RESİM
Hzl: Hilmi YÜCEBAŞ
Karikatür; Türkiye’de Tanzimat’tan sonra
Karagöz, Hayal, Çıngıraklı Tatar, Çaylak, Diyojen vesair mizahi Gazete ve
mecmualarla başlamış ise de o zamanlar gerek ressamlık, ve fotoğrafçılık, gerek
çinkoğrafçılık sanatları bugünkü terakkisine ulaşmamış bulunduğundan mâna,
bakımından bazıları değerli sayılsalar bile çizilişte matlup incelik
noktasından çok iptidaî kalmışlardır.
Avrupa gazetelerinde de Türkiye ve
Türklere müteallik karikatürler çıkardı. Hatta, Sultan Aziz ve Sultan Hamidin
karikatürleri de Paris gazetelerinde çıkmıştı,. Fakat, o zamanlar Türkiye,
mutlakıyet ve istibdat şekliyle idare, olunduğundan bu karikatürler daha ziyâde
gerek Türkiyeyi, gerek Türkleri siyasî maksatla tezyif [Bir şeyi değersiz,
adi, bayağı, aşağılık göstermeye çalışma, küçültmek isteme.] mahiyetini
taşırdı,
İkinci meşrutiyetten sonra ilk Karagöz, Boşboğaz, Geveze gibi mizah
gazetelerinde karikatürler görülmeğe başlandı. Fakat bunlar, tersim [ Resmini
yapma] bakımından hiç te karikatür sayılabilecek halde olmayıp ancak mâna
ve mefhum itibariyle mevzuu karikatürleştiren
resimlerdi.
İlk olarak merhum üstâd Cem’in önce (KALEM), sonra (CEM) mecmualarındaki eserleri
şahısları tersimde ana hatlarını tebarüz ettirmekle beraber karikatürden matlup
mâna ve tenkid inceliğini de toplayan eserler oldu.
Bunları (Aydede) mecmuasında Rıfkı’ nın
(Diken) de Sedat Simavi’nin, (Akbaba) da, Ramlz’in ve Ratıp Tahir’in gerek
çiziliş, gerek mânasının taşıdığı tenkid itibariyle kıymetli karikatürleri
takip etti. Nihayet Cemal Nadir’de Türk
karikatürü san’at şahikasına yükseldi. Onun
yarattığı Amcabey, ve Amcabey lisanından pek zarif nüktelerini ve tenkidlerini
bugün olduğu kadar yarın da lezzetle
seyrolunacak ve okunacak karikatür edebiyatı saymak hiç de yanlış değildir.
Karikatür; yalnız tenkid değildir. Onun
ciddî işlerle uğraşmaktan yorulmuş dimağlara bir sükûn ve huzur, gönüllere
açıkça söylenmesi istenilmekle: beraber söylenemeyek şeylerin lâtife tarzında
efkârı umumîye önüne serilmesinden ileri gelen bir ferahlık getirdiği de
muhakkaktır.
(Karikatür) ün mümtaz bir vasfı da
muhalefettir, fakat edebli ve edebî muhalefet, iğneli târiz; istihdaf eylediği
makam müesseseyi, şahsiyeti darıltmaz. Fakat
tenkid ve tarizde lâtife ve nezaket hüdudu aşıldı mı, o zaman karikatürün asıl çehre ve hüviyeti
soysuzlaşır. Tenkid ve lâtife;
darıltma ve hakarete alet edilmiş olur.
Bu kitap, Türk karikatürüne zengin bir
karakter ve mâna olgunluğu veren üstadlarımızdan Cem ve Râmiz’in hâtıralarını
yaşatmak ve mizah tarihimize bir hizmette bulunmak maksadıyla yayınlanmıştır.
Birini
9, diğerini 6 yıl önce kaybettiğimiz bu iki: karikatür üstadımızı ne yazık ki,
pek çabuk unutmuş bulunuyoruz.
İşte bu kitap, umumî unutkanlığa
terkettiğimiz iki "büyük karikatür üstadımızı hayırla yâd ettirmeğe vesile
olursa kendimi bahtiyar sayacağım.
1882 yılında İstanbul’da doğan Cemil Cem,
o devrin ricalinden Dr. Cemal Paşa’ nın oğludur. Daha çocukluğunda resme heves
eden Cem, 16 yaşında iken Fransa’ya giderek, orada 16-17 sene kalmış ye Siyasi
İlimler Mektebinde tahsilini yapmıştır. İstanbul’da da hukuk tahsil eden Cem,
bir kaç yabancı dili, bilhassa Fransızcayı ana dili gibi öğrenmiştir.
İlk zamanlar sefaret memurluklarında
bulunmuş, Birinci Dünya Harbi ve Mütareke yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi.,
Müdürlüğünü yapmış, bir aralık Şehir Meclisi üyesi de olmuştur. Üçü yüksek
mühendis, biri mühendis olmak üzere beş evlât yetiştirmiştir.
«İlk
olarak Türk esprisini Batı sanatı anlayışı içinde ve usta çizgileriyle ifade
eden» Cem,
Türk karikatüründe yeni bir janr [ Çığır, tarz, cins ] yaratarak,
karikatürümüzün ilk kurucusu ve mücahidi olmuştur.
İkinci: meşrutiyet yıllarında, bütün
tehditlere rağmen, o devrin sık sık değişen kabinelerini, kuvvetli kalemi ve
fırçasiyle, tenkid eden Cem, «karikatüründe edebî
nükte ve hünerli bir çizgi arardı.»
1908 meşrutiyetinden sonra, üstad Refik
Halid Karay ve Âli beylerle birlikte (Kalem) dergisini çıkarmış, 1910-1912
yılları arasında da hem Türkçe ve hem Fransızca yazılan (Cem) dergisini
yayınlamıştır. .
(Cem) dergisinin 8.12.1910 tarihli
sayısında rahmetli Cemil Bey, karikatür anlatmışını şöyle anlatır:
«Bugün hayat tarihimin en güzel bir
sayfasını açacağım. Bundan önce çıkan mealleriyle neş’eli, fakat
hünersizlikleriyle hazin olan resimlerimin, karikatürlerimin şüphesiz talihi
yaver giderek eriştikleri başarı, teşrifatçıya, aracıya lüzum görmeden bana
okurların huzuruna çıkmak cüretini verdi.
Karikatür!... Alanı geniş, büyük bir
kelime! Güldürmek için biraz şehlâ baktırılan bir göz, biraz büyültülen bir
buruncuk, biraz sırıttırılan bir ağız, hülâsa biraz yanpiri, çiziliveren bir
çizgi bazan kızgınlığa sebep olur. Güldürecekken kızdırır. Melek bir düşünceyi,
ifrit bir düşmanlık biçimine sokâr.
Karikatürde
gaye aşağılamak mıdır?
Ululamak, yüceltmek midir?
Ululamak, yüceltmek midir?
Karikatür nükte, anıştırma, cinaslı, söz
gibi edebî sanatlardan sayılır. Bu kanatlarla edep alanında, hem yalnız edep
alanında uçması gerekir. Lâtif olmayan lâtife çekilmediği gibi edebî bir
nüktesi, hünerli bir çizgisi olmayan bir resim de karikatür değil,
maskaralıktır. Karikatürler bazan o kadar önemli, o kadar ağırbaşlı olur
ki, tarih sayfalarında vesika yerini tutar.. Medenî milletlerde mizah
gazetelerine geçmemiş bir şöhret düşünülemez. Bunca iş güç arasında, hep aşık
yüzlü, hep ağırbaşlı, hep dertli ve durgun kalan iş ve makam sahiplerine bazan
iğreti bile olsa şen, şuh fakat sevimli bir yüz, şakacı bir görünüş verebilen karikatüre ..diyebilirim ki mâkul olanlar bir
teşekkürcük olsun borçlu olmalıdır. O vakarlı, ağırbaşlı, dakikaları arasında
bu çizgileri görüp gülüp geçmelidir. İşte o kadar!,.
Bu kadar kayıtlar arasında, hünerin,
edebin, nezaketin emrettiği vadide bir mizah gazetesi çıkarmanın ne güç
olduğunu bilmez değilim. Fakat okurlardan gördüğüm teşvik, bu güçlüğe katlanmam
için bana. bir cüret verdi. Bu cüreti kötüye kullanmamak en kıymetli emelimdir.
Başarımız kin ve düşmanlıkta değil, şevk
ye neşededir.»
Karikatürlerinin başka mizah dergilerinde
kopya edilmesinden üzülen Cem, 22 Şubat 1911 tarihli (Cem), dergisinde
Şikâyetini şöyle açıklamıştı:
«Şehrimizde çıkan bazı mizah gazeteleri
«Cem» in karikatürlerinden işlerine geleni, kolunu değiştirmek, pantolonunu
şalvar yapmak, başı açıksa fes giydirmek gibi en iptidaî surette değiştirip
sayfalarına geçiriyorlar. İdarehanece böyle resimler pekiyi tetkik olunarak
asılları ve taklitleri ile karşılaştırılmış ve gerekince gazetemizde aynen
yayınlanmak üzere saklanmıştır. Eğer bu gazeteler, bu yolda devamda ısrar
ederlerse, okurlarımız asılları ile taklitleri arasındaki büyük benzerliği ve
hele bu yolda başvurdukları garip intihal «çalma» kaidelerini pek yakında
gazetemizde görüp, sözlerimizin doğruluğunu anlayacaklardır. Bu teşhir aynı
zamanda mizah anlayışımıza da uygun olacaktır.»
Cem dergisi, 8 Temmuz 191ı de ve 32. nci
sayısında kapanmışsa da İttihad ve Terakki kabinesinin düşerek, İtilâf
fırkasının iktidara geçmesi üzerine 10 Ağustos 1912 de tekrar intişara
başlarken şunları yazmıştı:
«Okurlarımıza: «Cem» bir sene kadar,
evvel kendi isteği ile kapandı. Çünkü neşriyatında. devam edebilmek için ancak
bir yol vardı. O yoldan gitmektense bu diyardan, yâni matbuat sahasından,
çekilmeği kısa zaman sonra dönüşte emin
olarak tercih etti. Okurlarımızın mazeretimizi makbul göreceklerinden ve bizi
tekrar teşviklerine mazhar eyliyeceklerinden.. bir an bile, şüphe, etmediğimizden,
idrak ettiğimiz inkılâp üzerine bugün tekrar, intişara karar verdik.»
Yine bir aralık kapandıktan sonra 1927 -
1928 yıllarında çıkan. (Cem) dergisin de inkılâbımızı öven karikatürler de
görülmüştür. İttihad ve Terakki hükümetleri erkânım, devrin siyasî hâdiselerini
hicv eden, günün dedikodularını, cemiyetin türlü aksaklıklarını karikatürlerine
konu yapan Cem, kısa zamanda büyük bir şöhret kazanmış, memleketimizde ilk defa
karikatür çığırını açan bir üstad olarak halkın sevgisini kazanmıştır. 9 Nisan 1950 tarihinde hakkın rahmetine kavuşan Cemil
Cem, Rumelihisarındaki aile mezarlığına gömülmüştür. Kadıköy
Küçükmodada evinin bulunduğu sokak kendi adını taşımaktadır.
Altı ay sonra, onuncu ölüm yıldönümünde
olsun hâtırasının anılmasını
arzuladığımız üstad Cemil Cem’e Tanrıdan rahmet ve mağfiret dilerim.
Üsküdar: 26 Ekim 1959
Hilmi YÜCEBAŞ
Hilmi YÜCEBAŞ
Karikatürcü
Cem.
— Cem boylu boslu, şişmanca, kara yağız, Çinli tipinde bir,
insandı. Başı biraz sağa iğik, olarak durur, ağır ağır konuşur, çok düzgün,
konuşur, hiç sıkmaz, sözlerini nüktelerle Süslerdi.: Sözlerinin başında ve
arasında: «Ah efendim, canım efendim» klişelerini çok, tekrarlardı.
Cem’in
giyim merakı.
— Cem giyim meraklısı bir insandı! Bir
çok elbiseleri, bir çok kravatı,, bir çok iskarpini vardı. Giyime bu kadar
meraklı olan Cem bir çokları gibi moda düşkünü değildi. O kendi yanılmıyan,
zevkinden başka moda tanımazdı.
Cem’in
ihmalciliği.
— Gelenbevizade Sait Bey ki fizik
profesörü idi. Bir kaç defa da Maarif Nâzırlığı etmişti. O anlatırdı. Cem
İstanbul’a indiği günler, akşam olunca içki yerine gider, içmeğe başlardı. Tren
vakti gelince son dakikada kalkar, Sirkeci garına gider, trenin hareket etmiş
olduğunu öğrenince tekrar içtiği yere döner, bir kaç saat daha beklerdi. Vakit
gelince yine geç davranır, yine treni kaçırır, tekrar döner, son tren de
kaçınca gider otelde yatardı. •
YENİ ADAM
Karikatür üstadı Cem’in ölüm
haberini büyük bir acı ile öğrendik. Cem
hayatı her yönden incelenmeye değer orijinal bir insandı. Cem’i ne sanatkâr
olarak ne de insan olarak kimseye benzetenleyiz. Türü kendine özgü
insanlardan biri idi. Cem’in karikatürcü olarak büyüklüğü gülünç konular
bulmasında ele aldığı insanları sonuna kadar çirkinleştirmesinde değildi. Cem
insanların temelli karakterlerini yakalıyor ve onları trajedi kahramanları
olumuna getiriyordu. Karikatürcülük bu demek değil midir? Onun için, meşrutiyet
devrinde yaptığı bütün karikatürler dillerde destan olmuş, Nasrettin Hoca
fıkraları gibi ağızdan ağıza dolaşmıştır. Cem’in karikatürleri seyredilmekle
kalmaz, devrin en büyük politika yazıları gibi bayağı dikkatle ve özenle
okunurdu.
O’nun hayatı Boussau’nun Emile’i gibi,
tam mânasiyle bağımsızın, hür hattâ bir dereceye kadar başı boş bir insanın
hayatıydı. Bohem hayatı demeyelim, çünkü değerini azaltmış oluruz; yeniliklerle,
sürprizlerle dolu bir hayattı bu, İstanbul Çelebisi, Avrupalı salon adamı, ipek
gibi ince ve parlak ve kıl gibi sert ve kaim ruhlu, hem artist, hem fikir
adamı, hem iyimser, hem kötümser, insanlara çok inanan, hiç inanmayan Cem!...
Cem! Yeni Âdam’ın çok eski dostu,
kardeşi, yâri için ne kadar yansak azdır. Zavallı Cem!...
Yeni
Adam: 1950
Mahmut YURTER
Mahmut YURTER
Ramiz, memleketimizde karikatürü popüler
bir hale getiren, hâdiseleri halkın anlayacağı şekilde çizgilendirerek mizah
süzgecinden geçiren büyük bir san’atkârdı.
Arkadaşları arasında canlılığı ve
neş’esiyle sevilen Ramiz, gece hayatından hoşlanmaz, eserlerini daima temiz bir
odada ve intizam içinde çalışarak yapardı. Resimlerinde yormayan bir janr
yaratmasıyla, hâdiseleri karikatürize etmekteki kudretiyle Ramiz, mizah
tarihimizde mümtaz bir yer almıştır.
1900 yılında İstanbul’da Küçükayasofya’da
doğan Ramiz Gökçe, Kılıçoğlu Musa Kâzım efendinin oğludur. İyi bir aile
muhitinde yetişen Ramiz, daha küçük yaşta resim yapmağa başlamış, fakat resimdeki!
istidadını ebeveyni iyi karşılamamıştır. Mektepte yazı defterlerini resimle
doldurduğunu görenler Ramiz’e: «Bundan ekmek
çıkmaz, okumağa bak!.» derlermiş.
Ramız, Beşiktaş İttihad ve Terakki mektebinde, Kabataş idadisinde ve İstanbul
eski muallim mektebinde okumuştur.
Muallim mektebinde talebe iken, her hafta
verilen müsamerlerde, Ramiz’in sahneye çıkarak kara tahtaya bir iki çizgide
dâvetlilerden bazılarının ve o devir, meşhurlarının portrelerini maharetle
çizmesi, alkışlarla karşılanırmış. Mektebe gelip giden, devrin şair ve
sanât’kârları, genç Ramiz’in büyük istidadını takdir ederek, onu BabIâli'ye
tanıtmışlardır. O sıralarda çıkan iki yapraklı Şeytan dergisi Ramiz’den parası
ile resim istemiş, bu suretle Ramiz heveslenmeden, kendisine müracaat edilerek
ve parası peşin ödenerek (Kervanı Matbuat) adlı ilk karikatürünü basılı
görmüştür. O zamanlar 16 yaşında olan Ramiz "diyor ki: «Mektebimizin müdürü Selim Sırrı beydi. Bir gün beni
elimden tutarak zamanın maarif nazırına götürdü. (Bu çocuğu Avrupa’ya gönderin!)
diye teklifte bulundu Lakin bu çocuk her talebe gibi gönderilemez. Orada her
genç gibi konsere gidecek, çikolata yiyecek ve eğlenecek, hem de çalışacaktır.
Onun için bunu iki talebe sayacaksınız ve iki talebelik tahsisat vereceksiniz.
Çünkü memlekete dönüşte iki insan, kadar faydalı olacaktır.»
Fakat o sırada patlayan harp dolayısıyla
Avrupa yollarının kapanması ve, hastalanması üzerine Ramiz, Muallim mektebini
bitiremedEn son sınıfta iken ayrılıyor. Onu çok seven hocaları, Maarif'
nazırlığına «Resim' muallimliği yapabilir.» yollu bir tavsiye yazarak Ramiz’in Ortaköy
Darül’eytamına [yetimhane] resim hocası olarak tâyinini yaptırıyorlar.
Bir müddet sonra şişli Terakki lisesinde de bir hocalık alıyor. Ramiz’in
Birinci umumi harbin ortalarında, 16 yaşından beri İstanbul'da çıkan birçok
mizah gazeteleriyle günlük gazetelerde ve dergilerde, siyasî ve içtimai
karikatür ve resimleri intişar etmiş, siyasî karikatürlerinin pek çoğu Avrupa,
Amerika ve Balkan gazeteleri tarafından iktibas edilmiştir.
Birkaç sene bütün çalışmasını rahmetli
Sedat Simavi’nin (Karikatür) mecmuasına ayırmış, sonraları kendisi de (Mizah)
adlı haftalık bir dergi çıkararak 12. 07. 1946. tarihli ilk sayısında mizah
anlayışını şöyle belirtmiştir:
«Mizah;
hakikate bir neş’e projektörü, dökmek hüneridir. Az sözle veya çizgi ile çok
şey düşündürmek san’atıdır. Bu bakımdan, güzel san’atların en ince kollarından
biri sayılmak lâzımgelir. Ve bu incecik kol, taarruza geçtiği zaman en kaim
bâzuları yenebilir. Kendisi kalınlaşmamak şartıyle. Hem şunu da iddia
edebiliriz ki, tercümeye ve adapteye hiç muhtaç olmadığımız san’at şubelerinden
biri budur. Çünkü onun kaynağı içimizdedir. Minyatürcülük, çinicilik, halimlik
gibi mizahın da dehası şarklıdır. Hele Hasredilin Hoca’nın, Karagöz’ün,
Bektaşi’nin, Kavuklu’nun sözleri Türk halkındaki mizah mizacının kuvvetini ne
güzel anlatır.»
1947 de «Salon» ve 1949 da «Peri» adlı
iki dergi daha çıkaran Ramiz, kalb hastalığından muztaripti. Kendisine bir kere
felçte gelmiş, kısmen tedavi edildiğinden çalışabiliyordu. ,
Bir gün dergi idarehanesinde resimleriyle
meşgul, olurken, birden bire yere yıkıldığını karşı pencereden görüp imdadına koşmuşlarsa da, bu defa iyileşememiş
ve 5 Ocak 1953 târihinde vefat, ederek Feriköydeki; aile kabristanına
gömülmüştür.
Ramiz’in Tombul Teyze’sini, Sıska
Dayı’sını, Çömezi’ni öksüz bırakarak, vakitsiz ölümü, basın âleminde büyük bir
teessür uyandırmış, Türk mizah dünyası yeri doldurulamayacak bir üstadını:
kaybetmiştir
Kaynak: Hilmi YÜCEBAŞ, KARİKATÜR ÜSTADLARIMIZ, CEM VE RAMİZ, Hayatları Karikatürleri – Hâtıraları,1959, İstanbul
«Etme bulma dünyası» diye çok söylenen bir ata
sözümüz vardır ki, fena hareketlerin sonucu olarak kullanılır. Bu sözün bir de
iyi taraftan müteradifi olmak gerektir. «Et ve bul dünyası». İşte Sami Boyar bu ikinci sözün bir misalidir. Etmiş
bulmuş, yani ekmiş ve biçmiştir. Çalışanın er geç muradına ermesi değişmez bir
kanundur. Bu cihetle Ali Sami Bey’i bizler değil, kendi eserleri ancak takdim
edebilir. Bu işi ele alanlar sadece bir vasıtadır.
Şahsen onu ilk defa 1919 da
tanıdım. O zaman Deniz Müzesi Müdürü idi. Diğer Ressam Sami Beyden ayırmak için
kendisine Bahriyeli veya Müze Müdürü Sami Bey derlerdi. Onun şu sözünü bu günkü
gibi hatırlarım: «Ben istikbal vaad
eden gençliğin tevkirini vazife telâkki ederim.» Evet Ali Sami Boyar çok çalıştı.
Şimdi onun tevkiri de artık bize düşen bir vazifedir.
1923 de Evkaf Müzesi Müdürü idi.
Oraya bağlı Medreset-ül hattatin'in icazet merasiminde hocalarımızın o sene
tezhip ve ebrudan bize münasip gördükleri diploma ve altun saati kendi eli ile
vermişti. Sonra onu Ayasofya Müzesi Müdürü olarak bulduk. Bu yazdıklarım onun
çeşitli hizmetlerinden ancak benim bilebildiğim tarafları. Sami Boyar bir şâir
mânası İle tabiatın kendi süzgecinden geçirdiği bütün renklerini ve notalarını
toplayarak her çeşit ve boyda resimli ve güzel senfoniler vücuda getirmiş.
Mevzuları tabiatten ve yapması da tamamen ondan. O paletini bir orkestra şefi
gibi idare eder. Oradan ruhunun fırçası İle ne ifadeler alır ve onlara ne
mânalar verir. Bugün musikişinas Ali Sami bunlarla bize şunu demek istiyor ki,
ancak san'atle genç kalmak mümkündür. O biliyor ki, bir eser, onu yaratanlardan
fazla yaşar.
Benim vefakâr ve feragatli fikir
ve mesai arkadaşım Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu. göz musikimizi tatmin için, onun
bu renk, ahenk ve menazır solistlerinin refakatindeki ebedî senfonilerini
teşhir etti ve bir kadirşinaslık göstererek bu monografiyi hazırladı. Bunu da
memleketimizin hayırseven Rockfelleri Yeni Laboratuar Sahibi Kimyager Hulki
İsmail Göknar bastırttı. Bu eseri derleyen, basan ve bastıranlar ne mutludurlar
ki. Ali Sami Boyar üstadımızın kumandanı bulunduğu bahtiyarlar bölüğünde derece
derece birer hizmet deruhte ediyorlar ve demek istiyorlar ki:
Yeni sanat âleminde pek yakından
gördüğümüz ve yapanları tarafından idrâk edildiği halde itiraf edilmeyen bazı
mânasızlıklar yanında empresyonist garp tekniğinde asîl ve modern eserler veren
Ressam Ali Sami Bey’den neler toplanabilirmiş, bu küçük eser onun misalini
ortaya koyuyor. Eseri yaratanı ve onun yardımcılarını tebriki bir borç bilirim.
Hepsi sağ olsun ve günümüzün incelik ve ruh güzelliği sembolü olan Ali Sami
Bey’i hep birlikte yaşatsınlar.
Kaynak: Dr. Bedi N. ŞEHSUVAROCLU, Ressam ALİ SAMİ
BOYAR-A Well known Turkish Painter, İSMAlL AKGÜN M A T B A A S I – 1959,
İSTANBUL
Takdim
eden: Dr. A. Süheyl Ünver
Dr. Âkil Muhtar mektebi Tıbbiye başkâtibi
Mehmed Muhtar efendinin oğludur. 1-X-1877 de Üsküdarda doğmuştur. Orada
Fıstıklı ilkokulunda ve Paşakapısı rüştiyesinde okuduktan sonra diğer kardeşleri
Kemal ve Celâl Muhtar gibi o da Tıbbiyeye girmiş, lâkin Abdülhamid devrinin
istibdadına dayanamayarak 1896 da İsviçre’ye kaçmış ve tıb tahsilini orada
ikmâl etmiştir. Fakat mezun olduktan sonra da Cenevre Üniversitesinde kalarak
doçentliğe kadar yükselmiş ve ancak 1908 inkılâbından sonradır ki hükümetin
davetlisi olarak ve 13 senelik bir hasretten sonra memlekete dönmüştür.
Tıbbiyede
evvelâ hıfzıssıhha muallimi olmuş ve bir sene sonra da asıl şubesine geçerek
Farmakodinami ve Tedavi kliniği müderrisi (Profesörü) olmuş ve bu kürsüde 1933
de Ord. Profesörlüğe kadar yükselerek 1944 de tekaüd edilmiştir. 1946 da da
Milletvekili olarak Meclis çalışmalarına katılmıştır. Fakat ne yazık ki henüz
çalışabilecek bir halde ve eserler vermekte iken 12 mart 1949 da nice
hastalarına şifa sunduğu Çemberlitaş’daki evinde rahmete kavuşmuştur.
Üç
çeyrek asra yaklaşan kısa ömründe büyüklü küçüklü 264 eser yazmıştır. Âkil
Muhtar’ın şöhreti bir hekim ve bir ilim adamı olarak memleket hududlarını çok
aşmıştı. Müteaddid millî ve beynelmilel ilim cemi'miyetlerine fahrî üye veya
başkan seçildiği gibi muhtelif millî ve beynelmilel kongrelere de başkanlık
etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet hükümetinden ve birçok yabancı
devletler tarafından 24 den fâzla nişanla taltif edilmiştir. Fakat bütün bu
İlmî çalışmaları yanında onun bir de san’atkâr tarafı vardır ki bu küçük eserde
bilhassa Dr. Âkil Muhtar’ın bu cephesini belirtmeğe gayret edeceğiz.
Onun
bu şerefli ömrünü ölümünden sonra da kızı muhterem Aliye Haldun Sarhan Tıb
Fakültesinde babası adına tesis ettiği «Dr. Âkil Muhtar Özden Müze ve
Kütüphanesi» ile biraz daha ölmezliğe maletmiştir.
Dr.
Âkil Mühtar’ın ölümünden beri geçen üç sene gibi kısa bir zaman zarfında onun
hâtırasına izafe edilen eserler şunlardır:
1 — Âkil Muhtar’m moral üzerine
çalışmaları hakkında
2 — Aforizma-Âkil Muhtar Özden
vecizeleri
3 — Dr, Âkil Muhtar reçete örnekleri
4 — İlim Bakımından Ahlâk eserinin
üçüncü tab’ı
5 — Âkil Muhtar Özden bibliyografyası.
İşte
«Ressam Âkil Muhtar Özden» eseri de bu serinin bugün için sonuncusu,
olacaktır... Ne mutlu ölümünden sonra da eserleriyle yaşayanlara ve hâlâ eser
verenlere!
Bugün
gibi hatırlarım. Asîl ve kibar yaradılışlı hocam Âkil Muhtar’la Pariste 1928
yazında beraberdik. Muhterem ve yegâne kerimesi de yanında. Hep birlikte
oteldeki odasındayız. Bir vesile ile yol çantasını açtı. En üstde suluboya
kutusu ve yanında resim kâğıtları bloku. Bunları İsviçre’de dinlenirken resim
yapmak için yanıma aldım, dedi. Baktım, göndü Paris’te dahil bulunduğu ilim
muhitinde ve kendisine vefakâr dostlarının peşinde. Lâkin gözü san’at
eserlerinde.
Paris
sokaklarında dolaşıyoruz. Gözleri kitapçı vitrinlerinde. Tıp kitapları satılan
yerler en başta geliyor. Yeni büyük ve tıbbî eserleri sipariş ediyor. Parasını
hemen ödüyor, İstanbul adresini verip göndertiyor amma ufaklarını yanına
alıyor, san’ata dair eserleri satan, kütüphanelerin vitrinleri de kendisi için
o kadar cazip. Cezanne, Rafael, Rubens, Michel-Ange, Leonard de Vinci’ye dair
kitapların hayranı. Onlardan da alıyor. Hekim ve ressam Âkil Muhtar durur mu
hiç? Fikir adamlarının kitaplarının satıldığı yerlerde en yeni neşriyatın da
arkasında; oralara da giriyoruz, elimiz boş çıkmıyoruz. Bir yere gider
otururuz, hemen bunlar yanında taşıdığı ufak çakısıyla açılır ve okunmağa
başlar. Ne güzel günlerdi o günler.
Paris’te
onunla başka bir dolaşmamızı anlatayım. Geceleri bazan da bir opera
temsilindeyiz, veyahut bir ziyafette. Sabahları hastahanelerde, öğleden sonra
laboratuar âletleri dükkânlarında, müzelerde ve kitapçılarda... Müzelerden
kataloglarını almadan çıkmayız. Şimdi onun memleket gençliğine hediye ettiği
kitaplar arasında Musee Royale de la Haye, Louvre, Luxembourg ve Versailİes
müzeleri katalogları, Histoire de la Peinture Française, Wilde’nin Bursa
hakkında eseri, Viyana müzesindeki eserler ve diğer bütün klâsik ressamlar
hakkındaki kitaplar ve bizim müzelerimizin katalogları en mühim bir yer almış
bulunmaktadır. O, bunları okurken hekimlik ve ta’lim yorgunluklarım giderir,
güzel ve bediî inceliklerle hislerini de olgunlaştınrdı.
İşte
hekimliğe olduğu kadar resim san’atma Âkil Muhtarın tâ çocukluğundan beri devam
eden bir aşkı vardır. Çocukken resim yaptığını, halen aramızda mesleğimize
şeref veren kendinden iki yaş büyük ağabeysi, Dr. Kemal Muhtar bildiriyor.
Âkil
Muhtar, tıb tahsilini Cenevre’de bitiriyor. Orada da resimler yapmıştır.
Birisi, yanında önce asistan sonra doçent gibi çalıştığı Prof. Mayor’a aittir.
İsviçrede çıkan bir Türk gazetesinde resimleri varmış deniyor.
1914
de henüz Avrupa’dan resimde ihtisasını! ikmâl ederek gelen genç ressam Feyhaman
ile Prens Abbas Halim Paşa’da tanışıyorlar. Bu tarihten itibaren Feyhaman, Âkil
Muhtar’m evinin sık sık ziyaretçisidir. Bu . genç ressamı pek takdir eder ve
onun yaptığı resimleri baş köşeye koyar.
Bir
gün Feyhaman, Âkil Muhtar’da misafirdir. O anlatıyor: Âkil bey bir gece resme
başladı, zira başka zamanlarda vakti yok; ben bunu bitirmeyince uyumam dedi.
Bitirdi ve gece yarısından sonra saat üç buçukta uyudu. Ve yine ilâve ediyor:
Bak nasıl muvaffak oluyor. Bitirdi mi bitiriyor, ben bu halinden ders aldım.
Ressam
Feyhaman artık Âkil Muhtar’m evinde onun pek sevip takdir ettiği arkadaşı
olmuştur. Feyhaman ilkönce pastelle hocamızın muhterem kızının resmini yapıyor.
O çalışırken Âkil Muhtar da boş durmuyor. O da resim yapıyor. Adetâ Feyhaman,
rahmetlinin resim hevesini yeniden harekete getirmiştir. Bir taraftan da resim
hakkında yazılmış eserleri okuyor, Bir gün Feyhaman kendisine rahmetli ressam
Sami Yetikten alarak Ernest Hareux’nin suluboya resim hakkmdaki eserini
veriyor. Âkil Muhtar o zamandan itibaren nereye giderse suluboya kutusunu ve
resim blokunu da beraber götürüyor, O, yalnız suluboya değil, yağlıboya da
yapıyor. Yalnız uğraşmağa vakti müsaid bulunmadığından yağlıboya ile pek meşgul
olamıyor, amma onda da muvaffak olmuştur.
Âkil
Muhtar seyahatlerinde defterlerine çok notlar alır, bazı krokiler çizerdi. Hele
vapurlarda ve toplantılarda ufak çizgileri az değildir, Bunlar mühim bir yekûn
tutar. Hemen hepsi şimdi müzesinde saklıdır.
1927
senesinde Dr. Âkil Muhtar beni, Pariste Dr. Marcel Labbe’niıı klinğiine
gönderdiği zaman bir artist üstad yanından diğer bir artist üstad yanına
gittiğimi anladım. Marcel Labbe’nin ben orada iken bazı pazar günleri Paule
Chabas’ın atölyesinde çalıştığım ve çok güzel ı'esim ve akvareller yaptığını
öğrendim. Bana evinde yaptığı sık sik davetlerde bunları gösterdi. Onun Figaro
gazetesinde «Critiqüe litteraire» liğini hayretle haber almıştım. Çok kuvvetli
bir klinisiyen ve âkademisiyen ve gayet mühim eserleri ve İlmî travayları olan
kıymetli Marcel Labhe kendi meşgul olduğu sahada nekadar ilerde ise san’at
hususunda da kıymetli bir artistti. Her sene Pariste «Salon des Medecins» de
yaptığı en seçme resimlerden teşhir ettiği gibi bir sene de bizim bazı örneklerimizi
de koydurmuştu.
İşte,
Âkil Muhtar, da memleketimizde bu ince Fransız üstadm ikinci bir misâli idi.
Âkil Muhtar çok kuvvetli bir klinisiyen ve tek akademisiyenimiz ve gayet mühim
eserleri ve İlmî travayları olan en seçkin ve fâzıl bir âlimimiz ve hakikî bir
artistimizdi.
Âkil
Muhtar, nev’i şahsına münhasır fevkalâde bir insandı. O, yarım bilgiyi beğenmez
Ve yarım insan olmağı aslâ tavsiye etmezdi. Resim san’atinde de nekadar ileri
olduğunu senelerle kendisine arkadaşlık eden ressam Feyhaman Duran tasdik
etmekte ve onun müzesinde duran ve teşhir olunan serleri bunu göstermektedir.
— Resim yapmak
insanı dikkate alıştırır.
— Resim yapmanın tababet için ne kadar
mühim olduğunu bilseniz hepiniz ressam olursunuz. Resim yapmasını bilmeyen,
doktor olamaz. Bu bir kanundur.
— Daima ahlâkta, ilim
ve san’atte yükselmeğe çalışmalıyız. Bunun için tabiatı okumağı bilenlerin gördükleri
yolu takip etmeliyiz.
— Gördüğünü tam ve iyi
görmeli ve işittiğini tam ve iyi işitmelidir.
— Arkada olan bir
insanı da görmek mümkündür. İnsanın gölgesinden de dikkat etmesi lâzımdır.
— Bir hekimin dimağı
her şeyle meşgul olmalıdır.
— Yalnız gözüyle
dikkat ederek bazı hastalıkların teşhisi mümkündür. Bundan iyi bir şey yoktur.
— İnsanın dünyada her
işi kendisinin görmeğe alışması lâzımdır.
— Anlamadığımız birçok
şeyler vardır. Vazifemiz bunları anlayıncaya kadar tetkik etmek ve uğraşmaktır.
— Hayatta biraz da
zarif olmalı. Bu, insanın kendi hüsnü tabiatını gösterir.
İşte
Dr. Âkil Muhtar, bütün bu meziyetlere sahip olabilmek için bir insanın kendi
dikkatini, resim yapmağa alışmakla, terbiye etmesi lüzumuna inanarak bunları
sırf o maksatla söylemişti.
Âkil
Muhtar, muayenehanesine ve kliniğine enteresan vak’alar gelince oturur
resimlerini yapardı. Halen Tedavi Kliniğinin eski müşahede kâğıtlarında böyle
yapılmış resimleri ve krokileri vardır. Anatomopatolojik kuplar ve otopsiden
elde edilen parçaların çok defa oturur, resimlerini bizzat yapar ve bunları
büyülterek derslerinde gösterir ve resim bilen talebeye daha iyi bir nazarla
bakardı. Hele san’atkâr olanlara üstelik fazla ceht gösterirdi.
Âkil
Muhtar derslerinde göstereceği şekilleri ve resimleri kendisi çizer, bazan
büyültür ve aslı gibi boyardı. Amma bu arada da pek çok san’at eseri ortaya
koydu, İlmî eserlerine koyduğu resim ve krokileri de az değildir, üzerinde durmayıp
kimseye göstermediği henüz bir yerde neşr ve hattâ teşhir olunmayan resimleri
pek çoktur. Onun bütün bu çalışmaları hayatı müddetince hesap edilerek bir
terazide tartılsa bir insanın bu kadar çok okuyup, yazdığına ve çizdiğine
hayret olunur. Aramızda, fikrimizde ve hayalimizde yaŞıyan asıl ruhu şâdolsun.
Halen
müzesinde duran Dr. Âkil Muhtar Özdenin yaptığı renkli ve Renksiz resimleri
şöylece sıralıyabiliriz:
Aded
59 Ankara ve Anadolu seyahatlerinde
21 İstanbul’a ait
3 Boğaziçinde
15 Büyükadada
1 Bursada
129 Avrupa seyahatlerinde
82 İsviçrede .
12 Cenevrede
25 Pariste
5 Natürmort ve çiçek
18 Hayvan resimleri
160 Portreler
Ayrıca
1921 de 1, 1923 de 4, 1935 de 1 defterde Avrupa seyahatleri intibalarını 245
resimle tesbit etmiştir ki hepsi 775 ediyor. .
Bunların
hepsi güzel ve tabiattendir. Boğaziçinde ikamet etmediğinden oraya ait
resimleri azdır. En çok İstanbul ve Büyükadada oturdundan oralarda çok
yapmıştır. Ankara ve Anadoluya ait resimleri fazladır. Bunların çoğu Millî Mücadeleyi takip eden senelere aittir.
En,
çok resmi Avrupa seyahatlerinde yapmıştır. Zira Avrupada dostlarını ziyaret
etmekte ve klinikleri dolaşmakla ve hattâ oralarda çalışmakla beraber yine
dinlenme için ayırdığı zaman fazladır. Bu cihetle Tıp tahsilini yaptığı
İsviçrede dinlenmeği tercih etmektedir. Binaenaleyh en fazla İsviçrede resim
yapıyor.
Bütün
resimleri tabiattendir.. Fikirden yapılan, hele karikatürize edilmiş resimleri
yoktur, Bu arada karakalem ve hattâ hafif pastel yapmağı da seviyor. Elimizde
bunlardan çok örnek vardır. Bu arada bazı resimleri altında şu izahatın kendisi
veya kerimesi tarafından verildiğini görüyoruz;
— Drogman. 29 Kânunuevvel 1929. Semplon
Orient Expreste.
— Ankarada oturduğu ev —. Ankarada
Keçiören yolu
— Ankarada bir hamam
—Atatürk’ün
bahren îstanbula ilk gelişi (2 suluboyadır)
— Paris 12 Haziran 1924 Hotel Lutetia. Oda
numarası 816
— Royat’da
— Polatlıda
— Kızı Aliye «Sarhan» iki tanedir
— Refikası Dr. Fatma Seniye Muhtar
— 19 -Nisan 1340. Ankara’dan avdette
«modern ve renkli bir portre.»
Resimlerine
tevazuundan imza atmıyor. Yalnız bana verdiği bir resmine imza atmıştır, Fakat
kendisiyle İstanbul’da ve her seyahatinde daima beraber bulunan değerli kızı
hepsinin de babasına aidiyetini tasdik etmiştir. Birkaçında da kendi kalemiyle
şu yukardaki izahatın bir kısmı yazılıdır. Ders şemalarının çok itinâlı
olanlarından elimizde bir hayli bulunuyor. Rahmetli bunları kısmen kitaplardan
alır. Bir kısmı kendi görgü ve tecrübelerine dayanan orijinal şema ve
resimlerdir.
Takdim
eden: Dr. A. Süheyl Ünver, Dr. Âkil
Muhtar Özden, TİP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
-Müzesi ve Kütüphanesi, Sayı: 6 MODERN TEDAVİ MECMUASI Yayınlarından, No. 5, 19
5 2, İSTANBUL
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar