Print Friendly and PDF

RİSÂLE-İ MÜRÂKABE-Abdullah Dehlevî kaddesellâhü sırrahu’l azîz



Bismillâhirahmânirrahîm.
Allah Teâlâ’ya hamd ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duâdan sonra bildiririm ki,
Bu şerefli yolun büyükleri, misâl âlemindeki kurb makâmlarını doğru keşf ile ve açıkça görüp, o makâmları dâire ile ifâde etmeyi uygun bulmuşlardır. Çünkü o makâmlar bîcihet ve bî çûndurlar. Ya'nî cihetsiz ve anlaşılmazdırlar. Dâire de cihetsizdir. Yoksa Allahü teâlâ bahis mevzû'u olunca, dâire ne işe yarar.
İlk dâire imkân dâiresidir. Onun aşağı yarısında seyr-i âfâkî ele geçer. Seyr-i âfâkî kendi dışında, çeşidli renklerde nûrları görmekdir. Yukarı yarıda Seyr ve sülûk-i enfüsî vardır. Bu ise kendi içinde nûrları ve tecellîleri müşâhededen ibâretdir. Rü'yâlara, vâkı'alara i'tibâr etmeyip, devâmlı huzûr ve âgâhlığın hâsıl olmasına çalışmalıdır. Burada Allah ism-i şerîfini anmak, nefy ve isbâtı, dil ile kelime-i tehlîli söylemek de terakkî hâsıl eder. Allah, mubârek isminin müsemmâsı olan zât-ı teâlânın ehâdiyet-i sırfa murâkabesi yapılır.
Kalbe teveccüh ve zikr lâfzını doğru söyliyerek, senin zât-ı pâkinden başka hiç maksûd yokdur [La Maksude illa’llâh] ma'nâsını mülâhaza etmek ve gönlü başka düşüncelerden korumak ma'nâsı taşıyan Vukûf-i kalbîye devâm etmelidir. Çünkü, kalb çok zikr olmadan açılmaz. Kalbe yönelerek ve Allah Teâlâ’nın yüce zâtına teveccüh ederek ve hâtırına bir şey getirmiyerek ve doğru telaffuzla zikrin ma'nâsını düşünmek, zikr ve bâzgeşt, senin zât-ı pâkinden başka hiç maksûdum yokdur ma'nâsını veyâ Ey Allahım! Benim maksûdum sensin ve senin rızândır [İlâhî ente maksudî ve rizaike matlûbî] ma'nâsını düşünmelidir. Bu esnâda kendi yokluğunu ve Allah Teâlâ’nın zâti pâkini düşünmelidir. Bu mülâhaza ve düşünceler, kırıklık ve tazarru' hâliyle birlikde ve devâmlı olmalıdır.
Teveccühe ve keyfiyyete ma'nî olan düşüncelerin kalbe hiç gelmemesi veyâ az gelmesi hâli onbeş dakîka olunca, 'Nerede olursanız olun o sizinle berâberdir' وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ  “huve meakum eyne mâ kuntum” meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşünerek, her ân murâkabe-i maiyyet yapmalı ve dil ile kelime-i tehlîli söylemelidir. Bu murâkabe vilâyet-i sugrâda yapılır. Vilâyet-i sugrâ ikinci dâiredir. Burada Allah Teâlâ’ nın fi'llerinin tecellîlerinin seyri ve ism ve sıfatların zilleri vardır. Tevhîd-i vücûdî, zevk, şevk, âh, nâle, istiğrak, kendinde olmama, devâmlı huzûr ve teveccüh hâli ve benzerleri burada hâsıl olur.
Teveccüh altı ciheti ihâta edip beklenince, vilâyet-i kübrâ dâiresinde seyr başlar. Bu, üçüncü dâire olup, üç dâireyi ve ilk dâirede bir yay içine alır. 'Biz ona şâh damârından dahâ yakınız'  وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ [ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veridi] Kâf sûresi: 16 meâlindeki âyet-i kerîmenin ma'nâsını düşünerek, akrabiyyet murâkabesi yapılır. İlk dâirenin aşağı yarısı olan zikr-i tehlîl esmâ ve zâid sıfatların tecellîlerine şâmildir. Bunun üst yarısında ise zâtın şuûn ve i'tibârları vardır. İkinci dâire o tecellîlerin asılarıdır. Üçüncü dâire o aslların da asılarıdır. Yay ise, o aslların da asılarıdır. Bu ikinci, üçüncü dâirelerde ve yayda 'Allah onları sever, onlar da Allahı sever' [Mâide sûresi: 54]  يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ [yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşünerek, muhabbet murâkabesi yapılır.
Enbiyânın (aleyhisselâm) vilâyeti olan bu vilâyet-i kübrâda tevhîdi şühûdî, enenin fenâsı, bâtın nisbetinde istihlâk ve izmihlâl, islâm-ı hakîki, göğsün genişlemesi, âlemi Allah Teâlâ’nın varlığının zilli ve Onun varlığına tâbi' görmek, kötü sıfatların yok olması, iyi ahlâk ile ahlâklanmak ele geçer. Bütün bu ismlerin ve sıfatların zillerinin tecellîleri ve ism ve sıfatlarla alâkalı tecellîlerle "Zâhir" ism-i şerîfinin seyri temâm olur.
Bundan sonra "Bâtın" isminin seyri, buna âid tecellîler ve hâller gelir. Bu dördüncü dâire, makâmlardır. Bu seyre vilâyeti ülyâ denir. Burada uzun kırâ'et ile nâfile nemâz kılmak ve Bâtın isminin müsemmâsının murakabesi terakkî hâsıl eder. Bundan zâtın dâimî tecellîsinde seyr ele geçer. Bu dâimî olan zâtın tecellîsine Nübüvvet kemâlâtı denilmişdir. Bu beşinci dâiredir.
Zâtın tecellîsinin dereceleri vardır. İlki nübüvvet kemâlâtıdır. Burada i'tibârları da araya katmadan zâtın murâkabesi yapılır. Burada feyzin geldiği yer, toprak unsûru latîfesidir. Kur'ân-ı kerîm okumak terakkî hâsıl eder. Bâtın hâllerinin belirsizliği, anlatılamıyan ve nasıl olduğu bilinemeyen hâller ele geçer. Devâmlı olarak niyyet ve akîdeler kuvvetlenir. İstidlâlî olan şeyler bedîhî olur. Kur'ân-ı kerîmdeki mukataat harflerine âid sırlar, bu derecelere kavuşanlarda hâsıl olur.
İkinci derece, risâlet dâiresi kemâlâtıdır.
Üçüncü derece, ulül-azm kemâlâtı dâiresidir. Bu her iki dâirede feyzin geldiği yer, sâlikin hey'et-i vahdânîsidir. Bu hey'et tasfiyeden, âlem-i emrin beş latîfesinin fenâsından ve âlem-i halkın beş latîfesinin tehzîbinden sonra başka bir hey'et hâlini alır.
Bundan sonra hâsıl olacak olan yedi hakîkatde feyzin geldiği yer hey'et-i vahdânîdir. Kur'ân-ı kerîm okumak, bilhâssa nemâzlarda terakkî hâsıl eder.
Ba'zı büyükler seyr-i hakâik-ı enbiyâ olan bu üç kemâlâtın husûlünden sonra Hıllet dâiresini bildirmişlerdir. Bu da hakîkat-ı İbrâhîmîdir (aleyhisselâm). Burada, hakîkat-ı İbrâhîmînin kendisinden neş'et etdiğini düşünerek, hazret-i zâtın murâkabesi yapılır. Salât-ı İbrâhîmi çok okunur.
Muhabbet-i zâtiyye dâiresi, Mûsâ aleyhisselâmın hakîkatidir. Burada hakîkat-i Mûsevînin menşe'i olan hazret-i Zâtın murâkabesi yapılır. Ve "Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ ıhvânihî minel enbiyâi husûsan alâ kelîmike Mûsâ ve bârik ve sellim" düâsı vird yapılır.
Muhabbet-i zâtiyyenin, mahbûbiyyet-i zâtiyye ile mümtezic olan dâiresi hakîkati Muhammedîdir (sallallâhü aleyhi ve sellem). Burada hakîkat-i Muhammedînin menşe'i olduğunu düşünerek, hazret-i Zâtın murâkabesi yapılır. Sırf zâtî mahbubiyyet olan hakîkat-i Ahmedîde, hakîkat-i Ahmedînin menşe'i olan hazret-i Zâtın sübhânehü murâkabesini yapmak gerekir.
Sırf zâtın hubbunda, hubb-i zâtiyyeyi düşünerek, hazret-i Zâtın murâkabesi yapılır. "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî efdalü salâtike bi adedi ma'lûmâtike ve bârik ve sellim" salâtını çok söylemek de bu makâmlarda terakkiler hâsıl eder.
Bundan sonra, te'ayyünü ve ayırıcı vasfı olmayan hazret-i Zâtın "sübhânehü" mertebesidir.
Dahâ sonra hazret-i Zâtın kibriyâ ve a'zâmetinin zuhûrundan ibâret olan Kâ'be-i hüsnânın hakîkat dâiresi gelir. Burada mahlûklar tarafından secde edilmesi itibariyle hazret-i zâtın murâkabesi yapılır.
Kur'ân-ı kerîmin hakîkati dâiresi, hazret-i Zâtın vüs'atının başlangıcından ibâretdir. Burada Kur'ân-ı kerîmin mebde' [başlangıç] olması i'tibâriyle hazret-i Zâtın murâkabesi yapılır.
Nemâzın hakîkati dâiresi, hazret-i Zâtın sübhânehü vüs'atının kemâlinden ibâretdir. Burada nemâzın hakîkatinin menşe'i olması i'tibâriyle hazret-i Zâtın murâkabesi yapılır.
Bundan sonra ma'bûdiyyet-i sırfa mertebesi gelir. Orada seyr gözle (nazarî) olup, ayakla (kademî) ilerleme şeklinde değildir. Ayakla ilerleme Âbdiyyet makâmındadır.
İmam Rabbânî Mektûbât-ı şerîfin'de geniş açıklanan Ahmediyye yüksek yolundaki makâmların ve murâkabelerin ismleri bunlardır.
Üç vilâyetde keyfiyyetler zuhûr eder. Bu keyfiyyetleri kısaca yazalım: Bîhûdî ve istiğrak, tevhîd-i vücûdî, istihlâk, izmihlâl, tevhîd-i şühûdî, fenâ-ı ene, üç kemâlâtda dâimî olan zâtî tecellîlerin latîfelerdeki zuhûrunun keyfiyyetleri yedi hakîkatdeki latîfeler, genişlikdeki sâdelik, bâtın nisbetindeki keyfiyetsizlik ve renksizlikdir. îmân bilgileri kuvvetlenir, akîde dosdoğru olur.
Bu yüksek makâmlarda çok murâkabe yapan kimse her makâmın renksizliğini (belirsizlik) ve genişliğini ayırabilir. Allahü âlem.
ALINTI

Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Sivasî kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendim buyurdu ki:
—Bismillahirrahmanirrahim
—…..
—Birbirinizde mahvolun. Gardaşlarım!
—Birbirinizde mahvolun.
—Yok olun.
—Yok
—Yok olan var olur.
—Lailahe illallah.
—Nihayet, Lâ mevcude illallah
—Hiçbir mevcud yok, Allah var
—Yok olunca, Allah var olur.
—Ben yoğmuşum o varmış.
—Ben yoğmuşum.
Hakkın kullarını bazı kul eyler
Anı kul eylemez yine ol eyler
—Eden eyleyen Allah. Vela havle vela kuvvete illa billlah.
—Eden eyleyen Allah.
—Gardaşlarım! [İsteyin]
Cenab-ı Hakk kendini de verir bize,
— Kendini de verir.
—Nihayet şöyle söyleyeyim.
—Mecnun, Leyla vardır.
—Âşık, âşıktır.
—Nihayet, Leylanın derdinden yanıyor Mecnun.
—Leyla gelmiş, Mecnunun yanına
—Mecnun; “Sen kimsin? demiş”
—Şöyle bir yoluna düş git demiş, bir haber al…..
—Leylayım, demiş.
—Öyle deyince Mecnun
—Ya ben neyim? demiş.
—Mecnun kendi Leyla olmuş.
—Gardaşlarım!
Allah istediğini verir insana, hemde, kendini de verir.
Allah kendini de verir.
—Gardaşlarım.
—Musa aleyhisselâm Turu Sina’da Allah’la konuşurdu.
—“Ya Musa benim için amel ettin?” Diye Cenab-ı Hakk sormuş.
—Ya Rabbi namaz kıldım, hacca gittim oruç tuttum, zekât verdim, sadaka verdim”
—Ya Musa, bunların ahirette karşılığı var, demiş
—Benim için ne amel ettin? deyince
—Ya Rabbî sen bilin, deyince
—Ya Musa, benim için bir kul sevdin mi? demiş
—Bizde hepinizi Allah için seviyoruz. Karıncayı da Allah için seviyoruz. Her şeyi Allah için seviyoruz.
—Şimdi Bakıyorum dışarı çıkıyorum. Neyi görürsem Allah görüyorum. Nereye baksam Allah görüyorum. Ne görürsem Allah görüyorum.
—Bugünde böyle Allah çağırdı, geldik.
Sizleri de de gördük, yine Allah’ı gördük.
***
Mansur ve Nesîmî “Enel-Hakk” dediği Hakk Teâlâ onlara tecelliy-i zât etmiş idi, ol vakit nûr-u celâlî ile nefislerin fâni kılmış idi, ol sebepten kendi vücudların ve fenâların bilmeğe ilimleri kalmadı biihtiyâri dillerinden “Enel-Hakk” geldi. Zîrâ Hakk Teâlâ onlara  [70]  kãim  bi nefsihi sıfatıyla mücellâ kıldı. Nitekim Allah  Teâlâ  azamet-i  heybetinden  akıllara perâkende oldu, ol galebe halinde mestlik hâli ede, nefislerin fâni kılmış idi, ne söylediklerin bilmezlerdi.
İmdi buna misâl oldur ki, Mecnûn’un aşkı gãyete ermişti ya’ni mâşûkun zikrine zâkir olmuştu, dâim Leylâ Leylâ diye âh u zâr eder gezerdi. Pes zâkir ve mezkûr bir oldu, ya’ni Leylâ’dan ref’ etti gönlü gayri döndü kendi vücûdu mahvoldu. Çün Mecnûn bu hâlete erişti halîfe-i Bağdat buna bir tedbir etti ve etti ki, “Leylâ’yı Mecnûn’a götürün” derhal götürdüler. Pes Halîfe etti “Yâ Mecnûn! hâlin nedir ve gönlün ne yerde? dedi” Mecnûn etti “Bu ne suâldir sende bencileyin bilesin” Halîfe etti “ işte Leylâ’yı sana verem, sen kendine gel” dedi. Mecnûn etti “Leylâ hod benim beni bana nice verirsin” dedi. Halîfe Leylâ’ya etti “Mecnûn’a sen söyle, kendini bildir” dedi. Leylâ etti “Yâ Mecnûn! Leylâ işte benim” dedi. Mecnun etti “eğer Leylâ sen isen ya bendeki kimdir? hâşâ ki, Leylâ iki ola” dedi, Leylâ’ya hiç bakmadı. Leylâ Leylâ diye âh u zâr edip, mâşuk hevâsına uçup gitti. İmdi bu mertebe vahdet şarâbın içtikten sonra olur.
Pes Hakk Teâlâ kaçan ki, bir kulundan ihtiyâr-ı cüz’i tarh ettikten sonra, vücûd mahvolur. Pes dilinden her ne gelirse bîihtiyâr olur. Bâyezid-i Bistâmî  ve  Mansur  ve Nesîmî bu halde iken dillerinden “Enel-Hakk”  geldi  yoksa  kendi  ihtiyârıyla  demediler.
Eğer sâil suâl ederse ki, bu ne sırdır ki, sâdık sâliklerin dillerinden “Enel-Hakk” gelmek ne acîbtir derse?
Cevap budur ki, sâlikler nefsini bilmek üç mertebe üzeredir.
Evveli; sûret-i nefsini bilmektir.
İkinci; sıfat-ı nefsi bilmektir.
Üçüncü; ma’nây-ı nefsi bilmektir.
Kaçan ki, mürid-i sâdık ehl-i  dünyâdan  yüz çevirip ve uzleti ihtiyâr edip mahrem olup, Hakk Teâlâ’nın sıfat-ı Kâbe'sine kastedip riyâzetler çektikten sonra sûret-i nefsi ve sıfat-ı nefsi bilir, ondan terbiyesine [71] meşgûl olur tâ ki, kalb-i ayinesi tabiat renginden halâs olur, ondan sonra ma’rifet mâdeni hâsıl olur, sıfat-ı insana varır ondan sonra ma’nây-ı insana erişir. Ol vakit Hakk Teâlâ’nın sıfat-ı nurların kendi zâtında bulur.
İmdi ol ma’nâyı insan-ı sâlik Hakk Teâlâ sanır, kendi ma’nâsından Hakk’ı temeyyüz edemez, ol hayrette aklı ve ameli cehle mübeddel olur, ol sebepten galata düşer dilinden “Enel-Hakk” sâdır olur, bu sırdan Bâyezid-i Bistâmî eder “otuz yıl envâ-i riyâzetler çekip ve mücâhedeler edip ve horluklar ile talep kapısında oturdum, matlûb-u Bâri Teâlâ’ya eriştim” diye, otuz yıldan sonra Hakk’la benim aramda olan perde ref’ oldu, gördüm ki, Bâyezid perde ardında zâhir oldu. Ammâ Bâyezid niye Bâyezid’e tecellî kıldı?  Ammâ öyle sandım ki Hakk benim, ol makãmda  nice  zaman hayret-i kübrâda kalıp parekende oldum, zerre miktarı aklım kalmadı, ondan sonra Hakk Teâlâ hidâyet kıldı. Bildim ki, görünen Bâyezid imiş ve ma’nây-ı Bâyezid’e görünen Hakk sıfatı imiş, çünkü Bâyezidi bildim, ondan Hakk Teâlâ’yı bildim “Men arfe nefsehu fekad arefe rabbehû ” makãmına eriştim” dedi.
İmdi bu makãm her sâlike müyesser olur sanma ki yüce makãmdır, vahdet makãmıdır, kesret makãmı değildir.
Husûsân ki şimdiki zamanın ehl-i hevâ mukallidleri ağızdan birkaç çürük sözler öğrenmişler; uzlet yok, riyâzet yok, mücâhede yok, dâim sohbetleri ehl-i dünyâ ile dururlar, libâsların fukarây-ı sâbirîne benzetmişler. Ammâ fukarây-ı sâbirînin akvâlinden ve ahvâlinden ve menâzilinden hiç haberleri yok, hemen müteşebbihe üzere kalmışlardır, ehl-i tecridlerdeniz diye eller gezerler, ey ma’rifetten bîhaberler, matlup mekândan münezzehtir. Mürid-i sâdık, matlûba kendiden kendine yakındır.
Ey ahmak  câhiller!
Balık yeryüzüne çıksa, ağzından burnundan  hava girip  helâk olduğu gibi, ey havayı aşk sanıp ellerinizden nefs-i emmâre kullârı vahdet ve kesretten bî- haber, uzleti inkâr edip halka karışmakta ziyân yoktur, vahdet [72] ve  kesret  vahdettir dersiz, ammâ kesrete nazâr edecek gözünüz kördür, dâim sol gözünüz birle sola gidersin ve kesreti ehl-i dünyâya karışmak sandınız, câhillerin i’tibarları sizi helâk etmiş hiç haberiniz yok ey ahmaklar, necât uzlettir ve halâvet uzlettedir ve münâcaat uzlettedir ve derecât uzlettedir ve Hakk’a vâsıl olmak uzlettedir.
Hâsıl-ı kelâm cem’i makãmât vardır uzlet ile hâsıl olur, kãnûn-u şer’i üzere şeriat kimyâsı, hakîkatı tebdîl eylemekle cümle âfetler halka karışmak ile hâsıl olur. Eğer sözlerimin sıdkına şâhit gerekse hadîs-i kutsîde bir yer mezkûrdur, kãle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur; “Uzlet rahmettir dahî halka karışmak zahmettir, dahî ahmaklara karışmak ateşdir dahî uzlet benim bahçemdir, halka karışmak  sübründülüğünde  oturmaktır.” buyurdu. Hakk Teâlâ hadîs-i kutsîde buyurur ki,
“Her kim ki beni isterse; halktan, arslandan koyun kaçar gibi kaçsın.”  dedi.
Ey kendi ihtiyârıyla “Enel-Hakk” da’vâsın eden merdudlar bu fâni zindana bu kadar peygamberler geldi ve gitti, hangi peygamber “Enel-Hakk” da’vâsın etti? hâşâ hiç birisi etmedi, cümlesi Allah Teâlâ’nın birliğini ikrâr edip ve kul olduklarını ikrâr ettiler ve kendi nefislerin âciz ve miskin, fâni dünyâyı terk edip dâim takvâ libâsın giyüb sözleri zikrullâh, sıfatları ve sumtları zikrullâh olup ve halkı Hakk’a da’vet ederlerdi.
“Allah birdir şeriki yoktur ve vahdâniyyette misli yoktur, ferdâniyyette Allah’tan  gayrı ma’but yoktur” sözleri vahy-i rabbânî idi. Hiç nefis hevâsıyle  söz  söylemezlerdi. Salavâtullâhi aleyhim ecmeîn. Hakk Teâlâ cem’i peygamberleri kullarım deyu zikreyledi, hâşâ şerîkim deyu zikr etmedi.
İmdi Kelâm-ı Kadîminde buyurur: Ma’nâsı budur ki: “Zikreyle ya Muhammed bizim kullarımız İbrahim’dir, İshak’tır, Yakup’tur onlar muhkem kuvvetliler idi Ya’ni basîret ıssıları idi” [Sâd, 38/45] demekdir.
Bir âyette dahî buyurur: Ma’nâsı budur ki; “şükür ol Allah’a ki indirdi kulu [73] üstüne Kur’ân” [Kehf, 18/1] ki “Muhammedü’r-Rasûlullâh”dır demektir.
Pes hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) ki habîbullâh iken ve cümle peygamberlerden derecâtta a’lâ iken Allah Teâlâ onu kulum deyu buyurdu.
Ammâ ey hayıza avraddan doğmuş enkâs-ı ebterler, zikrolunan âyetlere cevâbınız nedir ve ne huccet birle “Enel-Hakk”  da’vâsın idersiz?
Bir sehl vakit havadan nefes alıp vermeseniz helâk olursuz, bir hod kâfir ellerinizi arkanıza bağlasa çözmeğe kãdir değilsiz ve gözünüz çıksa geri komağa kãdir değilsiz, ecel gelse ölümden çâre bulmağa kãdir değilsiz. Öyle olunca bunun gibi hor, âciz iken ahlâk-ı zemîme içinde gark iken “Enel-Hakk” da’vâsın nice edersin? 
Mansur’a  ve  Nesîmî’ye taklid sizin misâliniz neye benzer, bî-cîfe hor hınzır yırtıcı canavarlar eder ki “ben dahî insan-ı kâmillerdenim” dediği gibi. Ey enkâs-ı ebter kezzablar, horluk içinde cefâ ile gark olmuş iken nice dersin, ey mukallid. Gök sâfîdir onda kedûret yoktur, ona sâfîler çıkar, yoksa şeytanlar göğe çıkmaz. Ammâ çıkmak isterler, şihâb onları yakar, ya’ni gönüller ehlinin sırrından bilmek isterler, şihâbdan yanarlar geri dönüp şüphe ve zannı heman içinde kalırlar, göğe gitmezler. Ammâ gök şeytan yeri değildir.
Ey kendi ihtiyâr-ı birle “Enel-Hakk” da’vâsın eden kezzâblar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Cebrâil göğsünü yarıp içini yumayınca, önüne Burak çıkmadı ve göklere çıkmağa Burak kılmadı. İmdi kişi dünyâdan ve ehlinden yüz çevirip, uzlet ihtiyâr edip, nice yıllar riyâzetler çekip ve mücâhedeler kılıp tâ ki, ahlâk-ı zemîmeden pâk olup ve ahlâk-ı hamîde ile  münevver  ve  müzeyyen  olmayınca  ona  gökler  kapısı  açılmaz  ve  gökler  esrârını Hakk’tan fehm edemez. Biline ki, kim ki tâlib-i Hakk ise; canını od’a salsın Halîlullâh gibi, tâ ki, gönüller esrârına muttalî ola.
Ey mukallid enkâs-ı ebterler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kudüs’e varmayınca “Sidretü’l- Müntehâ”ya yol bulmadı, siz ahlâk-ı zemîmenin [74] içinde gark iken “Enel-Hakk” da’vâsın edersin, illâ sizin cezânız, seni kelb-i akurt tepeler gibi tepelemektir, âhirette dahî yerin, nâr-ı kübrâdır.
İmdi hiçbir kimse tanrılık da’vâsın kılmadı, illâ hevâ sebebiyle etti görmez misin? Fir’avun tanrılık da’vâsın kıldı, hevâsına tâbi’ oldu. Ammâ ehl-i hevâdan azgın kimse yoktur. Ammâ Hakk Teâlâ kelâm-ı kadîminde buyurur: Ma’nâsı budur ki, “Dahî kim azgındır, ol kimseden ki,  nefsi hevâsına tabidir ve uya hidâyetsiz ol Allah’tandır” [Kasas, 28/50] demektir.
İmdi şimdiki zamanın azgınlar muâmelesi revân ve dalâlet kapıları açık, husûsân eşkıyâ-i hâlikîn ol, mezheb-i gümrâhlar kendi küfürlerin âşikâre kıldılar bu zamanda, zâhir olup şayi’ oldu, ehl-i hevâlar kuvvet tuttu, bunun gibi muhmilât sözleri hevâlarına muvâfıktır, mücerred taklîd birle küfürleri kabûl ederler hiç delil aramazlar, tarîk-i Hakk’ı inkârları ziyâde olur, ol meşâyıhlar ki, Hakk Teâlâ’nın inâyet-i cezbâtıyla din âlemine sülûk edip, yakîn âlemine seyr hâsıl etmişlerdir ve envây-i türlü keşifler Hakk Teâlâ’nın ilm-i lezzet-i devletini bulmuşlardır ve Hakk Teâlâ tarafından ve mürşid-i sâdık kalbinden halkı Hakk’a da’vet edip terbiye vermeğe emrolunmuşlardır. Öyle iken ol ehl-i hevâ merdudlar hiç bu sâdıklara i’tibâr etmezler “mukallidlerdir”diye dâim hakãret birle sol gözleriyle nazâr  ederler, âhirete nazâr edecek gözleri kördür. Ammâ ol mezhep gümrâhların te’lifi ile değildir, bâtıl kitaplar ki, her birine bir ad komuşlardır, ol ehl-i hevâ merdudlar ol bâtıl kitaplara nazâr edip meşgûl olurlar ve ona mağrûr olurlar, i’tikadlar ederler “Biz muhakkıklardanız taklîdten necât bulduk ve havâslardan olduk” derler. Ammâ muhakkak merdûd oldular, îman taklîdinden mahrûm kaldılar, şeytan havâssından oldular  dahî  eşkiyâdan  olduktan sonra iş görmemişler ve ehl-i yakînın makãmâtından bîhaberlerdir, ol bâtıl sözleri müptelâ kılarlar, ol bîçârenin îmanından [75] bin türlü şek ve şüphe ve halel zâhir olur.
İmdi bu âfetler vâki’ olalı ehl-i hevânın fesâdı ziyade oldu. Mezheb-i gümrâhların bâtıl sözleri şâyi’ olduğu ve ehl-i hevâ katında kuvvet tuttuğu şimdiki asırdan gerekti, dîn-i islâm ehlinin içinde müttâ kiler az kaldı ve kalanı dahî münâfıklar arasında garib ve miskin oldu ve halktan uzlet etmişlerdir ve münâfıklar ol müttâ ki, meşâyıhlara dâim i’tibâr etmezler. Pes ol   mezheb-i  gümrâhlara  acîb   hürmet-i  izzet  ederler,   bâtıl  sözlerine  i’tibar  ederler,  hevâlarına muvâfık olduğu için ol azgınlar anın için küfürlerin âşikâre kılarlar. 
Ammâ evvelki asırda müttâ ki, meşâyıhlar ulemâlar çoktu ve hem hâkimler dindardı, din gamın ve gassâsın yerler idi, bunun gibi bâtıl sözleri söyleyen azgınları din kılıcı ile katlederlerdi. Şimdiki asırda ol azgınlar ehl-i dünyânın makbûlleri oldu. Ammâ ma’rifetsiz canavarlar, kâfirler dârü’s-selâma dâhil olmaz ve Âdem’den mîras yemez. Zîrâ kâfir, müslüman anasından  mîras  yemez,  cem’i  peygamberler  mezhebinde  böyledir.  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Îmanı yoktur şol kimsenin kim emâneti yoktur ve dini yoktur şol kimsenin ki ahdi yoktur.”  [Ahmed, Müsned, III, 135; İbn Hibbân, Sahîh, I, 422; İbn Abdilber, Temhîd, IX, 255.] dedi.
Pes sen ondan mîras yiyen sâdık sâliklerin alâmeti oldur ki, emâneti ve akdi olur, emâneti ve ahdi olanın alâmeti budur ki, dünyâdan ve ehlinden yüz çevirip cem’i dünyâ lezzetini kendine haram eyler, aşk-ı vechullâh olur ve ol vechullâh makamının azametinden ve celâletinden ötürü varır beytullâhı yedi kez tavâf eder ve Hacerü’l- Esved’i istîlâm eder. Hakk Teâlâ ahidnâmeyi Hacerü’l- Esved’e ısmarlamıştır,  ol hacer  yâdıyla ahidnâme ondan zuhûr ede, ondan sonra haccın tavâfın ve salâtın ve cem’i amelin sırrına erişir, hükmünü icrâ eder, ubûdiyyet hakkın yerine getirir, ondan ümmet-i vasat olur. Zîrâ ki, Kâbe’nin vasat-ı arz mıdır?
İmdi Kâbe bunun  sırrına  erişti,  ümmet-i  vasattan oldu, ondan kendi mâhiyetini idrâk eder. Ondan sonra Hakk Teâlâ ona tecellîy-i zât eder. Allah cem’i eşyâdan münezzeh görür, müşriklikten halâs olur, halktan  tamam  ümîdin  keser, ondan ehl-i Kur’ân olup, dârü’s-Selâma [76] dâhil olur.
İmdi emânet-i ahdi olanın alâmeti budur ki, Rasûlullâh (sav)buyurmuş ki: “Ehl-i Kur’ân ehlullâhtır, ehlullâh ona derler ki, kendi mâhiyetini idrâk eylemiş ola, Hakk Teâlâ tecelli-i zât etmiş ola” [İbn Mâce, Mukaddime 16; Kinânî, Misbâhu’z-zücâce, I, 29.]
 Ey ibâdette kalan ehl-i Kur’ân âvamlar, Kur’ân'dan mahrûmdur. Ey bey’at kulları taklîd zulmetinde gark olmuş ahmaklar, Allah Teâlâ Kelâm-ı Kadîm’inde buyurur ki,  [Şüphesiz bu, değerli bir Kur'an'dır, korunmuş bir kitaptır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir.] [Vâkıa, 56 /77-79] İmdi Kur’ân’a zâhir olan mü’minler, ârifler yapışır ve sırrını fehm  ederler.  Anın  için  hükmünü  icrâ ederler, sâdıklardır, tevhîd-i zâta erişmişlerdir, makãm-ı vahdette istikãmet bulmuşlar. Hakkıyla Hakk’a ikãmet ederler, likãya vâsıl olurlar, müşâhede icre fenâfillâh olmuşlardır ayn-ı bekâya.
Pes kaçan bir kulunu sevse mevlâ,
Kılar her gününü gününden a’lâ.
Biline ki, mü’mini sever Allah, mü’min oldur ki, şeriat-ı kimyâsıyla hakîkatı tebdîl ede, ahlâk-ı zemîmeden ahlâk-ı hamîdeye. Tâ ki, kalbi beytullâh ve arşullâh ola ve sırr-ı Kur’ân hükmünü icrâ ede ve amel-i salihde müşâhede ve Allah korkusundan hergün terakkîde ola ve dâim Allah ipine yapışa hükmü şeytana yapışmaya, ol mezheb-i gümrâhlar gibi.  Ammâ  Hakk  Teâlâ  kelâm-ı  kadîminde  buyurur: “Yapışınız Allah ipine cümleniz ayrılmayınız Hakk’tan.” [Âl-i İmrân, 3/103.] demektir.
Allah ipi Kur’ân’dır, muhkem yapış tâ ki, mezheb-i gümrâhlardan halâs olasız. Pes Kur’ân’a yapışmak oldur, Allah Teâlâ’nın emrine imtisâl ede ve nevâhîsinden içtinâb ede ve şeriatı azîz tuta, ya’ni azîz tuttuğu olaki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yoluna girip sünnetini kavlen ve fiilen ittibâ edip emrin ve nehyin bilip ve her sözüne râzı olup  ve  hükm-i Kur’ân’la amel edip ve ehl-i dünyâdan yüz çevirip, uzlet ihtiyâr edip ve kanaat hazinesine gire ve Allah Teâlâ’yı gãyet pek sevip dâima işi zikrullâh ola ve gussâ yoldaşı ola, dâim ağlaya, şâd olup gülmiye ve ömrü taat ola ve gazâsı nefs-i emmâresin öldürmek ola, dâim nefsi başını mücâhede çekici birle döve ve takvâ oyasını başından gidermeye ve nefsini merkep edinip bine, Hakk yoluna yürüye ha! Sâdıktır. Pes [77] yoksa bir kezzâb ki, adı  mü’min dini gayri, dili “Lailâhe illa’llâh Muhammeddurrasûlüllâh” der ve “ahkâm-ı şeriata inandım” der. Ammâ döner anın hilâfın işler, onlar münâfıkdır mü’min değildir.
İmdi sâdık kişi oldur ki, dili ile kalbi bir ola, dili kalbi bir olanın alâmeti oldur ki, Hakk Teâlâ onu bir mürşid-i sâdık sohbetine eriştirir, ol yüzü dünyâya bağlamış iken döner bir kezden her nesneyi terk eder, aşk gurbetine düşer, münâfıklar arasından gider uzlet ihtiyâr edip mürşid-i sâdık huzurundan ayrılmaz, envâî riyâzetler çekip ve mücâhedeler eder tâ ki, “Men arefe nefsehû…” makãmına erişem diye dâim gözyaşın döker, sa’yeder, ehl-i hevâya uymaz.
Ammâ husûsan şimdiki zamanın ol hevâ şeyhleri, mezheb-i gümrâh merdudları ki, uzleti yok, riyâzet yok, mücâhede yok, dâim sohbetleri ehl-i hevâ ile kahvehânelerde ehl-i ağniyânın hevâsına muvâfık sözler söylerler; onlara hoş gelsin, bize i’tibâr eylesinler diye.
 Ol mezheb-i gümrâhların bâtıl sözleri hoş, hiç delil istemezler, bir kezden ol kâfirleri ederler, zîrâ nefs-i emmâre kâfirdir ve mürâîdir ve hem münâfıkdır, gıdâsı hükm-i şeytandır. Anın içün ol mezheb-i gümrâhlar ehl-i hevâların makbûlleridir.
Ammâ ol mürşid-i sâdık ki, Hakk Teâlâ’nın inâyeti birle din âlemine sülûk edip ve yakin âlemine seyr hâsıl etmiştir ve Hakk Teâlâ’nın aşkı od’una yanıp kül olup ve envâi türlü keşifler edip, ilim lezzet-i devletini bulmuştur ve Hakk Teâlâ tarafından halkı Hakk’a da’vet edip terbiyyet söyler, Kur’ân’a ve hadîse muvâfık söyler, anın için mürşid-i sâdıkı sevmezler.
Ammâ ey mezheb-i gümrâhlar ve kezzâblar, evliyâ dinin kâfirden eşedd evliyâ düşmanları, Allah’tan dilerim ki, cem’i evliyânın hışmına uğrasınlar, âmin! Yâ muîn. Bir kâfirden eşedd mezheb-i gümrâhlar ve merdudları, evliyâya beraber gördüğünüz için.
Ey ahmak câhiller, dünyâ kadîmdir diyen kâfirden eşedd merdûd-u nâkıs evliyâ olur mu? hâşâ nâkıs merdud oldur der. İmdi bu dünyâ masnû’-i sâni’ olduğu evliyâya gün gibi ayandır, hâşâ ki, kadîm ola.
sh:69-78
Kitâb-ı tevhîd-i  zât- Mecnûn ile Leylâ/ TEVHÎD-İ ZÂT RİSÂLESİ- Ahmed Câhidî

Kaynak:ORHAN ÇAMLICA, Ahmed Câhidî’nin Nasihatnâme Ve Tevhid-i Zât Adlı Risâleler’inin Tahlîli, T.C. Marmara  Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı -Yüksek Lisans Tezi  , İstanbul, 2006
**************
“Allah Teâlâ’dan istedim, vermedi”, deme
İstemeyi bilmedin bâri yalan söyleme!
Yarhisarlı Hüseyin Doğan Efendi

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar