REFİK FERSAN VE HATIRALARI
Hzl: Murat Bardakçı
Dudağımdan kıskanıp adını anamadım
Yalnız hasta kalbimden seni kıskanamadım
Yalnız hasta kalbimden seni kıskanamadım
*
O siyah gözlerinle bana gülümsemenin
Rüya olmadığına hâlâ inanamadım
Rüya olmadığına hâlâ inanamadım
*
Yakuttan kadehinle dudağıma sunduğun
Busenin damla damla tadına kanamadım
Busenin damla damla tadına kanamadım
*
İçime düşürdüğün aşkın sönmez koruna
Çok dayanmak istedim fakat dayanamadım
*
Bana
tutuşmak değil, kül olmak yaraşırken
Gönlümün
dileğince kıvranıp yanamadım
*
Nelere
katlanmadım bu onmaz gönülle ben
Hasretine gelince, ona katlanamadım
*
İkimiz bir ten olup ayrılmamak emeli
O kadar yüksekte ki, yazık uzanamadım
O kadar yüksekte ki, yazık uzanamadım
Cenâb Muhiddin Kozanoğlu
Sh:75
Arabî aylarına tesadüf eden burçlara, haftaya, günlere,
gecelere ve saatlere göre herhangi bir makamın samiîn (dinleyiciler) üzerinde
ne gibi te'sir bırakacağını iyi etüd eden esâtizegân-ı eslâf (geçmişin
üstadları), musiki âlemlerinde evvelâ saate bakarlar ve ona göre makam intihab
ederlerdi (seçerlerdi). Said veya nuhus saatlerde iyi te'sir bırakan makamat,
tamamiyle hafızalarında idi.
Kazasker Mustafa izzet Efendi'nin padişah huzurunda
ecnebi üstadları uyutması, güldürmesi, ağlatması o anda makamatın ona göre
intihabının (seçilmesinin) neticesidir.
Buna dair misal olarak, hocalarımızdan müntakil bir
vak'a hikâye edeceğim:
Üstad Kömürcü Hafız, bir ramazan akşamı merkebine
râkiben (binmiş olarak) Topkapu haricindeki ikametgâhına gitmektedir.
Büyücek bir evin önünden geçerken, kulağına Arazbar
makamında hazin bir ninni sesi gelir. Derhal bir çırpıda saatine bakar: iftara
yarım saat var...
Hemen evin kapısını çalar. Kapıyı açan ağaya:
-“Ağam, kulağıma bir ninni sesi geliyor.
Bu güzel sesli hanım kim?”
-“Koca sakalına, ihtiyar yaşına bakmadan
böyle mübarek bir günde utanmadan nasıl böyle bir sual soruyorsun?”
-“Evlâdım ben hem hekimim, hem de
musikişinasım. Elbette bildiğim birşey var ki, soruyorum. Hanımefendi, yavrusuna
ninniyi Arazbar makamında okuyor. Bu makam, şu anda okuyana fenalık verir. Bana
cevap ver, hanım kimdir?”
-“Benim gelin hanım!”
-“Şayet bu evde bir fevkalâdelik olursa,
bana derhal haber ver. Ben filânca yerde oturuyorum. Unutma!”
der ve iftar vaktine kadar evine vasıl olur, iftar eder
ve penceresinin önündeki sedirde oturup bir taraftan çubuğunu yakıp kahvesini
içerken, diğer taraftan da alaca karanlıkta uşağın gelmesini bekler.
Diğer taraftan uşak,
“Deli midir, nedir? Bizim gelin hanımı bu
yaştan sonra gözüne kestirdi... Vay moruk vay...” diye kapıyı örter, iftar topunu müteakip ev halkı bir
sininin başına oturur. Arazbardan söylediği ninni ile çocuğunu uyuttuktan sonra
gelin de sini başında ahz-ı mevki' eder (yerini alır). Gelin, tam bu esnada “Aman, bana bir fenalık geliyor...” der ve orada yığılır kalır. Bütün ev halkı başına
üşüşürler, ayıltmaya çalışırlar, gittikçe zayıflayan nabzı büsbütün durur!...
Ev içinde bir vaveylâdır, kopar. Civardaki hekime adam koştururlar, muayene
neticesinde
“Kalp durmuş, Allah kalanlara ömür
versin... Ne yapalım, Allah'ın emri... Artık yapılacak birşey yoktur” der ve gider.
O ara uşak, kapıyı çalıp gelin hanımı soran
merkeb-süvâr (eşeğe binmiş) ihtiyarın söylediklerini hatırlar, merdiveni dörder
dörder atlayarak efendisini görür ve vak'ayı olduğu gibi arzeder.
Efendi “Haydi koş. O
efendiyi al gel!...” der. Uşak bir
ata biner ve gidip Kömürcü Hafız'ın evini bulur. Daha kapıyı çalmadan, Hafız
Efendi içeriden “Ben de seni
bekliyordum...Gidelim” der ve
merkebine binerek vak'a yerine gelir.
Hastayı muayene eder, damarlarından kan alır, ilâçların
tertip eder, “Merak etmeyin, şimdi kendine gelir.. Birçok tecrübelerle
sabittir ki, bugüne tesadüf eden filânca Arabi ajanın filânca günü akşamı saat
onbir buçukta (Alaturka saatle 11,5 kastediliyor. Akşam ezanından yarım saat
önce demektir. ) alaturka musikiye ve makamlara vukufu olmayan bir kimse
Arazbar makamını terennüm ederse, o kimseyi kan tutar ve kaskatı kesilir. İcab
eden müdahale-i tıbbiye vaktinde yapılmadığı takdirde, o kimse fevt olur
(ölür). Bereket versin ki o saatte buradan geçmekte idim ve bu hadise-i
müessifenin (üzücü hadise) zuhuru ile dakk-ı bâb edip (kapıyı vurup) uşağı ikaz
ettim...” der ve Kömürcü Hafız Efendi'nin
sayesinde gelin hanım ikinci defa olarak dünyaya gelir...
Bu hadise, bana bir vak'ayı hatırlattı:
Sultan Mahmud her akşam yemekten sonra sedirine uzanır
ve paravan arkasından Enderûn-ı Hümâyûn sazendegânı tarafından çalınıp okunan
eserleri bir-iki saat kadar dinler ve uykusu gelir yatarmış.
Bir akşam yine sazlar çalmaya başlamış, aradan iki
saat, üç saat geçmiş, hâlâ:
-“Devam! Bilâ fâsıla (ara vermeden) devam etsinler...”
Zavallı sanatkârlar, zebellâh gibi Arap musahiblerin
nezareti altında yerlerinden bile kımıldayamayarak mütemadiyen fasıllarına
devam ediyorlarmış. Aradan iki saat daha geçmiş, alaturka saat beş olmuş,
padişah hâlâ uyanıkmış. Zavallı sazende ve hanendelerin kasıkları çatlıyormuş.
Fasıl nihayet bulmuş, bir ara durmuş. Padişah
tekrar:
-“Devam! Fasıla vermesinler, hemen bir başka fasla başlasınlar!..” emrini vermiş.
San'atkârlar fena halde sıkışmışlar. Dellâlzade saatine
bakmış:
-“Saat beş bozuk... Haydi, “Büzürg” makamına başlayalım
. Padişah kızacak ve derhal bizi kovacaktır. Başka çaremiz yok!...” demiş. Tanburnüvaz Keçi Arif Ağa, Büzürg'den bir taksime
başlamış. Zemini icra ederken fena halde hiddetlenen padişah:
-“Kâfi...Defolsunlar!...” demiş ve üstadlar “Oh!”
diyerek huzurdan ayrılırlar ve her biri bir kademhaneye şitaban olurlar
(yüznumaraya koşarlar).
Sh:115-117
Çargâh makamında ayîn-i şerif, İlâhi, teşvîh ve durak
gibi eserlerden maada, şimdiye kadar hiçbir lâdinî eser bestelenmemiştir.
Harik (yangın) zuhuruna veya herhangi bir felâkete
sebep olabileceği korkusuyla, zevk alemlerinde ve işret meclislerinde bu
makamın esatizegân-ı eslâf (eski zamanın üstadları) tarafından men' olunduğu
malumdur.
Buna rağmen bir gün, bu makamın seyri ve teşkili
hakkında bir malûmat edinebilmek için hocam Cemil Bey'den ufak bir taksim rica
ettim. Hatırım kırmadı, derhal kemençesini alarak kendine has bir eda ile
taksime başladı ve karar verdi. Herhalde kendisinin de hoşuna gitmiş olacak ki,
Tiz saba'dan meyana girdiği zaman o anda velûd ruhundan tulü eden birkaç
nağme-i dilsûz (gönül yakıcı nağme) ile kemençe feryada başlar başlamaz, bende
tahammül kalmadı. Gözümden yaşlar boşanıyor, kendimi başka bir âlemde
görüyordum. Fakat birdenbire ortalığa yayılan keskin bir bez kokusu, bu
harikulâde nağmeyi kararsız bıraktı. Üstad taksimine başlarken elinde yanar
bir halde bulunan sigarasını minder üzerindeki sigara tablasının kenarına
koymuş, sigara tablanın hizasına kadar yandıktan sonra kurtulup minderin üstüne
düşmüş, evvelâ minderi yakmış ve pamuklara sirayet etmiş. Hemen biraz su
dökerek ateşi söndürdük.
Bu hadise bir tesadüf eseri midir, yoksa
eski üstadlarımızdan müntakil rivayete göre, makamın manevî te'sîri mi sebep
olmuştur? Bana sorarsanız, gönüller yakan o muhterem eldeki kemençenin şerare-i
feryâdı, bir koca mahalleyi bile yakabilirdi.
Sh:117
1935 senesinde yine Münir, refikam ve Artaki ile
İstanbul'dan Balıkesir yoluyla İzmir'e gittik. Orada birkaç konser verdikten
sonra sırasıyla Aydın, Nazilli ve Denizli'ye; avdette Söke, Ödemiş, Tire'yi
dolaşarak tekrar İzmir'e geldik.
Etrafı gümüş parmaklıklarla çevrilmiş bir türbe.
Türbenin baş ucunda bir kapı. Ben, Münir'le birlikte bu kapıdan giriyoruz. Üç
köşe ve her köşede geniş pencereli birer oda. Bu odanın sağ köşesinde, yeşil
örtülü bir rahlenin üzerinde büyük bir Kur'ân-ı Kerîm açık olarak duruyor.
Rahleye yaklaşıyorum, “Ikra b'ism-i” (Kur'an'ın 96. suresi olan “Alak” Suresi,
“Oku rabbinin adıyla ki, bütün mahlûkatı yarattı” mealindeki bu ayetle başlar.)
sure- i şerîfesini okuyorum. Münir'e hitaben; “Haydi Münirciğim, şu sureyi
okuyuver, arkasından da üç ihlâs bir fatiha okuyup şu zâtın ruhuna hediye
edelim” diyorum. Münir güzel sesiyle okumaya başlıyor ve ağlayarak
uyanıyorum.
Ertesi günü bu rüyayı Münir'e ve Fahire'ye anlattım.
“Hayırdır inşaallah” dedik ve seyahatimize devam ettik. Sırasıyla Manisa,
Akhisar, Alaşehir, Uşak, Adana, Tarsus, Mersin ve Gazian tep'e kadar gittik.
Avdette tekrar Adana'ya geldik. Ramazan oğulları, Sahibinin Sesi'nin oradaki
mümessilleriydi. Bize bir telgraf sıkıştırdılar. Bana hitaben, Bağdat
erkânıharb reisi Taha Paşa tarafından yazılmış bir davetiye... Taha Paşa evvelâ
İstanbul'a göndermiş, çocuklar da İzmir'e yollamışlar, İzmir'den de nihayet
Adana'ya gönderilmiş... İraklılarla Türkler arasındaki muhadenetin takviyesi
maksadıyla Irak'ta bazı müessesât-ı hayriye menfaatine birkaç konser ihzar
ettiğini ve bizim kabul edip etmiyeceğimize dair cevabımızı bekliyor. Derhal
muvafakat cevabını verdik ve hemen İzmir'e üçüncü defa olarak geldik.
Pasaportlar yapıldı, yola çıktık.
Irak hududunda Taha Paşa'nın yaveri tarafından
karşılandık. Bizi Musul tarikiyle Bağdad'a götürdüler. Fevkalâde hüsn-ü kabul
gördük. Bize Bağdad'da bazı cemiyet-i hayriye menfaatlerine on konser
hazırlamışlar. Bu konserler verildi.
Ankara Radyosu’mn iki sanatkârı: Refik ve Fahire
Fersan... Yıl, 1946...
Bağdad'da Taha Paşa'yı ilk ziyaretimizde, herşeyden
evvel Hazret-i Abdülkadir-i Geylânî'yi ziyaret etmekliğimizi rica etti. Hemen bir otomobile atladık, doğruca türbe-i şerîfenin
kapısından girdik.
Etrafı gümüş parmaklıkla muhat (çevrilmiş) olan sandukayı
görür görmez, rüyamın aynını görüyorum zannettim. Hemen Münir'e döndüm. Her
tarafım titriyordu. Artaki de bizim ile birlikte idi. Hiç unutmam, bu muhterem
adam, yani Artaki, parmaklığa yüzünü gözünü sürerek, ağlayarak dua etti. Bir de
başucunda kapı gözüme ilişmesin mi? Her üçümüz de derhal kapıdan girdik, üç
köşeli odadayız. Sağ tarafta bir rahle, açık Kur'ân-ı Kerîm!. Bir göz atalım,
aynen rüyada gördüğüm gibi “Ikra'b'ism-i” sure-i
şerîfesi değil mi? İşte o vakit içim çekildi, gözlerim bir an için kapandı,
kendimden geçtim. Münir, besmele-i şerîf ile sureyi okumaya başladı. Ben
ağladım, o da ağladı. Üç ihlâs bir fatiha okuduktan sonra, Hazret'in
ruhaniyet-i kudsiyelerine hediye ettik ve dualarımızı eda ettikten sonra
ayrıldık. Taha Paşa'ya bütün safahatı arzettim. Hayrette kaldı ve bana lâyık
olmadığım teveccühlerini esirgemedi. Adeta bir mertebeye mazhar olduğumu tebşir
etti (müjdeledi). İnşaallah...
Bağdad'da geçen hayatımız pek samimidir. Şimdiki naib-i
kral Abdülillâh ile hemen her gün birlikte gezerdik. At pazarına, spor
eğlencelerine, mesirelere, civar sayfiyelere, Kâzımiye'ye ve daha birçok
yerlere giderdik. Bir ay kadar, bütün Ramazan Bağdad'da kaldık. Bayram ertesi
yılbaşına, yani 1936 senesine tesadüf ediyordu. Biz o geceyi Bağdat-Basra treninde
tes'îd ettik. Dört yataklı hususi bir vagon, bize mahsus idi. Bir şişe rakı
aldık. Mezelerimiz de mükemmel idi. Birkaç kadeh içtik, çaldık, okuduk, ertesi
sabah erkenden Basra'ya vasıl olduk.
O sırada, Kuveyt Şeyhi Musabbah, sarayında birkaç
hususi konser vermemiz için bizi Kuveyt'e davet etti. Ben daveti kabul etmek
istedi isem de, arkadaşlarım rıza göstermediler... ama bana uymadıkları için,
sonra bir hayli nasıl pişman oldular...
Avdette tekrar Bağdad'a geldik. Paşa'yı gördük.
Kuveyt'e davet olunduğumuzu fakat Şeyh Efendi'yi tanımadığımız için gitmekten
sarf-ı nazar ettiğimizi arzettiğimiz zaman “Eyvah, büyük bir fırsat
kaçırmışsınız. Şeyh Musabbah hazretleri gayet münevver, Londra'da tahsil etmiş,
bir tarihlerde Türkiye'yi de ziyaret etmiş, Türk muhibbidir. Refikasının biri
de halis muhlis Istanbulludur” demesin mi? “Sizi ihya ederdi. Çok
yazık oldu..”yu da ilâve et ti. Artış iş işten geçmişti. O akşam davetli
bulunduğumuz bizim sefirimiz Tahir Lûtfi Bey merhum da Şeyh Musabbah
hazretlerini ziyaret etmediğimizden dolayı müteessir oldu.
Bir-iki gün zarfında İmâm-ı Âzam hazretlerini ve tekrar
Hazret-i Abdülkadir'i ziyaret ettikten sonra, Bağdad'dan ayrıldık. Kerkük'te
bir konser verdik. Kerkük kumandanı Bekir Sıdkı Paşa, bizlerden Süleymaniye'de
askerî mahfilde de bir konser vermemizi rica etti. Oradan Süleynıaniye'ye
hareket ettik.
Sh:159-162
Kaynak: Murat Bardakçı, Refik Fersan Ve
Hatıraları, Mart 1995, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar