Print Friendly and PDF

PROF. DR. KENAN ERZURUMLU BEYEFENDİNİN HATIRALARINDAN

Bunlarada Bakarsınız




1973 veya 1974 yılı idi. Henüz "Mekteb-i Tıbbiye-yi Aliye-yi Şahane"[1] den mezun olmamıştım. Son stajlarımdan biri olan psikiatri'ye başladım. İlk semineri Özcan Köknel Hoca veriyordu.
İlk tanışmanın hemen ardından, psikiatriye girişi bir soru ile oldu: "Normal nedir? "
Hatırımda kalan, her birimizin kendine göre bir tarif yaptığıdır. Hoca, herkesi dinledikten sonra görüşünü açık­ladı:
"Hepiniz," dedi; "kendinize göre haklısınız. Ya birbirinize göre?"
Hoca, sohbetine devamla, her insanın kendi dünyasın­da yaşadığını ve değer yargılarının kendince olduğunu anlattıktan sonra, herkesin kendince normal ve doğruları­nın olduğunu söylemişti. Örnek olarak, o zamanların meş­hur bir bilim kadınının, konferansa giderken iki ayağına ayrı renklerde çorap giydiğini ve her çoraba tezat oluştura­cak şekilde farklı renklerden püskül bağladığını anlatmıştı.
Üstün başarılı veya deha olarak tanımlanan kişilerin "doğru" ve "normal" lerinin toplum genelinden farklı olabi­leceğini; hatta bu farklılığın, psikolojik rahatsızlık seviyesi­ne ulaşabileceğini vurgulamıştı. Hatırımda kalan, en son ve en çarpıcı ifadesi ise: "Bu günkü halimden % 10-15 daha şizof­ren olmayı isterdim" olmuştu.
Seminerden çıktığımda, dünyam allak bullaktı. İtiraf edeyim ki, "normal" ve "doğru "nun, kişilere göre değişen bir kavram olduğunu o gün kabul etmiştim.
Hayatım boyunca hep bu ilkeye sadık kaldım. Görüşle­rine katılmasam da, inançlarını sonuna kadar savunan ve mücâdelesini verenlere hep saygı duydum. Basit çıkarları için, dün ak dediğine bu gün kara diyenlerden, yalvaran-yaltaklanan ve yalakalaşanlardan, her zaman uzak durmuş, tiksinmiş ve ürpermişimdir. Para, makam, unvan ve şöhret için şahisyetsizleşenler de elbette aynıdır.
Kabul: Sert bir ifade oldu. Ama gerçek bu!...
Tokatlı Mehmet Efendi'nin şiiri ne kadar çarpıcı değil mi?
"Zelilin kaniim hamâkatine,
 Kulak vermem laf-u liyakatine,
Dünya şahit iken sadakatine,
Kurdu severim de köpeği sevmem."
(Alçak kişilerin beyinsiz ve ahmak olduklarına inanırım. Bu yüzden de onların ne söylediklerine ne de değerlerine önem veririm. Dünyanın sadakatine şahit olmasına rağmen; köpeği sevmem. Kurdu severim.)
"Adam" olmaksa o bambaşka bir şeydir.
"İnsan" çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. "Düşü­nen bir hayvan" diyenlerin yanında, "alet kullanan hayvan" diyenler de vardır. Kanaatimce bu tanımlamaların hiç biri yeterli değildir. İnsanı insan yapan inançları ve idealleridir. İnsanı yücelten de hiçbir karşılık beklemeden inançları ve idealleri için fedakârlıkta bulunarak gayret göstermesidir. Bu açıdan bakıldığında: geçmişin idealistlerini günümüz insanları ile kıyaslamanın, Onlar'a haksızlık olduğunu dü­şünüyorum.
Onlar "insan "dılar. Hele hele zamaneleri gördükten sonra....
İdealistlerin normalliğinden bu kadar bahsettikten son­ra, biraz da bilimsel çalışmalarda ve hekimlikte normal kabulü üzerinde duralım.
Hatırlarım -asistanlık dönemimde-, çok başarılı bir ba­şasistanımız (şu anda kendisi profesördür), eline bisturiyi aldığında, adeta fırtına kesilirdi. İnanılmaz seri ve güzel ameliyatlar yapardı. 70’li yılların sonuna doğru deneysel çalışmalarda 20 dakikada fareler arasında karaciğer nakli yapmıştı. Ameliyatta olmadığı zamanlarda odasına çekilir, okurdu. Bazen de elinde bir ataç teli ve eğe ile saatler bo­yunca uğraştığını görürdük. Aylar sonra ataç telinden -fare ameliyatlarında kullanmak üzere-buldog klampleri[2] yaptı­ğını ve deneysel ameliyatlarında kullandığını gördük. Otuz beş yaş civarında olan bu doktoru o zamanlar pek normal bulmazdık. Sonradan kendisinin "extraordinary"[3] kişiliği olduğunu kabul ettik. Bu gün, onun açtığı yoldan giden meslektaşlarımız karaciğer naklini sıradan bir iş haline ge­tirdiler.
Aynı kıdemde olan bir diğeri, inanılmazdı. Uzun yıllar bekâr kaldı. Sonra evlendi ve iki oğlu oldu. Gecesi-gündüzü hastahânede geçerdi. Sürekli okurdu. Tam güvenilecek bir dost, mükemmel bir cerrahtı. Güzel bir insandı. O yıllarda 45 dakikada "subtotal gastrektomi" [4] yapan üç kişiden biriydi. Solcu idi. Gusül abdestsiz yere basmazdı. Namaz kıldığını görmedim; her Perşembe babasının mezarına giderdi. Ba­şörtülülere karşı idi. Ama -en sıcak aylarda dahi- orucunu kaçırmazdı. Klinikteki lakabı "deli" idi. Profesör oldu. Tür­kiye'de kadavradan böbrek naklini yapan ilk isimlerden biridir. O benim "Uluğ Abim"dir.
Prof. Dr. Süleyman Dırvana: Asistanı olmak şansına eriştiğim en büyük hocamdı. Tam bir İstanbul beyefendisi ve tam bir genel cerrahtı. Asistanlığımın 2. yılında emekli olarak klinikten ayrıldı. Halen Akdeniz sahillerinde yaşı­yor. Kanımca tek eksiği, mesleki birikimini kitap haline getirmemesi oldu. Bir dönemler niyetlendiğini biliyorum. Sonradan ne olduysa oldu, kişisel tecrübelerinden oluşacak kitabını yazmaktan vazgeçti. Türk cerrahîsi için, ciddî bir kayıp oldu. Asistanı olarak çalıştığım sürece, hiçbir gün "Günaydın" demeden; hal-hatır sormadan bir emir verdiğini hatırlamıyorum. Çok terli bir anımda, elim sırtıma sürüşü ve "Önce üzerini değiş" deyişinde, bir babanın evladına duyduğu şefkati hissetmiştim.
Ve Kaya Hoca. Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu. Hocaların Hocası. Onu anlatmak için küçük bir hatıra yeterli olacaktır.
Babası ölen asistanının cenazesine gidip, "Oğlum! Başın sağolsun. Bundan sonra beni 'baba' kabul edeceksin. Ne zaman sıkıntın olursa bana geleceksin." diyecek kadar babacan ve sevgi doluydu. Bir müddet sonra, bir hastanın terlikleri karyolanın yanında düzgün durmadığı için aynı asistanı ağlatacak kadar fırçalamıştı. Mekânı cennet olsun.
Ve Mesut Abi. Prof. Dr. Mesut Parlak. İstanbul Üniversitesi'nin rektörü. Hekimlik sanatı ve insanlığın birleştiği kişilik. Kendi eliyle işe yerleştirdiği stajyer öğrenciyi, hasta­ya bağırdığı için ağlatacak kadar işinde hassas bir yapıya sahipti.
Bu anlattığım olaylar en basitinden örnekler. Çoğaltıla­bilir.
Meslek dışındaki herhangi bir insanın gözüyle bakınca, söz konusu davranışlara tümüyle "normal" demek çok ola­bilir. "Normal bir insan böyle davranmaz." diyenler de bulu­nabilir. Ama 24 saat hasta ile yatıp kalkan; her hastanın, Azrail'le bir mücâdele olarak görüldüğü ortamı düşünün­ce... Kaldı ki "normal" ne?... Hayır. Hepsi kendilerince nor­maldi. Dahası bizler için, örnek alınacak davranışlardı.
Denebilir ki, bilim adamı olmak için illâ ki böyle mi olmak lâzım. Karşı örnekleri yok mu? Hadi onlara da bir iki örnek vereyim..
Belki de, genel cerrahî alanında Türkiye'nin en çok ki­tap yayınlayan hocasıdır. Makale sayısı da epey vardı. Yıl­da 3 ameliyat yapardı. Onun da 2'si, ölürdü. İsmi ne mi? Hayır isim vermeyeceğim.
Anlı şanlı bazı hocalar. Profesör olmak için gerekli ya­yın sayısını tamamlayamadıklarından, idarede bulunan yandaşlarına, öncelikle kendilerinin profesör olup, atama şartlarının sonra yayınlanmasını sağlamışlardı. Bu konuda adres, isim ve ideoloji araştırmayın lütfen. Hepsi aynıdır. Gençlere iş yaptırıp, basına kendisi yapmış gibi beyanat veren, asistanlarının çalışmasını kendi ismiyle yayınlayan hoca ve yöneticiler de cabası
Siz, bunlardan hangisini "normal" buluyorsunuz? Han­gilerine "bilim adamı" sıfatım yakıştırıyorsunuz?
Konumuz "Normal nedir?" idi. Buraya kadar geldik. Sizce, anlattığım olay ve kişilerden hangisi normal?
Tabiî ki, herkesin " Normal" kendisine göre. Sorsanız herkes kendine 'normal' der. Belki de o kısas'a benziyor: Bütün akıllar satılığa çıkmış; herkes kendininkini beğenip almış. Bu yaşıma kadar, "deliliği, şeref gördük, şan gördük" diyen, sadece Âşık Sefai'ye şahit oldum.
Bunca yıldan sonra hayat felsefem değişti, gelişti: "in­sanca bir de ideal ve hedef uğrunda kuralları zorlayarak da olsa, görevini yapıyorsan ve başarılı isen, gerisini boş ver. Başarı, her türlü eleştiriye verilecek en iyi cevaptır." Herkesin aşkı da meşki de kendisine...
Ne demişti Fuzûlî:
"Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabib,
Kılma derman, kim helakim zehri dermanındadır."
"Öyle sermestim ki, idrak etmezem, dünya nedür?
Men kimem? Saki olan kimdür? Mey-ü sahba nedür?"

(Ey tabip, Aşk derdinden memnunum. Bana ilâç verme. Çünkü bana ilâç diye vereceğin şey, beni yok edici zehir olacaktır.)
(Öylesine sarhoşum ki; dünyanın ne olduğunu, benim kim ol­duğumu, şarabın ve kadehin ne olduğunu bilmiyorum.)
Ve Atsız'dan bir beyit:
"Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref ve şan taşan kâşanesindeyim."
(İsteyen her kes dünya denen çöplüğe dalsın; Ben ırkımın şe­ref ve şan dolu köşkündeyim.)
Bir toplantıda Tuncer Hoca (Prof. Dr. Tuncer Karpuzoğlu), "Sizler extraordinary insanlarsınız! Sizler farklı­sınız. Sıradan insanlar değilsiniz." demişti. Bu sıra dışı dün­yada ve bu sıra dışı insanlar arasında 33 yılımı tamamla­dım. Geriye baktığımda onların bir parçası olduğumu gö­rüyorum. Anıları yazmanın zamanı geldi. Tanrı'nın yarattı­ğı her varlık, ondan bir iz taşırmış. Tanrı'nın yarattığı mah­lûkların en şereflisini çalışma sahası kabul eden; bazen de, benim materyal olduğum, geçmiş yıllardan söz edeceğiz. Bu kitapta, güleceğiniz- ağlayacağınız- kızacağınız veya seveceğiniz -ama çokça sizleri düşünmeye itecek- olayları, sizleri sıkmadan anlatmaya çalışacağım. Cerrahların dün­yasından kesitler sunacağım.
Her ne kadar sürç-ü lisan edersek af fola...(s.13-19)


Başarı, her türlü eleştiriye verilecek en iyi cevaptır.
Hiçbir mazeret onun yerini alamaz.
Asistanlıktaki 3. veya 4. ameliyatımdı. Mesut Ağabey (Prof. Dr. Mesut Parlak) ameliyatı yaptıracaktı. Anestezi verildi. Hastayı sildim. Örttüm. Mesut Ağabey geldi. Yı­kandı, giyindi. Karşıma geçti. "Başla" dedi.
Bisturiyi aldım. Cilde dayadım. Tam bastırıp kesecek­tim ki... Elimi tuttu. "Dur." dedi. Durdum. Bir hata işleme­nin korkusu ve ameliyat heyecanım birbirine karışmıştı. İlk defa bir baş asistanla ameliyata giriyordum. (Bizim zama­nımızda Çapa'nın baş asistanları uzmanlıklarını almış; do­çentliğe hazırlanan kişilerdi.)
Gözlerimin içine bakarak: "Besmele çektin mi?" diye sordu. Ardından açıkladı: "Şu anda, bu hasta ile Tanrı arasın­da, senden ve senin bıçağından başka hiç bir şey yok. Onun için Tanrının adıyla başlaman gerekir. Hele ki, sen inançlı bir insan­sın!"
Heyecandan, besmele çekmeyi unuttuğumu hatırladım. Noksanı tamamladım.
Bir daha, asla noksan bırakmadım.
Cerrahî ve Komplikasyon[5]
İlk ameliyatımı, 29 veya 30 Aralık 1976'da gece yaptım. Yaptıran kişi, Enis Ağabey idi. (Doç. Dr. Enis Yüney-Hâlen Okmeydanı Hastahânesi'nde) Ve ben, henüz kadro alama­mış volenter asistandım. O dönemde TUS[6] yoktu. Her kli­nik, asistanını kendi alırdı. İhtisas yapmak isteyen genç doktorlar, değişik sürelerle gönüllü-maaşsız-kadrosuz asis­tanlık yaparlardı. Bu süre içinde olumlu kanaat hâsıl eder­lerse, kadro boşaldığında kadroya geçerdi. Bu süreler 5-6 ay olabileceği gibi, 3 yıl çalışıp kadro bulamadan ayrılanlar bile olurdu.
Hasta, 35-40 yaşlarında beyaz yüzlü, tombulca bir ka­dındı. Cerrahînin kendi argosunda bir "baba apendisit"[7], vakası idi.
Ameliyatın ertesi günü -henüz 24 saat olmadan-, Şev­ket Hoca (Prof. Dr. Şevket Tuncel), "Canım, hasta taburcu." dedi. Gerekçesi, acil hastalar için boş yatak bulunmaması idi. İlaçlarını evinde kullanması ve pansumanlara gelmesi tavsiyesi ile hastayı taburcu ettik.
3 veya 4 Ocak'ta Enis Ağabey poliklinikten telefon etti. "Hastan geldi. Problem var. Gel bak." Gittim; baktım. Ciltaltı süpürasyonu[8] olduğunu gördüm. Pansumanını yaptım. İlaçlarını düzenledim. Ama yıkılmıştım. Şimdilerde olsa hiç ciddîye almayacağımız bu komplikasyon, o gün için- ilk ameliyatımda çıkmış ve benim dünyamı karartmıştı.
Moralim bozuk, eski tabirle süngüm düşmüş halde iş­lerin peşinde koşuştururken. Mesut Abi'nin dikkatini çek­miş; sormuş, öğrenmiş. Koridorda yanından geçerken ça­ğırdı. Sordu: "Nedir bu halin?" Allah selametlik versin; Ka­badayı ruhlu babacan bir adamdır. Cevabım, "Yok bir şey." oldu.
Üsteledi: '"Var bir şey. Şu suratına baksana!" Söyelemek istemedim. "Kem... küm... Yok bir şey." Kızdı: "Söyle lan, ne oldu?" Söyledim.
Hiç unutmam. Koridorda, telefonun konduğu komidinin üzerine yarı oturur vaziyette idi. Elini omzuma koyup, sarıldı. Bu esnada, yanımızdan geçen, aynı kıdem­deki asistan arkadaşım Yılmaz'ı (Prof. Dr. Yılmaz Büyükuncu) gösterek sordu: "Peki; Yılmazın neşesinde niye bir eksilme yok? "
Ben, aynı durgunlukla cevapladım: "Abi, problemi- sıkın­tısı yok herhalde. Onun için neşeli."
Hayatımın derslerinden birini, o gün, Mesut Abi'den aldım: "Yılmaz neşeli. Çünkü ameliyat yapmadı. Sen üzgün ve sıkıntılısın. Çünkü ameliyat yaptın. Ameliyat yapmasaydın, se­nin de sıkıntın olmazdı. Çalışan cerrahın komplikasyonu olur. Şunu aklından çıkarma: Sen, buna benzer sıkıntıları hayat boyu yaşayacaksın. Önemli olan, hastanın hayatına bir şey olmasın. Gerisi önemli değil."
Bu dersin bir benzerini de, Kaya Hoca'dan almıştım. Derdi ki: "Cerrahın iyisi, komplikasyonunu kendi tedavi eden adamdır."
Hayatım boyu, komplike olmuş hiçbir hastamı başka cerraha bırakmadım. Göndermedim. Asistanlarıma da, se­bebini ve tedavisini bildikleri sürece komplikasyondan korkmamalarını öğrettim.
Asistanlığımın ilk yılı idi. Yine bir ameliyathanedey­dim. Cerrah, Mesut Ağabey idi. Birinci asistansta kimin olduğunu hatırlamıyorum. İkinci asistansta ben, Mesut Abi'nin hemen sol yanında idim.
Hastayı açtığında, hastalığın çok ilerlemiş olduğunu; hastanın kurtulma ihtimalinin bulunmadığını gördüm. İrkildim ve üzüldüm. Gayrı ihtiyari sesli bir şekilde iç çek­mişim.
Mesut Abi, döndü. Bana baktı. Bilmeden hata yaptığımı sanarak, - işin açıkçası- biraz korktum. Sonra karşısındaki birinci asistana dönerek, benim için:
"Bu çocuğa dikkat edin. İyi bir cerrah olacak. Ameliyatı yaşıyor ve hasta için üzülüyor." dedi.
Mesut Abi'nin verdiği bu derside asla unutamadım. Her hastayı yakınlarımdan biri olarak görüp kabul etmek, temel ilkem oldu.

Müşahade yırtılmaz!
Başasistanımın, oldukça sinirli bir yapısı vardı. Çabuk parlardı. Buna karşılık, altın gibi bir kalbi vardı. Beni de çok severdi. Ben de kendisini çok sever ve sayardım.
Asistanlığımın ilk altı ayı içerisinde idim. Ameliyat ekibinde bulunduğum bir gün, başasistanımız serviste vizit-kontrole çıkmış. Dosyaları kontrol ederken benim bak­tığım hastalardan birinin dosyasında eksiklik veya hata görmüş. Önce kırmızı kalemle çizmiş. Daha sonra hızını alamamış; müşahade kâğıdını yırtıp atmış. Ancak, davranı­şı, bana özel değildi.
İlk ve son tartışmamızı, o gün yaptık.
Ameliyattan çıktığımda, kıdemliler, başasistanın, müşahadeyi hatalı ve yetersiz bulduğunu bildirerek, hasta müşahade kağıdını yenilememi istediler. Eski müşahade kağıdını sorduğumda, başasistan tarafından önce çizildiği­ni, sonra da yırtılıp atıldığını anlattılar.
Başasistanım yanına giderek, eksiğimi-hatamı sormak istedim. Cevabı: "Bana hesap mı soruyorsun?" oldu.
Eksik veya hatalı olduğum yerleri öğrenmek istediğimi söyledim. Daha da sinirlendi. Bağırmaya başladı. Sinirlenmiştim. Sessiz kalmaktansa üzerine gittim.
"Bakın ... Bey!" dedim. Bu hitap, klinikteki genel hava­ya uymayıp, araya mesafe koymanın ifadesi idi. "Ben buraya eğitime geldim. Eksiklerim-hatalarım olacaktır. Bunları bana söylerseniz; anlatırsanız, ikaz ederseniz, düzeltirim. Ama benim yazdığım müşahedeyi- ameliyat raporunu, günlüğü çizerseniz, yırtarsanız... Orada durun. Yazdığım-doldurduğum her belge, benim meslekî onurumu taşır. Onları çizen-yırtan her kişi, benim meslekî onurumu da çizmiş-yırtmış olur. Karşımdaki kim olursa olsun, buna müsaade etmem!"
Başka bir şey demeden ve onun cevap vermesine za­man bırakmadan yanından ayrıldım. Tüm asistanlık sürem boyunca, sadece bir gün mesaiye geç kaldım. Sebebi, aşırı yorgunluğa bağlı olarak, uyuyup kalmamdı. Bir saat gecikmeli olarak servise gittiğimde, ba­şasistanımın (Aynı kişi idi.) beni sorduğunu söylediler. Aceleyle yanına gidip, özür dilemek istedim. Cevabı, “Önemli değil” oldu. “Senin geç kalmayacağını bildiğimden, bir aksilik mi oldu diye meraklandım” diye açıkladı. Sonradan duyduğuma göre, başlangıçtaki tavrım ve söylediklerim hoşuna gitmiş. Bugüne kadar devam eden abi-kardeş ilişkisinin başlangıcı olmuştu. Aradan 32 yıldan sonra karşılıklı sevgi ve saygımız aynen devam etmektedir. (s: 25-30)
Doktorluk mesleğinde ölümle karşılaşmak, kaçınılmaz bir olaydır. Hele zaman ilerleyip tecrübe arttıkça, kapınız­dan giren, muayene- ameliyat ettiğiniz hastalar hakkında kafanızda bir takım fikirler oluşur. Genellikle de bu fikirler hastalara hasta sahiplerine açılmaz. Israrla soran hasta sa­hiplerine de gelecekle ilgili düşünceler, yumuşatılarak anla­tılmaya çalışılır. Batılı toplumların, filmlerdeki, "şu kadar ömrün kaldı" lafı, bizim ülkemizde pek kullanılmaz.
Hastalar, hekim gözüyle belirli sınıflara ayrılır. Kurtu­lacaklar, uğraşma gerekenler, riskli hastalar, -biraz rahatsız edici ifadeyle- gözü toprağa bakanlar, hastahâneden çıkması başarı kabul edilenler, haliyle gönderilenler, kaybedilebilecekler, beklenmeyen ölümler ve masada kalanlar. Hekim­leri en çok etkileyen ise, beklenmeyen ölümler ve masada kalanlardır.
Biliyor ve kabul ediyorum ki, bu ifademden birçok meslektaşımız rahatsız olacaktır. Çünkü bu gerçek, tüm hekimlerin bildiği, kabul ettiği, ancak dillendirmekten ka­çındığı durumdur.
Esas anıma geçmeden önce, öğrenciliğimde bir hocam­dan dinlediğim bir ibret dersini size tekrarlamak istiyorum.
1974-1975'te başbakan olan Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 1969 yılında verdiği, fizyoloji dersinde anlatmıştı.
"Vaktiyle bir padişah hastalanır. Bir türlü iyileşmez. Vezirlerine emir verir: 'Memalik-i şahanemin en iyi doktorunu tiz bulup getiresüz.'
Vezir en iyi doktor adayı olarak üç kişiyi bulur ve geti­rir. Birincisi içeri alınır. Padişah sorar:
'Tabip! Elinde şimdiye kadar kaç kişi öldü?' Tabip, ıkına sıkıla cevap verir:
'Hünkâ­rım, ben bu ülkenin en iyi doktoruyum. Benim elimde hiç hasta ölmedi. Ölmez.' Padişah kısa konuşur:
'Bu, işe yaramaz. Diğe­rini çağırın.' der.
İkinci tabip gelir. Aynı soru ona da sorulur. Cevabı:
'Hünkârım, benim elimde şimdiye kadar hiç hastam ölmedi. An­cak, birkaç tane, hastalığının son dönemlerini yaşayan hasta var­dı. Onlar..' derken, Hünkâr aynı şeyi tekrarlar:
'Bu gitsin; diğeri gelsin.'
Ve sonuncu tabip gelir. Aynı soru ona da sorulur. He­kim cevaplar:
'Vallahi Hünkârım!' der, 'size sayı veremem. Ancak, her ne zaman ki, mezarlığın yanından geçsem, utancım­dan yüzüm kızarır..'
Hünkâr tedavisini üçüncü hekime yaptırmış."
Sadi Hoca'nın, 38 yıl önce anlattığı böyle!...
Şüphesiz ki bu anlatılan, abartılıdır. Ancak vurguladığı 2 gerçek değişmez. Doktorlar da pek çok meslek mensubu gibi, hata ve başarısızlıklarını gizleyip; başarılarının abar­tılmasından hoşlanırlar. Komplikasyonlarını da örtmek eğilimindedirler. Halbuki, hekimin tecrübesi, komplikasyonları ve başarısızlıklarıyla artar. Tüm hekimlerin, başarılı oldukları hastaların neredeyse tamamının ismini ve yüzünü çok ender hatırlarken, komplike olan veya kaybettikleri hastalarını asla unutmamalarının sebebi budur. (s. 49-51)

Turhal'a gittiğimin birinci veya ikinci yılı idi. Orada tanıştığım ve babaları ile dostluğum olan genç bir çift mua­yenehaneme geldiler. 18-20 yaşlarında güzel, hanım hanım­cık bir kızımız ve 25 yaş civarında dalyan gibi bir delikanlı olan eşi, biraz da çekinerek içeriye girdiler. Allah için, bir­birlerine yakışıyorlardı. Konuşmaya başladıklarında yeni evli olduklarını söylediler.
Hasta olan kızımız idi. Henüz evleneli bir hafta olması­na karşılık, ciddî bir sarılığı vardı. Evlendikten sonra başla­dığını söylüyorlardı. Muayenede sağ üst kadranda şüpheli bir hassasiyet vardı. "Hepatit" ön tanısı ile tetkike başladım.
Tetkik dediysem, şimdiki gibi, hepatit paneli, seroloji vs anlamayın. Ancak, elle yapılan, kanda ve idrarda bilurubinler, transaminazlar ve alkalen fosfataz araştırma­ları yapabiliyorduk.
Sonuçları, hepatitle uyumlu idi. İstirahat ve destek te­davisine başladım. Bir hafta sonra kontrole çağırdım.
Bir hafta sonra geldiklerinde tabloda değişiklik olma­dığı gibi, sanki daha da ağırlaşmıştı. Birkaç gün servise alarak serum verdim. Vitaminlerle destekledim. Düzelme­sini bekliyordum. Düzelmedi.
Ne yapmalıydım? Olayı bir türlü çözememiştim. Hasta­lık devam ediyordu. Yaptığım tedavi başarısız olmuştu. Daha kötü sonuçlara yol açmamak için, hastayı Ankara'ya sevk ettim.
Yaklaşık 1,5-2 ay sonra, başka bir ortamda hastanın eşi ile karşılaştık. İlk sorum, hastanın durumu oldu. İyileştiği cevabını aldım. Konuşmamız aşağıdaki şekilde seyretti.
-"Ankara'da N....'a ne dediler?" (Hastanın ismi ile sor­muştum)
-"Doktor Beyi Ankara'da profesör E.K.'ya gittik. Tabii ki bi­zim buradan oraya gitmemiz; orada randevu almamız birkaç gün sürdü. Hocaya gittiğimizde tahliller yaptırdı. Hastalığın tama­men geçmiş olduğunu söyledi. Sizin iyi bir tedavi yaptığınızı belirtti."
-"Sonra ne oldu? Şimdi nasıl?"
-"Doktor Bey! Ankara'dan geldikten birkaç gün sonra aynı hastalık tekrarladı. Yaşlılar büyü olabileceğini söylediler Biz de size gelmedik.."
Meraklanmıştım. Sordum:
-" Eeee... sonra ne yaptınız?"
-"Birini bulduk. Getirdik. Eşiğin altından .............. [9] buldu, çıkardı. Ondan sonra N.... tamamen rahatladı."
Söyleyecek hiçbir söz bulamadım. Sustum, kaldım.
İlerleyen aylarda her karşılaşmamızda hastayı sordum. Hep, "İyi" olduğunu söylediler.
Bu olaydan sonra yaklaşık 25 yıl geçti.
N... ve eşi A.... ile hekim-hasta ilişkilerimiz hâlâ devam ediyor. Hatta, bir yıl kadar önce çocuklarının rahatsızlığı için, benden yardım istemişlerdi.  O aileden kimleri muayene ettiğimi, kaçını ameliyat ettiğimi hatırlayamıyorum. 25 yıl sonra bu gün bile, N…..,ın o günkü tahlil sonuçlarını hâlâ milimi milimine unutmadım.
"Tatlı söz yılanı deliğinden, Acı söz insanı dinden çıkarır" diye bir atasözü vardır. Anlatacağım olayda, yılanı deliğin­den değil ama, insanın midesinden nasıl çıkardığımızı (!) anlatacağım.
Yıllar önce, muayenehanemin olduğu günlerden bir gün, orta yaşlı, güneş yanığı, köyden gelen bir bayan hasta ile uğraşmak zorunda kaldım. Hastanın yanında beş-on yakını, - tabiri caizse- bir ordu halinde muayenehaneye geldiler.
Hasta, tarlada uyurken midesine yılan kaçtığını ifade ediyordu. Elini midesinin üzerine koymuş; "Doktor beyim! Aha buramda. Kıvranıp duruyor. İçimi ısırıyor. Hiçbir şey yiyip içemiyorum." diyordu.
Hastanın yanındaki sahipleri ise, hastanın şikâyetinin yıllardır devam ettiğini, götürdükleri değişik doktorların tümünün hastada bir şey olmadığını belirttiklerini anlatı­yorlardı. Hasta ise önce gittiği doktorların hiçbir şey bilme­diğini iddia ediyordu.
Daha önce çekilmiş, mide-duodenum filmlerine baktı­ğımda, -gerçekten de- hastanın midesinde hiçbir patoloji olmadığını gördüm.
Hastaya, "senin bir şeyin yok" demek, şikâyetlerini hafif­letmeyeceği gibi, onun gözünde benim de bilgisiz doktorla­ra eklenmemden başka sonuç vermeyecekti.
Hasta sahiplerine göz kırparak, "Merak etme bacı. Ben, o yılanı eritir çıkarırım. Sen de rahat edersin." dedim. Hastayı yatmak üzere hastahâneye gönderdim. Sahiplerinden birini çağırarak, hastada ciddî hiçbir şeyin olmadığını, sorunun psikolojik olduğunu anlattım.
Hasta, 3-4 gün hastahânede yattı. Her gün sabah akşam kalçadan "Almanya'dan getirttiğim ve tesadüfen elimde birkaç tane kalmış olan, yılan eritme iğneleri" nden  (?) vurdurdum. Aslında iğneler, serum fizyolojikten başka bir şey değildi. Açıkçası, tuzlu su idi.
Hastanın şikâyetleri, giderek azaldı. Hatta tamamıyla iyileşti. Ancak endişeli idi. Ben "yılanı erittik" dememe rağ­men, Yılan hala çıkmamıştı. O, gözüyle görmek istiyordu. Son bir iş daha kalmıştı. Onu da «yaptım.
"Bacı" dedim. "Senin yılanı biz erittik. Eridiği için de, çık­tığını fark edememişsindir. O senin büyük abdestinle çıktı, gitti. İnanmazsan, sıcak bir süt kabına eğil. Başına bir örtü koy. Ağzını aç. Süt buharını solu. Bilirsin yılanlar süte dayanamazlar. Eğer midende yılan kalmış olsa ağzından çıkacaktır."
Söylemem yetmedi. Sütü de getirttim. Başına bir çarşaf örttük. Hasta ise, ağzı açık bir şekilde soludu. Tabii, bizim başarı ile tedavi ile erittiğimiz yılan (?) ağızdan çıkmadı. Ertesi günkü vizitimde hasta yılandan kurtulduğuna tü­müyle inanmıştı. Taburcu ettim.
Yaptığım işten mesleki etik açısından endişeliydim. Hastayı, gerçekte olmayan bir organik hastalığını tedavi ettiğime inandırmıştım. Acaba etik bir hata mı yapmıştım? Öte yandan hastanın yakınlarına tüm gerçekleri anlatmış; hastayı da psikolojik saplantıdan kurtarmıştım. İkinci de­ğerlendirmem daha ağır bastı. O günden beri, - çok seyrek te olsa- psikolojik yakınma ve saplantıları olan bazı hastala­rımı "Alman iğnesi" ile tedavi ettiğim oldu.
Dahası, çok yakın bir zamanda okuduğum makalede, plasebo ile (araştırmanın kontrolü amacı ile bazı hastalara hiçbir bilgi verilmeksizin, tedavi edici değeri olmayan şe­ker- tuz gibi maddeler verilmesi) hastalarda % 50'ye varan iyileşmelerin olduğunu okudum.
Bazı olaylar ve hastalıklar vardır ki, tıbbi bilgilerle açıklayamazsınız. Bazıları tesadüf der, bazıları üzerinde dur­maz geçer, bazıları ise alın yazısı- kader der; öyle kabulle­nirler.
Anlatacağım olay da bunlardan biridir.
Turhal'da çalışıyordum. Zile'nin köylerinden birinden traktör kazasına bağlı yaralanma vakası getirilmişti. Anlatı­lanlara göre traktör devrilmiş; sürücüsü altında kalmıştı.
Hastayı muayene ettiğimde, künt karın travması- karın içi kanama, tespit ettim. Karnın sol üst kadranında ağrılar daha fazla idi. Tabiî olarak aklıma dalak yaralanması geldi.
Hemen ameliyata aldım. Gerçekten karın içinde serbest kan (kanama) vardı. Kanı aspire ettim. Kanama yerinin tespiti için dalağı aramaya başladım. Her zamanki yerinde yoktu. Dahası, karaciğerin sol lobu çok hipertrofikti (?).(Büyümüştü (?).
Araştırmaya devam ettiğimde dalağın sağda, karaciğe­rin solda olduğunu gördüm. Dahası tüm iç organlar yer değiştirmişti (Karşı tarafta idi). (Tıb dilinde "situs inversus totalis" olan bu durum binde birden daha düşük oranlarda görü­len bir durumdur. Basit bir akciğer filmi veya EKG dahi tanıyı koydurabilir. Ancak bahsettiğim olay 1984 veya 1985'te olmuştu, hastahânede EKG dahi yoktu. En basit röntgen cihazı olan maki­nemiz de birkaç aydır arızalı idi.)
Hastanın karaciğerinde ciddî yaralanma vardı. Onar­dım. Karnı yıkadım. Karın boşluğuna drenler [10] koyarak ameliyata son verdim.
Ameliyat sonrası dönemde az miktarda safra kaçağı oldu. Tedavi ettik. Yanlış hatırlamıyorsam 10. veya 12. gün taburcu ettim.
Hastayı kurtarmıştım. Ben mutlu idim. Hasta sahipleri mutlu idi. Kısaca herkes durumundan memnundu. Hasta­nın köyünden ve çevresindeki köylerden devamlı hasta geliyordu.
 Aradan yaklaşık 2 ay geçmişti. Hastanın köyünden bir başka hasta gelmişti. Muayene sonrasında, sohbet ediyor­duk. Eski hastamı sordum.
Aldığım cevapla şoke olmuştum: "Doktor Bey, o öldü."
Gayri ihtiyari dudaklarımdan, "Hayır! Olamaz. Onun, ölecek durumu yoktu." sözleri döküldü. Bana göre hasta iyi­leşmişti. Taburcu olduktan sonra ciddî bir komplikasyon beklemiyordum.
Hemşehrisi olan hasta bana açıklama yapmak zorunlu­luğu hissetti. "Doktor Bey," dedi, "Ölümün sizin tedavinizle alakası yok. O, ameliyatınızdan sonra çok iyiydi. Köye döndükten bir müddet sonra, daha önce kaza geçirdiği yerde bir traktör kaza­sı daha geçirdi. Bu sefer traktörün altından çıkaramadık bile."
Yıkıldım, kaldım. Doktorluksa: içim rahat olmalıydı. Ben işimi yapmıştım. Hem de, o en olumsuz şartlarda en iyi şekilde yapmıştım. Ama mesele, sadece doktorluk değildi. Bir şey vardı. Bir şey olmuştu. Ben onu, doktorluk bilgimle, beynimle, aklımla anlayamıyordum. Sadece inanıyordum.
Giderek daha çok inandım. (s.80-86)
Değişik bakış açılarına göre doktorluk, bir bilim dalı, bir meslek, bir sanat, bir zenaat'tir. Ancak kanımca doktor­luk, her şeyden önce bir yaşam biçimidir.
Öyle ki; doktorluk, kendi çocuğu hasta iken başkasının çocuğuna bakabilmek, annesi-babası- eşi ölüm döşeğinde iken, başkalarının hastalarına hayat vermeye çalışabilenle­rin işidir. Bunun içindir ki, doktorluğun ilahi bir sanat ol­duğu söylenegelmiştir.
Ve doktorluk, sadece hukukî değil, en azından 2500 yıl­lık ahlakî kuralları olan bir sahadır. Hatta o kadar ki, ahlâkî kurallar, bilimselliğin önüne bile geçebilir. Nitekim etik kuralları ihlalin cezasının, meslekte acemilik, yetersizlik ve bigisizliğe verilen cezalardan çok daha ağır olmasının an­lamı da budur. Bir hekimin yaptığı hata tartışılabilir. Ancak hiçbir hekimin, ahlâki kuralları, -hiçbir gerekçeyle- çiğneme hakkı yoktur.
Mesleki dayanışma, hekim hatalarının, mümkün oldu­ğunca dillendirilmemesini gerektirir. Ancak, meslekte ahlâ­ki kuralların dışına taşan uygulamalar asla kabul edilemez. Hatta etik kuralları çiğneyen hekimlerin, tabip odalarına bildirilmesi tavsiye edilen bir davranıştır.
Bu gün sizlere meslek hayatımda şahit olduğum üç etik dışı uygulamadan söz edeceğim.
1. Doktor: Adını ilk duyduğumda Suluova'da çalışı­yordu. Bize göre yaşı bir hayli ilerlemişti. Askerlik görevimi yapmaya gittiğimde Kırıkhan'ı çektim. Tesadüfen, O da, Kırıkhan'lı imiş. Benden sonra tayinle oraya geldi.
Kısa bir süre sonra, yaptıkları duyulmaya başladı. Mu­ayenehanesine yerleştirdiği, tekerlekleri çıkarılmış motosik­letle hasta muayene ediyordu. Yöntem basitti. Motosiklet, olduğu yerde farı açılmış vaziyette çalışıyor; doktorumuz farı açıp kapatıyormuş. Hastaya yaptığı açıklama ise, ayna­ya vurduğu imiş. (yani, skopi? yaparmış). Aylarca bu böyle devam etti. Kırsaldan- köylerden gelen hastalar kendileri­nin aynaya tutulduğuna (skopi yapıldığına) inanıyor ve muayene ücretinin yanında "ayna ücreti" de ödüyorlarmış.
2.  Doktor: Pratisyendi. Eşi, eczacı idi. Kültürel seviyesi oldukça düşük bir etnik gruba mensuptu. O yıllarda, ülke­mizde bulunmayan, uzun etkili lokal anestezikleri yurt dışından getirtir; yerli piyasada bulunan kortikosteroidlerle karıştırarak, saçlı deriye, kaşa, göz kapağına, yüze, kulak arkasına, enseye, omuza, kola velhasıl hastanın, "Ağrıyor." dediği her vücut bölgesinde cilaltına injekte ederdi.
3.  Doktor: İlk tanıdığımda uzman idi. Geldiğinde, mu­ayenehanesinde aynası (akciğer skopisi) vardı. Çalıştığımız bölgede ilk ultrasonu alan da O, oldu. Hastaların karnına düz skopi (Akciğerlerde kullanılan) ile bakıp duodenal ül­ser tanısı koyuyordu. Kafatası ve beyine bile ultrasonografi yapmaya başladı. Ultrasonografi ile kafatası içindeki da­marlarının kireçlenmesi tanısını -ilk ve son kez-, onda gör­düm. Halkın inançlarını istismar etmekte çok iyi (?) idi. Söz konusu hastalıkların uzmanlık sahası ile uzaktan yakından ilişkisi yoktu.
Hatta: "Hele namazımı kılayım." ifadesi onun sembolü olmuştu. Muayenehanesinde hastalar beklerken kapıyı ara­lık bırakır; veya evde muayeneye gittiğinde, reçeteyi yaz­madan önce "vakti geçirmeyim." diyerek göstere göstere namaz kılardı. Bölgede saf insanlardan çok geniş destek buldu.
Vatandaşa, O'nun yaptığı uygulamaların, tıpla uyuş­madığını defalarca anlatmamıza rağmen, hastaların büyük çoğunlu bahsettiğim hususlardan dolayı inanmıyorlardı. (s.90-92)
Herkes doktordur!
Sıradan, sokakta gezen her TÜRK İNSANININ ÇOK İYİ YAP­TIĞI ÜÇ İŞ VARDIR: SİYÂSET, TABABET, DİYANET.
Hiçbir işi başaramamış kişilere dahi sorsanız, size da­kikalar içerisinde 50 hükümet kurar ve yıkar. Parti yönetici­lerinden çok ülke sorunlarını çözer. En derin tıbbî konular­da tedaviler önerir. Yapar. Akıl verir. En derin dînî konu­larda, Oflu hocalardan edindiği bilgilerle fetva verir.
Yıllar önce idi. Telefonla, Merzifon'da bulunan Anne­min, mide kanaması geçirdiği haberini verdiler. Merzifon Devlet Hastahânesi'nde kan verilmişti. Daha sonra ambu­lansla, görev yaptığım OMÜ hastahânesine getirildi.
Gerçekten ciddî bir kanaması vardı. Üç-dört ünite transfüzyon daha yaptık. Sür'atle toparladı. Daha sonra yaptığımız araştırmada, komşuları tarafından kendisine "şeker hastalığı" için tavsiye edilen adını bilmediği bir ottan bol miktarda aldığını öğrendim.
Hastahânede iki-üç gün yattı. Daha sonra eve çıkardık.
Aynı gün akşam, evde sohbette iken bana dönerek:
"Kenan" dedi. "............. otu şeker hastalığına iyi geliyormuş.
Sen de içsene." Ortak hastalığımız olan diabet için, midesini kanatan otu, annem bana ilâç olarak tavsiye ediyordu.
Dayanamadım, cevabı yapıştırdım: "Ana baksana! Adını bile, daha önceden duymadığım bir otu içmişsin. Miden kanadı. Ölümden güç bela döndün. Şimdi aynı otu, bana tavsiye diyor­sun. Benim midem kanarsa kim kurtaracak?" (s.162-163)

Farklıdır bizim gençler; Daha doğrusu tüm gençler. Duygusaldırlar. Hayat doludurlar. Kendi çizdikleri yolda yürümek isterler. İdealistlikleri ağır basar. Ancak, yolları, inançları, idealleri farklılıklar gösterseler de davranışları birbirlerine çok benzerler.
Pırıl pırıldırlar; sevgiyle donanmışlardır. Samimidirler ve saftırlar. Sevgi ile yaklaşırsanız, gönüllerini açarlar. Sev­gi ve saygılarını kazanırsınız. Eğitim ve yönlendirilmeleri daha kolay olur.
28 Şubat sürecini yaşadığımız günlerde idi. Rektör Os­man Çakır, Dekan Kayhan Özkan, idi. Başörtülü öğrencile­rin derslere alınmaması; dahası, isimlerinin liste halinde dekanlığa bildirilmesi istendi.
Prensiplerime, inançlarıma, hayat görüşüme ters olan bu uygulamayı yerine getirmem mümkün değildi.
Kaldı ki, derslere öğrencileri sokup sokmamak görevi­nin öğretim üyelerinin değil; güvenlik görevlilerinin işi olduğu; öğrencilerin fişlenmesi anlamına gelecek bir liste yapmayacağımı açıkça söyledim. Ben, öğretim üyesiyim. Hoca'yım. Görevim gençleri eğitmektir. Jurnalcilik değil.
Öğrenciler odamda beni ziyarete geldiklerinde ise, "Ulu-l emr"e uymaları gerektiğini; başörtülerini açmalarının daha doğru olacağını, gerekirse peruk takabileceklerini, bu milletin ve devletin kendilerine ihtiyaç duyduğunu anlat­tım. Teşekkür ederek gittiler.
Aradan bir aydan daha fazla zaman geçmişti ki, servis başasistanlarım, asistanlarım grup hâlinde odama geldiler. Başörtülü kız öğrencilerin erkek hastalara bakmak isteme­diklerini; kendilerine bayan hasta verilmesini istediklerini ilettiler.
Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-"Bu öğrenciler, yarın bir gün doktor olup sağlık ocaklarına gitmeyecekler mi? Gittikleri yerde erkek hastalara bakmayacaklar mı?"
-"Evet, Hocam. Elbette bakacaklar!"
-"Diyelim ki, bunların çalıştığı yerden, bizler arabayla geçer­ken, kaza geçirdik. Ellerine düştük. Bize bakmayacaklar mı?"
-"O bakmadıkları hastalar veya hasta sahipleri hem onlara, hem onları yetiştiren hocalarına 'kalay'ı bassa haksız olurlar mı?" -"Haklısınız, Hocam."
-"Şimdi servise çıkın. O, 'erkek hasta bakmayız' diyen tüm stajyerlere, erkek hasta vereceksiniz. Üstelik bunları idrar sondası takilâcak hastalardan seçin. Sondalarını da onlara taktırın. Bir şey diyecek olan olursa, bana gelsin."
Dediklerim yapıldı. Hiçbir stajyer ne bana geldi; ne de başka yerde birilerine yakındıklarını duydum.
Aradan epey zaman geçmişti. Servise vizite girdim. Asistanların yanı sıra üç kız stajyerimiz de vizite katıldı. Vizit sonunda, orta salonda hastalarla ilgili bazı şeyler anla­tırken dikkatimi çekti. Üç kızımızın da göbeği -modaya uygun olarak- açıktı. Karşımda duruyorlardı ve üçü de bluzlarını aşağıya çekerek göbeklerini kapatmaya çalışıyor­lardı. Ancak o işi yaparken göğüsleri açılıyordu.
Anlatacağım konu bittiğinde, ekibi topluca kapalı salo­na çektim.
Konuya doktorluk mesleğinin ciddiyetinden, saygınlı­ğının korunması gerektiğinden başladım. Özel hayatlarında farklı davranabileceklerini, ama hastalarla temas hâlinde iken, kıyafetlerine dikkat etmelerini tavsiye ettim.
İçlerinden biri, "Ama Hocam. Bu sıcakta kalın ve kapalı gi­yinmek bunaltıyor...." gibisinden itiraz edecek oldu.
Şakaya vurarak acı bir ders daha verdim: "Bakın doktor hanım." dedim. "30-40 yaşlarındaki bir erkek hastanın yanına üçünüzün birden gittiğinizi, eğilip muayene ettiğinizi düşünün. Göğüsleriniz- göbekleriniz bu şekilde açıkken, o hastanın tansiyo­nu 20'ye, nabzı 150'ye çıkar. Dahası, o hasta istese de bir daha size doktor gözü ile bakamaz. Siz onun gözünde hekimlik vasfınızı yitirir; sadece kadın olursunuz. Ne dersiniz? Yanılıyor muyum?"
Hiç birinden ses çıkmadı. Sessizce kafalarını önlerine eğdiler. Bir daha da kendilerini, o kıyafetle görmedim.
En samimi arkadaşlarımdan birinin eşidir. Ailece görü­şürüz. Kah "yenge", kah "bacı" diye hitap ettiğim dünya tatlısı bir hanımefendidir.
İnançları gereği, erkeklerle tokalaşmaktan kaçınırdı. Biz de bu özelliğini bildiğimizden zaman zaman kendine yük­lenirdik.
Günlerden bir gün, telefonda, kız kardeşinin kendisini ziyarete geldiğini ve rahatsızlığının bulunduğunu belirterek randevu istedi. Hastahânede randevu verdim.
 Hastahânedeki odamın kapısını tıklattıklarında tesadü­fen eldiven giyiyordum. Sağ elim eldivenli, sol eldiven ise elimde idi. İçeri girdiler. Kız kardeşine elimi uzatarak "Hoşgeldiniz." dedim. Kendisine elimi uzatırken bir anda aklıma geldi ve elimdeki sol eldiveni kendisine uzatarak, "Yenge, şu eldiveni giy de rahat rahat tokalaşalım" dedim. Gü­lerek eldiveni aldı. Giydi.
Bu olay, hoş bir espri olarak aile toplantılarında anlatı­lır oldu.
Derken bir gün ani rahatsızlığı üzerine bizim eve geldi. Tansiyonunun yükselmesinden şüphelenmişti. Tansiyon aletini takıp, ölçmeye başlayacaktım ki, yine aklıma şeytan­lık geldi. "Yenge" dedim. "Elim kolunuza değdi. Ne olacak şimdi? Abdest tazelemen gerekebilir."
Cevabı yine gülerek oldu: "Doktorlar insanın kardeşi gi­bidir. Bir şey gerekmez." (s.170-172)


"Ölürse ten ölür; Âşıklar ölesi değil!"
Yunus Emre
Otuz üç yıllık meslek hayatımdan kalan anılar, şüphe­siz ki bunlardan ibaret değil. Anıların bir kısmını yazma­mayı tercih ettim. Bir kısmını, ilgili kişiler aktif hayatta ol­duklarından, bir kısmını da tıbbi nedenlerden dolayı yaza­madım.
Ondokuzmayıs Üniversitesi'nde yaşadığım idâri olay­ları ve öğretim üyelerindeki bazı anıları da daha sonraya bıraktım. Bu kitapta okuduğunuz, bazı öğretim üyeleri ile ilgili anılar, yaşadıklarımın yanında devede kulak dahi de­ğildir, inşallah onları da ayrı bir çalışmada anlatacağım. Dolayısıyla "sözün bittiği yer" başlığı sadece bu kitap için geçerlidir.
Okuduğunuz kitapta, adı ve soyadı verilen kişilerin tamamı gerçektir. Yalnızca adı verilenler ise, değiştirilmiş­tir. Olayları bilenler, söz konusu kişileri tahmin edebilecek­tir.
Yazdıklarım benim anılanındır. Ancak temelde yatan, doktorluk mesleğinin sorunları ve insanlarımızın doktorla­ra bakışıdır.  İnanmayan olabilir ama: doktorlar da insandır. "Parası pul, karısı dul" olsa da insandır.
Umudum, benim bir doktor, bir insan ve bir öğretim üyesi olarak yaşadıklarımdan, bizden sonra gelenlerin, ders çıkarıp, faydalanmalarıdır.
Dileğim o dur ki: Tanrım, hepimizi, hayat ve sıhhatin kıymetini bilenlerden, ölmeden ölenlerden ve dahi öldük­ten sonra ölümsüzlüğe erenlerden eylesin. (s.203-204)
(Her şey için çok teşekkür ederiz. Allah Teâlâ sizlerden razı olsun. Âmin)

Kaynakça
Prof. Dr. Kenan ERZURUMLU [Kitap]. - El Neştere Değince (Bir Cerrahın Hayatından Kesitler) Ufuk Ötesi Yayınları İstanbul-2008.
İletişim:
İnternet Sitesi:http://www.kenanerzurumlu.com
E-posta: kerzurum@omu.edu.tr


[1] İstanbul Tıp Fakültesi'nin, Osmanlılar döneminde kurulduğu zamanki adı.
[2] Buldog klampleri: Damar ağızlaştırmalarında kullanılan küçük pensler. Günümüzde çok değişik boylarda plastikten yapılma kullan-at tipinde olanları bile var. O yıllar, ülkemizin 70 sente muhtaç olduğu yıllardı.
[3] Sıra dışı- farklı (İngilizce)
[4] Midenin 3/4'ünün çıkarılması
[5] Cerrahiye bağlı, istenmeyen sonuçlar.
[6] Tıpta Uzmanlık Sınavı
[7] Ciddi kriz geçirmiş, henüz perfore olmamış ama peritonit bulgularını veren hastalar için kullanılan deyim.
[8] Yara iltihaplanması.
[9] Büyü araçları
[10] Birikebilecek kan veya sıvıları dışarı alabilmek için lastik boru yerleştirmek.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar