iken insân olur
Sırr-ı cana canan olur
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Yaktık aşka can u teni
Komadık dilde gümânı
Hakk'tır bugün dil mihmânı
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Varlığımız yoktur bizim
Meydânımız pâkdır bizim
Didârımız Hakk'tır bizim
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Şerîatsız yol değiliz
Ma'rifetsiz kul değiliz
Hakîkatden dür değiliz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Kırklarla halvete girdik
Yedilerle sohbet ettik
Üçlerle birliğe yettik
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Halveti'dir şöhretimiz
Vahdet kıldık kesretimiz
Mahviyettir maksadımız
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Döneriz biz yane yane
Aşk meyine kane kane
Mestlikte erdik bu deme
Biz Şa' bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Sanmasınlar biz mülhidiz
Hem müminiz hem müslimiz
Mucid değil muvahhidiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Pîrimizdir Şeyh-i Şa'bân
Erkânıdır mağz-ı Kur'ân
Yolunda canımız kurbân
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Bir acayip dilhanemiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Derviş Sâdık harabattır
Özü Hakk'a müstağraktır
Zikri fikri zât-ı Hakk'tır
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
eş Şeyh Sâdık
el Halveti eş Şa'bânî
Büyük edebiyatçılarımızdan Süleyman Nazif, Hz. Pir için :
"Huzûr-ı Pîr'e yüz sür i'tilâ isterse vicdanın" diyerek övgüde bulunmuştur.
Bugün Hz. Pir'in külliyesi, çok müzeyyen ve bakımlıdır. On iki ay uzaktan yakından ziyaretçisi eksik olmaz. Külliyenin cami, faal bir durumda olup beş vakit namaz kılınmaktadır. Caminin içinde iki tane halvet vardır. Birincisi, kapıdan girince soldadır ve bu halvete "Kanlı halvet" ismi verilir. Bu ismin veriliş sebebi bu yolun büyükleri tarafından şöyle izah edilmiştir:
Yetişen halifeler, bu halvete girerler. Girmeden önce camin görevlilerine cenaze kaldırmak için bir miktar para verirler. Sonra kanlı halvete girerler. Kanlı halvetteki dervişlerin vücudundan hatta tüylerinin dibinden kan çıkarmış.
Kanlı halvetten sağ çıkanlar, gerçek mürşid-i kâmillerdir. Çıkamayanlar olur ise, görevlilere verdikleri para dervişin cenaze masraflarında kullanılırmış.
gvİkinci halvet, cami'ye girince sağdaki taraftadır. Orası Hz. Pîr'in kendi, halvetidir. Bugün bu halvetin kapısı üzerinde bulunan levhada Hz. Pîr'in şu sözü yazılıdır:
Âşıkânın Kâ'be'sidir bu makam
Kim ki nakıs gelse bunda olur tamâm
Hz. Pir'in "halvet" hakkında şu hikâyeyi anlattığı rivayet edilir:
Bir gün Hz. Pir'e sorarlar:
-Bu bir bardak şerbet ve bir yufka size yetiyor mu, dediklerin de Hz. Pir:
-Farelerle beraber idare ediyoruz, buyurur.
Cami-i şerifin ikinci ve üçüncü katında dervişlerin çok sayıda halvethaneleri mevcut olup halen ziyaret edilmektedir.
Halvetiyye tarikatının yirmi dokuzuncu sırasında yer alan, Seyit Yahya Şirvâni hazretlerinin kelimeleriyle, "Pir-i Sakaleyn Kutbu'l Alemü'l Fiddareyn Bilâ Niza es Sultan eş Şeyh Şaban-ı Velî ( kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Kastamonî" hazretlerinden sonra devam
eden silsile şu şekildedir:
29.Eş Şeyh Şa'bân-ı Velî Hazretleri
30.Eş Şeyh Ömerü'l Fuâdî Kastamonî
31.Eş Şeyh İsmail Kudsî Çorumî
32.Eş Şeyh Mustafa Muslihiddîn
33.Eş Şeyh Ali Atvel Karabaş-ı Velî (Karabaşiyye Şubesi)
34.Eş Şeyh Muhammed Nasûhî Üsküdarî
35.Eş Şeyh Abdullah Rüşdi Mudumuvî
36.Eş Şeyh Hacı Mehmed Zoravî
37.Eş Şeyh es Seyyid Mustafa Çerkeşî (Şa'bâniyye kolunun pîr-i sânî ve Çerkeşiyye Şubesi)
38.Eş Şeyh Hacı Halil Geredevî
39.Eş Şeyh Salih Efendi Kütahyevî
40.Eş Şeyh Hacı Osman Efendi ( Söğütlü )
41.Eş Şeyh İsmail Hakkı Efendi ( Çaltılı)
42.Eş Şeyh Sâdık Efendi (Eskişehirli)
43.Eş Şeyh Hacı Hafız Ali Rıza Efendi ( Uşaklı)
44.Eş Şeyh Hoca Mustafa Efendi ( Uşaklı)
45.Eş Şeyh Hoca Hafız Mehmet Dumlu Kütahyevî



Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri Kütahya’da doğmuştur. Baba tarafından soyu Buhara’ya uzanmaktadır. Dedesi Eşref Efendi Nakşibendi şeyhidir. Dedesinin dedesi Hurşit Efendi Buhara’da tahsilini tamamlamış bir Nakşibendi şeyhidir. Soyunda anne tarafından gelen bir manevi çizgi de mevcuttur. Anneanneleri Gülsüm hanımın Eskişehirli Sadık Efendi Aziz Hazretlerinden biatlı bir Şabani dervişi olduğu bilinmektedir.
Mehmet Dumlu Hazretleri ilk eğitimini Kütahya’da yaptı. Daha sonra hafızlık eğitimine başladı. Sekiz ayda Kuranı kerim hafızı oldu. Askerlik görevini İzmir Gaziemir’de tamamladı. Askerlik dönüşü kısa bir süre memurluk yaptı. Memurluktan ayrılıp Kütahya Şehitler Camii imamlığına tayin edildi. Müftülük kadrosunda Kuran Kursu öğretmenliği yaptı.
1953 yılında Kütahya’da Ayşe hanımla evlendi. Evliliğinden iki oğlu bir kızı oldu. Oğulları Kamuran bey ve Sacit bey Kütahya’da ticaretle uğraşmaktadırlar. Kızı Asuman hanım da evlidir ve Kütahya’da yaşamaktadır. Mehmet Dumlu Hazretleri, eşi ile 47 yıllık bir evlilik hayatı sürdü. Eşi Ayşe hanımefendi, özenli, namazlarını kazaya bırakmamış bir hanımefendiydi. 2000 yılında Ayşe hanım vefat etmişlerdir. Bu tarihten sonra Mehmet Dumlu hazretleri büyük oğlu Kamuran beyle birlikte oturmuştur. 
Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri tasavvufa ilk olarak Mevlevi Şeyhi Kütahya’lı Akif Dede’ye intisab ederek girmiştir. O sırada Nakşibendi halifelerinden Altıntaş’lı Hacı Mehmet Efendi’nin sohbetlerine de devam etmektedir. İzmir Gaziemir’de askerlik görevini yaptığı sırada Kadiri şeyhi Sezai Efendi ile tanışır ve onun sohbetlerine katılır. Askerden terhis olduktan sonra Kütahya’ya dönen Mehmet Dumlu Hazretleri, Altıntaşlı Hacı Mehmet Efendinin vefat ettiğini öğrenir. Bunun üzerine kendisinde bir kamil mürşid arayışı başlar. Kütahya eşrafından Elifzade Nuri Efendi vasıtasiyle Uşak’ta bulunan Halveti Şabani Şeyhi Hoca Mustafa Efendi Aziz Hazretlerine biat ederek Halveti Şabani yolunda tasavvuf eğitimine başlar. Dervişliği çok coşkulu olan Mehmet Dumlu Hazretleri, kısa sürede şeyhinin takdir ve teveccühüne mazhar olmuştur.
Tasavvuf eğitimi yanında müzik eğitimine de devam eden Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri, usul ve makam konularında kendisini yetiştirmiştir. Çok sayıda ilahiyi makam ve usulu ile ezberinde bulundurduğu için ilahiler konusunda araştırma yapan müzisyenlere yol göstermiştir.
Dervişliği sırasında, hizmette ve gayrette önde yer alan Mehmet Dumlu Hazretleri şeyhinin vefatından önce irşad ile görevlendirildi. 1973 yılında vefat eden Uşaklı Mustafa Efendi Aziz Hazretleri’nin Halveti Şabani çizgisini aslına uygun olarak devam ettirmiştir. Kütahya, İstanbul, İzmir, Bursa, Ankara, Konya, Kastamonu ve Erzurum vilayetlerinde sohbetleriyle; irfan yolunda istekli olanlara tasavvuf eğitimi vererek hizmeti sürdürmüştür. İrfan yolunda yüzlerce öğrenciyi, nefisleriyle mücadelede gerekli yol ve yöntemleri göstererek, irşad ve ıslah etmiştir.
Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri, 27 Ağustos 2011 tarihinde Kütahya'da Cemal Alemine yürümüştür. Naaşı, Kütahya'da, Sunullah Gaybi Hazretlerinin Türbesi yanında, toprağa verilmiştir.


                                     
ALINTI
Halvetiyye-i Şabaniyye Azizlerinden olan Yakupzade Hafız Mustafa Efendi 1887 tarihinde Uşşak'ta doğmuştur. Babası Mehmet Efendi, annesi ise Âlime hanımdır. Medrese tahsilinden sonra uzun süre birinci dünya harbinde Sarıkamış cephesinde teğmen rütbesiyle görev yapmış bilahare memleketi Uşak'a dönerek imamet ile görevlendirilmiştir.
Yakup Baba, evli olup  altı çocuk sahibidir.
Yakup Baba, devrinin en saygın şahsiyeti olarak Uşak halkı üzerinde fevkalade tesiri olan bir zattır. İleri görüşlü bir alim ve müceddid bir mutasavvıf olan Yakupzade Hafız Mustafa Özyürek, halk tarafından kısaca Yakup Aziz veya yakup Baba olarak da tanınır. 25 sene tarik-i Nakşibendiyyede çalıştıktan sonra şeyhin sahte olduğunu anlamış ve tatmin olamayıp Uşak'ta, Yamalızade Şeyh Ali Rıza Efendi'ye intisap etmiş, kısa zamanda seyr ü sülukunu ikmal ederek şeyhinin vefatından (1939) sonra halvetiyye/Şabaniyye'ye postuna oturmuştur. Yakup Aziz, Geredeli Aziz Halil Efendi'nin silsilesinden gelen bir Şabanî şeyhidir. 
Şeyh Halil Efendi (Geredeli Aziz), (d.1785/1200 - öl. 1843/1259)
Söğütlü Osman Efendi(?)
Çaltılı İsmail Efendi (?)
Şeyh Sâlih Efendi (Hacı Halil Efendizâde), (d. 1805 / öl. 1878, Kütahya).
Şeyh Sâdık Efendi, (öl. 1922, Eskişehir).
Şeyh Yamalızâde Ali Rıza Efendi (öl. l939, Uşak)
Şeyh Yakupzâde Hafız Mustafa Özyürek (öl. l973, Uşak )
Yakup Aziz, silsilesinden gelen bütün Şabani şeyhleri gibi zat postu idi ve zat postunun sırlarıyla mücehhez idi. Yamalızade hazretlerinin Bu sebeple kendisinden sonraki postnişinini sırladı gitti.
Yakup Aziz, büyük bir âlim ve nâtık olmakla beraber, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmişve haza insan-ı kamil yetiştirmiştir. Bu sebeple bizzat kaleme aldığı tek nutkundan başka edebî değeri haiz bir şey yoktur. Elimizde bir nutku, halktan Rifat isminde bir zata cevabi manzumesi ve şeyhinin ve Salih Efendi'nin şahide taşına yazdığı manzum kitabesi vardır.İlahi defteri fakirin elindedir.
Şeyh Yakupzâde Hafız Mustafa Özyürek 30 Mart l973 tarihinde Uşak'ta vefat etmiştir. Vefatından çok önceleri ciğerleri bitmiştir. Yakup Baba'nın Şeyhi Yamalızade Ali Rıza efendi'nin şahide taşı için yazdığı manzum kitabe şöyledir:
İmamü'l-uşşâk ve'l-urefâ
Hazîne-i esrâr-ı Hudâ
Dürr–i ekber-i Hazret-i Mevlâ
Bende-i Şa‘bân-ı Velî eş-Şeyh Ali Rızâ
Eş-Şeyh Yakûb-zâde Hafız Mustafâ
Ey gözüm nûru ne bilsin gizlidir esrârımız[1]
Câhil ü nâdân ne bilsin anlamaz ahvâlimiz
Kuş dilidir dilimiz hem her Süleymân anlamaz
Rumûzât u işâretle söyleriz akvâlimiz
Halvetîyiz durmayız biz süreriz erkânımız
Hak yoludur yolumuz hem Şa'bân-ı Velî Sultânımız
Kimse görmez döneriz biz devreder devrânımız
Kimse duymaz aşk ile arşa çıkar efgânımız
Kördür ol münkir olanın kalb gözü görmez bizi
Cân kulağı sağır olan duymadı feryâdımız
On sekiz bin âlemi gezdik dolaşdık aşk ile
Göremez amâ olanlar bu bizim seyrânımız
Görmeyiz biz mâsivâyı pek severiz vechullahı
Her zerreden görmek oldu hâlis muhlis efkârımız
İşitmeyiz efsâneyi istemeyiz kâşâneyi
Ayrılmayız yolumuzdan sağlamdır imânımız
Ayrılmayız şeriatden Hakk'a giden tarikatden
Haberdârız hakîkatden nâdân bilmez ahvâlimiz
Mâsivâya tapmayız biz yolumuzdan sapmayız biz
Münkirlerden korkmayız biz İmâm Ali öz babamız
Hakka doğrudur özümüz secdede dâim yüzümüz
Yalan değildir sözümüz saklıdır ol namâzımız
Her nefesde ezkârımız Cemâl-i Hak didârımız
Münkir bilmez esrârımız acâibdir seyrânımız
Yetmiş bin hicâb geçeriz Hakk'ı her şeyden sezeriz
Her dem Mirâc biz ederiz kimse görmez Mirâcımız
Dervîş Mustafâ'dır adım Hakk'a vardım adım adım
Dersimi Ali'den aldım Muhammed'dir serdârımız
Mehmet Dumlu Hazretleri anılarında şöyle demektedir.
Azizim Hoca Mustafa Efendi Aziz (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), vefatına bir saat kala ihvan, ailesi, torunları etrafına toplanmışlar. Azizim, şuuru,konuşması, her şeyi mükemmel bir vaziyette etrafındakilere seslenmiş:
-Evlâtlar! Dinleyin. Kulağınızı iki değil; dört açın. Size son sözümü söylüyorum. Bir saat ömrüm kaldı. Ayağımın biri burada, biri öte tarafta. Şimdi Allah Teâlâ:
 "Ey kulum Mustafa! Bu kalan bir saat ömür için benden ne istersin?" diye sorsa ben: "Yâ Rabbi, ey benim sahibim Allah! Bu kalan bir saati de hizmetle değerlendirmek istiyorum. Hizmete talibim."derim.
Azizim Hoca Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî), bir saat sonra tatlı bir tebessüm ve "Hû" sesiyle bu beden kabrinden âlem-i bekâya urûc etmiştir.
**
“Maneviyat tek ayak üstünde durur. Muhabbet hizmete vesiledir. Çünkü asl olan hizmettir, muhabbet de hizmetin aracıdır. Muhabbet olmazsa, hizmet de olmaz. Muhabbet, hizmeti doğurur. Onun içindir ki; bütün peygamberân ve evliyaullah, hizmeti tercih etmişler ve Allah (c.c.)'den hep hizmet talep etmişlerdir."
(M.Dumlu Hazretleri)
M.Dumlunun Hazretleri’nin sohbetinden Azîz Hoca Mustafa Efendi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî):
-Oğlum, benim gözümle bu âleme ve âdeme bir baksan. Sevincinden çocuklar gibi hoplarsın; yerinde duramazsın, diye buyururdu.
Eğer bir kimse, arif olduysa Hakk'ı bilip Hak'la birleştiyse her eşya onun hadimidir. Eğer böyle olmadıysa yani Hak ve hakikatten haberdar olmadıysa o nefsin zilletinde, nefsin bataklığındadır. Suyun ve ekmeğin dilencisidir. Artık ona insan diyemezsiniz. Hatta o Kuran-ı Kerim'in ifadesiyle: "Hayvandan da aşağılıktır." Onun sureti insan, sîreti hayvandır, yani hayvan huylu insandır. Hayat bittiği zaman o, içinde var olan hayvan huyu ile haşr olunur. İşte dünyaya gelmekten amaç da bunları bilip fark edebilmektir.
Sen seni bilmektir ancak pir'e muhabbetten garaz 
Noktayı fehm eylemektir ilm ü irfandan garaz
Noktaları birleştirirsen elif olur; ucundan kıvırıp bir nokta altına koyarsın be olur; alttaki noktayı ikileştirip üste koyarsın tek olur. Demek ki; yirmi sekiz harfin aslı bir noktadır. 
Enbiya: "Peşimden gelin hak ve hakikati anlayın," diye buyurdular. Allah'ın vahdet-i ilâhîyesinin eşya üzerindeki birliğini anlatmak için davet ettiler "Her şey bir için," dediler. "Zerrât-ı cihan birdir," diye bağırdılar.
"Göz iki olabilir, gördüğü şey birdir. Kulak iki olabilir; işittiği şey birdir. Burun iki olabilir; kokladığı şey birdir. El iki olabilir; yaptığı iş birdir. Ayak iki olabilir; gittiği yer birdir. Cümle aza çift iken dilin bir olmasında hikmet
nedir?"
Çünkü gönül bire aittir. Ötekilerin iki olmasının hikmetine gelince: Göz iki olunca sağ gözden başkası, sol gözden başkası bakmaz. İçerdeki tek kudret olan ruh bakar. Böyle olduğu gibi işiten de koklayan da yapan da giden de ruhtur. Bunlar,hep ibrettir. İkiden birlik vardır.
[1] Bu nutuk Haşim Tümer tarafından da yayımlanmıştır. Bkz. Uşak Tarihi, İstanbul 1971,
s. 52-53

Kuru idik yaş olduk
Ayak idik baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçtuk elhamdülillah
Kuru idik. Kuru nedir? Hayatı olmayan, suyu çekilmiş, bitmiş bir ağaç. Tamtakır bir ağaç dalı. Odun olmaktan başka bir işe yaramaz. Biz böyleydik. Kuru ağaç yapraklandı; kokulandı; meyvelendi; nurlandı. Yaş oldu.
Ayak idik. Yerlerde sürünüyorduk. Hayvani bir yaşantının içindeydik ve insanlıkla hiçbir ilgimiz yoktu. Ayaktık ama merhamet-i ilâhîyye, şefâat-i peygamberîye, himmet-i pirân, bizi yerde sürünmekten kaldırdı. Baş etti. Bu da yetmedi. Kanat verdi. Kanatlandık kuş olduk. Şimdi artık mana semalarında uçuyoruz; aşk deryalarında yüzüyoruz; güzellik gökyüzüne doğru ulaşıyoruz. Gönlümüz bir gülistan oldu. Gönül Kâbe'si temizlendi.
Bu sözler, bu kadarcık ifade ile bitmez. Bu kadar açıklama da yetmez. Çünkü bu sözler bir hazinedir.
"Gökte olanlar, hafif olanlar soyuttur. Lâtiftir. Tortu aşağıdadır."
Kişi: "Gökte Allah var," der. Allah, her yerde hazır ve nazırdır. Ancak burada "gökte" denilmekle anlatılmak istenen, iyi ve güzel şeylerin yüksekte olduğudur. Yoksa yukarıda çadır kurulmuş içinde Allah (c.c.) oturuyor gibi düşünmeyin. Allah'ı gönlünüzde arayın. Çünkü sonsuz olan gönüldür.
"Gökyüzünün sınırı vardır ama gönlün sınırı yoktur."
Şimdi Yunus'a bu güzelliklere neyle sahip olduğunu soralım:
"Yunus Baba! Sen kuru iken yaş, ayak iken baş, kanatların yokken kanatlanıp sonsuzluk fezalarında uçan Anka, mana denizinde yüzen balık oldun. Bunu, nasıl başardın? Bize de söyle. Biz, onu yapalım."
Yunus, bizlere şunu söyleyecek:
Taptuk'un tabusunda
Kul oldum kapusunda
Miskin Yunus çiğ idik
Piştik elhamdülillah
Muhabbetullah çiği pişirir. Hak dostları böyledir. Anadolumuz ve Türk toplumu, tarih boyunca bu büyük insanları çok fazla doğuran bir annedir. Hiçbir ülkede ve toplumda bizim kadar Allah dostu çok olmamıştır ve olmayacaktır. Onun için Türk kelimesi büyük, yüksek, âli ve güzel bir kelimedir.
Türk'ün karakteri yüksektir. Atatürk, bu gerçeği görmüş: "Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır; zekidir, " diye övgüyle hitap etmiştir. Sonunda bir mutluluktan söz ederek: " Ne mutlu Türk'üm diyene! " demiştir.
Bunu neden görmüyorlar ve onu suçluyorlar? Atatürk kimseye: "Ben peygamberim," demedi. "Sen peygambersin," diyenler oldu. Ama o, elinin tersiyle bunları ittirdi: "Hayır! Ben askerim. Komutanım," dedi.
Kütahya istasyonundan tren geçerken Atatürk, trenin kompartımanında biraz eğlenir. Halk Atatürk geçiyor, diye istasyona hücum eder. O günün Maarif müdürü:
-Hey Kütahyalılar! Şehrimize peygamber geldi, diye karşıdan bağırır. Atatürk, kompartımanda bu sözü duyunca :
-Defedin şu mürâîyi! Sokmayın şuraya. Ben peygamber değilim; ben askerim. Komutanım, der.
Bu sözü, Atatürk'ün iki metre kadar yakınında bulunan babam Lütfi Bey duyar. Ben de ondan dinledim.
"Bütün kötülükleri ona çıkarmamak ve mal etmemek lâzım. Elbette onun da eksiği, kusuru vardır. Nihayet beşerdir; peygamber değildir. Ama yaptığı büyük hizmetler vardır. Öne düşmüştür. "
Anadolu'nun o günkü manevî ricali, onu bu işe münasip görmüştür ve seçmiştir.
O, arkasında binlerce Mehmetçik ile yüzlerce komutanla rahmet-i ilâhî, şefâat-i peygamberi ve himmet-i pirânla bu vatanı düşmanlardan kurtarmıştır.
Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.), bir gün bu büyük Türk kumandanı ile ilgili şu gerçeği ifade buyurdular:
-Oğlum, Atatürk'ün kaputunu örtünerek Kocatepe'de kayaların üstünde uyurken çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Sen, onu gördün mü?
-Evet azizim, gördüm.
-İşte oğlum, o taşların üzerinde uyumadan önceki Mustafa Kemal' le uyandıktan sonraki Mustafa Kemal farklıdır. O, uyku anında iken Anadolu'nun erenleri ve erbâb-ı kemal teveccühte bulundular. Uyandığı zaman " Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri! " sözünü söyledi.(*)
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Niye Atatürk, başka paşalar yok muydu? Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'in ifadesiyle bu sorunun cevabını verecek olursam: Mustafa Kemal, yapısı itibariyle şecaat ve metanet sahibi bir kişiliğe sahipti. Bunun böyle oluşunu da teğmen rütbesini taktığı andan itibaren birçok savaşların içine girip hepsinden muzaffer olarak çıkmasıyla göstermiştir.
Yine Atatürk'le ilgili ancak bugüne kadar hiç duyulmamış bir hadiseyi Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'den dinledim:
Atatürk, Bandırma vapuruyla Samsun'a çıkıp Kuvâ-i Milliyye hareketlerin başlattığı zaman Erzurum ve Sivas arasında Atatürk'ü taşıyan araba arıza yapar Arkadaşları, arabanın arızasını gidermeye çalışırlar. Bu arada Mustafa Kemal, yolun kenarında bir ileri, bir geri yürümeye başlar. Aynı zamanda düşüncelidir. Bu esnada yolun üzerinde Atatürk'e doğru merkep üzerinde başı sarıklı bir köy imamının gelmekte olduğu görülür.
Hoca Efendi yaklaşarak Atatürk'e selâm verir. Atatürk:
-Aleyküm selâm hocam, diyerek mukabele eder.
Mustafa Kemal Paşa, Hoca Efendi'ye:
-Hocam, yolculuk ne tarafa? diye sorar.
Hoca Efendi, parmağını uzatarak 3-5 km. ilerideki ağaçları göstererek bir köyü işaret eder:
-Beyim! İşte şu karşıdaki köye gidiyorum, der.
Mustafa Kemal Paşa:
-Hayrola hocam! O köyde ne işin var? diye sorduğunda hoca:
-Beyim, o köyün imamı, benim ve bu civardaki imamların hocasıdır. Benim gibi birçoğumuzu yetiştirmiştir. Dün üç beş köyü, kendi köyünde toplayıp, aşlar kaynatıp hatimler okuyup, dualar edileceğini haber saldı. Bu yapılacak duaya katılmak için yola çıktım, der.
Atatürk:
-Hocam, nedir duanızın sebebi? Sünnet, düğün falan mı var? diye sorduğunda, Hoca Efendi:
-Hayır beyim! Sünnet, düğün falan yok. Hâdise şudur : Allah, bu milletin başına bir Mustafa Kemal Paşa vermiş, milletin önüne düşmüş, kurtuluş hareketlerini başlatmış. Onun muvaffakiyeti için hatimler okuyup dualar etmeye gidiyorum, der.
Mustafa Kemal:
-Hocam, Allah dualarınızı kabul buyursun. Masum çocukları da duanın içine katın. Masumların içinde bulunduğu dua ind-i ilâhîde kabul olunur, der.
Bu konuşmanın üzerine Atatürk, hocayı biraz daha konuşturmak ister ve şöyle devam eder:
Hocam, maşallah bindiğin merkebe iyi bakmışsın. Hayvan besili, der.
Hoca:
-Beyim, dil bilmez hayvan. Yemine, samanına dikkat etmezsek Allah sorar, diye cevap verir
Atatürk tekrar sorar:
-Hocam, sen hiç hayvanlarla, kuşlarla yani böyle canlılarla ilgili kitaplar okudun mu?
Hoca:
-Beyim ben okumadım, fakat şimdi gittiğim o karşıdaki köyün hocasından bu mevzularla ilgili çok sohbet dinledim. Başınızı ağrıtmazsam anlatayım, der.
Atatürk:
-Buyur hocam anlat, der.
Hoca Efendi, kendi hocasından dinlediği şu hikâyeyi anlatır.
-Asırlar evvel eski Yunan âlimlerinden birisi, yumurtlayan hayvanlarla doğuran hayvanların tesbit ve tefriki için seyahate çıkmış. Üç dört sene gezinmiş ve bir hayli bilgi toplayıp kitap yazmış. Seyahati sırasında Bağdat'ta imam-ı Azam Hazretleri'nin medh ü senasını işitmiş ve imam-ı Azam Hazretlerini ziyarete varmış. Karşılıklı hâl hatır sorulduktan sonra imam-ı Azam Hazretleri bilgine:
-Sebeb-i seyahatiniz nedir? diye sorduğunda seyyah bilgin:
-Efendim, yumurtlayan hayvanlarla doğuran hayvanları tesbit için çalışıyorum, diye cevap vermiş.
İmam-ı Azam Hazretleri:
-Çalışmanız bitti mi, diye buyurduğunda bilgin:
-Henüz bitmedi. Üç dört sene daha gezip dolaşmam ve çalışmam lâzım, der.
Bunun üzerine imam-ı Azam Hazretleri, gezgin seyyaha şöyle der:
-Kendine yazık edip yormuşsun. Bunun için senelerce gezip dolaşmana gerek yoktu. Oturduğun yerden yapabilirdin.
Bilginin gözleri açılır. Dikkatle ve hayretle:
-Nasıl olur? diye sorar.
İmam-ı Azam Hazretleri:
-Kulağı dışında olanlar doğurur. Kulağı içinde olanlar yumurtlar. Meselâ deve kuşu kocaman bir kuştur. Kulağı içinde olduğu için yumurtlar. Gece kuşu küçük bir kuştur, ancak kulağı dışarıdadır. Doğurur, diye cevap verir.
Bunun üzerine Yunanlı bilgin:
-Eyvah emeklerim! diye dizlerini döver.
Atatürk, dikkatle hocadan dinlediği bu hikâye üzerine:
-Hocam ağzına sağlık. Çok güzel anlattın, diye hocanın gönlünü okşar.
Bundan sonra Hoca Efendi:
-Beyim muhabbet güzel, ama ben yoluma devam edeyim. Hatim ve dualarımızı yapalım. Zira köyüme geri dönmem lâzım, diye ayrılır. Hoca Efendi, üç beş metre gider sonra geriye döner. Atatürk'e yaklaşarak:
-Beyim güzel dilleştik. Ancak sizi tanısaydık. Kim olduğunuzu bilseydik, deyince Atatürk hocanın yanına yaklaşır. Sağ elini merkebin üzerindeki hocanın omuzuna koyar. Derin bir nefes alır.
-Hocam hocam! İşte o dua etmeye gittiğin Mustafa Kemal benim, der. Bunu duyan Hoca Efendi, merkebinden iner. Atatürk' le sarmaş dolaş olurlar ve her ikisi de ağlar. Sonra hoca yoluna devam eder.
Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)' den bana intikal eden bu hâdiseyi azizim o günleri gören ve yaşayanlardan dinlemiştir.
Elbette bu hikâye, Mustafa Kemal Paşa'nın bu büyük hizmetlere top yekûn bir milletin dua ve gözyaşlarıyla başlayıp ve zaferle sonuçlandırdığının altında yatan himmet ve teveccühlerin kimden ve nereden geldiğini anlamakta zorluk çekilmeyeceğinin açık bir delilidir.
(Hoca Hafız Mehmet Efendi' nin mürşid-i kâmili Hoca Mustafa Efendi(k.s.)' den intikal eden bu hikayeyi anlatması oldukça manidardır. Zira bir ehlullah boş yere konuşmaz. Onun sohbetinden hatta anlatışı sırasındaki tavrından, hâl ve hareketlerinden alınacak ders vardır.Hoca Hafız Mehmet Efendi'nin büyük Türk kumandanı ve askeri dehası Atatürk'e yönelik anlattığı bu gerçek, bu zamana kadar Mustafa Kemal hakkında söylenilenlerin ne kadar doğru ne kadar gerçek olduğunu gösterir. Ancak bunu kanaatimizce açıklamaya çalışmadan önce şu konunun hatırlatılmasında yarar olduğuna inanıyoruz: Her biri birer etiketten ibaret görülse bile insanlara verilen isimler tesadüf değildir. Zaten tesadüf denilen bir şey yoktur. Allah Teâlâ'nın kendinden kendine dilemesi ve murat etmesi vardır. Onun için ehl-i zahir tarafından tesadüf gibi görülen şeyler, Allah Teâlâ'nın muradıdır. Bu düşünceden hareket edersek Mustafa isminin lügat manasını ifade etmemiz gerekir. Mustafa; Arapça bir kelime olup safvetten gelir ve seçilmiş demektir. Tasavvufî manasına gelince bunu ancak ehli bilir. Bizim bunu ne idrak etmeye ne de açıklamaya yetkimiz yoktur. Ancak Hoca Hafız Mehmet Efendi'nin sohbetlerinde Hz. Peygamberimiz'e o yüce ve kâinatın efendisine bahşedilen Mustafa ism-i şerifi hakkında Muhammed İkbal'in sözünü ifade buyurduklarını dinledik. Bu sözü zikretmenin yerinde olacağını düşünüyoruz: " Mustafa, kelimesindeki gizli manayı anlayan korkunun altında şirkin gizlendiğini görür". Bu güzel sözün ardından hemen bizzat zat-ı âlileri: "Kendisinden şüphe duyanlar korkar." diye buyurdular. Bu durumda Atatürk'ün Anadolu erenleri, velileri tarafından seçilmiş olduğu onların himmet, teveccüh ve imtiyaz-ı ilâhilerini kazanmış olduğu aşikârdır. Böylece Mustafa Kemal Paşa'nın ilâhi imtiyaza sahip olduğu anlaşılır. Onun bütün savaşlardaki muzafferiyyeti ve başarısı, bu ilâhi imtiyazın neticesidir. Kemal, ismine gelince, Arapça olgunluk, yetkinlik manasındadır. O, olgunluğunu ve yetkinliğini Anadolu erenleri ve erbab-ı kemalden teveccüh bulunduğu ve Türk milletini içine düştüğü girdaptan çıkarmak için önder olduğunda göstermiştir. Hoca ile buluşması, dilleşmesi Allah'ın ona bir mesajıdır. Türk milleti, ihtiyarıyla genciyle; kadınıyla erkeğiyle; köylüsüyle şehirlisiyle; hocası imamıyla seninle beraberdir. Sana duacıdır, demektedir. Anlatılan hatıraya gelince: Bilginin Yunan olması ve o bilginin İmam-ı Azam Hazretleri ile karşılaştırılması da yine bir mesajı beraberinde getirir. Anadolumuz'un Yunanlılar tarafından işgal edileceğini ancak Hak dostlarının, Hak âşıklarının buna izin vermeyeceğini gösterir. Nitekim Yunan bilgini, yumurtlayan hayvanların ve doğuran hayvanların tesbit ve tefriki için yıllarca gezip dolaşmasına rağmen nasıl boşa kürek çekmişse Yunan da Anadolu'nun Hıristiyanlaştırılmasında boş yere yorulmuştur. Çünkü ehlullah, Mehmet Akif'in İstiklâl Marşımızda zikr ettiği gibi: "Şu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli". Anadolu' dan ne ezan sesinin duyulmamasına, ne tevhid sancağının gökyüzünün enginliğinden indirilmesine razı olmazdı. Bu, asırlarca böyle olmuştur. Ne zaman Türkler uçurumun kenarına gelmişse Türkleri çok seven Allah(c.c.) bu milleti zilletten ve zevalden kurtarmıştır. Veli kullarının, teveccühte ve himmette bulunmalarına rıza göstermiştir. Hoca Efendi' nin Mustafa Kemal' le dilleşip söyleştikten sonra köye gitmek isteyişi, hocamızın sohbetlerine istinaden herkesin kendi usul ve erkânına göre hareket etmesi gerektiğini ifade eder. Devlet ricali devleti yönetmeye, ehlullah manen terbiye altında himmetleri ve feyizleriyle, hayat verici nefesleriyle Türk milleti için, insanlık ailesi için kâmil insan yetiştirerek onun elinden, dilinden, cümle uzuvlarından hizmet sunmaya, Türk kumandanı hudutta, cephede milletini muhafaza etmeye memur kılınmıştır. Nitekim şu hikâye bu gerçeği dile getirir: Atpazarî Osman Efendi, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa' ya nasihatında: Siz, bizim hırkamızı giyseniz, sizin örf ve nizamınız bozulur. Biz sizin kaftanınızı giydiğimizde ise bizim yol ve nizamımız bozulur. Bu sebeple, herkesin kendi usul ve nizamına göre hareket etmesi daha uygundur, diyerek aklın meşrep ve kabiliyetler doğrultusunda kullanılmasını tavsiye etmiştir. Bu güzel sözün bir eşdeğerini, Edirne Sarayı' nda birkaç gün kalıp II. Murad' a himmetlerde bulunan Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri de söylemiştir: Hünkârım, müsaade buyurun, bekleyenlerimiz var. İhvan-ı kiram bizi bekliyor. Allah, tac ve tahtınızı kadim etsin; Devlet-i âliyye-i Osman' a hizmetiniz bol olsun. Biz sizlere duacıyız. Bizim görevimiz, halkı eğitmektir; Sizin göreviniz ise halkı yönetmektir. Müsaade buyrun, biz eğitimle meşgul olalım, siz de yönetiminize devam ediniz. Eğer biz halkı eğitmezsek, siz yönetimde çok güçlük çekersiniz.)
Atatürk, kendisine tevdî edilen vatanı kurtarma görevini binlerce asker, yüzlerce komutan ve kendisine yapılan himmetlerle yerine getirmiş muzaffer bir komutandır. Elbette beşerdir. Artıları yanında, her insan gibi onun da eksileri vardır. Ancak asl olan yaptığı hizmetin büyüklüğünü kavrayabilmek ve kavratabilmektir. Zira insanlar, birbirinin eksiklerini görmekle bir yere varamazlar. Artılarını görmek lazım.
"İnsan, arkada bıraktığı hizmetleriyle rahmete mazhar olur ve insanlar ebedi dualarını, minnet dileklerini tarih boyunca yâd ederler. Onu bağrında, sinesinde yaşatırlar."
Devletin başına geçen iktidarların Atatürk' ü topluma sevdirmeleri gerekirdi. Eğer Atatürk' ü doğal halinde bıraksalardı, Türk milleti, yüksek karakterli ve büyük bir toplumdur. Tarih boyunca kendisine hizmet edenleri şükranla yâd etmesini bilmiştir.Halk kendine önderlik eden bu büyük Türk kumandanını da minnetle, şükranla yâd etme görevini gayet güzel yapardı. Ancak zaman zaman Atatürk' ü putlaştıranlar olmuştur. Bu hareket de inanç sahiplerini rencide etmiştir.
Atatürk putlaştırılmamalıydı. Eğer Atatürk sağ olsa, kendisini putlaştıranlara ne derdi? Elbette şiddetle reddederdi. Nasıl ki; Kütahya istasyonunda iken trenin kompartımanında "Kütahyamız'a peygamber geldi," diyen maarif müdürünü elinin tersiyle ittirdiyse kendisini putlaştıranlara da aynı şeyleri yapardı. Bu konuda hata yapılmıştır. Bu çok önemli konuyu Ziya Paşa'nın manasıyla güzel, elfâzıyla güzel çok değerli sözüyle noktalamak istiyorum:
Nev-i insan, haşre dek ta'zîm ederler adına
Kim fedâ-yı nefs ederse cinsinin imdadına
(*) Cennetmekân Osmangâzi Hazretlerine, âlem-i mânâ’da Hakk Erenler(Abdalân-ı Rûm), üzerine Kur’ân-ı azîmüşşânda geçen adedince;2697 adet Allah Celle Celâlehû Hakkedilmiş bir kılıç kuşandırdılar.Aynı kılıcı Mustafa Kemâl Paşa’ya da, Kocatepe’de kaputuna sarınmış olarak uyurken âlem-i mânâ’da Hakk Erenler aynı şekilde kuşandırdılar . M.G.T.
http://www.halveti.net/Tasavvuf.asp?cid=3&sid=52
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin, Mustafa Kemal Paşa’ya olan ilgisi, daha o, ünlü bir subay olarak halk arasında tanınmadan çok önce başlamıştı. Seyyid Hazretlerinin, Trablusgarp’da yazdığı ve kitabımızın ön sahifelerinde yer alan şiirinde, ülkeyi kurtaracak olan zâtın 1881 de zuhur edeceğine işaret vardı. Bilindiği gibi 1881 Mustafa Kemal’in doğum tarihidir. Şiirdeki “Başını hırkaya çekmiş şol yatan arslana bak” mısraı, Mustafa Kemal’in Kocatepe cephesindeki, fotoğraflara yansımış bir görüntüsünü sanki tasvir etmektedir. Hatırlanacağı gibi Mustafa Kemal’in kaputuna sarılarak dinlendiği bir anı yansıtan resim, bu dizelerin gerçekleşmesi hâlidir.
1922 yılında Seyyid Hazretleri’nin, Mustafa Kemal’e gönderdiği diğer bir mektubunda Farsça yazılmış bir şiir vardı
Çi gâm divâr-ı ümmet râ
Ki dâred çün tu peşt-i bân
Ki pâk ez mevc bahrân râ
Ki bâşed Nûh keştibân
“Sizin gibi âli bir kumandan sefıne-i Ehl-i Beyt muhabbeti mıntıkasına dahil olunca emvâc-ı mesaibden ne zahmet çeker” anlamına gelen bu dörtlüğü bizzat kendisi Türkçe olarak açıklamıştır. Bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirdiğimizde Seyyid Hazretleri’nin Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle iltifat ettiğini görüyoruz: ”Sizin gibi yüce bir kumandan Ehl-i Beyt muhabbeti gemisine dahil olunca, felâket dalgalarından asla zahmet çekmez?”
Aynı yıl gönderdikleri başka bir mektupta “Uzun zamandan beri milletin felâketten kurtuluşu ve iyiliği ile uğraşıyorsunuz” sözlerinden sonra zaferin yakın olduğunu bildiren müjdeyi vermiştir. Bu mektup, İstanbul-Çanakkale mevkii müstahkem kumandam Miralay Şevket bey vasıtası ile Mustafa Kemal’e verilmiştir.
Seyyid Hazretleri tarafından, 1923 de Baytar Emin beye dikte ettirilerek yazdırılan ve önemli hususlara dikkat çekilen uzun mektup, Baytar Emin beyin notları ile beraber aşağıya alınmıştır.
“H. 1339 tarihinde Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim mektubu:
“Sinn-i şeyhuhetimiz arıza tahrir ve takdim etmeye mâni olmakla beraber bilvâsıta bâzı mektuplar takdim olundu. Bu kerre bu meveddetnâmemle ihtimam edilerek bâzı noktalar üzerine nazar-ı dikkatinizi celp etmek istiyorum.
“Hakkal ümerâ alel ulemâ ennasıhatü vedduâ” medlulünce duâ ve himmetimiz dâim ve sâbıttir. Ümmetin halâsı ve itisamına ait hizmete zât-ı âlileri mânen memur ve intihab olunduğunuzdan Cenâb-ı Hakk Hazretleri muininizdir. Bununla beraber düşmanlarınızın ittifak etmesine meydan verilmemelidir. Zira, İngilizlerin takip ettikleri gaye Türkleri, Küçük Asya’dan çıkartmak ve kuvvetlerini kırmaya mâtufdur. Memleketimizden kaçanları deniz ve kara tariki ile üzerimize sevk ve tasallut ettirmek için hazırlanıyorlar. Bastığınız yerlere sizi muhafaza edecek bir surette metanet ve kuvvet veriniz. Kapıları gayet iyi pekitleyiniz. Yani Çanakkale’ye hâkim olunmasına dikkat buyurunuz. Ondan sonra nazarınızı şarka çeviriniz. İhtimam buyurulması hakkında tavsiye ettiğim noktalar bize malum ve işaret olmuştur. Bu da “El ilhâm-ü leyse min esbâbil ma’rifeti’ kavli “ kabilinden olup lüzumunda ona göre âmil olursunuz. Zât-ı âlileri evlâd-ı mânevîyemizsiniz. Gönlümüz bir mıknatıs ibresi gibi nereye gitseniz sizi takip eder. Muhibbiniz olan bu pir-i faninin şu sözlerini ehemmiyetle dinleyiniz. Hürmetlerimi ithaf ve muvaffakiyetinizi temenni ve duâ ederim”
Bu mektup, H.1339 (1923) tarihinde ihvanımızdan Afyon meb’usu Vasfi bey vasıtasıyla Gazi Paşa Hazretleri’ne takdim olundu. Femm-i saadetlerinden çıkan sözleri tesbitle bu mektup tarafımdan zapt ve tahrir edildi. Nutuk buyurduğu iki cümle her nasılsa idhal ve ilâve edilmedi. Bu cümleler şunlardır: ”Karadeniz’in selâmeti elinizdedir. Bizden çıkanların bir daha girmemesi için Boğaz’ı kapatınız. Kapıyı iyi pekitlerseniz fenalıklar akîm [neticesiz, kısır, beyhûde; boş.] kalır.”
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri günlük gazetelerden ordumuzun harekâtını her gün takip ediyordu. 22 Ağustos 1922 tarihinden başlayıp 9 Eylül 1922 günü İzmir’de sona eren onbeş günlük kovalamadan sonra istilâcı kuvvetlerin denize dökülmesi olayı memleketimizde hakikî bir bayram yarattı.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar