PÎRDAŞIM SAFİYE EROL
Bir kasır çöktü. Çatısı,
der ü divan yıkıldı. Ama hazineler viranelerde saklıdır. Gerçekten de bu
yıkıntının altından, onun define varlığı aşikâr oldu.
Safiye Erol; dürüst,
ihlâslı, îmânlı, hamiyetli, liyakat ve zekâsı ölçüsünde saf ve masum insandı.
Ne ki, mühim olan, onun tek tek sayılan vasıfları değil; bu vasıfların
antlaşması ile kurulmuş şahsiyet yapısının, bir ayağı şarkta, bir ayağı garpta
olması ve iki farklı medeniyetin, kültür vasatları üstünde tarafsız bir tahlil
ve terkibin muhasebesinden sonra da Şarklı münevver olarak cemiyetin karşısına
çıkmış bulunmasıdır.
Bir serhatli ruhu
taşıyan bu ateş gibi Rumeli kadını, orta, lise ve üniversite yıllarını Garp’ta
geçirmiş olmasına rağmen; sadece metot ve ciddiyet gibi dış formasyonunda
kendini gösteren Batılı ruhu, onun aşk, hamaset ve îmân zırhı ile sağlama
alınmış olan içine aslâ işleyememiş, aksine, bu derinden derine yanan ocağın
yalımı, Doğu’dan çarpan hava ile hız bularak bir yanardağ haline gelmiş idi.
Tabiat kanunudur:
Hasret, küçük ateşleri söndürür, büyükleri ise yangına çevirir. Garp’ın mürekkebini
yalayan; fakat Şark’ın tradisyonuna bağlı kalarak, o târihi mîras ile nafakalanan
bu asîl kadın da, bir yandan fikir dağarcığını Garp kültürünün verimleriyle
doldururken, bir yandan da faaliyet halindeki tahayyül ve tefekkürü, alev alev
yanan bir ocak haline gelmiştir.
***
Safiye Erol, henüz genç
bir talebe iken dahî bu iki medeniyetin mukayesesini yapacak endazeye sahip
bulunuyordu.
Aşikâr ki Batı, mânevî
hürriyetini harcama pahasına, bir maddî kudret satın almıştı. Şöyle ki,
Rönesans ile alâkasını kendi üstünden çekip, kendinden başka her şeye çevirmiş
olan Garp medeniyeti, avucunun içine aldığı maddenin bir nevi esiri olmuş bulunuyordu.
Makineler insanın; insanlar makinenin yerine geçer olalı-beri, zekâsının,
hüner ve icatlarının ağına düşen Âdemoğlu için, kendi yaptığı bu puta tapmaktan
başka çare kalmamıştı. Fakat îmân duygusu kisbî değil fıtrî idi. Bununla beraber bir acayip felsefe rüzgârı esip onu
mevziinden koparınca da, boş kalan sahalar, türlü sentetik îmânların ve
dinlerin istilasına uğramıştı.
***
İslâm âlemine gelince,
ilim ve idarede kurduğu yüksek voltajı karakteri ile imtihanını vermiş ve
dünyaya parmak ısırtmış olan Müslüman ¡ark, şimdi hasırcılarının kıyasıya
hücumları karşısında sinip, bir zamanlar ilim ve tefekkür verimleri ile
beslediği Garp’ın gölgesine sığınmış bulunuyordu. O Şark ki, Batı dünyası,
karanlıklar içinde can alıp can verirken, ilimde, felsefede, sanayide, ticâret
ve ziraatte câhil ve âciz Avrupa’ya bilmediğini bildirmiş görmediğini
göstermiş, anlamadığını anlatmıştı. Gene bir zamanlar Fransız, İtalyan,
İngiliz, İspanyol. Alman ilim ve din adamları, hattâ derebeyleri; prensipleri,
müslüman medreselerinde okuyarak memleketlerine Şark irfanını taşımışlar, işte
böylece de, Rönesansın temelleri atılmıştı.
Ne çare ki, meyve ve
mahsul vermekten yorgun düşen bir toprak gibi, canı çekilip, çoraklaşan Şark;
bir vakitler cömertçe beslediği Garp’ın, süratle elde ettiği madde üstünlüğü
karşısında, gururu yaralanıp, eli böğründe kalmış bulunuyordu. Ama şu da var ki
havada uçan su altında gezen, kıtadan kıtaya ses alıp ses veren ve bir solukta
ülkeleri yerle bir eden bu dev medeniyet karşısında gözü boyanmasına ve asırlardır
etrafında gelişen ihtiraslı hücumlara rağmen; gene de derinlerinde sakladığı
irfan ve hikmet cevherleriyle öğünerek:
“bunlar bende oldukça, sırtım, yere
gelmiş sayılsa da beni alt edenleri, gene alt ederim!” diye beklemeyi
biliyordu.
İşte devlet düşkünü Şark
ve bilhassa Müslüman Türk câmiası, yanmış bir kâşaneden, elinde dört ucu
düğümlü bir bohça ile kaçan âfetzedeler gibidir. O kadar ki, bu bohça içinde
kalmış mâzi kırıntılarına bile hakaretle yan bakan bir zihniyet; dil, din, tarih,
mefahir ve anane düşmanlığını iş güç etmiş bir dalâlet vadisinde at koşturmakta
bulunuyor.
***
Garp’ın her hareketini
gözü kapalı benimsemek illeti ile çil yavrusu gibi dağılan millî mukavemet,
millî ölçü ve millî şuurun ipuçlarını ellerinde tutarak memlekete dönen Safiye
Erol’a, garptan getirdiği yüklü ve zengin fikir muhtevasına rağmen huzurlu,
daha doğrusu kararlı denemezdi. Zîra kafasında ve gönlünde taşıdığı tefekkür ve
duygu yükünü birbirine lehimleyecek, perçinleyip bütün haline getirecek bir
mânevî düzeni henüz bulamamıştı. Onun için de Şark’ın Garp’a üstün olan bu
irfan ve aşk motifini bir müşahhas varlıkta görmeye her zaman hasret çekmiş,
Garp’tan alacağını almış, uzun yıllar boyunca dağarcığına yüklediği bu hâzineyi
açacak anahtarı aramıştı.
O çok iyi biliyordu ki
insanları, içine düştükleri dalâlet ve gâflet havasından sıyırmak beşeriyete
edilecek hizmetlerin en mukaddesi idi. Fakat maddenin ve maddeciliğin anaforuna
kapılmış kütleleri daldıkları uykudan silkip sarsarak uyandırmak için arınmış
ve kemâle ermiş disiplinli bir ruh gerekti. İşte Safîye Erol’un susuzluğu buna,
ihtiyacı bu yola idi. Gene biliyordu ki evvelâ kendi kendisi ile hesaplaşıp
bir anlaşmaya vardıktan, ve kemal zirvesine ulaştıktan sonra, dışa taşıp
insanlara hizmet etmek mümkün olabilirdi. Evet bu zirveye erişmek, hayvani
ihtiras ve ıztırapları kontrol altına almış, safvetli ve ihlâslı kişinin kârı
idi. İşte o nirengi noktasına hasret çeken bu değerli kadın, kütleye ne
söyleyecekse oradan söylemeli oradan seslenmeli idi. Ama maddeci Garp’tan
edindiği kariyerin, kendisini bu zirveye ulaştırmayacağını o çok iyi
biliyordu. Günlerden bir gün, artık eteğine ve ayağına dolaşır olduğunu
şiddetle hissettiği mantığının yükü altında ezildiği, tefekkür ve tahassüs
yollarının sarpa sardığı bir demde yolu Ken’an Rifâî gibi bir kurtarıcının
yoluna düşüverdi ve Safiye Erol denen bu çıplak istidat ve hazır enerji, derhal
toparlanıp mukadder kriteryumu buldu, ezel künyesinin tayin ettiği nihaî
şeklini aldı.
***
Bu elektroşok hâdisesini “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık” isimli
kitaba[1][1] ilâve
ettiği kıymetli etüdünde isabetli izah eden Safiye Erol, yazısının başlarında: “Ken’an Rıfâî’yi harice tanıtmak için
onun şahsiyetine temel teşkil eden üç hususiyetinden bahsetmek lâzım
geliyor" diyordu.
“O,
evvelâ mistik adam = homo mysticus, sonra hakim adam = homo sapiens ve en
nihayet Mürşidi Agâh idi.” dedikten sonra
mistisizmin İlmî ve ciddî izahını yapar ve sözü hocasına getirerek: “O, bahsi geçen mistik tipte bir
aşık, bir gerçek filozoftu. O, cemiyetimizin müşahhas hayatı, müşahhas
hakikati gibi idi. Sosyal insicamın şebekesini ne dereceye kadar tanırdı, diye
sorulacak olursa, bir dokumacının kendi tezgâhındaki dokumayı tanıdığı kadar
tanırdı. O, tabiatın ancak gerçek âşıklara ayna olan şifresini okuyarak böyle
bir tabiat zemini üzerinde insanın nasıl ve ne üslûpla yerleşmesi lâzım
geleceğini takdir etmiş kuruculardandı. O, zaman ve mekâna elverişli normlar
imâl edenlerdendi. Beşer kaderinin ana rotasını bildiği için ferdi mukadderat
yollarını da yekten görürdü” diyen Safîye Erol bu
karşılaşma ve tanışma ile ıztırap ve buhranlarının nasıl dağılıp eridiğini,
bütün varlığında nasıl bir barış ve affı umumî fırtınası koptuğunu, lâtif ve
müzikâl ifadesiyle anlatır.
Gene
etüdünün bir yerinde: “Hakiki
Efendi, bir merkezdir. Kendi manzumesi içinde tenasübü şaşırmış bir peyke:
“Yerine!” diye kumanda ettiği zaman, bu, sadece bir emir değil, aynı zamanda
sarhoş peykin mevziine dönmek için kendinde bulamadığı kuvvettir. ”
İşte
aziz Safîye Erol da, hayatının son demine kadar: “O, beni
hayatında terk etmedi, irtihalinden sonra da terketmedi. Bunca boşa çıkmış
mihri vefâ vaatlerinin topuna karşı bir kefaret gibi, mecaz olan benliğimde
gizlenmiş hakikat payı gibi” dediği hocası Ken’an
Rifâî, onun vücûdu peykini mevziine döndürecek emri de, kuvveti de verdi ve bu
bahâ biçilmez varlığı, insanlık âlemine bir âbide gibi işleyip hediye etti.
***
Artık Safiye Erol denen
ve zaman nehrinin kaynadığı yerden gelen bu büyük kadın sustu. Fakat şu gök
kubbenin altına bıraktığı uyarıcı sesinin ve zihin mahsullerinin, bir kıymetler
buhranının girdabına tutulmuş cemiyete, kıyamete dek kulak vereceği çok söz
bırakmıştı. Onun dâima bir sentezle biten tahlilci tefekkürünün altında yatan
gerçek, Müslüman Türk câmiasının, kaybedip de, el yordamı ile arar olduğu, çok
defa da aramayı bir zül, bir gerilik saydığı bu hakikatler, memleket
münevverinin dikkat ve uyanıklıkla üstünde durup çözmesi icâbettiği hayatî
düğümlerdir. Evet, münevver kütle için Safiye Erol’un hayat görüşü ve insanlık
anlayışı, memleketin ölüm kalım dâvasının ta kendisidir. Onun için de
Safiye’yi bilmeye, tanımaya ve ne demek istediğini anlamaya mecburuz.
Üstelik serhatlerin bu
yanık yürekli evlâdı, halkı çok iyi bilen ve halkın içinden ses veren insandı.
Sezişleri, duyuşları ile kendine yarayanı ve yaramayanı seçmekte dâima isabet
eden o halk, millî vasıflarından soyunmuş sahte münevveri aslâ tutmaz. Zîra
asırların üst üste yığıp tabakalaştırdığı ve bir şahsiyet yapısı haline
getirdiği târihi değerle silâhlı olan büyük kütleler, güz rüzgârları gibi
göreneğini geleneğini, mâzisini, mefahirini kavuran yabancı ve yalancı aydına
dâima diş bilemiştir. Onun için de şifahî ve devri kültürünün kalası içinde
olan halkın gözünde kendini beğenmeyip küçümseyen bu sahte aydın, itibara ve
hürmete şâyan değildir. Ve kendisi gibi edepli, saygılı ve îmânlı olmayan,
daha doğrusu kendinden olmayan bu ukalâ ve köksüz münevveri ne sever ne de
sözüne kulak asar.
Safiye
Erol ise, halkı tanıyan ve memleket realitelerini, yüreği kadar kafasında
duyan gerçek münevverdi. Garp kültürü ile haşır neşir olmuş bulunması ona,
Şarklı olmanın şerefini küçümsetmemişti. İkbal der ki: “İslâm
âleminin garba yol almasında yanlış bir şey yoktur. Zira Avrupa kültürü
entellektüel cihetten sadece İslâm kültürünün en ehemmiyetli saflarının
inkişaf etmiş halidir. Tek korkumuz, Garp kültürünün dış görünüşü ile göz
kamaştırıp hareketlerimize sekte vurması ve bunun neticesi olarak da o
kültürün özüne ulaşmakta geri kalmamızdır. ”
***
Yalnız Müslüman Türk
câmiasına değil, bütün bir beşeriyete şâmil müşterek verimlere gebe olanların
idrâki, meyveyi doğuracak çiçeğin nebatî şuuruna benzemez. Onun için de Safiye
Erol gibi bütün ömrünce ateşle oynayıp elini yakmamış, fakat hâmil olduğu
emanetin şuuruna varmış müstesnaların, şu gökkubbe altında kudretlerinin
infilâk edip cemiyete hayat ve bekâ yolunu göstermesi, insanoğluna hem
Allah’ın rahmeti hem de tebessüm ve iltifatıdır.
Kaynak: Safiye Erol, Kadıköyü’nün Romanı, Eylül 2001, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar