Print Friendly and PDF

“POLİTİKADA ŞİDDET” İSİMLİ ESERDEN-Taha AKYOL

Bunlarada Bakarsınız




LİBERALİZM, CUMHURİYETÇİLİK, SOLCULUK

Taha AKYOL
Çatışan ve benzeşen yönleriyle, cumhuriyetçilik, liberalizm, sosyal demokrasi ve muhafazakârlık günümüzdeki tartışmaların temel kavramları...
Böyle bir ortamda üç aydın arasındaki tartışma tipiktir: Bugünkü Türkiye'de liberalizmin öncü isimlerinden Prof. Atilla Yayla... Liberalizmi şiddetle eleştiren ve kendi siyasi kimliğini 'demokrat' olarak niteleyen Etyen Mahcupyan... Ve, sosyal demokrat Prof. Fuat Keyman...
'Üç kişinin tartışması' deyip geçmeyin. Türkiye'nin temel sorunları için önerilen yaklaşımların teorik düzeyde sergilenmesidir bu tartışma. Bir cumhuriyetçi ne derdi böyle bir tartışmada?
TÜRKİYE gelişiyor, değişiyor; bu sebeple sorunlarımız yeni boyutlar kazanıyor, yepyeni sorunlar da ortaya çıkıyor. Bunlar için düşünülen çözümler yeni fikirlere veya var olan kavramların yeniden yorumlanmasına yol açıyor.
Liberalizme ve onu savunan Atilla Yayla'ya göre, “birey” temel kavramlardır. Bireyin kimliği devleti ilgilendirmez. Devletin işlevi bireysel özgürlükleri genişletmektir, “özgür ve adaletli” bir toplum ancak böyle kurulur.
Etyen Mahcupyan ise “kimlik” kavramını öne alıyor. Özgürlüğü bireyle tarif eden, kimliklere vurgu yapmayan liberalizmi yerden yere vuruyor.
Bu tartışmayı çok yararlı bulan sosyal demokrat Fuat Keyman, siyasi özgürlükler anlamında bir “siyasi liberalizm”i Türkiye için gerekli görüyor ama liberalizme Etyen Mahcupyan'ın yönelttiği eleştirileri ve “kimlikler” sorununun vurgulanmasını haklı buluyor. Görüyor ki, “siyaset felsefesi”nin dışarıdan bakınca soyut gözüken kavramları birdenbire Türkiye'nin temel sorunlarına ilişkin somut yaklaşımlara dönüşüyor.Onun için, günümüzde temel sorunları iyi kavramak istiyorsak, “siyaset bilimi” ve “siyaset felsefesi” gibi disiplinlere vakıf olmamız gerekir. Birey ve kimlik Cumhuriyetçi bir kimse bu tartışmaya katılsaydı, tavrı ne olurdu? Liberalizmin “birey” vurgusuna da onun karşısında “kimlikler” vurgusunun yapılmasına da itiraz ederdi. Cumhuriyetçi ideolojide iki temel kavram “kamu” ve “vatandaş”tır; vatandaş kamuya karşı “vazifelerle mükellef”tir. Cumhuriyetçi ideoloji, bir devlet şekli olarak cumhuriyetin benimsenmesiyle yetinmez, herkesin “cumhuriyetçi ve laik” olmasını ister, hak ve özgürlükleri pek vurgulamaz. Siyaset bilimci Talmon'un gösterdiği gibi, cumhuriyetçi ideoloji kolaylıkla “totaliter demokrasi”ye kayabilir. Liberalizmle de sosyal demokrasiyle de çatıştığı nokta burasıdır. “Kimlikler” konusuna gelince... Bireysel özgürlüğün ötesinde aşırı vurgulamak bir tür “cemaat hakları” anlayışına götürür. “Kimlikler”in aşırı vurgulanması “özgür birey”lerden oluşan hoşgörülü ve birlikte yaşanılan bir topluma değil, 'kimlikler konfederasyonu' şeklinde çatışmacı bir topluma yol açar. Totaliter cumhuriyetçilik gibi bu anlayışta da “birey” özgür bir kişilik değil, 'bütün parçası'dır, 'kimliğin cemaati' içinde bir parça! Devletin totaliterliği ile kimlik cemaatlerinin totaliterliği özgürlüğe eşdeğerde tehdittir. Ben prensip olarak, Atilla Yayla gibi, özgürlüğün esasen bireysel olduğu fikrini benimsiyorum.

LİBERALİZM NEREDEN ÇIKTI?

14 Kasım 2005
Taha AKYOL

Tarihte ve günümüzde hangi ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlara çözüm ararken liberalizmin gündeme geldiğini bazen de neden yasaklandığını anlatıyor bu kitap. Çoğu akademisyen 44 yazar, 58 başlık altında Osmanlı'dan günümüze liberal düşünceyi ve serüvenini anlatıyor.
İletişim'in yayımladığı, Tanzimat'tan günümüze “Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce” dizisinin 7. kitabı...Murat Yılmaz “Sunuş” yazısında liberalizmin beş temel ilkesini hatırlatıyor:
BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE İNSAN HAKLARI, ANAYASACILIK VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, SINIRLI DEVLET, TARAFSIZ DEVLET, PİYASA EKONOMİSİ.
Yılmaz'ın bir tespiti Attilâ İlhan'la da uyuşuyor: Osmanlı modernleşmesi liberalleşme anlamındaydı, Kemalist devrim liberalizmi tasfiye etti, 1950'de yeniden yola çıkan liberalizm, bilhassa Özal'dan sonra gelişti. 'LİBERALİZM' adlı 740 sayfalık kitap İletişim Yayınları'ndan çıktı. (www.iletisim.com.tr)
NAMIK Kemal, Özal'dan yüz elli yıl önce şunları yazmış:
“Hükümet halkın ne pederidir, ne hocasıdır, ne vasisidir, ne de lalasıdır!”
Namık Kemal, devletin “vazife-i asliyesine” çekilmesini istiyor.
“Lalalığa alışmış Türkler”in ticaret ve sanayiden uzak kaldığını anlatıyor.
Ahmet Mithat Efendi “millet-i askeriye” olduğumuzu, bunun da etkisiyle “sanayide pek çok maharet gösteremediğimizi” yazmış. Cevdet Paşa da benzer şeyleri söylüyor. (Sf. 46, vd)
Abdülhamit de Meclis'i açış nutkunda keşke tüccar bir millet olsaydık diye yakınır.
İkinci Meşrutiyet döneminde yayımlanan “Umum-ı İktisadiye ve Siyasiye” dergisi, çok zengin ve kaliteli içeriğiyle, liberalizmi savunur. Maliye Nazırı Cavit, Ahmet Şuayib, Rıza Tevfik, Ali Suat, Ahmet Nuri gibi yazarlar... “Teşebbüs fikrinin olmaması”nı geri kalmamızın temel sebeplerinden biri olarak görürler, modernleşmeyle girişimcilik ve 'serbesti' arasındaki kuvvetli bağa dikkat çekerler. (Sf. 75-102)”Teşebbüs-i Şahsi ve adem-i merkeziyet” fikrine öncülük eden Prens Sabahaddin, Osmanlı liberalizminin ayrı bir damarıdır.
Kitapta görüyoruz ki, İkinci Meşrutiyet dönemi Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılıktan başka, liberalizm, sosyalizm ve Darwin tartışmalarıyla da çok canlı, çok zengin bir fikir hayatına sahiptir. Devlet, baba değil
KİTAP, liberal düşüncenin önde gelen isimleri olarak, Cavit Bey, Halide Edip, Hüseyin Avni, Ali Şükrü, Fethi Okyar, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyin Cahit, Halil Menteşe gibi isimleri inceliyor. Bunlar şu veya bu dozda Tek Parti rejimiyle ihtilafa düşmüş isimler. Kitabın “Tek Parti, CHP, Kemalizm ve Liberalizm” bölümünde ve izleyen bölümlerinde Kemalizm-liberalizm ihtilafının hem felsefi hem siyasi boyutlarını görmek mümkün. (Sf. 189, vd)Adnan Menderes inceleniyor (sf.482-507).
Bundan başka kitapta Menderes'e 37 tane atıf var. Özal inceleniyor (sf. 582- 601).
Özal'a yapılan atıf sayısı 43'tür.Kitapta “Türk Sağı ve Liberalizm” yazısı sağ düşüncedeki dönüşümü izlemek bakımından önemli. Kemal Derviş de var elbette. Bu bahiste, CHP'nin “devletçi refleksler vermekten öteye geçemediği” yazılıyor. (Sf. 654)
Aslında fikir tarihimizi konu alan bu dizide çıkmış 7 kitabın tamamı, her aydın için “olmazsa olmaz” eserlerdir. 
         

HANGİ DEMOKRASİ?

Taha AKYOL        

Objektif Gerçekten, liberal özgürlükleri içermediği zaman “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramları böyle totaliter felsefelere dönüşebilir. J. L. Talmon'un “Totaliter Demokrasinin Kökenleri” adlı eseri bir siyaset bilimi klasiğidir: Kurucu babası J. J. Rousseau olan totaliter felsefeler. Artık Tanrı adına değil, ulus, ırk veya sınıf adına, mutlak bir hâkimiyet, sınırsız bir devlet kudreti! “Kuvvetler birliği” ilkesi, yani yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanması!..Halbuki liberal demokrasinin alfabesi, kuvvetler ayrılığı ve devlet iktidarının bireysel özgürlüklerle toplumsal dinamikler lehine sınırlanmasıdır. DEMOKRASİ, devlet gücünün meşruiyetini, yetkisini halktan alması demektir. Ama Fransız Jakobenleri de, Hitler de “halk iradesi” deyip duruyorlardı!
Stalin'in icadı da “Halk demokrasileri” idi.
Jakoben yazar Özdemir İnce, yayımlanmasından üç yıl sonra keşfettiği liberal Fareed Zakaria'nın “Özgürlüğün Geleceği” adlı kitabından alıntılar yapıyor. Ulus ya da halk adına kurulan otoriter rejimlere karşı liberalizmin yönelttiği eleştirileri alıyor, Türkiye'deki 'seçilmiş' iktidarlara karşı 'atanmışlar'ı savunmak için kullanıyor! Zakaria'nın temel tezini çarpıtmaktır bu! Zakaria'ya göre, ister 'seçilmiş' olsun, isterse farazi olarak 'ulus'u temsil ediyor sayılsın, liberalizmin klasik özgürlüklerini tanımayan her rejim 'illiberal'dir; liberal özgürlüklere aykırıdır; adı demokrasi de olsa, cumhuriyet de olsa! Bireysel yaratıcılığı ve sosyal dinamizmi engelleyerek sosyal gelişmeye de zarar verir. Zakaria'nın kanıtı, tarihte Jakoben Fransa ile bürokratik Almanya'nın, liberal İngiltere'ye göre geri kalmış olmasıdır.Fransa ve Almanya'da devlet, belli bir sosyal amaç için aşırı yetkilere sahip olmuş, toplumu zapturapt altında tutması da sosyal dinamizmi frenlemiştir. Liberal devlet ise bireyin ve toplumun önünü açıyor, gelişmeyi hızlandırıyor. Fransa ve Almanya “liberalizm noksanı”nı İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gidermek suretiyle bugünkü seviyelerine ulaştılar. (Sf. 65-68) Özgürlüğün Geleceği Zakaria'nın kitabını, Türkiye'de yanılmıyorsam ilk defa ben tanıttım. (Milliyet, 4 Ağustos 2003) Şimdi Kırmızı yayınlarından tercümesi çıktı. Demokrasi, cumhuriyet, liberalizm gibi büyük felsefelere ilişkin tartışmalarda son derece yararlı olacak bir kitap.
Türkiye'de tarihen sanayileşmeye, modernleşmeye öncülük edecek girişimci orta sınıf güçsüz kaldığı için bu işlevi devlet ve bürokrasi üstlendi, Fransa ve Almanya gibi bizde de 'illiberal', baskıcı bir 'ilerici' otoriter devlet oluştu. Ama, ekonomik ve demokratik gelişmeler sayesinde, bugünkü Türkiye güçlü bir girişimci orta sınıfa sahiptir, modernleşmenin lokomotifi artık bu sivil dinamiklerdir ve eski devletlû 'ilerici'ler artık statükocudur! Zakaria'nın şu satırları araba ile atın yerini karıştırmamak konusunda da tarihsel bir uyarıdır:”(Gelişmenin önünü açmada) anahtar, dinsel değil, siyasi ve ekonomik reformdur. İslamın değişimi üzerine vurgu yapmak, meseleyi yanlış yere koymaktır. Hıristiyanlığın moderniteye uyumundaki anahtar, Kilise'nin aniden ilahiyatın liberal yorumunu kabul etmesi değildi. Toplumun modernleşmesi Kilise'nin de bunu kabulünü gerektirmişti...” (Sf. 156)



Taha AKYOL
ŞİDDET VE TARİH
“Toplumlar için büyük tehlike, geçiş dönemlerinde dengeyi kaybetmektir... Değinmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybedenler de tarihin harabelerine gömülmüşlerdir.”
A.  CEVDET PAŞA
Tarihte “kanlı yıllar” vardır. O yıllarda insan kanı sel gibi akmış­tır. Belki daha garip ve “anlaşılmaz” olanı, o yıllarda kan dökmenin, oluk gibi kan akıtmanın “kötü” değil, “gerekli” görülmüş olmasıdır. Hatta kan dökme, şiddet, zulüm, işkence, insanoğlunun aşağılanma­sı; o “kanlı yıllar’'da göklere çıkartılmış, yüceltilmiştir.
“Kanlı yıllar” dediğimiz yaygın şiddet dönemlerinde, en ma­sum, en uysal hatta maraz i derecede merhamet sahibi bilinen kişiler arasından bile korkunç insan kasapları çıkmıştır. O dönemler, insan­ların topluca çıldırdığı, insanların topluca kana susadığı dönemler oluyor.
Neden böyle?
En uysal, en merhametli kişiler bile nasıl oluyor da birdenbire kasap kesiliveriyor?
Daha ilgi çekici, hatta şiddet meselesinde düğüm noktasını teşkil eden sorular: “Doğuştan cani”, “doğuştan katil” insanlar hep öyle dönemlerde mi ortaya çıkıyor?
Analar doğum yaparken böyle insan­ları 20-25 yıl sonra yaşanacak olan “kanlı yıllar” için mi doğuruyor?
Aynı insanlar neden birdenbire tedhişçi oluyorlar? Aynı insanlar “kanlı yıllar”dan sonra yaşadıkları halde neden tedhişe devam etmi­yorlar?
Öyleyse, “tedhişçilik” doğuştan gelen bir “vasıf” değil! Öyleyse tedhişçilik belirli şartlarda, yani insan kişiliğinin dışında ortaya çı­kan bazı sosyal-siyasî, iktisadî-ideolojik şartlarda ortaya çıkan ve in­san kişiliğini de kendine göre şekillendiren bir hadise, bir sosyal olay olmalı!
Gerçekten, İç Harp sırasında İspanya'da yaygın bir şiddet vardı. İnsan kanı oluk gibi akmıştı. Ama Franko'nun baskı rejimi son günle­rini yaşarken siyasî mahkûmları boyunlarını kırarak öldürmek için cellat bulunamamıştı. Hâlbuki İspanyol toplumunda İç Harp sırasın­da yüzlerce insan öldürmüş binlerce kişi hâlâ hayattaydı!
Demek ki insan “tedhişçi” olarak doğmuyor!
Şartları varsa son­radan tedhişçi oluyor!
Bir baba kızını diri diri toprağa gömüyor. Kız henüz küçücük bir yavru. Babası, üzerine yavaş yavaş toprak serperken, yavrucak küçü­cük elleriyle toprağı itelemeye çalışıyor! “Baba, baba” diye imdat istiyor. Ama baba toprak atmaya devam ediyor! Yavru diri diri gömülüyor ve toprak altında can veriyor. Aynı baba, bir süre sonra değişecek, adalet ve merhamet timsali olarak insanlık tarihine geçe­cektir. Kendisi devlet başkanı olduğunda, aç çocukları doyurmak için sırtına yüklediği un çuvalıyla Mekke sokaklarında gözlerinden merhamet yaşları boşalarak kan-ter içinde koşturacaktır.”Hattab'ın oğlu Ömer” nasıl değişmişse, o toplum da öylece de­ğişmişti. Ama aynı dine mensup insanlar, bir süre sonra mezhep ve siyaset kavgalarıyla birbirine girecekler, yine “kanlı yıllar” yaşana­cak, “tedhiş” İslâm âlemini tahrip edecekti! Hazret-i Ömer'le, Mevlâna ile, Yunus Emre ile, Hacı Bektaş'la aynı dine mensup olan meş­hur Haccac-ı Zâlim, o insan kasabı, nereden çıkmıştı öyle?
Bu değişmelerin sebebi neydi?
Acaba modern denilen yakın tarihteki ve bugünkü dünyada görü­len bazı şiddet salgınları da aynı sebeplerden mi doğuyor?
Başka se­bepleri de var mı?
Victor Hugo, Fransa'nın “kanlı yıllar”ını yaşamış bir şair ve romancı. “Sefiller” romanında on dokuz yıl hapiste kalmış bir suçlu­nun birdenbire iyilik ve merhamet abidesi haline gelişini anlattı. Aca­ba Hugo, romanın kahramanı Jean Valjean'ın şahsında o günkü Fran­sız toplumunun acılı realitesini ve sevgi özlemini mi anlatmak istemişti? “Sevgi özlemi”yle kıvranan bir toplum da “kanlı yıllar” içinde kanayabilir demek ki!..
“İnsan Sevgisi”, “Hürriyet”, “Adalet”, “Eşitlik”, “Müsavat”, “Ezilenlerin Kurtuluşu” gibi güzel sloganlar al­tında en vahşi zulümlerin, işkencelerin, insan kasaplığının gerçekleş­tirildiğini göreceğiz!
Burada bir som daha karşımıza çıkıyor: Acaba toplumların çok şiddetli özlemleri de şiddete yol açıyor mu? “Şiddetli özlem” ne zaman ortaya çıkar?
Ve nihayet, hangi zulüm vardır ki, hangi tedhişçi vardır ki bay­rağına güzel sözler yazmamış olsun! Demek ki şiddetin sözlerin gü­zelliğiyle ilgisi yok! Tarihin belirli dönemlerinde “kanlı yıllar” ya­şandığına göre, şiddetin sebeplerini yine tarihte aramak lâzım!
Tarih!
Bugün de, yarın da bir tarihtir. Tarih, kişiliklere de şekil veren toplumların bir nehir gibi daima her devrin “yarın”ına akıp gittiği yatak! İşte bu nehir yatağının bazı yerlerinde insanlar adeta çıldırı­yor ve birbirlerinin kanını emiyorlar. Bu çılgınlık dönemleri, “büyük dönemeçler”dir. İnişlerdir, çıkışlardır! Oralarda sular köpürüyor, kuduruyor, kabarıyor!
Gerçekten de tarihin “kanlı yıllar”ı büyük ihtilâllerin, büyük çö­küşlerin, büyük doğuşların, büyük harplerin, büyük gerilimlerin oldu­ğu dönemlerdir.
Tarihin en büyük şiddet olaylarının görüldüğü üç dönemi vardır. Fransız İhtilâli, Rus İh­tilâli ve Nazi İhtilâli.. İdeolojileriyle ifade edersek; hürriyet şiddeti (yahut “münevver istibdat”), faşist şiddeti, komünist şiddeti!
Bu olaylar da insan tarihinin büyük dönemeçlerinde büyük iniş ve çıkışlarında, yani suların köpürdüğü, kabardığı, kudurduğu dö­nemlerde olmadı mı?
Bu dönemlere, her dönemin kendine has özellikleri mahfuz kal­mak kaydıyla, sosyoloji ilmi “sosyal değişme” adını verir! Sosyal değişmenin ilçi çekici bir “şube”si...
Kâinatta hiç bir şey “ezelî ve ebedî” değildir; “baki” değildir. Daima aynı halde kalmaz! Her şey yenilenir, yeniden yaratılır. Ama bu yenilenme, bu değişme çok defa büyük bunalımlarla gerçekleşi­yor. Şaşkına dönen insan ne yapacağına şaşıyor, çıldırıyor, şaşkın­lık içinde “put”lar dikiyor, insandan “kurban”lar kesiyor, saldırıyor, vuruyor, kırıyor!
Öyle dönemlerde “çılgınlık” yaygınlaştığı için doğru ve İnsanî bir “rota” tutturmak zor oluyor. Sadece büyük bir tarihçi değil, son devrin en dikkat çekici Osmanlı mütefekkirlerinden biri olan Ahmet Cevdet Paşa, tarihin bu gerçeklerine bakarak hükmünü veri­yor:
“Toplumlar için büyük tehlike, geçiş dönemle­rinde dengeyi kaybetmektir. Değişmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybe­denler de tarihin harabelerine gömülmüştür”.
Böyle dönemlerde en kolay şey, “DENGEYİ KAYBETMEK”tir! Böy­le dönemlerde en zor şey, “DENGE”Yİ KORUMAKtır! Çünkü ağır buna­lım içinde, tarihin, toplumun ve hakikatin sabır isteyen yolunu bul­mak zor; ama “put”lar dikmek, insan kurban etmek, çıldırmak, sihir­li formüller icat etmek ve bu icatla avunmak, hatta bu güzel formüller uğruna “tarihin çarkını çevirmek” için katliama girişmek kolay! İşte bütün şiddet hareketlerinin, bütün “kanlı yıllar''ın ortak özelliği, ortak kaynağı...
Öyleyse şiddetin, terörün bir tarih kanunu olduğunu söyleyebi­lir miyiz?
Hayır! Kesinlikle hayır!
Şiddet, böyle dönemlerde sadece yüksek bir “çılgınlık ihtimali”- dir. Tarihte determinizm değil “ihtimaliyet” kanunları geçerli oldu­ğu gibi, şiddet de determinet yani kaçınılmaz bir olay değil, belirli şartlarda vukua gelme ihtimali yüksek bir hastalıktır.
Bu yüzden de “UYGUN TEDBİRLER”le şiddetsiz geçişler sağlana­bilir.
İslâmiyet sadece kalplerdeki inancı değiştirmedi, onunla birlikte toplum yapılarını değiştirdi, yani İslâm toplumuna yönelen bir sos­yal değişmeyi sağladı ama şiddete başvurarak değil. O zaman şiddet müslümanlardan değil, statükoyu savunan “müşrik”lerden geldi.
Hristiyanlığın ilk yayılma dönemlerinde şiddet, ilk Hristiyanları aslanlara parçalatan Roma İmparatorluğundan geldi.
Rönesansın yol açtığı “aydınlatma” bir şiddet hareketi değildi, o dönemde şiddete başvuran Hristiyan engizitörleriydi!
Şiddete başvuran Mahatma Ghandi değildi, İngiliz sömürgecili­ğiydi!
Bu örnekler, şiddete karşı şiddete başvurmamanın, zulme karşı merhamet özlemlerinin, nefrete karşı sevginin zaferleriy­di.
Demek ki bir sevgi ve merhamet iklimi meydana getirilerek hiç bir şiddete başvurmadan en büyük sosyal, siyasî, ideolojik, kültürel değişmeleri sağlamak mümkündür. Ama bunu başarmak; özel bir dikkat, bu yönde bir iman, bu şekilde bir şuur gerektiriyor. Bu yapı­lamazsa, “değişme” dönemlerinde değişmenin şiddetine göre şiddet salgını çıkıyor.
Şiddetin panzehiri “GÖNÜL SEFERBERLİĞİ” gerçekleştirilmedikçe, toplumlar, milletler büyük geçiş dönemlerinde kan deryasına yuvar­lanıyor.
“DEĞİŞME” veya “GEÇİŞ” dönemleri dediğimiz durumlar nedir?
Bu dönemlerde şiddet neden yayılıyor?
Fransız, Rus ve Nazi ihtilâl­lerinde bu nasıl oldu?
Türkiye'de nasıl oluyor?
TOPLUMUN DEĞİŞMESİ
“Zamanın akışıyla bütün tarihî şartların değişmekte olduğunu unutmak, araştırıcıları yanılmaya sürükler. Bu değişiklikler şahıslarda, vakitlerde, şehirlerde meydana gel­diği gibi çevre, bölge ve devletlerde de vukua gelmekte­dir...”
İbni Haldun, MUKADDİME
“Bir Adam Yaratmak” adlı tiyatro eseri dolayısıyla televizyonun yaptığı bir mülakatta Necip Fazıl Kısakürek, hatırımda kaldığına gö­re şöyle demişti:
“Cemiyette bir kaç kişinin karnı ağrırsa bunlar ferdî hadiseler­dir. Ama pek çok kişinin karnı ağrırsa bu defa içtimai bir mesele olur. Fert kaybolmadan meydana gelen bir İçtimaî mesele!”
Biz de şöyle diyebiliriz: Bir cemiyette bir kaç terör hadisesi olursa, bu o işi yapan fertlere bağlanabilir. Ama bir cemiyette uzun süre ve pek çok sayıda terör hadisesi oluyorsa, yani şiddet eylemleri bir salgın haline gelmişse ortada bir İçtimaî yani sosyal mesele vardır. “Terörist fert” gerçeği varlığını devam ettirirken onunla münasebet halinde, onu etkileyen ve ondan etkilenen bir sosyal mesele.
Fertlerin davranışları toplumu etkilemeye başladığı andan iti­baren “sosyal nitelik” kazanır. Bizim kitabımızda konu edindiğimiz “kanlı yıllar”, siyasî şiddetin uzun süre devam ettiği ve korkunç derecede yaygınlaştığı dönemlerdir. Türkiye'de bu mesele bugün böyledir.
Öyleyse meseleyi “terörist fertler” açısından ele almak, en azın­dan eksiktir ve her eksik tahlil gibi yanıltıcıdır.
Zaten şiddet hadisesi, çok sayıdaki “fert”lerle toplum arasında­ki münasebetlerin anormalleşmesinden doğuyor. Siyasî şiddet, her ferdin toplumla kurduğu veya kuracağı siyasî münasebetlerin anor­malleşmesini, yani normal dışı davranış şekillerine, şiddet biçimleri­ne dönüşmesidir.
Siyasî şiddet, “siyasî katılma”nın şiddet metodlarıyla gerçekleş­tirilmesi hadisesidir.
Siyasî şiddet; siyasî fertlerle toplum arasındaki münasebetlerin anormalleştiği noktada ortaya çıktığına göre, şiddetin kaynağı fertlerin toplumla olan siyasî münasebetlerinde bir bozulmayı, bir “başka türlü” oluşu, bir “meşruiyet dışına taşma”yı ifade eder.
Fertlerle toplum arasındaki münasebetler, “eskiden olduğu gibi” veya fertlerin de toplumların da “alıştığı gibi”, “normal şekilde” de­vam etseydi bu çatışma, bu şiddet ortaya çıkmazdı. Öyleyse fertler­le toplum farklı yönlerde değişmeli ki ikisi arasında bir zıtlaşma, bir çatışma çıksın, şiddet meydana gelsin! Öyleyse, fertlerin ve toplumların değişmesi aynı yönde veya “uyumlu” olursa, zıtlaşma, çatışma, şiddet meydana gelmez. Öyleyse şiddetin temelinde “değişme” var­dır: Toplum yapısındaki, değerlerindeki, kültüründeki değişme, kısa­cası sosyal değişme!
Değişme olayı karşısında değişik grupların takındığı tavırlar, itirazlar, kabuller, evet'ler, hayırlar, olsun'lar, olmasın'lar; “iyi”ler, “kötü” şeklinde ortaya çıkıyor: Bu tavırların, değer hükümlerinin topluca ifadesi “siyasî ideoloji”yi oluşturuyor. Artık şiddet siyasî ideolojilere bağlı olarak görülmektedir!
Hiç bir toplum, hele çağımızda, “DÖRT DUVAR ARASINDA” ya­şayamaz. Dünyayı etkiler ve dünyadan etkilenir. Dünyanın ve bel­li bir toplumun sosyal değişme vetiresindeki benzer dinamikle­ri birbirine benzeştiğinde, ülke ve dünya çapında “ortak ideoloji”ler belirir. Bu noktadan itibaren de, bir toplum içindeki şid­det, milletlerarası ideoloji hareketleriyle kolayca bütünleşir.
Meselâ Hitler'in gamalı haçı Almanya dışında, başka “ırk”tan insanlar arasında da ortaya çıkar!
Meselâ sadece Ruslar değil, onların ideolojisini benimseyen, ev­rensel sosyal değişme vetiresine onlar gibi bakan Türk çocukları da Taksim meydanında “Yaşasın Sovyetler Birliği!” diye bağırırlar!
“Sosyal değişme”, tarihin “mantığı”dır veya başka bir deyişle “mecra”sıdır. O yüzden de tarihin ne kadar çok sebebi varsa, “sosyal değişme”nin de o kadar çok sebebi vardır. Tarih gibi sosyal değişme­yi de yalnız ekonomiyle, yalnız kültürle, yalnız politikayla, yalnız iklimle ilh... izah etmek ya yanlıştır veya “eksik”tir ve her eksik tahlil gibi yanıltıcıdır.
Sosyal değişmeyi yalnız ekonomik faktörlere bağlamak nasıl yanlışsa, onu “ekonomizm” zannederek karşı çıkmak da o kadar yanlıştır.
Basitçe belirtelim: Sosyal değişme, “NEREDEN GELİYORUZ, NEREYE GİDİYORUZ?” sorusunun “NİÇİN VE NASIL?” sorularıyla derinleştirilmesinden başka bir şey değildir ve tarihî gerçeğin şuurumuzda formüle edilmesinden ibarettir.      
Sosyal değişme vakıasına temas eden düşünürler sayılama­yacak kadar çoktur. Ama tarihte bu meseleyi belli bir disiplin veya sistem halinde inceleyen ve bu konuda “tarih felsefesi” ku­ran ilk tarihçi-sosyolog, İbni Haldun'dur! Doğu da, Batı da bunu böyle kabul eder.
İbni Haldun, bir düşünür olup bir “kâhin” olmadığı için bu me­seleye kendi çağının bilgi birikimi açısından bakmıştır. Ve ikili bir tasnif yapmıştır: Bedevî toplumlar, hazeri toplumlar. Orta Çağın göçebe ve köy toplumuna İbni Haldun bedevî, aynı çağın şehirli (medenî, medineli) toplumuna da hazeri adını veriyor. Bedevî toplumlarda cengâverlik, fedakârlık, dayanışma, kan bağları kuvvetlidir. Hazeri toplumlarda ise bilgi, refah, İktisadî üretim ve organizasyon (devlet düzenlemesi) önemlidir.
İbni Haldun bu iki toplumu tesbit ettikten sonra, sadece İslâm ülkeleri için değil, bütün ülkeler için farklı toplum tiplerinin hayat tarzına, devlet yapısına, zihniyete, nihayet “ÜMRAN” dediği medeni­yete nasıl tesir ettiğini inceler. Hatta Batı (Endülüs, Kuzey Batı Afri­ka) Müslümanları arasındaki inanç, adet, devlet ve bilgi “kategori”lerinin Doğu (Orta Doğu) Müslümanlarından farklı oluşunu da toplum yapılarındaki farklılığa bağlar.
İbni Haldun, devletin toplum yapılarına güçlü veya zayıf olacağı­nı tesbit ederek ilk defa tarihin sosyal temellerini araştırdığı için, tarihle masal arasındaki farkı ortaya çıkarmıştır. Çağındaki birçok olayı doğru olarak izah etmiştir
Zaten tarihle masal veya efsane arasındaki fark, tarihin muhayyilerde değil, toplumda, toplumun dinamiklerine göre, sosyal değiş­me süreçleri halinde cereyan etmesidir.
Öyleyse biz de çağımızdaki olayları “masal”, “efsane” olmaktan kurtarmalı, meselâ terörizm vakıasını bir “MAYK HAMMER”, bir “TOROS CANAVARI”, bir “KİLLİNG” gibi düşünmemeliyiz. Böyle bir yanlış yaklaşım, teröre karşı tek tedbirin polisi güçlendirmek, teröristleri vurup öldürüp cemiyeti “temizlemek” gibi sonuçlar doğurabilir. İleride göreceğiz ki, bu yola giden, yani teröre karşı devlet terörünü uygulayan rejimler, hükümetler, devletler başarılı olamamış, hatta çökmüşlerdir.
Olaya sosyal açıdan bakacaksak sosyal değişme vetiresi açısın­dan bakacağız demektir.
İbni Haldun kendi çağında yukarda kısaca belirttiğim iki tür toplum görmüştü. Bu tipler ayrı ayrı toplumlarda olacağı gibi tek siyasi toplum içinde de bulunabilirdi. Türk tarihindeki göçebeleri (Türkmenleri) iskan etme, isyanlarım bastırma, onları yerleşik düze­ne geçirerek devlete bağlama meseleleri gibi..
Bugün İbni Haldun'un “bedevî” diye adlandırdığı toplum tipleri artık kalmamıştır veya çok önemsiz hale gelmiştir. Ama bugün başka bir toplum tipi veya hayat tarzı ortaya çıkmıştır ki onu da İbni Hal­dun görememiştir: Sanayi toplumu!. Çünkü İbni Haldun zamanında “sanayii toplumu” yoktu, her ne kadar İbni Haldun “sına'a” deyimi­ni kullanıyor ve buna çok önem veriyorsa da, Mukaddime'deki “sına'a” bugünkü sanayi değildir, “zanaat”tır.
Tarihin her döneminde kanlı olaylar görülmüştür. Onlarla zama­nımızdaki terörün farkını tesbit etmek için sosyal değişme gerçeğine bakmak lâzım. Günümüzdeki “adi suçlar”la terör arasındaki farkı tesbit etmek de buna bağlıdır. Bu açıdan bakılmadıkça, terör vakıa­sını doğru olarak görmek ve doğru usullerle “tedavi” etmek mümkün olmaz.
Nitekim 5 asır önce İbni Haldun, “zamanın akışıyla bütün tarihî şartların değişmekte olduğunu unutmanın, araştırıcıları yanılmaya sürükleyeceğini” söylemişti.
Zaten Fransız İhtilâli, 19. Asır Avrupa’sının yaygın ferdî terör eylemleri, Rus İhtilâli, Nazi İhtilâli ve nihayet Türkiye'deki şiddet de önemli “sosyal değişme” dönemleri içinde yer almıştır.
Görüleceği gibi bütün siyasî şiddet eylemlerinin ortak bir takım sloganları vardır:
DÜZENİ DEĞİŞTİRMEK, DÜZENİ YIKMAK, YENİ BİR DÜZEN KURMAK gibi.. Bunlar, değişen şartların telkin ettiği ve öyle sa­nılan bir “yeni durum”, “yeni düzen” fetişizm'ini ifade etmiyor mu?
Toplumların istikrara kavuştuğu dönemlerde şiddetin azalması, hatta kaybolması gerçeği de sosyal değişmeyle siyasî şiddet arasın­daki münasebeti göstermektedir.
Cevdet Paşa'nın belirttiği gibi değişme meselesi son derece “kri­tik” olduğu için bu dönemler, yabancı kuvvetlerin, emperyalizmin ülkeye en çok müdahale edebilme fırsatlarının doğduğu devreler­dir.
Artık, şimdi Türkiye'nin de yaşadığı çağımızın evrensel “değiş­me” meselesine kısaca göz atarak siyasî şiddeti incelemeye başlaya­biliriz.
FARKLILAŞMA. ..
“Hürriyet, insanın kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kaçıp kurtulmaya çalıştığı bir şey olabilir mi?
Hürriyetin bazı insanlar için üstüne titremeleri bir gaye, diğer bazıları içinse bir tehlike olması nereden ileri gelmektedir?”
ERICH FROMM
Terörün temelinde, toplumla terörist arasındaki uyumsuzluğun doğurduğu şiddetli nefret ve intikam duygusu vardır. Terörist top­lumdan nefret eder ve bu nefretini şiddet usulleriyle dile getirir. O yüzden her terörist, toplumu değiştirme, düzeni yıkma amacındadır.
Bunun hiç istisnası olmamıştır. Fransız ihtilâlcileri de, Naziler de, Bolşevikler de içinde yaşadıkları toplumdan nefret ediyorlardı, toplum düzenini şiddet metodlarıyla değiştirmek istiyorlardı.
Terörizm metod olarak tabii ki suçlanacaktır, suçlanmalıdır. Ama terörizme kayan ferdin topluma karşı duyduğu tiksinti için daima aynı hükmü verebilir miyiz? Terörist, şikâyetçi olduğu, adalet­siz bulduğu düzene karşı çıktığı için suçlu değildir; karşı çıkışını şiddet usulleriyle ortaya koyduğu için suçludur!
Ancak düzen veya terörizme sürüklenen ferdin ideallerini tehdit eden “tehlikeler” ne kadar “sert, kötü, şiddetli” ise, ferdin tepkisi de o kadar sert, şiddetli ve “kötü” olacaktır! Başka bir ifadeyle, sosyal uyumsuzluk ne kadar şiddetliyse terörizmin hortlama ihtimali de o kadar fazladır.
O halde soru şudur: SOSYAL UYUMSUZLUK EN ÇOK HANGİ ZAMANLAR­DA ŞİDDETLİ OLUR?
Toplumda aşırı refahla aşırı sefalet varsa, sosyal uyumsuzluk şiddetlidir.
Büyük harplerden sonra toplumlarda uyumsuzluk şiddet­lidir.
Toplumda, ortak taraflarını kaybederek tamimiyle birbiriyle uzlaşmaz hale gelmiş zıt kültürler, şiddetli “alt-kültür”ler oluşmuşsa, uyumsuzluk şiddetlidir.
Toplumda küllî bir yapı değişmesi vakıası yani sosyal değişme yaşanıyorsa, uyumsuzluk yine şiddetli olacaktır.
Sosyal yapı, yani toplum yapısı, biz ona hangi “ideolojik” rengi verirsek verelim, istikrar dönemlerinde sistemli bir bütünlük arz eder. Toplumun meselâ kültürel (normatif) değerleriyle ekonomik faaliye­ti (veya fonksiyonel değerleri) arasında hiç bir tezat yoktur. Köle sa­hibi kölelere sahip olmayı nasıl hak sayıyorsa, köleler de onun bu hakkını kabul ederler!
Kölelik gibi en sivri, en ilkel örneği verdik.
Demek istediğimiz şu: Sosyal yapı, ekonomik, kültürel, ideolojik yönleriyle birbirini bütünleyen, sistematik bir hayat tarzını ifade eder. Bu yapı' içinde fertler, yapının telkin ettiği değerleri, yaşama biçimini, hiyerarşiyi kabul ederler. “Kral hangi hakla hem de yargıla­madan başımı uçuruyor?” diye “teb'a”lar düşünmediği gibi, böyle bir hakkı olduğuna kral da inanır!
İnsanlar arasındaki bilgi farkının önemsiz olduğu, “hayat tecrübesi”nin daha önemli olduğu bir toplumda en iyi ziraatın nasıl yapı­lacağını, muhakkak ki en yaşlı çiftçi bilir! Böylece, bugün anladığı­mız ahlâkî manada yaşlılara hürmetten çok ötede, bilgi, politika, yönetim hatta yargı gibi sosyal hiyerarşiyi ifade eden sahalarda bile bir “yaşlılar hakimiyeti” çıkar! Bilgi farklarının önemsiz olduğu bütün geleneksel toplumlarda bu böyledir.
Ama 20 yaşındaki bir ziraat mühendisi ortaya çıktığında durum değişir!
Artık sosyal yapıda uyumsuzluk, yani değişme başlamıştır!
Havaların gidişine göre o yıl mahsulün nasıl olacağını tecrübeyle herkesten iyi bildiğini, her şeyi belki herkesten iyi bildiğini düşünen insanların sohbet ettiği köy odasına, fakültenin birinci sınıfında eko­nomi dersi okumuş bir delikanlı geldiğinde, bu delikanlı yağışlar nasıl olursa olsun sulamanın bir “düzen meselesi” olduğunu söyledi­ğinde artık sosyal yapıda bir uyumsuzluk yani değişme başlamıştır!
“Eksik etek”, “saçı uzun aklı kısa” bir “kızcağız” geldiğinde, bu “kızcağız” “bakır basan” bir ninenin karşısına doktor olarak çık­tığında sosyal yapıda bir uyumsuzluk, yani değişme başlamıştır!
Çok basil örneklerle verdiğimiz bu farklılaşmaların, değerler sahasında (normatif sahada) ortaya çıktığını düşünelim; çatışmayı daha net olarak görürüz!
Asırlardır puta tapmış, yüzyıllardır yıldız falına bakmış Kureyş toplumunun karşısına Hazret-i Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem çıkıp bütün putların geçersizliğini, bütün müneccimlerin yalancılığını da söylemişse...
Kilisenin karşısına Bruno'lar, Galile'ler çıkıp kilise doktrinleri­nin yanlışlığını söylemişlerse...
Asırlardan beri “KANUN DEMEK BEN DEMEK” diyen kıralların karşısına “aydınlanma” düşünürleri çıkıp “tabii haklar” diye bağır­maya başlamışlarsa...
18.19. asır kapitalistlerinin hayvanların bile tahammül edemiyeceği şartlarda çalıştırdığı işçiler grevlerle bu duruma karşı çıkmış­larsa...
Emperyalizmin karşısına milletler bağımsızlık bayrağıyla çık­mışlarsa...
Hülasa bir toplumda farklı normlar, farklı menfaatler, farklı öz­lemler ortak bir yolda birleşemeyecek kadar karşı karşıya gelmişler­se, toplumda değişme vardır, çatışma vardır, şiddet vardır. Şiddeti kaldırmanın yolu da şiddete karşı şiddet değil, bu zıtlıkları ahenkleş­tirmektir.
İbni Haldun zamanında bütün toplumları ilgilendiren en önemli mesele nasıl “bedevî toplum”dan “hazerî toplum”a geçiş idiyse, bugün de bütün toplumları ilgilendiren mesele “tarım toplumu”ndan “sanayi toplumuna” geçiştir.
Tarım toplumu fazla hareketli olmayan yani “durgun” yerleşme birimlerinden teşekkül eder. Bu yüzden insanlar birbirlerini soy-sülale uzun zamandan beri tanırlar ve yakın ilişkiler kurarlar.
Köyde, kasabada herkes birbirini tanır. Herkesin birbirini “ayıp­lama”, herkesin birini “koruma” imkânı vardır. “Büyükleri saymak, küçükleri sevmek” kolayca gerçekleşir. Yaşlı insanın önünden geçen, köy meydanında sigara tüttüren genç bilinir ve ayıplanır. Köyün, mahallenin dulu, yetimi, fakiri bilinir ve yardım edilir.
Ama şehirde aynı apartmanda oturan laf bile birbirlerini bu ka­dar tanımazlar. Her biri ayrı yerden gelmiştir, kendi özel hayatlarını yaşarlar.
“Geleneksel” de diyebileceğimiz tarım toplumunda, zenginle fakir arasındaki fark, bulgur pilavını zenginin yağlı, fakirin yağsız olarak yemesi, zenginin ata, fakirin eşeğe binmesidir.
Ama İstanbul'daki hayat seviyesi farkları bu kadar basit mi?
Se­viye farkları geleneksel toplumdaki kadar “tahammül edilebilir” mi?
Köydeki hayat tarzı uzun süre aynen devam ettiği için “kader” zannedilebilir ama şehre inen iki köylüden birinin Hacı Ömer Ağa, ötekinin belediye mezarlığında bir garip olduğu toplumda servet farkları “kader” olarak benimsenebilir mi?
Büyük şehrin sokaklarında dolaşan binlerce insan aynı “ideolo­jiyi benimsemiş de olsalar, birbirleriyle selâmlaşabilirler mi? Halbu­ki kasaba ve köyde selamlaşma, sosyal dayanışmanın sembolüdür.
Sanayileşme mutlaka yeni bilgiler, teknik ve sosyal hiyerarşiler gerektirir. Bu, sadece “derece” farkı değil “mahiyet” farkı da doğu­rur. Gencecik yaştaki bir Genel Müdür, babası yaşındaki odacıya, memura emir verir! Meteoroloji uzmanıyla “geleneksel insan” yağ­mur hadisesini aynı şekilde izah etmezler!
Sosyal değişmeyle veya harp yıkıntısıyla veya kültür değişmesiy­le bir toplum çözülüyorsa, fertler birbirinden kopuyor, herkes kendi hayatını, kendi “ego”sunu, kendi özlemini, kendi kinini yaşı­yor demektir. Bu insanların dayanışmaları söz konusu değildir. Bu insanların ortaklaşa “iyi”leri ve “kötü”leri yoktur. Birimiz için “sömürü” sayılan şey, ötekimiz için “hak”tır! Birimiz için “spekü­lasyon” sayılan şey ötekimiz için “amme menfaati”dir! Birimiz için ahlaksızlık sayılan şey, ötekimiz için “özgürlük”tür!
Çünkü sosyal çözülme, “ortak” olan her şeyi yıkmış, her şeyi “ferdî” hale getirmiştir. Toplum bir “harç” değil, George C. Homans'ın deyimiyle bir “toz yığını” olmuştur; herkes “fert”tir, herkes “yalnız”dır.
Fransa'nın böyle bir “geçiş dünemi”nde yaşamış olan Balzac, her halde “Mucidin Izdırabı” adlı eserinde şu satırları boşuna kaleme almış sayılamaz:
“Şunu iyice belle ve onu hâlâ bir şekle girmemiş olan kafana iyice sok! İnsan yalnız kalmaktan dehşet duyar. Ve bütün yalnızlık türleri içinde en korkuncu manevî yalnızlıktır. Dünyadan elini eteğini çeken ilk münzeviler Tanrı ile yaşadılar; en kalabalık bir dünya­da, ruh dünyasında oturdular. İster bir cüzzamlı veya mahpus, isterse bir günahkâr veya sakat olsun, insanın ilk düşüncesi, kendisiyle aynı kadere sahip olan bir arkadaş edinmektir. Hayatın tâ kendisi olan bu saiki tatmin edebilmek içirı o, bütün kuvvetini bütün enerji­sini harcamaktadır. Eğer bu kuvvetli arzu olmasaydı şeytan kendine arkadaş bulabilir miydi?..”
Biz Balzac'a bir ilâve yapalım: Eğer bu kuvvetli arzu olmasaydı iyi ve gerçekten idealist insanlar kendisine arkadaş bulabilir miydi?
İşte bütün iyiliklerin ve iyi ideallerin olduğu kadar bütün kötü­lüklerin ve terörizmin de kaynağı bu ''enerji''dir. Bu enerjiyi doğuran “yabancılaşma” yayıldığı zaman ideoloji hareketlerinin de hızlanmasının sebebi buradadır.
“Cemaatlaşmak”, “teşkilatlanmak”, “örgütlenmek”, “birleş­mek” hep bu yalnızlıktan kaçış duygusunun, yani insan tabiatının çocuklarıdır! İyiye yöneltilirse iyi sonuçlar verir, kötüye yöneltilirse kötü sonuçlar...
Böyle bir “çözülme” ortamında gencin karşılaşacağı meselelerin neler olduğunu, psikiyatrist Dr. Özcan Köknel'i takiben görelim:
Böyle ortamlarda gençlik döneminin en önemli üç psiko-sosyal problemi vardır:
·        Aynileşme, yeni deyimle özdeşleşme: Genç, benzeyeceği, aynileşeceği, benimseyeceği, bir olacağı değerler ve semboller arar.
·        Muhtariyet, yeni deyimle özerklik; genç insan şahsiyetini korumak göstermek ister.
·        Sorumluluk; genç insan şahsiyetini kabul ettirmek için sorumluluk yüklenmek ama ezilmemek için de sorumluluktan kaç­mak ister.
Genç insan bu dönemde:
·        Kim olduğunu,
·        Nelere inanması veya değer vermesi gerektiğini,
·        Hayatta neyi başarmak, neyi elde etmek istediğini,
·        Nereden geldiğini, neye bağlanacağını araştırır.
“Düşüncesi, tutumu ve davranışları ile bunlara cevap bulur veya bulamaz. Çevresinde daima onun gibi olmak istediği kişiler araştırır. Bu kişilere ya tam benzer veya tepki gösterir.”
Mesela “yolumuz …….nların yoludur” diye duvarlara sloganlar yazabilir! Veya bu slogana karşı çıkar, itiraz eder.
Demek ki insanoğlunun “toplum”dan en çok etkilendiği, en ufak etkileri bile sazın bam teli gibi yüksek gerilimlerle karşıladığı dönem, bu “şahsiyet arama” dönemidir. Ona bu şahsiyeti toplum verecektir.
Çocukluktan çıkıp olgunluğa yönelirken şahsiyetini arayan genç, bunu toplumdan “aynılaşma” yoluyla alacak ama hangi top­lum?
·        Şehirde yaşadığı âlemden çok farklı, geleneksel toplum mu?
·        İçkisiyle, kumarıyla, fuhuşuyla, diskoteğiyle “lüküs hayat”ı temsil eden toplum mu?
·        Kendisinin bütünleşeceği, “âdil”, “tatlı”, “kuvvetli”, “gü­zel”, “ideal” toplum özlemi duyan bu genç, yoksa bu vasıflara sahip olmayan topluma karşı mı çıkacak? Mesela çevresindeki kötülüklere bakarak bu toplumu “materyalist”likle, “gayri millî”likle, “burjuva”lıkla mı suçlayacak? Suçlarsa “suçlu” mu olacak yoksa “kahra­man” sayılmada “şahsiyet”ini mi bulacak?
Ne geleneksel toplumda ne de sanayii toplumunda genç insanın karşısına, o “aynileşme” ve “şahsiyetini bulma” arayışında olan genç insanın karşısına bu kadar çok ve çelişik hayat tarzları, bu kadar birbirine zıt “toplum” türleri çıkmaz! Batılı genç bu kadar çelişkili örnekler, etkiler-tepkiler karşısında değildir. Onun bunalımı başka türlüdür. Geleneksel toplum “standart” görünümü ile yine gen­cin karşısına bu kadar zıt alternatifler çıkarmaz. Bu kadar zıtlıklar ancak geçiş toplumunda olabilir. O yüzdendir ki, tarihte bütün büyük bunalımlar, çatışmalar, “kanlı yıllar” hep geçiş dönemlerinde olmuş­tur. “Geçiş”in neden, neye olması değil, olması önemli bir bunalım ve çatışma kaynağıdır.
İKİ RENKLİ DÜNYA
“Evet, bol bol kirli kan akıttığımızı söylemeyi göze alı­yoruz. Fakat bunun bir tek sebebi var: İnsandan yana olmamız ve görevimize saygı duymamız... Düşmanlarımızı yere vurmaya devam edeceğiz, en korkunç ve hızb bir şe­kilde köklerini kazıyacağız.”
JOSEPH FOUCHE
“Geçiş toplumu” bir “gurbet toplumu”dur. “Gurbet”i, insanın benimseyemediği, uyum sağlayamadığı, kaçmaya, kurtulmaya çalış­tığı sosyal şartlar olarak ele alalım. İnsan “sıla”sını, yani “kendi top­lu mu “nu aramaz mı?
İnsanı toplumla bütünleştiren şey, fertle toplumun beraberce be­nimsedikleri, inandıkları, bağlandıkları, doğru kabul ettikleri ortak değerler'dir. Bu değerler, davranışlarımıza “iyi” veya “kötü” hükmü­nü verirler. İnsanlar, o ortaklaşa hükümlere göre ortaklaşa davranış­lar gösterirler; sosyal âhenk, “millî birlik”, “sınıfsız toplum”, “mü'min toplum” böyle oluşur. Bu değerler, ferdi psikolojide “üst-ben”i, sosyal hayatta “değerler sistemi”ni meydana getirir. “Üst-ben”, davranışlarımızı kontrol eder, toplumun “iyi” saydığı yönlere yöneltir; bizi toplumla, toplumun “değerler sistemi”yle bütün­leştirir. Bu bütünlük içinde kendimizi “yalnız”, “huzursuz” hisset­meyiz.
“Üst-ben''in ve “değerler sistemi'nin fakirliği, fazilet kabul et­tiği çağlarda bir hırkayla bir lokma ekmeğinden başka hiç bir şeyi olmayan insanlar, bugünkü “orta halli” insanlardan daha huzurlu idiler!
Ama sosyal değişme tarihin belli bir döneminde bu ortak değer­leri yıkıyor. Sanayiileşme, birden bire karşımıza “fabrikatör” çıkarı­yor. Servet, kapitalist sistemde burjuvaların, komünist sistemde siyasî bürokrasinin elinde toplanıyor. Korkunç, tahammül edilemez bir se­viye farkı, yaşayış farkı beliriyor: Villa ile gecekondu! Belediye oto­büsüyle Mercedes... Atla eşek farkı veya bulgur pilavının yağlısıyla yağsızı arasındaki fark değil artık!
Eğitim yayılması dünyaya bakışı farklılaştırıyor.
Bütün bunlardan ve başka sebeplerden “farklı değerler” çıkıyor.
Birbirine zıt değerler veya arada kalıp “değer yokluğu”na uğra­yanlar kümeleniyor, birbirlerine yabancılaşıyorlar, yabancılaşma şiddetliyse, düşmanlaşıyorlar.
Şiddetli ve sistemsiz sosyal değişmeler, savaşlar, kıtlıklar, “kül­tür şoku” hatta tabii âfetler fert ve toplum için birden bire “gurbet” meydana getiriyor. “Gurbet ana”, “düşman kardeşler” doğuruyor. Herkesin kafasında bir sıla özlemi var: Yani idealize ettiğimiz toplum tipi, hayat tarzı, yani ideolojiler!
Geçiş toplumu dengesiz toplumdur. Yıkılan yapılar henüz diren­mektedir. Kurulan yapılar henüz kendinden emin değildir, acelecidir. Yıkılan yapıların direnişiyle kumlan yapıların aceleciliği karşı karşı­ya gelmiştir. “Direnme” ve “acelecilik” her ikisini de aşırılaştırır. Kilisenin en kanlı olduğu çağ, en güçlü olduğu zamanlar değil, yıkıl­maya başladığı zamanlardır. İhtilâl rejimlerinin en kanlı dönemi, ku­rulup güçlendiği zamanlar değil, kurulmaya çalışıldığı zamanlardır! Raymond Aron, buna “TOCQUEVİLLE KANUNU” diyor. Bir asır önce yazdığı kitaplarında bugünkü sanayii toplumlarının bunalımlarını görmüş olan Fransız liberal düşünürü Alexis de Tocqueville, kendisi Batı dünyasının büyük değişme sancıları döneminde yaşadığı için bu gerçeği iyi formüle etmiş doğrusu:
TOCQUEVİLLE KANUNU:
Rejimler en kuvvetli olduğu zamanlardan çok zayıf oldukları, zayıfladıkları, tehditle karşılaştık­ları zaman şiddete yönelirler.
Kediler ve insanlar da öyle...
Geçiş toplumunun dengesizliği içinde hiç bir sosyal grup, hatta hiç kimse “yarınından emin” değildir! Herkes “ne olacak?” diye so­rar!
Böyle ortamlarda fertler ve sosyal gruplar, “gurbet”ten, güven­sizlikten kurtulmak, “sıla”ya, yani “kendi toplumuna, idealize ettiği değerler dünyasına” kavuşmak için sabırsızlanır. “Bu düzen”den nef­reti, “bizim düzenimiz”e özlemi arttırır; iki renkli bir dünya tasavvu­ru ortaya çıkar: Kendi kafasındaki, hayalinde dünya (sıla) “mutlak iyi”dir, kusursuzdur, mükemmeldir. Onun dışındaki her şey “mutlak kötü”dür, berbattır. Bu sebeple, bütün ihtilâllerde ihtilâlcilerin paro­lası, “ya hep ya hiç “tir. İnsanları “iyiler'' yani “bizimkiler”, “kötü­ler” yani “bizden olmayanlar” diye tasnif ederler. “Bizimkiler” hiç hata yapmazlar, yanılmazlar, kötülük etmezler, ama “bizden olma­yanlar” hiç iyi olmazlar, hep kötüdürler, hep haindirler!
Artık bu iki renkli dünya'da sadece iki tane renk vardır, kavram­lar vardır; insan yoktur. Gerçi insan üzerine nutuk çoktur ama “şu insan” yani müşahhas insan, etten kemikten insan, yaşayan insan yoktur. İnsan kılığına girmiş “iyi” ve “kötü” kavramları vardır. İn­san diye nutuk atan fanatik, hemcinslerini yani insanoğluna değil, kafasındaki kavramları kasdetmektedir!
Meselâ “PROLETERYA” dediği zaman, işçileri bile değil, sadece komünist partisinin militanlarını kasdetmektedir! “Faziletli vatandaşlar” dediği zaman, sadece JAKOBİNLERİ kasdetmektedir! Öyleyse, insanları öldürmek, işkence et­mek, köleleştirmek artık “suç” değildir, kötülüklerin kökünü kazı­maktır!
[PROLETARYA (Latince proles (döl) kelimesinden gelir) alt sosyal sınıfı tanımlamak için kullanılan terim, bu sınıfa mensup kişilere proleter denir. İlk olarak oğullarından başka malı olmayan insanları tanımlamak için kullanılan aşağılayıcı bir kelime iken, Karl Marx`tan sonra işçi sınıfını tanımlamak için kullanılan sosyolojik bir terim halini almıştır.]
[JACOBİN: dominikan papazı, ihtilâlde şiddeti başlatan politikacı, radikal, köktenci]
Fransız İhtilâli sırasında kan dökücülüğüyle, bilhassa “Lyon Cellâdı” olarak şöhret yapan Konsül Joseph Fouche, binlerce insa­nın kanına girerken, Lyon şehrini bir “Kartaca” haline getirirken “cinayet” işlemiyordu; “insandan yana” olduğu için, “bol bol kirli kan akıtarak” görev yapıyordu!
Geçiş toplumunun ortak manevî değerlerden uzaklaşmış insanı.. O, baş ucunda bekleyip “su yok” diyecek bir kimseyi bile bulama­yan insan, ya melankoliye, ruhî dengesizliklere, bitkinliğe, sefahat âlemine, “karanlık işlere” sürüklenir; çünkü “iyi” ile “kötü” farkı kaybolmuştur. Veya o insan bir ideolojiye bağlanır. Artık onun tav­rı, bağlandığı ideolojinin telkinlerine veya bu telkinleri kendisinin algılayış şekline bağlıdır. Kanlı rejimlerin kurucuları Robespierre'ler, Lenin'ler, Stalin'ler, Hitler'ler, Mao'lar bu kaynaktan geldiği gibi Mahatma Ghandi’ler, Martin Luther King’ler de aynı kaynaktan gelmişlerdi.
Albert Camus, İnsanî değerlerin yıkıldığı bu ortamın insanlarını çok güzel anlatmıştır:
“Hiç bir şeye inanılmıyorsa, hiç bir şeyin manası yoksa, hiç bir değere 'evet' diyemiyorsak, her şey mümkündür, her şey önemsizdir. Ne evet kalır, ne hayır; katil ne haklıdır, ne haksız. Kendini cüzzamlıların bakımına adayabileceği gibi, içinde insanlar yakı­lacak ateşleri de tutuşturabilir insan.”
İyiye duyulan özlem, muhakkak ki mücerret olarak iyidir. İnsanı iyiye ve ileriye yöneltmesi beklenir. Ama bu özlem, müşahhas insanı kaybettiği zaman, bu özlem İlâhî sorumluluk ilkesini gözden çıkardı­ğı zaman, en büyük vahşetlerin kaynağı olabiliyor. En acısı da, en büyük vahşetlerin en iyi özlemler uğruna yapıldığını zannederek “mazur” görülmesi, “haklı” sayılması, hatta heyecanla, şevkle, inançla icra edilmesi.
Göreceğiz ki, Fransız İhtilâlindeki, Rus ve Nazi İhtilâllerindeki heyecanlı, şevkli ve “haklı” (!) vahşetlerin temelinde aynı şey vardır: İnsansız kavramlar veya insanın kavramlara yani “hürriyet”e, “Cer­men ırkı'na”, “proleterya”ya kurban edilmesi!
İŞTE TERÖRİST, İNSANI KAVRAMLARA KURBAN EDEN “CİHAZ”DIR.
Peki, “bütün gücünü sizlere devreden halk kim?
Fransız vatandaşları değil, Jakobinlerin kafasındaki mücerret kavram! O halde bütün temayüllerinizi, hatta şuuraltındaki bütün gü­dülerinizi “halk” adına icra edebilirsiniz.
İşte bu noktada, Robespierre, Lenin, Stalin, Hitler arasında hiç bir fark yoktur. İşte bu noktada Jakobinlerin, Bolşeviklerin ve Nazilerin, renkleri ne kadar farklı olursa olsun, kökleri ve nitelikleri ay­nıdır: “Yetki”yi gerçek insanlardan değil, “halk” gibi, “sınıf” gibi, “ırk” gibi mücerret kavramlardan almak! “Yetki” kaynağı mücerret olduğu için onu ideolojik fanatizme göre yorumlamak, hatta şahsî hırsları bile “onun adına” icra etmek mümkün!
Robespierre'in “halkı” kendi kafasındaki, jakobin partisindeki muhtevasız bir kavramdır.
Lenin'in “proleterya”sı, kendi kafasındaki, Bolşevik Partisindeki muhtevasız bir kavramdır.
Hitler'in “ırk”ı veya “halk”ı (volk) kendi kafasındaki, Nazi Par­tisindeki muhtevasız bir kavramdır.
Bu yüzden, her türlü terör, “halk” veya “sınıf” adına, “görev” şuuruyla yapılır: Albert Camus’nun deyimiyle “katili yargıç yapma­ya bile yarayabilen bir felsefe”, “cinayetin ideolojiyle doğrulanma­sı”...
Ayni ideoloji, “incecik bir fark”tan yola çıkarak Amerika'da emperyalizm çağında da hakimiyetini devam ettirecek olan “ferdi­yetçiliği” doğurdu. Bu hâkim ideoloji sebebiyle Amerikan Partileri arasında fazla fark yok, hepsi “sistemi”i yürütür. Fransa'da ise aynı ideoloji “topyekûn” yani “total” eğilimlere kaynaklık etti: İhtilâl döneminde bütün iktidarlar “totaliter” oldu, arkasından Bonapart diktatörlüğü geldi, çoğulcu toplumun kaçınılmaz sonucu olarak demokrasiye geçildiğinde Komünist Partisi, Pujadizm, Petencilik, De Gaulle'cülük gibi totaliter veya otoriteci kamplaşmalara yol açtı... “Zıtlar” arasında “ortak nokta” (consensus) bulma zorluğu, Fran­sa'yı müzmin hükümet bunalımlarına sürükledi.
“Geçiş dönemi”nde “temel atan” durumunda olan akımlar, ya­rınların da sorumluluğunu taşımak zorundadır, demek ki!
“Hakimiyet, kanun yapma hakkıdır ki, bu hak tama­mıyla milletindir. Hükümete hakimiyeti veren yalnız mil­lettir...”
J.J. ROUSSEAU

İDEALİZMDEN TERÖRİZME
“Biz öyle bir düzen istiyoruz ki orada bütün aşağılık ve zalim tutkular kanunlarla zincire vurulsun, iyi ve cömert duygular uyandırılsın, üstünlükler eşitlikten doğsun... Biz memleketimizde bencilliğin yerine ahlakı, alışkanlıkların yerine prensipleri... Yani krallığın bütün kötülükleri ve maskaralıkları yerine cumhuriyetin bütün faziletlerini ve mucizelerini getireceğiz.”
ROBESPİERRE
Keskin bir bıçakla ikiye ayrılmış gibi “iki renki dünya”nın mah­kumu haline gelmiş insan, sevgi ve nefret kutupları arasında adeta cinnet getirmektedir. Sevdiği dünyaya, o dünyanın öncülerine, sem­bollerine kara sevdalıdır. Bu sevda “kendinden geçme” ve adeta “pa­ranoya” halindedir. Bu dünyada “normal” hiç bir şey yoktur; her şey en mükemmel, kusursuz ve faziletlidir. Öteki dünyaya duyulan nefret de “kendinden geçme” ve adeta “paranoya” halindedir. Nef­ret dünyasında olan şahıslar, semboller, belirtiler daima “korkunç”tur, “hain”dir, “kökü kazınmak gerekli”dir.
Robespierre, Hitler ve Lenin'in zıt ideolojilerine rağmen ortak tarafları bu dur.
Robespierre'nin Danton'a karşı duyguları onun “iki renkli dünya”ya bakışını çok güzel belirtir. Lenin'in Plekhanov ve Kautsky'ye, Hitler'in Haushoffer ve Rommel'e karşı duyguları gibi...
“İki renkli dünya”nın tapılan tarafına duyulan kendinden geçer­cesine bağlanış, ferdin “aynileşme” ve “şahsiyetini arama” saikleriyle ilgilidir. Bu bağlanışta fert, bunalım toplumunda gerçeklik olarak bulamadığı yerini bulmakta, onunla “aynileşmekte” ve böylece şah­siyet kazanmaktadır! Robespierre, Lenin ve Hitler böyle bir “ayni­leşme” yoluna gitmeseydiler hiç bir zaman “şahsiyet” olmazlardı.
İnsanlar ve rejimler “güçlü” yani kendilerini toplumla “aynileş­miş” ve “şahsiyet kazanmış” addettikleri dönemlerde değil, bunu kazanmaya veya kaybetmeye başladıkları dönemlerde “terörist” olu­yorlar. “Tocqueville kanunu” dediğimiz şeyin psikolojik ifadesi...
Nefret kutbuna ise dinmez bir kin duymak, bu tipler için kaçı­nılmazdır. İşte terörün kaynağı budur. Robespierre'lerle, Hitler'lerle, Lenin'lerle, Ghandi'ler, King'ler arasındaki fark da buradan çıkar. Nefret kutbuna duyulan kin, onun fizik olarak imha edilmesi isteğine yol açar. Böylece en vahşi cinayetler, en güzel kavramlar adına ve “görev” duygusuyla icra edilir. Cinayet, cani tarafından suç duygusuyla değil, “ulvî” duygularla yapılır! “Hürriyet istibdadi”, “tabiat kanunlarının yerine getirilmesi” ve “devrimci terör” böyle hortlar.
Çağımızın büyük düşünürlerinden ve ufkumuzdaki yeni medeni­yetin müjdecilerinden biri olan Sorokin, yukarıya aldığımız satırları­na şöyle devam eder:
“Nüfusun çok büyük bir bölümü, bunalımın ken­dilerini köklerinden söktüğünü, yıktığını, yaraladığını ve yok ettiğini görürler. İnsanların olağan yaşayış çizgisi alt üstü olur; alıştıkları intibaklar bozulur; koca koca insan grupları yerlerinden edilmiş ve in­tibakları (topluma uyumları) kalmamış olarak suyun üstünde yüzen birer eşya yığınına dönerler. Sokaktaki sıradan adam bile şu soruları sormaktan kendini ala­maz: Bütün bunlar neden oldu? Bütün bunların mânâ­sı nedir sorumlusu kimdir, sebepleri nelerdir?
Bir çı­kış yolu var mı?
Nereye gidiyoruz?
Benim, ailemin, memleketimin başına neler gelecek?
Ciddî bir buna­lım döneminde bu sorular, toplumdaki düşünürleri, önderleri ve bilginleri daha da yoğun olarak sıkıştırır.
Nitekim anlamlı “tarih felsefeleri'nin çoğu” ta­rih olaylarının açıklıkla anlaşılabilir yoıumları'nın ço­ğu ve sosyal - kültürel süreçler üstüne önemli genelle­melerin çoğu, gerçekten de, ya ciddî bunalım, felâket ve geçiş - çözülme dönemlerinde veya bu gibi dönem­lerin hemen öncesinde veya sonrasında ortaya çıkmış­lardır.”
18. asır da böyle bir dönemi yansıtıyordu. Nitekim o devrin dü­şüncelerinin hemen hepsinde “mihver” noktası “işçi meselesi”dir. “İşçilerin”, ''ezilenlerin” kurtuluşunu sloganlaştıran tarih felse­felerinin kaynakları hep 19. asırdır. Hayalci-sosyalistler Proudhon, Saint Simon; anarşizm felsefesinin kurucuları Bakunin, Kropotkin, marksizmin kurucuları Kari Marks ve Engels hep bu asrın çocukları­dır ve bu asırdaki bütün terörist eylemlerin temelinde onların teori­leri vardır. Sadece 19. asırda değil, benzer geçiş dönemini yaşıyan bütün ülkelerde ilerde görülecek terörist akım ve eylemlerin, yani hem “ferdî terör”ün, hem “devrimci terör”ün “azmettiren”leri bu teorilerdir!
Nasıl oldu bu iş? “Nasıl oluyor?”a cevap vermek için, “nasıl oldu?”ya cevap vermeliyiz.
SARSINTI, ŞAŞKINLIK, NEFRET, ÖZLEM VE EYLEM
“Kanunları, hâkimiyetleri, her çeşit imtiyazları, resmî veya özel imtiyaz ve otoriteleri, soyucu bir sınıfın çıkarma ve geride kalan köle gruplarının zararına olduğu için redde­diyoruz... Bugünkü nesillerin devlet ve kanun gibi eskiden kurulmuş olan ne varsa hepsini derhal yıkmalarını, mecbur kalınmadıkça fazla kan dökmemelerini ama ihtilâl için ge­reken her korkunç vasıtaya başvurmalarını savunuyoruz.”
BAKUNlN
18.         yüzyıl, kısaca tasvir ettiğimiz gibi, büyük bir sosyal sarsıntı ve şaşkınlık asrıydı. Kapitalist gelişmenin allak-bullak ettiği eski toplum mahvolmuştu; insanlar köklerinden kopmuşlar, kendilerine benimseyebilecekleri bir yer bulamadıkları bu “geçiş toplumu”nda savrulup duruyorlardı.
Sanayileşmenin, büyük yatırımları gerçekleştirmeye yönelik ola­rak, azınlık bir insan grubunun (burjuvazinin) elinde korkunç bir servet toplaması köylüleri ve fabrika rekabetine dayanamayan esnafı “proleterleşme” sürecine sokmuştu. Verdiğimiz rakamlarda da görül­düğü gibi nüfusun önemli bir kısmı, köylü ve esnaf olmaktan çıkıyor, “proleterya” haline geliyordu. O günün proleteryasıyla bugünün sos­yal ve siyasî haklara sahip işçisi bambaşka şeylerdir. Bugünün işçisin­den çok farklı olan o günün proleteryasının hayat şartlarını belirt­miştik.
Demek ki “eski toplum”da köylü ve esnaf olarak hem iktisaden hem sosyal hiyerarşi ve değerler düzeni bakımından asırlarca yaşanı­larak alışılmış bir yeri olan bu milyonlarca insan, yeni kurulan sanayi toplumunda alışılması bile mümkün olmayan bir yere sahipti; daha doğrusu “kökünden kopmuş”, “yersiz yurtsuz” insanlardı.
Bu sarsıntı onlarda şaşkınlık, arkasından bunalımın şiddeti dere­cesinde sert tepkiler doğurdu. Herkes bu adaletsiz toplumu anlamak, sebeplerini bulmak ve değiştirmek istiyordu.
Ve tabii başka aydınlar... “Akılcı Felsefe”nin ve 'Prometeci Kültür Geleneği” nin Fransiz İhtilâliyle eylemciliğe dönüşmüş dina­mizmine sahip olan aydınlar... 19. asır Avrupasının aydınları...
Tarih felsefeleri dediğimiz 19. asır düşünceleri ve o uğurda giri­şilen eylemler böyle doğmuştu.
Sarsıntı, şaşkınlık, nefret, özlem ve eylem!...
Bu asırdaki “tarih felsefesi” dediğimiz düşüncelerin hâkim vasfı, dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmeyi amaçlamaktı. Fransız İhtilâlinin bütün aydınlarda doğurduğu heyecan ve gerilim, “dünyayı değiştirme” nin sadece mümkün olduğunu değil, o günkü berbat şartlara göre, bunun gerekli olduğunu da kalplere ve beyinlere nakşetmişti.
O çağın her düşünürü az veya çok, eyleme yöneliktir.
“Tarih felsefesi” nin ne olup olmadığını, hatta mümkün olup olmadığını tartışmak, bizi konumuzun dışında, uçsuz bucaksız bir sahada yolculuğa sürükler. Şu kadarını söylemekle yetinelim: Buna­lım dönemleri “tarih felsefeleri” ni doğurur. Yani insanlar “neden, niçin, nasıl?” sorularını sorarlar ve çizdikleri “tarih çizgisine” göre bir “şöyle olmalı” hükmüne varırlar. Bu noktada ideoloji, “şöyle olmalı”yı gerçekleştirmek için eyleme geçmiş düşüncedir.
19. asırda da böyle oldu.
Müsbet ilimlerin yeni doğmuş olmasının yaramazlığını ve huy­suzluğunu taşıdığı bu çağda, her özleme “ilim” kılıfı geçirmek me­rakı vardı. Buharın “keşfi” nasıl fizik kanunlarının hayata uygulan­ması idi ve böylece hayat değişmişti; “İlmî” tarih felsefeleriyle de toplum değiştirilecekti.
Bu düşünce tarzının öncekilerden çok farklı olduğu açıktır. Orta Çağın hıristiyan teologları veya Campanella gibi düşünürleri, İslâm dünyasında Farabi gibi mütefekkirler de bir “özlenen toplum” tablosu çizmişlerdi. Hıristiyanların “İlâhi site”si, Campanella'nın “Güneş Ülkesi”, Farabi'nin “Medine-tün Fazıla”sı yani “Faziletli Şehir” tasvirleri, sosyal tahliller değil, ahlâk felsefesinin idealleş­tirmelerine dayanan “metafizik” ve “mücerret” karakterli spekü­lasyonlardı. Halbuki 19. asrın tarih felsefecileri veya ideologları, yanlış veya doğru, ama mutlaka sosyal tahlillere dayanmaya çalışı­yorlar, ahlâk felsefesine değil, eylem felsefesine bağlı, yani eylemle gerçekleştirileceğini söyledikleri “yeni toplum'ları “haber veriyor­lardı!
İşte şiddetli bir bunalım döneminde, köklerinden kopmuş savru­lan insanlara yöneltilen bu “mesiyanik” mesajlar, aslında “eylem çağrıları” idi. Nitekim Kari Marks da dahil, o çağın bütün tarih felse­fecilerinin sözlerinin yüzde doksan dokuz onda dokuzu, geçmişin ve mevcudun nefretli bir tenkididir. Geleceğin ise bir kaç yuvarlak lafla iç gıcıklayıcı, güzel bir rüya çekiciliğiyle “hedef” haline getirilmesi, bütün lafların ancak binde biridir.
Böylece bu felsefeler, zaten berbat ve nefret toplamış olan mev­cut topluma karşı savaşmayı bir “ideoloji” haline getirdiler. Bu sa-vaş, “güzel bir rüya” uğruna verilecekti. İşte bu noktadan itibaren iş­çinin patronunu, öğrencinin devlet adamını öldürmesi artık bir 'cina­yet” değil, bir “eylem”, bir “devrimci eylem” olup çıkacaktı!
19. asrın belirttiğimiz şartlarını yaşayan insanlar için hiç bir şey, eşitlik vaadi kadar cazip ve kışkırtıcı olamazdı. Gerçekten ezi­len, hem de vahşice ezilen bu insanlar için kendilerini ezen topluma karşı savaşa girmek kadar cazip bir eylem çağrısı düşünülemezdi. Nitekim o çağın düşünce mihveri sosyal meselelerdir; özlem mihveri eşitliktir; davranış mihveri “devrimci eylem” dir.
İlk göze çarpan isimler, Saint Simon ve Proudhon adlı Fransız düşünürlerinin hayalci eşitlik vaadleridir. Doktrinler tarihinde bu isimler “hayalci sosyalizm” bahsinde yer alırlar. Bunlar “düzen” değil “eşitlikçi davranış” istiyorlardı. Çağrılarının özünde, çok geri­lerde kalmış Lonca dayanışmasına, ilkel eşitliğe duyulan bir özlem, bir “daüssıla” duygusu hâkimdir. O yüzden de sanayi toplumuna dönük değillerdi ve zaten sanayileşmiş çevrelerde değil, biraz köyler­de ve esnaf takımında ilgi uyandırırdı. Ama en önemli etkileri şu ol­du ki, toplumdaki eşitlik özleminin sınır haline gelmesine katkıda bulundular.
Proudhon, “mülkiyet hırsızlıktır” demişti. Fransız İhtilâlcileri­nin “kutsal hak” saydığı mülkiyet, “hırsızlık” olup çıkmıştı. Artık mülkiyetle ve mülk sahipleriyle yapılacak mücadele, “kutsal hakka tecavüz” gibi gayri-meşm bir davranış değil, “hırsızlık”la mücadele gibi “meşm” bir davranış sayılacaktı! Yani kavga kızışacaktı.
Hayalci sosyalizmden itibaren bir adım attığımızda anarşizmin ideologları Bakunin ve Kropotkin'le, anarşizmden itibaren bir adım daha attığımızda da kendisine bu etiketi yaptıran “bilimsel sosyalizm” le, yani Karl Marks'la karşılaşırız.
Şimdi, kısaca Bakunin ve Kropotkin adlı iki Rus anarşizm filozofunun düşüncelerine ve yol açtığı “ferdî terör” (bireysel törer) cinnetine bakalım. “Monarşi”, bir-başlılık yani krallık demek... Oligarşi, çok küçük ve kapalı bir azınlığın hâkimiyeti, yönetimi demek... Anarşi ise “baş­sızlık” demektir. Yani toplumda her türlü sosyal, siyasî ve hukukî otoritenin reddedilmesi, yönetenler-yönetilenler ayırımının da orta­dan kaldırılarak “yönetimsiz”, amorf, hiyerarşisiz, tam eşitlikçi bir toplumun kurulması demektir.
Ekmek istediği zaman patron otoritesiyle, grev yaptığı zaman polis otoritesiyle, hak istediği zaman devlet otoritesiyle karşılaşan bir toplumda bu vaadin ne kadar cazip geleceğini düşünmek zor de­ğil. Hele, delikanlılar için!
Böyle bir toplum mümkün mü? O atmosferin gergin düşüncesi bunu düşünmez ve “kesin inançlı” tavrıyla “mümkün olmalı” hükmü­nü yapıştırır! Anarşizm, hadiseye “sosyal” olarak değil, “fert” olarak yaklaşmıştır. Yani fertçidir ve bu bakımdan marksist düşünce ve eylemden ayrılır. Marksizm, sınıf savaşını ve devrimci terörü esas alırken, anarşizm her türlü otoritenin tahrip edilmesi için ferdî ey­lemi, yanı bireysel terörü benimser. Bakunın, hayatının son zamanla­rında anarşizmin ferdiyetçiliğini ve bunun bir zaaf olduğunu kabul etmişti.
Anarşizm, her türlü otorite “gereken her korkunç vasıtaya baş­vurularak” gerçekleştirilen eylemlerle yıkıldığında, otoritesiz, yani başsız yani anarşik toplumun kendiliğinden ortaya çıkacağını san­mıştı. Hâlbuki Marksizme göre, mevcut otorite sınıf savaşıyla yıkıla­cak ama yerine “proleterya diktatörlüğü” nün otoritesi gelecekti...
Çok büyük fark var aralarında...
Öteki anarşist Rus filozofu Kropotkin ise, Bakunin'le Marks ara­sında ama Bakunin'e biraz daha yakın bir noktada yerini alır. Tarihe ve üretim meselesine bakışı Marks gibi, otorite ve devlet kavramına bakışı ise Bakunin gibidir. Bolşevik ihtilâlinden sonra Avrupa'dan üleşine dönerek Bolşevik olduğunu ilân eden bu “aristokrat” düşünü­rün Marksist değil, anarşist sayılması bundandır.
Şöyle bir mekanizmayla karşı karşıyayız:
Mevcut topluma karşı korkunç bir nefret... Öyle bir nefret ki,bu toplumu yıkmak için “her korkunç vasıtaya başvurmak” mubah­tır. Öteki kutupta, o şartlardaki insanların içini gıcıklayacak bir öz­lem: Kimsenin kimseye emir vermediği mutlak eşitlik toplumu... İkisi arasındaki bağ, terör!
İşte bu mekanizma, bombalarla, tabancalarla, suikastlerle, yay­gın şiddet eylemleriyle 19. asrı kana bulayacak olan bir “tip” çıka­rır... “Tip” yerine Dostoyevski'nin bu eylemlerin Rusya'daki uygu­lamasını anlatan romanına verdiği ismi kullanarak “Şeytanlar” veya “Ecinniler” (Cinler) de diyebiliriz...
Nasıl insanlardı bu “şeytanlar” ve yaptıkları eylemler nasıldı?
Sanıyorlardı ki o milyonlarca “sizin için öldürüyoruz ve ölüyo­ruz” dedikleri ve sözlerini de kendi kanlarıyla imzaladıkları zaman milyonlar onların ve ideallerinin peşine düşecek.
Bir başka anarşist-terörist Pallasin, sehpaya yürürken, “bu işi sürdürecek daha bir ordu var!” diye bağırmıştı. Halbuki bir “ordu” yoktu, “fertler” vardı. O “ordu”yu Bakuninler değil, Markslar, Leninler, Hitlerler kuracaklardı!
Anarşist terörist gerçekte yalnız hayalde “ordu” idi.
Ukraynalı anarşist Matrcna Prisiazhuik darağacına çıkarken son sözlerini söylüyordu:
“Darağacına gururla, korkusuz ve sizi aşağılaya­rak çıkıyorum. Ölümüm kızgın bir alev gibi daha bir
çok yüreği ateşleyecek, Muzaffer olarak ölüyorum. Ölümüm zaferimdir!”
Halbuki ölümü, zaferi değil felâketi idi!
Krallara, çarlara, cumhurbaşkanlarına, bakanlara, milletvekille­rine, polislere, generallere, servet sahiplerine, erlere ve hatta uğurla­rında savaştıklarını söyledikleri fakir insanlara bomba ve kurşun yağ­dıran anarşistlerin hepsi, bu eylemleriyle ve ölümleriyle devrim yolu­nu açtıklarını sanıyorlardı! Bu şiddet olayları anarşism felsefesinin devrimini gerçekleştirecekti! Buna inandıkları için değil, ölürken “ölümüm zaferimdir' inancına saplanmışlardı.
Gerçi aynı yoldan yürüyecek yeni fert'ler çıkacaktı ama bu yo­lun sonunda devrim yoktu.
Çünkü bunlar “kendileri gibi düşünen ve eylem yapan fertler” bakımından “yalnız” değillerdi ama toplum bakımından yapayalnız­lardı; toplum desteğine sahip değillerdi, toplum onların davalarına da eylemlerinin haklılığına da inanmamıştı.
ŞİDDETİN KAYNAĞI...
“Ferdî bağımsızlık duygusu, anarşizmin psikolojik ve sosyal yapısında baş rolü oynadı ve anarşizmin bel kemiği olan iki sosyal grubu yani köylülerle el işçilerini (zanaat­karları) tamamen etkisi altına aldı. 19. yüzyılda bu iki grup, çok kudretli bir rakibin yani sanayileşmeye makinalaşmanın baş göstermesiyle tedirgin oldular. Ekonomi ise ancak büyük sanayicilerin dayanabileceği bir bunalım ge­çirmekte, yoksul köylülerle el işçilerini tehdit etmekte idi. Bu tehditle, zaten onları ekonomik gelişmenin ters akıntı­sına sürüklemekte olan bağımsızlıklarına büsbütün sarıldı­lar.”
RODERİCK KEDVVARD
Hızla sanayileşen Avrupa'da halinden memnun olan ve geleceğe sevinçle bakan kesimlerin başında fabrikatörlerle büyük tüccarlar geliyordu. Hatta yalnız bunların “düzen” den memnun olduklarını söyleyebiliriz.
Sanayiin fabrikasyon üretimi zanaatkârı iflâsa zorluyordu. Ma­rangozun, demircinin, mobilyacının fabrikasyon üretim karşısında dayanması mümkün değildi. Bunların kaçınılmaz akıbeti, iflâs et­mek, bağımsız çalışma imkânından yoksun kalarak bir patronun emrinde “proleter” olmaktı.
'Proleter” diyorum, gerçekten proleter... Çalışma şartlarını daha önce kısaca anlattığım, her türlü sosyal ve siyasî haktan mah­rum proleter...
Bunlar, üniversite mezunu memurdan daha fazla ücret, ikramiye ve emeklilik alacak işçi olsaydılar, hele herkesin itibar ettiği, grev gücüyle toplumu etkileme “kendine-güven” ine sahip “işçiler” ol­saydılar, bu derece tepki göstermezlerdi.
Bunlar, kendi tezgâhını, ocağını, dükkânını kapatıp patronun in­safına terkedilmiş proleter haline gelmeye zorlayan kapitalizme, tabii ki düşman olacaklardı. Bunların tepkisi, aslında, sanayileşmeye, kitlevî üretime karşı idi.
Milyonlarca insan bu büyük tepkinin içindeyse ve onlara tepkile­rine uygun ideolojik vaadler yapılıyorsa, o toplumda büyük huzur­suzluk vardır ve büyük huzursuzluk da yaygın ideolojik eylemleri beslemektedir. Adı ne olursa olsun sanayi toplumunun gerektirdiği hiyerarşik teşkilâtlanma, onlarda her türlü otoriteye ve eşitsizliğe meydan okuyan anarşizm ideolojisine ilgi uyandıracaktı.
Köylülerin durumu da farklı değildi. Onlar da küçük toprakların­da kendilerinin efendisi olarak yaşama imkânını kaybediyorlar, gece­kondularda sefalet içinde ve 19. asır patronunun emri altında, sağlık­sız fabrika şartlarında hayvanlar gibi çalışmak zorunda kalıyorlardı.
“Mutlu çoban” artık bir “daüssıla” (nostaji) olmuştu!
Anarşizmin vaadleri onlara, yani köyden kopup şehri yığılmış sefalet içinde hor görülen insanlara cazip gelecekti tabii.. Ve tabii ki toplumların en hassas, gerilmiş bir yay kadar hassas kesimi olan gençliğe, hele okuyan gençliğe anarşizm çok cazip gelecek, hatta “kendinden geçercesine” bir bağlanış doğuracaktı.
Haklı olarak nefret ettikleri toplumla “aynileşemeyen”, bu top­lumda kendilerinin de benimseyecekleri bir yer (kendilerine ait şah­siyet) bulamayan bu kitleler büyük özlemlere dalacaklardı.
İşte nefret ve özlem kutupları... Ve iki kutup arasında ne kadar büyük mesafe veya gerginlik varsa, o kadar büyük tepki, o kadar radikal özlem ve davranış, yani eylem doğacaktı.
Bunları polisle ezmek, işkencelerle bastırmak mümkün müydü?
Bunların karşısında polisi çıkardığınız zaman, “Tamam işte otorite budur, eşitsizlik düzeninin adaleti de budur!” diye inançlarını kesinleştirirdiniz! Nefret ettiği toplum ne kadar adaletsiz ve yıkılmaya müstahak olursa olsun, özlenen toplum ne kadar tatlı ütopyaları ifade ederse etsin, anarşist bu yolda bomba atarken, kurşun sıkarken kesinlikle haksızdır, zalimdir!
Çünkü zulmü metod olarak seçen hiç bir özlem, âdil olamaz. Başkalarına zulmü lâyık görenler, herkes için âdil bir toplum kura­mazlar. Zaten anarşist, bir ideal uğruna çalışan bir “melek” değil, kendi psikolojisini tatmin etmek için çırpınan bir azgındır. O, tatlı hülyalarla insanları da kendisini de aldatmaktadır. Onun attı­ğı bomba da, vaadettiği hayalî toplum da bir “memnu meyva” dır!
Çünkü onun eylemlerinin “adil bir toplum kurmak” amacına yönelmiş gibi görünmesi, kendisi için de onu alkışlayanlar için de bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Aslında anarşist veya terö­rist bu eylemleriyle kendi egoizmini, bencilliğini tatmin etmek için topluma saldırıyordu. “Psikolojik ikame mekanizması”, onun azgın bencilliğine, çalışıyordu. “Aynileşemediği”, kendine bir “yer bula­madığı”, “şahsiyetini aradığı” topluma bomba atarken, bir hayal dünyasında bütün bu ihtiyaçlarını karşılıyor, hatta “toplumla bütün­leşme” nin de üstüne çıkarak “kahraman” oluyordu!
Toplum gerçekten kötüydü ve nefrete müstahaktı. Ama anar­şistin yaptığı eylemler toplumun azgınlığından geri kalmazdı. Anar­şist, kanı suyla değil kanla yıkamaya kalkan ve bunda nefsini tatmin yollarını arayan zavallı bir sapıktır!
Nitekim, o daima yıkmayı düşündü, “yapma”yı, “inşa” yı ve bunun “nasıl”ını hiç düşünmedi. O daima nefret ve kin kustu.
Anarşist iyi ve âdil bir toplumun inşacısı değil, sadece mevcut kötü toplumun kindar ve o yüzden de zalim bir yıkıcısıdır. Yani anar­şist, özlemleri, hayalleri ne olursa olsun, realitede sadece yıkıcı ve zalimdir. O yüzden de bütün şiddet eylemlerinde haksızdır. Hiç bir hayal, gerçek hayattaki zulmü, saldırganlığı, kan dökmeyi meşru­laştıramaz! Nitekim toplum, hatta toplumun en ezilen kesimleri bile “anar­şist”! sadece bombalarıyla, tabancalarıyla, döktüğü kanlarla, yaktığı canlarla tanıdı ve onu sadece “korku” ve “nefret” le karşıladı.
Anarşistin, şiddet eylemcisinin “ideal” adına yaptığını sandığı eylemlerin temelinde nasıl bir egoizm yani bencillik olduğunu gör­mek için İtalyan anarşisti Luigi Luccheni'yi hatırlamamız yeter. O, anarşistler denizinden bir damla gibi, bize “denizin terkibi” hak­kında kanaat verir:
Luigi Luccheni annesi tarafından Parma'da bir yoksullar evine terkedilmişti. Dokuz yaşında bir demiryolu inşaatında çalışmaya başlamıştı. Bu ve bunu izleyen yarım kalmış işler, onu bütün işveren­lere ve her türlü yöneticiye amansız bir düşman yaptı. Yapayalnız, işsiz, güçsüz ve başarısız, hep ismini dünyaya duyurarak hayaller kuruyordu. “Birini öldürmeliyim” diyordu, “fakat bu öyle biri olma­lı ki, ismim günlerce gazetelerin baş sayfalarını kaplasın.” Ve sonun­da hiç bir politik kişiliği olmayan ve vaktini acıklı, romantik şiirler yazmakla geçiren Avusturya İmparatoriçesi Elizabeth'i bıçaklayarak öldürdü.
Ravachol da annesiz babasız bir çocuktu, bakımevlerinde büyü­müştü. Ömrü geçim için dilenmekle geçmişti.
Roderick Kedvvard şöyle yazıyor:
“Bu kişiler, sosyal ve ekonomik veya şahsi mah­rumiyet çekmiş, bağımsızlıklarını ve benliklerini korumaya yeminli kimsesiz kişilerdi... Anarşizm tari­hi incelendiğinde Ravachol ve Luccheni'de bulunan iki unsurun, yoksulluk ve güçlü bir “bağımsızlık” duygusunun, her zaman varolduğu görülüyor. Bir ted­hişçi yaratmak için başka sebeplere de gerek vardı, fakat bu iki unsuru her tedhişçinin hamurunda bul­mak mümkündü.”
Bunlar, toplumun adaletsizliğiyle bütünleşemedikleri için, büyük bir adalet ve merhamet hareketinde, gerçekten İnsanî usullerle âdil bir toplum kurma çabasının siyasî kadrolarında yer alabilirlerdi. Fa­kat “zehirlendikleri” anarşizm ideolojisi onlara böyle bir yol gös­termediği gibi, esasen hudutsuz kinleri de bu büyük sabır isteyen yürüyüşe müsait değildi. Gerçek idealist, her devirde bu uzun yola koyulmaya, zulme değil mazlumluğa, ezmeye değil, ezilenleri kurtar­maya kendisini adayan, büyük merhamet ve nefes sahibi olmayı başaran insandır.
Anarşizm hiç bir zaman bombalarla saldırdığı düzeni yıkamadı, hatta biraz olsun değiştiremedi. Bugünkü Batı toplumu, halen varo­lan adaletsizliğine, bunalımına ve insana aykırı yönlerine rağmen, 19. asırdaki gibi değilse bunu sağlayanlar şiddet eylemcileri değildir. Şiddet, hiç bir zaman adaleti gerçekleştirmemiştir.
RUSYA, “FERTSİZ TOPLUM”
İstersen öldür, bir iz görünmüyor,
Şaşırdık yolumuzu, ne yapsak ki.
Bizi dağlarda güden galiba şeytan,
Oraya buraya savurup duran.
Niçin bu kadar çoklar, nereye sürüyorlar.
Neden böyle acıklı söyledikleri şarkılar?
Kötü bir ruhu mu gömüyorlar.
Yoksa cadıya düğün mü yapıyorlar?
ALEKSANDR PUŞKİN
“Baba Çar”ların Rusyası, bu deyim uygunsa, yeni çağlarda yaşı- yan bir “klan” toplumu idi. “Ben” ve “sen” yoktu, sadece “biz” ve “siz” vardı. Rus topluluğu fertlerden teşekkül etmiyordu, “sürü”lerden oluşuyordu. Tıpkı koyunlar gibi, Rusya'da da insanlar “şuurlu fert”, “karar ve irade sahibi fert” değillerdi; mensup oldukları sosyal ve dinî sınıfların oluşturduğu sürüler içinde “iradesiz” ve “kişiliksiz” canlılardı. Toplum içinde fert değil, bir organizma içinde hücre gibi! Hücrelerin de “özel” hayatları vardır ama onu bağlı olduğu organiz­madan ayırınca ortada hücre diye bir şey kalmaz. İşte Rus toplumu böyle bir toplumdu. Daha doğrusu, “cemiyet” değil “cemaat” veya “cemaatler hiyerarşisi” halinde bir toplum. Hem de, “cemaat” olma­yı, mistikleştirmiş bir toplum...
Bu tip toplumlar “şok”larla değişmeye başlarlarsa büyük buna­lımlar doğar. Organizmadan ayrılmış hücre gibi, “cemaat” toplumu içinde “fert”leşen insanlar korkunç, çıldırtıcı bir “yalnızlık” duygu­suna kapılırlar. Bu duygu, onları tıpkı eski toplumda olduğu gibi “fert” yani “yalnız” olmaktan kurtaracak inançlara ve “örgüt”lere aşırı şekilde kendinden geçercesine bağlanmaya iter. O, bağlandığı “örgüt” içinde bir davaya bağlanmış “fert” değil, bir “cihaz”a mon­te edilmiş “parça” olur. Cihaz... Rusçası “aparat”.. “Aparat” deyi­minin siyasî edebiyata Ruslar tarafından sokulması bir tesadüf değil... “Fertsiz toplum”dan bir “canlı”, “aparat”a girdiği zaman “üye” olmaz, “aparatçik” olur. Yani “aparat'ın, cihazın, teşkilatın irade sahibi üyesi değil, iradesiz ve şahsiyetsiz bir parçası... İşte “aparatçik” budur.
Mesela  Naçayef in müritleri de, Lenin'in müritleri de asla “üye” değil, “aparatçik” idiler!
“Aparatçik”, “fert” yani üye değil, “parça” olduğu için, “bü­tün” içinde erimiştir, kendinden geçmiştir; “benliği” yoktur, “bizliği” vardır.
Avrupa'dan kopya edilen kapitalizm, böyle bir toplumda gelişe­mezdi.
Zorla geliştirilmek istenirse Rusya'da Bolşevizmden önceki gibi bir “düzen” ortaya çıkardı. Böyle bir toplumda zorla da olsa kapita­lizmi geliştirmek, “parça”yı bütünden koparmak, onu zorla “fert” yapmak, yani psikolojik yalnızlığa itmek demekti. Çünkü kapitalizm “kendi” menfaatinin peşinde koşan, “karar” sahibi, “irade” sahibi müteşebbisler, yani “fert”ler gerektirirdi. Böylece kapitalizm, eski “cemaat” yapısını parçalar, insanları “oraya buraya savurup” bir “cadı düğünü” çıkarırdı ortaya!
Bu maddî gelişmenin yanında Avrupa'dan liberalizm, ferdiyetçi­lik, halkçılık (narodnizm) gibi ideolojiler gelirse ve o “yalnız” adam­ları “ideoloji örgütü” ne yani başka türlü bir “cihaz”a bağlarsa, artık ferdin bunalımı kitlelerin, “sürü”lerin bunalımı olurdu. Rusya’da “hürriyetçi”ler bile hiç bir zaman “hür” olmadılar, hatta “hür” olmayı istemediler! Onlar nefret ettikleri eski toplumun “iradesiz parça” sı olmak yerine, “hürriyet” denilen bir hayalin, bir cihazın parçası olmayı istediler!
Onlar aslında “hürriyetten kaçma” yani ferdîleşmenin yalnızlı­ğından kurtulma çabasındaydılar. Onların Avrupai fikirleri benimse­meleri, daha önce gördüğümüz Avrupa'lı anarşistler gibi “bağımsızlıklarını korumak” için değil, bağımsızlıktan, yani hürriyetten, yani fertleşmekten kurtulmak içindi!
Binaenaleyh Rusya'da bazan NİHİLİZM (ANARŞİZM), bazan “HALKÇI­LIK” (NARODNİZM) daha sonra da Bolşevizm olarak göreceğimiz ted­hişçiliğin temelinde “hürriyetten kaçış” vardır. Erich Fromm'un “Hürriyetten Kaçış” adlı mükemmel eserinde Nazilik için çizdiği vetire, Rusya'daki ideoloji hareketleri ve bilhassa Bolşevizm için de “aynen” geçerlidir.
[NİHİLİZM Hiççilik, veya Yokçuluk 19. yüzyıl ortalarında Rusya'da özellikle genç entellektüel kesim arasında taraftar bulan bir felsefî yaklaşımdır. Latince nihil (hiç) sözcüğünden türetilen Nihilizm, bilimsel bilgi dışında hiçbir gerçek bilgi olmadığını kabul etmektir. Rus edebiyatında ilk kez nedejin'in bir makalesinde puşkin için kullanıldı. Bu yaklaşımın uzantısı olarak da toplumda yerleşik kuralların, kurumların, değer yargılarının ve ahlâk kurallarının yadsınmasına varır. Nihilizm, en belirgin olarak İvan Sergeyeviç Turgenyev'in Türkçeye Babalar ve Oğullar adıyla çevrilen romanının kahramânı Bazarov'un kişiliğinde ifâde bulmuştur.]
Avrupa anarşizmi terör deyneğinin bir kirli ucu, Nazilik ve Bol­şeviklik terör değneğinin öteki kirli ucudur.
“Cihaz”, geleneksel Rus toplumu olabilir, kilise olabilir, “inziva” olabilir, parti olabilir, dernek olabilir, “hücre” olabilir, “fesat teşki­lâtı” olabilir. Olsun da ne olursa olsun, yeter ki yetki ve sorumluluk sahibi, irade ve karar sahibi, o “yalnız fert” olmasın! Bundan dolayı­dır ki, Rus'un dindarlığı, nihilizmi, dinsizliği, narodnizmi, Bolşevizmi daima “en aşırı” ve “kendinden geçercesine” inançlar olarak ortaya çıkmıştır. O, bunlardan hangisini seçerse seçsin ötekilerinin uzlaşmaz, barışmaz, affetmez düşmanıdır. O, böyle bir kendinden geçişte, en aşırılıkla bağlanışta, bağımlılığa susamış ruhunu doyur­maya çalışır. “Slave” yani “köle” ruhu! Bu ruh, hiç bir zaman “hür rejim” kuramadı!
İnsanlar, toplumda genel bir kabule mazhar olan “değerler”den yoksunlaşır. “Eski” veya “yeni” değerler, hemen sloganlaşır, yani bir “hayat tarzı”, bir “dünya görüşü”, bir “davranış ölçüsü” olmak­tan çıkar, bunalımla kalplerin hınçlarını ifade eden ruhsuz, seviyesiz, dar görüşlü “şablon”lar haline gelir. Bu dar, bu içine “normal insan”- ın sığamayacağı şablonlar, fikirlerin ve inançların ufkunu daraltır. Ve bunalım toplumunun katı, hoyrat, müsamahasız, sabırsız, sevgisiz insanı, bu daracık şablonun anormal sınırlarına uyduramadığı herkesi düşman görür. İşte Dostoyevski'nin deyimiyle “apaçık bir alçak­lık yaptıktan sonra, kendini alçak saymamak, hatta bazan da ger­çekten alçak olmamak” hali, yani vahşetin sosyal kaynağı böyle belirir.
Bırakın Lenin'e toptan karşı olanları, ona toptan inanıp da bir cümlesi “farklı” yorumlayanları bile “hain, burjuva köpeği, revizyo­nist” ilân eden “Necayef'ler, “şablon”un dışında kalanlara yaşama hakkını çok görenler Türkiye'de de çoğalmıştır.
Milliyetçilerin “kâfir” ve “cehennemlik” olduğunu “isbat” et­mek için, sadist bir zevki çırpınan ve kendi özel, şahsî şablonu ile İslâmiyet gibi evrensel bir imanı “aynileştirmeye” çalışan bir yazar, nihayet, bir gazetede, şu noktaya sürüklenmişti; “Kur'an-ı Kerim'de MTTB, “millî görüş”, “akıncı” var mı?”!!!
Türkiye'deki terör meselesini, kitabımızın Türkiye bölümüne gel­diğimizde ele alacağım. Şimdiden bir nebze temas edişimin sebebi, Rusya'daki terör meselesinin Türkiye açısından taşıdığı önemi vur­gulamak, anlatacaklarımızla Türkiye arasında bir mukayese yapması için okuyucunun dikkatini çekmektir. İlgi çekici benzerlikler vardır:
1)             Rusya tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiyordu. Hem sosyal yapı, hem kültür yapısı bakımından bir “geçiş toplumu” idi. Türkiye de kendi şartları içinde böyledir.
2)             Rusya'daki gerek nihilist ferdî terörün ve gerekse Bolşevik devrimci terörün temelinde, “geçiş toplumu”nun doğurduğu kor­kunç fanatizm vardı. Türkiye'deki terörün temelinde de aynı şekilde korkunç olan fanatizm vardır.
3)             Rusya'da nihilizmin ferdî terörizmiyle başlayan eylemler, giderek, Bolşevizmin “devrimci terör”üne ulaştı! Türkiye'de de Marsizmin ferdî terörizmi, giderek Marksizmin “devrimci terörü”ne dönüştürülmek isteniyor ve bu yolda ciddî adımlar atılmıştır.
Çoğaltabileceğimiz benzerliklerin yanında, Rusya ile Türkiye arasında önemli farklılıklar da vardır ki bunların başında “millî ka­rakter” farkının yanında Türkiye'de siyasî demokrasinin varlığı gelir.
“Sizi tahrik edecek terör hareketlerinde bulunmanızı sağlamak ve sonra da hepinizi ezmek...”
Polis Ajanı ZUBATOV “Provokasyon”, tıpkı “ajitasyon” gibi Türkçeye “kışkırtma” olarak çevriliyor. Hâlbuki manaları çok farklı. Ajitasyonu gürdük. Ajitasyon, sosyal bakımdan huzursuz ve reaksiyon içinde olan kitle­leri devletle vuruşturma, giderek onlar vasıtasıyla devleti yıkma “sanatı” idi.
Provokasyon bir bakıma bunun tam tersidir.
Türkçemizde bir ata sözü var, bilirsiniz: Erken öten horozun ba­şını keserler... İşte provokasyon böyle bir şeydir. Veya çeşitli kış­kırtmalarla, müdahalelerle “erken doğum” yaptırarak çocuğun ölme­sini sağlamak gibi bir şey!..
Provokasyon, bir hareketi maceraya sürükleme ahlâksızlığıdır.
Lenin'in ideolojik ve fiili disipline çok önem vermesinin sebeple­rinden biri de, Çar polisinin giriştiği provokasyonları önleme telâşı idi. Gerçekten Çarlık polisi, işçi muhitlerine, öğrenci çevrelerine, “devrimci” gruplara sık sık “ajan-provokatör”ler sokuyordu. Bu pro­vokatörler, “keskin eylemci”, “keskin devrimci” görünüyorlar, belli bir süre böyle güven kazandıktan sonra “vakitsiz”,-yahut o sıradaki zaman ve mekân şartlarına ters düşen, veya hereketin stratejisine aykırı eylemleri kışkırtıyorlardı. Öyle keskin devrimci görünüyorlar, öyle cerbezeli hallere giriyorlar, “şecaat” arzediyorlar, hatta zaman zaman polisle çatışmalara bile bizzat giriyorlardı ki, kendilerini “sağ­lam devrimci” diye kabul ettirebiliyorlardı.
Bunların telkinlerine kapılanlar hemen istenilen eylemi yapıveri­yorlardı. Ama polis hazır bekliyordu ve eliyle koymuş gibi yakalıyor­du. Yahut bu provoke (kışkırtılmış) hareketler öyle ters bir zamanda ve zeminde oluyordu ki, kitlelerin nefretini kazanıyor, hareketin ta­mamını belâya sokuyordu.
Ajitasyon, bir “ayaklandırma sanatıdır” diyebiliriz. Amacı, kit­leleri ayağa kaldırıp, topluluklar halinde devlet kuvvetleriyle vuruş­turmak, böylece kitlelerde devlete karşı nefret ve savaş tecrübesi meydana getirmektir. Bu usuller, sadece devleti yıkmak isteyen ideolojiler tarafından kullanılabilir.
Türkçeye aynı şekilde “kışkırtma” diye tercüme edilen “provo­kasyon”, çok farklı, hatta tam zıddı amaca yönelik bir eylem, daha doğrusu “tuzağa düşürme” fesatçılığıdır.
Dünyanın her tarafındaki komünist eylemlerin temel taktiği olan ve Rus ihtilâlinde temel rolü oynamış bulunan ajitasyonu bir örnekle anlatalım.
Bir Bolşevik “ajitatör”, işçilerin çalıştığı fabrikaya gider. Onlara Marksizm dersi falan vermez. Bu propagandacının görevidir. Ajitatö- riin görevi, işçileri topluca polis ve jandarmayla çatışmaya sürükle­mektir, kışkırtmaktır.
Ajitatör işçilere çok müşahhas şeylerden bahseder: Günde 8 sa­atten fazla çalışmayalım. Patronlar bizi sömürüyor. Bu düzen bizi eziyor. Bu ücretlerle geçinmek mümkün değil! Eğer komünist ajita- törün tasvir ettiği bu şartlar gerçekten varsa ve işçiler gerçekten bu şartları değiştirmek için hırslıysalar, muhakkak ki ajitatörün söz­lerinden etkileneceklerdir.
Ajitatör bir adım daha atar: Bu hakları ele geçirmek için grev yapalım.
Böylece “ekonomik safha” tamamlanmıştır.
Grev başlar. Ama ajitatör yine durmaz. Grevin taşkınlaşmasını sağlamaya çalışır. Tahripleri teşvik eder. Sokağa dökülmeye, devletle çatışmaya teşvik eder. “Patronsuz düzen”, yahut Rusya şartlarında “kahrolsun otokrasi” gibi sloganların söylenmesi için “amigo” luk eder, “bıçağını, silahını” çeker, olayları tırmandırır. “Yangın çıkar­mak için gazlı kundaklar” kullanır. İş bu safhaya geldikten sonra “Çarın polisi” değil, demokratik ülkelerin polisi bile müdahale eder.
Artık “siyasî ajitasyon” safhası da aşılmıştır.
Polisle vuruşma başlar. Bu üçüncü safhadır: Savaş:
Böylece işçiler, peş peşe, yıllarca, durmadan bıkmadan, bu şe­kilde kışkırtmalarla polis ve jandarmayla, yani devletle vuruşmaya alıştırılır. Oyle bir şartlanma meydana gelir ki, artık “eylem” demek, kitleler halinde vuruşma demektir. Taraflar yani işçi ve devlet arasına kanlı bir düşmanlık girer. Böylece bütün bir işçi kesimi ihtilâl gücü haline getirilmeye çalışılır! İçlerinden en kabiliyetli olanlar, öte­kilerini sürükleme yeteneği bulunanlar, hücrelere alınarak tam mili­tan olarak yetiştirilir ve tekrar kitlelerin içine “ajitatör” olarak gön­derilir. Artık “öğrenci ajitatör”ün verini, işçilerin dilinden, halinden daha iyi anlayan, onlarla iyi diyalog kuran “işçi ajitatör' almıştır. Bir avuç ajitatör, yüzleri, hatta binleri ihtilâl için kullanma etkinliği­ni kazanmıştır!
Totaliter rejimde mazlumların devlet terörüne karşı sığınacakları hiç bir sığınak yoktur.
Adalete mi müracaat edersiniz?
Başında terö­rizmin şefleri vardır. Gaspedilmiş haklarınızı almak için grev mi ya­parsınız?
Sendikalar hak alma müessesesi değil, terörizmin emrinde baskı organları haline getirilmiştir. Sizi ezen yöneticileri değiştirmek mi istersiniz?
Ne rey hakkınız vardır ne de seçebileceğiniz başka bir parti!
Çağımızda her totaliter düşünce teröristtir, her totaliter devletin dayanağı devlet terörüdür.
“Tek parti diktatörlüğünü” kurarak, insanların “sığınma” ve “seçme” haklarını ellerinden alırsanız, kan kusturmaktan başka yapacağınız bir şey yoktur.
Rusya'da köylülerin ve işçilerin başına gelenler bu çirkin haki­katin acıklı delilleridir.
Rusya'da büyük toprak mülkiyeti zaten kalmamıştı. Sadece orta büyüklükte çiftçiler vardı. Stalin, bu küçük mülkiyetin varlığını bile
Marksizm-Leninizm'in “kavram”larına aykırı gördü ve “KOLLEKTİFLEŞTİRME” denilen çılgınlığa girişti. “İnsan”a, “kavram”ın damgasını vurmak için girişilen bu “KOLLEKTİFLEŞME” nin bedeli, öldürülen veya açlıktan kıvranarak çırpınarak ölen 6 milyon insandır!
Rusya, bugün bile yiyeceği buğdayı dışarıdan satın alan bir ülke...
Köylüler ne yapabilirlerdi ki?..
Seçecekleri başka parti yoktu.
Haklarını arayacakları mahkemeler de yoktu. Dertlerini dinle­yecek yöneticiler de yoktu. Haklarını savunmaya kalkıştılar; o zaman da “karşı-devrimci” diye kurşuna dizildiler.

Yazıların Alındığı Kaynak:
Taha AKYOL, Politikada Şiddet, Birinci Baskı- Töre - Devlet Yayınevi Ankara 1980

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar