“PSİKOLOJİ VE DİN” KİTABINDAN
Çevirmenin Önsözü
“Uzağa gitme, dön içine; hakikat senin içinde”
St. Augustine
(I)
Modern insan köksüzdür ve bütünlüğü yitirmiştir.
Psişe yani bilinç, bilinçdışı ve kollektif bilinçdışı arasına mesafeler girmiş,
bazı şeyler ise bilinç düzeyinden toptan silinmiştir. Rüyaların dili tutulmuş
tek bir ontolojiye sıkışıp kalınmıştır. Tanrı öldürülmüş tek boyutlu hale
gelen insanlar ortalığı kaplamıştır. Her derde deva projeler bir bir
başarısızlığa uğramış, yeryüzünün kaderi her an cinnet geçirebilecek insanların
elleri altındaki düğmelere bağlanmıştır. Bu insanlığın yaşayabileceği en kötü
deneyimdir. Işık sönmüş ve gizem kaybolmuştur. "Gerçek olan her şey
akli, akli olan her şey gerçektir" diyenler kıyasıya yanılmışlardır.
Yine de tüm insanlık tarihi göz önüne alındığında, modern deneyimin yaşı çok
gençtir. Ve henüz sonuçları tam olarak görülmemiştir. Yaşanılmış olan hiçbir
şey varlığını yitirmeyeceğinden, gözden ıraklaşan şeyler tekrar aranılmaya
başlamıştır. Küçük yaşamımız uykuyla çevrili olduğundan, rüyalar tekrar önem
kazanır hale gelmiştir.
(II)
Basel Üniversitesinde tıp profesörü olan büyükbabasının adını taşıyan
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875'te İsviçre'nin Lonstance gölü kıyısındaki
Kessvvill köyünde doğdu. Babası Protestan rahibiydi. Oldukça pastorel bir hayat
geçirmişti. Her İsviçreli çocuk gibi dağlan ırmakları ve gölleri çok severdi.
İçe dönük ve yalnız bir çocukluk dönemi geçirdi. İlkokulda pek başarılı
olamadı. Lise yıllarında felsefeye merak saldı önceleri yunan filozoflarını
okudu, daha sonra Schopenhauer'in yapıtlarından çok etkilendi. Liseden sonra
Tıp eğitimi gördü. Okudukları bir yandan da onu psikiyatri ve psikoloji alanına
doğru savuruyordu. Seçimini bunların lebine yaptı. İlk görevini Zürih'teki
Burghölzli Hastanesinde aldı. Burası Avrupa'nın en ünlü ruh hastalıkları
merkeziydi ve başında şizofreni kavramım geliştirmiş olan ünlü hekim Eugen
Bleuler bulunuyordu.
1903'te Emma Rauschenbach ile evlendi. 1955'te ölen eşi yaşamı boyuncu
Jung'un yardımcısı olmuştur. Birisi erkek beş çocukları olmuştur.
1905'te Zurih Üniversitesinde ders vermeye ve uzman hekim olarak
çalışmaya başladı. Hastalarını bazen Zurih gölü üzerinde botla dolaşırken
tedavi ederdi. Jung burada yeni teknik geliştirmişti. Etkin imgelem (active
imagination). Jung kendi kendini analiz ederken vizyonlarının ve düşlerinin
resmini çizmiş ve boyamıştır. Hastalarına da aynı şeyi önerirdi; ya da dilediklerinde
şiir yazabilir, modeller çizebilir, heykeller yapabilir, hatta düşlemlerini
raks ile dile getirebilirlerdi. JungFreud'uyu yakından izliyordu. “Rüyaların
Yorumu”nu okuduktan sonra yazışmaya başladılar. 1907'de Viyana'da ilk
buluşma gerçekleşti ve tam onüç saat durmama-casına konuştular. Freud ile
karşılaştığında altı yıllık bir psikiyatri deneyimine ait özgün yapıtlara
sahipti. Freud on-dokuz yaş daha büyüktü Jung'tan, baba-oğul gibiydiler.
Psikanalizin prensi artık Jung'tu. Ancak bu parlak başlangıcın ömrü pek uzun
olmadı. Altı yıl birlikte pek çok çalışma yaptılar, Amerika'daki
üniversitelerde birlikte konferanslar verdiler. Viyanalı Edi ile Zürihli Büdü
idiler onlar artık. 1911'de Viyanalı üyelerin muhalefetine rağmen, Freud'un
ısrarıyla Uluslararası Psikanaliz Derneğinin ilk başkanı Jung oldu. Freud gruba
Yahudi birinin başkanlık etmesi halinde, antisemitîk hareketin psikanalizi
engelleyeceğini düşünüyordu. Viyanalı üyelerin hepsi yahudi idi ve Jung'un dahi
bir antisemitik olduğuna inanıyorlardı. Jung'un hayatının geri kalan
kısımlarında sözkonusu antisemitizm ve Nazizm iddiaları sürüp gitmişti.
En başından beri psikanalize ve orada cinsellik üzerine olan aşırı
vurguya eleştirel bakışı 1912'lerde iyice su yüzüne çıkmış, "Bilinçdışının
Psikolojisi"ni yayınlamasıyla da doruğa çıkmıştı. Freud, kendi buluşu
olan psikanalizin sınırlarının haksız yere genişletildiğini düşünüyordu çünkü.
Anlaşmazlıklar peşi sıra günyüzüne çıkmaya başlamışlardı. Jung Freud'un libidoyu
dar-anlamlı yorumladığını, libidinal enerjinin sadece sex ile sınırlı olmayıp
yaşam enerjisi olduğunu sex'in bunun sadece bir parçası olduğunu iddia
ediyordu. Ayrıca Jung, psikanalizin en temel aksiyomu olan "Odip
Karmaşasını da reddediyor ve ilk dönemlerde çocuğun anneye bağlılığını, annenin
ona besin sağladığından dolayı bir bağımlılık ilişkisi olduğunu söylüyordu. Libidinal
enerji ancak ergenlikten sonra heterosexuel biçime girmekteydi. Bu anlaşmazlıkların
uzantıları ikisinin de daha sonraki çalışmalarında baş gösterecekti. 1914'te
mektuplaşmalar dahi durdu. Bu tarihten itibaren Jung uzun ter bocalama ve
suskunluk dönemine girdi. Bir nevi yaratıcı bir sessizlikti bu. "Psikolojik
Tipler"i yazdı, burada Freud ve Adler ile farklılıklarını açıklıyordu.
Orta-yaşdan başlayarak, hayatının sonuna dek sürecek olan farklı bir serüven
başlıyordu artık. Gezilerine başladı. Tunus'a, Sahra Çölüne, Afrika'ya gitti.
Sivahili dilini öğrendi. New Mexico'e Arizona'ya gidip bir yıl Pueblo
kızılderili kabilesiyle yaşadı. Daha sonra seyahatlerini Hindistan'a ye
Seylan'a sürdürdü. Tüm bu gezilerinden sonra en meşhur tezini
kavramsallaştırdı: Kollektif (ortak) bilinçaltı. Bütün kültürlerde öyle ya da
böyle karşılığı olan sembollerden kurulu bir dünya, "mundus
arketipus", alem-i misal.
1933'te başlayan Eranos toplantılarının çatısını bu iki kavram
oluşturuyordu. Evrensel kültürü ortaya çıkarmak için bir araya gelen insanlar
sahalarının en yetkin isimleriydi: C. Kerenyi, Fritz Meier, Henrich Zimmer,
Friedrich Hei-ler, Martien Buber, Louis Massignon, Charles Picard, Walter Otto,
Walter Wili, Gilles Quispel, Eric Neumann, Heriri Cor-bin, Mircae Eliade, Kari
Lowith, Joseph Campell.
Kimisi Hint geleneği ile ilgileniyor, kimisi Çin, kimisi yahudi
geleneği, kimisi Afrika gelenekleri, kimisi Latin Ameri-ka gelenekleri, kimisi
Yunan ve Avrupa gelenekleri ile ilgileniyorlardı. Bunlar her yıl bir araya
gelen mitologlar, teologlar, psikologlar, filozoflar ve edebiyatçılardı.
Toplantılar isviçre'nin dağları arasında bir göl kenarında yapılırdı. Jung
1953'de bu gruptan ayrıldı. Bir süre daha kendi çalışmalarına devam etti ve
1961'de bu hayattan ayrıldı.
(III)
Çalışmalarına tıpla başlayıp daha sonra felsefe, mitoloji, edebiyat,
dinler tarihi vs. gibi disiplinlerle sürdüren Jung oldukça zengin ve renkli bir
tablo bırakmıştır geriye. Kendinden sonra çalışmaları psikoloji ve
psikiyatriden daha çok, felsefe, dinler tarihi ve debiyata olmuştur. Eserleri
oldukça geniş bir birikimin sonucu olduğu için anlaşılması güçtür, 1960'larda
İngilizceye çevrilmeye başlanmıştır. Varoluş, indirgemeci bir mantıkla,
matematiksel formüllerle ele alınmadığından okuyucusunun sabırlı, önyargısız ve
derin kültür sahibi olması gerekir. Fikir edinmek için bile olsa Jung'un bir
iki yapıtını okumak yetmez. Arketipler, kollektif bilinçaltı,
içedönüklük-dışadönüklük, kelime-cağrışım testleri, onunla psikoloji alanına
girmiştir.
Bilinçdışının ve rüyaların öğeleri olan sembollerle ilgilenirken,
bilinçdışı sembollerinin anlamlarıyla, simya sembollerinin aynılığından söz
etmiştir. Simya ile yakından ilgilenmiştir. "Simyanın sırrı, deneyüstü
işlevdedir; soylunun soysuzca öğelere; farklılaşan işlevlerin alt-işlevlere;
bilincin bilinçdışıyla karıştırılıp kaynaştırılarak, kişiliğin dönüştürülmesidir"
der Jung.
Sembolleri tanımaya çalışırken başvurduğu kaynaklar dolayımsız
yaşantılar olmuştur, (dini tecrübeler, rüyalar) Freud'un tersine rüyaları
yorumlarken, onları bir şeylere sarmalanmış, kisve değiştirmiş semboller olarak
değil bizatihi kendileri olarak almış, bilinçdışının yine bilinçdışı tarafından
açıklanması gerektiğini düşünmüştür. Aldığı
örnek ise Tevrattır. RÜYALAR KENDİLERİNİN
AÇIKLAYICISIDIRLAR. [1]Bu
tavrı benimseyen Jung, böylelikle Freud'dan daha öte gitmiş ve onu aşmıştır. Çünkü.
Freud her ne kadar irrasyonel öğelerle yani rüyalarla ilgilenerek,
Aydınlanmanın rasyonel geleneğine başkaldırıyor görünse de, son tahlilde
rüyaların içeriklerini rasyonel hale getirmeye çalışarak tekrar aynı paradigma
içerisine dönmektedir. Bilinçdışının dinsel bir içeriği olduğunu söyleyen
Jung, bu irasyonel düzeyde nedensel bir ilişkiden çok telos (elemanlar)a sahip olan
ereksel (sonuç-hedef) bir ilişki kurmuş, Freud gibi, rüyaları sadece geçmişe
dönük ve nevrozları açıklamada değil, aynı zamanda kişiye yol gösterici, tedavi
edici ve ileriye dönük olgular olarak görmüştür.
Bu yaklaşımın uzantısını kişilik hakkında söylenilenlerde bulmakta
mümkündür. Freud’tan determinizmde insanlar çocukluk yaşantısının bir kurbanı
iken, Jung ta kişilik geçmiş olaylar tarafından olduğu kadar, gelecek hedefler,
ümitler ve arzular tarafından da şekillenir. Kendini-gerçekleştirme tüm yaşam
boyu sürmekte değişim iradeyle her zaman olabilmektedir.[2] Tam olarak bu kavramsallaştırılmasa bile
Heideggeryan Freiheit' tır. Yani çağrıya açık olarak özgürleşmek. "Anlama
güven ve anlamayı hedefin kıl" Jung Açıklamaktan çok anlamaya önem
verir. Kısmen Hermenetik bir tutumdur bu. Kişinin deneyimine müdahale
etmez, diğer psikanalistler gibi hastayı yönlendirmek verine, fenomonolojistler
(Roger) gibi tanımasına ve yorumlamasına çalışır. Ancak en genelde, Jung'un
düşünceleri sadece nevrotik ya da psikotik hastalardan topladığı verilere
dayalı değildir. Başta kendisininkiler olmak üzere bütün yaşantıları göz önünde
bulundurmaktadır. Oysa bu nokta Freud'un eleştirildiği noktalardan biridir.
Çünkü O, kuramlarını hastalıklı insanların deneyimlerinden çıkarmıştır. Jung'te
anlama, tarihseldir. Çünkü biz çoğu zaman bilinçdışının belirlenimleriyle
hareket etmekteyiz. "Benim hayatım bilinçdışının
kendini-gerçekleştirmesinin bir hikayesidir" der sözgelemi otobiyografisinde.
Bu ise fenomonolojistlerin[3]
kabullendikleri, bilinç felsefesinin tersine bir şeydir. Jung burada, her
şeyden bağımsız bir özneyi (transandantal ego-Husserl) kabullenmemekte, daha
çok Descartes'in Cogito'suna karşı çıkan Lacan'a Heiddeger'e yaklaşmaktadır.
Bilincin, bağımsız olarak kendi üzerine kapanıp düşünmesi mümkün olmamaktadır.
Bu düşüncede, dil hiç hesaba katılmamakta, katılsa bile düşüncenin basit bir
aracı sayılmaktadır. Oysa düşüncenin bizatihi dil içinde gerçekleştiği dilin "Varlığın
evi" olduğu unutulmuştur. Jung'da zayıf bir noktadır bu. O
düşüncelerini ısrarla deneyselci bir zemine oturtmaya çalışmıştır ancak buradaki
deneyselcilik, davranışçılık anlamındaki deney değil, fenomonolijedeki deneyime
tekabül etmektedir. Bir nevi yaşantı bilgisidir bu.
Din, numinosum'un (esrarlı) bir tezahürüdür ve bilinçaltına aittir. [4]Ancak
bu bilinçdışı aslında çok katlı bir bilinçlilik durumudur,
(multiple-councıousness) Jung'ta Batı'da bugün var olan din inancı ve teslis
(üçlü) yanlış ve çarpıtılmış şeylere dayalıdır. İnsanlar gerçek yaşantıya
kapatılmışlardır. Teslis erkeksi bir karakterdedir ve anıma (ruh-can) sı
bastırılmıştır. Oysa hakikat üçlü değil dörtlüdür. Su ve hava ve ateş ve
toprak. Tesliste toprak eksiktir. Toprak dişidir ve doğurgandır ve kadını
temsil eder. Rüyalarımızda eş, sevgili, anne olarak gördüğümüz kadın anima dır.
Uluhiyet çift cinsiyetli yani hermafrodit (rkek-kadın) tir. Anima ve
Animus, bilinçdışnın en çok karşılaştırılan arketipleridir. Diğer önemli arketipler
(asıl nüsha) ise persone (zat), gölge ve benlik (self)tir. Aslında sonsuz
sayıda arketip vardır ve bunlar mitolojik zamanlarda oluşmuştur. Sözgelimi
güneş arketipini ele alalım. Güneş her gün doğup batmaktadır, işte bir süre
sonra bunun izi zihnimize kazılır ve güneş arketipi oluşur. Ancak yine de diğer
arketiplerin oluşumu bu kadar belirgin değildir. Bazı arketiplerin anlamlarını
Hermes vermektedir örneğin.
Persone, maske'dir. Yani insanın kendisi olmayan bir karakteri
yaşamasıdır. Başkalarının istediği şekilde rol yapmaktır. Evde ve okulda farklı
davranmak mesela. Bir insan oynadığı role kendini çok kaptırır ve egosu
yalnızca bu rolle özdeşleşirse kişiliğinin diğer bölümü bir kenara itilir. Yani
parçalanma yaşanır. Gölge insanın hayvani immoral, primatif ihtiraslı, arzu ve
eylemleridir, arketiplerin belki de en güçlü ve en tehlikeli olanıdır, insanın
aynı cinsten kişilerle ilişkilerinde en iyi ve en kötü yanların kaynağıdır. Öte
yandan yaratıcılığın, içgörünün, derin duyguların ve spantaneliğin (kendiliğin)
kaynağı da burasıdır. Persone insanın dışadönük yüzünü nitelerken, Anima ve
Animus içedönük yüzü niteler. Anima erkek psişesinin kadınsılıgını, Animus ise
kadın psişesinin erkeksiliğini simgeler. Jung psikolojisinin en önemli arketipi
Benlik'tir. O bütünlüğü ve durağanlığı sağlayandır. Kendini-gerçekleştirme ile
Jung, kişiliğin mükemmelliğini ve harmonisini, benliğin kemale ermesini
kasdetmektedir. Arketiplerin çıkarılmasıyla, batının tarihini yeniden okur
Jung. Tanrı'nın ölmesinin zaten İsa'nın tanrılaştırılmasıyla başlatıldığını
söyler. Bütünlüğün yitirilmesine sebep olan da bunlardır. Rüyalarımız der
bunu bize.
BBC'de yapılan bir röportajda "Tanrıya inanıyor musunuz?" sorusuna
verdiği cevap "inanmıyorum, fakat biliyorum" olmuştur. Daha
sonra gelen eleştiriler üzerine "Bildiğim tanrı, zeus, Yehova, Allah
gibi bir Tanrı değil, daha çok bizatihi bilinmez olan benim sarih olarak
karşılaştığım şeydir" olmuştur. Evinin girişinin üzerindeki duvarda şu
ibare bulunmaktadır: “Vocatus atque non vocatus Deus aclerit” “ÇAGRILSAN YA DA ÇAĞRILMASIN TANRI ORADA
OLACAKTIR.” Bu görüşlerinden dolayı müslümanlar arasında epey revaç bulmuş
birisidir. Son dönemlerde doğuya ve özellikle de Hint ve Çin'e olan yakın
ilgisi onu bu düşüncelere epeyi yaklaştırmış ve hatta kendisine Pakistan İslami
ilimler Akademisi tarafından "alim" ünvani bile verilmiştir.
Jung'un bu potansiyel doğuluğu kendisinden sonra birçok kimseye ve gruba ilham
vermiş, özellikle 1960'larda gelişen Hümanistte Psikoloji ve 1970'lerde ABD'de
gelişen transpersonel Psikoloji akımı ondan çok etkilenmiş, terapide doğulu
yöntemlerle, batılı teknikleri sentezlemeye çalışmış ve batı psikolojisinin
daha yeni yeni bulduğu yöntemlerin aslında yüzlerce yıl önce doğuda zaten
kullanılıyor olduğunu iddia etmişlerdir. Beni aşma, nefsi öldürme, mükemmel
insan haline gelme bunlardan bazılarıdır. Her insan kendi yaşamından bir sanat
eseri yaratabilir. Jung bu tür düşüncenin yollarını açmış, hayatının son
otuz-kırk yılını diğer kültürlerin incelenmesine adayarak tüm insanlığa ait
olan ortak şeyleri çıkarmaya çalışmıştır. Bütünlüğün böyle sağlanabileceğini
düşünür. Bizim için Jung okumak, Nasr'ın dediği gibi tehlikeli bir uğraştır.
Ancak Hölderlin "tehlike ne kadar yaklaşmışsa kurtuluş ta o kadar
yakındır." der.
Şubat 1993 Çengelköy
Kaynak:
Carl Gustav Jung, Psikoloji Ve Din, trc: Cengiz ŞİŞMAN, İstanbul İnsan
Yayınları, Şubat 1993,
SABRA DUYULAN İHTİYAÇ
HERKESİN SABRETMEK ZORUNDA OLMASI
[1] Rüyalar ve Fonksiyonları üzerine
yazdığı mükemmel risalesinde S.J. Benedicus Pererius (De Magia; De Observatione
Somnıourum et de Divinatione Astrologica libri tres, 1598) şöyle demektedir.
"Tanrı ne zamanın yasaları
tarafından sınırlanır ne de harekete geçmek için uygun bir zamanı kollar. Nerede
isterse ne zaman isterse ve kime isterse rüyaları ilham eder." (s. 147)
Aşağıdaki pasaj kilesenin rüya
konusuna yaklaşımına ilginç bir ışık tutmaktadır:
"Eski yöneticiler ve kişiler
hakkındaki Cassian'ın 22. Bölümünü okuduğumuzda rüyaların sebeplerini araştıran
oldukça önemli satırlar görürüz." (s. 142)
Pererius rüyaları şöyle
sınıflandırmıştır:
"Rüyaların çoğu doğaldır.
Kimisi insan kökenli kimisi ilahi kökenlidir." (s. 145).
Rüyaların dört sebebi yardır:
1) Bedenin etkisi
2) Sevgi, nefret, ümit, korkunun
belirlediği; zihnin etkisi.
3) Şeytanın yani putperest
tanrının ve Hristiyan iblisin gücü ve mahareti. (Şeytan, şimdiki
sebeplerden yola çıkarak gelecekteki doğal etkileri bilebilmektedir; insandan
gizli olan geçmiş ve şimdiki şeyleri bilmektedir ve onlan insana rüyalarında
göstermektedir." (s. 129).
Şeytani rüyaların teşhislerini göz
önüne almadan yazar şöyle demektedir: Rüyaların şeytandan geldiği tahmin
edilebilir, ilk olarak eğer rüyalar daimi surette geleceği ya da gizli şeyleri
işaret ediyorlarsa, bilginin nereden olduğu, ne kendine ne de bir başkasına
faydalı değil ancak merak edilen bir şeyin boş bir bilgisi ya da şeytani işler
yapmaya yarayan bilgiye faydalı olurlar..." s. 130
(4) Tanrı tarafından gönderilen
rüyalar. İlahi
olduğuna dair işaretler bulunan bu rüyalar hakkında yazar şöyle demektedir:
"... Rüyalar tarafından
bildirilen meselelerin önemi, hele eğer bir de insana kesin bilgiler olarak
verildiyse bu sadece Tanrı'nın lütfundan ve cömertliğinden dolayıdır. Böyle
şeyler ilahiyat okullarında muhtemel gelecek olaylar diye adlandırılırlar;
dahası kalbin sırlan insanların tamamının anlayışından saklıdır; ve son olarak
ta, inancımızın bu yüksek gizleri Tanrı'nın öğretmesi hariç bir insan
tarafından bilinemez!... Bu [ilahidir] özellikle bir aydınlanmayla ve ruhların
hareketi ile bildirilir, Tanrı vasıtasıyla zihin aydınlanır. İrade üzerine
hükmedilir, rüyayı görenin inanması ve rüyanın otoritesinin kim olduğunun
bilinmesi sağlanır. Böylelikle o açık ve seçik bir biçimde tanır ve bilir ki
rüyanın sahibi Tanrıdır. O sadece ona inanmayı arzulamaz, şeksiz şüphesiz
inanmak zorundadır da." (s. 131)
Şeytan, yukarıda belirtildiği gibi,
gelecekteki olayları kesin olarak tahmin edebilecek rüyalar üretebilmektedir.
(Diologorum Libri IV. cp. 48, Mıgne'de c. 77):
"Kutsal insan illüzyon ile iç
duyarlılık tarafından fark edilen vizyonun kelimeleri ve görüntüleri yani vahiy
arasındaki farkı görebilmektedir. Böylelikle iyi ruhtan ne aldığını bilmekte ve
sahtekâra da nasıl karşı koyacağını bilmektedir. Eğer insanın zihni bu bağlamda
yeterince dikkatli olmasaydı, kendini hilekâr ruh yoluyla bir sürü boş işe
saplayacaktı. Bu hilekâr ruhun, tekil bir yanlışlıkla ruhu tamamen tuzağa
düşürmek için bazen pek çok doğru şeyi önceden söyleme alışkanlığı
vardır." (s. 132)
Rüyalar "inançlarımızın
yüksek sırları" olarak değerlendirildiğinde, bu yöntem muğlaklığa
karşı iyi bir korunma olarak görünmektedir. Athanasius, St. Anthony
biyografisinde, şeytanın gelecek olayları önceden söylemede ne kadar zeki
olduğu hakkında bazı fikirler vermektedir. (Bkz. Budge, The Book ofParadise, I,
s. 37).
Yine aynı yazar onların bazen keşiş,
bazen söylenen bir ilahi, bazen yüksek sesle okunan bir İncil, bazen de ihvanın
ahlaki değerlerini rencide eden değerlendirmeler olarak ta görünebilirler, (ss.
33-47). Nitekim Penerius kendi ölçütlerine güvenmekte ve şöyle devam
etmektedir:
"Zihnimizin doğal ışığı ilk
prensibin hakikatini kavramaya yeterlidir. Onlar bizim rızamızla, hiçbir itiraz
olmaksızın hemen kucaklanırlar, böylelikle Tanrı tarafından olan rüyada ilahi
ışık zihnimizi aydınlatır ve biz kesinlikle inanırız ki bu rüya haktır ve
Tanrı'dan gelmektedir." Ancak o itirazsız kabul edilebilecek her inancın
zorunlu olarak rüyaların ilahi kökenli oluşunu ispatlayıp ispatlayamadığı
hususunu atlamıştır. O sadece bu tür rüyaların doğal olarak "inancımızın
yüksek sırları" ile bir mutabakat gösterdiği konusunu ele almıştır,
yoksa başka bir şeyle değil. Hümanist Kaspar Peucer (Commentanus de praecipuis
generi-bus divinationum, 1560) bu anlamda daha kesin ve daha sınırlayıcı şeyler
söylemektedir:
"Kutsal yazmaların belirttiği,
Tanrı tarafından olan rüyalar ne rastgele herhangi birine ne de kendi kafasından
vahiy bekleyen ve onu arzulayan birine gönderilmiştir. Aksine o Tanrı'nın izni
ve takdiriyle peygamberlere ve kutsal kimselere gönderilmiştir. Bu rüyalar göz
önüne alındığında ışık meselesi ya da basit ve geçici bir şey değil, İsa ile
kilisenin yönetimi ile imparatorluk ve onun düzeni ile ve diğer önemli olaylar
ile ilgilidir. Bunlara, Tanrı daimi olarak yorumlama yeteneği ve diğer şeyler
gibi kesin kanıtlar eklemektedir. Böylelikle, onların ne itiraz edilebilecek
yanları kalmaktadır ne de onların doğal kökenli olduğu inanç kalmaktadır. Rüyaların
ilahi ilhamla gerçekleştirdikleri ayan beyan ortaya çıkmaktadır." Onun gizli-Kalvinizmi,
kelimelerinden anlaşılmaktadır özellikle de onun çağdaşı Katolik doğa teologlarıyla
karşılaştırıldığında bu daha da bir belli olmaktadır. Peucer'in ilham/vahiy
hakkındaki ipucu muhtemelen heretik (bidatvari) bir yenilenmeye işaret etmektedir.
Her ne surette olursa olsun bir sonraki paragrafta rüyaların şeytani
kökenleriyle ilgilenirken şunları demektedir:
"Bu rüyaları günümüzde şeytan
Anababtistlere (vaftizi reddeden bir mezhep) göstermektedir, coşkun kimselere
ve böylesi fanatiklere değil."
Pererius derin bir nüfuz yeteneği ve yüksek bir anlama yeteneği ile bölümlerden
birini "Hristiyan birinin rüyaları gözlemlemesi meşru mudur?"
sorusuna hasretmiştir, (s. 142)
Diğeri ise "Kimlerin rüyaları
yorumlamaya hakkı vardır?" sorusuna ayrılmıştır. (s. 245).
Birinci kısımda önemli rüyalar
dikkate alınmalıdır sonucuna vanlmıştır. Onun kelimeleriyle "sonuçta, bizi
rahatsız eden, bizi şeytani bir mecraya sürükleyen rüyaları dikkate almak
bizden önce şeytanın yapacağı bir iştir. Bunun gibi, evlenmemek, sadaka vermek,
dini hayata girmek gibi tanrı tarafından gönderilen şeylere teşvik eden şeyleri
değerlendirmek batıl inançlı zihnimizin bir parçası değil, kendi selameti için
dikkatli, meraklı ve basiretli ve dini birinin bir parçasıdır." Sadece
aptal insanlar diğer anlamsız rüyaları gözlemlerler. İkinci bölümde ise "ilahi
olarak yönlendirilmeyen ve vahyolunmayan" dışında hiç kimse rüyaları
yorumlayamaz diye cevap vermektedir. "Hatta" diye eklemektedir
Tanrı'nın Ruhu dışında "Tanrı'nın şeyleri insanı bilmezler." (I
Cor 2: 11) Bu ifade, bizatihi doğru olduğundan, yorumu, kutsal Ruh tarafından
mükâfatlandırılmış insanlara mahsus kılmaktadır. Bununla beraber, Cizvit
yazarın Kutsal Ruh'un inişini Kilisenin dışında bir yerde tasavvur edemediği
apaçıktır.
“İNSANLARIN BİRÇOĞU AYNI PROBLEMLERE
SAHİP OLMASINA RAĞMEN HİÇ BİRİSİ AYNI RÜYALARI GÖRMEZ.” Jung
[2] “AHLAK ZEKA GİBİ BAHŞEDİLMİŞ BİR
İSTİDATTIR. ONU YOK ETMEK SİZİN ELİNİZDE OLMASINA RAĞMEN, DOĞUŞTAN OLMAYAN BİR
SİSTEME ONU BOŞALTMANIZIN İMKÂNI YOKTUR.” (Jung- Psikoloji Ve Din)
[3] Görüngübilim: Fenomenoloji,
yani görüngübilim kurucusu Edmund Husserl olan felsefe görüşüdür. 20. yüzyılın
ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup
gelişen bir felesefe akımıdır. Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği
sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece tıkanmış olan felsefeye yeni
bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
[4] Din, olumlu ya da olumsuz, en
yüksek ve en güçlü değerlerle kurulan bir ilişkidir. İlişki gönüllü de olabilir,
gönülsüz de, yani bilinçsiz olarak size sahip olan bir değeri bilinçli olarak
da kendine mal etmiş olabilirsiniz. Sistemindeki eri büyük güç olan bu
psikolojik unsur Tanrıdır, çünkü Tanrı diye adlandırılan bu şey en başat
(baskın) unsurdur. Bir Tanrı eğer başat olmaktan çıkarsa, isminden başka bir
şeyi kalmaz. Özü boşalır, gücü gider. Antikite Tanrıları itibarlarını ve insan
ruhu üzerindeki etkilerini neden yitirdi ki? Çünkü, Olimpik tanrıları
zamanlarım doldurmuş ve yeni bir gizem başlamıştı: Tanrı insan olmuştu.
…
İlk bakışta materyalist hata
muhtemelen kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Tanrı'nın tahtı yıldızların arasında
keşfedilememişti. Dolayısı ile bunun anlamı Tanrı'nın hiç bir zaman varolmadığı
idi. İkinci kaçınılmaz hata ise psikolojizm idi: Eğer Tanrı hiçse, o zaman bazı
saiklerden -güç isteminden, sözgelimi ya da bastırılmış cinsellikten
çıkarsanmış bir yanılsama olmalıydı. Bu argüman yeni bir şey değildi. Putperest
tanrıların putlarını yıkan Hristiyan misyonerleri tarafından benzeri şeyler
söylenmişti. Lakin eski misyonerler eski tanrılarla savaşarak yerine yenilerini
koyarken, modern put kınalar eski değerleri yıkarken yerlerine bir şey koyup
koymadıklarının bilincinde değildirler.
Nietzsche, eski yazıtları yıkarken
kendi sorumluluklarını ve bilincini pekâlâ bildiğini düşünüyordu. Ve bir çeşit
alterego (öteki ben) olan, büyük trajedisi Böyle buyurdu Zerdüşt te kendisini
özdeşleştirdiği yeniden dirilmiş Zerdüşt ile kendini ayağa kaldırmaya tuhaf bir
ihtiyaç hissediyordu. Nietzsche bir ateist değildi, tanrısı ölmüş birisiydi.
Bunun sonucunda ikiye bölündü. Nietzsche, öteki benine bazen "Zerdüşt"
bazen de Dionysus demeye icbar ediyordu kendini. Ölümcül hastalığı sırasında da
mektuplarını, Trakyalıların uzuvları olmayan tanrısı "Zagresus" diye
imzalıyordu. Zerdüşt'ün trajedisi, şudur ki, tanrısı ölmüştür. Bunun
böyle olması onun ateist olmadığındandır. Olumsuz bir inançla, ateizmin
nevrozuyla yetinmeyecek derecede olumlu bir nitelikteydi o. Böyle birisi için
"Tanrı öldü" demek çok tehlikeli görünüyor: Çünkü o hemen şişinmenin
bir kurbanı olabilir. (Jung-Psikoloji
Ve Din)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar