RAMAYANA “Ramanın Aynası” - VALMİKİ
Tercüme
eden: ÖMER RIZA DOĞRUL
Hind şairi Valmiki’nin
yazdığı bu destan, Dhan Gopal Mukerji tarafından, gençler için, aslından
kısaltılarak İngilizceye çevrilmiştir.
Hint kafasının yarattığı
en büyük eserlerden biri, muhakkak ki, Ramayana’dır. Kahramanlığın en
şereflisi, aşkın en vefalısı ve faziletin en güzel örneği Hint edebiyatının bu
şaheserinde yaşar.
Yunanlılar
için İlyada ve Odyssee ne ise, Hindistan için ve Hint kültürünün yayılmış
olduğu Uzak Doğu bölgeleri için de «Ramayana» odur.
Kendi başına muazzam bir
kıt’a olan Hindistanda ise hemen herkes, bu eseri, ezberden bilir ve herkes bu
eseri terennüm eder.
Gerçi Hindistanda türlü
türlü lisanlarla konuşulmaktadır. Fakat bu lisanların en çok konuşulanlarının
hepsi de Ramayana’yı kendi dillerine çevirmeyi ihmal etmemiştir.
Eserin aslı Sanskrit
diliyle yazılmıştır. Kirtivasa adlı bir muharrir onu yetmiş milyon insan
tarafından konuşulan Ben gale diline çevirmiştir. Pencap, Behar, vesair
ülkelerde konuşulan Ordu dili de bu eseri benimsemiş ve Ekber Şahın muasırı
olan Tulsi bu eseri Ordu diline çevirmişti. Onun için bu eser, Hindistan’ın her
tarafında okunuyor ve terennüm ediliyor.
Zaten sevilmemesine
imkân yok. Çünkü başından sonuna kadar merak ve heyecanla okunan bir hikâye
olduktan başka insanlık ruhunu besliyen, fazilet ve iyilik hissini geliştiren,
insanlığın en asil hamle kaynağı olan aşka en güzel ifadeyi veren bir eserdir.
Ona binlerce yıl süren
ve asla eskimeyen bir hayat sağlayan en esaslı âmiller de bunlardır.
Eserin ne zaman
«yaratılmış» olduğu belli değildir. Çünkü tarihin lejandlarla dolu devrinde
yaratılmıştır. Yaratılmıştır, diyoruz, çünkü bu eser yaratıldıktan nice nice
asır sonra yazılmıştır. Yazılmadan önce, ağızdan ağıza geçmek suretiyle
yaşıyordu. Daha sonra Milâttan 300 sene önce yazılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Fakat o zaman yazılmış olduğu tesbit ediliyorsa da yine okunma yoluyla değil,
fakat ağızdan ağıza geçmek, ezberlenmek ve terennüm edilmek yoluyla hayatını
uzattığı anlaşılıyor.
*
* *
Beşer kafasının en güzel
ve en değerli edebî harikaları arasında yer alan bu muazzam eserin şimdiye
kadar Türkçeye nakledilmemiş olduğuna bakarak, irfan kütüphanemize bu eseri
sunmak istedim.
Fakat bu eser,
Ramayana’nın yazılı olan metninin Türkçe ye çevrilmişi değildir. Böyle bir
teşebbüs, belki de eserin haz ve zevk ile okunmasına, rahat rahat anlaşılmasına
engel olurdu.
Bu eser ise herkesin,
büyük küçük, okuma yazma bilen herkesin seve seve okuyacağı bir hikâyedir.
Gayesi ilmî bir tercüme
vücuda getirmek değil, eseri tanıtmak, eserin özünü ve ruhunu vermektir.
Onun için medeniyet
dünyasının her diline çevrilen ve her medenî milletin çocukları gibi gençlerini
ve aydınlarını alâkalandıran bu güzide eseri, biz de evlâtlarımıza ve
gençlerimize vermek istedik. Ye bunu sağlayan eserlerden faydalandık.
Neticede ruhumuza hiç te
yabancı olmayan, bilâkis Türk ruhunun öz kaynaklarına coşkunluk vereceği
muhakkak olan bu eser vücut buldu.
Türkün fazilet diye
tanıdığı en güzel örnek bu eserde yaşıyor.
Türk mertliği sever,
mertlik bu eserde kemalini bulur.
Türk vefalıdır ve
vefalılığı sever, vefalılık bu eserde en güzel örneklerini verir.
Türk hayata değer verir.
Fakat onun nazarında hayatı değerlendiren âmil, asalettir; fazilettir,
başarıdır, ve büyük ülküdür. Ve bu eser bütün bu hamlelerle yüklüdür.
Türk, kahramanlığın her
örneğinden en derin hazzı alır ve bu eser baştan başa kahramanlıktır, sabırdır,
sebattır, güçlüklerin her çeşidine meydan okumadır, hepsini yenmedir.
Elhasıl bu eser Türk
ruhuna hitap eden bir eserdir.
*
* *
Belki bu eser bizim
birçok masallarımızı hatırlatır.
Çünkü onun da kaynağı
Doğudur.
Ve biz de bir Doğu
milletiyiz.
Bu da bizimle eser
arasındaki yakınlığı canlandırır.
Biz bu eseri Türkçeye
çevirmekle irfan kütüphanemize ölmez bir eser daha sunmuş olduğumuza
inanıyoruz.
Okurlarımız, bunu teyit
ederlerse elbet ki hoşnut oluruz.
Bâki kalan bu kubbede
bir hoş sada imiş.
Bizim de bütün dileğimiz
bu!
Bir hoş sada!...
Ve umarız ki bu
dileğimiz bizden esirgenmiyecektir.
Ömer Rıza Doğrul
RAMAYANA DESTANINI YARATAN ADAM
Atalar derler ki: «Irmağın suyunu içmeden, kaynağını gözetin!» Biz de Rama’nın kahramanlık destanını okumadan
önce bu eseri yaratan adamın kim olduğunu göstermek isteriz.
Eseri yaratan şairin
adı, Valmiki’dir ve onun yarattığı kahramanlık eseri temizliği ve asilliği ile
kendisini belirtir. Acaba kendisi de eseri gibi ayni vasıfları taşıyor muydu?
Su ile dolu bir kap gibi o da tertemiz bir kimse mi idi? Yüksek meziyetli bir
şahsiyet mi idi? Ormanlarda seherler hayat ile çağladığı gibi onun kafası da
bilgi ile mi çağlıyordu? Ve kendisi bu eseri yaratmadan evvel neydi?
Verilen malûmata göre
Rama destanını yaratan adam, hayata atıldığı zaman bir eşkıya idi ve hayatını
başkalarını soymakla geçiriyordu.
Tarihin doğmasından
asırlarca önce, Hindistan’ın en sık ormanlarından birinde, yoluna düşen her
yolcuyu soymakla geçinen bir eşkıya vardı ki adı Ratnakar’dı. Ve bu adam o
kadar korkunçtu ki, insanlar kadar canavarları da yıldırmıştı. O kadar kuvvetli
idi ki baltasının bir darbesiyle kaplanların barsaklarını söker, kılıcının bir
hamlesiyle fillerin dişlerini biçerdi. Kargısını öyle bir atardı ki rüzgâr gibi
koşan ceylanlar şaşmayan isabetinden kurtulamaz, kargısı bunların derisini
deler ve yüreklerine işliyerek onları yere sererdi. Bu yüzden Ratnakar yırtıcı
kuşlarla hayvanlardan ve insanlardan korkmaksızın orman içinde yaşıyordu.
Yoluna düşen tüccarları,
hükümdarları da soymakta ve karşılaştığı her kişiyi temizlemekten zevk almakta
idi. Okuma yazma bilmediği gibi ömründe bir tek nağme terennüm etmemişti.
Kafası donuk ve yüreği ölü olduğu için mukaddes adamları da zahitleri de soymak
ister ve bunların servetsiz sâmân sız kimseler olduklarını akima getirmezdi.
Bir gün, bir Rişi, yâni
azizlerin en büyüklerinden bir pir olan Narada, İlâhiler okuyarak bu ormandan
geçmişti. Ratnakar onun yaklaştığını hissedince yerinden sıçrayarak: «Dur» diye
bağırmış ve «Ya malını veya canını bırakmadan geçemezsin» demişti. Korkmayan
aziz cevap verdi: «Ey korkunç yüzlü kara sakallı ve bir arı kovanı kadar
tehlikeli adam! Sen, keyfini yerine getirmek için mi masum yolculara
saldırıyorsun?»
Eşkıya:
— Hayır, dedi, ben kazancını gözeten bir kimseyim. Adım
Ratnakar’dır ve mânası: Mücevher definesidir. Ben kralları da, kervanları
da, tüccarları da soyarak kendimi zenginleştiriyorum. Senden de ya canını, ya
malını istiyorum!
Rişi Narada halini
anlattı:
— Ben bir mukaddes adamım, servet sahibi değilim. Ben kendisini
görmüş olduğum Tanrı Vişnu namına söz söyleyen ve halka yol göstermeğe çalışan
bir kimseyim.
Eşkıya, inanmayarak
sordu:
— Sen ne biçim adamsın ki hiç bir malın yok.
Aziz anlattı:
— Ey gözleri hasetle yanan kimse! Sen ömründe bir aziz görmedin
mi? Ben onlardan biriyim. Yüce varlık olan Vişnu’ ya o kadar yalvardım,
yakardım ki o da yalvarış ve yakarışımı kabul ederek beni ölmeyenler arasına
kattı. Ye bana hiç bir servete muhtaç olmadan yaşamak için cesaret verdi. Onun
için benim hiç bir servetim yoktur, sen istersen, ey kardeş, benim canımı al!
Ratnakar sordu:
— Tanrı sana ölmemezlik verdikten sonra ben senin canını nasıl
alabilirim?
Mukaddes adam cevap
verdi:
— O halde talihine küs! Çünkü Tanrı beni o kadar yoksul
bırakmıştır ki sana canımı bile sunamıyorum. Doğrusunu istersen, ben, senin
tarafından yolu kesilmeğe lâyık olmıyan bir kimseyim.
Ratnakar kükredi:
— Yine geçemezsin. Mademki Tanrı sana ölmemezlik nimetini ve
yoksulluk içinde yaşamak cesaretini vermiştir, ben de aynı şeyleri kazanmayı ve
bunun yolunu senden öğrenmeyi isterim. Çünkü elde edilebilecek mücevherlerin en
değerlisi budur.
Aziz anlattı:
— Fakat ölmemezliği kazanmak çok pahalıdır.
Eşkıya gürledi:
— Ne kadar pahalı olursa olsun, ben âdi bir bazirgân veya asil
bir eşkıya mıyım ki pahalılığa bakayım. Ne dilersen dile, şenindir.
Aziz kabul etti:
— Pek âlâ! Öyle ise beni dinle ki sana en yüce varlığa varmanın
yolunu göstereyim. İşittiğim bir habere göre on kafalı ve yirmi kollu müthiş
bir canavar olan Ravana, Lanka’da (yâni Serendip’te) baş göstermiştir. Bu
canavar o kadar kuvvetlidir ki semaların alt taraflarını ele geçirmiş buradaki
Tanrıların ulusu olan İndra’yı (yani Hintlilerin jüpiterini) ve yanındaki
ilâhları esir etmiştir. Bunlar, asırlardan beri, canavara hizmetten dolayı
çektikleri ıstıraba dayanamayacak hale geldikleri için en yüce varlık olan
Vişnu’nun insan kılığına girerek yeryüzünde belirmesi için dua etmişlerdir.
Çünkü bizim dinimizce «her ne zaman fazilet yenilir, ve kötülük üstün gelirse,
İlâh, insan kılığına girerek yeryüzüne iner ve faziletin galip gelmesini
sağlar. Onun için küçük Tanrıların hepsi de «Vakit, bu vakittir; ey İlâh!» diye
yalvarıp yakarmışlardır ve bu duanın kabul edileceği sıra yaklaşmıştır. O halde,
ey sevgili kardeş, en değerli mücevheri ele geçirmen için sana şu tavsiyede
bulunuyorum. Sen gerçi bir eşkıyasın, fakat derhal kalk, halvete gir,
vahdete çekil. Yalvar, yakar ve düşün. Böyle yapa yapa ruh kuvvetin o
derece gelişir ki burada oturduğun halde İlâhın tekrar yeryüzünde, hangi
kılıkta belireceğini görür ve onun yapacağı muharebeyi seyredersin. Sen de bu
görüş sayesinde, insanların her devirde okuyacağı bit destan yaratır ve böylece
ölmemezliğe erersin.
Eşkıya sordu:
— Fakat benim gibi okuma, yazma bilmeyen bir adam nasıl olur da
bir kahramanlık destanı yaratabilir?
Narada anlattı:
— Yalvar, yakar, ve daima düşün. Bu sayede lüzumlu gördüğün her
şey sana ilham olunur.
Ve mukaddes adam, bu
sözleri söyledikten sonra, bir rüya gibi, birdenbire yok oldu ve eşkıya onun
hakikî bir aziz olduğunu anladı. Çünkü ancak en büyük azizler, bu çeşit
kerametleri başarırlar ve bir gölge gibi süzülebilirlerdi.
Eşkıya, azizin doğruyu
söylemiş olduğuna inandığı için derhal eşkıyalıktan vazgeçmiş, insan soymayı,
cana kıymayı büsbütün bırakarak mukaddes Ganj’ın kıyısına gitmiş ve düşünceye
dalan Yogalar ( Dünyadan el etek çekmiş, bütün hayatını zahitliğe vermiş
mukaddes adamlar.) gibi oturmuştu. Saatler geçti, güneş battı, ormanlarda
dolaşan kaplanlar kükredi ve fil sürüleri yanından geçti. Fakat o, bunların hiç
birinden korkmayarak yerinden kımıldamamış, düşüncelere dalmış ve ibadet
deryasının derinliklerinde yüzmeğe başlamıştı. Geceler gündüz olmuş, gündüzler
geceler doğurmuş, fakat dış dünya ile ilgiyi kesmiş gibi olan Ratnakar daldığı
istiğraktan uyanmamıştı. Nihayet, günler yıllara, yıllar asırlara döndükten
sonra karıncalar gelmiş, onun etrafında ve tepesinde yuvalar kurmuş, fakat ona
dokunmamış ve onun huzurunu bozmamıştı. Her tarafı dağ dağ karınca yuvalarıyla
örülmüş ve kendisi de bir yığın karınca gibi görünmeğe başlamıştı.
En sonunda, bu adam, ruh
kuvvetlerinin en büyüğünü elde etmiş, İlâhın Rama adiyle insan kılığına
girdiğini görmüş ve bunun üzerine ayağa kalkmıştı. Bütün karınca yuvaları
derhal dağılmış ve eski eşkıya bunlara bakarak, «meğer ben bir Valmiki imişim
(yâni karınca yuvalarına bürünen bir adammışım) demişti. Kendisi, hâlâ bütün
dünyaca bu isim ile tanınmaktadır.
Uzun istiğrakından sonra
ayağa kalkan bu ermiş adam, evvelâ mukaddes nehir içinde yıkandı, sonra
destisini mukaddes su ile doldurarak ormanının içinde yürümeğe başladı. Fakat
ilk mango ağacına vardığı zaman bir çift balıkçılın bir dal üzerinde
kucaklaştıklarını gördü ve bunların sevişmeleri, ona, düşünceleri sırasında
görmüş olduğu Rama ile sevgilisinin aşklarını hatırlattı. İlâhın aşkı, ruh
gözünü nasıl heyecanlandırdıysa, kuşların sevişmesi de onun dış gözlerini
öylece şenlendirmişti. Fakat birdenbire bir ok fırlamış ve kuşların birine
isabet etmiş, kuş bir çığlık kopararak yere düşmüş ve ölmüştü. Yaralanmayan
erkek kuş uçmuş ve gökyüzünü ye’sinin ıstırabiyle inletmişti. Gözlerini
yüksekteki kuşun üzerinden çeviren Valmiki yerde yatan eşe bakarken, oku atan
avcının onu torbasına atmak üzere elini uzattığını gördü.
Bu kanlı katil avcıyı
görmek, Valmiki’nin hiddetini tutuşturmuş, istemediği halde dudakları
birbirinden ayrılmış ve katile lânet okumuştu: «Hain ve mel’anet herif. Bu
kuşlar, sevgi yüzünden, seni görmediler. Sevgi onları kör etmiş ve onları
korunmaktan alıkoymuştu. Ben de sana lânet okuyorum. Ve sen bu kötü hareket
yüzünden, hiç olmazsa, bu dünyada hiç bir şeref kazanmıyacaksın!»
Valmiki daha sonra durdu
ve destisinin şifa verici sularını, ölü kuşun üzerine döktü, kuş ta hemen
dirilerek, hayat ve aşk cıvıltıları kopararak eşinin yanına uçtu. Onun uçtuğunu
ve eşine kavuştuğunu gören Valmiki lânet okuduğu ve mahkûm ettiği avcıya da
acıdı. Ona bakarak: «Haydi, git, dedi, sen de ebedî ol. Çünkü Rama’nın hikâyesi
her nerede okunursa sen «de anılacaksın ve bu sayede şeref kazanacaksın. Fakat
ne tuhaf! Senin bu hareketin, benim dilimi çözdü ve dudaklarımı açtı. Kuşların
ıstırabı, bana bir destanın sırrını faşetti...»
Ramayana destanı böyle
başlamıştır. Zaten Valmiki’ye ilk şiirini ilham eden bu gibi hâdiseler, şiirin
en büyük yaratıcısıdır. Çünkü her devirde ancak bir aşkın ıstırabı, şiir
doğurur.
Valmiki, ormanın
ucundaki kulübesinde oturarak Sloka’larını, yani nağmelerini yaratmağa başladı
ve Hindistan’ın her tarafından gelen erkeklere ve kızlara Ramayana’yı terennüm
etmeyi öğretti. Gelenler evvelâ seslerin ve nağmelerin sırrını öğreniyor,
kelimelerin pususunda birer arslan gibi çömelen mânalarının büyüsüne akıl
erdiriyor, nihayet Rama’nın kahramanlık destanını, gümüş telleri oynatarak ve
gümüş defler çalarak okumayı öğreniyorlardı. Bütün bunlar böylece
yetiştirildikten sonra birer ozan sayılıyor ve hükümdarların saraylarında,
zenginlerin konaklarında, köylerin harman yerlerinde, bu destanları okuyor,
dünyayı ifrit Ravana’nın şerrinden kurtaran Rama’nın kahramanlığını ve Rama’nın
karısı Sita’nın inanını ve vefakârlığını kutluyorlardı.
Onun için bu destan
doğduğu günden başlayarak bugüne kadar ozanlar tarafından okunmakta ve onların
dudaklarından dökülerek dinleyicilerin ruhlarında seyahat etmektedir.
Valmiki’nin ilk öğrencileri, bizzat Rama’nın oğulları idi. Sonra, hikâyenin
gelişine göre, bunlar daha başkalarına bu destanı terennüm etmeyi öğretmişler,
böylece destan nesilden nesle geçmiş ve Hindin bugünkü ozanlarına erişmiştir.
Hindistanda bugün de Ramayana’yı okuyan ve onu gönüllere işleyen ozanlar
vardır. Her ozan, destanı okumağa başladığı zaman kendini Valmiki sanar ve
şöyle başlar:
«Yalnız karınca
yuvalarına bürünerek asırlarca düşündükten sonra, Tanrı, birdenbire ruh gözümü
aydınlattı ve o gözü açtı. Bunun üzerine en yüksek semanın eşiğinde, hükümdarları
İndra’nın idaresi altındaki Tanrıların, Yüce varlık Vişnu’ya yalvardıklarını ve
kendilerini on başlı kral Ravana denilen canavara esir olmaktan kurtarmasını
dilediklerini gördüm. Tanrılar, binlerce yıl, yalvarmış olacaklardı. Nihayet
Vişnu onların dualarını kabul ederek zambakları utandıran gözlerini açtı ve
cevap verdi: «Ey Tanrılar, çok ıstırap çektiniz ve onun için canavarın
verdiği eziyetten artık kurtulacaksınız. Fakat ne bir Tanrı, ne de bir yarı
Tanrı, Ravana’yı öldüremez. Çünkü onun bilmediği bir hile yoktur. Onun için
kendim bir insan kılığına girerek onun devletini yıkacağım. O, insanı o kadar
hor görüyor ki insan kalbinin içinde neler bulunduğunu öğrenmeyi merak etmiyor.
Hattâ o, hayvanları ve insana yakın maymunları dahi anlayamamıştır. Onun için
biz de bu küstahın hor gördüğü insan şekline gireceğiz. Onun yüzbinlere varan
yardakçılarını, cinlerini, ve yarı Tanrılarını ortadan kaldırmak için biz de
bir büyük ordu kuracağız. Sizler, maymun şeklinde tekrar doğarak bu büyük
orduyu vücuda getireceksiniz. Ben de Rama’nın insan kılığına girerek bu orduyu
Ravana ile iki kardeşine karşı harekete geçireceğim. Şunu biliniz ki bizler
maymun ve insan şeklinde tekrar doğduğumuz zaman, bu sırada gökyüzünden geçen
şeyleri hatırlayamayacağız. Bütün fâniler gibi biz de, bir araya gelmek için
tesadüfe güveneceğiz. Umarım ki birbirimizi bulmayı başarırız. Ve siz de maymun
olduğunuz halde iyi asker olduğunuzu gösterirsiniz, süratle saldırırsınız ve
çok ağır gerilersiniz. Umarım ki insan kılığına girdiğim zaman, sizi Lanka’ya
götürmeğe ve zaferi kazanmağa yetecek derecede akıl ve irade sahibi olurum.
Artık fânilerin dünyasına gidiniz. Hindistan’ın cenup ormanını seçerek şebek ve
maymun yavruları kılığına giriniz ve orada yaşayınız. Hepinize uğurlar ola!»
*
* *
Çok geçmeden cenubî
Hindistan ormanlarında dişi maymunlar öyle parlak evlâtlar doğurdular ki,
aydınlık veren güneşi ve gece dediğimiz kara-yağız küheylânı süsleyen
yıldızları utandırdılar. Yalnız güzellikleri olağanüstü değildi, kuvvetleri de
akıl ve tasavvur üstünü idi. Bunların içinde Vali adlı bir maymun vardı ki
doğumu ânında bir mavi dağ kadar büyüktü ve şimşeklerden çelenkler takmış bir
bulut kadar güzeldi. Bu
Tanrı İndra’nın maymun
kılığına giren varlığı idi. Onun kardeşi Sugriva, karlarla örtülmüş bir dağ
tepesi gibi parlaktı ve bir daldan bir dala sıçrayan güneş İlâhı idi. Büyüklük
ve parlaklık bakımından daha sonra gelen bir İlâh vardı ki maymun adı
Hanuman’dı. Fakat asıl adı Pavana idi ve rüzgâr ile kasırgalar ilâhı idi.
Maymun kılığına girdiği
zaman elmas kadar sertti, gök gürlemesi kuşu sayılan Garuda’dan daha tetikti,
ve karar verişi şimşek sür’atinde ve berraklığında idi. Akıl ilâhı olan
Jambuban ise yarı ayı, yarı maymun kılığında idi. Ve onun için maymunluk
bakımından akıllı sayılamayacak derecede hoppa, ayılık bakımından ise akıllı
sayılamayacak derecede tembeldi. Fakat bu durum ona hüviyetini saklamak için
bir yerine iki maske vermişti. Onu, insana yakın hayvanların kılıklarını almış
daha başka ilâhlar takip ediyordu ve bunların sayıları o derece büyümüştü ki
orman ağaçlarının yaprakları bile o sayı yanında küçülüyorlardı.
Hepsi de inanılmayacak
kuvvette ve olağanüstü kudrette idiler ve hepsi birer İlâh oldukları için
diledikleri zaman bir fare kadar küçülüyor, diledikleri zaman birer dağ kadar
irileşiyorlardı. Bir maymunun büyük veya küçük olmasını bir tarafa bırakın
fakat hepsi de bir arslan kadar gururlu ve birer pars gibi atiktiler.
Kayalarını söktükleri dağları, top gibi birbirlerine yuvarlamaları bunu
gösteriyordu. Tırnakları ve dişleri, kılıçlardan keskindi. İnsanlar tuğlaları
nasıl taşırlarsa bunlar da dağları öyle taşıyorlardı. Çocuklar bir kamışı nasıl
kırarsa bunlar da iri gövdeli ağaçları avuçları arasında öyle eziyorlardı.
Böylece Ravana: (Müthiş canavar) a karşı bir maymun ordusu hazırlatmıştı ve bu
ordu çalışıyor, çabalıyor, kuvvetleniyor, nizamlanıyor ve zaferi kazanmak için
ne lâzımsa hepsini yapıyordu.
Hindistanın
kuzeyindeki Ayodhya’nın hükümdarı olan Kral Dasaratha’nın konağında üç kraliçe
vardı ve bu üç kraliçe dört erkek doğurmuş bulunuyorlardı. Rama,
bunların en büyüğü idi ve İlâh Vişnu’nun insan şekline girmiş olanı o idi. Onu
doğuran, iyi kadın Kausalya idi. İkinci oğulun adı
Bharata idi ve kötü bir
kadın olan Kaikevi’den doğmuştu. Üçüncü kadın ikiz doğurmuştu ve bu çocuklara
Lakşmana ile Satrugna isimleri verilmişti. Anaları güzel Sumitra idi. Lakşmana
doğuşundan başlıyarak Rama’ya, Satrugna da Bha rata’ya birer gölge gibi
bağlanmışlardı. Dört kardeş burada doğmuşlar ve burada yetişmişlerdi.
Acaba Rama niçin
Dasartha’nın konağında doğmuştu? Çünkü bu adam, devrin en ileri hükümdarıydı ve
çok temiz kalpli bir adamdı. Devrinde yaşayanların hepsi de onun faziletini
övmekte idiler. Tanrı, onun iyiliği yüzünden babasını hükümdarlığa seçmişti.
Fakat bu eserin metninden anlaşılacağı gibi bu kral Dasaratha bir lânete
uğramıştı ve onun için, mukadderata bir oyuncağı olan bu adam üç kadınla
evlenmişti.
Rama, kardeşleriyle
beraber büyüdü. Artık Tanrılıkla bir alâkası yoktu ve minimini bir fâni idi. O
da beşerin ihtiraslarına ve özleyişlerine vâris olmuştu. Fakat bütün dileği o
imkânsız görünen gün ve geceye kavuşmaktı. Gerçi fâni idi, fakat İlâh olduğu
zaman duyduğu bütün ıstıraplara âşinâ idi!
Beş yaşına vardığı
sırada Rama bir gün, gün batarken Kraliçe Kausalya’nın kucağında uyumuştu.
Herkes,. saray damında hava almağa ve karanlığın bir sükût duvarı gibi ortalığı
kapladığını görmeğe gitmişti. Derken yıldızlar gümüş kanatlarını açtılar,
Çandra, yani ay doğdu ve çocuk anasından mehtabı istedi. «Anacığım, dedi, şu
meyvayı, yukarıdaki mavi ağaçtan kopar da bana ver ki oynayayım». Bu fâni
istek, gerçi hoştu, fakat Kraliçenin kafasına bir kanca gibi takılmıştı. Kadın
gerçi bir kraliçe idi fakat beşerdi, cüceydi. Ve onun Çandra’ya erişip
yeryüzüne getirmesine imkân mı vardı! Fakat kucağındaki çocuk ısrar ediyordu ve
«mutlaka Çandra’yı isterim de isterim» diyor ve bir hakikî İlâh gibi
hiddetleniyordu. Kraliçe, gerçi onun gösterdiği hiddetin haşmetine tutulmuştu
fakat cennet bahçesinin beyaz hâzinesini onun huzuruna nasıl getirebileceğini kavrayamıyarak
şaşırmıştı. Rama’yı teskine imkân bulamadığı için Kralı çağırtmaktan başka çare
yoktu. O da böyle yaptı. Fakat Kral da, kral olduğu halde oğlunun arzusunu
yerine getirmekten âcizdi. Çocuk, hıçkıra hıçkıra
Çandra’yı istiyordu.
Kral aczini itiraf ederek saray müneccimini çağırttı. Ve:
— Rica ederim, dedi, oğlum için gökyüzünden mehtabı alın...
Beyaz sakallı Vaşista,
hem müneccim başı, hem müşavir, hem muallim, hem mukaddes bir adamdı. Elini
cebine sokarak bir ayna çıkardı ve onu usulca Rama’ya verdi. Ona aynayı şöyle
böyle çevirerek mehtap ile istediği gibi oynamayı öğretti. Rama sevincinden
bağırdı ve aynanın ayı kendisi için hapis altına aldığını sandı. Artık gecenin
ilâhı onun kabzasında idi. Rama o kadar sevinmişti ki aynayı ele aldıktan birkaç
dakika sonra uyumuştu.
Bu eser de Ramanın Aynası’dır. Ve onun için adı Ramayana’dır.
Sh:
3-17
Kaynak: Ramayana, Valmiki,
Tercüme Eden: Ömer Rıza Doğrul, Ahmet Halit Kitabevi, 1947, İstanbul
Ramayana: The Epic (2010)
Yönetmen: Chetan Desai
Senaryo: Chetan Desai, Riturraj Tripathii
Ülke: Hindistan
Tür: Animasyon
Vizyon Tarihi: 15 Ekim 2010 (Hindistan)
Dil: Hintçe
Müzik: Shaarang Dev
Oyuncular : Manoj Bajpayee, Juhi Chawla, Ashutosh Rana, Mukesh Rishi
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ramayana
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar