Print Friendly and PDF

RESİM

Bunlarada Bakarsınız




Hzl: Hilmi YÜCEBAŞ
Karikatür; Türkiye’de Tanzimat’tan sonra Karagöz, Hayal, Çıngıraklı Tatar, Çaylak, Diyojen vesair mizahi Gazete ve mecmualarla başlamış ise de o zamanlar gerek ressamlık, ve fotoğrafçılık, gerek çinkoğrafçılık sanatları bugünkü terakkisine ulaşmamış bulunduğundan mâna, bakımından bazıları değerli sayılsalar bile çizilişte matlup incelik noktasından çok iptidaî kalmışlardır.
Avrupa gazetelerinde de Türkiye ve Türklere müteallik karikatürler çıkardı. Hatta, Sultan Aziz ve Sultan Hamidin karikatürleri de Paris gazetelerinde çıkmıştı,. Fakat, o zamanlar Türkiye, mutlakıyet ve istibdat şekliyle idare, olunduğundan bu karikatürler daha ziyâde gerek Türkiyeyi, gerek Türkleri siyasî maksatla tezyif [Bir şeyi değersiz, adi, bayağı, aşağılık göstermeye çalışma, küçültmek isteme.] mahiyetini taşırdı,
İkinci meşrutiyetten sonra ilk  Karagöz, Boşboğaz, Geveze gibi mizah gazetelerinde karikatürler görülmeğe başlandı. Fakat bunlar, tersim [ Resmini yapma] bakımından hiç te karikatür sayılabilecek halde olmayıp ancak mâna ve mefhum itibariyle mevzuu karikatürleştiren  resimlerdi.           
İlk olarak merhum üstâd Cem’in önce  (KALEM), sonra (CEM) mecmualarındaki eserleri şahısları tersimde ana hatlarını tebarüz ettirmekle beraber karikatürden matlup mâna ve tenkid inceliğini de toplayan eserler oldu. 
Bunları (Aydede) mecmuasında Rıfkı’ nın (Diken) de Sedat Simavi’nin, (Akbaba) da, Ramlz’in ve Ratıp Tahir’in gerek çiziliş, gerek mânasının taşıdığı tenkid itibariyle kıymetli karikatürleri takip etti. Nihayet Cemal Nadir’de Türk karikatürü san’at şahikasına yükseldi. Onun yarattığı Amcabey, ve Amcabey lisanından pek zarif nüktelerini ve tenkidlerini bugün  olduğu kadar yarın da lezzetle seyrolunacak ve okunacak karikatür edebiyatı saymak hiç de yanlış değildir.
Karikatür; yalnız tenkid değildir. Onun ciddî işlerle uğraşmaktan yorulmuş dimağlara bir sükûn ve huzur, gönüllere açıkça söylenmesi istenilmekle: beraber söylenemeyek şeylerin lâtife tarzında efkârı umumîye önüne serilmesinden ileri gelen bir ferahlık getirdiği de muhakkaktır.
(Karikatür) ün mümtaz bir vasfı da muhalefettir, fakat edebli ve edebî muhalefet, iğneli târiz; istihdaf eylediği makam müesseseyi, şahsiyeti darıltmaz. Fakat tenkid ve tarizde lâtife ve nezaket hüdudu aşıldı mı,  o zaman karikatürün asıl çehre ve hüviyeti soysuzlaşır. Tenkid ve lâtife; darıltma ve hakarete alet edilmiş olur.
Bu kitap, Türk karikatürüne zengin bir karakter ve mâna olgunluğu veren üstadlarımızdan Cem ve Râmiz’in hâtıralarını yaşatmak ve mizah tarihimize bir hizmette bulunmak maksadıyla yayınlanmıştır.
Birini 9, diğerini 6 yıl önce kaybettiğimiz bu iki: karikatür üstadımızı ne yazık ki, pek çabuk unutmuş bulunuyoruz.
İşte bu kitap, umumî unutkanlığa terkettiğimiz iki "büyük karikatür üstadımızı hayırla yâd ettirmeğe vesile olursa kendimi bahtiyar sayacağım.
CEM
1882 yılında İstanbul’da doğan Cemil Cem, o devrin ricalinden Dr. Cemal Paşa’ nın oğludur. Daha çocukluğunda resme heves eden Cem, 16 yaşında iken Fransa’ya giderek, orada 16-17 sene kalmış ye Siyasi İlimler Mektebinde tahsilini yapmıştır. İstanbul’da da hukuk tahsil eden Cem, bir kaç yabancı dili, bilhassa Fransızcayı ana dili gibi öğrenmiştir.
İlk zamanlar sefaret memurluklarında bulunmuş, Birinci Dünya Harbi ve Mütareke yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi., Müdürlüğünü yapmış, bir aralık Şehir Meclisi üyesi de olmuştur. Üçü yüksek mühendis, biri mühendis olmak üzere beş evlât yetiştirmiştir.
«İlk olarak Türk esprisini Batı sanatı anlayışı içinde ve usta çizgileriyle ifade eden» Cem, Türk karikatüründe yeni bir janr [ Çığır, tarz, cins ] yaratarak, karikatürümüzün ilk kurucusu ve mücahidi olmuştur.
İkinci: meşrutiyet yıllarında, bütün tehditlere rağmen, o devrin sık sık değişen kabinelerini, kuvvetli kalemi ve fırçasiyle, tenkid eden Cem, «karikatüründe edebî nükte ve hünerli bir çizgi arardı.»
1908 meşrutiyetinden sonra, üstad Refik Halid Karay ve Âli beylerle birlikte (Kalem) dergisini çıkarmış, 1910-1912 yılları arasında da hem Türkçe ve hem Fransızca yazılan (Cem) dergisini yayınlamıştır.          .
(Cem) dergisinin 8.12.1910 tarihli sayısında rahmetli Cemil Bey, karikatür anlatmışını şöyle anlatır:
«Bugün hayat tarihimin en güzel bir sayfasını açacağım. Bundan önce çıkan mealleriyle neş’eli, fakat hünersizlikleriyle hazin olan resimlerimin, karikatürlerimin şüphesiz talihi yaver giderek eriştikleri başarı, teşrifatçıya, aracıya lüzum görmeden bana okurların huzuruna çıkmak cüretini verdi.
Karikatür!... Alanı geniş, büyük bir kelime! Güldürmek için biraz şehlâ baktırılan bir göz, biraz büyültülen bir buruncuk, biraz sırıttırılan bir ağız, hülâsa biraz yanpiri, çiziliveren bir çizgi bazan kızgınlığa sebep olur. Güldürecekken kızdırır. Melek bir düşünceyi, ifrit bir düşmanlık biçimine sokâr.
Karikatürde gaye aşağılamak mıdır?
Ululamak, yüceltmek midir?
Karikatür nükte, anıştırma, cinaslı, söz gibi edebî sanatlardan sayılır. Bu kanatlarla edep alanında, hem yalnız edep alanında uçması gerekir. Lâtif olmayan lâtife çekilmediği gibi edebî bir nüktesi, hünerli bir çizgisi olmayan bir resim de karikatür değil, maskaralıktır. Karikatürler bazan o kadar önemli, o kadar ağırbaşlı olur ki, tarih sayfalarında vesika yerini tutar.. Medenî milletlerde mizah gazetelerine geçmemiş bir şöhret düşünülemez. Bunca iş güç arasında, hep aşık yüzlü, hep ağırbaşlı, hep dertli ve durgun kalan iş ve makam sahiplerine bazan iğreti bile olsa şen, şuh fakat sevimli bir yüz, şakacı bir görünüş verebilen karikatüre  ..diyebilirim ki mâkul olanlar bir teşekkürcük olsun borçlu olmalıdır. O vakarlı, ağırbaşlı, dakikaları arasında bu çizgileri görüp gülüp geçmelidir. İşte o kadar!,.
Bu kadar kayıtlar arasında, hünerin, edebin, nezaketin emrettiği vadide bir mizah gazetesi çıkarmanın ne güç olduğunu bilmez değilim. Fakat okurlardan gördüğüm teşvik, bu güçlüğe katlanmam için bana. bir cüret verdi. Bu cüreti kötüye kullanmamak en kıymetli emelimdir.
Başarımız kin ve düşmanlıkta değil, şevk ye neşededir.»
Karikatürlerinin başka mizah dergilerinde kopya edilmesinden üzülen Cem, 22 Şubat 1911 tarihli (Cem), dergisinde Şikâyetini şöyle açıklamıştı:
«Şehrimizde çıkan bazı mizah gazeteleri «Cem» in karikatürlerinden işlerine geleni, kolunu değiştirmek, pantolonunu şalvar yapmak, başı açıksa fes giydirmek gibi en iptidaî surette değiştirip sayfalarına geçiriyorlar. İdarehanece böyle resimler pekiyi tetkik olunarak asılları ve taklitleri ile karşılaştırılmış ve gerekince gazetemizde aynen yayınlanmak üzere saklanmıştır. Eğer bu gazeteler, bu yolda devamda ısrar ederlerse, okurlarımız asılları ile taklitleri arasındaki büyük benzerliği ve hele bu yolda başvurdukları garip intihal «çalma» kaidelerini pek yakında gazetemizde görüp, sözlerimizin doğruluğunu anlayacaklardır. Bu teşhir aynı zamanda mizah anlayışımıza da uygun olacaktır.»
Cem dergisi, 8 Temmuz 191ı de ve 32. nci sayısında kapanmışsa da İttihad ve Terakki kabinesinin düşerek, İtilâf fırkasının iktidara geçmesi üzerine 10 Ağustos 1912 de tekrar intişara başlarken şunları yazmıştı:
«Okurlarımıza: «Cem» bir sene kadar, evvel kendi isteği ile kapandı. Çünkü neşriyatında. devam edebilmek için ancak bir yol vardı. O yoldan gitmektense bu diyardan, yâni matbuat sahasından, çekilmeği  kısa zaman sonra dönüşte emin olarak tercih etti. Okurlarımızın mazeretimizi makbul göreceklerinden ve bizi tekrar teşviklerine mazhar eyliyeceklerinden.. bir an bile, şüphe, etmediğimizden, idrak ettiğimiz inkılâp üzerine bugün tekrar, intişara karar verdik.»
Yine bir aralık kapandıktan sonra 1927 - 1928 yıllarında çıkan. (Cem) dergisin de inkılâbımızı öven karikatürler de görülmüştür. İttihad ve Terakki hükümetleri erkânım, devrin siyasî hâdiselerini hicv eden, günün dedikodularını, cemiyetin türlü aksaklıklarını karikatürlerine konu yapan Cem, kısa zamanda büyük bir şöhret kazanmış, memleketimizde ilk defa karikatür çığırını açan bir üstad olarak halkın sevgisini kazanmıştır. 9 Nisan 1950 tarihinde hakkın rahmetine kavuşan Cemil Cem, Rumelihisarındaki aile mezarlığına gömülmüştür. Kadıköy Küçükmodada evinin bulunduğu sokak kendi adını taşımaktadır.
Altı ay sonra, onuncu ölüm yıldönümünde olsun  hâtırasının anılmasını arzuladığımız üstad Cemil Cem’e Tanrıdan rahmet ve mağfiret dilerim.
Üsküdar: 26 Ekim 1959
Hilmi YÜCEBAŞ
Karikatürcü Cem.
— Cem boylu boslu,  şişmanca, kara yağız, Çinli tipinde bir, insandı. Başı biraz sağa iğik, olarak durur, ağır ağır konuşur, çok düzgün, konuşur, hiç sıkmaz, sözlerini nüktelerle Süslerdi.: Sözlerinin başında ve arasında: «Ah efendim, canım efendim» klişelerini çok, tekrarlardı.
Cem’in giyim merakı.
— Cem giyim meraklısı bir insandı! Bir çok elbiseleri, bir çok kravatı,, bir çok iskarpini vardı. Giyime bu kadar meraklı olan Cem bir çokları gibi moda düşkünü değildi. O kendi yanılmıyan, zevkinden başka moda  tanımazdı.
Cem’in ihmalciliği.
— Gelenbevizade Sait Bey ki fizik profesörü idi. Bir kaç defa da Maarif Nâzırlığı etmişti. O anlatırdı. Cem İstanbul’a indiği günler, akşam olunca içki yerine gider, içmeğe başlardı. Tren vakti gelince son dakikada kalkar, Sirkeci garına gider, trenin hareket etmiş olduğunu öğrenince tekrar içtiği yere döner, bir kaç saat daha beklerdi. Vakit gelince yine geç davranır, yine treni kaçırır, tekrar döner, son tren de kaçınca gider otelde yatardı. •           
YENİ ADAM
Karikatür üstadı Cem’in ölüm haberini  büyük bir acı ile öğrendik. Cem hayatı her yönden incelenmeye değer orijinal bir insandı. Cem’i ne sanatkâr olarak ne de insan olarak kimseye benzetenleyiz. Türü kendine özgü insanlardan biri idi. Cem’in karikatürcü olarak büyüklüğü gülünç konular bulmasında ele aldığı insanları sonuna kadar çirkinleştirmesinde değildi. Cem insanların temelli karakterlerini yakalıyor ve onları trajedi kahramanları olumuna getiriyordu. Karikatürcülük bu demek değil midir? Onun için, meşrutiyet devrinde yaptığı bütün karikatürler dillerde destan olmuş, Nasrettin Hoca fıkraları gibi ağızdan ağıza dolaşmıştır. Cem’in karikatürleri seyredilmekle kalmaz, devrin en büyük politika yazıları gibi bayağı dikkatle ve özenle okunurdu.
O’nun hayatı Boussau’nun Emile’i gibi, tam mânasiyle bağımsızın, hür hattâ bir dereceye kadar başı boş bir insanın hayatıydı. Bohem hayatı demeyelim, çünkü değerini azaltmış oluruz; yeniliklerle, sürprizlerle dolu bir hayattı bu, İstanbul Çelebisi, Avrupalı salon adamı, ipek gibi ince ve parlak ve kıl gibi sert ve kaim ruhlu, hem artist, hem fikir adamı, hem iyimser, hem kötümser, insanlara çok inanan, hiç inanmayan Cem!...
Cem! Yeni Âdam’ın çok eski dostu, kardeşi, yâri için ne kadar yansak azdır. Zavallı Cem!...
Yeni Adam: 1950
Mahmut YURTER
Ramiz, memleketimizde karikatürü popüler bir hale getiren, hâdiseleri halkın anlayacağı şekilde çizgilendirerek mizah süzgecinden geçiren büyük bir san’atkârdı.
Arkadaşları arasında canlılığı ve neş’esiyle sevilen Ramiz, gece hayatından hoşlanmaz, eserlerini daima temiz bir odada ve intizam içinde çalışarak yapardı. Resimlerinde yormayan bir janr yaratmasıyla, hâdiseleri karikatürize etmekteki kudretiyle Ramiz, mizah tarihimizde mümtaz bir yer almıştır.
1900 yılında İstanbul’da Küçükayasofya’da doğan Ramiz Gökçe, Kılıçoğlu Musa Kâzım efendinin oğludur. İyi bir aile muhitinde yetişen Ramiz, daha küçük yaşta resim yapmağa başlamış, fakat resimdeki! istidadını ebeveyni iyi karşılamamıştır. Mektepte yazı defterlerini resimle doldurduğunu görenler Ramiz’e: «Bundan ekmek çıkmaz, okumağa bak!.» derlermiş. Ramız, Beşiktaş İttihad ve Terakki mektebinde, Kabataş idadisinde ve İstanbul eski muallim mektebinde okumuştur.
Muallim mektebinde talebe iken, her hafta verilen müsamerlerde, Ramiz’in sahneye çıkarak kara tahtaya bir iki çizgide dâvetlilerden bazılarının ve o devir, meşhurlarının portrelerini maharetle çizmesi, alkışlarla karşılanırmış. Mektebe gelip giden, devrin şair ve sanât’kârları, genç Ramiz’in büyük istidadını takdir ederek, onu BabIâli'ye tanıtmışlardır. O sıralarda çıkan iki yapraklı Şeytan dergisi Ramiz’den parası ile resim istemiş, bu suretle Ramiz heveslenmeden, kendisine müracaat edilerek ve parası peşin ödenerek (Kervanı Matbuat) adlı ilk karikatürünü basılı görmüştür. O zamanlar 16 yaşında olan Ramiz "diyor ki: «Mektebimizin müdürü Selim Sırrı beydi. Bir gün beni elimden tutarak zamanın maarif nazırına götürdü. (Bu çocuğu Avrupa’ya gönderin!) diye teklifte bulundu Lakin bu çocuk her talebe gibi gönderilemez. Orada her genç gibi konsere gidecek, çikolata yiyecek ve eğlenecek, hem de çalışacaktır. Onun için bunu iki talebe sayacaksınız ve iki talebelik tahsisat vereceksiniz. Çünkü memlekete dönüşte iki insan, kadar faydalı olacaktır.» 
Fakat o sırada patlayan harp dolayısıyla Avrupa yollarının kapanması ve, hastalanması üzerine Ramiz, Muallim mektebini bitiremedEn son sınıfta iken ayrılıyor. Onu çok seven hocaları, Maarif' nazırlığına «Resim' muallimliği yapabilir.» yollu bir tavsiye yazarak Ramiz’in Ortaköy Darül’eytamına [yetimhane] resim hocası olarak tâyinini yaptırıyorlar. Bir müddet sonra şişli Terakki lisesinde de bir hocalık alıyor. Ramiz’in Birinci umumi harbin ortalarında, 16 yaşından beri İstanbul'da çıkan birçok mizah gazeteleriyle günlük gazetelerde ve dergilerde, siyasî ve içtimai karikatür ve resimleri intişar etmiş, siyasî karikatürlerinin pek çoğu Avrupa, Amerika ve Balkan gazeteleri tarafından iktibas edilmiştir.
Birkaç sene bütün çalışmasını rahmetli Sedat Simavi’nin (Karikatür) mecmuasına ayırmış, sonraları kendisi de (Mizah) adlı haftalık bir dergi çıkararak 12. 07. 1946. tarihli ilk sayısında mizah anlayışını şöyle belirtmiştir:
«Mizah; hakikate bir neş’e projektörü, dökmek hüneridir. Az sözle veya çizgi ile çok şey düşündürmek san’atıdır. Bu bakımdan, güzel san’atların en ince kollarından biri sayılmak lâzımgelir. Ve bu incecik kol, taarruza geçtiği zaman en kaim bâzuları yenebilir. Kendisi kalınlaşmamak şartıyle. Hem şunu da iddia edebiliriz ki, tercümeye ve adapteye hiç muhtaç olmadığımız san’at şubelerinden biri budur. Çünkü onun kaynağı içimizdedir. Minyatürcülük, çinicilik, halimlik gibi mizahın da dehası şarklıdır. Hele Hasredilin Hoca’nın, Karagöz’ün, Bektaşi’nin, Kavuklu’nun sözleri Türk halkındaki mizah mizacının kuvvetini ne güzel anlatır.»
1947 de «Salon» ve 1949 da «Peri» adlı iki dergi daha çıkaran Ramiz, kalb hastalığından muztaripti. Kendisine bir kere felçte gelmiş, kısmen tedavi edildiğinden çalışabiliyordu.            ,
Bir gün dergi idarehanesinde resimleriyle meşgul, olurken, birden bire yere yıkıldığını karşı pencereden görüp  imdadına koşmuşlarsa da, bu defa iyileşememiş ve 5 Ocak 1953 târihinde vefat, ederek Feriköydeki; aile kabristanına gömülmüştür.
Ramiz’in Tombul Teyze’sini, Sıska Dayı’sını, Çömezi’ni öksüz bırakarak, vakitsiz ölümü, basın âleminde büyük bir teessür uyandırmış, Türk mizah dünyası yeri doldurulamayacak bir üstadını: kaybetmiştir

Kaynak: Hilmi YÜCEBAŞ, KARİKATÜR ÜSTADLARIMIZ, CEM VE RAMİZ, Hayatları  Karikatürleri – Hâtıraları,1959, İstanbul



«Etme bulma dünyası» diye çok söylenen bir ata sözümüz vardır ki, fena hareketlerin sonucu olarak kullanılır. Bu sözün bir de iyi taraftan müteradifi olmak gerektir. «Et ve bul dünyası». İşte Sami Boyar bu ikinci sözün bir misalidir. Etmiş bulmuş, yani ekmiş ve biçmiştir. Çalışanın er geç muradına ermesi değişmez bir kanundur. Bu cihetle Ali Sami Bey’i bizler değil, kendi eserleri ancak takdim edebilir. Bu işi ele alanlar sadece bir vasıtadır.
Şahsen onu ilk defa 1919 da tanıdım. O zaman Deniz Müzesi Müdürü idi. Diğer Ressam Sami Beyden ayırmak için kendisine Bahriyeli veya Müze Müdürü Sami Bey derlerdi. Onun şu sözünü bu günkü gibi hatırlarım: «Ben istikbal vaad eden gençliğin tevkirini vazife telâkki ederim.» Evet Ali Sami Boyar çok çalıştı. Şimdi onun tevkiri de artık bize düşen bir vazifedir.
1923 de Evkaf Müzesi Müdürü idi. Oraya bağlı Medreset-ül hattatin'in icazet merasiminde hocalarımızın o sene tezhip ve ebrudan bize münasip gördükleri diploma ve altun saati kendi eli ile vermişti. Sonra onu Ayasofya Müzesi Müdürü olarak bulduk. Bu yazdıklarım onun çeşitli hizmetlerinden ancak benim bilebildiğim tarafları. Sami Boyar bir şâir mânası İle tabiatın kendi süzgecinden geçirdiği bütün renklerini ve notalarını toplayarak her çeşit ve boyda resimli ve güzel senfoniler vücuda getirmiş. Mevzuları tabiatten ve yapması da tamamen ondan. O paletini bir orkestra şefi gibi idare eder. Oradan ruhunun fırçası İle ne ifadeler alır ve onlara ne mânalar verir. Bugün musikişinas Ali Sami bunlarla bize şunu demek istiyor ki, ancak san'atle genç kalmak mümkündür. O biliyor ki, bir eser, onu yaratanlardan fazla yaşar.
Benim vefakâr ve feragatli fikir ve mesai arkadaşım Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu. göz musikimizi tatmin için, onun bu renk, ahenk ve menazır solistlerinin refakatindeki ebedî senfonilerini teşhir etti ve bir kadirşinaslık göstererek bu monografiyi hazırladı. Bunu da memleketimizin hayırseven Rockfelleri Yeni Laboratuar Sahibi Kimyager Hulki İsmail Göknar bastırttı. Bu eseri derleyen, basan ve bastıranlar ne mutludurlar ki. Ali Sami Boyar üstadımızın kumandanı bulunduğu bahtiyarlar bölüğünde derece derece birer hizmet deruhte ediyorlar ve demek istiyorlar ki:
Yeni sanat âleminde pek yakından gördüğümüz ve yapanları tarafından idrâk edildiği halde itiraf edilmeyen bazı mânasızlıklar yanında empresyonist garp tekniğinde asîl ve modern eserler veren Ressam Ali Sami Bey’den neler toplanabilirmiş, bu küçük eser onun misalini ortaya koyuyor. Eseri yaratanı ve onun yardımcılarını tebriki bir borç bilirim. Hepsi sağ olsun ve günümüzün incelik ve ruh güzelliği sembolü olan Ali Sami Bey’i hep birlikte yaşatsınlar.
Kaynak: Dr. Bedi N. ŞEHSUVAROCLU, Ressam ALİ SAMİ BOYAR-A Well known Turkish Painter, İSMAlL AKGÜN M A T B A A S I – 1959, İSTANBUL

Takdim eden:  Dr. A. Süheyl Ünver
 Dr. Âkil Muhtar mektebi Tıbbiye başkâtibi Mehmed Muhtar efendinin oğludur. 1-X-1877 de Üsküdarda doğmuştur. Orada Fıstıklı ilkokulunda ve Paşakapısı rüştiyesinde okuduktan sonra diğer kardeşleri Kemal ve Celâl Muhtar gibi o da Tıbbiyeye girmiş, lâkin Abdülhamid devrinin istibdadına dayanamayarak 1896 da İsviçre’ye kaçmış ve tıb tahsilini orada ikmâl etmiştir. Fakat mezun olduktan sonra da Cenevre Üniversitesinde kalarak doçentliğe kadar yükselmiş ve ancak 1908 inkılâbından sonradır ki hükümetin davetlisi olarak ve 13 senelik bir hasretten sonra memlekete dönmüştür.
Tıbbiyede evvelâ hıfzıssıhha muallimi olmuş ve bir sene sonra da asıl şubesine geçerek Farmakodinami ve Tedavi kliniği müderrisi (Profesörü) olmuş ve bu kürsüde 1933 de Ord. Profesörlüğe kadar yükselerek 1944 de tekaüd edilmiştir. 1946 da da Milletvekili olarak Meclis çalışmalarına katılmıştır. Fakat ne yazık ki henüz çalışabilecek bir halde ve eserler vermekte iken 12 mart 1949 da nice hastalarına şifa sunduğu Çemberlitaş’daki evinde rahmete kavuşmuştur.
Üç çeyrek asra yaklaşan kısa ömründe büyüklü küçüklü 264 eser yazmıştır. Âkil Muhtar’ın şöhreti bir hekim ve bir ilim adamı olarak memleket hududlarını çok aşmıştı. Müteaddid millî ve beynelmilel ilim cemi'miyetlerine fahrî üye veya başkan seçildiği gibi muhtelif millî ve beynelmilel kongrelere de başkanlık etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet hükümetinden ve birçok yabancı devletler tarafından 24 den fâzla nişanla taltif edilmiştir. Fakat bütün bu İlmî çalışmaları yanında onun bir de san’atkâr tarafı vardır ki bu küçük eserde bilhassa Dr. Âkil Muhtar’ın bu cephesini belirtmeğe gayret edeceğiz.
Onun bu şerefli ömrünü ölümünden sonra da kızı muhterem Aliye Haldun Sarhan Tıb Fakültesinde babası adına tesis ettiği «Dr. Âkil Muhtar Özden Müze ve Kütüphanesi» ile biraz daha ölmezliğe maletmiştir.
Dr. Âkil Mühtar’ın ölümünden beri geçen üç sene gibi kısa bir zaman zarfında onun hâtırasına izafe edilen eserler şunlardır:
1          — Âkil Muhtar’m moral üzerine çalışmaları hakkında
2          — Aforizma-Âkil Muhtar Özden vecizeleri
3          — Dr, Âkil Muhtar reçete örnekleri
4          — İlim Bakımından Ahlâk eserinin üçüncü tab’ı
5          — Âkil Muhtar Özden bibliyografyası.
İşte «Ressam Âkil Muhtar Özden» eseri de bu serinin bugün için sonuncusu, olacaktır... Ne mutlu ölümünden sonra da eserleriyle yaşayanlara ve hâlâ eser verenlere!







Bugün gibi hatırlarım. Asîl ve kibar yaradılışlı hocam Âkil Muhtar’la Pariste 1928 yazında beraberdik. Muhterem ve yegâne kerimesi de yanında. Hep birlikte oteldeki odasındayız. Bir vesile ile yol çantasını açtı. En üstde suluboya kutusu ve yanında resim kâğıtları bloku. Bunları İsviçre’de dinlenirken resim yapmak için yanıma aldım, dedi. Baktım, göndü Paris’te dahil bulunduğu ilim muhitinde ve kendisine vefakâr dostlarının peşinde. Lâkin gözü san’at eserlerinde.
Paris sokaklarında dolaşıyoruz. Gözleri kitapçı vitrinlerinde. Tıp kitapları satılan yerler en başta geliyor. Yeni büyük ve tıbbî eserleri sipariş ediyor. Parasını hemen ödüyor, İstanbul adresini verip göndertiyor amma ufaklarını yanına alıyor, san’ata dair eserleri satan, kütüphanelerin vitrinleri de kendisi için o kadar cazip. Cezanne, Rafael, Rubens, Michel-Ange, Leonard de Vinci’ye dair kitapların hayranı. Onlardan da alıyor. Hekim ve ressam Âkil Muhtar durur mu hiç? Fikir adamlarının kitaplarının satıldığı yerlerde en yeni neşriyatın da arkasında; oralara da giriyoruz, elimiz boş çıkmıyoruz. Bir yere gider otururuz, hemen bunlar yanında taşıdığı ufak çakısıyla açılır ve okunmağa başlar. Ne güzel günlerdi o günler.
Paris’te onunla başka bir dolaşmamızı anlatayım. Geceleri bazan da bir opera temsilindeyiz, veyahut bir ziyafette. Sabahları hastahanelerde, öğleden sonra laboratuar âletleri dükkânlarında, müzelerde ve kitapçılarda... Müzelerden kataloglarını almadan çıkmayız. Şimdi onun memleket gençliğine hediye ettiği kitaplar arasında Musee Royale de la Haye, Louvre, Luxembourg ve Versailİes müzeleri katalogları, Histoire de la Peinture Française, Wilde’nin Bursa hakkında eseri, Viyana müzesindeki eserler ve diğer bütün klâsik ressamlar hakkındaki kitaplar ve bizim müzelerimizin katalogları en mühim bir yer almış bulunmaktadır. O, bunları okurken hekimlik ve ta’lim yorgunluklarım giderir, güzel ve bediî inceliklerle hislerini de olgunlaştınrdı.
İşte hekimliğe olduğu kadar resim san’atma Âkil Muhtarın tâ çocukluğundan beri devam eden bir aşkı vardır. Çocukken resim yaptığını, halen aramızda mesleğimize şeref veren kendinden iki yaş büyük ağabeysi, Dr. Kemal Muhtar bildiriyor.
Âkil Muhtar, tıb tahsilini Cenevre’de bitiriyor. Orada da resimler yapmıştır. Birisi, yanında önce asistan sonra doçent gibi çalıştığı Prof. Mayor’a aittir. İsviçrede çıkan bir Türk gazetesinde resimleri varmış  deniyor.
1914 de henüz Avrupa’dan resimde ihtisasını! ikmâl ederek gelen genç ressam Feyhaman ile Prens Abbas Halim Paşa’da tanışıyorlar. Bu tarihten itibaren Feyhaman, Âkil Muhtar’m evinin sık sık ziyaretçisidir. Bu . genç ressamı pek takdir eder ve onun yaptığı resimleri baş köşeye koyar.
Bir gün Feyhaman, Âkil Muhtar’da misafirdir. O anlatıyor: Âkil bey bir gece resme başladı, zira başka zamanlarda vakti yok; ben bunu bitirmeyince uyumam dedi. Bitirdi ve gece yarısından sonra saat üç buçukta uyudu. Ve yine ilâve ediyor: Bak nasıl muvaffak oluyor. Bitirdi mi bitiriyor, ben bu halinden ders aldım.
Ressam Feyhaman artık Âkil Muhtar’m evinde onun pek sevip takdir ettiği arkadaşı olmuştur. Feyhaman ilkönce pastelle hocamızın muhterem kızının resmini yapıyor. O çalışırken Âkil Muhtar da boş durmuyor. O da resim yapıyor. Adetâ Feyhaman, rahmetlinin resim hevesini yeniden harekete getirmiştir. Bir taraftan da resim hakkında yazılmış eserleri okuyor, Bir gün Feyhaman kendisine rahmetli ressam Sami Yetikten alarak Ernest Hareux’nin suluboya resim hakkmdaki eserini veriyor. Âkil Muhtar o zamandan itibaren nereye giderse suluboya kutusunu ve resim blokunu da beraber götürüyor, O, yalnız suluboya değil, yağlıboya da yapıyor. Yalnız uğraşmağa vakti müsaid bulunmadığından yağlıboya ile pek meşgul olamıyor, amma onda da muvaffak olmuştur.
Âkil Muhtar seyahatlerinde defterlerine çok notlar alır, bazı krokiler çizerdi. Hele vapurlarda ve toplantılarda ufak çizgileri az değildir, Bunlar mühim bir yekûn tutar. Hemen hepsi şimdi müzesinde saklıdır.
1927 senesinde Dr. Âkil Muhtar beni, Pariste Dr. Marcel Labbe’niıı klinğiine gönderdiği zaman bir artist üstad yanından diğer bir artist üstad yanına gittiğimi anladım. Marcel Labbe’nin ben orada iken bazı pazar günleri Paule Chabas’ın atölyesinde çalıştığım ve çok güzel ı'esim ve akvareller yaptığını öğrendim. Bana evinde yaptığı sık sik davetlerde bunları gösterdi. Onun Figaro gazetesinde «Critiqüe litteraire» liğini hayretle haber almıştım. Çok kuvvetli bir klinisiyen ve âkademisiyen ve gayet mühim eserleri ve İlmî travayları olan kıymetli Marcel Labhe kendi meşgul olduğu sahada nekadar ilerde ise san’at hususunda da kıymetli bir artistti. Her sene Pariste «Salon des Medecins» de yaptığı en seçme resimlerden teşhir ettiği gibi bir sene de bizim bazı örneklerimizi de koydurmuştu.
İşte, Âkil Muhtar, da memleketimizde bu ince Fransız üstadm ikinci bir misâli idi. Âkil Muhtar çok kuvvetli bir klinisiyen ve tek akademisiyenimiz ve gayet mühim eserleri ve İlmî travayları olan en seçkin ve fâzıl bir âlimimiz ve hakikî bir artistimizdi.
Âkil Muhtar, nev’i şahsına münhasır fevkalâde bir insandı. O, yarım bilgiyi beğenmez Ve yarım insan olmağı aslâ tavsiye etmezdi. Resim san’atinde de nekadar ileri olduğunu senelerle kendisine arkadaşlık eden ressam Feyhaman Duran tasdik etmekte ve onun müzesinde duran ve teşhir olunan serleri bunu göstermektedir.

        Resim yapmak insanı dikkate alıştırır.
       Resim yapmanın tababet için ne kadar mühim olduğunu bilseniz hepiniz ressam olursunuz. Resim yapmasını bilmeyen, doktor olamaz. Bu bir kanundur.
       Daima ahlâkta, ilim ve san’atte yükselmeğe çalışmalıyız. Bunun için tabiatı okumağı bilenlerin gördükleri yolu takip etmeliyiz.
       Gördüğünü tam ve iyi görmeli ve işittiğini tam ve iyi işitmelidir.
       Arkada olan bir insanı da görmek mümkündür. İnsanın gölgesinden de dikkat etmesi lâzımdır.
       Bir hekimin dimağı her şeyle meşgul olmalıdır.
       Yalnız gözüyle dikkat ederek bazı hastalıkların teşhisi mümkündür. Bundan iyi bir şey yoktur.
       İnsanın dünyada her işi kendisinin görmeğe alışması lâzımdır.
       Anlamadığımız birçok şeyler vardır. Vazifemiz bunları anlayıncaya kadar tetkik etmek ve uğraşmaktır.
       Hayatta biraz da zarif olmalı. Bu, insanın kendi hüsnü tabiatını gösterir.
İşte Dr. Âkil Muhtar, bütün bu meziyetlere sahip olabilmek için bir insanın kendi dikkatini, resim yapmağa alışmakla, terbiye etmesi lüzumuna inanarak bunları sırf o maksatla söylemişti.
Âkil Muhtar, muayenehanesine ve kliniğine enteresan vak’alar gelince oturur resimlerini yapardı. Halen Tedavi Kliniğinin eski müşahede kâğıtlarında böyle yapılmış resimleri ve krokileri vardır. Anatomopatolojik kuplar ve otopsiden elde edilen parçaların çok defa oturur, resimlerini bizzat yapar ve bunları büyülterek derslerinde gösterir ve resim bilen talebeye daha iyi bir nazarla bakardı. Hele san’atkâr olanlara üstelik fazla ceht gösterirdi.
Âkil Muhtar derslerinde göstereceği şekilleri ve resimleri kendisi çizer, bazan büyültür ve aslı gibi boyardı. Amma bu arada da pek çok san’at eseri ortaya koydu, İlmî eserlerine koyduğu resim ve krokileri de az değildir, üzerinde durmayıp kimseye göstermediği henüz bir yerde neşr ve hattâ teşhir olunmayan resimleri pek çoktur. Onun bütün bu çalışmaları hayatı müddetince hesap edilerek bir terazide tartılsa bir insanın bu kadar çok okuyup, yazdığına ve çizdiğine hayret olunur. Aramızda, fikrimizde ve hayalimizde yaŞıyan asıl ruhu şâdolsun.
Halen müzesinde duran Dr. Âkil Muhtar Özdenin yaptığı renkli ve Renksiz resimleri şöylece sıralıyabiliriz:
Aded
59       Ankara ve Anadolu seyahatlerinde
21       İstanbul’a ait
3          Boğaziçinde
15       Büyükadada
1          Bursada
129     Avrupa seyahatlerinde
82       İsviçrede .
12       Cenevrede
25       Pariste
5          Natürmort ve çiçek
18       Hayvan resimleri
160     Portreler
Ayrıca 1921 de 1, 1923 de 4, 1935 de 1 defterde Avrupa seyahatleri intibalarını 245 resimle tesbit etmiştir ki hepsi 775 ediyor. .
Bunların hepsi güzel ve tabiattendir. Boğaziçinde ikamet etmediğinden oraya ait resimleri azdır. En çok İstanbul ve Büyükadada oturdundan oralarda çok yapmıştır. Ankara ve Anadoluya ait resimleri fazladır. Bunların çoğu      Millî Mücadeleyi takip eden senelere aittir.



En, çok resmi Avrupa seyahatlerinde yapmıştır. Zira Avrupada dostlarını ziyaret etmekte ve klinikleri dolaşmakla ve hattâ oralarda çalışmakla beraber yine dinlenme için ayırdığı zaman fazladır. Bu cihetle Tıp tahsilini yaptığı İsviçrede dinlenmeği tercih etmektedir. Binaenaleyh en fazla İsviçrede resim yapıyor.
Bütün resimleri tabiattendir.. Fikirden yapılan, hele karikatürize edilmiş resimleri yoktur, Bu arada karakalem ve hattâ hafif pastel yapmağı da seviyor. Elimizde bunlardan çok örnek vardır. Bu arada bazı resimleri altında şu izahatın kendisi veya kerimesi tarafından verildiğini görüyoruz;
        Drogman. 29 Kânunuevvel 1929. Semplon Orient Expreste.
        Ankarada oturduğu ev —. Ankarada Keçiören yolu
        Ankarada bir hamam
—Atatürk’ün bahren îstanbula ilk gelişi (2 suluboyadır)
        Paris 12 Haziran 1924 Hotel Lutetia. Oda numarası 816
        Royat’da
        Polatlıda
        Kızı Aliye «Sarhan» iki tanedir
        Refikası Dr. Fatma Seniye Muhtar
        19 -Nisan 1340. Ankara’dan avdette «modern ve renkli bir portre.»
Resimlerine tevazuundan imza atmıyor. Yalnız bana verdiği bir resmine imza atmıştır, Fakat kendisiyle İstanbul’da ve her seyahatinde daima beraber bulunan değerli kızı hepsinin de babasına aidiyetini tasdik etmiştir. Birkaçında da kendi kalemiyle şu yukardaki izahatın bir kısmı yazılıdır. Ders şemalarının çok itinâlı olanlarından elimizde bir hayli bulunuyor. Rahmetli bunları kısmen kitaplardan alır. Bir kısmı kendi görgü ve tecrübelerine dayanan orijinal şema ve resimlerdir.
Takdim eden:  Dr. A. Süheyl Ünver, Dr. Âkil Muhtar Özden,  TİP TARİHİ ENSTİTÜSÜ -Müzesi ve Kütüphanesi, Sayı: 6 MODERN TEDAVİ MECMUASI Yayınlarından, No. 5, 19 5 2, İSTANBUL


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar