PSİKİYATRİNİN İNSANLARDAN SAKLANMIŞ SIRLARI
Geçen
yüzyılda mikrobun keşf ile bütün hastalıklarda organik (Uzvi, cismanî) sebebler
ileri sürülerek “biz yarattık” misali,
- “biz biliriz” kanaati revaç
bulmuştu. Fakat zaman gösterdi ki, meselâ ne veremde Koch basili ne zatürrede
Pneumocoque tek başlarına hastalık yapamıyorlardı. Bu suretle en güvendikleri
dal kopmuş oluyordu, öyle ya, etrafı hep veremli, adam, verem olmuyor, ağzının
içinde mikropları dolu fakat zatürre olmuyor, “O halde mikropların miktarı az da, ondan hastalık
yapamıyor” demeğe başladılar, fakat olmadı. Bu defa
döndüler “mevcut mikroplarda hastalık yapabilme kudreti zayıf olduğu için”
dediler. Yine olmadı. O zaman “başka
faktörler de araya giriyor” dediler. Meselâ “bünye alerjik yani hassas olmalı, vücûdun bir istidadı bulunmalı”
dediler. Yine tatminkâr olmadı. “Vücûdun
yorgun da olması lâzım” dediler, az geldi. Sonra “Aç da kalmamalı ki,
mikroplar, o takdirde hastalık yapabilir” dediler, dediler dediler fakat
varmak istedikleri işin künhüne bir türlü varamadılar. O bakımdan hastalıkların
zuhuru sebebinde, karanlık yine dağılmadı. Hülâsa, mikrobun da keşfine rağmen,
gelinip bir noktada yine duruldu.
17. asırda da Blagrave; “Planete'lerin
yani yıldızların tesiri altındayız. Yıldızların tesiri olmadan hiç bir hastalık
meydana gelemez.” diyordu. Buna göre,
Satürn dalak'a,
Jüpiter, akciğer, karaciğer, nabza ve spermaya,
Mars, böbreklere,
Venüs, rahim, göğüs ve kadınların jenital ifrazlarına,
Merkür, ruhî faaliyetlere, güneş, beyne, sinirlere vücûdun sağ kısmına ve
kadınların sol gözüne, tesir ediyordu.
Nasıl oluyor da, çeşit çeşit adale veya türlü kemik hastalıkları veya böbreklerin
taş yapması veya ülserler veya kalp ve damar hastalıkları meydana gelip
durmaktadır.
Hakiki sebep nedir?
Daha
psikiyatriye hiç gelmedik, ya adam durup dururken: “karşımda görüyorum, geliyorlar, seslerini duyuyorum, küfrediyorlar”
demeğe neden başlıyor?
Hâlbuki
beyinde bakılmadık nokta mı bırakıldı? Kanda ve beyin suyunda türlü maddelerin
tetkikleri mi ihmal edildi? Hormonların türlü dozajları mı eksik kaldı? Neler
yapıldı, neler yapılmadı?
Netice,
mikrobik, metabolik, hormonal, kalıtım, genetik bozukluk, ruhî, aşağı yukarı
bütün hastalıklarda, aynı derecede olmak üzere, hastalık yapıcı karanlığını
muhafaza etmektedir.
Bunun
üzerine doktorlar dediler ki: “hastalıkların
zuhurunda ruhî sebeplerin rollerini ele alalım.” Ve böylece, aşağı yukarı,
son yüz senedir, insan ruhiyatı, ilk plânda müşahede ve mütalâa unsuru haline
geldi.
HASTALIKLARIN ZUHURUNDA RUHÎ FAKTÖRLER
“Vücut uzuvları, fikirlerin ve hislerin geçtikleri
kanallardır.”
Gerçekten
öyle midir?
“Kalbim doldu” veya “kalbim ezildi” gibi ifadelerin
hangisini boşa söylenmiş kabul edebiliriz?
Kalpte
olduğu gibi, ciğerde, böbreklerde damarlarda, midede heyecanı hayat ile
alâkalı bir şeyler olup gitmektedir.
Melankoli
bir hastada gözlerin bakışı bile söner.
Pek hisli
kimselerde, heyecanın nesil ve iç salgıları değişikliklerine sebep olduğu
bilinen bir gerçektir. Almanlar tarafından idama mahkûm edilmiş olan Belçikalı
bir kadının saçları hükmün icra edileceği günden bir gün önce
beyazlaşıvermiştir.
Korku
duygusu üzerine tecrübî çalışmalarda, böbrek üstü bezlerinin genişlemesi görülmüştür.
Bu şekilde salgılanan Adrenalin, kan tazyikini ve akış süratini çoğaltmaktadır.
Korku hallerinde görülen husus ile çarpıntı, yüz solukluğu, mide ve barsak
fonksiyon bozuklukları vs. malûm olan hakikatlerdir. Ayrıca, büyük bir korku
geçirmiş olan kimselerde beyaz kan hücrelerinin azaldığı, damar tazyikinin
düştüğü, kan plazmasının tahassür etme zamanının kısaldığı görülmüştür.
Böylece, Joltrain, manevî bir darbenin, kan üzerinde gözle görülür tesirler
icra ettiğini ispat etmiştir.
Sıkıntı'da
(angoisse) (anguvaz diye okunur) insanın “rengi solar, alnından soğuk terler
dökülür, çeneleri kilitlenir, dişleri birbirine vurmağa başlar, vücüdü titrer,
nefesi sıklaşır, intizamını kaybeder, küçük ve büyük abdestini kaçırır, başı
döner, baygınlıklar geçirir, hatta büsbütün kendini kaybeder..” Bu arada
bütün göğüs sıkılır gibi olur veya nahoş his baştadır. Ayrıca, kollardan veya
karında ağrılar vardır. Böyle hastalar, boş yere uzun zaman, ülserdir
kanserdir diye üstüste ameliyatlar geçirmeye maruz kalmıştır.
Görülüyor
ki, saydığımız ruhî sebepler vücut uzuvlarında gözle görülen değişiklikler
yapabilmektedir.
Ya,
saymadığımız ruhî sebepler?
Ya gözle
görülmeyen türlü sorunlar?
Hepsine
kapsayacak bir ifade ile, hastalıklarda “Ruhî
Faktör” dediğimiz bu sebebin hakikat ve büyüklüğünü ifade etmiyor mu?
Bu
noktadan hareketle, “devamlı hüzünlerin,
inatçı endişelerin vücudu kansere hazırladığını” iddia eden doktorları red
edebilir miyiz?
“Mide ve bağırsakta düzensizlik, hazımsızlık, bağırsak
mikroplarının kana geçmesi emniyet hissi yokluğundandır veya kolitler ve
bunlara refakat eden böbrek ve mesane iltihapları zihnî manevî dengesizliklerin
neticeleri olur” diyen doktorları bir kalemde haksız çıkarabilir
miyiz?
Haddi
zatında bir kalemde de haksız çıkaramaz olduk, bin kalemde de. Onun için, bütün akıl ve sinir
hastalıklarında araya giren istisnai organik durumlar hariç ruhî faktörü, yegâne
sebeb olarak, kabul etmekteyiz.
Akıl ve
sinir hastalıklarında (Psychose, Psychonevrose) diye konuştuğumun sebebi, bir
çok uzvî hastalıklarda da bu gün, ruhî faktörün rolü benimsenmiş ve “Psikosomatik[1]
Doktorluk” PSİKİYATRİ buradan ve bu sebep ile meydana çıkmıştır.
1935
yılından beri resmen ve ismen kabul edildiğine göre (so-matique) yani bedene
ait türlü hastalıklar vardır ki, bunlarda sebeb (Psychique) yani ruhî'dir.
Meselâ
bazı cilt hastalıkları, romatizmalar, bronşit astım, damar spazmları,
hipertansiyon, mide ülserleri, müzmin kabızlık veya kolit halleri, bazı
hormonal fonksiyon bozuklukları, bazı göz hastalıkları, kadınlarda ay halleri
ile sair Jenital bozukluklar, kudretsizleler ki geride ne kaldığı veya ne
kalabileceği merakı muciptir, araya giren istisnaî durumlar haricinde, ruhî
faktör yegâne sebep olarak mütalâaya müsaittir.
G.
Wolff ve S. Wolff isimli iki yazar, bir adamı ve midesini incelemişler.
İnceledikleri adam karnından midesine açılan yol ile besleniyordu. O bakımdan
mide iç cidari (mukoza) çıplak gözle görülebildiğinden, bu iki bilgin “günlük heyecanlar ve ruh haletleriyle mide
fonksiyonları arasındaki münasebetleri” tetkik edebildiler. Bunlara göre (Her hangi bir iç üzüntüsü bir kızgınlık
veya acı, mutlak surette mide mukozasının kızarması ve hareketleriyle
salgısında artma ile birlikte) idi. (Ufak heyecanî şok ile mukoza
erozyonları ve kanamaları ve çok kere mide cidarının şiddetli büzülmeleri..)
görülüyordu. Bunlar, bu iki yazarın bütün sindirim sistemine ait türlü tetkik
ve müşahedelerinden sadece mideye ait bir kısımdır.
Şimdi,
ikinci dünya savaşında, Londra hastanelerinde, svaşın verdiği korku ve
heyecanlardan mide ülserlerinde delinmelerin, diğer zamanlara nispetle neden üç
misli artmış olarak tespit edildiğini daha iyi anlamıyor muyuz?
Yine çok
yaygın ve müz'iç olması sebebiyle ikinci bir misâli de “Astım Broşit” den
verecek olursak..
O. Loras isimli
yazarın 306 sayfalık kitabında: “Allerjik
dış faktörler, iç salgı bezlerine veya kapalı damar salgılarına vs. sebepler
astım için köklü rol oynamazlar. Bunlar reaksiyonel sebeplerdendir. Sebebi
hakikî bizzat astımlının kendisidir. Böyle astımlı şahıslarda krizler, ruhî
mücadelelerini pasifize edemediklerinden dolayı bastırılmış şahsiyetlerinin
işareti olarak meydana gelmektedir.” denilmektedir. Bu sebeple astımlıyı,
bir nevi nefes darlığı olarak gösteriyor ve krizler haricinde de şahıs bir
sıkıntı doğurucudur hükmüne varıyor.
Böyle kimselerin asabi bir şahsiyet
sahibi olduklarını yalnız soluk alışverişlerini değil hayatlarını da
kaybetme korkusu içinde bulunduklarını ayrıca ifade ve iddia etmektedir.
Heyecanlar,
korku, kin, nefret, endişe, sıkıntı ve diğer taraftan bunlara bağlanan türlü
uzvî hastalıklar. Diğerleri masun kalabilecek mi?
Veya ne
kadar zaman, birinci plânda ruhî faktör ele alınmayan hastalık görülecektir?
Nitekim
ayni kanaatle J. Sedan ve P. Guillot
“Hastalıkların gerek teşekkülü ve gerek
seyirlerinde, psikolojik kaynaklı esas bir elaman olarak gün geçtikçe daha
fazla ehemmiyet kesbetmektedir.” demektedirler. O bakımdan, Psikityatrinin
ilerde bütün uzvî hastalıkları içine alması beklenir dersek, şaşmamak gerekir.
Bir grip
bir diş ağrısının bile, ekser, muayyen bazı ruhî, heyecanı artıran
karışıklıkların peşinden geldiğini fark etmiyor muyuz?
O halde
uzvî hastalıklar haricinde, safî ruhî hastalıklarda ruhî faktörün rol ve ehemmiyetini daha
kolaylıkla ve peşinen kabul zarureti hasıl olmuyor mu?
İşte “Dinamik Psikiyatri” budur.
PİSİKOTERAPİ-TELKİN
Histeri: Bir çeşit
ruh hastalığıdır. Genellikle 30 yaş altındaki bireylerde görülen, psişik ve
motor bozukluklar, özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, hareket
bozuklukları, geçici kişilik değişimi ve çeşitli sistemlere ait psikosomatik
şikâyetlerle belirgin nevroz şekli.
Histeri
aşırı hayal gücü veya korkuları ifade eden nevrotik zihinsel hastalığa verilen
addır. Histeri, hastalarda ani sinirsel nevrotik bir hastalık olarak bilinir.
Histerik hasta, kendindeki ruh sağlığının bozukluğundan habersizdir.
Psikanalizde, hastalıkların sebebi ruhî'dir.
Histeri ruhen yaralanmadan ve bu yaralanmanın teessürünün uzun yıllarla şuur
halinde devam etmesinden dolayı meydana geliyordu. Daha açık bir ifade ile
hayatta maruz kalınan ruhî yaralanmalar sebebile ruh hastalıkları meydana
geliyordu.
Cismani
hastalıklarda olduğu gibi ruhî hastalıklarda da organik (maddî, cismanî)
sebepler üzerinde durulduğu bir zamanda 1882 yılının 13 Şubatında Paris Tıp
Fakültesinde Charcot isimli doktor histeriklerde hipnotize etmek suretiyle,
meydana gelen asabî hallerden kurtulacağı bahis ile Fen Akademisine müracaat
ediyor. Fen Akademisi, Charcot'ya itiraz etmiyor, bil'akis teklifi müspet
karşılıyor.
Akademinin
bu müsaadesile, birdenbire yalnız tıbbî değil hattâ edebî ve felsefî
mecmualarda da bu mevzuda çeşitli makaleler seri halinde neşre başlıyor. Bu
şekilde “telkin'in” tedavide rolü
üzerinde çalışmalar birdenbire artıyor ve yayılıyor. Bu suretle, ilmî ve tıbbî mânada müşahade ve raporlar biribirini takip
ediyor. Birçok doktor telkinle siğilleri iyi ettiklerini bildiriyorlar.
Sorumluluk, mesuliyet, yükümlülük, telkin edilmiş olan fikirlerle, yalnız asabî
hastalıklar değil, uzvî cismanî hastalıklara karşı da mücadele edilebileceğini,
bu şekilde diş ağrısından vereme kadar birçok vücut hastalıkları iyi edileceği
ifade edilmeye başlanmıştır. Mesela Nancy [2]mektebi
de, Histerinin telkin ile meydana
geldiğini gösterdi. Bugün bile Histeri, telkin ile meydana gelen ve telkin
ile iyileşen bir ruh hastalığı olarak bilinmektedir.
JOSEF BREUER
Avusturyalı
fizyolog. 1843-1925 yılları arasında yaşamış Breuer, Sigmund Freud'un çalışma
arkadaşı ve psikanaliz'in kurucularındandır. Viyana'da yaşamış ve tıp tarihine
geçecek çalışmalara imza atmıştır. Özellikle öğrencisi Sigmund Freud ile
yaptığı çalışmalar psikanalizin temelini atmıştır. Evli ve 5 çocuk babasıdır.
Yahudi kökenlidir, bir keşifte bulunmuştu ki (hakikatte yeni psikoloji bu bakım
noktasından yola çıkmıştır.)
Bu
doktorun, histeriye müptela, genç ve gayet zeki bir hastası vardı. Bu hastanın,
sağ koluna kasılı bir felç arız olmuş, vakit vakit kendinden geçiyor, şuuru
bulanıyordu. Ayni zamanda konuşma kudretini kaybetmişti.
Hastanın
halini izah edecek uzvî sebebler yoktu. Binaenaleyh, menşeini ruhî olarak kabul
etmek icab ediyordu. Breuer dikkat etmişti ki, hastanın ister davet edilmiş
olsun, ister kendiliğinden olmuş bulunsun, bu haleti fecriyeleri esnasında
bütün zihninden geçenleri veya gözüne görünenleri hikâye ettirmekle hasta bir
kaç saatler rahatlıyordu. Hasta bu tedavi tarzı için “Talking cure” konuşma tedavisi,
tabirini icad etmişti.
Breuer
ayrıca, hypnose ile histerik hastaların hatırılarının uyandırılabileceğini de
keşfetmiş idi. Hatıralar meydana çıkıyor, arazlar kayboluyordu.
FREUD SAHNEDE
Freud önce
Parise giderek Charcot'dan ve sonra Nancy'ye giderek Marie Bernheim (1837-1919)' den, ruhî âlemin derinliklerini ve “hipnoz”u öğrendi. Çalıştığı Viyanada
ise, o zaman Breuer otorite idi. Akrabası da olduğu cihetle Breuer'in
himayesinde, Breuer'in keşiflerini tasdik ve uygun görmeye başladı. Bilahere
ruhî cerhiyet (yaralanmanın) hastalık yapabilmesi için, bazı sebepler daha
lâzımdır, bunlar cinsî mânadadır derken, tamamiyle “cinsel dürtü” - “Libido”
üzerinde karar kıldı. Bu şekilde “cerhiyet
nazariyesi=ruhî yaralanma” yerine, cinsel dürtü nazariyesi yerine konmuş
oldu.
J. Yung'un
bir vak'asını ve mütalâasını burada ruhî yaralanmaya ve Freud'un cinsî
nazariyesine eski bir misâl olmak üzere aynen alıyorum.
“Ani bir
korku neticesinde ağır bir histeri'ye tutulmuş bir genç kadın tanırım. Bu genç
bir kaç arkadaşiyle beraber gec eyarısı evine dönmek üzere bir caddede
yürürlerken o sırada arkalarından hızla bir araba gelir; arkadaşları hep yana
kaçıverirler; fakat o genç korkup şaşırarak yolun ortasında durur ve
beygirlerin önü sıra koşmağa başlar; arabacı kamçısını şaklatır, küfreder, hiç
biri kâretmez. Bir köprüde nihayet şosenin sonuna kadar yol boyunca iner,
köprüye varınca artık takatten kesilir ve bu hayvanların altına düşmemek için
korkusunun dehşeti içinde kendisini suya atmağa teşebbüs eder, yoldan geçenler
yetişip menederler...
Aynı kadın
22 Ocak 1905 te Petersburg'da imiş; ve
ordunun yaylım ateşle bir sokağı açtığı esnada sokakta yolunu şaşırmış bulunuyormuş,
sağında ölüler ve yaralılar yere düşmekte oldukları halde, o kendisine
tamamiyle sahip olarak bir araba bulup sığınmağa ve oradan civar bir sokağa
geçerek kaçıp kurtulmağa muvaffak olmuş; bu müthiş anlar sıhhati üzerinde hiç
bir akis yapmamıştı; bu vakalardan sonra gayet iyi ve hatta her zamanki halinden
daha iyi idi.
Dışardan
bakınca buna benzer hallere çok rastgelinir. Bu çeşit hallere bakarak ister
istemez çıkarılan sonuç bir ruhî yaralanmanın şiddetinin hastalık yapmaktaki
rolü o kadar mühim değildir; hastalık olmasında en çok hususî şartlar amil
olur. Bu neticenin sırrına nüfuz edebilmekte belki bir anahtar olur. Onun için
kendi kendimize şunu sormalıyız:
Araba
hâdisesinde hususî şartlar nelerdi?
Genç kız
araba beygirlerinin dörtnal sesini işittiği andan itibaren endişe ve ıstırap
başladı. Bir an içinde kendisine yaklaşmakta olan bu nal seslerinin müthiş bir
akıbete varacağını, ölümünün veya başka acıklı hâdisenin başlangıcı olduğu
intibaını meydana getirdi; ondan sonra artık kendisine sahip olamadı.
Meydanda
ki şuurunu kaybetmesini mucip olan izlenim atlardan geliyor; fakat hastanın bu
kadar ehemmiyetsiz bir hâdise karşısında bu kadar akılsızca bir ters haereket
yapmağa istidadı bu kızın hayatında atın hususî bir rol oynamış olmasından
olabilir, düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Bu genç
yedi yaşında iken, araba ile bir gezinti yaptığı sırada beygirler gemi azıya
almışlar ve kenarları dikine uçurum bir nehrin kıyısına doğru atılmışlardı.
Arabacı hemen arabadan atlamış ve kendisine de atla! diye bağırmıştı: fakat
biçare ölesiye bir korku içinde karar veremiyordu. Nihayet vakit geçmeden atlamağa
muvaffak olmuş ve hayvanlarla araba uçuruma yuvarlanıp gitmişti. Böyle bir
hâdisenin derin bir intiba bırakacağına şüphe yok. Fakat bu kazayı hatırlamanın
hiç bir tehlikesi olmıyan bir hâdisede bu kadar nispetsiz bir aksi tesir
yapabilmesi kolay izah olunamaz. Bütün
bunlar bize şimdiye kadar yalnız bir şey öğretiyor ki o da bugünkü vakıa
kökünü hastanın çocukluğundan alıyor, amma bu marazi sahnenin sebebleri yine
karanlık kalıyor.
Bu sırra
nüfuz edebilmek için daha başka şeylerin öğrenilmesi icap eder. Uzun bir
tecrübe ile sabit olmuştur ki bu güne kadar tahlil edilen olayların hemen
hepsinde ruhu yaralayıcı sebebler yanında hususî bir bozukluk daha bulunuyor
ve hususî bozukluk cinsiyet sahasında bozukluktan başka bir suretle izah
edilemiyor.
(Bununla
beraber bu bakımdan kadınlar kendilerine karşı da, doktora karşı da şaşılacak
bir samimi-yetsizlik gösterirler.)
Herkes
bilir ki aşk her yana çekilebilir bir şeydir: Cennet de vardır, cehennem de.
Aşkta iyilik de kütülük de, ulviyet de, süfliyet de olabilir. Freud bu vakıayı
öğrenince telâkki tarzında âdeta bir inkilâp oldu. O zamana kadar az çok Charcot'nun ruhî yaralayış teorisi etkisi altındaki
nevrozların sebebini hayatta maruz kalınılan ruhî yaralanmaları ararken bundan
sonra meselenin ağırlık merkezini değiştirdi ve hakikati büsbütün başka bir
cihette aradı. Bunun en iyi örneği anlatılan olaydır. Atın hastamızın
hayatında pek hususî bir rol oynamış olabilmesini pekâla anlarız; fakat
sonraki o aşırı ve yeri olmıyan aksi-tesiri anlayamayız. Bu hastanın halinde
garip ve hastalık veren şey atların kendisine aşırı bir korku verişidir. Eğer
yukarda zikrettiğimiz kendi yanındaki düşüncesi gözönüne alırda ruhî yaralanma
sebebleri yanında daima ihtiras sahasında bir bozukluk da bulunduğunu kabul
edersek hastamızda bu cihetle bir karışıklık ve bozukluk olup olmadığını
aramamız gerekir.
Olaylar üzerine yorum yapmak ilim bu değildir.
Mazhar Osman Hoca'da,
kitabında, psikiyatrisler hakkında derki;
“Bizce bu bulunan (alt şuur) şeyler hastaya ait
değildir. Psikanalizi yapan ne duyuyor ne düşünüyorsa hastasında onu buluyor.”
Fakat,
Freud da Mesmer gibi Viyana'da birden bire parladı. Mesmer'in Harmonie ismini
verdiği cemiyet gibi o da İNTERNATİONAİ
PSYCHANALYSE CEMİYETİNİ tesis etti. Ve o da kısa zamanda Mesmer gibi en
ağır tenkitlere maruz kaldı. Fakat XVI. Louis'ye mümasil bir otorite çıkıp
Freudism'i tetkik ettiremedi. Ve bir ilim hey'eti (Muzır neticeler tevlid ve
halk ahlâkını ifsad ettiğini) bildirerek (Freudisme'i tatbik edecek her
doktorun ıcrai sanattan men edileceğini) ilân etmedi.
Hâlbuki
bazen tek bir ilâcın 5-10-100 veya 1000 insana zararı oluyor diye, tebliğler,
broşürler ve tamimlerle dünya biribirine girer. Bu garip dünya!
Yalnız bir
zaman teşriki mesai arkadaşı J. Yung'un, Freud hakkındaki şu sözünü hatırlamak
gerekir. “Freud'un saf ve basit cinsiyet
tahlil (psikanaliz) usulünün bir terbiye usulü olarak münhasıran kullanılmasını
hiç bir vakit tavsiye etmek istemem. Terbiyenin bu usule hasır ve tahsisi bir
felâket olur.” (Ruhî hayatta la-şuur M. Hayrullah tercümesi. Sayfa 75.)
Böylece
ruhî cerhiyet (yaralanma) cinsiyet nazariyesi haline gelirken 1893 ve 1895 deki
eserlerinde, hatıralar hatırlandığı esnada, heyecanların da meydana-çıktığını
bildiriyorlardı. Bu şekilde hasta, asıl ızdırabından kurtuluyordu
(Abreaction=dışa vurup rahatlama). Freud, her zaman, bahsi geçen yazarlara
benzer hipnoz'da başarılı olamadığı için, Picasso'nun resim icadı gibi, elini
hastanın alnına koyuyor ve hastanın aklına ne gelirse söylemesini ondan
istiyordu. Bu iletişimle, rahatlama halinde, dışavurum nasıl oluyor? Yani
konuşmağa terk ile hasta hatıralarını söyleyince rahatlaması yani iyileşmesi de
hastanın (Transfert) olmasına bağlı
imiş. Transfert demek, hastanın
doktorune karşı duyduğu cinsî alâka.
Bitti mi?
Hayır.
Hastanın
doktora karşı duyduğu bu cinsî alâka, hasta kız ise, erkek kardeşine ve
babasına, erkek ise, kız kardeşine ve anasına veya başkalarına karşı
bilinçaltında olan cinsî hislerinin doktora tevcihi ile yer değiştirmiş şekli
demektir (Deplacement=yer değiştirme).
Bitti mi?
Hayır.
Bir de
Contre (Zıt) Transfert var.
Bunun
manâsı da, tedavi eden doktorun, iyi olmak için, himmet ve inayetine sığındığı
ve kendisine emanet edilmiş olarak bırakıldığı hastasına karşı duyduğu cinsî
alâka demektir. Bu şekilde, bizim bildiğimiz, hastanın doktora olan hürmet
hissi ve doktorun hastasına olan merhamet hissi de ortadan sır oldu.
Tabiî
değil midir?
3 paralık
bir hastalık olsa da çünkü ciddi hiç bir hastalığa el atamamışlardır ve
atamazlar yalnız histeri denen belirsiz bir hastalığın pek dar sahasındadırlar
buna rağmen, ekseriya hakikatte de değil, kendiliğinden veya hayalî veya
tasavvurî surette hastalık iyiIeşmişse, elbet, cinsiyet nazariyesinde, cinsî
laflarla izah edilecektir.
O halde, Breuer'in “Talking cure” (Konuşma Terapisi)
keşfinde bildiklerimizden fazla, Freud bize ne getirmiştir? Çünkü Talking cure bize öğretmiştir ki, hasta
konuşmağa terkediliyor, hatıraları uyanıyor, sonra rahatlıyor iyileşiyordu.
Freud'un
bize getirdiği,
Catharsis (rahatsız edici duyguları dışa vurarak onlardan kurtulma),
La libre
association (Serbest ilişkilendirme),
Abreaction (duygusal rahatlama ve boşalma olayı), Transfert (hastanın doktorune karşı
duyduğu cinsî alâka),
contre
transfert (bilinçsiz bilinçsiz duygularını analisti analizanın
tarafından hissedilir olması).
Deplacement (yer değiştirmeği)bi kelimelerdir.
Cinsiyet
nazariyesinin istinat ettiği “Talking cure”den başka, bu defa da cerhiyet
(yaralanma) akidesinden gizlice aktarılmış bir kaç kelime vereceğim :
Hâdiseler
bilinçten (Conscient) bilinçaltına (Inconscient) atılıyor (Refoulement).
Hâtıraların
hatırlanmasına mâni kuvvet var : (Resistance). Ruhî arazlar, Inconsient
hâdiseleridir ki buradan dışarı hucum ederler (Symbolisation).
Ruh
bilinmiyor, Şuur (bilinç) nerde bilinmiyor, bilinçaltı nerdeki?
Beyinde
mi?
Kalpte mi?
Yoksa son
görüşlere nazaran Midede mi?
Yoksa
gönül denen yer neresi?
Bunlar
işte ilmî bir cavap yok. Ama Freud'un bunlarla ilişiği yok. Doktor olmayanlar
bile, unutmaktan, hatırlamaktan bahsetmiyor mu?
İcab
ettiği zaman tedai ile, hafızadan hâdiseler inci taneleri gibi bir birini
takiben hatıra gelmiyor mu? "Veya geçmiş bütün hâdiseler, şu an
düşünülmiyen şeyler, gece bulut arkasında gizlenmiş yıldızlar gibi, hafızadaki
yerlerine teker teker geçip gitmiyorlar mı?
Hastalıkların
sebeblerinin ruhî olduğunu (inconscient= kendinden
geçmiş, baygın, şuursuz) deyince ne değişiyor?
O sebeble
bazı ruhî arazların meydana çıktığını, bu ruhî hastalıkların sebebinin şahsa
müessir eski hâdiselerle alâkalı olduğunu (Refoulement= bastırma, sindirme, önleme, tutma, durdurma, kesme, örtbas etme, gizleme,
baskı ) demenin ne faidesi var?
Bu hâdiselerin zamanla tabiatile
unutulacağını, şu andaki düşünmekte olduğumuz şeylerden gayri geçmiç bütün
hâdiselerin hafızamızda mahfuz bulunduğunu (Resistance= direnç, direnme, metanet, dayanma, dayanıklılık, karşı koyma, mukavemet,
dayanma gücü, karşı çıkma, karşı gelme, tahammül; demekle değişen ne oluyor?)
Cerhiyet
(yaralanma) nazariyesinden öğrenmemiş mi idik?
Daha sıralamağa
zaten ne lüzum var?
Borsalarda
bile, bir avuç buğday, numune olarak kâfi görülmüyor mu?
O halde yenilik nedir?
Yenilik, İnconscient, Refoulement, Resistance, Symbolisation gibi
kelimelerde. Kelimeler çok, yine yeni bir şey yok.
Freud'un
getirdiği, bulduğu, keşfettiği, söylediği nedir o halde?
FREUD'UN, GETİRDİĞİ, BULDUĞU, KEŞFETTİĞİ, SÖYLEDİĞİ,
YALNIZ CİNSİYETTİR.
Evet,
âlemi ruhiyatla, ruhiyatın çeşitli şekilde zuhuratı ile ve ruhiyat üzerine
müessir hâdiselerle meşgul, biraz tetkik ve tetabbu sahibi doktor için,
cinsiyet lafından gayri Freud'dan öğrenilecek ki kendileri de teslim ediyorlar
tek nokta yoktur.
Bu sebeledir
ki, sayesinde konuşmağa başladığı, hâmisi Breuer'in kızı ile olan macerasından
dolayı da derler, yani Freud'un Breuer'e cinsî manâda teşekküründen sonra,
Breuer, Freud'dan hemen ayrıldı.
Zamanında
Freud için büyük kıymet ve kuvvet olan iki ortağı, Adler ve Yung’da biraz
sonra Freud'dan ayrıldılar ve cinsiyetten başka nazariyelerle ortaya çıktılar.
Kaynakça
Mehmed
Tevfik ÖZCAN [Kitap]. - Angoisse (Sıkıntı), Ankara-1966.
[1] Zihinsel
faaliyetlerden dolayı bedensel fonksiyonların birbirine cevap vermesi.
[2] Nancy,
Fransa'nın Lorraine bölgesinin ve Meurthe-et-Moselle département'ının merkezi,
Meurthe'in kıyısında.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar