PSİKİYATRİDE KULLANILAN MİTOLOJİK KAVRAMLAR
Hzl: Doç. Dr. Kriton Dinçmen
Büyük
hümanist Azra Erhat’ın --Hocam Prof. Dr. Necmettin Polvan’ın anılarına..
1948 yılında İstanbul Tıp
Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri ve
Nöroloji Klinikleri’nde ihtisasını tamamlayan Psikiyatri Doçenti Dr. Kriton
Dinçmen, aynı Fakülte’nin Psikiyatri Kliniği Başasistanlığına tayin olmuş ve
başasistanlığı sırasında elde ettiği bir fellowship ile 1961’de Amerika’ya
giderek New Jersey, Long Branch, Monmouth Medical Center’de Dinamik Psikiyatri sahasında
çalışmıştır. Ondan sonra sırası ile, Maryland’da Crownsville State Hospital ve
keza Maryland, Baltimore’da The Johns Hopkins Hospital’in Psychosomatic
Medicine Department’inde servis şefi, araştırıcı ve visiting psychiatrist
unvanları ile çalışmalarda bulunmuştur.
Bu süre içinde Disease of
the Nervous System, International Journal of Neuropsychiatry gibi Amerika’nın
en ciddi tıp dergilerinde birçok çalışma ve makale yayımlamış, yayınlarının
birkaçı Excerpta Medica ve Digest of Neurology and Psychiatry gibi Dünya
Nöropsikiyatrisinin en titiz dergilerinde iktibas edilmiş ve pek çok yabancı ve
yerli tıp araştırmacısı tarafından cité edilmişlerdir.
1965’te Bakırköy Akıl
Hastanesi’nde çalışmaya başlayan Dr. Kriton Dinçmen 1972’de Amerika, Missouri,
St. Louis’deki Missouri Institute of Psychiatry’den davet edilerek research
consultant unvanı ile bir müddet için oradaki araştırma ve yayınlara
katılmıştır. Bakırköy Akıl Hastanesi’nde klinik şefi olarak uzun süre çalışan
Dr. Kriton Dinçmen, 1982-1994 yılları arasında Adli Tıp Kurumu Psikiyatri
İhtisas Kurulu Başkanlığı görevinde bulunmuş; 1990-1998 yılları arasında
İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev
yapmıştır. 2001 yılına kadar Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Adli
Psikiyatri derslerini sürdürmüştür.
Dr. Kriton Dinçmen’in
ulusal ve uluslararası tıbbi kongre ve dergilerde yayımlanmış birçok çalışma ve
yazısının yanı sıra ‘Psikiyatri El Kitabı’, ‘Psikosomatik Hekimlik’,
‘Deskriptiv ve Dinamik Psikiyatri’, ‘Nöroloji El Kitabı’, ‘Adli Psikiyatri’,
‘Psikiyatri/Psikosomatik Tıp’ isimli kitapları ve ‘Existentialist Psikiyatri
Üzerine Dört Makale’ ile ‘Psykhiatria ve Mythos’ isimli tıbbî monografileri
yayımlanmıştır.
Dr. Dinçmen, Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Tıp Tarihi Anabilim Dalı’nca yayımlanmış ‘Son Yüz Elli Yıldaki
Tıbbi Gelişmeler’ adlı eserin Psikiyatri bölümünün Türkiye kısmında adı
geçen 5-6 hekimden biri olduğu gibi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim
Dalı’nın son yayımlamış bulunduğu 6 ciltlik ‘Adli Tıp’ kitabının Adli
Psikiyatri bölümünde de Türkiye’de Adli Psikiyatrinin kurucusu olarak
tanımlanmaktadır.
Ayrıca, edebiyat ile de
ilgilenen Dr. Kriton Dinçmen’in ‘Benimle Son Defa Dans Eder misiniz?’,
‘Symphonia Kakophonica’, ‘Hüzünlü İntermezzo’, ‘Hiçliğe Övgü’ isimli öykü
kitapları; ‘Hiçlikte Randevu’ isimli bir romanı; ‘Heybeliada’da Tanrı ve Adam’
ve ‘Utopia’ya Topos Ararken’ adlı felsefe yazıları; ‘İnsan Dizeleri’ ve
‘Utopya’ya Çağrı’ isimli şiir kitapları bulunmaktadır.
Yunanca, İngilizce ve
Fransızca’dan çevirdiği ‘Ölüler Bekler’, ‘Ahilya’nın Nişanlısı’, ‘Ankaralı Dört
Hanım’, ‘Benzersiz Mevlana’, ‘Hayat Mezarda’, ‘Melina’nın yaşam öyküsü’ isimli
altı roman, ‘Sappho’nun fiiirleri’ ile Elitis’in ‘Övgüler Olsun Sana’ isimli
şiir kitapları; ‘Lokantamızda Prens ve Prensesler Daima Taze ve Bol Masal Sosu
ile Sunulur’ isimli öykü kitabı ve Halil Cibran’ın ‘Deli’ isimli felsefi
denemeleri yayımlanmıştır.
Ayrıca ‘fiehir Düştü’,
‘Romanos Diogenis’, ‘Haçlı Seferleri’ adlı üç tarihî eser ile Trabzon Bizans
İmparatorluğu’nun fethiyle ilgili Fransızca bir romandan alınan bilgilerin
eklenmesiyle oluşturulmuş ve İslam-Türk dünyası ile Hıristiyan-Bizans dünyası
arasındaki siyasi, sosyal ve askeri ilişkileri irdeleyen çevirileri bir
‘Dörtleme’ halinde okura sunulmuştur.
Dr. Kriton Dinçmen, Feridun
Andaç tarafından hazırlanıp 2000 yılında Can Yayınlarınca yayımlanan
‘Edebiyatımızın Yol Haritası’ ve 2001 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından
hazırlanıp yayımlanan ‘Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi’ adlı
ansiklopedilere kabul edilmiş bulunmaktadır..
Bu monografiyi 1984 yılında
ilk kez hazırladığımızda, amacımız özellikle bu şubeye yeni atılmakta olan genç
hekimlerin hadiseye sadece faydalılık açısından bakmak gibi bazı çevrelerde
beğeni kazanan ve önerilen kısır ve dar görüşlerin dışına taşabilmelerine
yardımcı olabilmekti. Tıp’ta son seneler içinde kuvvet bulan ve insan
komponentini inkâr edercesine dar ufuklu matematiksel-katı-tarifî tutum,
kanaatimizce, belki kısa hesaplar için faydalı görülebilir; ancak bu, “hadiseyi
global görebilen hekim” tipinin yetiştirilebilmesi açısından çok sığ ve ileride
olumsuz sonuçları çok belirgin olarak karşımıza çıkacak bir yöntemdir.
Hadiseyi çok cepheli ve
interdisipliner olarak görebilen hekim, gene, “en iyi hekim” olarak karşımıza
çıkmaktadır. Son senelerde basılan tıp kitapları ve özellikle Avrupa yayınları
ile Dünya Sağlık Örgütü’nün son Hastalıklar Klasifikasyonu yine eski, esnek,
geniş kapsamlı Tıp anlayışına doğru gitmekte olduğumuzu göstermektedir...
İşte bu cereyan içinde,
aydın psikiyatrın ve genellikle aydın hekimin her gün kullanmakta olduğu bir
çok tabirin oturduğu mythosların (mitos) bilinmesinin faydalı olacağı inancı
ile bu monografi ilk kez olarak hazırlanmış oldu.
Monografi birinci basımı
1984’te Roche Bilimsel Yayınları, 2. basımı 1997 Eti Kitapları, 3. basımı Roche
Bilimsel Yayınları’nın sponsorluğunda Scala Yayıncılık, 4. basım Pan Yayıncılık
tarafından yayımlanmış bulunmaktadır.
Monografimiz
iki temel kısım üzerine kurulmuştur:
1. kısımda, bilhassa
Jung’un analitik görüşüne dayanılarak, İnsanlık’ın ortak mirasını oluşturan
sembol ve mitosların iki ayrı kültürdeki -bir taraftan Türk mitosu ile diğer
taraftan Yunan-Roma mitosundaki- benzerlikler araştırılmaya çalışılacaktır. Bu
suretle, yapay farklılaşmalardan uzak bir şekilde ‘İnsan kavramı’nın birliğine,
Jung kuramındaki ortak bilinçdışının yapı taşları olan imago ve
archaetypusların (arketip) yarattığı beraberliğe temas edilmiş olacaktır.
2. kısımda ise, günlük
psikiyatrik uygulamada kullandığımız pek çok tabirin mitologiadaki (mitoloji)
kökenleri izah edilmeye çalışılacaktır.
Ancak, burada, çok önemli
bir noktayı açıklamak mecburiyetindeyiz: Bu monografi bir psikiyatri kitabı
olmadığı gibi bir mitoloji kitabı da değildir; böyle bir iddiası yok, zaten
gayesi de bu değildir. Burada gaye, bir taraftan iki ayrı kültürdüki mitosların
karşılıklı araştırılması, diğer taraftan da günlük psikiyatride kullanılan ve
köklerinde mitolojiyi ilgilendiren hususlar olan tabir ve kavramlar ile ilgili
mitosları belirtmektir. Konunun gerek Psikiyatri ve gerekse Mitoloji bakımından
eksik işlenmiş olduğu aşikardır. Zira, burada ancak Psikiyatri ile Mitos
arasındaki ilişki üzerinde durulmaya çalışılmıştır.
Elinizdeki bu 4. basım,
yeniden ilk temel basımının esprisinde gözden geçirildi.
Çalışmanın
değerlendirilmesi okuyucuya aittir.
Dr.
Kriton Dinçmen
Tıp, belirli ve birbirine
bağlı düşünceler sistemlerinden oluşan bir bilimdir. Bir Tıp dalı olan
Psykhiatria’nın (psikiyatri) da -hangi ekol temel olarak kabul edilirse
edilsin- belirli, birbirini izleyen, biri diğerine bağlı bir düşünceler sistemi
olduğu en ufak bir tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesindir.
Genellikle en eski ilim
olarak kabul edilen, hattâ insanın ortaya çıkışı ile yaşıt olması icap eden
Tıp, bir bilim olma özelliğini kazanmadan evvel, o zaman insanının düşünce,
olayları görme ve açıklama ile inanma tarzına uygun ve fakat insan beyninin o
değişmez ve kusursuz gözlem, açıklama, sonuca bağlama, ortaya çıkan bozukluğu
düzeltme çabası ile kendisini gösteren İlkel Tıp şeklinde asırlarca devam
edegelmiştir.
İnsan anlayamadığı,
açıklayamadığı, aklının alamadığı bir olay karşısında bulunduğunda -hele bu
olay soyut olursa çok daha büyük ölçüde- ya metafizik/demoniak bir açıklamaya
başvuracak ya da olayı efsane/mythoslara (mitos) dönüştürüp kendi yaşantısı,
kıymet ölçüleri, ahlâk anlayışı, inancı içinde yoğurarak o olaya bir yaşarlılık
verecektir.
Her insanî varlık, içinde
bulunduğu ortamın, coğrafik durum ve koşulların, zamanın, sosyo-ekonomik ve
kültürel etkenlerin tesiri altında ve fakat insan olmanın o zaman ve mekân
kavramının dışında kalan ve değişmez temel düşünce sürecinin sonucu ve de
ifadesi olarak beliren birbirine benzer olaylara benzer sonuçları
çıkarmaktadır.
İşte, bu suretle evrensel
değerler ile insanlığın temelini teşkil eden ortak miras oluşmaktadır. Tüm
bunları, Morgan ve Engels’in çalışmaları ve onlardan sonra da (özellikle
psikiyatrik açıdan) Jung’un oluşturduğu kuramdaki animus-anima, ortak bilinç ve
ortak bilinçaltı, archaetypus (arketip) olarak insan sembolleri, mandala
kavramları ile bizlere öğretmişlerdir.
Hemen hemen her bilimin
gelişme sürecinde varlığı duyulan bu durumun kendisini en belirgin şekilde
Tıp’ta gösterdiğini, Tıp biliminin gelişimi ile tarihini incelediğimizde
görmekteyiz.
İnsancı ve insancıl
komponentleri en belirgin bir leitmotif, bir tema olarak her an ve her vak’ada
rastlamış olduğumuz Psikiyatri için, insan aklının yarattığı mitoslar sadece
bir tarihî gelişim unsuru değil ve fakat ondan çok daha öteye gitmektedir.
Günlük psikiyatrik tatbikatta,
her vak’ada, her an bu olgularla karşılaşmaktayız. Bunları kimi zaman insancı
duygusal yükten yoksunluğumuz, kimi zaman olayları görebilme yeteneğimizin
sığlığı ve kısırlığı, kimi zaman da bilgisizliğimiz nedeni ile görememiş
olmamız, bu olguların varlığını herhangi bir biçimde bir tartışma veya şüphe
konusu yapamaz.
Bugünkü psikiyatride
dünyanın her yerinde, her gün -çoğunlukla farkına varmadan- kullanılan pek çok
terim, kuram, hastalık ve araz veya ilaç isimleri 2000-3000 yıl evvelki tüm
İnsanlık’a ait mitoslara dayanmaktadır.
İşte bu mitosların varlığı,
genellikle Tıp ve özellikle insan aklı ve ruhunun sorunlarına cevap ve çözüm
bulmakla görevli psikiyatrinin büyüklüğü ve evrenselliğinin ifadesidir.
Önemle işaret edilmesi
gereken diğer bir nokta da, bütün bu mitosların hemen hemen tümü diyemezsek de
çok belirgin bir yüzdesinin Anadolu ile ilişkin olmalarıdır. Anadolu insanının
o kusursuz insancıl düşünüş ve duyuş tarzı, insanî varlığın karşılaştığı tüm
sorunları, anlaşılması veya kabulü güç bütün bozuklukları -bunlar ne kadar
“bozuk”, “pis”, “günah”, “adi” bir görünüm taşısalar dahi- tümünde apaçık
insanî bir nitelik sözkonusu olması nedeniyle, ne inkâr etmiş ne de
lânetleyerek onlara şeytani bir anlam vermiştir. Aksine, o zamanki günlük
yaşantısını, bir büyüteç altında göstermekle beraber, esasında onun aynısı olan
tanrı ve yarı tanrıların yaşantılarının içine sokarak yüceltmiş, insan
duygularına tanrısal bir hava katmak istemiştir.
Girişilecek yolun
çetinliğini ve uzunluğunu bilmemize ve bu yolun katedilebilmesi için gerekli
bilginin bizdeki yetersizliğinin idrakinde olmamıza rağmen, bu yolun gizemli
çekiciliği karşısında sihirli dehlizlere doğru sürüklendik.
Bu yola, evvela Jung
kuramına uygun olarak, bazı Türk mitosları ile bazı Yunan-Roma mitoslarını
karşılaştırarak başlayacağız. Sonra da, günlük psikiyatri tatbikatımızda
kullandığımız pek çok tabir, kavram, test ve ilaç veya araz isimlerinin altında
yatan, hattâ bazen de onlara dayanak olan mitoslar gelecek... Kimi zaman ise bu
terimlerin Tıp dilindeki anlamının, esas mitosa göre bir galat olduğunu ve
günlük meslek uygulamalarında yanlış olarak kullanıldığını da göreceğiz. Bu
konuda toplayabildiğimiz kadar psikiyatrik terim, alfabetik bir sıra ile,
incelenmeye çalışılmıştır. Her terimin psikiyatrik anlamından sonra, onun
kaynaklanmış olduğu ve ona dayanak olmuş mitos hakkında bilgi verilmiştir.
Önsözde de belirttiğim
gibi, konudaki yetersiz bilgimin çıkmaya cüretlendiğim bu yolculuğun emin
adımlarla ve eksiksiz, rahat bir şekilde tamamlanmasına ne kadar yardım
edebileceğini bilemem...
Fakat yol, öylesine büyülü
gizemlerle dolu olarak bizi davet ediyor ki...
Jung’un Analitik Görüşünün Işığı
Altında Türk ve Yunan-Roma
Mitolojilerinde
Bazı Ortak Taraflar
Dr. Carl Gustav Jung
Jung Analitik Psikolojisi’nin
Temel İlke ve Kavramları
Konumuza girmeden evvel, bu
araştırmamızın temel anlayış modelini teşkil eden Jung’un Analitik Psikoloji
Kuramı’nın temel ilkelerini kısaca açıklamak gerekiyor. Çünkü, bu yapı taşları
açıklanmaksızın konuya girmek, ileriki çalışmanın tümünün anlaşılmasını
tehlikeye sokacaktır.
Analitik Psikoloji’ye göre
ruh iki kısımdan oluşmaktadır: animus/anima ve psykhe. Psykhe kavramı gerek
bilinçli ve gerekse bilinçdışı olarak işlev gösteren ruhsal süreçlerin tümünü;
animus/anima ise, ancak kişilik olarak tarif edebildiğimiz ayrışmamış bir işlev
kompleksini ifade etmektedir.
Aynı ekole göre kişilik de
iki kısımdan oluşur: 1- Bizim dahili duyuş tarzımızı ifade eden dahili kişilik
kısmı ki, buna anima ismi verilmektedir. 2- Dış davranış, dış karakterimizi
teşkil eden harici kişilik kısmı ki, buna persona adı verilmektedir.
Egonun, gerek geçmişteki
süreçlerden toplanmış muazzam bir imaj yığınından, gerekse dıştan duygu
fonksiyonları kanalı ile nakledilmiş uyarılarının kayıt imajlarından ve bu iki
grubun karşılıklı etkilenmelerinden oluştuğunu görmekteyiz. Kayıt imajların
sayılamayacak kadar çok olmaları nedeniyle egodan ziyade bir ego kompleksten
sözetmek doğru olur; zira devamlı değişken olması nedeni ile, ego sabit bir
vasfa sahip olmaktan ziyade, büyük bir devamlılık ve benzerlik gösteren ve
bilincin nüvesini oluşturan bir imajlar kompleksi vasfına sahiptir.
Bununla beraber, egonun
kendi-self ismi verilen ve egodan çok daha geniş ve temel bir faktörler
topluluğunu oluşturan bir kavramın değerli bir unsuru olduğunu görmekteyiz.
Ego, selfin içinde çok önemli bir yer tutan ve fakat selfin içinde mütalaa
edilen bir kişilik kısmıdır. Kendi-self, kendisini özellikle bilinçdışı
fantezilerde, kusursuz bir kuruluş sistemi gösteren bir ideal kişilik şeklinde
gösterir.
Jung kuramında, yukarıda
tarif etmiş bulunduğumuz kişilik kısımlarının dışında, onların derinliklerinde
olup onları besleyen çok önemli bir kişilik kısmı da bilinçdışıdır. Jung’a göre
bilinçdışı:
1- Nispeten daha yüzeysel
olan ve kişisel varoluşun unutulmuş, itilmiş, süblimasyon yolu ile idrak
edilmiş, duyulmuş, düşünülmüş, yaşanmış tüm materyeli ihtiva eden
personel-kişisel bilinçdışı,
2- Personel bilinçdışının
çok daha derinlerinde bulunan ve kişisel olarak elde edilmemiş olup, insanlığın
ortak mirası olarak nesilden nesile intikal eden ruhsal işlev ürünlerinin
biriktiği ortak bilinçdışından oluşur.
Collectiv-Ortak bilinçdışı
İnsanlık’ın varoluşu süresince tarih geleneği veya göç veyahut coğrafi komşuluk
durumları olmadan, birbirinden ayrı ve uzak, farklı yaşam süren ve hattâ
değişik zaman dilimleri içinde yaşamış olan insan kitlelerinde ortaya çıkan
yerleşmiş mitoloji ifadeleri, symbol ve imaj ile imagolar, arketipler ve
mandalalar vasıtasıyla kendisini gösterir.
Özellikle anne, baba veya onların
yerinde bulunanların ifadesi olan imajların arasında primordial imago veya
arketipler pek çok benzer süreçlerin kondansasyonu sonucu ortaya çıkan bir
bellek deposu, bir had, bir imprint, bir engramm, bir kalıptır.
Bunlar, daima ve hiçbir
zaman yanıltmaksızın tekrar eden ruhsal yaşantıların ifadeleridir. Dolayısıyla
her mitoloji motifi -zaman ve yer kavramının dışında- devamlılık ve yanılmazlık
vasfını taşır ve işte bu nedenledir ki, insanîdir, insanlığın ortak mirasını
oluşturur.
Arketipler daima ortak olma
niteliğini taşırlar; bunlar bir topluluk, halk, cemiyet ya da ulus veya ırka
ait olmayıp tüm insanlara -zaman ve mekân sınırı dışında- ait olan bütün
düşünce, inanç, mistik fikir, din, ahlâk, devlet, dürüstlük kavramları olup
bunlara Levy-Bruhi representations collectives ismini vermektedir.
Arketipleri, kişinin
bilinçdışında bulunan ve onun dünyayı kavrama tarzını düzenleyen ve tüm
İnsanlık’ın yaşam tecrübelerinden ortaya çıkıp kişiye miras kalan bir fikir
veya düşünce modeli olarak tarif edebiliriz. Arketipler bütün bunların, kişinin
ortak bilinçdışındaki reprezantasyonlarıdır.
Ortak bilinçdışında tüm
İnsanlık’ın varoluşu süresince oluşmuş yaşam kalıpları depolanmış bulunduğu
için, bu ortak bilinçdışının kişisel bilinçdışından çok daha önemli olduğu
kolayca anlaşılır. Ortak bilinçdışındaki materyel kişinin kendi öz yaşantısı
ile ilgili değildir; kişinin tüm atalarının, yani bütün İnsanlık’ın hayat
tecrübelerinden ortaya çıkar. Her bir kişinin bilinçdışında tüm insanlığın
ortak yaşam mirası intikal etmiş bulunmaktadır; burada İnsanlık’ın ortak yaşam
mirası olarak geçmiş ögeler, davranış kalıpları, duyuş ve düşünüş tarzları
arketipler şeklinde depolanmışlardır.
Bütün bu arketiplerin en
belirgin ifadeleri, insan topluluklarının yaratmış olduğu mitoslardaki sembolik
ifadelerdir.
Türk ve Yunan-Roma
mitologialarının karşılıklı tetkikinden bazı hususlar araştırıcının gözüne
hemen çarpmaktadır.
Bir taraftan Türk
boylarının Orta Asya’dan göçünde onlara yol gösteren dişi kurt-Asena mitosu ile
Roma şehrinin kuruluşunda şehrin kurucuları Remus ve Romulus’un bir dişi kurt
tarafından beslenip büyütülmüş olduklarına ait mitos bu iki ayrı kültürdeki kök
benzerliğini bize gösterirken, diğer taraftan, Türk mitosundaki kosmogonia
kavramı ile Yunan mitosundaki kosmogonia ve her iki kültürdeki tanrıların ve bu
tanrıların yaşam tarzlarının benzerliği bizi düşündürmektedir.
Bu monografinin bir
mukayeseli mitoloji olma iddiası hiç olmadığı için, burada, Türk ve Yunan-Roma
mitoslarında rastlanan pek çok benzerlikler arasında, ancak ikisinin üzerine
dikkat çekilmektedir. Bir taraftan iki mitolojideki kosmogonia konusu hakkında
bazı genel bilgiler verilmeye çalışılırken, diğer taraftan bu iki mitolojideki
Kurt konusu gözden geçirilmeye çalışılacaktır.
Her iki kültürde geçen
tanrılardan ayrı ayrı bahsetmemize imkân yok. Ancak, şu kadarını söyleyebiliriz
ki, gerek Yunan-Roma ve gerekse Türk mitolojisini tetkik ettiğimizde, bu iki
kültürde rastlanan tanrılar ile onların kurdukları ailelerin, ve en önemlisi,
onların insan yaşantısındaki yerlerinin hemen hemen aynı olduğunu görürüz.
Örneğin, her iki mitolojide ilkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik ve kötülük
tanrıları, gökte ve yeraltında oturan tanrılar, doğa olaylarını yaratan
tanrılar, hastalık-sağlık-ölüm tanrıları, adalet ve bilgelik tanrılarının
yanında mevsim, deniz, orman, nehir tanrıları da vardır. Bolluk ve bereket
tanrılarına rastlarız. Yunan mitosundaki Asklepios’un yerine, eski Türklerde
tanrıça Rudra ile Hittilerde tanrıça Kamruşşaba’yı görürüz. Yunanlı
Aphrodite’nin yerine Sümerlerde İştar’ı buluruz... Kişi-Erlik’in dramı
Prometheus’un dramının aynı değil mi? Her iki kültürde yarı insan, yarı hayvan
olan yaratıklara daima rastlanır.
Gerek Türk ve gerekse Grek
mitoslarında tanrıların yaşayış tarzı insanlarınkine çok benzer. Tanrılar daima
insan gibi düşünür, insan gibi hisseder. Tanrıların da insanlardaki gibi,
büyüklüklerinin yanında adiliklerine, küçüklüklerine rastlarız.
Kâinatın yaradılışı,
Kosmogonia’yı, her iki mitoloji bakımından, şöyle özetleyebiliriz:
A) Eski Türk Şamanizm inançlarına
göre Kosmogonia [1]
[1]
Kosmogonia’da sözü edilen Eros’un yaratılma mitosu Hesiodos’tan alınmıştır.
Eros’un Aphrodite’nin oğlu olduğuna ait bu mitostan başka Grek mitolojisinde
Eros’un doğuşu konusunda Peniayoksulluk ile Porosbolluk’un çocuğu olduğu;
Aphrodite’nin tanrı Hermes veya Aresharp tanrısı’ndan olma çocuğu olduğu
mitoslarına da rastlanmaktadır.
Daha hiçbir şey yok iken
ilk olarak su ortaya çıktı. Tanrıların tanrısı Kara-Han önce kendisine benzer
bir canlı yaratarak adını Kişi koydu...
Başlangıçta Kara-Han ile
Kişi, iki siyah kaz olarak, tam bir rahatlık ve sükûnet içinde bir su kütlesi
üzerinde yaşamakta idiler... Fakat, Kara-Han’ın yaratmış olduğu Kişi, içindeki
yaratıcılık hissi ile, mutlak sükûnetten sıkılarak bu sükûneti bozmak,
birşeyler yaratmak istedi... Ancak, bu küstahlığını az kalsın hayatı ile
ödeyecekti. Zira, biraz uçtuktan sonra sonsuz derinlikteki suya düşerek boğulma
tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Tam boğulurken, Büyük Tanrı Kara-Han
imdadına yetişerek, ona, üstüne oturup batmaktan kurtulması için suların
derinliklerinden bir yıldız yükseltti.
Daha sonra, Kara-Han
Dünya’yı yaratmayı düşündü... Onun için de Kişi’nin yardımını istedi...
Kişi’den suyun dibine inerek toprak çıkarmasını istedi... Ve, Kişi’nin suyun
dibinden çıkardığı toprağı suyun yüzüne serperek Dünya’yı yaratmaya koyuldu...
Ortaya dümdüz, yeknesak bir dünya çıkıyordu... Kişi, ortaya çıkmakta olan bu
dünyayı heyecansız, anlamsız bulduğu için kendine ait bir dünya yaratmaya karar
verdi... Kendisinin şekillendireceği, kendisinin ona bir mânâ vereceği bir
dünya yaratma kararı...
Ve, bu kararını yerine
getirmek için de suyun dibinden çıkardığı toprağın bir kısmını ağzının içine
saklamaya çalıştı. Ne var ki, ağzındaki toprak büyüyerek onu boğmaya başladı...
Burada biraz düşünmemiz
lazım. Mitostaki Kişi, görüyoruz ki tam bir insan, bir
existentialist-varoluşçudur. Kendisinin kuracağı, kendisinin şekil vereceği,
kendisine ait olacağı ve onun tüm sorumluluğunu omuzlarında taşıyacağı bir
dünya yaratmak kararı... Fakat, burada da, bütün insan atılımları gibi,
Kişi’nin bu atılımı da mükadderatçı-deterministik bir fatalizm altında ezildi.
Kişi, tam boğulacakken,
ağzından fırlayan toprak, önceden Kara-Han tarafından yaratılan dümdüz dünyanın
üstüne serpilerek dağları ve tepeleri oluşturdu. Kişi, belki de kendi öz
dünyasını kuramamıştı, ama kurulmakta olan dünyanın şekil almasına, anlam
kazanmasına neden oldu. Kara-Han Kişi’nin bu yaptıklarına çok kızdı. Kişi’nin
günahı büyüktü. Kişi, kendisini yaradanı geçmek, kendisinin de bir yaradan
olmasını istiyordu. Onun bu günahı için, Büyük Tanrı Kara-Han Kişi’ye Erlik
lâkabını vererek, onu nur ve ışıktan kovdu; onun yerine, dokuz dallı bir ağacı
yerden bitirerek her dalın altında birer insan yarattı ki, bunlar yeryüzündeki
dokuz insan soyunun ataları oldu.
Bundan sonra Erlik adını
almış olan Kişi de, yaratılmış bulunan insanları kendi tarafına çekmek
istedi... Ve insanlar Erlik’e kanarak, onun yoluna doğru gitmeye başlayınca,
Kara-Han onların tümüne kızarak insanoğlunu bundan böyle kendi haline bırakmaya
karar verdi. Erlik’i de lânetleyerek yeraltındaki karanlıklar ülkesinin üçüncü
katına sürdü. Sonra da, göğün yedinci katını yaratarak etrafında toplanmış
kişilerle birlikte kendisine orayı mekân yaptı. Kendi başlarına kalan zavallı
insanlara ise, öğretici ve koruyucu olarak Maytere’yi gönderdi.
Böylece, bir müddet sonra,
büyük Kara-Han tarafından affedilen Erlik, kendi taraftarları ile, gene büyük
Kara-Han’dan izin alarak yaratmış olduğu bir gökte huzur içinde yaşamaya
başladı ki, bu hal, nedense Kara-Han’ı kızdırdı... Kara-Han, Mandişire’yi
göndererek, Erlik’in kurduğu göğü parçalattı. Mandişire, mızrağı ile, Erlik’in
yarattığını yıktı. Ne var ki, bu suretle gökten düşen yıkıntılar sonucunda
Dünya’daki yüksek dağlar, derin boğazlar, korkunç yerler ve ormanlar yaratılmış
oldu. Erlik’e gelince, Kara-Han’ın emri ile ne güneş, ne ay ne de yıldızların
olduğu kapkaranlık bir zindana, yerin en derin katına sürülerek, sonsuza dek
orada kalmaya mahkûm edildi...
B) Yunan mitolojisine göre Kosmogonia
Her şeyden önce Khaos
vardı. Bu sonsuz boşluktan Gaia-yeryüzü, Tartaros-yeraltı karanlıklar bölgesi
ve Eros-aşk* yaratıldı.
Gaia kendiliğinden
denizlerle dağları ve Uranos-gök’ü yarattı; ve kendisinin yaratmış olduğu
Uranos ile evlendi. Bu evlilikten doğanlar arasında Titan-yarı ilâhlar,
Kyklops-yuvarlak tek gözlü kötü yaratıklar ve Hekatonheirler-yüzkollular ortaya
çıktı. Titanlar arasında Kronos, Okeanos-dünyayı kuşatan ırmak,
Tethys-yeryüzündeki tüm ırmakların anası, Hyperion-güneş, ay, şafağın babası,
Themis-adalet, Atlas-dünyayı omuzlarında taşıyan, Iapetos-bilgeliği tanrıların
tekelinden alıp İnsanlık’a armağan eden Prometheus’un babasını sayabiliriz.
Ancak, Uranos, bir gün
kendi hakimiyetine son verecekleri korkusu ile, bütün doğan çocuklarını
anneleri Gaia’nın karnına gerisin geriye tekrar sokuyor, bir türlü gün ışığına
çıkartmıyordu. Ta ki, oğullarından Kronos, bu duruma tahammülü kalmayan
Gaia’nın eline sıkıştırdığı tırpan ile babasının testislerini koparıncaya
kadar... Uranos’un kesilen testislerinden akan kandan Erinys-öç alma
tanrıçaları, akan spermadan ise aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite yaratılarak
Kıbrıs’ın kıyılarında ortaya çıktı.
Kronos kız kardeşi Rhea ile
evlendi, çocukları oldu. Ancak, Kronos da, babası Uranos’un yolundan giderek
doğan çocuklarını yutmaya başladı. Kronos’un bu egemenliğine oğullarından Zeus
tarafından son verildiğinde, Dünya egemenliği Zeus ile kardeşleri Poseidon ve
Hades tarafından paylaşıldı. Zeus denizleri Poseidon’a, yeraltı-ölüler
dünyasını ise Hades’e bıraktı...
Zeus, etrafındaki sonradan
olma diğer tanrılar ile Olympos’u kendisine mekân seçti. Olympos, genellikle
bir dağ olarak tanımlanır ise de, “Zeus’un isterse Dünya’yı Olympos’un
tepelerinden birine asabileceği” söylendiğinden, burasının bilinen Olympos dağı
olmadığı anlaşılır. “Olympos” çok yükseklerde, Dünya’dan çok yükseklerde bir
yerdir. Bütün ilâhlar orada oturur... Nektar-içki ve ambrosia-yemek ile
beslenirler... Ve, insanların bütün büyüklükleri ve küçüklükleri ile, yani tam
“insancasına” yaşarlar...
Tanrıların elinde tüm güç
ve bilgelik varken ve bunları kendi tekellerinde tutarlarken aşağıda,
yeryüzünde yaşayan insanların en ufak bir şekilde başkaldıramayacakları,
haklarını hiçbir şekilde savunamayacakları da aşikârdır. Ta ki, titan
Iapetos’un oğlu Prometheus, Zeus’un bu gaddar tekelciliğine başkaldırma
cesaretini gösterinceye kadar...
Burada Prometheus’un
dramına değinmek lazım. Prometheus mitosunda Türk mitolojisindeki Kişi-Erlik’in
aynı atılım ve yaratma heyecanını, despot bir ilâha insanca başkaldırmayı,
mücadeleyi ve sonunda aynı yenilgiyi görürüz. Ancak, düşünmek lazım ki, bu
mücadelelerde yenilen taraf gerçekten Kişi veya Prometheus mu?..
Iapetos ile Okeanos’un kızı
Klymene’den doğan dört titanoğlu kardeş Atlas, Menoitos, Prometheus ve Epimetheus’un
zekâ ve akıl gücü ile doğmuş olmaları, onların Zeus’un hıncını çekmeleri ve
korkunç cezalara çarpılmaları için yetti. Bu dört titan soylu, Zeus’a karşı
gelmek ve ona başkaldırmak, Zeus’un kendisine ve diğer tanrılara sakladığı
bilgeliği elinden almak ve onu tüm insanlara hediye etmek istediler. Fakat,
sırf böylesine bir istek dahi Büyük Tanrı’nın gazabını çekmeye yeterdi.
Prometheus, tâ başlangıçtan
beri diğer ilâhlar arasında rahatça yaşayıp diğerleri gibi sefa sürebilecek
iken, daima insanlardan yana olmak istedi. Olympos’luların egemenliğine son
verip insanları egemen kılmaya çalıştı ve bunu yapabilmek için de ateşi
ilâhların elinden çalıp insanlara verdi. Artık, insanlar da ateşi bilmeye
başladılar. Artık ateş sade Olympos’luların tekelinde değildi. İnsanlar da
istedikleri zaman ateş-bilgelik-akıl-yaratıcılıkı kullanabileceklerdi.
Prometheus fikrini özgürce
savunur. Gaddar Zeus’a karşı çekinmeden cevap verir. Zeus’un yardakçısı Okeanos
onu boşuna agan eleutherostomeis-dilin fazla ileri gidiyor, diye ikaz etmeye
çalışır. Aeschilos, bu konudaki tragedyasında, koroya “sözünü sakınmıyorsun,
başına gelen boyun eğdirmiyor sana” diye söyletirse de, Prometheus doğru
bildiğinden şaşmaz. Sonsuza dek ızdırap çekeceğini bildiği halde fikrini
savunur. İnsanlara fikirlerini özgürce savunmalarını öğretmeye devam eder...
... Ve, Zeus ile Prometheus
arasında süregelen kavganın sonunda, Zeus’un uşakları Kratos-güç, Via-zorbalık
ve hattâ bunlara Hephaistos ve Hermes de katılarak Zeus’un amansız kararını
yerine getirirler; Prometheus Kafkas dağlarının tepelerindeki bir kayaya
zincirle prangaya vurulacak ve karaciğeri kartallar tarafından yenilecektir.
Kendisi ölümsüz olduğu için de, Prometheus’un ölüp işkenceden kurtulma şansı
yoktur. Sonsuza dek bu ızdırap sürecektir...
Bu kavgalarında Kişi ile
Prometheus, Kara-Han ile Zeus’a yenildiler mi?.. Kimin oldu yenilgi?..
Prometheus’un mu, Zeus’un mu?.. Kişi mi yoksa Kara-Han mı galip geldi bu
kavgada?.. Bu sorunun cevabını Türk ve Grek mitolojileri insanlığa hâlâ
sormaktalar...
Türk ve
Yunan-Roma mitolojilerinde rastlanan birçok benzer konudan biri de kurt
konusudur. Burada, bu iki mitolojideki kurt ile insan arasındaki ilişki ile
ilgili kısımları kısaca aktarmak isteriz.
a) Türk mitolojisinde kurt
Türk mitolojisinde kurt, kutsal
ve uğurlu bir hayvan olarak tanınır. Totem olarak kabul edildiği, baba veya ana
olduğu veyahut kurtarıcı, yol gösterici, kahramanlara yardımcı, şefkatli, cesur
ve iyiliksever olarak karşımıza çıktığını sıklıkla görürüz.
Türk mitoslarında insandan
türemiş insanlardan, başka tanrı veya tanrıçalardan, başka canlı yaratıklardan,
tabiatta mevcut diğer varlıklardan türemiş olanlardan da söz edilir. Kurt
şekline girmiş tanrılardan türemiş insanlarda: Ya baba kurt -ana insan ya baba
insan-ana kurt veya baba kurt -ana geyik olarak belirlenir.
Dokuzoğuz destanında,
tanrının kurt şekline girerek Hun Hakanı’nın kızları ile evlendiği ve bu
evlilikten Dokuzoğuzların türediği görülür.
Tukyu destanında ise, bir
savaş sonunda elleri ve ayakları kesilmiş olarak bir bataklığa bırakılan on
yaşlarındaki bir Tukyu erkek çocuğunun bir dişi kurt tarafından beslenerek
büyütüldüğü ve ileride bu dişi kurdun bu delikanlıdan gebe kaldığı anlatılır.
Bu dişi kurt on çocuk doğurmuş, bunlardan biri, aile adı olarak Asena ismini
almıştır.
Erkek boz bir kurt ile dişi
beyaz bir geyikten ise Cengiz’in ceddi doğmuştur. Denizi geçtikten sonra,
Cengiz’in soyu, Onan nehrinin kaynağı ile Burkan dağının civarında
yerleşmiştir.
Börü, Börte, Bören, Asena,
Sina, Cina, Cino, Yakşar adları ile pek çok mitosa giren kurtu, bazen
Ergenekon’dan çıkan Türkler’e yol gösterici, bazen de Oğuz Han’ın seferleri
süresince kâh yol gösterici kâh kurtarıcı olarak görürüz.
Hiyung-nu’ların
hakanlarından birinin tanrıya vermek istediği kızlarına, tanrı, kurt şekline girerek
koca olmuştur. Kurt bazen Cengiz’in babası, bazen de Asena efsanesinde olduğu
gibi ana olmuştur.
Çuvaşlar’a göre, kurtların
Bihambar adında bir de hükümdarı olmuştur. Erkam Aidar mitosu’nda tanrının
kuyruksuz mavi bir kurdundan bahsedilmektedir. Keza, Dede Korkut masalları’nda
kurt’tan sıklıkla sözedildiğini görürüz.
b) Yunan-Roma mitolojisinde kurt
Bu konuda en tanınmış mitos
Roma şehrinin kurucuları ve kuruluşu ile ilgilidir.
Alba şehrinin Kralı Numitor
ile kardeşi Amulius taht kavgasına giriştikten sonra, Amulius tahta çıkmaya hak
kazanır ve Numitor’u hapse atmakla kalmaz, dölsüz kalsın diye de kızı Rea
Silvia’yı Vesta rahibesi yapar. Ancak Rea, gece uykusunda veya çeşmeye su
almaya gittiğinde, harp tanrısı Mars tarafından gebe bırakılır. Bunun üzerine
Rea, amcası Amulius tarafından, bir kuleye kapatıldığı gibi, doğurduğu ikiz
çocukları da bir sepetin içine konarak Tiber nehrine bırakılırlar. Ne var ki,
bir müddet sonra, nehrin suları çekildiğinde, ikiz bebekleri taşıyan sepet
kıyıdaki sığlığa oturur. Oralardan geçen ve yavrularını kaybetmiş olan dişi bir
kurt ikizlere sahip çıkar. Onları kendi öz yavruları gibi emzirir, ölümden
kurtarır; bir müddet sonra çoban Faustulus çocukları alır ve karısı Acca
Larentia ile beraber büyüterek onlara Remus ve Romulus ismini verir. Çocuklar
büyüyünce evvela zalim Amulius’u devirip, Alba şehrinin tahtına, tahtın gerçek
sahibi olan Numitor’u geçirirler...
Bundan sonradır ki, iki
kardeş yeni bir şehir kurmak üzere Alba’dan ayrılırlar. fiehri nerede
kuracakları konusunda tartışmaya başlarlar ve sonunda fala başvururlar. Remus,
Aventius tepesine çıkar ve orada altı akbaba görür; Romulus ise Palatinus
tepesine çıkarak oniki akbaba görünce kurulacak şehrin yerinin saptanması
Romulus’a kalır. Ancak, küskünlükler devam eder ve Romulus’un çizdiği sınırı
Remus geçince de, Romulus kılıcı ile Remus’u öldürür...
Böylece, tek başına kalan
Romulus, bulunduğu yerde yeni şehri, Roma’yı kurar.
Psikiyatri Uygulamasında
Kullanılan Bazı Terim ve Kelimeler İle İlgili Mitoslar
ADONIS
Eski psikofarmakolojide,
sakinleştirici şurupların excipient’i olarak pek sıklıkla kullanılan adonis
vernalis infusionundaki Adonis Vernalis nebatı, ismini tipik bir Anadolu
efsanesi olan Kybele-Attis mitosundan, bir toprak-bereket masalından
almaktadır.
Myrrha, diğer adıyla
Smyrna, Suriye kralı Theias ya da Kıbrıs kralı Kinyras’ın kızı idi. Bu güzel
kız, Aphrodite’in lanetine uğramış olduğundan babasına âşık olmuş ve dadısının
kurduğu bir oyun sonucu, babasının haberi olmadan babasının koynuna girmiş.
Hattâ, babasından gebe kalmış. Zavallı baba, tam on ikinci gününde, kendini
sürüklemiş olduğu büyük günahı farkedince kızının üzerine kılıçla yürümüş.
Ancak, her ne hikmetse, tanrılar bu günahkâr kızı babasının haklı gazabından
kurtarmak istemişler ve, tam o sırada Myrrha’yı mersin ağacına dönüştürmüşler.
Bir müddet sonra da, mersin ağacı gövdesinden çok güzel bir erkek çocuk dünyaya
gelmiş: Adonis...
Çocuk öylesine güzelmiş ki
bir yandan Aphrodite, bir yandan da başlangıçta çocuğa bakması için
Aphrodite’nin tutmuş olduğu yeraltı tanrıçası Persephone onu paylaşamamışlar.
Bir müddet sonra, çocuk biraz büyüyüp güzel bir delikanlı olunca, kavga kıyamet
o zaman kopmuş. Sonunda, işe Zeus karışmış ve Adonis’in yılın dört ayını
Aphrodite’nin yanında, dört aynı Persephone’nin yanında geçirmesine karar
vermiş; geri kalan dört ayı da, kimin yanında geçireceğinin kararını Adonis’in
kendisine bırakmış. Adonis bu dört ayı da güzel Aphrodite’nin yanında, yani tüm
yılın sekiz ayını Aphrodite ile geçirmeye karar verince kıyamet tam kopmuş.
Diğer tanrılar da kıskançlıklarından kavgaya karışmışlar ve sonuçta savaş
tanrısı Ares ile bereket tanrısı Artemis, Adonis’i öldürmek üzere bir yaban
domuzu salmışlar. Kasığından yaralanan Adonis kanaya kanaya can vermiş. Toprağa
dökülen kandan, her bahar açan o güzelim Manisa laleleri bitmiş. Bu esnada
sevgili Adonis’in yardımına koşan Aphrodite’nin ayağına diken batmış. Kanayan
ayağından damlayan kandan da beyaz gülden kırmızı gül oluşmuş.
Ancak, her bahar mevsiminde
bir aşk bayramının arzulu coşkusu içinde fışkıran bütün bu çiçeklerin ömrü çok
kısadır. Her güzel aşkın kötü kaderi gibi, bu çiçekler de kısa zamanda solup
ölürler... Ve, acı ölüm karşısında, kadınlar O! ton Adonin-Vah Adonis! diye
ağlaşırlar...
AKHILLEUS
Nörolojide her gün
kullandığımız Achille refleksinin kökeni mitolojinin tâ derinliklerinde yatar.
Bir Yunan mitosudur; ama, asıl hadise Troya’da geçer. Yani Çanakkale’de,
Anadolu’da...
Homeros’un Iliada’sı,
esasında, Ilion yani Troya şehrinin menkibesi olmaktan çok, Akhilleus’un
destanıdır.
Peleus ile Thetis’in oğlu
olan Akhilleus’un tüm hikâyesini yazmak ne bizim harcımız ne de bu monografinin
amacına uyar. Ama, Achille refleksi tabirinin ortaya çıkış mitosundan
sözetmemiz gerek...
At adam Kheiron’dan
hekimliği de öğrenen, ve bu bilgisini Troya savaşlarında yaralıların ve
hastaların tedavisi için kullanmış olan kahraman Akhilleus’un maceralı bir
hayata namzet olacağı daha kendisi doğmadan, annesi ile babasının düğün
gününden beri belli idi.
Düğün Pelion dağının
tepesinde kutlanırken, davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris’in hadise çıkartmak
için, bir güzellik yarışmasına yol açacak bir altın elmayı* fırlatması, düğünü,
davetli üç güzellik tanrıçası arasındaki saç-saça, baş-başa bir kadın kavgasına
dönüştürür. Artık o evlilikten hayır beklenemez. Tatsızlıklar birbirini
kovalar. Thetis ölümsüz, kocası ölümlü. Çocuklar da ölümlü olduğu için, Thetis
onları ölümsüzleştirme çabası içinde, onlardaki ölümlülük tohumlarını yok
edebilmek için çocuklarını ateş üzerinde tutmaya başlar. Ancak, bu yöntemle,
çocuklarındaki ölümlülük tohumlarını yakacağına çocuklarının kendilerini yakmış
olur. Çocuklar ölürler.
Thetis en son doğan küçük
oğlu Akhilleus’a başka bir yöntem kullanır. Hakikaten işe yarayan bir yöntem;
çocuğu, bir topuğundan tutarak sihirli Styx ırmağına batırmak sureti ile tüm
vücudunu silah işlemez bir hale getirir. Ama, o kindar Eris’in gazabı devam
eder. Thetis, küçük Akhilleus’un tüm vücudunu Styx’in sihirli sularına
batıracağına, aksilik bu ya, eliyle tuttuğu o topuğu suya batırmayı ihmal eder.
Bütün vücut ölümsüz olurken tek bir ölümlü kısım işte o topuk kalır...
İleride, büyüyünce,
Akhilleus pek çok maceralara katılır, savaşlara girerse de Styx’in sihirli suyu
sayesinde ona bir şey olmaz... Ancak, Troya harbinde, Habeşiştan kralı Memnon,
Akhilleus’un en iyi arkadaşı Antilokhos’u öldürünce, Akhilleus da öç alma hırsı
ile savaşa katılır ve Memnon’u öldürür. Ve, o savaşta topuğundan aldığı bir
yara sonucu kendisi de ölür.
İşte bizim Achille
refleksimizin oturduğu mitos...
ALEXANDROS
Burada, esasında
mitolojiden değil, tarihten psikiyatriye geçmiş Alexandrism tabirinden söz
etmek isteriz.
Tarihteki Büyük İskender’in
isminden psikiyatriye Tuke tarafından alınan Alexandrism tabiri ile fethetme,
milletleri mahvetme ve ortadan kaldırma deliliği ifade edilmek istenmektedir.
Aynı psikotik halin ifadesi için de, Alexandrism gibi, agriothymia ambitiosa
tabiri de kullanılmaktadır.
ANDROMEDA
Kadının gerek biyolojik,
gerekse ruhsal ve sosyal pek çok bağlarla serbestisi kısıtlanmış, hareket
olanakları daraltılmıştır. Cinsel siklusun yaratmakta olduğu bio-psiko-sosyal
kısıtlanmaların yanı sıra, kadın, pek çok defa cinsel bir temastan sonra bu
birleşmenin kanıtını aylarca vücudunda taşımaya ve sonra da -dünyaya getirdiği
bebekle- bütün hayatınca etrafına ilan etmeye mecburdur, mahkûmdur.
Psikiyatride, Andromeda
kompleksi ismi ile bilinen bu kavram, çok güzel bir mitosa dayanır...
Andromeda’nın öyküsündeki bağlar, kadının hayatındaki bio-psiko-sosyal
bağlarını simgeler. Her kadın -Andromeda mitosundaki olaylar gibi- bu bağlardan
kurtulmaya çalışır. Kurtarıcısını bekler... Gökten kanatlı at Pegasus ile
inecek Perseus’u bekler...
Habeşistan kralı Kepheus
ile, güzelliği nedeniyle diğer Nereus kızlarının hepsinden alımlı ve güzel
olmakla övünen Kassiepeia’nın kızı imiş Andromeda. Kassiepeia’nın bu kendini
beğenmişliğinden bıkmış olan diğer deniz kızları, kendisini deniz tanrısı
Poseidon’a şikayet ederek, Kassiepeia’nın cezalandırılmasını istemişler. Fakat,
neticede, bütün bu patırtı zavallı Andromeda’nın başına patlamış.
Poseidon korkunç bir ejderi
Kepheus’un ülkesinin başına bela diye salmış...
Kâhinler, şayet kızını
kurban ederse memleketin kurtulacağını söylemiş ve bundan başka bir çare
olmadığında ısrar etmişler. Halk zorlamış ve çaresiz kalan Kepheus,
Andromeda’yı bir kayanın üstüne bağlayarak ejder Gorgo’nun parçalamasına
terketmiş.
Gorgo, Andromeda’yı tam
parçalayacakken, gökten kanatlı at Pegasus’un üstünde yiğit Perseus gelip
Gorgo’yu öldürmüş. Kafasını kesmiş, sonra Andromeda’yı bağlarından kurtarıp
almış ve evlenmiş. Ancak, Andromeda’nın başka bir bağı da varmış, amcası
Phineus’a sözlüymüş... Phineus, Andromeda ile Perseus’un düğün gecelerinde
öldürülmeleri için adamlarını göndermişse de Perseus, Gorgo’nun kesik başını
gösterince adamlar taş kesilmişler.
Böylece, Andromeda bütün
bağlarından kurtarılıp Perseus ile rahat, huzurlu ve mutlu bir hayat geçirmiş.
Andromeda kompleksine
günlük hayatta, aşağı yukarı her kadında rastlarız. Her genç kızın mutlaka
evlenmek istemesi, her ilişkinin genellikle bir evlenme ile bitmesini istemesi,
kızdaki bilinçdışı Andromeda kompleksinin bir ifadesidir. Genç kız, kendisini
bağlayan ve yaşamını kısıtlayan pek çok bağdan kurtulmayı evlilikte
aramaktadır. Bu durumu, bilhassa sosyal baskıları çok fazla olan ve genç kız
yaşamını rahatça yaşama özgürlüğünü vermeyen ailelerde, genç kızların ilk
rastlayacakları erkekle, pek düşünmeden evlenme girişiminde bulunmaları
hallerinde gözlemiş oluruz.
Bu gibi hallerde, genç kız,
sevdiği bir erkek ile beraber yaşamak için değil sadece evlenmiş olmak için
evlenmektedir. Psikoterapide, Andromeda kompleksine genç kadınlardaki bilhassa
anksiete ve davranış bozuklukları vak’alarında rastlanır.
Genellikle, diyebiliriz ki,
her kadın kendi Perseus’unun gelip kendisini bağlarından kurtarmasını
beklemektedir...
ASKLEPIOS
Asklepios, Tıp tanrısıdır.
Grek mitolojisinde Asklepios olarak tanınan bu hekim tanrı, Roma mitolojisinde
Aesculapius adıyla bilinir. Apollon ile Koronis’in oğludur.
Thessalia kralı Phlegias’ın
kızı Koronis, Apollon ile sevişir ve hamile kalır. Ancak, tanrı Apollon’un
dölünü karnında taşımakta iken Koronis bir yabancı ile de sevişir. Hadiseyi
öğrenen -bazılarına göre de kendi gözü ile gören- Apollon, Koronis’in bir odun
yığınının üstünde dipdiri yakılmasına karar verir. Koronis, tam alevler içinde
ölmekte iken, Apollon karnını yararak içinden kendi kanından gelen dölü
kurtarır ve bu şekilde dünyaya gelen Asklepios’u büyütmesi için, Kheiron’a
verir. Kheiron, doğa içinde yaşadığı için, doğanın ve dolayısıyla hayatın bütün
sırlarını bilir. Yani hekimliği bilir... Bütün bildiklerini de Asklepios’a
öğretir ve daha sonra Asklepios, bütün bu bilgisi ile hekimlik tanrısı olur.
ATLAS
Servikal vertebraların
birincisi Atlas adını alır. O vertebra ki, başı tutar. Baş, onun üstünde durur
ve onun ekseni üzerinde bütün hareketleri yapar.
Baş, insan vücudunun en
önemli kısmıdır. Adeta insanın dünyasıdır. Dünya yuvarlaktır. Baş da
yuvarlaktır.
Atlas, tüm dünyayı,
bazılarına göre de, kuvvetli ve yorulmaz kolları ile göğü kaldıran bir
titandır. Homeros’un ifadesine göre, Atlas yer ile göğü ve bunları birbirinden
ayıran direkleri taşır o kuvvetli omuzlarında. Titan Iapetos Okeanos’un kızı
Klymene ile evlenerek Atlas, Menoitios, Prometheus ve Epimetheus isimli dört
titanı ortaya çıkarır. Titanlar kocaman, korkunç kuvveti olan, yorulmaz, her
şeyi yapabilen, ne insan ne de ilâh olan, insan ile tanrı arasında yaratıklar.
Öylesine kuvvetlidirler ki, Olympos’un tepesinde bütün insanlara hükmeden
tanrılara bile başkaldırma cesaretini gösterebilmişlerdir.
ATREUS
Bir babanın, kendi öz
çocuklarına karşı, bilinçdışı olarak beslemekte olduğu öldürme isteğini ifade
etmek üzere kullanılan Atreus kompleksi terimi, Zeus’un ölümlü çocuklarından
Tantalos’un, oğlu Pelops’u öldürüp pişirdikten sonra tanrılara yedirmek
istemesi ile başlayan cinayetler serisinden gelmektedir.
Tantalos, oğlu Pelops’u
pişirip tanrılara yedirmek istediğinde, tanrılar Tantalos’un bu korkunç oyununu
hemen fark edip yemeğe el sürmemişlerdi, ancak o ziyafette bulunan fakat o gün
kendi problemi nedeni ile dalgın olan Demeter, Tantalos’un uğursuz oyununa
gelerek, bilmeden Pelops’un omuzunu yemişti. Bu yüzden de, tanrılar Pelops’u
dirilttiklerinde omuzunu fildişinden yapmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Pelops’a can verilmiş; ama,
bütün soy da lanetlenmişti artık. Ve ondan sonra, Pelops’un oğullarından
Atreus’u da kapsayan korkunç bir baba-oğul, oğul-baba cinayetleri bu iğrenç soy
boyunca devam edip durdu...
Mitolojide Atreus soyu diye
bilinen bu lanetlenmiş soyda, korkunç aile içi cinayetleri birbirini
izlemekteler. Pek çok tragedya ile şiire konu olmuş oğlunu öldürme isteğinin
ortaya çıkardığı komplekse, psikanalizde Atreus kompleksi ismi verilir.
DORLAR
Stekel tarafından
pederastiayı, yani küçük çocuklara yönelik cinsel yaklaşımı ifade etmek üzere
ortaya konan Dor aşkı tabiri, eski Yunan’da, pederastia halinin Dorlar
tarafından başlatılması ve yayılması üzerine konmuştur.
Pederastiaya her ne kadar
İon boylarında da rastlanmakta ise de, bu sapıklığın özellikle Dorlar
tarafından başlatılmış olduğu ve eski Yunan’da yayıldığı bilinmektedir.
EKHO
Schizophrenianın katatonia
tipini tanımlayan tipik arazdan üç tanesi var ki, yankıyı simgeleyen bir
nympha’dan, Ekho’dan isimlerini alır: ekhomimia, ekhopraxia, ekholalia. Her
üçünde de bir ekho, bir yankının sadakati ile, hastaya yapılan bir mimik, bir
hareket veya söylenen bir söz veya kelime hasta tarafından tekrarlanır.
Zeus’un karısı Hera,
kocasının nympha’lardan biri ile kendisini aldattığını öğrenmiş. Ne var ki,
kocasını elinden alanın hangi nympha olduğunu bilemediği için bunu anlamak
gayesi ile bir gün nympha’ların hep beraber oturdukları korulara inmiş.
Kötü-kıskanç-cadaloz Hera’yı görünce, nympha’ların her biri bir tarafa
kaçışmış. Aralarından yalnız Ekho kaçmamış. Hera da Zeus’un kendisini aldattığı
nympha’nın Ekho olduğunu kanısına vararık, onu bundan böyle konuşamama, ancak
başkalarının söyledikleri sözün son kelime veya hecesini tekrarlama cezası ile
cezalandırmış.
Latin şairi Ovidius’un dram
şeklinde dile getirmiş olduğu, güzel nympha Ekho ile Narkissos arasında geçen
ve iki insanın aşk uğruna boşa harcadıkları çabayı dile getiren Ekho ile
Narkissos arasındaki mitostan ileride, Narkissos’u tetkik ederken söz edeceğiz.
ELEKTRA
Günlük psikiyatri
tatbikatında, hele 1895-1930 yılları arasındaki çetin mücadelesi ile büyük
hekim Freud’un kapılarını açtığı Psikodinamik Psikiyatri’nin ağırlığını koyduğu
1940 senelerinden sonra, Oedipius kompleksi ile beraber Elektra kompleksi
kavramları psikiyatrların aklını en çok meşgul eden konulardan biridir.
Kişinin, erkekse ilk
sevgilisi annesi, kızsa ilk sevgilisi babasıdır. Yaşamın üç ile altı yaş
diliminde yaşanan bu devreler, hayatın en mühim ve insanın bütün ilerideki
yaşam serüvenine damgasını vuran, onun ileride mutlu veya mutsuz, huzurlu veya
huzursuz, başarılı ve atılgan ya da hayatın geri planında kalmış bir pısırık
olmasının temellerinin atıldığı devrelerdir.
Kişinin bütün hayatındaki
mutluluk ve de bu mutluluğun sonucu olarak sevgi ve yaratıcılık ögelerini tam
olarak yerine getirebilmesi, hayatının üç ile altı yaş arasındaki dönemini rahat,
anlayışlı, huzurlu ve sağlıklı bir aile ortamında geçirip geçirmemesine
bağlıdır. Bu devreden sonra, kişi için, sevgili objesi, anne-babanın ve tüm
ailenin dışında ve heteroseksual bir yön alır.
Elektra ismi
elektron-kehribar kelimesinden gelir; elektrik kelimesinin de kökeni elektron’a
dayanır; elektron parıldar; Elektra da “parıldayan dişi” anlamındadır.
Agamemnon ile
Klytaimnestra’nın kızı olan Elektra, zaman ve mekân üstü bazı temel kanunları
korumayı, bazı ilke ve amaçların gerçekleşmesi uğruna tek başına eyleme geçmeyi
göze alan kahraman bir kızdır.
Agamemnon, Troya savaşı
çıktığında, rüzgârın dinip gemilerin hareketsiz kaldığı bir gün, rüzgârın
esmesini sağlayabilmek amacıyla, kâhinlerin dediklerine uyarak karısını bir
tanrıça ile aldatmak zorunda kalır. Klytaimnestra da bu haberi duyunca,
kızgınlığından, Atreusoğullarının en büyük düşmanı olan Aigisthos ile ilişki
kurar ve kocasını aldatır.
Hattâ, aldatmakla da
kalmayıp, Agamemnon seferden evine döndüğünde, Klytaimnestra aşığı ile bir olup
kocasını öldürür. Bunun üzerine, Elektra babasının öcünü alması için kardeşi
Orestes’i şartlandırır ve bir gün Elektra kardeşini yüreklendirerek annesini
öldürtür.
Böylece, Elektra, babasına
karşı duymakta olduğu sevgisi, hattâ, cinsel bir arzu hudutlarına kadar varan
yakınlığı nedeni ile babasına sadık kalmayan annesinin katili olur.
EPHIALTES
Ephialtes/karabasan
tabirleri ile anlatılmak istenen hadise, insanın, ahlâki benliğinin kabul
etmediği ve çoğunlukla korku, utanma ve nefretle düşünebildiği bazı arzularını
rüyasında gerçekmiş gibi görmesi olayıdır. Ancak, Ephialtes’te, rüyanın tam
tamamlanacağı ve “istenmeyen şey”in gerçekleşeceği anda, kişinin korku-panik
içinde uyanması karakteristiktir. Kişi tam bir panik içinde, terli, ağzı
kurumuş ve bir nöro-vegetatif nöbet halinde uyanır; yataktan fırlar ve
olabilecek kötü hadisenin tesiri altında, olup bitenin sadece kötü bir rüya
olmasına şükreder. Bazen ise, ephialtesin sonlanmasından sonra, olay bir akut
anksiete nöbeti/panik atak şeklinde kısa bir süre devam eder.
Burada, uyku sırasında
sansürün uyuklamakta olmasından istifade ederek kişinin bilinçdışı olarak
gerçekleşmesini istediği hadisenin “gerçekmiş gibi hissedilmiş olma”
mekanizması rol oynar. Fakat, son anda sansürün ortadan kalkmasından istifade
ile ortaya çıkmak üzere olma itilmiş materyel, superegonun müdahalesi sonucu
kişinin uyandırılması ile faaliyete geçen sansür sayesinde yeniden
bilinçaltının karanlıklarına itilmiş, bu suretle de ego korunmuş olur.
Aloeusoğulları’ndan olan
dev Ephialtes kardeşi Otos ile anlaşarak tanrılara karşı çıkmaya karar verir.
Ossa dağını Olympos’un üstüne bindirip tepesine de Pelion dağını oturtarak dağa
tırmanmaya, denizleri toprakla doldurup kurutmaya ve sonunda denizle karanın
yerlerini değiştirerek aşık oldukları Hera ile Artemis’i kaçırmayı planlarlar.
Fakat tanrılar bu
küstahlığa dayanamayıp sonunda yeter artık! diyerek onları cezalandırırlar. Ya
Zeus yıldırımlarla çarpar; ya da Apollon okları ile öldürür. Ceza bitmemiştir.
Yeraltı ölüler ülkesi olan Hades’te bir sütuna yılanlarla bağlanarak gece
gündüz, sonsuza dek bir baykuşun ulumalarını dinlemeye mahkûm olurlar.
EROS
Etrafımızda görmekte
olduğumuz her güzel şey, insan ve hattâ hayvan tarafından yaratılmış olan her
güzel, her faydalı nesne, insanı insan yapan her özellik veya eser erosun
sonucudur. Eros olamadan hiçbir yararlı, yaratıcı, sevgi dolu yapıt veya duygu
olamaz, düşünülemez.
İnsanın en temel ruhsal
unsuru olan id’de yaratcılık ve sevgi ile yıkıcılık ve nefret nitelikleri iç
içe ve karmaşık bir şekilde bulunur. Normal kişide yaratıcılık ve sevgi, yani
eros ile yıkıcılık ve nefret, yani thanatos-destrudo komponentleri kişinin
mutluluğunu elde edebilmesi amacı ile tam bir uyum içinde bulunurlar.
Freud tarafından tanımlanan
eros kavramı zevk alma prensibi ile yaratma ihtiyacının esas harcını
oluşturduğu gibi, aynı zamanda diğergâmlık ve vericilik hislerinin doğuş ve
gelişimlerinin temelini de oluşturur.
Kısaca eros ve erotik
dürtülerin kişilik yapısı ve gelişmesinin başlıca unsurlarının yarısını
oluşturmakta olduklarını söyleyebiliriz.
Eros, Aphrodite’nin
oğludur. Daima sevgiyi, aşkı, sevişmeyi, çoğalmayı, üremeyi, yaratma ve
yaratılmayı simgelemiştir. O yaratmayı simgeleyen doğal bir güçtür.
Hesiodos’un,
Kosmogoniayı-yaradılışı anlatışında Khaos’tan hemen sonra Eros gelir. Haydn’ın
Yaratılış’ını dinlerken, o gümbürdeyen Khaos ile beraber Eros’un sihirli
parmaklarının içimizde kıpırdadıklarını hissederiz.
Eros’un sevgi, sevişme,
güzellik, aşk tanrıçası Aphrodite’nin oğlu olduğunu herkes bilir; ancak, babası
hakkında dedikodular da çok. Aphrodite gibi fettan bir tanrıçanın da aşk
maceraları öylesine çok ki, ama çoğu kişi Eros’un babası için Hermes’i, o
ayakları kanatlı haberci tanrıyı kabul eder.
Eros için yaratmanın,
yaratılmanın simgesidir, deriz. Nasıl olmasın ki? Mitosa göre, Gök tanrısı
Uranos, Yer tanrıçası Gaia’dan doğan çocuklarını tekrar analarının karnına
gerisin geriye sokmasından tanrıçanın karnı korkunç sancılarla şişmektedir;
artık bu sancılara dayanamayan Gaia, bir gün son oğlu Kronos doğar doğmaz eline
bir tırpan verir ve ondan babasının, yani Uranos’un bu sonu gelmez gaddar
sevişmelerine bir çare bulmasını ister. Kronos da doğar doğmaz, babasının onu
öldürüp anasının karnına tekrar geri sokmaya fırsat vermeden Uranos’un
testislerini kesip denize fırlatır. İşte o fırlatılan testislerden akan kandan
öç alma tanrıçaları Erinys yaratılır; ama oluşan köpüklerden
(aphros-köpük-sperma) Aphrodite ortaya çıkar. Doğaldır ki, sperma köpüklerinden
oluşan ananın çocuğu da Eros gibi aşk ile, yaratılma kudreti ile dolu olur.
Elindeki oklarla
insanlığın, hattâ Varlıkın çoğalmasını, nitelendirilmesini, yükselmesini, sevgi
dolu bir yaratılışa doğru yönelmesini temin eden Eros’un Pskyhe ile olan
macerasından, Apuleius’un o tatlı Eros ile Psykhe öyküsünden, Psykhe bölümünde
sözedeceğiz.
HEBE
Schizophrenia’nın çok ağır
bir şeklidir hebeprenia. Analitik görüşe göre ego gerilemesinin en derin
olduğu, regressionun en ilkel safhalara doğru gerilemiş olduğu bir şekildir.
Yani gençlikteki akıl hastalığıdır.
Hebe, Zeus ile Hera’nın çocukları
arasında en iyi, saygılı, terbiyeli, elinden her şey gelen, hamarat bir genç
kızdır. Gençliği temsil eder. Olympos’un tepelerinde babasının konukları olan
diğer tanrılara içki sunar. Savaş dönüşü yorgun düşen erkek kardeşi harp
tanrısı Ares’i yıkar. Büyüyünce de kahraman Herakles ile evlenir.
Hebe başka kültürdeki
mitoslarda, mesela Tevrat’ta Havva olarak karşımıza çıkar; hattâ Hebe’nin ilk
Anadolu tanrıçalarından Kybele’nin aynısı olduğunu da düşünebiliriz.
İnsan, hangi kültür veya
coğrafi bölge veya devirde yaşarsa yaşasın, aynı ortak insanî miras olan ortak
bilinçdışının tesiri ile benzer mitosu yaratır.
HERAKLES
Saralıların karakterini
teşkil eden eretismus-erotismus-misticismus triadındaki eretismus hali, bu
hastaların çok çabuk kızıp şiddetli bir kızgınlık, kavgacılık, vurup kırıcılık
göstermelerini belirtir. Bugünkü psikiyatri ve nöroloji anlayışında pek fazla
itibar görmeyen bu epileptik karakter kavramına uyarcasına, epileptik
hastaların vücut yapıları da adaleli, kısa alınlı, mandibula köşeleri belirgin,
üçgen göğüslü, ince belli, kuvvetli kollarla kısakalın-güçlü bacakların
tamamladığı bir yapı göstermektedir.
İşte bu vücut yapısı ile
ona uygun eretismus hali nedeni ile, epileptik aggression haline, morbus
Heracles veya morbus Herculeus ismi verilmektedir.
Diyebiliriz ki,
mitolojideki Herakles, güçlü-kuvvetli olmasının yanı sıra, epileptik bir
karaktere sahiptir. Duygusallığına hiddet ve pişmanlık nöbetleri eklenerek
birbirini takip eder. Zaman zaman şuur kaybı nöbetleri geçirir. Ve bu nöbetler
sırasında bir defa farkına varmadan karısı Megara ile üç çocuğunu kendi elleri
ile öldürür; kendisine gelip, karısı ile çocuklarını kendi elleri ile
öldürdüğünü öğrenince, öylesine bir üzüntüye kapılır ki, intihara kalkışır.
Tıpkı, bir epileptik hastanın nöbet konfüzyonu sırasında işlemiş bulunduğu
cinayet suçu ile onu takip eden ağır pişmanlık hali gibi...
Mitostaki öldürme
hadisesine uymamasına rağmen, Herakles’in kendi çocuklarını öldürmüş olması
nedeni ile, psikiyatride babanın kendi çocuklarına karşı öldürme arzuları
besleme haline Herakles kompleksi ismi verilmiştir.
Herakles kahramandır; ne
var ki, bu kahramanlık halinden de pek memnun değildir ve gurur duymaz, zoraki
bir kahramandır. Doğa onu kuvvetli yaptığı için ister istemez kahramanca işler
görür. Doğuşundan beri tanrıça Hera’nın kininin kölesidir. Hera’nın kişiliğinde
belirginleşen yazgı, Herakles’i meşhur on iki büyük görevini yerine getirmeye
mecbur eder. Pek çok maceraya atılır. Ve bu çabası süresince de, Libya
çöllerinin sıcaklığı nedeniyle oradaki görevini yerine getirmesine mani olan
tanrı Helios-Güneş’e de oklarını çekmekten sakınmaz; öylesine ateşli bir
hiddete kapılır. Deianeira ile evlenir. Fakat maceralar sonunda, Deianeira ile
yaşadığı Kalydon’dan ayrılmak zorunda kalınca, karısını bırakıp Iole ile gitmek
ister.
Gitmeden evvel eski
karısından bir gömlek istemesi üzerine, kıskanç Deianeira at adam Nessos’un
kanına bulanmış ve at adamın temin ettiği iksir ile ıslatılmış bir gömleği
gönderir. İşin farkına varmayan Herakles, gömleği sırtına geçirir geçirmez
korkunç acılarla yanmaya başlar. Ancak, kıskançlıklarına rağmen hâlâ onu seven
Deianeira durumu öğrenince kendini asarak intihar eder. Oğlu Hyllos da, Oita
dağının tepesinde yaktığı ateşte Herakles’i yakmak isterse de son anda işe Zeus
karışır, babalık hisleri kabarır ve Herakles’i kaçırarak Hebe ile evlendirir,
sonra da ölümsüzlüğe kavuşturup Olympos’a götürür.
HERMAPHRODITOS
Pskiyatride ve genellikle
Tıpta erkeklik ve dişilik seks organlarının beraberce taşınması haline
hermaphroditismus ismi verilmektedir. Çok nadir olan bu malformasyonda kişi
aynı zamanda hem erkek ve hem de kadındır. Genelde, hünsalık yani
hermaphroditismus dış genital organları ilgilendiren bir anomali ise de, bazı
nadir hallerde iç genital organlarda da kendisini gösterir.
Hermaphroditismus tabirinin
ismini aldığı mitosa baktığımızda, esasında Hermaphroditos’un hiç de hünsa
olmadığını görürüz. Kendisi genç, yakışıklı, Aydınlı bir delikanlı imiş.
Bodrum’un yakınlarındaki Bardacık’taki bir gölü çevreleyen karşılıklı iki
tepenin birinde haberleşme tanrısı bilge Hermes’in, diğerinde ise, güzellik ve
aşk tanrıçası Aphrodite’nin tapınakları varmış. Her iki tanrı da kendi
tapınağında otururmuş ve çok doğaldır ki, bu iki ilâhtan çok güzel bir çocuk
doğmuş. Adını annesinin ve babasının isimlerinden alan bu erkek çocuk,
yorulmadan koşma yeteneği ile bilgeliğini babası Hermes’ten, yakışıklığını da
annesi Aphrodite’den almış.
Her gün etraftaki
dağ-tepelerde dolaşıp duran Hermaphroditos, Bardacık gölünün serin sularında
çırılçıplak yüzermiş. Gölde yaşayan su perisi Salmakis de çırılçıplak yüzer,
güzel saçlarını etrafa saçarak bazen bir çiçek, bazen bir rüzgar fısıltısı,
bazen su, bazen de etraftaki mersin ve yabani sakız ağaçlarının kokusu olurmuş.
İşte insanı baştan çıkaran gizemli aşk serüvenlerine sürükleyen bu su perisi
Salmakis, yakışıklı Hermaphroditos’a aşık olmuş. Ona iltifat etmiş, davet
etmiş, yalvarmış, onunla birleşmek istemiş ise de yakışıklı Hermaphroditos
fettan Salmakis’e pek yüz vermemiş. Vermemiş ama, Salmakis de tanrılara ve
bilhassa Zeus’a yalvarmış yakarmış: ‘Öyle bir sevişmemiz olsun ki, ikimiz tek
bir vücut olalım, tek kişi olalım ve bu birleşmemiz hiç bitmesin’ diye gözyaşı
dökmüş.
Zeus, böylesine güzel bir
su perisinin yalvarmalarına dayanamamış. ‘Olsun’ demiş ve bir gün
Hermaphroditos çıplak olarak gölde yüzerken, Salmakis derinliklerden çıkarak
ona öyle sonsuz ve bitmeyen bir arzu ile sarılmış ki, Hermaphroditos
dayanamamış, o da Salmakis’e sarılmış. Öylesine arzulu, sonsuza dek sevişmeye
başlamışlar ki, ikisi bir daha ayrılmamak üzere tek vücut olmuşlar; zaten
ilâhların ilâhının da buyruğu bu değil miydi? Böylece Hermaphroditos, Salmakis
ile birleşmesi sonunda, hem erkek ve hem de kadın seks organlarını taşımış...
Platon ve komedya yazan
Aristophanes de insanların en ilkel devrede, hem erkek ve hem de dişi
olduklarını; ancak, bu nedenle çok kuvvetlendikleri için, tanrıların
-insanların bir gün kendilerine rakip olabilecekleri korkusu ile- onların her
birini ikiye ayırarak kadın ve erkek cinslerini oluşturduklarından söz ederler.
HYGIEIA
Hygieia, sade akıl
hekimlerinin değil, tümümüzün, bütün hekimlerin en yakınıdır. Sağlıktır. Hekim
Tanrı Asklepios’un kızıdır.
Hygieia doğadaki tüm
yaratıkların sağlıkları için çalışır, onları hastalıklardan korur ve kız kardeşi
Panakeia ile iyileştirir, ilaçlarını hazırlar.
Kendisi yeraltı
tanrılarından olduğu için, yeraltında özgürce yaşayan yılanla daima beraber
gezer. Mesleğimizin, sanatımızın simgesi olan yılan ile...
HYPNOS
Uyku ilâhıdır Hypnos. Ölüm
ilâhı olan Thanatos ile beraber Nyx-Gece’den babasız olarak doğmuşlardır.
İnsanların ve genellikle
tüm yaratıkların fizyolojik işlevlerinin ayarlanmasında esas rolü oynayan
cyrcadian cyclus-24 saat ayarlanması hadisesinde, Hypnos-Uyku olayın temelini
oluşturur.
Fahrettin Kerim Gökay
Hoca’nın ‘uyku sinir sisteminin miyarı ve mimarıdır’ sözü galiba bu konuda
Dünya Tıp Literatüründe söylenmiş en anlamlı ifadedir.
Ana tanrıçalardan Hera,
Çanakkale yöresindeki İda dağında Zeus ile sevişmek ister. Galiba Zeus, Hera’ya
pek yüz vermemiş olacak ki, Hera, Hypnos’tan -hattâ ona cilveli kharislerden
birini peşkeş çekeceğine de söz verir- gelip Zeus’u uyutmasını rica eder.
Zeus’da, yarı uykuda iken o sersemlik hali içinde Hera’ya ‘he’ der.
IOKASTE
Iokaste kompleksi tabiri
pskiyatriye Raymond de Saussure tarafından sokulmuştur. Bu patolojik durumda
kendi öz oğluna karşı patolojik bir bağımlılık halini ifade etmek üzere
kullanılan bu tabirde, annelik hissi’nin oğlunu diğer kadınlardan kıskanma
-yalnız kendisine bağımlı kılma-, onu uzağında ve başka bir kadınla beraber
olarak kabul edememe gibi nispeten hafif derecede bir sapma halinden
başlayarak, oğlundan ruhsal ve bedensel tam ve gerçek bir cinsel haz duyma gibi
ağır bir sapıklık haline varan geniş bir patolojik duygu spektrumu söz
konusudur.
Iokaste hakkında mitolojik
bilgi Oedipus konusunda verilmiş olduğundan burada tekrarlanmayacaktır.
KLYTAIMNESTRA
Kadınlarda görülen ve
bilinç dışı olarak işlev gören kocasının erkek akrabalarından birine sahip
olabilmek için onu öldürmek arzusu diye tanımlanan Klytaimnestra kompleksi
trajik bir mitosa dayanmaktadır.
Tyndareos ile evli olan
Leda’ya Zeus aşık olur... Ancak, ilâhların ilâhının bir ölümlü ile sevişmesi
dedikodulara yol açacağı için, Zeus kuğu kuşu şekline girmek zorunda kalır ve
çok doğaldır ki, Leda sonunda yumurtlar. Yumurtlamış olduğu iki yumurtanın
birinden Zeus’un dölleri olan Helena ile Polydeukes; Tyndareos’un döllerini
taşıyan diğer yumurtadan ise ölümlü Klytaimnestra ve Kastor dünyaya gelirler.
Klytaimnestra doğuşundan
beri talihsizdir. Zeus’un dölü olabilecek iken, ölümlü Tyndareos’un dölü olarak
dünyaya gelmiş olmanın acısını tüm hayatınca taşır; kıskançlığında,
kötülüğünde, hattâ aşığı Aigisthos’un elinde oyuncak olarak kocası Agamemnon’un
katili oluşunda daima içinde mevcut hor görülen, sevilmeyen, zorla katlanılan
kadın olma hissinin payı büyüktür.
Mitolojinin bu trajik
kahramanının karmaşık ruh dünyası Aiskhylos, Sophokles ve Eurepidis’in pek çok
trajedisine konu olmuştur.
LABYRINTHOS
İç kulak anatomisindeki
labirent ile psikodiagnostik ve psikometride kullanılan labirent testi ve
şizofreniklerde çağrışım bozukluğu sonucu ortaya çıkan labyrinthine konuşma
diye bilinen araz, ismini Girit’teki bir mitosta yer alan binbir oda ve
dehlizli yapıdan alır.
Girit kralı Minos, insan
bedenli ve boğa başlı bir canavar olan Minotaurus’u saklayabilme amacı ile
mimar Daidalos’a karışık, çapraşık, insanın içine girdi mi bir daha
çıkamayacağı bir yapı yaptırmıştır. Bu yapının adı labyrinthostur.
Ancak, hemen ilave etmemiz
icap eder ki, Minotauros’u öldürmeye girişen Theseus, labyrinthosa girişi ve
çıkışı esnasında yolu şaşırmaması için Ariadne’den bir yumak iplik almış ve
yumağın bir ucunu çıkıştaki bir yere bağlamıştır. Bu şekilde yolunu şaşırmadan
içeri girebilmiş ve canavarı öldürdükten sonra tekrar çıkışı bulabilmiştir.
LESBOS
Seksüel psikopatolojide
kadınlar arasındaki homoseksüaliteye lesbianismus veya amor lesbicus ismi de
verilmektedir. Bilhassa eski pskiyatri kitaplarında daha da sık rastlanan bu
tabir Lesbos adasından ismini almaktadır.
Lesbos, bugünkü Midilli
adasının Yunancadaki adıdır. Lapithes’in oğlu Lesbos bir tanrı buyruğuna
uyarak, Midilli’ye gelir ve oradaki kralın kızı Methymna ile evlenerek adanın
kralı olarak adaya ismini verir.
M. Ö. 600 senelerinde
Midilli adasında yaşamış olan meşhur kadın şair Sappho’nun ismi nedeni ile de
kadın homoseksüalitesini tanımlarken Sapphism ismini kullanan yazarlar da
mevcuttur.
LETHE
Gerek psikiyatri gerekse
nörolojide sıklıkla kullandığımız lethargia, lethargy, letarji tabiri, iki
tanrıçanın torununun adından gelmektedir.
Kavga tanrıçası Eris ile
Gece tanrıçası Nyx’in torunu olan Lethe, ölüm ülkesi Hades’e gelir ve orada bir
pınara dönüşür. Öyle bir pınar ki, suyunu içenler geçmişteki hayatlarını ve
ızdıraplarını unutarak tatlı bir uyuklama içinde ölüler diyarına, Hades’e
girerler.
LUNA
Genellikle akıl hastaları
ve epileptikler için Anglo-Amerikan ve Fransız tıp literatüründe lunatics,
lunatiques tabirinin nadir de olsa kullanıldığı görürüz.
Luna, Romalıların Ay
tanrıçasıdır. Hattâ, Latin dillerinde aya hâlâ luna ismi verilmektedir. Eskiden
özellikle ay başlarında veya ay tutulmalarında sıklaştığı zannedilen epileptik
nöbetler nedeni ile -ve belki de aynı periodisiteyi ifade etmesi nedeni ile-
gerek epileptiklere ve gerekse periodik epizodlar ile seyreden akıl hastalarına
lunatik adı verilmiştir.
Kaldı ki, çok defa, gerçek
epileptiklerin bir akıl hastasını andıran psikotik tabloları gösterdikleri
bilinmektedir.
MEDEIA
Psikiyatride bir annenin
bilinçdışı olarak öz çocuğuna karşı nefret hissi ve öldürme arzusu duyması
halinde kullanılan Medeia kompleksinin analitik tetkikinde, çoğunlukla,
hadisede kadının kocasına karşı duymakta olduğu düşmanca hislerin rol oynadığı
ortaya çıkmaktadır.
Dyspareunia-ağrılı cinsel
birleşme durumu, gebe kalmaktan korkma, çocuğa meme vermekten nefret etme gibi
klinik olayların derinliğinde Medeia kompleksine sıklıkla rastlanır.
Güneş tanrısı Helios’un
karısı olan Medeia, çocuklarını öldürüp parçalarını babalarının önüne
fırlatacak kadar korkunç bir anne olarak karşımıza çıkar. Ancak, hadise üzerine
düşünecek olursak, Medeia’nın kocası tarafından hor görülen, itilmiş ve
yabancılık hisleri içinde çırpınan bir kadın olduğunu görürüz. İşte bu nedenle,
kocasının birer simgesi olan çocuklarından nefret etmektedir.
MNEMOSYNE
Gerek psikiyatri, gerekse
nörolojinin günlük tatbikatında hafıza-bellek melekesi’nin tetkiki daima önem
taşır. Belleğin kuvvetlenmesi, azalması, yanılması, kaybolması gibi kavramlar
bir taraftan akıl hastalıklarının arazları ve kliniğinin en önemli kısmını
oluştururken, diğer taraftan temporal lob ile limbik sistemin fizyolojisinin en
ilginç yanlarını teşkil etmektedir.
Amnesia, hypermnesia,
dysmnesia, paramnesia, ekmnesia hallerinden söz ederiz; onların kliniğini
görürüz. Ve belki de, fizyolojik olarak izah edebildiğimiz pek az ruhsal
işlevden oldukları için de, nöro-psikiyatri klinikçilerinin dışında gerek
nörofizyoloji ve gerekse kromozom araştırmacıları daima mneme, mnemosyne ve
onun klinik ifadeleri ile ilgilenirler.
Mnemosyne, Gaia ile
Uranos’un, yani Yer tanrıçası ile Gök tanrısının kızıdır. Ve Mnemosyne, Pieria
dağlarında Zeus ile dokuz günlük bir aşk hayatı yaşadıktan sonra dokuz ilham
perisini, yani Mousa’ları doğurmuştur.
Mousa’lar Kalliope-destan
veya lirik şiir, Klio-tarih, Polhymnia-pantomim, Euterpe-flüt, Terpsikhore-dans,
Erato-korolu şiir, Melpomene-tragedya, Thalia-komedya ve Urania-gökbilim isimli
dokuz esin perisi olup, her biri kendi konusu hakkında insanlara esin verirler.
MORPHEUS
Esas amacı insanları
ızdıraptan kurtarmak olan Tıp’ın, afyon olmadan varolamayacağı söylenir.
Izdırap, kendisini ya fiziki sahada ağrı olarak veya ruhsal sahada sıkıntı
olarak gösterir. Afyon hem ağrının, hem de sıkıntının en etkin ilacıdır. Böyle
hallerde, hekimin, sonunda başvurmak zorunda kaldığı en güvenilir ilacı da morfinden
başka bir şey değildir.
Uyku tanrısı Hypnos’un üç
bin çocuğundan biri olan Morpheus çeşitli morphe (şekil ve biçim) ile
insanların rüyalarına girer. Bütün uyku ve rüya tanrıları gibi, Morpheus da
kanatlı olup anında dünyanın bir ucundan diğerine uçar. Biçimleri, morphe’leri
insanlara ta uzaklardan getirerek, onları rüya biçiminde gördürür, yaşatır.
Argos kentinin kralı
Inachus’un güzel kızı Io’ya Zeus aşık olur; ancak, Zeus’un kıskanç ve cadaloz
karısı Hera, kocasının bu aşkını haber alır almaz öç almayı tasarlar ve Zeus’un
diğer ilâhlarla Olympos dağında bir toplantıda bulunmasından yararlanarak,
Io’yu Argos’taki Yüzgözlü Canavar’a teslim eder. Bu canavar öylesine azgın ve
kendisine verilen yemlik kurbanların kaçmalarını önlemek için öylesine dikkatliymiş
ki, uykusunda hiçbir zaman gözlerinin tümünü yummaz; elli gözünü yumarsa, diğer
elli gözü açık olarak etrafı ve kurbanını kollarmış.
Zeus toplantıdan dönüp olup
bitenleri haber aldığında, kendisine sadık Hermes’ten Yüzgözlü Canavar’ın inine
gidip Io’yu geri getirmesini ister. Fakat, Zeus’un bu isteğinin kolay
başarılabilinecek bir şey olmadığını bilen ilâh Hermes, canavarın yüz gözünün
tümünü kapatabilmesi için ilâh Morpheus’un yardımını ister.
Morpheus oralarda bulunan
birkaç gelincik-haşhaş çiçeğini kopararak Hermes’e verir ve canavara
yaklaştığında bu gelincikleri gözlerine doğru fırlatmayı öğütler. Ve Hermes,
Morpheus’un dediği gibi, Yüzgözlü Canavar’ın inine yaklaşır yaklaşmaz elindeki
gelincikleri canavara doğru uzattığında canavar öylesine derin bir uykuya dalar
ki, yüz gözünün tümü kapanır. Bu derin uykudan istifade eden Hermes de, Io’yu
canavarın elinden kaçırıp Zeus’a teslim eder.
Gelincik çiçeğinin
pavôt-papaverum ailesinden olduğunu hatırlarsak, bu güzel mitosun oturmakta
olduğu sağlam bilimsel temelleri, burada söz konusu olan papaverum
somniferum-gelincik- morphine-afyon ilişkisini kolayca anlamış oluruz.
Hastalarımızın rahatlamaları için reçetelerimize yazdığımız afyonun içindeki
morphine’nin mitoslardaki gizemli güzelliğini bilmek, bilmem hekim olarak
bizlere bir şeyler vermiyor mu?...
Yukarıdaki mitosun devamı
da çok güzeldir: Bu suretle, yeniden güzel Io’ya sahip olan Zeus eski
çapkınlığına başlayınca, Hera kıskançlığından büsbütün çılgın bir hale gelir ve
gene Zeus’un oralarda bulunmadığı bir anda, öç alma hisleri ile dolu olarak,
zavallı Io’yu bir ineğe dönüştürür. Bununla da yetinmeyip onu devamlı rahatsız
etmesi için de, kıçına bir at sineği musallat eder. At sineğinin sebep olduğu
bu devamlı huzursuzluk ile Io çılgın bir halde etraflarda koşuşmaya başlar.
Avrupa’nın bir kısmını, oradan tekrar gerisin geriye dönerek Trakya’yı
dolaşır... Bir türlü rahatlayamadan da bu çılgın koşuşu ile Boğaziçi’nin
kıyılarına kadar gelir ve oradan denize atlayarak, karşı sahile yüzer. Bu
delicesine koşusu sonunda Mısır’a kadar gider ve orada Iris adını alarak
Mısırlılara tanrıça olur.
Boğaziçi’nin diğer adı olan
Bosphore kelimesinin etimolojisi, bu mitosa bağlı: Boos poros-öküz kanalı.
NARKISSOS
Narkisizm-narcissism tabiri
ilk olarak Nacke tarafından psikiyatri nomenklatürüne girmiştir. Bir taraftan
kendine saygı kavramı gibi çok olumlu bir kavramın temelinde bulunduğu gibi,
diğer taraftan da aşık olan ile olunanın tek bir kişide toplanması şeklinde
tarif edebileceğimiz kişinin kendisine aşık olması gibi çok ağır psikopatolojik
bir süreç olarak da karşımıza çıkar. Bu iki uç arasında da pek çok
psikopatolojik fenomenin etiopatojenisinde kendisini belli eder.
Genellikle, narkisizmde,
libidinal enerjinin büyük bir güç ile egoya oturmuş olmasına mukabil; etraftaki
objelerde libido enerjisinin çok zayıf olması olayın esasını oluşturur. Temel
narkisizmde egodaki bu güçlü libidinal enerjinin hayatın ilk günlerinden beri
süregelmekte olmasına karşın; ikincil narkisizmde libidonun dış objelere
yönelmiş olduktan sonra bu objelerden geri çekilerek tekrar egonun hizmetine
sunulmuş olduğunu görürüz. Bazen de, hadisede, Abraham’ın kullandığı tabir ile,
bir negatif narcissism halini gözlemekteyiz; böyle haller, klinikte, kişinin
kendi öz kabiliyetlerini, bütün olumlu vasıflarını inkâr edip, kendisini
kıymetsiz ve değersiz görmesi ile belli olur. Bu gibi hallerde aşağılık
duygusundan sözedilir.
Narkissos, dağlarda tek
başına dolaşan güzel bir delikanlıdır. Dağ perilerinden Ekho ona âşık olur,
fakat bir türlü aşkını ifade etmesine imkân yoktur; Ekho hiçbir zaman kendisi
konuşamaz; ancak uzaktan, kendisi gözükmeden söylenenlerin son kelime veya
hecesini tekrarlayabilirmiş. İşte böylesine umutsuz bir aşka tutulur Ekho.
Narkissos arkadaşlarını ararken “biri var mı burada?” diye sorunca, Ekho da
“burada” diye cevap verir. Bunun üzerine Narkissos da “gel” diye yanıtlar.
Zavallı Ekho, umut ve sevgi içinde “gel” diyerek ortaya çıkar; fakat kendini
beğenmiş Narkissos her halde Ekho’yu beğenmemiş olacak ki, pek yüz vermez ve
çekip gider... Ekho kırgın, üzgün, umutsuz bir halde dağlardaki mağaralara
sığınır. Ve oradan da, kendisini hiç göstermeden duyduğu sözlerin son kelime
veya hecelerini hâlâ tekrarlayıp durur...
Ancak, bütün bu olup
bitenleri öğrenen cezalandırma tanrıçası Nemesis, kalpsiz ve kendini beğenmiş
Narkissos’u, bundan böyle kimseyi beğenip sevmemekle ve bütün aşkını yalnız
kendisine yöneltmekle cezalandırır...
Bir gün Narkissos dağlarda
dolaşırken ağaç ve yeşillikler içinde kaybolmuş bir pınara rastlar; eğilip su
içmek istediğinde suda gördüğü hayali beğenip ona hemen âşık olur; ne var ki
beğendiği bu hayal kendisinden başkası değildir... Suda görüp âşık olduğu
hayali elde etmek için eğildiğinde de suya düşüp boğulur.
Haberi alan dağ nympha’ları
güzel delikanlının cesedini bulup görmek isteler, fakat o güzel Narkissos’un
cesedi yerine güzel bir çiçek bulurlar: Nergis...
NIRVANA
Hint felsefesinde mutlak
huzur kavramını ifade eden tanrı Nirvana, psikanalitik kuramda ölüm içgüdüsünün
ifadesi olan Nirvana prensibine ismini vermiştir.
Zevk prensibi, Freud’a
göre, libidinal ihtiyaçların ifadesi olup onun bir şekil değişikliğinden başka
bir şey olmayan realite prensibi dış dünyanın isteklerini nasıl ifade ediyorsa;
Barbara Low’un ortaya atmış olduğu Nirvana prensibi de, ölüm içgüdüsünün
ifadesini oluşturmaktadır.
Ruhsal hayatın en son
amacının gerginlik halinin asgari bir hadde indirilmesi olduğunu düşünürsek,
Nirvana prensibinin önemini daha açık bir şekilde kavrayabiliriz.
NYMPHA
Gelin anlamına gelen ve
ormanlarda, dağlarda, kırlarda, sularda yaşayan dişi varlıklar olan nymphaların
mitolojideki yerleri, bugünkü masallardaki peri kızlarına benzer. Büyük
tanrılarla ilişki kurarlar, aşk maceraları olur, tanrıçalar onları kıskanır.
Pan, satyrler, silenler, Priapos gibi cinlerden ve de genelde erkeklerden
nymphalar kaçar, hattâ erkek düşmanı olurlar. Ancak aralarında Maia gibi Zeus
ile Arkadia’daki gölgeli mağaralarda sevişip sonunda Hermes gibi tanrı
doğuranlar da vardır.
İşte bu nymphalar, bugünkü
psikiyatrik nomenklatürde, kadınlarda görülen hyperseksual davranışa
nymphomania isminin verilmesine sebep olmuşlardır.
OEDIPUS
Günlük akliye tatbikatında
kullanılan terimler arasında, herhalde, Oedipus kelimesi kadar sıkça kullanılan
ya hiç yoktur veyahut onun gibi her an karşımıza çıkanı pek azdır.
İnsan hayatında, kişilik
temelinin atıldığı ve kişinin tüm hayatı süresince mutlu veya mutsuz, atılgan
veya pısırık, kavgacı veya anlayışlı, ilkel veya olgun, başarılı veya zavallı
olacağını belirleyen 3-7 yaş arasındaki ilk heteroseksual, ilkel genital-phallik
devreyi bir mitos simgelemektedir.
Sözünü ettiğimiz yaş
diliminde erkek çocuğun annesine karşı duymakta olduğu bu aşk nedeniyle
babasının kendisini cezalandırıp kısırlaştıracağı korkusu içinde bulunduğu
Oedipal devreyi simgeleyen trajik bir mitos vardır.
İki bin sene evvelinin
deterministik-fatalistik hayat görüşü, tanrıların lanetlemiş oldukları kişi
veya soyun nasıl bir suç işleme girdabı içine girip bir türlü kurtulamadığını
Oedipus’un öyküsüyle dile getirir. Oedipus, Thebai’nin lanetlenmiş kral
soyundan gelir. Anası Iokaste’nin ona gebe iken gördüğü bir rüyanın tefsirine
göre, doğacak çocuğunun kendi babasını öldüreceği ve annesi ile evleneceği
anlaşılır. Bu korkunç kehanet karşısında lokaste ile kocası Laios’a, doğan
çocuğu doğar doğmaz ortadan kaldırmaktan başka bir çare kalmaz. Çocuk kimsenin
haberi olmadan emin bir kişiye teslim edilerek saraydan kaçırılır, ormanda
ayağından iple bağlanarak bir dala asılır ve ölüme bırakılır...
Ne var ki, bir müddet sonra
oralardan geçen bir çoban, ayağından asılmış olduğu için ayağı şişmiş olan bu
çocuğu bulur ve onu Korinthos kralı Polybos’a teslim eder. Korinthos kralı da,
ismini bilmediği bu çocuğa Oedipus-şiş ayaklı, (oedima-şişlik, pus-ayak) adını
vererek, onu kendi oğlu gibi yetiştirir.
Ancak, soy bir defa
tanrılarca lanetlenmiştir ve bu lanet sonuna kadar gidecektir. Oedipus
büyüyünce, etraftaki dedikodulardan, kendisinin bulunmuş bir çocuk olup Polybos
ailesinin esas çocuğu olmadığını öğrenir. Hakikati öğrenebilmek için kâhinlerin
memleketi Delphoi’ye gitmeye karar verir. Delphoi’de korkunç hakikati öğrenir:
Kendisi lanetlenmiş bir kimsedir, babasını öldürüp anası ile evlenecektir.
Ağır bir sıkıntı içinde
Delphoi’den ayrıldığında yolda bir geçitten geçerken tanımadığı iki kişiye
rastlar. Münakâşa sonunda çıkan kavgada bu iki kişiden birisini öldürür, diğeri
ise kaçar. Sonunda, Oedipus tanımadığı bir şehre girer. fiehir matemdedir,
şehrin kralı ölmüş, şehir idarecisiz, kraliçe ise kocasız kalmıştır...
Etrafta bir hikâye
dolaşmaktadır: Sphinx denilen canavar o şehre gelmiş ve önüne gelene iki zor
bilmece sormaktadır. Kimse de bu bilmeceleri çözemediği için canavar,
rastladığı kimseleri yüksek bir kayadan uçuruma yuvarlamaktadır. Bu duruma bir
hal çaresi bulabilmek ümidi ile fikir almak için Delphoi’deki kâhinlere
gitmekte olan kral ve nedimi dar bir geçitte genç bir adamla karşılaşmışlar ve
çıkan kavgada, kral yabancı tarafından öldürülmüştür.
Oedipus bunun üzerine
Sphinx’e gider ve canavarın sorduğu iki güç bilmeceyi çözer. Sphinx,
bilmecesinin çözüldüğünü öğrenince, şehri affeder ve kendisini uçurumdan atarak
intihar eder.
Başarılı bir şekilde şehre
dönen Oedipus kurtarıcı olarak karşılanır, şehrin kralı ilân edilir ve eski
kralın dul karısı ile evlenir. Bu evlilikten dört çocuk dünyaya gelir.
... Ve tanrıların lâneti,
böylesine kahredici olayların sürmesine neden olur...
Bir müddet sonra şehirde
veba çıkar, felâket etrafta kol gezer. Delphoi’ye gidilerek felâketin nedeni
sorulduğunda, öldürülen eski kral Laios’un katilinin cezalandırılmasının şart
olduğu öğrenilir. Araştırmaları bizzat idare eden Oedipus, biraz sonra kendi
araştırması sonunda korkunç gerçeği öğrenir. Anası Iokaste kendini öldürür;
Oedipus da, annesinin iğnesi ile gözlerini kör eder.
Oedipus’un kendisinin
gözlerini kör etmiş olması nedeni ile, psikiyatride kişinin kendi gözlerini
kendisinin tahrip etmesi hali için de Oedipism tabiri kullanılmaktadır.
ORESTES
Bilinçdışı olarak gelişen
ve bir erkek çocuğunun kendi öz annesini öldürme arzusu şeklinde kendini
gösteren Orestes kompleksine, ‘Klytaimnestra’nın, âşığı Aigisthos ile bir
olarak kocası Agamemnon’u öldürdükten sonra öz oğlu Orestes tarafından âşığı
ile birlikte öldürmesi’ mitosu temel teşkil eder.
Agamemnon’un Atreus’un oğlu
olduğunu hatırlarsak, bu hadisede de, Atreus soyunda mevcut lânetin etkisini
görürüz. Bütün Atreus soyunda daima aile içi cinayetler leitmotif olarak biri
diğerini kovalar. Zaten senelerce evvel, Agamemnon’un kendisi Troya seferine
çıkarken gemilerine uygun bir rüzgâr bulabilmesi için Tanrılara öz kızı
İphigenia’yı kurban etmemiş mi idi?... Lânet, büyük baba Tantalos’tan beri
devam edegelmektedir...
Bu mitos bizlere soya çekim
ile ilgili hastalıklar durumunu aklımıza getirmiyor mu?
PAN
Çok kötü, ağır, kahredici
bir ölüm hissi ve korkusu ile beraber ortaya çıkan ve özellikle sabahları
-çoğunlukla- hiçbir sebep yokken gözüken ve nörovegetativ distonik araz ile
tamamlandığında, bazen, yanlışlıkla myocard infarktüsü ile karışabilen had
anksiete reaksiyonu-panic reaction-panik atak tabirindeki Pan -aslında- son
derece iyi, sevecen, hayatı seven, gürültü ve yaygara koparan, çobanları
koruyan, kamıştan kavalını çalan, çirkinliğine bakmadan güzel nymphaların
peşine takılan, ama onlardan pek yüz görmeyen bir ilâhtı.
Yarı insan-yarı keçi Pan,
keçi boynuzlu, sakallı, insan yüzlü, keçi ayaklı bu tuhaf ve acayip ilâh bazen
öğleleri herkes rahat rahat uyurken -muziplik olsun diye- öylesine gürültü
koparırmış ki, etraftaki bütün canlılar korku içinde kaçışırlar, panike, paniğe
kapılırlarmış...
Bir gün Korfu adasının
güneyinde sefer yapan bir geminin dümencisi Paksos adasından bir ses duymuş:
“Ulu Pan öldü!” Dümenci bu sesi karaya doğru iletince karadan korkunç bir
feryat, inilti, ağlaşmalar gelmeye başlamış; bütün doğa, keçi ayaklı ilâh
Pan’ın ölümüne yas tutmuş...
PHAIDRA
Oğluna âşık olan ana, bir
annenin kendi öz oğluna karşı -bilinçdışı olarak- erotik hisler besleme haline
Phaidra kompleksi ismini veren Phaidra, Thesseus ile evli iken Thesseus’un eski
bir evliliğinden olan oğlu Hippolytos’a aşık olur. Ancak, Hippolytos üvey
anasının bu aşkını nefretle karşılar. Aşkının üvey oğlu tarafından
reddedilmesi, Phaidra’ya hadiseyi tersine çevirerek, kocasına üvey oğlunun
kendisine aşk teklif etmesi şeklinde nakletmesine yol açar. Bu hadiseye inanan
Thesseus, Hippolytos’u evden kovar. Babasının kovuduğu Hippolytos da arabadan
düşerek ölür. Sonunda, Phaidra vicdan azabı içinde intihar eder.
PHOBOS
Psikiyatride çok sıklıkla
kullandığımız ve kişinin saçma olduğunu bildiği halde bir türlü kurtulamadığı,
aklından uzaklaştıramadığı korku olarak tanımlayabileceğimiz phobia tabirinin
mitolojideki kökeni, savaş tanrısı Ares’in yanından hiç ayrılmayan ve dehşet,
panik, korku ile onun sonucu olarak ortaya çıkan bozgun, açlık, sefaleti
simgeleyen Deimos ve Phobos’a kadar iner.
PRIAPOS
Ağrılı, istenmeyen, cinsel
arzu ve zevk ile beraber olmayan, genellikle de geceleri ortaya çıkan ereksiyon
hallerine yani ağrılı gece ereksiyonu haline priapismus ismi verilmektedir.
Priapos, Anadolu’nun
Lapseki şehrinden gelen bolluk tanrısıdır. Kendisi Dionysos, yani Bakkhos ile
Aphrodite’nin oğludur. Sembolü penis olan bu tanrı, balıkçılık, bahçecilik,
hayvancılık ve çiftlik işlerini korur, mahsulün bol olmasını sağlardı. Çünkü
yamru yumru ufak tefek bir adam olan Priapos, kendi boyu kadar büyük ve daima
ereksiyon halinde olan bir phallos’a, penise sahipti.
Bir Dionysos törenine
katılan Priapos öylesine içmiş, hadiseleri öylesine kavrayamaz bir hale
gelmişti ki, çirkinliğine ve ucubeliğine bakmadan Lotis gibi dünya güzeli bir
nympha’ya âşık olmuştu. Herkes uykuya dalmışken Priapos güzel Lotis’e yaklaşmış
ve tam işini yola koyacakken bir eşek anırmıştı. Eşeğin anırmasına herkes
uyanmış, zavallı Priapos’un haline öylesine gülmüşler, öylesine alay etmişlerdi
ki, artık Priapos’un ereksiyonu hiç ama hiç zevk vermez olmuştu; ona acı veren,
tat vermeyen, işe yaramayan ve kendisinin arzulamadığı bir ereksiyon olmuş,
priapismusa dönüşmüştü.
PROTEUS
Psikodiagnostik ve
psikolojik testlerle uğraşan psikologların hemen hemen her gün tatbik ettikleri
proteus testine ismini veren Proteus, Mısır’da Nil ırmağının ağzındaki Pharos
adasına yerleşmiş ihtiyar bir tanrıdır. Poseidon’un fok balıklarına ve diğer
deniz yaratıklarına bekçi vazifesi görür. Denizin bütün sırlarını bilir,
gizliliklerini çözer; ancak bilgilerini, sırlarını vermez.
Nitekim Menelaos ile
Helene, Mısır’a vardıklarında -bir tanrının gazabı olsa gerek- denize
açılamazlar. Proteus yolu göstermez; fakat Proteus’un kızı, Menelaos ve
arkadaşlarına, kendilerini fok derileri ile kaplayarak foka benzemelerini ve bu
suretle Proteus’u aldatarak ona yaklaşmalarını öğütler. İhtiyar Proteus da, bu
oyundan habersiz uykuya daldığında hep beraber üstüne çullanıp zorla sırlarını
söyleteceklerdir. Hakikaten bu oyun oynanır. Proteus tüm olanakları ile karşı
kor, sırrını vermemek için şekil değiştirir. Ağaç olur, ejderha olur, canavar
olur, su olur. Ne var ki, tüm şekil değiştirme çabaları hiçbir sonuç vermez.
Sonunda Menelaos’a yolu göstermeye mecbur kalır...
PSYKHE
Tıp’ın en gizemli şubesi
Psikiyatriye ismini veren Psykhe, Miletos kralının üç kızının en güzelidir. Bu
güzelliği ile de Aphrodite’nin kıskançlığını ve hışmını çeker. Aphrodite, oğlu
Eros’tan, güzel Psykhe’yi alıp dağa götürmesini ve orada onu bir canavar ile
zorla evlendirmesini ister.
Ne var ki, Eros güzel
Psykhe’yi gördüğünde, onu bir canavar ile evlendirmek bir yana, bir daha hiç
ayrılmamacasına onunla birleşmek ister. Zaten sevgi ve aşk, ruhtan ayrılamaz
ki... Fakat, ne yazık ki, Eros bir tanrı, Psykhe ise bir ölümlüdür. Böylesine
bir birleşmeye tanrılar izin vermez. Onun için Eros, Psykhe’yi alıp bir
mağaraya götürür ve ona kendisini göstermez; yalnız karanlık gecelerde gelir ve
sevgilisi ile buluşur. Psykhe’den de kendisini görmeye çalışmamasını ister.
Fakat Psykhe sevgilisinin kim olduğunu hiç olmazsa bir kerecik olsun görmek
ister... İşte böyle bir istek ile, bir gece Eros yanında uyurken, yağ kandilini
yakıp ona bakmaya kalkışır. Kandili yakıp sevgilisinin bir tanrı olduğunu
görünce öylesine heyecanlanır ki, bir damla kızgın yağ Eros’un omuzuna damlar.
Eros uyanır ve farkedildiğini görünce Psykhe’yi bırakıp gider...
İki sevgili arasındaki
ayrılık uzun sürer, ikisi de mutsuzdur. Ancak böylesine kuvvetli bir aşk
karşısında Aphrodite yumuşar; bu aşka izin vermesi için Psykhe’den yerine
getirilmesi çok güç olan bazı isteklerde bulunur. Aphrodite’nin bu zor
isteklerini yerine getirebilmesi için bütün nymphalar ile satyrler elbirliği
ile Psykhe’ye yardım ederler; bu yardımlar sayesinde Aphrodite’nin istekleri
yerine getirilir. Sonunda Eros ile Psykhe birbirine kavuşurlar.
PYGMALION
Kıbrıslı yontucu Pygmalion
kadınlardan nefret edermiş. Hiç bir kadını sevmemeye, kendisini yalnız ve
yalnız sanatına vermeye yemin etmiş. Kuşkusuz, böyle bir karar sağlıklı
değildi; ve sapık bir kararın tanrılar tarafından kabul edilmesi de
olanaksızdı.
Pygmalion bir gün kusursuz
güzellikte bir kadın heykeli yapmaya karar verir. Yapmış olduğu heykel öylesine
canlı ve güzeldir ki, Pygmalion, kendi yaptığı bu heykele âşık olur, onu öper,
onunla konuşur ve onunla yatar...
Bütün bu olup bitenleri Aşk
tanrıçası Aphrodite hafif alayla karışık bir anlayışla izler ve Pygmalion’un bu
sapık karar ve ilişkisinden vazgeçmesini bekler. Nitekim, Aşk tanrıçası adına
düzenlenen bir bayramda herkes Aphrodite’den isteklerde bulunurken, hayatında
hiçbir zaman kadın sevmemek üzere ant içmiş olan Pygmalion da tanrıçadan,
cansız bir nesneyi sevmenin mânâsızlığını anladığını söyleyerek, kendisini
affetmesini, ancak yaptığı heykele benzer bir kızı yoluna çıkartmasını diler.
Evine döndüğünde, her zaman
yaptığı gibi, heykeli cansız dudaklarından öptüğünde, o soğuk ve cansız
dudakların, o vücudun canlandığını görür. Pygmalion, böylece kendi yapmış
olduğunu kadına, Galateia’ya sahip olur.
İşte, psikiyatride
genellikle fetişizm konusu içinde düşünülen ve cansız kadın heykelleri veya
kadın organları şeklindeki şeylere cinsel istek duymak ve onlarla cinsel doyuma
ulaşmak hastalığına verilen Pygmalionismus terimi, böylesine güzel bir mitostan
kaynaklanır.
PYTHO
Pythiatisme terimi,
-özellikle Fransız psikiyatri terminolojisinde olmak üzere- çok yakın tarihe
kadar hysteria kavramını veya bugünkü Anglo-Amerikan ekolün konversiv reaksiyon
kavramını ifade etmek için çok kullanılırdı. Hele, Babinski’nin, “histeri,
arazları telkin ile ortaya çıkan ve telkin ile ortadan kalkan bir hastalıktır”
tanımını düşünürsek, buradaki telkin etmek/pythein eyleminin önemini büsbütün
anlamış oluruz.
Delphoi’deki Apollon
tapınağında kâhinler gelecek hakkındaki sözleri söylerken, aynı zamanda, halka
karşı daima telkin ve ikna yönetimini kullanırlarmış...
Bu tapınaklar Pythoia adını
taşımakta imişler. İşte bu tapınağın yapıldığı yerde, daha önce Toprak
Ana/Gaia’dan doğma Python adında bir yılan varmış. Apollon, tapınakta kendi
kehânetini yerleştirmeden önce, bu yılanı öldürmek zorunda kalmış.
SATYR’LER
Kadınlara ilişkin olan
nymphomania teriminin erkeklere ilişkin karşılığı olarak ve erkek
hyperseksualitesi halini tanımlamak için kullanılan satyriasis terimi adını
Dyonissos/Bakkhos alayında silenler ile beraber yer alan ve bellerinden üstü
insan, bellerinden aşağısı ise at veya teke olan satyr denen varlıklardan
almaktadır. Ayakları at tırnağı biçiminde olan bu satyrler devamlı ereksiyon
halinde olan kocaman penisler taşırlar, kırlarda dolaşır ve rastlaştıkları
nymphalarla vahşicesine bitmez tükenmez sevişmelere girişirlermiş.
SELENE
Luna mitosunu anlatırken,
saralılara lunatik adının verildiğinden; bunun da, aylık/devrî olay anlamı
nedeniyle saranın periodisite göstermesi özelliğine ilişkin bir adlandırma
olduğundan sözetmiştik.
Seleniasmus terimi de sara
anlamına gelen ve aynı esaslar nedeni ile bu anlamda kullanılan eski bir
terimdir.
Latince Luna-Ay adının
Yunanca karşılığı olan Selene’den türemiş olan seleniasmus terimi, iki atın
çektiği gümüş tekerlekli bir araba ile göklerde dolaşan, pek çok aşk
maceralarına karışan fettan bir kadın olan Selene’den gelmektedir. Selene,
Hypereion ile Theia’nın kızı, Helios-Güneş ve Eos-fiafak tanrılarının
kardeşidir.
Güzele, çirkine bakmaksızın
sevişir, Selene. Zeus ile aşk maceraları olduğu gibi keçi ayaklı, keçi boynuzlu
ve keçi sakallı Pan’la da sevişir. Ama, Beşparmak dağlarındaki çoban Endymion,
onun en fazla gönül bağladığı âşığıdır. Bütün gün Beşparmak dağlarında keçileri
ve kavalı ile sağa sola koşup yorulan Endymion, geceleri çırılçıplak çimenlere
serilip yattığında, Selene bulutlardan çıkarak, kimi gece kısa, kimi gece uzun
saatler Endymion’un çıplak güzelliğini kolları ile kavrar, onunla sonu gelmez
sevişmelere girişir durur...
Epileptik karakter
üçlemesindeki erotismus-frenlenemeyen şehvet ögesinin önemini hatırlarsak, sara
anlamında kullanılan seleniasmus terimi daha da bir anlam kazanmış olur.
SISYPHOS
Sisyphos kavramı, özellikle
Varoluşçu psikiyatride, absurd-saçma kavramının bir simgesi olarak
kullanılmaktadır. Genel günlük Psikiyatri uygulamasında pek kullanılmayan
Sisyphos kavramı terimindeki mitoloji kahramanı Sisyphos, hiç de absurd-saçma
bir iş yapmış değildir; tam tersine, belki de, insanın varoluşundan beri insan
varoluşuna yakışan en anlamlı, en insanca işi yapmıştır.
Sisyphos, zekâsı ile
tanrılarla boy ölçüşmeye kalkışmıştır. Prometheus tanrılara özgü olarak kabul
edilmiş ateş-bilgiyi insanlara vermiş ve sonunda tanrılar tarafından Kafkas
dağlarında prangaya vurulup sonsuza dek vahşi kuşlara yem olmaya mahkûm edilmiş
ise; Zeus’u kandırmaya, ondan zekâsı ve akıllılığı sayesinde ödünler koparmaya
kalkışmasından dolayı Sisyphos da, çok anlamlı bir iş yapmaya girişen bu kişi
de, en anlamsız bir işi yapmaya, koca bir kayayı, bir dağın eteğinden tepesine
kadar iteleyerek götürmeye mahkûm edilmiştir. Ne var ki kaya, tam tepeye
varacağı sırada Sisyphos’un elinden kayarak tekrar dağın eteğine kadar
yuvarlanıp düşecek ve bu iş sonsuza dek sürüp gidecektir.
Zeus’un Sisyphos’a vermiş
olduğu ceza bu... Fakat Sisyphos, bu mutsuz kahraman, bilinci sayesinde,
taşıdığı insan olmanın gururu ile, dış etkenlerin anlamsızlığına ve koşulların
kaçınılmaz baskısına rağmen, gerçekleştirmeye mahkûm olduğu bu anlamsız işi,
tanrılara kafa tutmanın bir simgesi şeklinde anlamlılaştırmayı ve bunu tüm
insanlığa sonsuza dek öğretmeyi başarmıştır. İşte bunun içindir ki, Sisyphos
mutludur.
THANATOS
Kişiliğin en ilkel, en
katıksız -ve esasında en insanca- olan kısmını oluşturan id, iki temel
bileşenden oluşur: yapıcılık ve yıkıcılık, yani Eros ve Thanatos veya Destrudo.
Eros’un tamamen karşıtı olan Thanatos’ta, insandaki tüm yıkıcı, öldürücü
dürtüler bulunmaktadır. Öldürmeler, savaşlar, yağmalar gibi yıkıcı tüm
davranışlar, insandaki Thanatos’un Eros’a galip gelmesinin sonucu ve de
ifadesidir. Ancak, birbirinin karşıtı olan Eros ve Thanatos, yani bu iki karşıt
komponent, insanda çok uyumlu ve ayarlı bir oran içinde bulunduğundandır ki,
kişi, yaşamı boyunca mutlu ve yaratıcı olma şansına sahip olur.
Thanatos ölümü simgeleyen
tanrıdır. Gece tanrıçası Nyx, kendi başına Hypnos-uyku ve Thanatos-ölüm
tanrılarını doğurmuştur. Thanatos, Hypnos ile birlikte, yeraltındaki ölüler
ülkesinin en derin yeri olan Tartaros’ta oturur. Her ikisini, ölüler ülkesinin
tanrısı Hades konuk eder.
URANOS
1862’de Karl Heinrich
Ulrich’in ilk kez kullanmış olduğu Uranismus, erkek homoseksüalitesinin çok
özel bir şeklini oluşturmaktadır. Burada, iki homoseksüel erkek arasında gerçek
bir cinsel ilişki sözkonusu değildir; aralarında cinsel olmayan bir
homoseksüalite vardır: İkisi de -biri erkek diğeri kadın duyguları ile-
birbirlerine âşık olmalarına rağmen, hiçbir zaman seksüel ilişkide bulunmak
isteğini duymazlar.
Uranismus terimine adını
veren Gök tanrısı Uranos, Yer tanrıçası Gaia ile evlenerek doğurduğu çocukları,
bunların bir gün gelip de egemenliğine son vermemeleri için, doğar doğmaz
Gaia’nın karnına gerisin geriye sokarmış. Ta ki, çocuklarından Kronos, anasının
kendi eline tutuşturduğu tırpanla babasının testislerini koparıncaya kadar.
Uranos’un kopan testislerinden akan kandan öç alma tanrıçaları Erinies, akan
sperma’dan da Aphrodite yaratılmışlardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar