ROMA İMPARATORLUĞUNUN HABİS RUHU HRİSTİYANLIK VE ORİJİNAL DİN [HANİF DİN]
Tanrılara kurban adama'nın tüm halkların
tapınımlarından biri olduğunu, bunun Arap mitlerine geçerek baştan beri ele
aldığımız "kurban efsanesini-mitini” yarattığını belirttim. Burada
akla son olarak şu soru gelebilir; Tevrat'ı İbrahim geleneği yarattığı, kurbanı
sürekli olarak o salık verdiği halde neden sadece İslamiyet inançlarında devam
etmektedir?
Bunu Tanrı sözlerinden çıkarmaya
çalışalım:
“Yahudi veya
Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" dediler. Ey Hz. Muhammed! Doğruya yönelmiş olan ve
Allaha eş koşanlardan olmayan İbrahim dinine uyarız de" (Kur’an
Bakara-135)
"İbrahim,
Yahudi de, Hristiyan da değildir, ama doğruya yönelen bir müslimdi; “(Kur’an Âli lmran 67)”
Görüldüğu gibi Hz. Muhammed [salla’llâhu
aleyhi ve sellem] Tevrat’ı, lncil’i atlayıp dinin gerçeğine, yani asıl gelenek
olan İbrahim dinine yöneldiğini belirterek sonra gelenlerin ya da yazılanların
hep yazma-bozma ve uydurma olduğunu sık sık hemde paylama şeklinde bildirerek
ilk orijinal geleneği göze batırmaya çalışıyor.
Bu tespit yanlış değildir. Yahudi dini
tefeci bezirganlığın yaz-boz tahtasına çevrilip “ilk orjinal dinden”
epeyce uzaklaşmıştır. Zaten yazılı olanlar bile birbirleriyle çeliştiği gibi
neredeyse evrenselleşen imparatorluklar arasında hiçbir gücü olmadığından küçük
kavimler arasında sıkışmış, evrenselleşememiş bir “din”dir. Bezirganlık
ideolojisi olarak sürekli oynandığı için Hz. Musa'nın kitaplarında
(pentateuk) kurban adamanın gerekliliği ve nasıl kurban adanacağına ilişkin
uzun ve ayrıntılı açıklamalar varken, l.S.70 yıllarından sonra kurban adamaktan
vazgeçilmiştir. Dinin aslından sapmaya birçok örnek gösterilebilir.
Fakat kurban tapınımının kaldırılması örneği en çarpıcı örnektir. Başka
örnekleri ele almak konuyu ayrıntıya boğacağından bu açıklamayla yetinilmesi
yerinde olacaktır.
Incil
ise tam anlamıyla uydurmadır. Hz. İsa'nın yaşamından ve başından
geçenlerden başka dişe dokunur hiç bir şey yoktur. Zaten bir değil, onlarca
hatta yüzlerce İncil vardır.
Büyük büyük konsiller,
İncilleri zamanında ayıklayabilmek için çok uğraş vermişler ve bunların
sayısını üç beş taneye zorlukla indirebilmişlerdir. Bu yüzden Roma İmparatorluğu'nun
"habis ruhu”, kölelerin yatıştırıcı ideolojisi İncil üzerinde uzun uzadıya
durmayı gerekli görmüyoruz. Fakat yazımın kısmen “dinler tarihi" şeklinde
gelişmesi karşısında kimi arkadaşlarımızın eksiklik olarak görmemeleri için bir
kaç sözle bunada burada değinmeyi yararlı görüyoruz.
Hz. İsa, yaşayıp yaşamadığı dahil
tartışmalı olan ve diğer peygamberler gibi Yakındoğu’da, “Vaadedilmiş
topraklar"da çıkan ve başlangıçta bir Yahudi peygamberi olduğu halde yeni
bir dinin kuruculuğunu gerçekleştiren bir tarihsel-kutsal kişiliktir. Ancak
diğer Yahudi peygamberleri gibi habire barbar akınlarının büyük büyük
imparatorlukları yıkıp kurduğu bir zamanda değil, uluslar göçünün sonuna doğru
gelinirken evrenselleşmiş bir imparatorluğun yani Roma imparatorluğunun
ideolojisi olarak doğdu. Ama Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Muhammed
[salla’llâhu aleyhi ve sellem] den farklı olarak bu imparatorluğun kuruluşunda
değil, çöküş aşamasında çıktı. Bu durumu nedeniyle çağ açıcı, uygarlık
kurucu, düzen koyucu bir din yerine, feryadı dünyaları saran antik tarih
zulmunün yatıştırılması için ortaya çıkmış bir din oldu.
Roma İmparatorluğu
içinde 10 kişiden neredeyse 9’unun köleleştirildiği ve bu kölelerinde modern
bir sınıf olamamaları nedeniyle düzeni değiştiremedikleri bir dönem
yaşanıyordu. Spartaküs gibi büyük köle isyancıları ve isyanları çıkmasına
karşılık, bunlar hiçbir zaman sosyal bir düzen değişikliğine (Devrime)
varamazlardı ve varamadılar. Neden varamadılar? Bu sorunun yanıtı yazımızın konusu
değildir. Ama isyanların trajik sonları herkesçe biliniyor; kılıçtan
geçirilmek, katledilmek.
Evrensel boyutlara ulaşmış Roma
imparatorluğu hiç de uzun olmayan aralıklarla iyice şişmiş ve sıkıntılara yol
açmak durumuna ulaşmış köle problemini böyle kılıçtan geçirmelerle çözmeye
çalışıyor ve düzen içinde bir çözüm tutturmaya çalışıyordu. Fakat zor gücü
yalnız başına bir çözüm olamazdı. Çürümeyi giderecek dışardan barbar
akınları da iyice azalınca (sonuncusu Hun’ların akını idi) düzenin başka
amortisörlere ihtiyacını bir zaruret olarak dayatıyordu. Halkın sosyal ve
fizik acılarını dindirecek şey, bir dinden başkası olamazdı. Ne ‘Tanrıların
bolluğuna" dayanan eski dinsel yapı, ne de hiçbir zaman
evrenselleşemeyen Yahudi dini bu boşluğa dolduramazdı. Bu nedenle Yahudiliğin
açtığı tek tanrılı yoldan ve özellikle “Mesih” beklentisi yolundan düzeni
rahatlatacak yeni bir kurtarıcı olarak Hz. İsa geldi.
Hz. İsa, her ne kadar yerleşik çok tanrılı sistemin eski din
sınıfları tarafından engellendiyse de çok geçmeden “Devlet dini" olarak
beklenen yerini, aldı. Böylece insanlar yaşadıkları dünyadan umut kesip öteki
dünyada mutluluk ve huzuru arayabilirlerdi. "Dinin afyon rolü"
en çok Hz. İsa dini için geçerli oldu.
İşte bu nedenlerle yeni bir uygarlık
kuruculuğuna soyunan, tarihi yol açıcılık göreviyle determine olmuş
Hz. Muhammed
[salla’llâhu aleyhi ve sellem], ne Yahudi dinine, ne Hristiyanlığa itibar
edemezdi. Bu nedenle
kendisininde açıkca belirttiği gibi doktrinin aslına, tüm dinleri yaratan ortak
ideolojiye gitmiştir. Bu yüzden kurban tapınımı diğer dinlerde kalmadığı halde
sadece İslam dininde uygulanmaya devam etmiştir.
İslam dininde bir tapınım olarak varlığını
devam ettiren “Kurban" ve "Kurban bayramı" olayının tarihsel
kökleri sanırız iyice açıklığa kavuşmuştur. Olayın bir de “bayram” boyutu
vardır. Kısaca buna da değindikten sonra konu üzerinde yürütülen çalışmalara
bir göz atıp, farklılıklarımızı ortaya koyarak bitirelim.
“Bayram” diye adlandırılan olay bütün
dinlerin belirli zamanlarda, belirli biçimlerde gerçekleştirdikleri tapınımın
Türkçede ki ortak adıdır.
Bunun
en önemli, en çok dikkat
çeken yanı, her zaman değil, takvimin belirli
tarihlerinde, her yerde değil, belirlenmiş yerlerde, gelişi güzel
değil tarihin derinliklerinden getirilmiş belirli şekillerde
gerçekleştirilişidir. Bu neden böyledir?
Konuya bir kaç
yönden bakılmaktadır. Bunlardan birisi Freud'un psikanalitik bakış açısıdır. Buna göre gerek din gerekse dinsel
tapınım insanlığın nevrozudur. Tezini açıkladığı “Hz. Musa ve Tek
Tanrıcılık’’ adlı kitabında;
“Erken yaşta bir travma -kendini savunma-uyuklama
evresi -nevrotik rahatsızlığın patlak verişi-geriye itilmiş nesnenin kısmen
dönüp gelişi; işte bir nevrozun oluşumu için saptadığımız formül budur.’ diye
bir tespit yapıyor ve bunun birey için "takılıp kalma”, “yineleme
saplantısı"na nasıl yol açtığını açıkladıktan sonra, “bireyden
toplumsal"a geçiyor ve:
"Şimdi bireyin yaşamındakine benzer
bir sürecin soyyaşamında da gerçekleştiği varsayımını benimsemeye çağıracağız
okuyucuyu." şeklinde bir önvarsayımı kabul etmeye zorluyor. Bundan sonra
uydurma ve spekülatif nitelikte olduğunu tartışmaya bile gerek bulunmayan
“İnsanlığın sürüler halinde yaşadığı dönemde bir baba katli olduğunu, katlin
travmatik nitelikte bulunuşundan dolayı geri dönüp gelerek Baba tanrıya
dönüştüğü" yolunda açıklamalar yapıyor. Fakat asıl tespitini, "dinsel
öğreti ve seromonilerde iki tür ögenin varlığını saptarız; birincisi, eski aile
öyküsüne takılıp kalmalar (fiksasyon) ile bunların Kalıntıları; ikincisi,
geçmişin yeniden diriltimi (ihya), unutulmuş nesnelerin uzun aralardan sonra
yeniden dönüp gelişi." olarak özetliyor.
Şimdi bu spekülatif açıklamalarla, bizim
yazımızda tüm sınırlı olanaklara rağmen yapılmaya çalışılan açıklamalar
birbiriyle karşılaştırılabilir. İlk bakışta da görülebileceği gibi ikisi
arasında olağanüstü farklar vardır. Bir kere,
“formülasyon uyduruculuğunu" tarihe ve insanlığa dayatmak yerine, maddi ve
manevi gerçeklikten yola çıkılmış, her iddia olayla kanıtlanmaya çalışılmıştır. Daha sonra "birey"den değil,
"toplumsaldan” yola çıkılmıştır. Bu yüzden tıbbi yaklaşımın bir sonucu
olarak tek tek insanların hasta ve nevrotik oluşlarıyla, tüm insanlığın
"hasta" olması arasında derin farklılığın bizim yaklaşımımız da
bulunamayacağını belirtmeye bile gerek yok. Biz
insanlığın nasıl yaşadığı ve bu yaşayışın nasıl bir düşünüş ve inanışa yol
açtığı ile ilgiliyiz. "ldeoloji"yi nevroz saymanın bizim haddimiz ve
hakkımız olmadığını düşünüyoruz.
Ancak, baştan beri konuyu ele alırken şunu
gördük; çağlar değiştikçe ideoloji hemen arkasından değişmiyor. Eski
ideolojiler ile yenileri uzunca bir süre birarada yaşamaya devam ediyorlar. Bu
da doğal bir sonuçtur; çünkü örneğin 50.000. yıla yakın sürmüş tarihöncesi
ideolojilerin tarihe girmekle hemen değişmesi asla düşünülemez. Hem eski
ilişkiler, hem de özellikle eski düşünüş tarzları her zaman yeniyi sürekli
zorluyorlar. Buna Freud'da olduğu gibi “geçmişin nevrotik bir tarzda geri
dönüşü" denmesi olsa olsa kafa kargaşasına yol açar. Çağların yaşayış
ve düşünüşü her zaman iç içedir.
Bu yüzden "bayram" şeklinde ki
tapınımların nevrotik bir saplantı olmaktan ve burada aranmaktan önce çağlar
boyunca süren maddi ve toplumsal ilişkilerde aranması gerektiğini düşünüyoruz.
Farklı anlayışlar üzerinde biraz daha "fikir cimnastiği" yaptıktan
sonra bunu göstermeye çalışağız.
Bayramlar üzerine. daha doğrusu tapınımlar
üzerine bir başka dikkat çeken görüş, din tarihçilerinin görüşüdür. Buna göre Bayramlar Kutsal’ın tezahürüdür. insanlık yaşanan zamanı
Tarih dışı bir boyuta taşımak istemekte ve buda "bayramlara" yol
açmaktadır. Bayramla birlikte yaşanan
zaman bu zaman değildir; bayramın geçtiği yer somut yaşanan yer değildir;
insanların o an yaşadıkları ilişki tarihsel ve insani bir ilişki değil,
tarihdışı esrarengiz ve varolanın ötesinde ki bir ilişkidir. Temel tez budur. Ama insanlar neden böyle yapmaktadırlar? Durup dururken
mevcut zaman, ilişki ve yaşam yeterliyken böyle "acaip" bir durumun
içine neden girmektedirler? Bu soruların yanıtı yoktur.
Oysa yanıt toplumsal yaşam ve gereklerin
içindedir. Örneğin Mezoamerikan halklarının kurban bayramının protein ve besin
ihtiyacından kaynaklandığını ayrıntılı örneklerle göstermiştik. Yaşamın temel
davranışlarının toplumsal onayı kendini ideolojide ve tapınımlarda gösterir.
Yukarı barbarlığa giren bütün halklar
hasadla ilgili bir takım tapınımlar geliştirirler. Nedeni çok açıktır: İnsanlar
kendi yaptığı şeyleri kendi yeteneklerinin sonucu olarak değerlendiremezler.
Olsa olsa bir büyük iradenin ürünü olabilirler. O büyük irade toplumsal
yaşamdaki onurlandırma gibi onurlandırılır. Herşey paylaşıldığı gibi ürünün
oluşmasını "gerçekleştirenle” de paylaşılması zorunludur. Bu yüzden her
sene belirli zamanlarda "hasad şenlikleri” düzenlenir. Bunun belirli
zamanlarda yapılmasının gerekçesi açıktır: Doğanın kendini üretme zamanlarının
her sene devrevi olarak aynı zamanlarda gerçekleşmesinden. Doğaya ve toplumsala
dair bilinemezlik doğal tanrılara ve doğal inanışlara yol açar. Frazer’in
çok güzel örneklerini sunduğu gibi ürünün en iyisi ve ilk ürün bu doğal
tanrılara adanır.
Tarıma geçememiş orta barbarların
hayvanlara ilişkin tapınımları da çok farklı değildir. Hayvanın kendisi insan
üretiminin sonucu olmayıp, olsa olsa tanrısal iradenin bir ürünü olabilir.
Öyleyse tarihin önceden beri getirdiği tapınım hayvanların belirli zamanlarda
büyük iradeye kurban edilmesini gerektirir.
Demek zamanı ilga edelim bir başka boyutta
yaşayalım düşünüşünden değil toplumsal ve doğal zorunluluklardan kaynaklanan
bir durum vardır.
Kutsal olanla ilişki de öyledir. Tarihin
belirli zamanlarında komüna bireyin dokunulmazlığa sahipken kişi sivrilmelerinden
sonra bu kez kutsallığın boyutu değişmiştir. Herşey kutsallaşınca toplumsal
çıkmazları aşmanın tek boyutu olarak ve zorunlu olarak yaşama yeni bir
“kutsallık” sızmıştır. Gerçekten de insanlar bu kez altlık üstlük
ilişkileri içinde bulununca artık bunun kabul edilebilir hale koyulması da
gerekti. Olağanüstü mistisizme kardırılmış bir ilişkiler evreni
yaratılmalıydı ki insanlar oraya taşınabilsin ve "tarihsel zamandan"
kurtulabilsinler. Bu yüzden zaman aşkınlaştırıldı; bu yüzden yer ve
ilişkiler aşkınlaştırıldı. Yani inanışın acıları dindiren “afyon"
boyutuna, doğal olandan tarihsel geçmiş kullanılarak böylece geçildi.
Kurban ve kurban bayramı üzerine bir başka
örnek Türkiye'den: İslamiyet ve din konusunda ülkemizde en çok yankı uyandırmış
ve fanatik İslamcılar’ın katliyle daha çok ünlenmiş bulunan Turan Dursun'un
yaklaşımı benzer yaklaşımlar içinde en iyi örnektir. Dursun, “Tabu Can
Çekişiyor: Din Bu’ adlı kitabının 1. cildinde “Kurban ve Kurban bayramı"
konusunu inceliyor ve kutsal kitaplardan olayı aktardıktan sonra sorular
soruyor. Bu soruların bazıları şöyle:
“Ibrahim çocuğunu kurban etmek, kesmek
için bir "düş"ü nasıl kanıt saymış?
Bunun Tanrı'dan olabileceğini nasıl (daha
doğrusu niçin) düşünmüş?
Bu oğlanı bir armağan olarak veren Tanrıysa
nasıl olup da yatırıp kesmemi buyurur?
Böyle ARMAĞAN olur mu?
Tanrı'nın amacı armağan vermek mi cinayet
işletmek, öz çocuğumu keserek acılara gömmek mi? diye neden düşünmemiş?
- Burada
olduğu gibi başka konularda da Kur'an’da Tanrı’nın insanları denediğinden söz
edilir. Tanrı’nın denemeleri kime karşı, niçin?
Bir şey öğrenmeye, ya da kanıtlamaya
gereksini mi var?
- Bir
başka kişi de “düşünde gördüğünü bir kanıt sayarak" İbrahim'in tutumunu
gösterirse ne olur?
İbrahim'in öyküsüyle buna yol açılmış olmuyor
mu?
- Tanrı
İbrahim'e çocuğunu kestirmeyeceğini bildirirken oğlanın yerine bir
“kurtulmalığa" neden gerek görmüş?
Bir başka canlıyı kurban etmek niye?
Ya da bunun için bir kurbanlık yaratıp
göndermek?
Akla gelebilen ama karşılıksız kalan
sorulardır bunlar" (Din Bu 1. Cilt sf. 125) diyor, T. Dursun.
Bu sorular gerçekten
karşılıksız mıdır?
Eğer gerçeği aramıyorsak,
geçmişte insanlar neden böyle düşündüler diye düşünmüyorsak, eğer 21. yüzyılın,
modern çağın kriterleri ile yanıtlar arıyorsak (aslında aramıyorsak!) gerçekten
bu soruların karşılığı yoktur. T. Dursun aslında
efsane ile ilgilenmiyor. Onun ne kadar saçma, ne ölçüde olanaksız, bunlara
inanmanın en kadar gülünç olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Bu yaklaşım doğru
mudur?
İlk bakışta doğru gibi görünüyor.
Çağımızın insanı için, 1400 yıl önceki
(hatta kurban efsanesi bakımından onbinlerce yıl önceki) ideoloji ve insancıl
ilişkiler olağanüstü saçma, gülünç hatta T.Dursun’un belirtişiyle
“katliam" gibi görünecektir. Başka türlüsü mümkün müdür?
Denecek ki evet mümkündür; dünya’da tüm
dinlere inanan milyarlarca insan bulunduğuna göre mümkündür. Bu inanışların
bugünkü gerçeğe uymadığını ortaya koymak belki geriliğe, gericiliğe karşı savaş
gibi gelebilir. Neden sorusunun sorulmasını yasaklayan, tanrı buyruğunu
sorgulamayı kâfirlik sayan inanışlar karşısında gerçek yanıtlar olmasa da
düşünmeye çağırdığı için belki bir değer taşıdığı kabul ' edilebilir.
Fakat bize bu
"kaba gerçek" değil, gerçeğin derinliği gerekir. Dinsel dogmaları son
derece basit karşılaştırmalarla, herkesin bildiği fiziksel açıklamalarla dahi
alt ettiğimizi düşünebilirsiniz. Fakat "inananın" karşısında sorgulama nafile
bir çabadır. Ne bizim yaptığımız açıklamalar, nede T.Dursun’un
"soruları" ve yaptığı açıklamalar onlar için bir anlık kuşku dahi
yaratmaz. Çünkü iddia tanrı buyruğudur, doğrudur ve asla
tartışılmaz. Bu yüzden T.Dursun "inananlara" hitap ediyorsa (ya da
ettiyse) boşuna uğraşmış olmakta, hatta tahrik edici bir davranış içinde
bulunmaktadır. Yok
eğer, gerçeğin ta kendisini arayanlara hitap ediyorsa sığ açıklamalarla ya da
"sorularla" olacak iş değildir bu.
Nitekim kendisi de
bunu kısmen anlamış olacak ki kurban için iki sebep açıklıyor:
Birincisi, "Ayetlerden
anlaşılan o ki, ilk doğan oğlan’ın “Tanrı’ya kurban edilmesi" biçiminde ki
eski inancın bir yansıması var" diyor ve ikincisi, "Bu dinlerde
"insan" kimi durumlarda "mal'dır. Örneğin köle, sahibinin
malıdır. Karı kocanın malıdır. Çocukta özellikle "babanın" malıdır.
İbrahim'e çocuğunu "kurban etme" yetkisinin verilmesi bundan"
diyor.
Gösterilen sebeblerden birincisini alalım;
gerçekten efsanede "İlk doğanın adanması" inancı vardır. Fakat
"ilk doğanın adağı" ne zaman, nerede ve daha önemlisi niçin
gerekmiştir?
Bu uygulamanın bu kadar köklü bir inanış
özelliği taşıması nedendir?
İnsanlar günümüz insanlığı için
"vahşet" sayılacak bir tapınıma niçin ihtiyaç duymuşlardır?
Değil koskoca bir
tarihin determinizmini aramak, bu basit soruların karşılıklarını dahi
T.Dursun’da bulmak olanaklı değildir. Bu "tarih
bilimi" yoksunluğu ikinci sebeb ortaya konulduğunda daha açıklıkla ortaya
çıkar; karının, çocuğun, kölenin "mal" olması.
Bir kere kurban efsanesi aşağı
barbarlıktan (avcı, toplayıcılıktan) orta barbarlığa (Göçebe hayvan
yetiştiriciliğine) geçişin başlangıcına, geçiş çağına denk düşen bir efsanedir.
Dolayısıyla bu çağda ne "kölelik’’ vardır, ne de çocukların
"mal" sayılışı. Bu çağ anaerkillikten tümüyle kurtulmamış tam bir
komünal çağdır. Her ne kadar efsane ataerkilliğin "baba İbrahim'ini"
ortaya çıkarmak üzere ise de kadının hala etkilerini devam ettirdiği bir
dönemdir. Nitekim Sara’nın İbrahim üzerinde ki egemenliği aynı efsanenin
ayrıntılarıyla anlattığı bir gerçektir. Dolayısıyla bu kanı yanlıştır.
Burada denilebilir
ki "aynı İbrahim’in köleleri de var cariyesi de var. Bu nasıl açıklanacak?" Çok basit! Efsane, İbrahim’in bir
yüzyıldan fazla yaşadığını açıklıyor! Bu, Arapların atası olarak tüm bir
tarihsel geçmişin (Tarih öncesinden tarihe girişin) tüm efsanevi olaylarının
İbrahim’e mal edildiğini gösterir. Bu gerçek bilinmeyince, İbrahim’in kim
olduğu ve ne zaman hangi ilişkileri yaşadığı bilinemez ve T. Dursun’un yaptığı
gibi ‘'İbrahim mavalı"ndan bahsedip konuyu kapatmak gerekir. Oysa olay
göründüğünden daha derindir.
Konuya
bakış açısı modern çağdan, İbrahim’in yaşadığı çağların açıklanmasına
götürülünce olaylar kendiliğinden aydınlanır. Örneğin “düşlerin",
“kehanetlerin" antik çağda tinselliğin en önemli tezahürü olduğu, hatta
peygamberliğin, kutsallığın en önemli işlerinden olduğu, T.Dursun’un sandığı
gibi “basit bir düş" denilip geçilemeyeceği kendiliğinden ortaya çıkar.
Eğer aşağı barbarlığın avcılığa dayalı
toplumunun kıtlık içindeki yaşantısı bilinirse "Tanrı’nın insan kurban etmekten ya da çocuk kurban
etmekten" başka bir şeyi insanlığa salık veremeyeceği de bilinmiş olur.
Yine aynı şekilde hayvan evcilleştirmenin getirdiği bolluk karşısında Tanrı’nın
insanlığa, "insan ve çocuk kurban etmeyi bırakın, artık hayvan kurban
edin" buyruğu vermekten başka bir tutum takınamayacağı da T.Dursun’un
sorusunun karşılığı olarak anlaşılmış
olur.
Bu açıklamaları uzatmak mümkündür. Fakat
bizi bütün bir yazımızı tekrarlamak durumuna sokacağı için gereksizdir. Burada
sadece yaklaşım farklılıklarımıza örnekler vermeye çalışıyoruz.Bu kadar örnek
yeter. Bu efsaneyi çözümlemek için giriştiğim çabaların eksik kalan yanlarını
"Yaratılış" ve "Tufan" efsaneleri çözümlemesi sırasında
tamamlamayı düşünüyorum. Kutsal kitapların mitolojisi ve diğerleri de mitoloji
tasnifinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Açılmış bu tartışma, yeni
çabalarla tamamlanacak, zenginleşecek ve "İnsanlığa dair bilmecenin"
çözümü için bir "katkı" da bulunmuş olacaktır. Böyle olacağını (en
azından) ummak istiyoruz. İnsanlık ve onun Kültürel devrimi, geçmişin
"masallarını”, ideolojilerini temizlemeden “Spiral gelişim” yasasının bir
sonraki adımı olan "Modern Komüna”ya asla varılamayacaktır. “İnsanın
hakkının ve “Düşüncenin gücü”nün eninde sonunda buraya varacağından zerrece
kuşku duymuyorum.
Sh:82-93 Kaynak:
Birant Esinoğlu, Dinlerin Gizemi 1. Baskı, Ekim 1996,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar