Print Friendly and PDF

ROMAN NASIL OKUNUR VE YAZILIR?

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Abraham H. Lass,
Çeviren: Nejat Muallimoğlu,
Türkiye’de benzeri pek bulunmayan bu tür bir kitapla, her şey­den önce, Türkçe öğretmenlerine, edebiyat fakülteleri ve eğitim enstitüleri öğrencilerine, lise öğrencilerine faydalı olmak istiyoruz. Eğitim programlarına giren Batı edebiyatını iyi öğrenebilmenin başlıca yolunun, bu edebiyatı oluşturan eserlerin tanıtılması, eleştiril­mesi ve yazarları hakkında bilgi verilmesi olduğuna göre, elinizdeki kitaba benzer bir kitabın niye şimdiye kadar yayınlanmadığına hay­ret etmemek elde değil. Ülkemizde bugüne kadar böyle bir eser ya­zılmamış olduğu halde, Batı’daki bu çeşit kitapların da hâlâ tercüme edilmemesi, şüphesiz bir kayıptı. Biz, dört ciltten oluşacak 100 Bü­yük Roman adlı bu kitapta, yokluğu derin bir tarzda hissedilen bu boşluğu kapatma yolunda esaslı bir adım attığımıza inanıyoruz.
Elinizdeki kitabın yazan Abraham H. Lass, Amerika’da, öğret­menlik, müdürlük ve yazarlık yaptı. Senelerce, New York’un Bro­oklyn semtindeki Abraham Lincoln Lisesi’nin müdürlüğünü yürüten Abraham H. Lass’ın, eğitimle ilgili çeşitli kitapları vardır. Mr. Lass, ayrıca gazete yazarlığı da yaptığı ve haftada bir gün yazdığı “Üni­versite ve Siz” başlıklı yazıları senelerce, New York Herald Tribune, New York Post, Boston Traveler, The Detroit Free Press, The Phila­delphia Enquirer ve diğer gazetelerde yayınlandı.
Mr. Abraham H. Lass’ın üç cilt halinde birincisi 1966 yılında ya­yımlanan bu kitabı, Amerika’da milyonlarca (evet milyonlarca) sat­tı; lise ve üniversite öğrencilerinin bilhassa okuması gereken kitaplar arasına alındı. Biz bu tercümeyi, kitabın 1974’deki yedinci baskısın­dan yaptık.
Bu kitabın, sadece öğrenciler için hazırlanmadığına da bilhassa dikkati çekmek isteriz. Gerçekte Amerikalı yazar, bu kitabı ile iki tür okuyucuya hitap etmek istediğini söylüyor. Birincisi: Bu kitaplarda, kendisi için bir hazine gömülü olduğunu bilmesine rağmen, kitapla­rın sadece birkaç tanesini okuyabilenlerde, bu romanların tamamı­nın okuma aşkının yerleştirilmesi. Onun iştahını ayaklandırmak için önüne geniş kapsamlı bir panorama koyuyor. Böylece, romanları okumadan önce, onlar (karakter, plânlar, tezler, üslûplar) hakkında çok şey öğrenecek. İkincisi: Bu roman şölenindeki eserlerden çoğu­nu tadan okuyucuya, onların gerçekten nefis eserler olduğunu bir defa daha göstermek.
Göreceğiniz gibi, her roman, şu şekilde ele alınıyor:
1.          Başlıca karakterler kimlerdir, nasıl insanlardır?
2.            Romanlardaki başlıca hadise ve tezlerin özünün, berrak ve anlaşılır ifadelerle anlatılması.
3.           Romanların, günümüzdeki eleştirisiyle ilgili kısa bir yazı. Böy­lece ele alınan eserin, roman türünün geliştirilmesinde hangi mevkii işgal ettiği gösteriliyor; çağdaş okuyucu ve eleştiricilerin onları nasıl ele aldıkları anlatılıyor.
4.           Her yazarın hayatı hakkında bilgiler.
Şüphesiz, ele alınan kitapların herkesi, memnun etmesi bekle­nemez. Biz, inanıyoruz ki, burada tanıtılan romanlar, zeki ve anla­yışlı okuyucuları, kendi programlarını seçmeye teşvik edecektir. Okuyacağınız sayfalarda şaheserler var, kilometre taşlan var; “Klâsikler ve ticarî kitaplar” var; büyük kitaplar ve hemen hemen büyük sayılan kitaplar var. Bazıları “tohum” kitapları rolünü oyna­dı; bu romanlardan, yeni romanlar ve yeni fikirler çıktı. Hepsi, hâlâ okunuyor ve tartışılıyor. Hepsi modern okuyucunun mirasının bir parçası.
Eğer aralarındaki yaş ve davranış farklarına rağmen, bu roman­ların hepsinde müşterek bir nokta var ise, o da, hepsinin (Word- sworth’un kelimeleriyle), “İnsanların fânilikleri üzerinde durdukları; bize kendimiz hakkında, değerlerini hiçbir zaman kaybetmeyecekle­ri şeyler söylemeleri ve bunu sanatın gösterdiği yolla bize iletmiş olmaları”dır.
Bu romanları okumak ve yeniden okumak, ruhun, şaheser bir macerasında yer almaktır. D. H. Lawrence’in, sanatkâr olduğu için mazur görebileceğimiz mağrur bir davranışı ile ne demek istediğini anlamaktır: “Bir romancı olduğum için, kendimi, bir velinin, bir ilim adamının, bir filozofun ve bir şairin üstünde görüyorum. Roman, hayatın parlak bir kitabıdır.”
Nejat Muallimoğlu
Niye roman okuyacağız?
Bin bir güçlükle dolu dünya bizim için yeterli değil mi?
Ama yine, nefes almak, dinle­mek, başka şeyler keşfetmek gerek. Böylece, bir sayfa çe­virir ve bir diğerinin dünyasına gireriz. Bir romanda, Gra­ham Green’in dediği gibi, “bir eğlence” bulabiliriz; hikâ­ye, eğlenmemiz, zevk almamız için gözlerimiz önüne se­rilir. Hattâ okuduklarımızı, başkalarına dahi anlatmaktan zevk duyabiliriz. Bir diğer romanda, üzerinde düşündüğü­müz bir konunun bazı yönlerinin aydınlandığını görebili­riz. İnsan tecrübesi hakkında bazı şüphelerimiz, yazarın projektör ışıkları altında göz kamaştırırcasına doğrulanır, insanın bir yönü aydınlanır.
Bir roman ekseriya, bize hem macera, hem derin gö­rüşler takdim eder. Joseph Conrad’ın Lord Jim adlı romanı, bizi, heyecanlı bir yolculuk boyunca Bombay’a, Kalküta’ya, Rangun’a, Penag’a, Batavya’ya, Patna adlı gemi ile Arabistan’a, Malaya’nın Patusan ormanlarına götürür. Yi­ne de kendi kendimizi anlamak için bir vasıta. Bu yolcu­luktan sonra evimize döndüğümüz zaman, Jim’in, tüm in­sanların tecrübelerindeki bazı derin “psikolojik-ahlâkî”. muğlaklıkları anladığımız için, kendimizi ruhen yüksel­miş buluyoruz.
Hangi roman olursa olsun, yazarın dünyasına derin­den bakmak iyi olur. Çünkü her roman, sanatkârın ferdî görüşüdür, realitenin, onun üzerinde bıraktığı direkt izle­nimdir. Onun keşiflerini paylaşabilmek için, kendi pence­resinden gördüğü dünyaya bakmalıyız. Eğer her durum bizi hemen huzursuzluğa sevkediyor ve herkes kötü görü­nüyorsa, kendi peşin hükümlerimiz, yazarla kendimiz ara­sına giriyor, onun görüşünü engelliyor demektir. Tess ve Ju­de, Thomas Hardy’nin okuyucularına öylesine hakaret et­ti ki, yazar Jude the Obscure’ın karşılaştığı düşmanca mu­ameleden sonra, bir daha roman yazmadı. George Eliot’un okuyucuları indinde, Adam Bede’deki Broxton Pa­pazı, “putperestten pek farklı değildi”. Heatcliff, Ölmeyen Aşk’ın (Wuthering Heights) ilk oyuncuları üzerinde öyle­sine kötü bir intiba bırakmış olmalı ki, Charlotte Bronte, şöyle başlayan meşhur cümlesi ile kızkardeşini savundu: "Heatcliff gibi yaratıkların yaratılmasının doğru olup ol­madığını bilmiyorum. Şahsî kanaatim, yaratılması gerek­tiğidir.” Romancıya onun dünyasının yaşanmayacak bir dünya olduğunu söyleyerek şikâyet etmeden önce, bu dünyanın “âdetlerini, iklimini, meclislerini, hükümlerini” bize anlatmasına müsaade etmeliyiz.
Okuyucu tevazu içinde, pekâlâ, der, bana bu hayatın bir parçasını göster.
Romancı A, bu hayatın ufkî kesimini verir; romancı B de dikey. Bu metodu yakından incelemek gerek.
Düz, kronolojik çizgide giden A, kahramanının hayatı­nın başladığı yerde başlar ve bu yolda, sonuna kadar gider ve durur. Peter Prentice doğar, okula başlar. Lucy Lovela­ce ile tanışır, gözyaşlarını içine sindirerek harbe gider, (karakter ve saiklerle bağlantılı, bir sayıda ilgi çekici muğ­laklıklardan sonra) evlenir ve ölür.
Diğer taraftan B ise, kronolojiye sırt verir ve tam ince­lememizin ortasmda Peter’i ikiye ayırır. Ne zaman vuku bulduklarını göstermeksizin, onun hatıralarından, ıstırap­larından, coşkunluklarından, hayallerinden bahseder. Ge­riye gidilerek Lady Grasmere’nin garden partisinden bah­sedilir. Lucy nezaketsiz Cyril Grasmer’e ilk defa bu parti­de rastlamış. Peter, Swami Vitrananda ile bu toplantıda garip bir konuşma yapmıştı. Eğer Romancı B oldukça modern biri ise, romanına son vermeyecek, kahramanını (ki hiç de bir kahraman değildir), okuyucunun, istediği anda geriye veya ileriye gidebileceği tarzda, bir şuur anının or­tasına bırakacaktır.
Hakikînin, realitenin mahiyetinin mânâsı üzerine, filo­zoflar ve fizikçiler arasında olduğu kadar, romancılar ara­sında da yarım asırdır süren bir tartışma var. Bu konuda­ki en aydınlatıcı kavgalardan biri, Virginia Woolf ile Ar­nold Bennette, H. G. Wells, John Golsworthy (Bn. Woolf, onların “materyalizm’ini, hayatın inkârı olarak görüyor­du) arasında vuku buldu. Bn. Woolf, bu romancıların, "B. Brown’da ve Bn. Brown’da, realiteyi kendi romanlarının mobilyalarıyla nasıl örttüğünü anlattı. Tabiî çevrenin, sos­yal çevrenin donuk ve kasvetli yönleri, öz yerine kumaş üzerinde o kadar fazla duruyorlar ki, özü görmüyorlar.
The Common Reader’deki “Modern Roman” başlıklı meşhur makalesinde, "seziş inceliği”ne sahip romancıla­rın, “Şuur akımı” üslûpçularının takip edeceği yolu gös­terdi: "Hayat, simetrik bir şekilde konmuş sahne ışıkları değildir.” diyen Bn. Woolf (böylece Romancı A’yı yıkar), sözlerine şöyle devam etti: Hayat, insanı, şuurunun baş­langıcından sonuna kadar çevreleyen, "ışıklı bir hale, yarı şeffaf bir zarf ”tır.
Bn. Woolf, Mrs. Dalloway, To the Lighthouse ve The Wa­ves adlı romanlarında "realite” hakikatinin yattığına inan­dığı şuur altındaki akımları nazik ve ustaca işleyerek ken­di aydınlatıcı, parlak üslûbunu geliştirdi. “Şuur akımı”, onun ve Joyce’in ve birçok çağdaşlarımızın eserlerinde, hemen hemen lirik bir akarsu oldu.
Bn. Woolf’un karakterlerinden biri, To the Lighthouse’ daki Bn. Ramsey için, hayat bir ân bütün mânâsını kay­bettiği ve hareket etmeğe gerek duyulmadığı bir anda, he­men sınırsızca tecrübe yaşanacağı imâ edilir. Kadın, ken­di kendisini bulmasının karanlığında, “karanlığın üçgen şeklindeki çekirdeğinde, hayat üzerinde galebe çalar, “bu huzur içinde, bu ebedîlik içinde” her şey düzelir.
Tabiî, bu, bir çok romanlardakinden veya pek çok insa­nın kendi tecrübelerinden çok farklı bir realite. Bugün bu tür realiteyi romanda gören bir okuyucu, bunu, bir şiir re­alitesini ele alırcasına hareket etmelidir. Onun üzerinde duracağı taraf, onun ahengi, muhayyile gücü, zaman tanı­mayan hâtıra ve izlenimlerin akışıdır.
B. Bennett ve Bn. Woolf, hiç olmazsa bir noktada bir­leşirler: romancının baş düşüncesi “karakterler”dir; ro­manın başarılı olmasının ilk şartı, karakterlerin hakikî ol­masıdır.
Bunun, belki de başlıca sebebi, bir romandaki karak­terlerin, her şeyden önce bizi teselli etmeleridir. Biz, ki bu gayri-mükemmel dünyada, bırakın başkalarını, kendimizi pek anlayamayız; romancının dünyasında, "daha fazla an­laşılabilen ve böylece daha fazla yoğrulabilen bir beşer ır­kı” görür ve böylece, insanlar hakkında gizli, görünmeyen hakikati anladığımız hayaline kapılarak huzura kavuşu­ruz.
Okuyucu, romancının, karakterleriyle ilgili ipuçlarını bir araya getirdiği zaman, tanıdıkları arasında kendilerine benzeyenlerin bulunmamasına rağmen, Heathcliff veya
Philip Carey veya Pecksinff veyahut Becky Sharp hakkındaki gerçekleri sezdiği zaman, kendisini âdeta her şeyi bi­len Yaratıcı gibi düşünür.
Fakat usta bir romancı ve "Roman Üzerine” adlı yazı­sı ile de en fazla aydınlatıcı bir tenkitçi olduğunu ortaya koyan Elizabeth Bowen’e göre, karakterleri yaratan ro­mancı değildir. Onlar, bulunarak ortaya çıkarılır, onlar onun şuurunda daha önceden mevcutturlar ve “loş bir tren kompartımanında karşı karşıya oturan yolcular gibi”, yazmaya başladığı zaman kendilerini, onun sezgisiyle açıklarlar.
Şu hâlde, romancının okuyucudan, yapmasını istediği şey, hikâyedeki rollerini oynayan insanı tanımalarıdır.
Buradaki “oynama” kelimesinin dikkatli kullanılmadı­ğını söyleyelim. Romancının dünyasındaki insanlar, her an çok meşguldürler. Onlar, alternatif tutumlar arasında bir tercih yapıyorlar; belirli bir tarzda konuşuyorlar veya konuşmuyorlar ve meydanda bulunmadıkları zaman da, diğer karakterler tarafından tartışılıyorlar.
Eustacia Vye’i tanıyabilmek için, Hardy’nin sayfalarını okuyanların, kendilerini, bir sahnede oynanan bir dramı seyrettiklerini hissetmeleri gerekir. Sahnede görünen bo­yalı yüzlü kimseler hakkında kendi kendisine gayri şuurî olarak nasıl sorular yöneltiyorsa, aynı soruları romandaki kimseler hakkında da sorabilir:
İçinde bulundukları ortamın, bu insanlar üzerindeki tesirle­ri nelerdir?
Daha önce cereyan eden olaylar hakkında neler biliyo­rum?
Kendilerini harekete geçiren dürtülerin hangi işaretlerini sezebiliyorum?
Çatışmanın (roman kahramanının içinde ve dışında) delil­leri nelerdir?
Bu insan, kendisini nasıl görüyor?
Diğerlerinin, kendisini nasıl görmelerini istiyor?
Diğerleri, onu nasıl görüyor? Kendisini -jestleriyle, mimikleriyle, kullandığı kelimelerle- nasıl dışarı vuruyor?
Bu kimsenin içinde bulunduğu çatışmalar zirveye ne za­man çıkar?
Daha önce olup bitenler göz önünde tutuldu­ğunda, bunun ortaya çıkması kaçınılmaz mıydı?
Ve bunlar gibi... Bu, okuyucunun her gün oynadığı oyundan biraz farklı. “Ben dedikoduyu hiç sevmem.” di­yen komşusunun, kendisine söylenen bir şeyi nasıl baş­kalarına aktardığını bilir; metroda karşısında oturan kim­senin yüzündeki ifadeleri okumaya çalışır (ıstırap dolu gözler, yaygın bir ağız tıraş olurken çenesini kesmiş), bu kombinezonların ne mânâya geldiklerini anlamaya çalışır.
Romanlarda ise, karakterler izah edilebilir; çünkü ya­zar böyle istiyor. Ve şayet okuyucunun sezgi gücü kuvvet­li ise, her karakterin kalbindeki sırrı meydana çıkarabilir.
İpuçları bazen çok küçüktür. Her okuyucu önemli hâdiseleri, belli başlı kararları anlar. Fakat Henry James, bir kadının ellerini masaya koyarak ayağa kalkar ve size belirli bir tarzda bakarsa, bu da belirli bir olaydır diyor. Ve Foster de, tesadüfen söylenen bir kelime veya işaretin, bir nutuk veya cinayet kadar delil sayılabileceğini belirtiyor.
Tabiî, piyes yazarı, bunları bilir ve işte bunun için de biz, roman okuyucusundan, âdeta bir piyesi seyrediyor- muş gibi hareket etmesini istiyoruz.
Dramlarında, melodram değil, hayata vücut veren bin­lerce küçük darbenin akisleri bulunan Çekov, mektupla­rından birinde, sahnede olup bitenlerin muğlak, ama yine günlük realitede vuku bulanlar kadar basit olmaları gerek­tiğini söyler. “Meselâ, insanlar, bir masada yemek yiyor, sadece yemek yiyorlar, ama aynı zamanda ya daha mutlu oluyorlar veya hayatları parçalanıyor.” der.
Romanlarda, kaç defa yemek yenir? Onların her biri bir “delil”dir. Hâmisi Lady Catherine de Bourgh ile zevk­le hazırlanmış bir yemek yiyen ve adı ağzına alınmayan Mr. Collins, ağzından dökülen kelimelerle, küstah bir snob olarak suçlanır. Dickens’in Büyük Ümitleri’nde, Bn. Joe Gargery’nin Noel partisinde yemek yiyen küçük Pip’in, aynı zamanda gözyaşlarını kalbine akıttığını görü­yoruz.
(Burada hemen belirtelim ki, Dickens’in karakterleri, çok defa, hiç de karakter değil, karikatürlerdir. Her zaman aynı şekilde görünürler, bizi hiçbir zaman hayrete düşür­mezler, belirli davranış ve reaksiyonlarıyla kimler olduk­ları hemen bilinir. Mr. Micawber, önceden tahmin edildi­ği üzere iyimserdir; Uriah Heep her zaman “mütevazı.”, Bu statik karakterler, Forster’in kelimesi ile "tatsız”dır, “dümdüz”dür. Bu tür karakterler karşısında yer alanlar ise “yuvarlak”tır, dinamiktir; gerçi her zaman kaçınılmazcası­na hareket ederlerse de, önceden belirlenmeyecek şekilde davranırlar. Elizabeth Bowen, ideal romanlardaki karak­terlerin, sadece "yuvarlak” olmaları gerektiğini söyler. Ama edebî nitelikten ötürü de Dickens’in karakterlerini kaybetmek ne acı bir şey! Dehâ, dünyaya, “dümdüz”lerle de hareket getirebilir.)
Romanların, tamamen benimsediğimiz canlı karakter­leri, bizim hayatımıza hayat katarlar. Onlarla beraber âşık olur, ıstırap çeker, nefret ederiz. Onlar, insanın içinde bu­lunduğu şartlar hakkında öğrenmek istediğimiz bilgiyi bi­ze verirler. Hakikî insanlar, kendilerini, kendilerine sakla­masını bilenlerdir; kitaplardaki karakterler, kalplerini önümüze sererler. Biz Robinson Crusoe’nin, o ıssız adada kendisini nasıl hissettiğini ve ne düşündüğünü biliyoruz. Moll Flander’in ağzından, evlendiği bütün kocalarının na­sıl insanlar olduklarını öğreniyoruz.
Kahramanların hayatlarını paylaşmak, tâbir caizse, gi­diş gelişe bir yoldur. Okuyucunun rolü nedir? Diğerleri­nin dünyasını anlayabilmek, tahayyülî bir sempati hissi, beşer değerlerini kavrayabilme. Karakterler, bizim mu­hayyilemizde büyüdükçe ve sempatimizi kazandıkça, ken­dilerinden daha büyük bir mânâ, muhtemelen, hayattan da büyük bir mânâ ifade ederler. Sydney Carton, artık, bir onsekizinci asır avukatı olmaktan çıkar, bütün o cana ya­kın müsrif ve âvârelerin ve kendi kendilerini feda eden ro­mantiklerin bir sembolü olur.
Roman okuyucuları, hiç olmazsa, Thoreau’nun Walden’de yaptığı gibi, bilhassa kimsenin ziyarete gelmediği sabahlar, kendi kendilerine arkadaşlık ederler.
George Eliot dedi ki: “Bir yazar, bizi eğlendirdiği müd­detçe, eğer mizacı, bir hikâyeyi en gayri-muntazam bir şe­kilde anlatmasını gerektiriyorsa, bu işi niye yapmasın? Okuyucular, çok defa kendi kafalarında esneklik bulun­madığından canlarının sıkıldıklarını hatırlasınlar.”
Hiçbir romancı diğerine benzemez; romanlar, onları okuyanlar kadar çeşitlidir. Çok derin edebî analize gir­meksizin, romanını bizi zevklendirmek için yazan roman­cı, bizim hayat hakkındaki merakımızı tatmin edebilir.
Aşağıda, bu kontrol noktalarının kısa bir listesini bu­lacaksınız. Her romancı, bu noktaya, kendine has bir tarz­da ulaşır.
Bir hikâyeyi anlatan insan bir ressam değildir, fakat okuyucunun kafasında imajlar bırakmalıdır.
Gurur ve Aşk’da (Pride and Prejudice) Bay ve Bayan Bennet, süratli bir parlaklıkla anlatılır:
Mr. Bennet, alaylı bir mizah hissi, ağırbaşlılık ve kapris gi­bi küçük parçalardan oluşan öylesine garip bir birleşimdi ki, kansı, yirmi üç senelik tecrübeden sonra dahi onun ka­rakterini anlayamıyordu. Kadın, her şeyi kötüye çeken, bil­gisiz ve gayri-muayyen huylu biri idi. Kendisini hoşnut his­setmediği zaman, kendisinin sinirli olduğunu sanırdı. Ha­yatının bütün işi, kızlarını evlendirmek, tesellisi de, diğerle­rini ziyaret etmek ve dedikodu idi.
Eğer, yazar Bn. Austen ile işbirliği yaparsanız, daha fazla zevklenmez misiniz? Bn. Austen, Emma’da, Emma’nın Bn. Elton’u, ilk defa nasıl gördüğünü şöyle anlatır:
"Emma Bn. Elton'u hiç de sevmedi. Gerçi Elton, muhata­bında derhal hatâ bulacak tiplerden değilse de, onun par­lak ve zarif bir tarafı olmadığını sandı; insanı rahatlatıyor­du, ama zarafeti yoktu ve hattâ genç bir kadın, bir yaban­cı, bir gelin olarak da, rahatlatıcı fazla bir tarafı da bulun­madığına hemen hemen emindi. Huyu, oldukça iyi; yüzü, hiç de çirkin değildi; ama ne vücudu, ne tavırları, ne ses tonu zarifti."
Emma Woodhouse’m Hartfield’deki bu dünyası -Jane Austen’in dünyası hakkında olduğu kadar- zavallı Bn. El­ton hakkında da çok şey anlatıyor.
Büyük Ümitler’de (Great Expectations) Dickens, insanla­rı, öylesine zengin ve hissî bir teferruatla yeniden yaratır ki, bütün dünya, sanki onun icadı imiş gibi görünür. Me­selâ, Pip’in, yeni bir elbise için ölçü aldırmak üzere Mr. Trabb’ın dükkânını ziyaret edişini şöyle anlatır:
"Mr. Trabb, sıcak ekmeğini, üç yün yatak gibi kesmiş ve battaniyeler arasına tereyağı sürerek kapatmak üzere idi... Ben içeri girdiğim zaman (Trabb'ın işçisi çocuk) dükkânı süpürüyordu ve çöpleri onun üzerine doğru süpürerek emeğini tatlılaştırdı... Raftan bir top kumaş indiren Mr. Trabb, havada uçuyormuşçasına masa üzerine yaydıktan sonra, kumaşın parlaklığını bana gösterdi..."
Ve bunlar gibi. Okuyucunun yapacağı ilk şey, romancı­nın şevk ve heyecanını anlamaya çalışmaktır.
Percy Lubbock şunları yazıyor: “Romancılık mesleğin­deki nazik metod meselesi, görüş noktası, hikâyeyi anla­tanın hikâye ile olan ilgisi meselesi etrafında döner.”
Lubbock, Romancılık Mesleği’nde romancının, karak­terlerini, tarafsız veya taraflı bir müşahit olarak dışarıdan veya muhtemelen, her şeyi bilen bir kuvvet olarak içeri­den anlatabilir. Yine diğerlerini harekete geçiren saikleri bilmeyen bir karakterin görüş noktasından hareket edebi­lir.
Gerçi Harry James, romancının, hikâyede bir görüş noktasına sadık kalmasını ve keyfî olarak yer değiştirme­mesini tavsiye etti ise de, Froster, romancının, oldukça iyi bir tarzda, bir defadan fazla yer değiştirdiği hâlleri göste­rdi: dehâ, her zaman, kendi kurallarını getirir. Bizim için, romancının, fotoğraf makinesi- gözlerini nasıl kullandığı­nın pek önemi yoktur, yeter ki, bizim gözlerimiz önüne hem muhtemel, hem devamlı olan bir dünya getirebilsin. Onun bize gösterecekleri, romancının ahlakî adeselerine bağlıdır.
Stendhal, Balzac’a mektubunda diyordu ki: “Ben sade­ce bir tek kural görüyorum; berrak olmak. Eğer berrak olamazsam, bütün dünyam parça parça olur.”
Bunlar, oynanacak kelimeler. Eğer yazar onları iyi kul­lanırsa, okuyucu onlara dikkat etmek mecburiyetinde de­ğil. Fakat ders kitabı terimlerinin kötü ve hoyratçasına kullanıldığına dikkat etti iseniz, buyurun, romanı değer­lendirecek bazı tarifler:
Hikâye, "Ve ardından ne oldu?" sorusunun cevabıdır.
Plânı, niye öyle olduğunu anlatır.
Tez, bu belirli hikâyeyi, yazarın niye anlatmak istediğini
belirtir.
Veya Forster’in zevklendirici basitleştirmesi ile: “Kral öldü ve sonra Kraliçe de öldü.” hikâyedir. “Kral öldü ve ardından Kraliçe de kederinden öldü.” plândır. (Bunun için henüz bir tezimiz yok.)
Her şey, hemen hemen her şey, sebebinin gösterilme­sine bağlı. Henry James’in, The Princess Casamassima’ya yazdığı takdim yazısında Lionel Triling, ondokuzuncu asırda, muhtelif ülkelerde yazılan bir hikâyenin plânını anlatır: Bir vilâyetin mütevazı hattâ esrarengiz bir ailesin­de dünyaya gelen bir delikanlının, sosyeteye nasıl girdiği­nin hikâyesi. Bu, şu veya bu şekilde, Büyük Ümitler’in, Kır­mızı ve Siyah’ın, Muhteşem Gatsby’nin çatısı. Bununla bera­ber, plân, hikâye ve tez, hepsinin özü olan bir şey, roman­cının şahsî görüşü, mantık dışındaki ifadeleri veya sebep­leri olmaksızın hiçbir şey ifade etmez; mevcut olduğu için, kendisinden başka bir mazeret tanımayan şairâne bir ifade.
Ve bu da bizi, üslûp meselesine getiriyor.
Leo Tolstoy’un Tolstoy ile Konuşmaları’nda, bir yazarın mesleğini nasıl ele aldığı hakkında şunları okuyoruz:
Sophie Andreevna dedi ki: "Turgenev, ölümünden uzun bir zaman önce Yasnayalarda kaldığı zaman, kendisine sordum: 'Ivan Sergeevich, niye artık yazmıyorsun?' Cevap verdi: 'Yaz­mak için, her zaman biraz âşık olmam gerek. Şimdi yaşlandım ve artık âşık olamam ve işte bunun için de yazmayı bıraktım.'"
Ve kendisinden bahseden Tolstoy, çaresizlik içinde der ki:
"Bir kimse, kalemi mürekkep hokkasına batırdığı zaman, kendi vücudundan bir parçasını hokkada bırakmadıkça yazmamalıdır."
“Ah, Ruslar böyle düşünür!” dememeniz için, roman yazmanın ne demek olduğunu bir başkasının kaleminden okuyalım. Arnold Bennette, Journals’ında şöyle der:
"Romancı çevresini kabaca, basitçe, olduğu gibi, câhilce görme yeteneklerine dört elle sarılmalı; yaşadığı dakika­dan başka bir şey görmeyen, mazi hakkında hiçbir şey ha­tırlamayan bir bebek veya çılgın gibi görmeli."
Söylenecekleri söylemeye çalıştık: Romancı, okuma­mız için, her sayfayı bizim için imzaladı. Bu konudaki en eski söz, Buffon’a ait olanı: “Üslûp insandır” bugün hâlâ en doğru bir söz. Ve şimdi, kitabın başında yönelttiğimiz soruya dönü­yoruz:
Bir romanı nasıl okuyacağız?
Bundan basit bir soru düşünülebilir mi?
Sol tarafından iyi ışık gelen bir koltuğa gömülecek ve kitabın sayfasını çevireceğiz.
Şimdi biz artık, bir insanın dünyasına girdik.
Abraham H. Lass
Sh:7-22
Kaynak: Abraham H. Lass, Dünya Edebiyatının Şaheserleri, 100 BÜYÜK ROMAN I, Çeviren: Nejat Muallimoğlu, ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş, 2007 ,İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar