PORNOGRAFİ NASIL SANAT OLDU?
Kendisine ait “Profesör Unrat” romanının “Mavi
Melek” isimli sinema uyarlamasını izleyen Heinrich Mann, film hakkındaki
düşüncesini ironik bir üslupla şöyle dile getirir; “benim kafam ve
bir artistin bacakları!”
Mann’ın yüzyılın ilk yarısına ait bu
yargısı/analizi bugün için toplumsal hayatın her alanına sızan pornografinin
nasıl olup ta bu kadar yaygınlık ve hatta saygınlık kazandığının ve rahatlıkla
pazarlandığının ipuçlarını vermektedir. Buradan hareketle seks/sanat/ticaret
üçgeninde devr-i daim olması için maksimum görünürlüğü hedefleyerek bedeni
dikizleyen ve ifşa eden sinemanın, edebiyatın, resmin ve müziğin nasıl ve niçin
sanat halesine/aurasına büründüğünü anlayabiliriz.
Nihilizmin kader olarak tarihte revan olduğu
dünyamızda, pornografi, ahlakın sürekli saldırıya uğrayarak mevzi
kaybetmesine paralel yeraltından yeryüzüne çıkarak özgürlükler elde etmiştir.
Fakat hala dinsel, ahlaki ve törel yasakların tümden yok olmadığı yerlerde porno
bir kısım kamusal alanlarda hala yasaktır. Dolayısı ile pazarı genişletmek
isteyen pornocular bir çözüm/hile bulmak zorunda idiler ve buldular da;
pornografinin kültüre/sanata sızdırılması ve zamanla ona dahil edilmesi.. Ve
böylece, bu ” gizlenme pratiği” ile pornografi, modern sanatın dokunulmaz,
eleştirilemez saygın mabetlerinde, sanat galerilerinde ve müzelerde, yasanın
takibine uğrama kaygısı taşımadan müşterisi ile buluşmakta ve kamusal alanlarda
“ahlakçı”ların soruşturmasına ve saldırısına maruz kalmadan varlığını devam
ettirmektedir.
Kamusal mekanlar gibi insan dolaşımının fazla
olduğu yerler, belirli bir ahlakın ve onun yasaklarının (alkol,
uyuşturucu, seks) hayat bulduğu son yasal sığınma noktalarıdır. Bu alanlara
girebilmek için uluslararası kültür trafiği ile birleşen pornografi böylece
kültürel faaliyete ile karışarak ve kaynaşarak kültürel faaliyete tanınan ifade
özgürlüğünden faydalanmaktadır. Kültürle karışan ve kaynaşan porno, kalan
son hukuki sınırlamalardan da kaçmayı başararak “hizmet” sektörünün ayrımcılık
yapmayan niteliğinden de faydalanmaktadır.*
Bugün, pornografik bakışın
odaklandığı “ticari beden” sanatı işgal etmiştir ve tersi. Seks/ticaret/sanat üçlüsü
Mahrem olanı tüm ayrıntıları ile ışığa maruz bırakmış, teşhir ve ifşaata icbar
etmiştir. Meta-sanat, derin bir şehvetle elektronik gözlerin “panoptik
bakış”ına ve teslim edilen bedeni/teni/eti tüm ayrıntıları ile görüntü, söz ve
müzik olarak pornografların şehvet masasına servis etmektedir.
Nesnelleştirilmiş bedenin hoyratça harcanması ve işkenceye maruz bırakılması
bir strateji dahilinde sanata dahil edilen pornografinin neticesidir. Pornografi
suret-i sanata/n bürünerek/görünerek kültürel etkinliklerin tekin mekânına
yerleşiyor.
Kalabalığın ticari amaçla sanat mekanlarına çekilmesi
ve pazar pastasının büyütülmesi gayesi ile cinsel tahrike yönelen
pornografik görüntü pazarına dönüşen galeriler, müzeler, sinemalar,
müşterilerini kendilerine reklam afişlerinde sunulanın/gösterilenin daha
fazlasını/devamını görmek için sinemaya, sergi salonlarına yahut müzelere davet
etmektedirler.
Seks ve ticaret, sanat ile bütünleşmiş durumda. Sanat
müşteri bulmak, para kazanmak için cinsel hazzın tahrikine ve
davetiyesine kapıları açarken, seks pazarı son kadim kurumlar tarafından
korunan alanlarda rahatlıkla ticaretini yapmak için sanatın koruyucu
kollarının/kanatlarının altına sığınmaktadır. Sonuç, sapkınlık ve
saplantıların, cinsel hezeyanların sanat suretine büründürülmesi ve
meşrulaştırılmasıdır. Fakat işin ticari hacminin büyüklüğü sanat korsanlarını
bu konuda sürekli cesaretlendirmektedir. Kısaca, kâr güdüsü/tanrısı sanat ve
pornografinin nikâhını kıymış ve izdivacını temin etmiş durumda.
Sanat, modern dünyanın en
“kutsal!”, ve en korunaklı alanıdır. Geleneğe karşı bir put kıran olarak işlev
gören, saygın ve neredeyse eleştiriden münezzeh, ahlaktan muaf bir etkinlik
alanıdır. Modern sanat ve ona dahil olan/edilen her unsur, ahlaka karşı bir
dokunulmazlık zırhına bürünmektedir; “sanat, ahlakdışı olmaz” klişesi bu
anlayışın göstergesidir. Bu aynı zamanda “yasadışı sanat yoktur” demektir,
çünkü; ahlaki olan kolaylıkla yasak olmaz. Böylece müstehcen olan, sanat
maskesi ve hilesi ile ahlakı askıya alırken, yasadan ve yasaklardan da paçayı
sıyırmaktadır.
Pornografi, bugün müzikte, sinemada ve resimde güçlü
sarsılmaz bir taarruz konumundadır. Sanat, ahlakın, yani “iyi” ve
“kötü”nün ötesine taşınınca haliyle sınırlar kendiliğinden yok olurken,
yeni sınırlar/sınırsızlıklar/tanımlar fetiş bir etkinlik olan sanattın bizzat
kendisi tarafından tanımlanmaktadır. Artık sanat olan şeyin kötülük ile
ilintilendirilmesi, yargılanması ve cezalandırılması söz konusu değildir.
“Yeni sanat”ın merkezinde hedonizm vardır. Amaç, hem
kalite hem de kantite olarak olabildiğince daha çok arzunun tahrik ve tatminidir
ve tabiî ki tüm bunlar kapitalin egemen araç ve amaç olduğu bir piyasa içinde
vücut bulmaktadır. Ve tüm bunların ardında “hazların kullanımı ve denetimi” ile
“toplumsal gövdenin” kontrolü sağlayan bir iktidar kavrayışı vardır.
Karl Marx’ın yaklaşık 150 yıl önce, semizleyen
kapitalistleri ürküten “Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor; komünizm
hayaleti” önermesini, “imparatorluk”a dönüşen küresel, sınırsız-mekânsız
kapitalizme paralel olarak tüm dünyaya teşmil ederek şöyle demek mümkün; “Tüm
dünyada bir hayalet dolaşıyor ‘ideal beden’ hayaleti”. Elbete bu somut
hayaletin çoğunluk iş bulma mekânının modern kadınlık alemi olduğu da gözden
ırak olamayan bir olgu.
Dünya feminist hareketinin tüm hedeflerinin
gerçekliği ve gerçekleşebilirliği gözden geçirilmeye ve sorgulanmaya muhtaç.
Siyasal, sosyal, ekonomik kazanımlara ilave olarak tıp ve kozmetik sanayiinin
kadınlara ne kazandırdığı ve “kadın kimliği”ni nasıl dönüştürdüğü
yeniden gözden geçirildiğinde, “büyüsü bozulmuş” modern zamanların,
kadın kategorisini, mitik zamanlara oranla çok daha baskıcı ve ekonomik
kategorilere indirgeyerek, onu psiko-insan olarak “arzunun nesnesi” ve
ekonomik “vitrin” olarak kurguladığını görmek mümkün. İlginç olan
kadının kendisini ataerkil karşıtı “öteki” olarak inşa etme sürecinde
“öteki”nin, erkeğin, adeta kendisi ile ontolojik bir birlikteliğe sahip olan
değerleri tersten temellük etmesidir. Foucault’nun dili ile söylersek kadın
kendisini “özne olarak inşa ederken”, kendi varlığını tanımlarken model
olarak, erkek perspektifini, konum ve beğenisini, dişil bir renk katarak kendi
cephesine taşıyor. Kendisi için dışardan belirlenen bir kaderi
rahatlıkla içselleştirebiliyor.
Sonuçta, “kadınların bağımsızlık mücadelesi”nde
bu silahlar asıl sahipleri için hizmet veriyor ve kadınların elinde infilak
ediyor. Bu patlayıcıların en yaygın olanı ise “estetik silahı”dır. Geleneğin
“Tanrı vergisi güzellik” kavrayışının yerini alan, ekonomik seküler değişimin
ifadesi olan, “çirkin kadın yoktur; bakımsız kadın vardır” önermesini şöyle de
okumak mümkün; “Cirkin kadın yoktur; kozmetik kullanan ya da kullanmayan
kadın vardır. Ürünlerimizi tüketin güzelleşin”.
Artık kapital dünyada güzellik-estetik verili
değil, yapaydır. Bu estetik değerleri üreten ise tabii ki serbest piyasadır.
Tüm metalar gibi bedenin değeri de piyasanın iktidarı tarafından belirlenir.
İnsanoğlu, çoğunlukla seksüel tercihi ortodox heteroseksüellikten yana
koyduğuna göre, önermemizi şöyle kurabiliriz: Kadının bedenini estetik kullanım
ve değişim değerini belirleyen erkek iktidarıdır. Zaten iktidarın bizatihi
kendisi eril-erkek değil midir? Kadınların estetik-kozmetik sanayisinin
patronlarının ceplerini doldurarak ulaşmayı düşündükleri ideal nesne-beden’in,
erkekleri lüks gecelere sponsor kılmakla beraber “etekli iktidar’ı mümkün
kılmadığı gün gibi ortadadır.
Kadın bedeni-gövdesi teni eril hazların
kullanımı için sürekli olarak teorik ve pratik olarak biçimlendiriliyor ve
manipüle ediliyor. Bu dişil bedeni kuşatma-onarma süreci kadınların da rızası
ile gerçekleşiyor.
Sözlükler terör kavramını, sistematik şiddet uygulama,
korku içinde bırakma, ürkütme, yıldırma, paniğe düşürme olarak tanımlıyor. Bu
haliyle estetize edilmiş beden, 90-60-90 sınırını ihlal eden tüm bayanları
tehdit ediyor, aşağılıyor, psikolojik baskıya maruz bırakıyor. Kadını farklı
kılan kimliği yerine onu erkek tarafından tercih edilir kılan görüntüsü
geçirildi. Böylece estetik görüntü enformasyonuna uğrayan kadın kendi kimliğini
görüntüsü üzerinden kurmaya çalışarak dışlanmışlıktan kaçınıyor. Her gün görsel
ve yazılı medyada boy gösteren, varlığı vücudu olan manken-artist-şarkıcı
grubu, tüm programlarda, lisan-ı halleri ve lisan-ı kavl’leri ile konuklarına
izleyicilerine şantaj uyguluyor ve onları tehdit ediyor. Çoğunlukla,
iktidarları erkekler tarafından tercih edilmekten kaynaklanan bu sanat erbabı!
Hemcinslerini “evde kalmakla” korkutarak onları
kendilerini baştan yaratmak için, estetik cerrahinin harikalar yaratan diyarına,
kozmetik ürün cennetlerine davet ediyorlar. Sonuç, beğenilen, koklanan çiçekler
olmak adına müthiş bir terör; kendinden kaçış, kendinden utanma, kült
bedenlerle ümitsiz bir yarış, aşırı stres, güzellik ürünlerinin yan etkileri,
solaryumlar, bedeni tıbbın teneşir tahtasına yatırma, botokslar, silikonlar,
yağ aldırmalar, eklemeler, çıkarmalar, uzatmalar, kısaltmalar, vs. yani saçtan
tırnağa estetik, yap-boz tahtasına dönüşen bir nesne-beden. Check-up’lar.
Çekmekle bitecek gibi değil.
Tarih boyunca kadınlar güzelliğin sembolü olarak
görüldü. Elbette kadınların makul ölçülerde zatına hoşça bakmasında/kendilerine
özen göstermesinde sorun yok. Sorun kadınların sadece beğenilme güdüsü ile
kendilerine özen göstermesi ve kabul ettirmeye çalışması.
“[...] bir 20. yüzyıl patolojisi olan
‘totaliter İslam’ın neden yanlış olduğunu iyi anlamak ve anlatmak, açık ve
çoğulcu toplumu kabul eden, insanların ‘günah işleme özgürlüğünü’ tanıyan bir
Müslüman perspektif sunmak lazım. Din elbette ‘tebliğ’ edilebilir, ama empoze
edilemez. Edilirse de zaten bir anlamı olmaz [...].”
Gerçekten de yobaz laiklerin insanları devlet eliyle,
zorla “çağdaşlaştırma” çabası ne kadar sorunluysa kimi “İslamcı” devletlerin
vatandaşlarını zorla günahtan korumaya çalışması o kadar yanlış.
Dikkat edilecek olursa her iki yaklaşımın ortak
noktaları var:
- 1)
Vatandaşları çocuklaştırmaları,
- 2)
Bireysel sorumlulukların vatandaştan devlete transfer edilmesi,
- 3)
Devletin (ve memurlarının) hata yapmaz, mutlak erdem sahibi kabul
edilmesi.
Uygulamada ise gerek “komünist” gerekse “İslamcı”
rejimlerde bu erdemi temsil eden ve adeta tapılan bir de “önder” var: Humeyni, Stalin, Lenin, Hitler, Mussolini… Bu önderler öldükten sonra bile bir yarı tanrı gibi
gösteriliyor, mezarları Kâbe gibi ziyaret ediliyor. Bu konunun tarihi boyutunu Humeyni Lenin’i döver mi? Adlı yazımızda ayrıntılı
biçimde anlatmış ve Demokrasimize mola verelim mi? isimli makalemizin sonunda da
faşizmin kısa bir tarifini vermiştik. Daha ayrıntılı bilgi için buralara da
bakılabilir:
Günah işleme özgürlüğü derken günah işleTme
özgürlüğü demiyoruz elbette. Dindar bir insanın en doğal hakkı kendini ve
çocuklarını günahlardan korumak. Ama İslâmî erdemi devlet eliyle kamulaştırmak
isteyenler ister istemez faşizme yaklaşıyor. Yani yobaz Kemalistler ile yobaz Müslümanların çok büyük bir farkı yok bu
bağlamda.
Tek yol liberalizm!
1970′lerde solcuların bir sloganı vardı: “Tek yol
devrim!”. Artık ideolojilerin, sloganlarla düşünmenin, devrimlerin sonunun
geldiği bir çağdayız.
70 milyon insanız, 2000 km uzunluğunda, dikdörtgen
biçiminde bir toprak parçasında yaşıyoruz. Sadece İstanbul’da bile öyle farklı
yaşam tarzları var ki. Bunlardan birini ideal kabul edip geri kalanlara
dayatmak bizi hiç bir yere götüremez.
Başörtüsü, içki yasağı, Kürtçe yayın, misyonerlik, …
Bunun gibi sorular ve sorunlar her zaman çıkacak karşımıza. Yapılacak tek bir
şey var: Özgürlüklerden yana tavır almak. Özgürlükleri modası geçmiş bir
“çağdaşlıkla”, polis copuyla değil başka özgürlüklerle sınırlandırmak.
Günahtan sadece kendini değil toplumu ve hatta gelecek
kuşakları korumak isteyen dindar Müslümanlara ise İslâm’ı daha iyi öğrenmek
ve anlatmak düşüyor: Çünkü İslâm’ın tarif ettiği günahlar “modern” dünyanın
kötüleriyle büyük ölçüde örtüşse de dinî referanslarımıza aykırı yaşamak
zorunda kalıyoruz kimi zaman.
Cinayet, hırsızlık, çocukların cinsel istismarı gibi
günahlar Müslüman olmayanların gözünde de kötü. Ama içki, zina, kumar?
Bir ara zinanın suç kabul edilmesi hararetle
tartışılmıştı ülkemizde. Şimdi kendi kendimize soralım:
- 1)
Zina yapanların devletçe cezalandırıldığı bir ülkede mi yaşamak istiyoruz
yoksa insanların eşlerini aldatmadığı bir ülkede mi?
- 2)
Zina hangi koşullarda, bölgelerde, yaş ve meslek gruplarında yaygın?
- 3)
Erkekler eşlerini ilk defa neden birinci doğumdan sonra aldatıyor?
- 4)
Aldatmaların % kaçı boşanmayla sonuçlanıyor?
- 5)
Çocuklarda ne gibi izler bırakıyor bu olay?
- 6) Vs
vs.
Eğer dindar Müslümanlar günah ile kötü (ve sevap ile
iyi) arasında akılcı köprüler kurabilirlerse:
- 1)
Kendilerini günahtan daha iyi koruyabilirler,
- 2)
Sözleriyle değil örnek davranışlarıyla İslâm’ı temsil edebilirler,
- 3)
Müslüman olmayan insanlarla da el ele çalışabilirler,
- 4)
İslâm açısından değerli olan kavramları herkese anlatabilirler.
Bugünkü durum ise çok iç açıcı değil. Her fırsatta
batıya hücum eden, bütün yozlaşmaların, kötülüklerin kaynağını batıda gören
birçok Müslüman var. Oysa:
- 1)
Başlık parası ile berdel ile kızlarımızı satmak,
- 2) Kan
davası gütmek,
- 3)
Arazi uğruna komşu vurmak,
- 4)
Trafik “kazası” ile PKK’dan fazla adam öldürmek
için batıya ihtiyaç duymadık hiç bir zaman.
Hırsızlık yapanın kolun kesmekle, katilleri asmakla
İran ve Suudi Arabistan gibi ezber İslâmcılığı gütmek mümkün. Ama ikinci
bir alternatif sosyal bilimlerden ve diyalogdan istifade etmekten geçiyor ki bu
da idrak İslâmcılığı diyebileceğimiz ikinci bir yol.
Birincisi yöntemlerin İslamî
olmasını esas tutuyor ikincisi ise neticenin:
- 1)
Gözlerimi kaparım, dinin gereğini yaparım,
- 2)
Gözlerimi açarım, gerekeni yaparım.
“Kötü” eylemleri sadece bir suç gibi görmek cezayı,
suçun önlenmesi ise daha fazla polis yetkisini dolayısıyla özel hayatın
ihlâlini getiriyor. Suçu bir hastalık olarak görmek ise tedaviyi, önlemek de
insanlar arası diyalogu, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimleri devreye sokuyor.
Akla, bilime, vicdana dayanan, özeleştiri kapılarını
kapatmayan bir siyaset için kendini Tanrı yerine koymayan, vatandaşlarına günah
işleme hakkını tanıyan bir devlet sözde “İslamcı” devletlerden daha yakın
duruyor dinimize…
Not: Liberal demokrasi ile İslam’ın bağdaşmayacağını
düşünen dostlarımızın Mustafa Erdoğan’ın şu makalesini okumalarını tavsiye
ederim: İslam ve Liberalizm: Kısa Bir Bakış
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar