PSİKİYATRİ, PSİKOLOJİ, POLİTİKA
Sezgisel materyalizmin, yani maddi dünyayı
pratik eylem olarak kavramayan materyalizmin vardığı en üst nokta, "sivil
toplum" içinde tek tekele alınmış bireylerin bakış biçimidir. [K. Marx]
Hâlihazır psikiyatri/psikoloji
pratiğine içkin temel iddialardan birisi, adı geçen disiplinlerin insan
davranışlarının genel bir açıklamasını/teorisini oluşturdukları
iddiasıdır. Anılan pratiği yürütenlerce mümkün ve anlamlı kılan da, zaten o
genel teorinin, handiyse bir 'birey bilimi' nin içinden konuştuklarına
dair besledikleri inançtır. Söz konusu genel çerçevede bireyin temel ve
hikmetinden sual olunmaz bir kavram olarak işlev gördüğü, o pratiğin ve
bilgisinin özgül kurucu ilkesi olarak tanımlandığı söylenebilir.
Normal/anormal özellikleri, artıları/eksileriyle birey,
bir insan (=dünya) görüşü için de ihtiyacı duyulan ekseni teşkil eder. İddia
böyle devam eder. Toplumun geri kalanından ancak yaman bir soyutlama ile elde
edilebilen 'sivil toplum içinde tek tek ele alınmış' bu soyut birey,
ardında gizlediği bir toplum imgesi ile süreklilik kazanır. Toplum, kabaca
bireylerin kendi içinde toplaşmasından müteşekkildir.
(Bu anlamda
toplum bir cam kavanoz metaforuyla eksiksiz açıklanabilir. Örneğin; kavanozun
biçimi gereği alttakiler ve üsttekiler tabii ki vardır; alttakilerin şansı
yoktur, canları çıkar hatta yukarıya tırmanmak için birilerini kaydırmak
gerekir vb.)
Bireylerin
toplum içindeki karşılıklı ilişkileri/etkileşimleri asıl olarak o
bireylerin sahip oldukları değişmez/ mutlak özelliklerinden gidilerek
ancak anlaşılabilen yapılardır.
Besbelli ki bir
felsefe tavrıdır sözkonusu olan ve bugünkü hâkim yönelimleri itibariyle
psikiyatri/psikolojinin felsefeyi 'aştığı' savlarının eşliğinde aslında onun
ortasında oluşunun resmidir.
1845'te
söylenmişti, aktarıyorum:
"Feuerbach,
dinsel özü, insan özünde çözümlüyor. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında
bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür."
Bu gerçek
varlığın eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla şunları yapmak zorunda
kalmıştı.
1.
Tek başına soyut bir insan bireyinin varlığını önceden
kabul ederek tarihin akışını hesaba katmamak ve dinsel düşünüşü değişmez,
kendinde bir gerçeklik olarak ele almak.
2.
Bunun içindir ki, insansal özü ancak 'tür' olarak,
içkin, dilsiz ve çok sayıda bireyi doğal biçimde birbirine bağlayan evrensellik
olarak kabul etmek. (Tez 6)
İşte bu
nedenledir ki, Feuerbach, "dinsel düşünüş"ün kendisinin bir
toplumsal ürün olduğunu ve incelediği soyut bireyin belirli bir toplum biçimine
ait olduğunu görmüyor. (Tez 7)
Eski
materyalizmin bakış açısı sivil toplumdur, yeni materyalizmin bakış açısı ise,
insan toplumu, ya da toplumsallaşmış insanlıktır." (Tez 10)
Ve 11. Tez...
Psikiyatri/psikolojinin
'birey'i farklı söylemlerde ortaya çıkan bir dizi birey kavramı ile aynı teorik/ideolojik
arkaplânı paylaşıyor olmasının ötesinde; nihai anlamı asıl olarak birey
kavramının orada kullanılabiliyor olmasıyla kurulan, o söylemlere bir tür 'bilimsellik',
'hakikate uygunluk' özelliği kazandırmaktadır. Örneğin, 'devletin
küçülmesiyle eşanlı olarak ortaya çıkan özgür bireyin karakterize ettiği modern
toplumlar' cümlesindeki 'özgür birey' kadar,
liberalizm için bir üstünlük yanılsaması yaratan kavram az bulunur herhalde.
Üstelik eşine
az rastlanır bir 'dönme' fiili eşliğinde zuhur e den malum kavrayış
gücüyle 'solcu dangalaklığı' keşfeden bütün soytarılar liberalizm
methiyelerine 'özgür birey'le başlamıyorlar mı, liberal söylemin
dolaşımını sürdürme garantisi 'özgür birey'e ilişkin oluşmuş ortak bir fit olma
hali değil mi vb..
Psikiyatri/psikolojinin 'birey'inin toplumsal/politik
davranışları yönelimlerini anlamaya çalışırken, örneğin ideoloji/ideolojik
aygıtlar, medya düzeni, tüketim toplumu vb. analizler artık gereksizdir.
Velhasıl, psikiyatri/psikolojinin
birey bahsinde (temel bir varsayım olarak) taşıdığı felsefi bağlamın burjuva
düşünme biçiminin temel dayanaklarından birisini oluşturduğu, toplumsal
eylemin/dönüşümün odak noktasına 'birey'i yerleştirerek bir anlam kaydırıcı
vazifesine memur olduğu, toplumsal bütünlüğe dair analizler karşısında
epistemolojik bir mevzi olarak işlev gördüğü ileri sürülebilir.
Temel bir
inançlar ve değerler sistemi; orada hızla cereyan e den değişiklikler ve bu
değişimin nasıl tanımlanmakta olduğu fazlasıyla kayda değer diye düşünüyorum.
Biraz da şu yüzden:
Psikoterapi (hangi türü olursa olsun)
pratiğinde karşı karşıya gelen iki insanın ('hasta' ve terapist) politik/toplumsal
kavram ve kategorileri; keza 'hasta'nın içinde yer aldığı bu süreci anlamaya
ve sorgulamaya çalışırken tutunduğu inanç ve değerler sistemi yine bizzat bu
sürecin temel öğelerinden birini oluşturduğu için. Manzara aşağı yukarı şöyle:
Sanki bütün
inanç ve değerler bir hayli karmaşık ve oynak ama tek bir bütün içinde vaziyet
almış/alabilirmiş ve meşhur şu 'ideolojilerin silindiği' modern
(postmodern mi demeliydi yoksa) zamanlarımızda o inanç ve değerler skalaları
toptan ve hayata uygun biçimde değişiyormuş/değişebilirmiş gibi. Tek tek
her birimizin bahtına düşen ve kaderimizi çizen şey böylece, o ortak değerlere
(epeydir yükselen değerler olarak anılıyor) adapte olabilme kabiliyeti oluyor.
Bu manzara da geriye doğru hükmedenler/ezilenler yapısal
ayrımının iptal olduğu kaynaşmış bir kitle halindeki toplum imgesiyle
tamamlanıyor. Çok iyi biliniyor: O imgenin hayatı bazıları için kendi
hayatlarına denktir neredeyse.
Kestirmeden söylemek lazım:
Temel bir değerler/inançlar sistemi farklılığı/değişimi,
toplumun sınıflara bölünmüş yapısına atıf yapılmaksızın tarif edilemez. Asıl
olan o sınıfların bakış açılarının (öyleyse inanç/değer sistemlerinin)
birbirlerini dışlayan, bir arada düşünülmesi gayri-mümkün karakteridir. O düzeyde
de sürüp giden topluma içkin bir kavgadır. O kavganın bu toplum yapısı içinde
çözümü imkânsız doğası uyarınca bir dizi seçenek mevcuttur. Kadercilik/tevekkül
etmek, çözüme aktif olarak katılmak vb. Birisini seçmek tabii ki
serbesttir. O tavırlardan bütünüyle arınmış bir psikiyatri/psikoloji
pratiği yürütmek iddiası ise geçersizdir.
Kaynak:
Erdoğan ÖZMEN, Psikiyatri, Psikoloji, Politika, Zed yayın,1.
baskı: Aralık 1995, İstanbul, s.7-9
Gerçekliğin
bütünselliği fikrinin bir yanılsama olduğundan hareketle, hayatın ancak gerekli/uygun
sektörlere/bloklara ayrılması halinde anlaşılabileceği ileri sürülür.
Giderek karmaşıklaşan ve incelen iş bölümü düzeni ve değişik faaliyet
alanlarında sürdürülen araştırma ve analizlerin konularını artan biçimde mikro
düzeylerde tanımlama çabaları bu tezin gerekçeleri olarak tartışılır. Sonuç:
Şiddetini ve
tahakkümünü giderek artıran bir bilgi yığını ve hayatın kırıklara ayrılmasıyla
koşut gelişen, kendi kaderimize ilişkin var etmeye çalıştığımız inisiyatif duygusunu
yitirmemiz, öyle tanımlanmış olmasıyla o hayati değiştirme umut ve
imkânlarının sürekli bir örselenmeye maruz kalmasıdır.
Sistematik bir
hal alan hayatın medikalizasyonu (tıbbileştirilmesi) işlemlerinin anlaşılması
gereken zemin de burası galiba. İşlemlerin birbirini tamamlayan iki farklı
süreç halinde cereyan ettiği söylenebilir.
1.
Herhangi bir toplumsal/politik/kişisel sorunu
tıbbın kavram ve teknikleriyle tanımlama, her türden insan ıstırabını tıbbileştirme
gayretleri.
2.
Sağlığa ve hastalığa ilişkin bütün durumlarda toplumsal/politik/kişisel
bağlamın sürekli bir represyona (bastırmaya) uğratılması.
Tıbbi pratiği
yürütenler bakımından İkincisinin değişik özellikleri ve sonuçları itibariyle
bir hayli önemli olduğunu düşünüyorum. (Bu cümle birinci özelliğe bir "önemsizlik"
sıfatı tabii ki yüklemiyor.)
Toplumsal/politik/kişisel bağlam tanı/tedavi süreçlerine
(bizim o süreçleri anlamlı kılmaya matuf yorumlama tekniklerimize)
sardırıldığı ölçüde, onca biyolojik-bilimsel donanıma sahip profesyoneller
için hiç hesapta olmayan (hazırlığı yapılmamış) bir yetersizlik/çaresizlik
duygusuna kaynaklık etmektedir. O duygu ile derindeki yüzleşme korkusu, anılan
bağlanım çoğun farkında olunmayan mutlak bir represyonuna (Uygun
olmayan görüş ve düşünceleri şuur altına atma) neden olmaktadır. Represyonun
sıkılığıyla huzurlu/kendinden emin klinisyenler olma hali arasında tam
bir korelasyon mevcuttur ve klinikteki bazı fenomenlerin anlaşılmasını yöneten
ilkedir. Aynı sürecin izini daha dar bir çerçevede de sürmek mümkün. Eğer hastalık
bizim bir norm olarak bellediğimiz biyolojiden sapma ise, hastanın tepkisi ve o
haliyle var olma tarzı anlaşılması gereken ve geçerli bir tepki değildir.
Hatta kalıcı olmaya yüz tuttuğu ve direndiği ölçüde bize karşı bir tür meydan
okumadır ve "düz" edilmesi gerekir. Tam sistemlerinin fiili
mantığı da bu süreci beslemeye hizmet edecek tarzda kurulur: Tanı, bazı davranış,
düşünce ve duygu örüntülerinin anlaşabilir olma ve anlaşılma potansiyellerini
iptal ederek, geçersiz kılma işlevini üstlendiği (ya da belki biraz önce
anılan o yüzleşme korkusu nedeniyle o işleve memur edildiği) ölçüde; toplumsal
kuruluşun başka düzeylerinde zorun/şiddetin oynadığı role benzer bir
konuma kilitlenir. Besbelli ki bütünüyle sınıflandırma sistemlerinin temel
motivasyonlarına ait bir özellik değil sözü edilen: Daha çok o zeminde
yürütülen bütün bir pratikler sisteminin açığa vurduğu temel bir refleks.
Burada herşeyin
bir karşılığı vardır ve asıl anlamını o norm normdan sapma problematiğinde
bulur. Bu anlamda örneğin, "Ben hasta değilim" ifadesine, aynı
zamanda hastalığı altetmeye de çalışan sağlıklı yanın, bütün bir tarih, toplum,
insanlar arası ilişkiler ve aile dinamiklerinin biçimlendirdiği somut bir birey
olma özelliğinin ihmaline/ıskalanmasına karşı yapılmış bir uyarı değil
de, "içgörü yokluğu" buyurulur. O aynı "düz etme"
saikleriyle harekete geçmenin kategorik çerçevesidir varılan yer. Bundan
sonrası bazı hastalara 2xECT/gündür. David Ingleby'ın biyolojik
psikiyatrinin fiziksel tedavi başarılarına ilişkin argümünlarını tartışırken
söylediği "ÖLÜM
HERŞEYİN ÇARESİDİR" (death 'cures'
everything) cümlesi alegorik bile olamaz, artık.
Sağlık ve
hastalığın böylesi bir biyolojik/bilimsel norm normdan sapma problematiği
içinde tanımlanması, hükmedenler tarafından toplumsal bütünlüğün yapısal
dinamiklerinden kaynaklanan çatışmaları adlandırmak için kullanılan aynı
norm-normdan sapma söylemine, benzer organik biyolojik çağrışımları yükler.
Sistemin yapısal bölünmesinin uzağında aynı biçimde yeniden üretilebilmesinin
selameti, egemen söylemin böylesi "sarsılmazlık sorgulanamazlık"
duygusuna yol açan çağrışımlar eşliğinde okunmasıyla bir hayli ilgilidir:
"Bilim", saf politik tavırlar ve politik sonuçları ciddi olabilen
pratiklerin yeterince bulunduğu bir faaliyet alanıdır.
Klinisyenin toplumsal/politik/kişisel
bağlamı da önüne koyması ancak bir engellenme yaşantısı eşliğinde tecelli
ediyorsa, bu kendisine ilişkin bilgisinin kuruluşu gereğidir biraz da: Anılan
bağlamın verili bir şey gibi anlaşılmasını vaaz eden ve uzun eğitim yıllarında
ona bahşedilmiş belirli bir soyutlama düzeyinde (teknik bir sahada) iş görmeye
uygun ve muktedir insandır klinisyen. Deyim yerindeyse bu kendilik bilincidir
ki, aynı zamanda herhangi bir eleştirel yaklaşıma izin vermeyerek döngüyü
tamamlar.
Binlerinin
çıkıp, duygu yüklü, anlamlı, bir amaca yönelik bütün arzu ve fantezilerimin
bir kimyasal formülden ibaret olduğunu ispat gayreti içinde olmasını (öyle
varsaymasını) çok yönlü, zengin insan varoluşuma ve bunun mutlak gerçekleşme
imkânlarına işaret eden ütopyama bir saldırı addediyorum. O ütopyayı kitapta
yazıldığı gibi anlıyorum:
"Özel
mülkiyetin (insanal kendinin yabancılaşmasının ta kendisi) olumlu kaldırılışı
ve bunun sonucu insanal özün insan tarafından ve insan için gerçek temellükü, öyleyse
kendisi için insanın, toplumsal, yani insanal insan olarak bütünsel dönüşü,
bilinçli ve daha önceki gelişmenin tüm zenginliğini koruyarak yapılmış dönüş
olarak... İnsan ile doğa, insan ile insan arasındaki karşıtlığın gerçek çözümüdür,
varoluş ile öz, nesnelleşme ile kendini olurlama, özgürlük ile zorunluluk,
birey ile tür arasındaki savaşımın gerçek çözümüdür. O, tarihin çözülmüş
bilmecesidir ve kendini bu çözüm olarak bilir."
O ütopyaya
dayanılmaz bir negatif hassasiyet gösteren birisinin benim o "sözü
edilen kimyamı" kendininkine benzetme talebinin örneğin (bu söylemek
istediğimi söyleyebildiğim bir örnek yalnızca ), bugünkü paradigmaya göre adı
artık normalleştirmedir. Biyolojik psikiyatriye haksızlık etmiş olmamak için
eklemek lazım, aynı normalleştirici saik ve yönelimleri tıbbın diğer
branşlarında da (hatta psikanalizde) gözlemek mümkün. Sağlıklı (=normal) olanın
ne olduğunun gösterildiği ve o malûmata tâbi olursak, haldeki ve olası bütün
davranış ve düşüncelerimizin hastalıklı olana karşı bir tür dirence
kavuşacaklarının bildirildiği bir pratikler ağı kastedilen. Tek tek her
birimizi bitmez tükenmez bir kurallar, yasaklar, öğütler, analizler, gruplar
kıskacında kendi kendini normalleştirmeye çalışan ama yalnızca bunu yapan
bireyler kılma operasyonlarının toplamı.
Çoğu zaman derin
bir "bana ait" duygusu eşliğinde yaşadığınız, sizin anlam
dünyanızda doğrudan var kalma kavgasına ilişkilenen birçok yaşantı, benzer bir
kaderi paylaşarak, bütün numarası beyninizde bir biyokimya değişikliği husule
getirmek olan bir ilaçla ikame edilmesi gereken bir "belirti" haline
geliverir artık. Bir sendrom oluşturmaya kalkışan psikiyatrik bulguların, o
bağlam içinde ilgili anlamlarını edinmek için ilk plânda birbirine gönderme
yapan göstergeler olarak değil de, somut gerçeklikle bir tekabüliyet ilişkisi
içinde olan, bir özü temsil eden gösterenler olduğu saçmalığına düşülür.
İnsan kutsal
ve sonsuzdur. Biyolojik
psikiyatri o sonsuzluğun açıkça ihlâl edilmesidir. Bereket ki bu lânet olası dünyada doğrudan
o sonsuzluğu açığa vuran ve gösteren yeterince örnek var:
John Berger'ın
"Che" Guevara adlı yazısında yazdığı şu:
"Aşkıncı
bir çağrıda bulunmaması koşuluyla, kendisi için bilinebilir olan şeylerin en
yüksek olası bilinciyle davranması koşuluyla, onun önceden gördüğü ölümü ben
ile dünya arasında şimdi artık var olabilecek eşitliğin ölçüsü olmuştur. Onun
topyekün kendini adamışlığının ve topyekün bağımsızlığının ölçüsüdür bu".
Şunlar da Guevara'nın sözleri:
"Şimdi,
zayıf, güçsüz bacaklarıma ve yorgun ciğerlerime, bir sanatçı titizliğiyle
bilediğim iradem destek olacak. Başaracağım"
Evet. İyi ki
onlar var...
Kaynak:
Erdoğan ÖZMEN, Psikiyatri, Psikoloji, Politika, Zed
yayın,1. baskı: Aralık 1995, İstanbul, s.11-14
Psikanalitik
nesne ilişkileri kuramı;
1) Kişilerarası
ilişkilerin kaynağı ve doğasına;
2) İntrapsişik
yapıların kaynağı ve doğasına ve bunların hali-hazır kişilerarası ilişkiler
bağlamında başkalarıyla kurulmuş tarihsel (tarihsel/içselleştirilmiş)
ilişkilerin yeniden aktive olması, modifiye ve fikse olmasından kaynaklanıyor
olmasına ilişkin psikanalitik çalışmayı temsil eder. Aynı kuram; kişilerarası
ilişkilerin içselleştirilmesi ve bunun normal ve patolojik ego ve süper-ego
gelişmelerine yaptığı katkı ve intrapsişik (ruh içinde meydana gelen, zihin
içinde var olan) ve kişilerarası nesne ilişkilerinin karşılıklı etkileri üzerinden
çalışır.
Sözkonusu kurama
göre; insan egosu doğumda bütünlüklü haliyle vardır ve henüz farklılaşmamış
nesnesi (=öteki) ile göreli basit bir ilişki içindedir. Giderek nesnelerle,
özellikle de anneyle yaşanan erken deneyimlerdeki engellemelerin kötü deneyimlerin
bir sonucu olarak o nesneyi kontrol etmek kaygısıyla nesneyi içselleştirmek
şeklinde bir defansif (savunmaya dayalı) tavır geliştirilir. Daha sonra yine
defansif amaçlarla çeşitli nesneler ve nesne ilişkileri biçimlendirmek için
nesne deneyimleri iyi ve kötü olarak bölünür. Bu bölünmüş nesnelerle
ilişkilerini sürdürmek için egonun karşılık gelen parçaları arasında da bir
bölünme meydana gelir ve ego baştaki içsel birliğini/bütünlüğünü
yitirir.
O bütünlüğün
yeniden gerçekleştirilemeyişi ve egoda süre giden bu bölünmelerin varlığı
şizoid duruşun/varoluşun temel özelliği ve meselesidir. Dolayısıyla
şizoid varoluş en önce önemli nesnelere ilişkin olarak id'den kalkışan tehdit
edici itkilerin (impuls) kontrolünden daha ziyade, kendi bütünlüğünü yeniden
oluşturarak bütünlüklü nesne ilişkileri kurmaya muktedir bir egoya sahip
olamayışla malüldür. Bu zayıf, frajil ve infantil ego nedeniyledir ki; nesne
sürekliliği sağlanamaz ve bütünlüklü nesne ilişkileri kurulamaz. Burada
karşılıklı bir ilişkinin yürürlükte oluşunu not etmek gerekiyor: Bir yandan
nesneler dünyasıyla başedemeyen bu infantil ego nedeniyle, emosyonel
hayatındaki asli nesnelere ilişkin bir tutarsızlıkla bölünen ve içsel bütünlüğünü
kaybeden şizoid, sözkonusu bu çaresizliğinin/yazgısının kurbanı haline
gelirken; diğer yandan içselleştirdiği nesneleri iyi ve kötü yanlarıyla
birleştiremediği ölçüde mutlak iyi ve kötü nesneler halinde bölüp
nesnelerindeki bu bölünmeye koşut olarak kendi egosunda da bir bölünmeye
uğramaktadır.
Mental
bozuklukları sınıflandıran DSM sisteminin son versiyonunda (DSMIV) bir tanı
kategorisi olarak yer alan şizoid kişilik bozukluğu için oluşturulmuş tanı
ölçütleri şunları kapsamaktadır:
Gençlik erişkin
döneminde başlayan ve değişik koşullar altında ortaya çıkan, sürekli,
toplumsal ilişkilerden kopma ve başkalarıyla birlikte olunan ortamlarda
duyguların anlatımında kısıtlı kalma örüntüsü. Ve aşağıdaki özelliklerden en
az dördünün bulunmasıyla karakterize durum.
1-
Ailenin bir
parçası olamadığı gibi, ne yakın ilişkilere girmeyi ister, ne de yakın
ilişkilere girmekten zevk alır.
2-
Hemen her zaman tek bir etkinlikte bulunmayı yeğler.
3-
Başka biriyle cinsel deneyim yaşamaya karşı ilgisi
varsa bile çok azdır.
4-
Alsa bile
çok az etkinlikten zevk alır.
5-
Birinci derecede akrabaları dışında yakın arkadaşları
ya da sırdaşları yoktur.
6-
Başkalarının övgü ya da eleştirilerine karşı ilgisiz
görünür.
7-
Duygusal soğukluk, kopukluk ya da tekdüze bir duygulanım
gösterir.
Belki zaten
biliyorduk. Şimdi daha çok farkediyoruz:
İdealize edilmiş
bir özel hayatın kapitalist toplumun temposu, düzensizliği ve
kıyıcılığı/vahşiliği karşısında ve bir teslimiyet duygusu eşliğinde bir
seçenek gibi algılanması ve sunulması; ters bir etkiyle özel ve kamusal alanlar
arasındaki ayrımda bir silinmeye neden olurken, diğer yandan da bizi nesneler
dünyasında açık bir bölünmeye maruz bırakıyor. Kamusal hayata ilişkin olarak
duyulan yoğun korku nedeniyle o özel hayatın bir kaçma reaksiyonu olması ve
dolayısıyla idealize edilmesi ölçüsünde, adı geçen iki alan arasındaki sınırın
güvenliği de paradoksal bir biçimde tehlike arzediyor.
Sonuç olarak; toplumsal hayatın alanı olarak
kamusaldan bu korku/endişe yüklü çekilme, kendi içinde ötekilerle ilişkinin bir
hayli mesafeli ve kontrollü hale geldiği özel bir toplumsal etkileşim tarzı ve
alanı yaratıyor. Nesneler dünyasındaki bu bölünme bizi
kişiselliği ve özel olarak da kişisel mahremiyeti koruyarak toplumsal yaşama
katılmanın handiyse olanaksız hale geldiği netameli bir eşiğin önüne savuruyor.
Ötekilerle ilişkide güdülen o kontrol ve mesafe kaygısı/zorlantısı,
kapalı ve bütün referanslarını sonsuz bir bükülmeyle kendi içinde bulan minik çevrelerin/
grupçukların harcı ve zemini oluyor. Bu mesafeli ve kontrollü temas çok
fazla da çok doğal olarak sürdürülemiyor. Çünkü o zeminde ve o harçla
oluşturulan bir toplumsallık (yalancı toplumsallık demeyi deniyorum) içinde kişiselliğin/tinselliğin,
artık sadece mimiklerden, beden hareketlerinden, giysilerden, davranış
stillerinden, eğlenme biçimlerinden, yemek ve müzik alışkanlıklarından
okunabilir bir şey olduğu yazılı (o çerçevede fazla seçeneğiniz de yok zaten).
Ötekilerin bilgisini onlarla yaşanan bir ilişkiden değil de onların
gözleminden çıkarsanabilir sanmaya başlıyoruz: Bir klinik durum ve hâkim
belirti olarak böylesi bir yanılsama.
Böyle olunca,
ama galiba daha çok neden böyle olduğuna gelince: Artık inancın ve ütopyanın
herhangi bir anlam ifade etmediğini, sadece olguların ve "şimdi/burada" bulunanın kendi
başına yegâne gerçek addedildiği görüntünün/görünenin zaten/her
zaman anlamı deklare ettiği ve gözlenebilir olanın ötesinde bir şey
olmadığını vaaz eden bir felsefi/ideolojik tavrın uzantısında duruyor
olma halimiz sanki. O tavır; ürtok başkalarıyla empatik bir titreşim içinde
olmayı, yani başkalarının yaşadıklarına/deneyimlerine ait içsel referans
çerçevelerini, duygularını tanımayı, "sanki oymuşsun gibi tanımayı",
halden anlamayı imkânsız ve gereksiz kılıyor.
Yukarıda sözü
edilen o sürekli gözlenir/görünür olma kâbusuna karşı geliştirilebilen
biricik savunma çekilme ve sessiz kalma oluyor. Artık birbirimize hakikaten el
olma/yabancı olma halini de içeren bu sürecin sonunda ötekine doğrudan seslenme/söyleşme
hakkını ve imkânını da yitiriyoruz. Nihayet kamusal
alan; içinde izole bireylerin umutsuzluk ve çaresizlik içinde bir özel
mekândan bir diğerine koşuşturdukları bir koridorlar ağına dönüşüyor. En vahimi de belki şu:
Diğerleri
tarafından sürekli bir okunma/gözlenme kipinde yaşıyor olmanın
bilgisiyle bizatihi duygulanım kapasitemizi habire buduyor, boğuyoruz. Kamusal
bir hayat kendi gerekleri uyarınca sürdürülemez oldukça özel olanın bir
projeksiyonu olarak var olabiliyor. Böylece kamusal hayatın ağını giderek artan
ölçülerde kişilik kültlerince işgal edilmeye müsait hale geliyor. Artık
örneğin; kibarlık/nezaket gibi bir insani erdem, bir başkasının
gerektiğinde sorumluluğunu duymak ve yükünü omuzlamaktan, başkalarının acısını
hissetmek ve o acıyı onarmaya çalışmaktan (bunların eksikliğinde ne kalır ki
bizden geriye) bir kaçışın gerekçesi yapılabiliyor. Psişik hayatı karakterize
eden şey artık nesne ilişkilerinden dehşet verici bir çekilme sürecidir.
Bu sürecin
sonundaki yıkıcı tehlike; bütün nesne ilişkilerinin kaybı ve böylece bir yok
olmadır. Yok olmadır; çünkü insani deneyim ve davranışın temel
koşulu/motivasyonu başkalarıyla kurulacak teması arama ve sürdürme halidir. Keza; benzer bir
biçimde sağlıklı bir olgunlaşmanın tayin edici kertesi ötekiyle çok yönlü ve
yakın bir ortaklığı/karşılıklı olma halini/birlikteliği var etme
kapasitemizdir.
Burada aynı anda
ve çok doğal olarak egoyu koruma kaygısıyla yönlenen bir başka süreç başlar:
Gerçeğe kaçış şekline bürünen savunmacı bir tavırla karakterize bu süreç o
umutsuz izolasyon duygusunu tolere etmeye ve savuşturmaya matuf özellikleriyle
somut nesneler dünyasına ilişkin zorlantılı (kompulsif) bir ilgiyi kışkırtır ve
şekillendirir.
Anılan özellikleriyle
gerçeğe kaçış tavrının olağanüstü bir esneklik edinerek yöneleceği dünya,
öncelikle bildik metalar dünyası olacaktır. Handiyse (Yakın zamanda,
neredeyse, hemen hemen) bir mal öforisi halini alan malların biriktirilmesi/istif
edilmesi o tavrı temsil etmesi itibariyle bir hayli tipiktir. Zamanımızda
büyük çoğunluğun yaşadığı o müthiş değersizleşme ve aşağı olma duygusunun
biricik telafisini tüketim olanaklarına sahip olmaya eşdeğer görmesinden söz
ediyorum.
Öfori: Kişinin
hoşnutluk duyduğu ve kendisini iyi hissettiği bir ruhsal durumdur. Psikiyatride
öfor: her zaman patolojik anlam taşır ve çok kere organik serebral hastalığın
önemli bir erken belirtisidir. Bulaşıcı değildir, kişinin neşeli halnin sebebi
yoktur; çünkü hoşnutluk duygusu bilinç yoksunluğuna ve üzüntü yahut anksiyeteyi
duyamamaya dayanır.
Rollo May'in
söylediklerini aktarıyorum:
"...duygusuzluk,
dünyanın baskısı altında kişinin içe dönmek zorunda kalmasıyla gündeme gelir;
birey bu yüzden yeni bir kimlik problemiyle yüzyüzedir: ... Böyle başlayan
sürecin bir adım ötesi duygusuzluk, daha sonrası ise şiddete başvurmaktır.
May, duygusuzluğu seks olgusu içinde incelediğinde, kişinin "ölü"
olmadığını kanıtlamak için sekse abandığını anlatır. İç yaşam kuruduğu, duygu
azaldığı zaman duygusuzluk artar, kişi dokunamazsa, şiddet, iblisçe bir
zorunlulukla olası olan en dolaysız dokunma itkisi halinde ortaya çıkar.
...Cesaret,
daha çok umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir... Bu cesaretin başlıca
özniteliği bizim kendi varlığımız içinde onsuz kendimizi bir boşluk olarak
hissedeceğimiz merkezileşmişliği gerektirmesidir. İçteki 'boşluk', dışla bir
duygusuzluk ilişkisidir; ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir".
(Yaratma
Cesareti, 56).
Bir diğer
kompulsif ilişki/bağlanma cinsel ilişkiler alanında zuhur eder.
Kompulsif cinsel deneyimler diğer yandan, şizoid patoloji içinde bir gerçek
duygusu yaşamanın, o duygunun bir tür gaspının imkânını sunar.
Ancak; bu
biçimde girişilen gerçeğe kaçışlar iki nedenden ötürü sık olarak başarısızlığa
mahkûm olacaktır:
1) İçsel dünyaya temel bir inançsızlığın
sürüp gidiyor olması;
2) İhtiyacını
duydukları nesne ilişkilerine ait yatırımları, o ilişkinin tecellisi halinde
şizoid bir paniği uyarmaya bir hayli müsait olduğundan. Dolayısıyla; yoğun,
rekabete dayalı veya cinsel bir ilişki korkusu bir kavşağa işaret eder.
Söz konusu bu
şizoid ikilemin yaygın ve akut olduğu ölçüde hangi tarzda çözüleceğini büyük
ölçüde halihazır sosyokültürel bağlam belirler ve giderek o çözümler ait
oldukları sosyokültürel ortamı şekillendirmeye koyulur. Bugün belki de dini/mistik
ilgilerin/cemaat yapılarının bu denli çoğalmasının ve patlamasının
dinamiklerinden birisi bu çerçeveye oturuyor. O ilgi ve yapılar deyim
yerindeyse yukarıda anılan gerçekliğe kaçma savunmasını ters yüz ediyor ve
bizzat o savunmadan bir kaçış seçeneği işlevi görerek şizoid daireyi
tamamlıyorlar. Bir yenilgi olarak da görülebilir olan şizoid ikilem için bir
mazeret kodlayarak iş gören bu seçenek, diğer yandan regresif bir tarzda
destekleyici alt kültürlerin yaratılması yoluyla egoyu ayakta tutmaya yarayan
bir ilişkiler matrisi sunuyor.
İlişki ve
davranışlarımızın kararlaştırılması ve örgütlenmesinde kompulsif bir akıcılık
tavrının benimsenmesi bir diğer gerçekliğe kaçış örüntüsünü temsil eder. Bu
nokta tam da pazar akılcılığının ve bürokratik aygıtın bireysel
psikolojilerimizin nazik alanını işgal edişinin hikayesidir. Artık bireysel
dünyalarımızda her daim hükmünü yürüten bir dizi psikolojik savunma düzeneği
piyasadan ve bürokrasiden devşirilen materyalle düzenlenir. Marksizmden sonra
biliyoruz ki; kapitalist üretim koşullarında ürünün somut kullanım
değerlerinden değişim değeri soyutlanır ve üretimin ürünlerinin değerleri olası
kullanım değerleriyle yeni pazardaki değerleriyle belirlenir. Değişim değeri
bir soyutlamadır ve ürünün somut/yararlı özelliklerinden rasyonel
olarak soyutlanmıştır. Şu da söylenmiş oluyor:
Aynı anda ve
böylece ürünlerin kullanım değerleri bu soyutlama sürecinde bastırılmıştır
(represe edilmiştir). Bu soyutlama ve represyon süreçleri aynen kullanım ve
değişim değerlerinin mantığı uyarınca tek tek bizleri bu hayata uydurarak
hizaya sokar. Artık her şeyin değerinden, piyasada belirlendiği ve geçerli
olduğu ölçüde söz edilebilir olacağını esas kabul ederiz. Bütün hayatımızı o
lanet olası değişim değerlerimizi çoğaltmak eksenine oturturuz. Bedensel/zihinsel
bir bütün olarak hayatımızın somut ihtiyaç ve duyumları (id dünyası)
bastırılarak onlardan piyasanın makul, akılcı, hesaplı dünyasında yerini almasını
hak edecek (aynı zamanda o bastırma fiilinin amili olan) rasyonel bir ego
soyutlanır. Yani egonun rasyonalitesi/geçerliliği piyasanın değişim
ilişkilerindeki hakim rasyonalite ile uyumlu olduğu kadardır, o ölçüdedir. Sonuç olarak id'den doğan ve id'i bastıran
ego kapitalist toplumsal koşullara teslimiyetimizi de garanti eden güçtür.
SONSÖZ
Öyleyse iki
bildik toplumsal kuruluş:
Bir yanda temel
bir kapitalist dinamik olarak; mevcut bütün ayrım çizgilerini kişisel, cinsel,
mesleki, bölgesel vb mutlaklaştıran atomizasyon süreçleri ve halihazır
yabancılaşmış iş/faaliyet sistemleri;
diğer yanda o
yabancılaşmış iş/faaliyet sistemlerine ikame edilecek, aynı zamanda tek
tek her bireyin kendi üretici/yaratıcı potansiyellerini özgürce dışa
vuracakları topluluklar ve o toplulukların temel bir ön şartı olarak o
atomizasyon süreçlerine direnç ve belki de ben/öteki ayrımını bir hayli
silikleştirmeye aday bir ben/öteki ilişkisi.
Bir yanda
bireycilik, bencillik, sadece kendi çıkarlarını çoğaltmaya ayarlanmış bir kişilik
yönelimi; diğer yanda dayanışma, özveri, diğerkâmlık, dostluk dostluğu kendi
gerekçemiz yapabilme insani kapasitesi, kendi varoluşumuzun kaçınılmaz koşulu
olarak ötekilerle gerçekleştirdiğimiz etkileşimler ve bu etkileşim alanına ait
arzularımızın aktüelleşmesi ölçüsünde ötekilerin bağımsız varoluşları ve
haklarına ilişkin saygı. Ben böyle anlıyorum: Düpedüz; bir yanda
kapitalizm, bir yanda sosyalizm.
Freud'un
yaşamının sonlarında dürtü kuramında yaptığı değişiklik uyarınca; libido eros
ile yer değiştirir. Kuramın başlangıçtan itibaren sebat eden ikili yapısı
uyarınca eros'un (yaşam dürtüsünün) karşısında da Thanatos (ölüm dürtüsü) yer
alır. Buna göre yaşayan bir varlık kendi içsel hareketiyle sadece ölüme varır,
bu nedenle ölüme karşı duran şey, artık yaşama içsel bir şey değil, iki ölümlü
varlığın birleşmesidir. Eros bu birleşmenin adıdır. Eros'un ortaya çıkışıyla
ima ettiği şey, ötekine duyulan arzudur. Yaşayan varlık daima ötekiyle
birleşerek, birlik içinde ölüme karşı, kendi ölümüne karşı savaşır. Tekil eylemimizin varacağı yer ölümdür
ve yaşam dürtüsü doğamızda yazılı bir yaşama arzusunda değildir.
Öyleyse;
yukarıda anılan karakteristikleriyle kapitalizmin oturduğu eksen ölüm
eksenidir. Yaşam ekseni sosyalizmdir.
Kaynak:
Erdoğan ÖZMEN, Psikiyatri, Psikoloji, Politika, zed
yayın,1. baskı: Aralık 1995, İstanbul, s.67-73
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar