RUHANİ ÂLEMLE MEŞGUL OLANLAR İÇİN BİLGİ
Konu hakkında kısa bir açıklamadan sonra
ek okumalarla yazı desteklenmiştir.
ek okumalarla yazı desteklenmiştir.
Günümüz insanın çıkmazlara çözüm
olarak kurtarıcılar, ruhaniler araması olağan bir durumlardan sayılmaktadır.
Sanal âlemde alt yapısıyla destek verince ortalık toz duman. Osmanlı döneminde kontrolden çıkan ruhani terbiye
okulları olan tekkeler meşihat kurumu kontrolüne alınmaya mecbur kalınmıştır.
İstismarı kolay olan bu yol birçok yönden tehlikeler barındırmakta olsa da
çekici taraflarından birisi insanın iç dünyasındaki anavatan özlemidir.
Ruhâni
âlemin melekler, cinler ve şeytanlarla olan kısmı ile ulviyeti kazanmış
insanların ve ruhanilerin seyrettiği bu âlem ise hakikatiyle bilinmesi o
derecede zordur. Sebebi iyilik ve kötülüğün karışık duruşuyla ispat edilmesi
mümkün olmayan içerikleri bünyesinde barındırmasıdır. Ön basamak sayacağımız
rüyalarıda bu âlemin ilk giriş noktalarından saymamız mümkündür. Rüya kısmına
dahil olan durugörü, spritüal görüntüler/ vizyonlar ve istidatlı birçok
medyumun varlığı ile elit tabakanın da dünyevi hazları bitirmenin verdiği
açlıkla, sonsuzluk isteğine düşkünlükleri
bu konuyu canlı tutunca güncelliğini hiçbir zaman yitirmemiştir... Neticede
inanan ve inanmayanı etkileyecek kadar bir değerler manzumesidir, ruhâni âlem.
Hüddamlar-Hizmetkârlar
Ruhâni âlemle ilişki kuranlar olduğu
gibi hüddamlar veya hizmetkârlar adıyla anılan varlıklar bulunur. Onları
insanlar çalışma karşılığı elde etmiş veya nasip denilen hususları da içine
alan bir vesile olan ocak tabiri edilen kurumlar ile kazanmıştırlar. Ancak bu âlemin hizmetkârlarını
süflî ve ulvî mertebelerde fark sahibi olabilmeniz için bazı önemli bilgilere
sahip olmak gerekir. En önemli hususlardan biri hizmetkârların cin mi melek
mi olduğunu bilmektir. En basit olan tespitte bu ayrımı kadınların
bilmesinin yolu saçını açmasıdır. -İster
inançlı olsun ister olmasın-Saçı açıldığında görüntü veya siluet kayboluyorsa
bu gelen melekkir. Değilse cinnidir. Erkeklerde ise insan resimli bir odada
görüşmeyi yapabiliyorsa gelenin cin olduğunu bilinmesidir. Melekler insan resmi
olan yere gelmezler. –Muhafaza melekleri müstesna-
Alınan Bilgi
Medyumlardan, hüddamlardan gelen
bilgilerin nefse uygun ve başkalarının istismarı hakkında ise; bu bilginin
menşei süflî ve cinlerden olduğunu kabul etmek daha doğrudur. Melekler bu
konuda hassastırlar. İfrit türlerindeki cinlerle görüşmeler ve ilişkilerde ise
korku imgeleri aşırı şekilde vardır. İleriki vakitlerde insana zarar verirler.
Genelde bu tür ilişki sahipleri hayatlarını intiharla sonlandırmıştır.
Rüyalar
Rüya, insanı en yanıltıcı olanlardır.
Bunun iyi ve kötü ayrımında din ve aklın çizgisine göre hareket etmelidir.
Birde bir rüyanın tekrarlanma periyotlarına dikkat etmek gerekir. Başkaları
tarafından görülen rüyalarda “şu oldunuz” “bu oldunuz” bilgilerine
dikkat edilmelidir. Büyük ihtimalle bu tür bilgiler ayak kaydırma nedenlerindendir.
Onun için rüyaların sağlamasının yapılması ise kendi görmenizle bir nebze
tedbir alınmış olunur. Bu ise yine zordur. Genellikle Mesih ve Mehdiler
başkalarının kombine benzer rüya eşleşmeleri ile türetilmektedir.
Ricâli Gayb
Mürşid-i kâmil ve ricali gayb erenleri
dediğimiz kişiler vardır. Bunların inkar
edilmesi ve tasdik edilmesi kişiyi ilgilendirir. Dikkat edilecek husus bu
kılıfı üzerine takıp, aldatanlar çok olduğu için, ilim ehli olmak ve
karşımızdaki insanın sözünü kendi tecrübelerimiz ve bilgilerimizle sınayarak
hareket etmeliyiz. –O bilgideki seviyede ayrıca sorundur, yine tehlike arzeder-
Sahtelik işaretleri
Ruhani âlem dünyevi değerler ile
algılanıyor yani parasal hususlarla insanlar zenginleştiriliyor, lider
görünümündekilerde sefahat, fuhuş, gizlilik gibi sınırlamalarla baskıcı durum
arzediyorsa uzak kalınması doğru olandır. Ruhani âlemin dünyevi şartlarla
ilintili menfaat içeren hiçbir özelliği bulunmaz. Parasal konular arzeden
hususlar temel şartlar arasında yer alıyor ve sistem masonik tarzda bir
hiyeraşide olup, aşağıdakiler ile tepedekiler arasında uçurum varsa,
suiistimallerin olduğunu bilmeli bu tür oluşum içinde bulunmaktan
kaçınılmalıdır. [İç Mabed- Dış Mabed]
Guruplara katılım
Son zamanlarda insanlar bu tür
bilgileri kazanımda korkuları olduğu için bu tür guruplara katılmayı kolaylık
olarak görürler. Zamanla bu oluşumlarda insanlar özgür olmaktan öte nevrotik
durum sahibi oldukları bilinmektedir.
Bize kalırsa görmek, duymakla üstün insan olmak yerine bilgi sahibi olmak
daha önemlidir. İnsandaki haller geçici, ilim ise kalıcıdır.
Aşağıda alıntıladığımız bilgiler ile
görüşlerinizde berraklık bulacaksınız.
Hz. Hatice
radıya'llâhu anhanın Cebrail aleyhisselâm Hakkındaki Bir Denemesi
Varaka b. Nevfel,
Hz. Hatice´ye:
"Cebrail;
Allah ile peygamberler arasında, Allah´ın emînidir.
Sen, Muhammed´i,
görmüş olduğu şeyleri gördüğü yere kadar götür.
Kendisine gelen
şey gelince, başını saçını aç!
Eğer o Allah
tarafından ise, Muhammed gördüğü şeyi göremez!" dedi.
Hz. Hatice öyle
yaptı. [1]
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem)e:
"Ey amcamın
oğlu! Şu sana gelen sahibin (Melek) geldiği zaman, bana haber verebilir
misin?" diye sordu.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem):
"Evet! Haber
verebilirim!" buyurdu.
Hz. Hatice:
"Öyle ise, o
sana gelince bana haber ver!" dedi.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem):
"Ey Hatice!
İşte, Cebrail yanıma geldi" buyurdu.
Hz. Hatice:
"Kalk, gel
de ey amcamın oğlu! Sol dizimin üzerine otur!" dedi.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) oturunca, Hz. Hatice:
"Onu görüyor
musun?" diye sordu.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem):
"Evet!
Görüyorum!" buyurdu.
Hz. Hatice:
"Kalk da sağ
dizimin üzerine otur!" dedi.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem), kalkıp onun sağ dizinin üzerine oturdu.
Hz. Hatice:
"Onu yine
görüyor musun?" diye sordu.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem):
"Evet!
Görüyorum!" buyurdu.
Hz. Hatice:
"Kalk da,
kucağıma otur!" dedi.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem), kalkıp onun kucağına oturdu.
Hz. Hatice:
"Onu hâlâ
görüyor musun?" diye sordu.
Peygamberimiz
(salla’llâhu aleyhi ve sellem):
"Evet!
Görüyorum!" buyurdu.
Hz. Hatice,
başından başörtüsünü açtı ve:
"Yine onu
görüyor musun?" diye sordu.
Peygamberimiz (salla’llâhu
aleyhi ve sellem):
"Hayır!
Görmüyorum!" buyurdu.
Bunun üzerine,
Hz. Hatice:
"Ey amcamın
oğlu! Sebat et! Müjdeler olsun ki, vallahi, bu sana gelen melektir; şeytan
değildir!" dedi.[2]
[1] Ebu´l-Fereç
İbn Cevzî, el-Vefâ, c. 1, s. 164.
[2] İbn İsJıak,
İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 255, Taberî, Târih, c. 2, s. 208, Ebu Nuaym, Delâil,
c. 1, s. 217, Beyhakî, Delâilü´n-nübüvvE.c. 2, s. 151-152, İbn Atoclilberr,
İstiâb, c. 4, s. 1820, Ebu´l-Ferecİbn Cevzî, el-Vefâ, c. 1 , s. 164, İbn Esîr,
Kâmil, c. 2, s. 49, İbn Seyyid, Uyûnu´l-eser, c. 1 , s. 87, Zehebî,
Târîhu´l-İslâm, s. 134, Ebu´l-Fidâ, el-Bidâye ve´n-nihâye, c. 3, s. 15-16,
Heysemî, Mecmau´z-zevâid, c. 8, s. 256, Diyarbekrî, Hamis, c. 1 , s. 283.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal
Yayınları: 1/171-172.
Abdülkadir Geylani (kuddise
sırruhu'l-âlî) Hazretleri anlatıyor: Henüz tasavvufa yeni süluk etmiştim. Bir
akarsu kenarında ibadetle meşguldüm.Gök yüzünden bir nida geldi.
- Ey Abdülkadir! Hazır ol sana tecelli
edeceğim.”
Bu ses gelir gelmez etrafımda ne kadar
ağaç taş varsa hepsi secdeye vardı. Ben bu hal karşısında hayrette kaldım.
Gözüme büyük nura benzer bir şey
göründü. Ufuk onunla doldu. Sonra ondan bir sûret peyda olur gibi oldu. Bana
şöyle dedi:
"Ey Abdulkâdir! Ben senin
Rabbinim, haramları senin için helal kıldım." Onu, bu sözünden tanıdım. Şeytan olduğunu hemen anladım. Ve
aramızda şu konuşmalar cereyan etti:
Ben: "Çekil ey la’netli! Bana
o nur diye gösterdiğin şey zulmetin ta kendisidir. O sûret ise dumandan başka
bir şey değildir." dedim.
Şeytan: "Rabbin hikmeti sayesinde
elde ettiğin ilimle benden kurtuldun. Menzillerdeki inceliklere aşina olman da
sana yardım etti. Halbuki ben bu gibi hallerle yetmiş kadar ehl-i tarîki yoldan
çıkardım." dedi.
Ben:
"Bu Allah’ın bir lütfudur." dedim.
Bu olayı dinleyenlerden bazıları
kendisine: Onun şeytan olduğunu nasıl anladın, diye sordular. Şöyle cevap
verdi:“Sana haramları
helal kıldım, demesinden.”(Şa’ranî,
et-Tabakâtü’l-Kübrâ s. 456).
Bir gün halvette
dünyadan kesilmiş Allah Teâlâ ile olarak zikirle meşgulken lâin şeytan geldi.
Halvet ve zikir hayatımı karıştırıp bozmak için hile ve tuzaklarını artırdı. O
anda elimde bir himmet kılıcı hâsıl oldu. Ucundan kabzasına kadar
üzerinde: “Allah”, “Allah” kelimeleri yazılı idi. O kılıçla,
beni meşgul eden ve Allah Teâlâ’yı zikirden alıkoyan düşünceleri kovuyordum.
O anda kalbime “Hıyelu’l-merîd
ale’l-mürîd” (Azgın şeytanın mürid için kurduğu tuzaklar) ismi
ile halvette bir kitap yazmak hatırıma geldi. Şeyhim izni olmadan böyle bir
kitap yazmam sahih olmaz, dedim.
Benimle şeyhim
arasındaki rabıtanın sıhhatli olması sebebiyle gaibte (rabıta yolu ile)
danışınca, sesini işittim. Şunu dedi:
“Bu düşünceyi bırak.
Allah Teâlâ bundan uzaktır. Bu düşünce şeytandandır. Şeytan, kendisine
merid (azgın ve inatcı gibi çirkin ve kötü) bir isim
verdi. Böylece şeytan kendine sövmez (kötü isim vermez) zannettin
onun böyle yapacağını uzak bir ihtimal saydın. Gayesi seni (kitap yazmakla)
meşgul edip Hakk’ı zikirden alıkoymak ve işini sarpa sarmaktır”.
Bunun üzerine uyandım ve
vazgeçtim.
Gürciyev, tecrübe düzeyleri ile hipnotizma arasındaki
ilişkiden söz etti. İşe çeşitli madde ya da enerjileri tanımlamakla başladı.
Ona göre bunların varlığı, her ne kadar doğal bilimler henüz keşfetmemiş olsa
da, gösterilebilirdi. Herhangi bir fiziksel yolla belirlenemeyecek kadar ince
maddeler de vardı. Mümkün olan tüm hareketler bu maddelere bağlıydı. Örneğin
düşüneceksek, düşünce maddesini kullanmamız gerekirdi. Herhangi bir normalüstü
tecrübemiz olacaksa, bu ancak uygun madde varsa mümkün olabilirdi.
Bu ince maddeleri ayırmanın ve kontrol etmenin yolları
vardı. Bu yollardan biri, bizim hipnotizma dediğimiz şeydi. Harekete geçirilen
madde türüne göre çeşit çeşit hipnotizmalar vardı. Gürciyev hafızanın geri
çekilmesini, tüm canlılarda var olan ve “fiziksel beden içinde bir tür
ince beden olarak kristalleşme” yeteneğine sahip belirli bir
maddenin bir özelliği olarak açıkladı. Prens bu ince bedenin, dünya üzerinde
başka insan ya da hayvan biçimlerinde yeniden hayata gelip gelemeyeceğini
sordu. Gürciyev buna itiraz etti, ancak Prens’in reenkarnasyonun
gösterilebileceği iddiasını ne kabul ne de reddetti. Sadece şunu söyledi:
“Reenkarnasyon Batı’da o
kadar yanlış anlaşıldı, o kadar yanlış yorumlandı ki, ondan bahsetmenin bir
anlamı yok.”
Hassasiyetin açığa çıkarılması ve hipnotize edilen
deneklerin farklı metallere verdiği farklı tepkiler üzerine yaptığım deneyler
hakkında yorumlar yaptı. Her metale karşılık gelen özel bir madde vardı. Bu
maddeler, gerçek insan maddesine oranla düşük miktarlarda olmak üzere, insanın
içinde de mevcuttu. Her maddenin belirli bir psişik özelliği vardı. Bir denek
derin bir hipnoza girdiğinde, farklı maddeler, tıpkı bir mıknatısın etkisi
altındaki demir ve pirinç tozları gibi ayrışmaya başlardı. Bu koşulda denek,
normalde duyarlı olmadığı maddelere tepki verebilirdi. Dolayısıyla, bir kimse,
farklı metaller kullanarak, öfke, korku, aşk, kibarlık, vs gibi farklı psişik
tepkiler yaratabilirdi. (s.98-99)
Kaynak:
John Godolphin Bennett,
TANIK- Bir Arayışın Hikâyesi, trc: Çiçek Öztek, YKY, Eylül-2006, İstanbul
Rüyada esas olan İslâm’ı güzel şekilde yaşamak ile
özdeştirip salihlerin rüyasına itibar etmek gerekir. Belki bir başka mana
istikametin rüya dümenine bırakılmamasıdır. Yine buradaki mana rüya görmek
değil, rüyayı yoranın yanlış yönlendirmesine mânî olmak olsa gerektir.[1] Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ashabı ile sabahları sohbetlerine başlarken “içinizde rüya gören var mı?”
ile başlamıştır. Buna göre;
Rüya Cihetiyle İnsanlar
Üç Kısımdır
İslâm âlimleri, bu mevzuda vârid olan hadisleri
değerlendirerek insanları üç gruba ayırırlar:
1- Nebiler: Bunların
rüyalarının hepsi doğrudur. Bazen da tâbir gerektiren şeyler görebilirler.
2- Sâlihler: Bunların
rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazen tâbire muhtaç olmayacak
açıklıkta görürler.
3- Diğer insanlar:
Bunlar, doğru ve doğru olmayan her ikisini de görürler. Bunlar üç kısımdır.
a) Mestur (hali kapalı)
olanlar: Bunların rüyaları halleriyle muvazi gider.
b) Fâsıklar: “Bunların
rüyası çoğunlukla edğâs (karışık, mânasız)dır. Doğru kısmı pek azdır.
c) Kâfirler: Bunların
rüyasında sıdk iyice azdır. Bu duruma:
“Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır” hadisi işaret eder.
Bazılarınca mevkuf,
bazılarınca merfu olarak rivâyet edilen bir kısım hadislere göre rüyalar
üç kısımdır:
1-Hak rüya: Bu, hadislerde “rüyayı sâliha,” “rüyayı
sâdıka,” “rüyayı hasene” gibi, farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle
zikredilen rüyalar, edğâs’tan uzak ve halistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı
yakın bir hayrın habercisidir. Bu sebeple Allah’tan büşra (müjde) kabul
edilmiştir.
2-Kişinin nefsine konuştuğu rüya: Bu kişinin uyanık halde
zihninden geçen vehimlerin tesiriyle gördüğü rüyadır.
3-Şeytanın üzüntü verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı
rüyalar buraya girer.
Bu üç kısma, İbn-u Hâcer dört kısım daha ekleyerek 7’ye
çıkarır. Mamafih bunları da yukarıdakilerden birine dâhil ederek üçü asıl kabul
etmek mümkündür.
4-Hadisu’n nefs: Nefsin konuşması, yani arzuların
te’siriyle görülen rüya.
5-Şeytanın eğlenmesi: Hadiste, “Şeytan birinizle rüyada
eğlenirse bunu başkasına anlatmayın” denmiştir.
6-Uyanıkken yapmaya alıştığını rüyada görmek. Belli
saatlerde yemeyi itiyad edinen o saatte uyursa, kendini yemek yer görmesi gibi.
Rüya ve rüya ta’biri hakkında bu kısa açıklamadan sonra
konu ile ilgili İmam-ı Rabbani kuddise sırruhu’l-azîzin 273. Mektubu burada
zikretmek önemlidir.
Cevap: (Fütûhat-i Mekkiyye)
kitabının sahibi, yani Muhyiddîn-i Arabî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, şeytan,
Medîne-i Münevvere’de metfun bulunan Muhammed aleyhisselamın kendi şekline
giremez diyor. Başka suretlerde de, Rasûlüllah olarak görünemez diyenleri
kabul etmiyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendi şeklini ve hele
rüyada tanıyabilmek çok güç olacağı meydandadır. Bunun için, rüyalara nasıl
güvenilebilir? Âlimlerin çoğunun dediğine uyarak ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin yüksek şanına yakışacak üzere, şeytanın hiçbir şekilde o
Serverin ismi ile görünemeyeceğini söylersek, o şekilden emirler almak ve onun
beğenip beğenmediğini anlamak kolay değildir. Mel’ûn şeytan düşmanlığını burada
da gösterebilir. Araya karışarak, olmayan şeyi olmuş gibi gösterebilir. Rüya
göreni şaşırtır. Kendi sözlerini ve işaretlerini, o şeklin Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin sözleri ve işaretleri imiş gibi gösterir.
Çoğumuzun bildiği gibi, bir gün Seyyid-ül-beşer “aleyhi
ve ala alihi ve eshabissalatü vesselam” Ashabı ile oturuyordu. Kureyş’in ileri
gelenleri ve kafirlerin şefleri orada idiler. Seyyid-ül-beşer “salla’llâhu
aleyhi ve sellem” onlara (Ven-necmi) sûresini okudu. Onların putlarını anlatan
ayet-i kerimeye gelince, mel’ûn şeytan putları öven birkaç sözü, o Server’in
“salla’llâhu aleyhi ve sellem” sözüne ekledi. Dinleyenler, bunları da o
Server’in sözü sandılar. Şeytanın sözlerini ayet-i kerimeden ayıramadılar.
Orada bulunan kâfirler bağırmaya başlayarak, Muhammed “salla’llâhu aleyhi ve
sellem” bizimle sulh yaptı, putlarımızı övdü dediler. Orada bulunan müslümanlar
da, okunan sözlere şaşakaldılar. O Server “salla’llâhu aleyhi ve sellem”
şeytanın sözlerini anlamadı. (Ne oluyorsunuz?) diye sordu. Ashab-ı kiram, siz
okurken bu sözler de araya karıştı dediler. O Server “salla’llâhu aleyhi ve
sellem” düşünceye daldı ve çok üzüldü. Hemen Cebraîl-i emîn “ala nebiyyina ve
aleyhissalatü vesselam” vahy getirdi. O sözleri şeytanın karıştırdığı, bütün
Nebilerin sözlerine de karıştırmış olduğunu bildirdi. Allah Teâlâ, o sözleri
ayet-i kerîme arasından çıkardı. Kendi kelamını sapsağlam yaptı.
Görülüyor ki, o Server “aleyhi ve ala alihissalatü
vesselam” hayatta iken ve uyanık iken ve Ashab-ı kiram arasında, şeytan-ı laîn
o Server’in “salla’llâhu aleyhi ve sellem” sözüne kendi bozuk şeylerini
karıştırıyor ve hiç kimse bunu ayıramıyor. O Server “salla’llâhu aleyhi ve
sellem” vefat ettikten sonra bir kimse uykuda hisleri çalışmaz iken ve yalnız
iken, nasıl olur da, rüyanın şeytanın karışmasından korunduğunu ve onun
değiştirmediğini anlayabilir?
Şunu da söyleyelim ki, mevlid okuyanların ve
dinleyenlerin zihinlerinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu işten
razı olduğu yerleşmiş bulunmaktadır. Çünkü övülen kimseler, övenleri beğenir.
Bu düşünce, hayallerinde yerleşerek, hayallerindeki şekli, sûreti rüyada
görebilirler. Bu rüya doğru olmadığı gibi, şeytan da karışmış değildir.
Şunu da bildirelim ki, rüyalar doğru olsa bile, arasıra
göründüğü gibi çıkar. Mesela, rüyada birisi görülürse, o kimsenin kendisi
anlaşılır. Doğru olan rüyalar, çok olur ki, görüldüğü gibi çıkmaz. Bundan başka
bir şey anlamak, yani tabir etmek lazım gelir. Mesela, rüyada Ahmed görülür.
Ahmed ile Mehmed arasında sıkı bağlantı olduğundan, bu rüyadan Mehmed
anlaşılır. Bu bildirdiklerimiz gösteriyor ki, oradaki sevdiklerimizin
gördükleri rüyalara şeytan karışmamış olsa bile, bu rüyaların, görüldüğü gibi,
olduğu nereden anlaşılır? Bunları tabir etmek lazım olmadığı ve başka şeyleri
göstermedikleri nasıl söylenebilir? Demek ki, rüyalara kıymet vermemelidir. Her
şey, insan uyanık iken vardır. Bunları uyanık iken görmeğe çalışmalıdır. Uyanık
iken görülen, bulunan şeylere güvenilir. Bunlar, tabir etmek istemez. Rüyada ve
hayalde görülen şeyler de, rüya ve hayaldir. [3]
Gizli sanatların esas bölümlerinden birini ölülerle kurulan
iletişim oluşturur. Bu, zamanın başlangıcından beri büyücülerin uğraştığı bir
şeydir. Bu konuda sizin de gerçekten çaba göstermeniz gerekir.
Spiritüalizm, yüzyılın başında, enteresan trompet
çalmalarla, masa kaldırmalarla birlikte büyük bir eğlence kaynağıydı. Ama artık
tamamen, “yakınlarda göçmüş sevdikleriyle temas kurmaya” çalışan mavi elbiseli
küçük, yaşlı hanımlara kalmış gibi görünüyor (hanımların konuşmalarına şahit
olduğunuzda, terminolojinin cenaze levazımatçıları tarafından yaratıldığına
hemen inanabilirsiniz).
Pratikte bu seanslardan birine katılmak, tombala oynamaya
gittiğinizi itiraf etmek gibi bir şeydir.
Gitseniz bile bütün duyacağınız şu olur: “Evet, Mabel. Albert’in
öbür tarafta çok mutlu.” (Mabel’e bakınca bu mutluluğun sebebini anlarsınız.)
Kimse şu tür araştırıcı sorular sormaz: “Niye her rehber ruh Kızılderili
oluyor? Öte tarafta Kızılderililerden başkası yok mu?”
Çok kolay bulunur olması nedeniyle artık ouija bile havasım
kaybetti. Ouijayı dışarı çıkardığınız gece neler olduğuna dair heyecan verici
hikayelerle insanları asla eğlendirmeyin. Hayaletin parmaklarının yüzüne
dokunması ve musluklardan kan akması gibi hikayelerle her zaman biri çıkıp sizi
bastıracaktır.
Kocaman bir ouijanız varsa üzerine çıkıp Enokça’daki
kelimeleri tersinden telaffuz edebilirsiniz (bkz. Dr. Dee) ama bu şimdilerde
çok basmakalıp bir yöntem haline geldi.
Geriye bir tek çözüm kalıyor ama o da çok tehlikelidir.
Nekromansi de spiritüalizm gibi sadece ölülerle konuşmayı
ifade eder, ama itiraf etmek gerekir ki daha etkili bir sözcüktür. Gayet tabii
iyi bir blöfçü nekromansi yapmaya çalışmaz; bu çok tehlikelidir. En iyisi, bu
korkunç sanatla bir ara uğraştığınızı söylemenizdir (ya da daha iyisi sadece
ima edin).
Olay yere çizilmiş beş köşeli yıldızın ortasında durup tören
kılıcıyla farklı noktaları işaret etmekten ibarettir. Nekromanside kibarca
sormak yerine ruhu büyüleyip getirirseniz ve şu gibi sorulara cevap vermeye
zorlarsanız: “Altılı ganyanın ilk ayağım kim kazanacak? Niçin bütün
rehber ruhlar Kızılderili?”
Seansmıza enteresan bir ruhun uğramasını beklemek yerine,
nekromansiyle istediğiniz ruhun görünmesini sağlayabilirsiniz. Bu da denemeye
değer, çünkü kalabalık bir Kızılderili ruhları grubu nedeniyle seansınıza
enteresan bir ruh gelmeyebilir.
Kaynak: Alexander. C.
Rae, Blöfçünün Rehberi, Kara Büyü, Çeviren: M.Fehmi İmre, Tempo’nun Okurlarına
Armağanıdır, İstanbul
Birinci Cihan Harbinin son seneleriydi. O zaman Ankara’da
Hukuk Mahkemesi âzâsından Avni Efendi adında bir zât vardı. Medresede okuduktan
sonra Hukuk Fakültesi’ne ve Fen Fakültesi Tabiiyye şûbesine de devam etmişti.
Kendisi Kırşehir’in Mucur kazasından olup, fevkalâde kuvvetli bir medyum idi.
Her gece Vâli’nin, Kadı’nın ve muhtelif kimselerin evlerinde yapılan ispritizma
[Ruhun
ölmediğine inanan, gereğinde ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini ileri
süren inanış, ruh çağırma:] tecrübelerinde medyum olurdu. Bir gece de biz ricâ ettik,
kabul etti. O gece arkadaşlarımızın hemen çoğu o toplantıda bulundu. Bir de
buna hiç inanmayan, yukarıda kendisinden bahsettiğim Mısırlı Abdülhakîm
Fehmi Bey arkadaşımız o mecliste bulunuyordu ve hiç inanmadığı için,
herkesin parmaklarını koyduğu büyük ve ağır bir yemek masası üzerine bütün
kuvvetiyle, fakat hissettirmeyerek koluyla basıyordu.
Medyum: «Ey ruh! Geldiysen masanın ayağını kaldır ve
vur» dedi. Masanın ayağı kalktı, bir defa vurdu. Abdülhakîm Efendi bir
kere daha vurmasını rica etti. Medyum: «Ey ruh! Uç kere vur» dedi.
Masanın ayağı üç defa kalkıp yere inince Mısırlı arkadaş: «Allah Allah!
Efendi, yâ Allah!» diyerek şaşırıp kaldı. Ben kâtiplik ediyordum.
Arkadaşlardan felsefe hocası Çorumlu Abdurahman Dursun Bey, Kabakçı Mustafa
veya Patrona Halil gibi ihtilâlcileri çağırdı. Bu Abdurrahman Bey vaktiyle
medresede okumuş, sonra Yüksek Muallim Mektebi’ne girmiş ve felsefe kısmından
şahâdetnâme almış, medresede edindiği kanaatlerini değiştirmiş, kendisine göre
bir ateist olmuştu.
Öteki arkadaşlar da bazı şeyler sordular; hepsine cevap
vermiyordu. Ben de Nâmık Kemâl’in rûhunu istedim, dâvet edildi. Eski edebiyat
ile yeni edebiyat arasındaki farkı ve bu husustaki düşüncelerini sordum. Sarı
kâğıtlı müsvedde defterinin üçte ikisi verdiği cevapla dolmuştu ve tam kendi
üslûp ve ifadesiydi. Ne yazık ki defterimi sonradan kaybettim; o sözleri şimdi
buraya aynen geçirmek isterdim.
«Fuzülî’yi çağıralım ve zamana uygun bir beyit söylemesini
kendisinden rica edelim» dediler. Mütârekenin ilk yılı idi. Hiç unutmam, çünkü
çok tekrar ettim, aynen hatırımdadır. Şu beyti söyledi:
Mü’minlerin başı yok,
Dayanacak taşı yok.
Dayanacak taşı yok.
Herkesi bir hayret istilâ etti. Abdülhakîm Efendi’ye
anlattık, o da şaşırdı.
Medyum Avni Efendi ile bir gece de Âşir Molla’mn evinde
toplandık. Orada Ankara eşrâfından Taşhan sahibi Ziya Bey ve mektebimizin Arapça
hocası Trabzon Müftîsi Cûdî Efendi de vardı. Masanın etrafına toplandılar,
medyum bir iki defa:
«Ey ruh! Geldinse haber ver» der demez, masanın
ayağı vurdu. «Adın ne?», «Şükrü», «Nerelisin?», Ankaralı», «Hangi
mahalleden?», «Telüce», «Ne iş yaparsın?», «Ayakkabıcıyım», Ne zaman öldün?»,
«Kırkyedi sene evvel» «İçimizde Ankaralı tanınmış bir kimse var mı?», «Var»,
«Babasının adı ne?», «Hacı Süleyman» dedi.
Bütün Ankaralılar ve biz donduk kaldık, zirâ Taşhan sahibi
Ziya Bey’in babasının ismi Hacı Süleyman idi. Biz bilmediğimiz için mahallenin
yerini sorduk. Telüce mahallesi, lisenin karşısında ve Ankara Hastahanesi’nin
karşı cephesindeki tepede imiş. Sorulacak başka bir şey olmadığı için,
başkaları çağrıldı. Herkese seviyesine göre cevaplar verildi.
O gece ben, yanımda oturan Cûdî Efendi’ye kendi kanaatimi
söyledim. Dedim ki: «Ben bu gelen kuvvetin ruh olduğuna inanmıyorum; çünkü ruh,
cesedinin yanında veya mele-i a’lâdadır. Herkesin emriyle hareket etmez ve ona
râm olmaz. Akıl buna mânî olduğu gibi, nakilden de uygun bir hüküm bulunamaz.
Bu olsa olsa cin taifesidir? Eskiden de biliriz, cinci hocalar vardı. Bunlar
bir kısım cinn’i kendilerine râm etmişlerdi. Yıllarca herkes bu hususta birçok
menâkıp dinlemiştir. Esâsen cin tâifesinin vücûdu Kur’ân ile sâbittir.» Cûdî Efendi bu sözlerimi
tasdik etti ve «Medyuma bir sual tevcih edelim» dedi. «Malûmdur ki,
Hazret-i Ali’nin kabrinin nerede olduğu târihen sâbit değildir, kimse bilmez,
ancak makamı vardır. Bunu soralım» dedi, sorduk. Gelen kimdi
bilemiyorum, fakat müphem bir cevap verdi. Cümlenin bir sıfatı da hatırımda
değildir: «İnsan» olan mı, «kâmil» olan mı, hâsılı, faziletli bir sıfat
kullanarak dedi ki:
Fakat en mühim cevaplar, o zaman Ankara vâlisi olan
akrabamızdan Azmi (Savut) Bey’in büyük dâmâdı Bâb-ı Ali Evrak Müdîri Hacı Nûri
Bey’in cep defterindeydi, herhâlde evlâdına intikâl etmiştir. Bize okuduğu bazı
parçalar vardı ki, hakîkaten,
O büyük adamlara yakışır ifâdelerdir. Sh: 81-82
**
Beykoz Orta Okulu’nda Kandilli Lisesi mezûnlarından
matematik yardımcı öğretmeni bir Sârâ Hanım vardı. Bu, Medineli Hacı Osman
Efendi’ye mensûp, yaşına göre çok ağırbaşlı (20 yaşlarında) bir hanım kızdı.
Arkadaşları ile birlikte dersler bitip, talebe dağıldıktan sonra muallim odasında
ispritizma tecrübeleri yapardı. Sârâ Hanım kuvvetli bir medyum idi. Bir gün
tesadüfen odaya girdim. Gülüşmeye başladılar:«Sizin her cuma akşamı nereye
gittiğinizi artık öğrendik. Tozkoparan’a gidiyorsunuz.» dediler.
Halbuki ben Zeyrek’e Fil Yokuşuna gidiyordum. «Bulamadınız» dedim. «Bir gün
bulacağız» dediler. Ve gözümün önünde devam ettiler. Baktım bir fincan,
yuvarlak bir kâğıda harfler yazılı, fincan ortada, masa başındakiler
parmaklarını fincanın üstüne koyuyorlar ve fincan hareket ederek harfleri
dolaşıyor ve derhal cümle peydâ oluyordu. Halbuki bizim yukarıda bahsettiğimiz
Mucurlu Hâkim Hüseyin Avni Efendi’nin idâresindeki ispirtizma tecrübeleri çok
zordu. Ve saatlerce devam ediyordu. Bu o kadar kolaydı ki hiç zaman
kaybedilmiyordu. Çünkü fincan hemen sür’atle harflerin üzerinde dolaşıyor,
cümleler meydana çıkıyordu.
«Benim de sorularım var.» dedim. «Siz de istediğinizi
sorun.» dediler.İstiklâl Marşı‘nın mübdii
ve Safahat şâiri Akif Bey iki
ay evvel vefat etmiş ve vefatını bir gün sonra sınıfta haber almış, beynimden
vurulmuşa dönmüştüm. Onun teessürü devam etmekteydi. «Mehmed Akif
Bey’in rûhunu çağıralım» dedim. Geldi. Ben de şunu sordum:«Aziz
Ustâdım! Haber alamadığım için son teşyi’ vazifesini yapamadım. Bana kırılmış
olmanızdan şüphe ediyorum.» Derhal cevap verdi: «Şüphene
kırıldım.» Bu söz üzerine o kadar irkildim ki, kendimden geçtim. Çünki
Akif Bey, sözü hep böyle veciz bir tarzda söylerdi. Demek istiyordu ki: «Ben
seni tanımaz mıyım, kırılmış olmamdan nasıl şüphe ediyorsun? Ben darılsam, işte
bu şüphene darılırım.»
Babanzâde Nâim Bey’i dâvet ettik. Fakat onunla yaptığımız
muhavere hatırımda kalmadı. Maksadım, o ilim ve fazlıyla, kayınpederi Fatih
Türbedârı Âmiş Efendi’den, ümmî fakat Hakk’tan mevhûp irfân ve kemâlâtıyla,
kendisini tanıyanlarca söylenen keşifleri ile bilinen o ârif zâttan, mânevi
yönden istifâde şeklini öğrenmekti. Reisül ulemâ â’yândan Ayasofya kürsü vâizi
Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi’yi dâvet etmelerini istedim. Hazret geldi. «Rahat
mısınız, muazzep misiniz?»diye sordum. «Muazzebim» diye
cevap verdi. «Neden?» dedim. «Kaal ilmine bakmışız,
hâl ilmini anlamamışız.» dedi. Tasavvufa büsbütün arka çeviren
ulemâ-yı âlâmdan olduğuna hükmettim. Müşârünileyh, Ayasofya’da kürsüden inerken
düşmüş, ayağı kırılmıştı. Meslektaşları ve muhâlifleri arasında «İttihatçılara
boyun eğdiği için Allah câmide dersini verdi.» denmişti. Sh. 325-326
Manastırlı,
Meşrûtiyetten evvel din âlimlerinin «Ulemâ-yı Sitte» dedikleri altı otoriteden
biri idi. Diğerleri Tikveşli Yusuf Efendi, Tokadî Şâkir Efendi, Evkaf Müfettişi
ve Hukuk Fakültesi Ahkâm-ı Arazî muallimi Hüseyin Hüsnü Efendi (bilâhare
Şeyhülislâm), Mecelle şârihi ve fakültede müderris Atıf Bey, Mısır Kadısı
Yahya Reşid Efendi olup, bu zevât, İlmiye mesleğinin benâm âlimlerindendi.
Şeriat erbâbı ölümden sonra evliyâdan tasarrufu reddeder.
Birçok asırlarda ölüye isnat edilerek, şâyi olan rivâyetler merhûma olan
muhabbet ve râbıtanın eseridir. Hayât-ı bâkîye intikal etmiş olan bütün
canlılar fânî hayattan artık el etek çekmişlerdir. Müdâhaleleri aklen de
muhaldir. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimiz için«Sen de
öleceksin, onlar da muhakkak öleceklerdir» meâlindeki âyet-i kerîme’de
sarahaten beyan buyurmuştur. İkinci hayat artık mahşerdedir. Fakat tevâtür
derecesinde bazı vak’alar işitilmiş, görülmüş ve yazılmıştır. Bunlar için o
zaman ancak aklî bir yol vardır. Varlıkları Kur’ân-ı Kerim ile sâbit, ecsâm-ı
latîfe’den olan cinlerin, o büyük zevâta olan rabıtalarının bir cilvesi dersek,
zannederim hiçbir zelleye düşmüş olmayız.
Cinlerin vücûdu ayrıca Huddâm sahipleri ve ispritizma ile
sabittir. Birçok âsâr sâhibi meşhur müdekkik âlim İsmâil Ertuğrul Fennî Bey’in
de ispirtizma husûsunda bu fikirde olduğunu Edhem Feyzi Gözaydın Bey’in bana
getirdiği onun bu hususta yazdığı küçük bir kitaptan öğrendim.
Bu münâsebetle söyleyelim ki, «tevessül» de meşru değildir.
Peygamberler dâhil, geçmiş bütün fazl u kemal erbâbı, büyük takvâ sâhipleri,
keşif ve kerâmet ehli hürmet ve tevkîr ile yâd edilmeye lâyıktır. Haklarında
hiçbir hürmetsizlik gösterilmemelidir. Hayır ile yâd edilmeleri Peygamber
Efendimiz’in emridir. Onlara karşı yapılacak en büyük vazife ruhlarına «Fâtiha»
okumaktır. Bunun dışındaki bağlantılar kime karşı olursa olsun şirk-i hafîdir.
Biz ancak hayatta bulunan erbâb-ı kemâl’den istifâde yolunu
aramalıyız. Çünkü onların vazifeleri tebliğden ibarettir?
Bir kere düşünelim: Herkes kendi şeyhine bu irtibâtı
öldükten sonra devam ettirirse, asırlar geçtikçe her yerde yüzlerce binlerce
ilâhlaştırılmış putlar peyda olacak, ortada ne Hâtemü’l-Enbiyâ, ne de
Vahdâniyet-i İlâhiye mefhûmu kalacaktır. İmânını korumak isteyenler, âhirete
intikal etmiş olan zevât eser bırakmışsa ve içindeki yazılar nasslara aykırı
değilse, ancak onları okuyup fikren istifâde etmeye bakmalıdırlar.
Birçok meşâyihin eserlerini önüne gelen şerh etmeye
kalktığından ve bunlar tasavvuf ve usûl-i fıkhı bilmediklerinden imânı
sakatlayacak hatalara düşmüşlerdir. Bunları iyi niyetle yapılan şerhler için
söylüyorum. Yoksa Batinîlerin bu dini kökünden yıkmak için uydurdukları
sözlerin, yazılan kitapların hadd ü hesâbı yoktur. En güzel delîl olarak İlmî
ve târihî bir misal verelim:
Bir gün ben bu husustaki fikirlerimi söylediğim zaman
Bağlarbaşı’nda bize gelmiş olan Edebiyat Muallimlerinden Sıdkı Karababa
Bey, Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafiye müellifi Ahmed Rif’at
Bey’in eserinden bahsetti; ricam üzerine o eserden bana istinsah ederek
getirdi.”
Hülâsaten arzedelim: Aslı beşinci cildin 180-181.
sahifelerinde, meşhur Tabakât sahibi Abdülvahhab Şa’rânî, Futûhât-ı Mekkiye’yi
(Levâmi’ül-Envar’il-Kudsiyye) adıyla hülâsa etmiş, daha sonra onu da özetleyerek El-Kibrîtü’lAhmer
unvânı ile bir eser daha vücuda getirmiştir. İmam Şa’rânî der ki: Futûhât’ı ihtisar ettiğim, (yâni
kısalttığım) sıralarda «Ehl-i sünnet ve’l-cemaat» itikadına uymayan bazı
yazıları gördüm ve durakladım. Kitabımdan çıkarmak istedim. Fakat tereddütten
kendimi kurtaramadım. Nihayet bir gün Mısır’ın tanınmış âlimlerinden Seyyid
Ebü’t-Tabîbü’l-Medenî ile karşılaştım ve bu tereddüdümü söyledim. Kendileri hemen
cebinden bir kitap çıkardı. Bu eser, Konya’da Muhyiddin-i Arabi’nin el yazısı
ile yazılmış olan nüshadan kopye edilmişti. Esere baktım. Kitabımdan çıkarmak
istediğim cümlelerin hiçbirini orada göremedim. O vakit anladım ki, Mısır’da
elden ele dolaşan Fütûhât-ı Mekkiyye nüshalarının hepsi Şeyh Muhyiddin-i Arabi’nin ehl-i sünnet
inancına muhalif olduğunu göstermek ve kendisini halkın nazarından düşürmek
için yazılmıştır; birtakım iftiralarla dolu nüshalardır. Nasıl ki kendilerinin Füsûsü’l-Hikem ve diğer nüshalarının da
böyle karıştırılmış olduğu esefle görülmüştür.
İtikat ve amelleri sapık olan birçok kimseler, yalnız Şeyh
Muhyiddin-i Arabî’yi değil, birçok tanınmış tasavvuf erbâbının manzûm, mensur
eserlerini de bu sûretle ifsât etmişlerdir. Gayeleri yalnız o zâtları halkın
nazarından düşürmek değil, İslâm akaidini bozup dinî ihtilâle sebep olmaktır.
Bu sebeple en emniyetli yol: Bir eseri bir zâta isnat
edebilmek için, matbaanın icadından evvel, eğer kendi el yazısı ile yazılmış veya
kendi nezâretinde hayatında başkasına dikte ettirmiş ise, o eser onundur
diyebiliriz. Bu yol imâna bir halel vermemekle beraber, aynı zamanda ilmî bir
usûl olur. Matbaanın icadından sonra ise, kendi zamanında basılmış eserler için
aynı ihtiyata başvurmak yerinde olur. Fakat bu ihtiyat din dışı yazılmış
eserler için lüzumlu değildir. Tedkîk metotları dahilinde yazılmış eserler ilmî
mahiyet kazanırlar. Sh: 292-294
Kaynak: Mahir İZ,
Yılların İzi, Kitabevi, Nisan 2000,İstanbu
M.Ö. III. y.y. tarihli, büyük Sinegog Maspero
(1840-1915)tarafından çevrilmiş ve “Ruh Çağırma” adı verilen bir metin,
Çinliler’in etten ve kemikten kurtulmuş ruh hakkındaki inanç ve duygularını
şiirsel bir biçimde anlatır:
“Ey ruh gel!
Efendinin vücudunu terk etmiş dört yönde ne yapıyorsun?
Ey ruh gel!
Doğu’da birine güvenmen gerekmez!
Ruhlar bin arışlık (Dirsekten orta parmağın ucuna kadar bir
Ölçü, kude) Uzun Adam’ı izlerler.
On güneş arka arkaya doğar, metalleri eritir, kayaları sıvı
hâle getirirler.
Sular bu sıcaktan etkilenmeyeceklerdir, orada yaşayan ruh
sıvı hâle gelecektir.
Ev ruh gel!
Güney’de durman gerekmez!
Dövmeli alınlar ve “Siyah Dişler” Tanrı’ya insan kurban
ederler.
Kemikler haşlama yapılırlar.
Bu engereklerin, yılanların, yüz fersahlık pitonların
ülkesidir.
Dokuz başlı ejderha hızlıca gider, gelir.
Ve birdenbire ve aniden insanları çiğnemeden yutar, kalbini
sevindirir.
Ev ruh geri gel. Batı’da bin fersah genişliğinde hareket
eden kumlar tehlike saçarlar. .
Eğer Gökgürültüsü kaynağına döne döne girersen, toz hâline
geleceksin, orada durma!
Eğer şans eseri yakalanırsan, orası verimsiz bir çöldür.
Fil kadar büyük, kırmızı karıncalarla ve balkabağını andıran
siyah yaban arılarıyla doludur.
Beş tahd orada yetişmez, sadece orada yenen bitki yetişir.
Bu toprak insanları kurutur, su ararlar ama bulamazlar.
Bu sonsuz büyüklükte, tutunacak bir yer bulamadan bir oraya
bir buraya sürükleneceksin.
Gel, gel, korkarım ki sen kendini mutsuzluğa atmışsın.
Ey ruh geri gel!
Kuzey’de kalman gerekmez.
Üst üste yığılmış buzlar, dağları meydana getirir, uçuşan
kar bin arışı örter.
Gel, gel. orada kalman gerekmez.
Ey ruh geri gel!
Gökyüzüne çıkma!
Dokuz Kapı’vı kaplanlar ve panterler korurlar, ölümlü
dünyanın insanlarını yaralar ve parçalarlar.
Dokuz başlı adam, dokuz bin dallı
ağacı keser,
Canlı, parlak gözlü kurtlar dolaşırlar.
Gökyüzünün efendisinin emirlerini yerine getirirler, sonra
uyumaya giderler.
İnsanları havaya fırlatırlar ve onlarla oynarlar, sonra
onları derin bir uçuruma atarlar.
Gel, gel, karanlık yerlere inme!
Çelik boynuzlu, dokuz bükümlü
Yeraltı kontu,
Kalın kaslı, kana bulanmış pençeleriyle hızlı hızlı
insanları takip eder.
O’nun iiç gözü, bir kaplan başı ve öküzünkü gibi bir vücudu
vardır.
Tüm canavarlar insan etini severler.
Korkarım ki tehlikeye atılacaksın, geri gel, geri gel”
Sh:14-15
Vücutta bulunan tanrılar
sabit bir yerde durmazlar, sinir ve damarlardan meydana gelmiş çeşitli yollar
boyunca dolaşırlar. Araların da zıt vücut yapısına sahip tanrılarla yapılan
döğüş sonrası atılmış ya da vücudun dışına kaçmış olanlar da vardır. Sonunda
dışardan gelen ve kapının dışına kaçmış olanlar da vardır. Sonunda dışardan
gelen ve kapının önünde karşılanan ziyaretçiler, ya kabul edilirler ya da
muhafızlar tarafından kapı dışarı edilirler. Kötü niyetli veya tehlikeli
konukların içeri sızmamaları için dikkatli olmak gerekir. Bazı işaretler,
kulaktaki homurtular, aksırmalar v.s. surların içine giren veya girmeye
çabalayan bir yabancının gelişinin belirtileridir.
Değişik uygulamalar
arasında, büyülü sözlerin ezbere okunması, özel hapların yutulması veya
birazcık su içilmesi tavsiye edilmiştir.
Vücuda en zararlı konuklar arasında üç tanesi “üç
böcekler” veya “üç kurtlar” diye bilinirler. Onlar vücuda doğumdan önce, istek
dışında girmişlerdir.
Taoist eğitimcilerin sembolik olarak baktığı bu anlatımlar,
toplumsal sınıfların mümin kişileri arasında boş inançlar olarak
görülmüşlerdir.
Vücutta hapsedilmiş kurtlar, oradan kaçmaya çalışırlar. Eğer
başarırlarsa kötü ruhlar veya hayaletler olarak serbestçe dolaşırlar. Onları
vücuttan atmak değil, yok etmek gerekir. Bu istenmeyen konuklar uygun bir
beslenme rejimiyle yok edilirler. Bu sadece tahıldan (buğday ,arpa, darı,
pirinç, nohut ve bakladır) sakınmakla olabilir. Et, şarap, diğer sert içkiler,
sarımsak ve soğandan da sakınmak gerekir.
Kurtlar beslenmek için özellikle tahılı seçerler. Kimileri bunların tahıl
tarafından döllendiklerini söylemektedirler.
Bu rejim uzun yıllar devam etmelidir.
Arınma yardımıyla, vücudun bazı yerlerini kemiren bu üç
kurt öldürüldükten sonra, ancak bir üst rejim olan “havayla beslenme “ye
ulaşılır.
“Havayla beslenme” dünyanın içinde bulunduğu hayatî enerjiyi sindirmektir.
Dünyayı ayakta tutan ve kozmik kökenli solunuma benzer “embriyon
solunumu” bu yolla geliştirilir. “Embriyon solunumu”nun
etkisiyle vücudun maddesel yapısının dönüşümü aşamalı olarak gerçekleşir: Yapı
daha görünmez hâle gelir, daha uzun süre varılır, sonunda, yok olmaya neden
olan şeylerin tümüne dayanıklı hâle gelir.
“Embriyon solunum” içeri çekilen
havayı gittikçe daha çok içerde tutma (Bu,, Yoga’nın bir parçasıdır) egzersizi
ile gelişir.
Önce derince alınma bilinmelidir. Buna Taoistler “Topuklara
kadar”derler. Daha sonra içe çekilen havanın hareketsiz kalmaması gerekir.
Hava, göbek altında, kalpte ve beyinde bulunan hayatî merkezlerde (çakra)
duracağı zamanı gösteren ve büyük bir dikkatle belirlenmiş yollan izleyerek,
vücudun çeşitli yerleri boyunca dolaştırılmalıdır. Havanın geçtiği yerlerin
dokuları, onun taşıdığı akıcı canlılarla dolar, onu sindirirler ve özümserler.
Aynı zamanda akıntının gücü, onunla birlikte zararlı ruhları, içine sızmış olan
düşman tanrıları beraberinde taşır. Böylece vücudun içinde, yok edilemeyecek
yeni bir vücut oluşur.
Bu egzersiz yetkili bir ustanın gözetiminde yapılmalıdır.
Bu işe rehbersiz olarak girişmek tehlikelidir. Bu çalışmaya genç
yaşta başlanmalıdır. Yetmiş yaşındaki birinin vücudunu ölümsüz hâle
getirme çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanır. Bu yaşta kendini
ölümsüz hâle getirmeyi denemek ölüme neden olabilir. Bununla birlikte normal
bir insandan daha fazla yaşamak mümkündür.
Nefesi tutma egzersizi herhangi bir yerde ve zamanda
yapılmamalıdır. Ücra, yüksek, güneş ışığından ve şehirden uzak dağlarda güneş
doğarken yapılan egzersizler uygundur.
Soluk alma, ağız sıkıca kapatılarak, burundan; soluk verme
ise, sıkılmış ve hiç bir aralık bulunmayan dudaklar arasından yavaşça
yapılmalıdır.
Çağdaş ve uzman bir Taoist olan Prof. Pen Chen, teknik bir
deyim olan “nefesi yeme” ile ilgili aşağıdaki notu bana verdi.
“Aşağıdaki alıntılar, Yuan hanedanlığı sırasında yaşayan
Hwan Yuan Chi’nin konuşmalarından alınmıştır (1277 – 1367).Bu konuşmaların aynı
isimde başka bir ustaya ait olması mümkün değildir. Ne olursa olsun, aşağıdaki
pasaj, alınmış olan eser, Çin’de oldukça ünlüdür. Günümüzde tüm Taoistler ‘in
elinde manevî hayatın rehberi olarak bu kitap bulunmaktadır.”
“Vücutta veya nefes almayı engelleyerek dışarda tutulan
nefes ‘esas nefes’ olarak adlandırılmıştır, burunla verilen nefes aynı şey
değildir. Bu esas nefesin küçük bir bölümü, Taoist egzersizin ilk etabı
sırasında vücutta bulunan Embriyon nefes olarak adlandırılmıştır. Buna “kozmik
nefes” (Kozmik Prâna) de denir ama Taoistler, Hintliler’in yaptığı gibi, bunu
parçalı bir bölünme olarak kabul etmezler. Nefes tutma ya da azaltma onlarda
asla Kumbaka anlamını taşımaz.”
Embriyon nefesi, tüm zihinsel çalışmaların durmasına neden
olan fizikî solunuma ara verdikten sonra vücutta açıkça görülmez.
Bu esas nefes
“gerçek’nefes”, “biricik gerçek öz”, “doğal esas nefes” olarak da
adlandırılmıştır.
O şekilsiz, renksiz,
sessiz ve düşüncesiz. Çok uzakta, aynı zamanda çok yakındadır. Ne içeride ne de
dışarıdadır. Çoğalmaz ve eksilmez, insanın geliştirici satvik çalışmalarının
sonucu değildir, o hâlde “vardır”; geriletici tamazik eğilimlerinin sonucu
değildir o hâlde “yoktur.”
Her şeyin kökeni odur,
dünya kurulmadan önce vardı, hiç bir şey onsuz var olamaz.
“Embriyon nefesin uyanışı, Lao Tzu’nun öğrettiği gibi,
“hayata döniiş” veya “kökene dönüş” diye adlandırılan hareketin başlangıç
noktasıdır. Bu embriyon nefes kımıldadığı zaman, el ve ayak hücrelerinin her
birine kadar tiim vücudu dolduran bir zevk hareketi hissedilir ve duyuların
aydınlanması için, ışıklı ve parlak nefes. kafanın en yüksek noktasına çıkart
(kundalini) Sonra bu nefes, zihninde erir ve Taoist kendi kendine ölümsüz hâle
gelmek için hayat iksirini hazırlar ve büyüsüne başlar.
“Cevher” kelimesinden söz
ederken, fizikî seyyal cevher ile kaba maddî cevher arasında bir ayırım
yapılmıştır.
Taoistler iki Gök’ten, iki Dünya’dan ve iki çift ilkeden söz
ederler. Açıkça bellidir ki bu ifadeler birbirlerine (mutad) şuur hâliyle
bağlıdırlar.
Taoistler, öte âlemin bizim dünyamızdan ayrı olduğunu,
bununla birlikte, onda var olduğunu, onunla doğrudan ilişkili olduğunu ve
etkisini onun üzerinde denediğini söylerler.
Taoistler “Havayı yemek” dedikleri zaman, ondan; “ondan
yararlanmak”, “onu kullanmak” anlaşılmalıdır. Terimin esas anlamı “içeri almak”
tır, buda “yemek” deyiminin anlam belirsizliğine neden olur.
“Ölümsüzleşmek” Taoizm’de ayrı bir anlam taşır. Bu deyim,
fizikî vücudun uzun süre var olması anlamını taşısa da, kesinlikle öyle bir şey
ifade etmez. Esas anlamı “ebedî ilke” ile birleşmek ve doğanın üstüne
yükselmektir.
İradeyle bir beden içine kapanmak, bir nefes gibi etrafa
dağılmak ya da sayısız ışınımlar yayabilmek gibi yetenekler de “ölümsüzlük”
deyimi ile ifade edilir.
Solunumla ilgili egzersizleri yapma zamanı ile ilgili özel
kurallar yoktur, ama alınacak tedbirler vardır.
Eğer bu zamandan, gece ve gündüzün on iki bölümü
anlaşılırsa, bazı bilgiler verilmiştir. Uygun olan ya da olmaya’n dış şartlar
söz konusu olduğu zaman, kimi başka bilgiler de vardır.
Ne olursa olsun, soluk almayla ilgili olarak, bir nefesden
veya esas ruhtan söz eden eserlerin sayısı oldukça fazladır. “Altın
Çiçeğin Sırrı” (The Secret of the Golden Flover adlı kitapta profesör
C.G.Yung’un “Altın Çiçeğin Sırri” ile ilgili açıklamalarını inceleyiniz.) adlı
kitap da bunlardan biridir.
Bu kitapta, Çin’de eski çağlardan bu yana ustadan çırağa
geçmiş sözlü bilgiler ve belirli kişilerin anlayabileceği karakterde yazılmış
eski bir el yazmasına ait yazılar bulunmaktadır.
“Altın Çiçeğin Sırrı” VIII. y.y. dan günümüze kadar basıla
gelmiştir.Simgesel olarak “Altın Çiçek” ya da “Hayat İksiri” denen
bu enerjinin önce doğması daha sonra da vücutta dolaşması gereklidir.
Bu eğitim, Lao Tzu’nun çıraklarından biri olan Lu Yen’e mal
edilmiştir. Birçok efsane, Lu Yen’in kişiliğiyle ilgilidir. O, bu efsanelerde ”
ölümsüzler” den biriymiş gibi tanıtılır. Diğer birçok usta da Lu Yen’in
teorilerine benzer teorileri desteklemişlerdir.
Bu türde yazılmış tüm eserlerde olduğu gibi, bunda da
anlaşılması güç anlatımlar vardır. Bu anlaşılmazlık, sunduğu teorilerin sadece
belli eğitim düzeyine erişmiş kişiler tarafından anlaşılmasını isteyen bir
yazarın düşüncesi olabilir.
Ama, özel şuur durumlarına dayanan bu teorilerin en azından
tecrübesiz kişilere anlatılamayacağı kesindir. Taoistler genellikle,
öğretilerin bu türünün bilgili bir usta tarafından okuyuculara açıklanmasını
söylerler.
Sh: 17-21
“Carl Vett anlatımıyla”
1932 senesinde, Varşova’da yapılan, Beynelmilel Psişik
Araştırmalar Kongresi’ne katılanlar arasında, çalışmalarını, bir çok
hurafelerin karışması sebebiyle, doğunun sırlarına ve izahına hasretmiş, bazen
de psişik araştırma konularına dalmış, genç bir Arap olan Şeyh Abdülvahhabda vardı. Onun tebliğini,
bol inziva tecrübelerime ve batılı normal profesyonel sırların, Doğuda son
yıllarda yayılmakta olan etkisi sebebiyle, İslâm mistisizminin bir yönüne
aydınlık getirdiği için özetleyeceğim.
Benim dervişler arasındaki tecrübelerim tamâmen kaba bir
karşılaştırmaya dayanmaktadır. Bu, sadece boş saçma hurafeler anlatmamakta,
aynı zamanda geçmişe bağlı, şimdiki yakın doğunun düşünme usullerini ve
geleneklerini anlamayı ihtivâ etmektedir.
Şeyh Abdulvehhab, bağlı olduğu tasavvulî
ekolün elbisesini giymiş olarak kürsüye geldi. Tebliğini sunmadan önce,
dinleyicilerle temas sağlamak ve düşüncelerini toparlamak için, bir kaç dakika
sessizlik ricasında bulundu. Sonra, Türk ve Araplarda medyumistik güçler
konusunda yaygın inanç ve hurafeleri özet olarak anlatmaya başladı.
Bu kişiler, iki dünyanın var olduğuna inanırlar. Sıkı ilişkilerimizin
bulunduğu görünen dünya ve cinlerin bulunduğu görünmeyen dünya. Onlar her insanın 127
cin tarafından çepeçevre kuşatıldığına inanırlar. İşi iyi
gitmezse, kız kardeşleri evde kalırsa, hastalanırsa, yahut soyulursa, kısaca,
başına ne kötülük gelirse, sebebi cinlerdir. Onlara engel olmanın bir
kaç yolu var. En iyisi, Faust’un şeytan’ı gibi görünmeyen dünyada hizmet eden
bir “hüddam” elde etmektir. Böyle bir hizmetçiyi elde etmek için,
çok güç egzersizler yapmak gerekir. Biri, kendini kırk gün bir yere
hapseder. Bu süre içinde günlük 450 gram ekmek, bir kaç incir ve sadece
bir saatlik uyku ile yetinir. Vakti, meditasyon (tefekkür) ve ruhî
egzersizler yapmakla geçirmek lazımdır. O kişi, dikkatini, sırrı önemi olan
Aramî ve Süryanî mantramlar üzerinde sabitleştirir. Bu egzersiz eskiden gelen
bilgilere göre, söz konusu maksad için hazırlanmış özel bir hücrede
uygulanmalıdır. Bunu yapan kişinin, insan veya hayvan, her canlıdan kaçınması,
kimse tarafından da rahatsız edilmemesi gerekir. Bu tecrübeyi yaşayan
dostlarımdan biri bana, bu kırk günün sonunda, altın parçalarıyla kaplı, iki
küçük siyah şekil gördüğünü söyledi. Fakat, her nasılsa dostum, bu deneme
sırasında yaptığı bir yanlışlık yüzünden hediyelerini alamamış, onları geri
göndermek zorunda kalmıştı.
Ölümünün artık yaklaştığını hisseden yaşlı bir Arap,
yıllarca kullandığı hüddamı, oğluna havale edip, onun emrine verdi. Oğlunun ilk
işi, hüddamdan para istemek oldu. Hüddam “baban şimdiye kadar benden,
bu tür bir hizmet istememişti,” dedi. Az değerde biraz para
verdikten sonra gözden kaybolan hüddam, bir daha
da geri gelmedi.
Hüddam üzerinde güç sağlayan bu
denemeler, çok tehlikelidir. Bu işe teşebbüs edenlerin çoğu, ya hastalanmakta,
ya da aklını kaybetmektedir. Çünkü bunun için, insan üstü bir güce ihtiyaç
vardır.
Khat (hat), batıkların ‘apports’ diye bildikleri Arapça bir
kelimedir. Herkesten uzak, dağlarda yalnız başına yaşıyan yogi büyükleri,
sufiler gibi, her nerede olursa olsun, khat vasıtasıla, arzu ettikleri her
hangi bir şeyi kendilerine getirebilirler.
Çalışarak elde edilen bu özellik, bir çeşit telepati
yoluyla, görünmeyen dünyanın bilgisine ulaştırır. Asırlar boyu, Araplarca büyük
itibar görmüş, en önemli ilim, bir çeşit yıldız bilgisi olan, gressin ilmidir.
Eski Arap elyazmalarında, hüdddamları elde etme veya öteki dünyadaki benzeri
güçlerle işbirliği sağlama metodlarıyla ilgili bölümler bulabilirsiniz. Orada,
sezgi gücü ile, karşısındaki kişinin cebindeki para miktarının ne olduğunu
bilen, geçmişin ve geleceğin olaylarını birleşmiş görebilecek derecede
geliştirmiş üyeleri bulunan, sırrı bir sufi ekolün varlığı görülür. Bu ekolün
üyeleri, yeteneklerinden memnundurlar. Fakat, kendi dışındakilerin gözünde,
büyük önem taşımazlar. Çünkü bu dervişlerin gücüne inanmak, yabancılar için
hemen hemen imkansızdır.
8 yaşından 14 yaşına
kadar olan çocuklarda, telepati yoluyla kapasiteyi artıran moendel denen
bir metod vardır. Çocuklar yıkanılır, temizce giydirilir ve buhurla
kokulandırılmış bir odaya bırakılır. Bu maksatla seçilen çocuklar iffetli, ufak
boylu ve iyi huylu olmalıdır. Bu tecrübeyi yaşamış bir Ermeni kızı,
kendine görünüp evini ve kendine ait kaybolmuş altınların
yerini vs.yi dosdoğru haber veren bir kadının söylediklerini, ana
babasına aktarmıştı. Beraberce tarifi yapılan yere gittiler, kaybolmuş
altınları, gerçekten tam yerinde buldular. 12 yaşındaki medyumların,
Avrupa’da St. Anthony’e tahsis edilmiş çalışmaları meşhurdur.
Kaybolmuş, gömülü eşya veya paraya ait başarılı spekülasyonlar, ve benzeri
diğer çoğu olaylar, bu durumu yaşayan kişilerce rapor edilmiştir.
Bir defasında genç bir bayan, doktorunun teşhis koyamadığı
bir rahatsızlığından şikayetle konferansı veren zata gelmiş. Konferansı veren,
13 yaşlarında bir kız çocuğu çağırmış, birkaç dakikalık refleksiyon (in’ikâs,
yansıma) sonunda kız çocuğu, bir oda, içinde bir sanda İye, üzerinde bir ceket,
ceketin astarında da küçük bir paket gördüğünü, kötü niyetli biri tarafından
oraya konulduğu için, rahatsızlığın muhtemelen bundan kaynaklanabileceğini
söylemiş. Bunun üzerine, bitişik odadaki ceket hemen alınıp astardaki büyülü
paket (muska) sökülüp çıkartılmış ve genç bayan da sıhhatine kavuşmuş.
Tasarruf, bir kimsenin iffetli yaşayış ve temiz kalple
kişiliğini olgunlaştırarak kazanabileceği bir güçtür. Olgunluğun en yüksek
derecesine ulaşanlar, meyveden başka bir şey yemedikleri için, muhtemelen
tuvalete de fazla çıkmazlar. Tasarruf sahibi kişiler, hastayı iyileştirebilir,
uzakta yaşayan kişilere etki edebilirler.
Konferansçı, bir gün, şu saatte misafir gelecek diye ümid
beslemekteymiş. Misafir gözükmeyince, telepatik temas sağlamak için tasarrufunu
kullanmış. Duyarlılığı yüksek, beklenen misafir İstanbul’un Asya yakasında
ikamet etmekte ve o sırada çalışmakla meşgulmüş. Ansızın, derhal şu adrese git,
diye çok güçlü bir ses duymuş. Ancak. emre hemen uyamamış. Geç kalması
sebebiyle, özürler dileyerek randevusuna iki saat geç ulaşmış.
Sonunda konferansı veren zat, 1 Mart 1923 tarihinde
İstanbul’da geçirdiği bir tecrübeyi anlattı. O gün öğleyin. Beyoğlu’na bir
gazetenin yazı işleri müdürünü görmeye gitmişti. Büroya girerken kapıda,
önceden tanıştığı, Cologne’da yaşayan bir İngiliz bayanla karşılaştı. Onu
selâmladı, bazı sorular sordu, fakat hiç cevap alamadı. Büroda işini bitiren
konferansçı caddeye çıkınca, o kadını tekrar gördü. Kadın tam bir sessizlik
içerisinde ona yaklaştı, yaklaştı, derken ansızın gözden kayboluverdi. Olayın
nasıl olduğunu açıklamaktan bir anda aciz kalmıştı. Ancak bu görünen hayal ve
Cologne’lı İngiliz bayanın tek ve tıpkısı olduğundan emindi. Bu olaydan
rahatsız olan konferansçı, neler olduğunu öğrenmek üzere tekrar gazete bürosuna
girdi. Oradakiler de, az önce arkasından seslenen bir bayanın kendisini takip
etmek üzere bürodan çıktığını söyleyebildi. O zaman konferansçı, apaçık
gündüzün ortasında, büyük ihtimalle bir “çift yansıma veya
maddîleşme” olayıyla karşılaştığını anladı.
Yukarıdaki misallerden ortaya çıktığı üzere, Doğu, Batı’nın
metafizik dediği olayla yakından tanışıklık halindeydi. Şeyh
Abdülvahhab, Doğu’nun bu tür olayları üzerine yapılacak yoğun bir
çalışmanın, psikoloji bilimlerine büyük faydalar sağlıyacağı inancında olduğunu
belirtti. Tek faktöre dayanmaksızın, yapılacak münasip yorum ve
değerlendirmeler şimdiye kadar meçhullüğünü koruyan bu olaylara, yeterince
aydınlık getirebilir.
Konuşmasının sonunda konuşmacı, ilgilerinden dolayı
dinleyicilere teşekkürlerini sunarak, ülkesine döndüğünde, Avrupa’dakilerin
çılgın olmayıp, bu gibi konularla farklı şekilde uğraşanların bulunduğuna
kuvvetle inandığını söyledi.
“Güneş bizim
ülkelerimize doğduğu halde, Batı’da siz daha aydınsınız. Görülen olay
perdesinin ardında, insanlığın saadetine katkıda bulunabilecek büyük güçler
saklı. İnsanlığın saadetine dikkatini vermiş herkes, metafizikle uğraşmayı
kendine görev bilmelidir!..”
İşte bu hünerli ve parlak zekalı genç, Doğu sırrîliği
üzerine olan çalışmalarımda bana yardım etmeye söz verdi. Tabiî olarak o,
dindardı, ama kendini Avrupa’da medyumlar, gaybtan haber verenler, astrologlar
ve Batı mistisizminin diğer yan ürünlerini incelemeğe hasretmişti. Öyle ki,
İstanbul’da İslâm’da iyi görülmeyen büyücülüğe dayalı bir büro açmış, adını
da “Psişik Müzakereler ve Esrarlı Tecrübeler Bürosu” koymuştu.
Amerikan reklam usûlleriyle iyi kârlar elde etti. İstanbul
Telefon İdaresi Müdürlüğündeki ilanlarından biri şu şekildeydi:
Profesör Şeyh Abdulvahhab’ın
Ruhiyat Bürosu
Şark stili
döşenmiş, sırrı konulan ihtiva eden kitaplardan teşekkül etmiş kütüphanesiyle
bu büro, İstanbul’da çok mühim bir yer işgal eder. Astrolojik, chiromanik, chi-
roskopik ve grafolojik seanslar: Yıldız falı, büyülü kristal küre ve
medyumlarla müzakereler vs.
Böyle Şans Bulunmaz.
Hayatınızda her olay;
şansızlık, hastalık, başarısızlık vesaire her şey bir sebebe dayanır ve büyük
bir varlığın kanunlarına boyun eğer. Hayatınızda başarılı ve mutlu olmak için,
bu kanunların mâhiyetini öğrenmek imkanı ayağınıza kadar gelmiştir.
Şu Anda ve Bundan
Sonraki Hayatınızdaki Bütün Müşkiller İçin
İşinizde başarısızlık,
isteksizlik, aklî ve hayalî rahatsızlıklar, irade za’fiyeti, hayattaki başarı
eksikliği için; seyahatler, evlilik, kayıplar, kayıp kişiler için: tüm
müşkilleriniz ve planlarınız için.
Meşhur Profesörle
İstişare Ediniz!
O, size yardım edecek,
başarısızlığınızın sebeplerini size açıklayacak. O, size mutluluğa giden
dosdoğru İlmî, İlâhî yolu gösterecek.
Gayret Et ve Mutmain Ol!
Îlahî güç ve telkin
vasıtasıyla, hatta uzaktan bile olsa, ruhî korku ve pis isteklerin tümünü
tahrip eder. Hatta sağlığınızı etkileyen atmosferik cereyanları da siler.
Mutlak Akıl
O, bürosunda her yerde
sizi başarılı, mutlu ve sağlıklı kılmak için düşünce eğitimi ve irade gelişimi
sağlama konusunda psişik ve teozofik bilimleri öğretmektedir.
Cuma harici, her öğleden
sonra, saat 13.00 – 17.00 arası.
Adres: Taksim, No: 37.
Sourp Agop Apt. Şâkir Paşa, nr.
(Büyük Amerikan Garajı
karşısındaki Tramvay caddesi)
Meşhur fizikçi, Dr.
Kalen, “geçmiş hayatımdaki olayları ve safhaları öylesine bir doğrulukla
açıkladınız ki fevkalade şaşırdım,” diye yazıyor.
Dr. Nitchoff, “Prof. A.
Vahhab’ın seanslarına katıldım. Büyük bir hünerle ve esrarengiz bir büyüyle yönetildi”
diye kaydediyor.
Dr. M.A. : “İfadelerinin
doğruluğu ve deneyleri yönetmesi hayallerin bile üstünde, harikulade.”
Bu modern Arap büyücünün üç bekleme odasındaki ziyaretçiler,
iyi eğitim görmüş bir Türk hizmetçi tarafından sınıflandırılır. Bu gibi
yerlerde göze çarpmak istemeyenler özel bir odaya, geri kalan müşteriler de
kadın erkek ayrı gruplar halinde diğer iki odaya almıyor. Büronun taban ve
duvarları tamamen halılarla kaplı olup içerisi karanlıktı. Kendisi, içi
mukaddes ve sırrı konulu kitaplarla çepeçevre kuşatılmış siyah rafları olan bir
mihrabın içinde bağdaş kurmuştu. Önündeki küçük masa üzerinde medyumistik efekt
için seçilmiş bazı eşyalar vardı: Bir ölü kafatası, bir cam saat. Arap Tarot
kartları. Kitap raflarında Budist ve Arap büyü kitapları yanısıra İngilizce,
Fransızca, Almanca dillerinde yazılmış Avrupa sırrîliği üzerine birçok cildler
bulunmaktaydı. Müşteri, profesörün tam karşısındaki divan üzerine otururken,
aydınlatma sürekli donuk tutulurdu. Fakat Profesör gizli düğmelerle bu aydınlanmayı
kontrol edebilmekteydi. Aydınlatma sahnesinde en büyük rolü, yeşil ve kırmızı
renkler oynamaktaydı.
Üzerinde durduğu ana hususlar; geleceği önceden söyleme,
kayıp eşyanın bulunabileceği yeri ve gizli definelerin nasıl ortaya
çıkarılabileceğini bildirmek şeklinde özetlenebilir. Profesör, aynı zamanda
sırrî tıp, bilhassa kalp rahatsızlığı, steril gibi konularla da meşgul
oluyordu. Onun tedavileri, içerisine şifalı otlar ve madenî parçalar dikilmiş
küçük muskalardan teşekkül etmekteydi. Hastalara okuyup üflüyor, etkili bir
telkinle kuvvetlendirip, onları, çoğunlukla, aktif hale getiriyordu.
İnancı kuvvetli olanlara Kur’ân kullanmaktaydı. Müşterinin
keskin bir kağıt bıçağıyla, Kur’ân-ı Kerim’in yapraklan arasında bir nokta
delmesi gerekiyordu. Böylece, Şeyh de tabiî olarak, delinen âyeti müşterinin
özel durumuna göre yorumluyor ve açıklıyordu.
Bazen de el çizgilerini ve kartları kullanırdı. Ünlü bir
Arap münecciminin yardımıyla müneccimlik de yapmaktaydı. Çok zor durumlarda
12-14 yaş arasında, dış dünyadan tecrid edip bir tür derin uyku haline soktuğu
çocukları kullanırdı. Uyuttuğu çocuklara, siyah kadife üzerinde, boşta duran
kristal bir küreye baktırırdı. O çağdaki çocuklar özellikle ruhî konularda
fevkalâde duyarlı olup keşif nimeti genelde hayli gelişmiş vaziyettedir.
Kullandığı medyumların kalitesine son derece dikkat eder, büyük şöhret
kazandığı başarılarıyla, bilhassa müşterileri şaşkına çevirirdi. Toplumun her
seviyesinden kadın-erkek onun kapısını aşındırıyor, hatta kordiplamatik bile
göze çarpıyordu.
Profesör
Abdülvahhab Medine’de doğmuş, mükemmel ekonomik şartlarda büyümüştü.
Kendisinin de ifade ettiği gibi, bu rahatlığından dolayı, birçok kadın-erkek
zencî köleleri, altında çalıştığı serin yaprakları olan bol gölgeli incir
ağaçlarıyla dolu büyük bir bahçeleri vardı. Geçim derdi olmaksızın sükûnet
içinde hayatını sürdürmüştü. Fakat I. Dünya Savaşı onu bu cennetten koparıp
macera ve huzursuzluklarla, dolu yıllarla yüzyüze getirdi.
Askerlik mükellefiyetini, subay veya Tabur İmamı olarak ifa
etme fırsatına sahip oldu. Orduda Tabur İmamı’nm ilk görevi, defnedilmeden önce
ölenleri yıkamak olduğu için, subay olmaya karar verdi. Dil bilmesi ve
istidadlı olması nedeniyle genelkurmayda yaver ve mütercim, savaşın çeşitli
merhalelerinde de zekî bir gözlemci oldu.
Bu muhterem genç, çeşitli cami ve dervişleri ziyaretimde
bana da rehberlik yaptı. Gerçek bir doğulu gibi, sırrî güçlerin bilinmeyen
muammalı kuvveti hakkında hiç şüphesi yoktu. Hayatın her merhalesinde, maddeye
karşı ruhun önemini çok iyi biliyordu. Kendi sırrı tecrübeleri hakkında, bana
bir tek kelime bile bahsetmedi. Bir Avrupalı olarak, benim, kendi fikirlerinin
temel mantığını anlayamayacağımı düşünüyordu. Belki de, başkalarının güvenini
sarsmaya mecbur bırakacak bir iş peşinde koşmaktan utanmaktaydı. O sırada, bunu
anladım. Kendisini, kazanç getiren takat huzur getirmeyen bu işi terkedip,
mükemmel özelliklerini ciddî dinî araştırmalara hasretmesini ikna ettim. Bugün
o, Şam’da, İslâm’ın kurallarını araştıran, sarık cübbe giymiş, sürekli beş vakit
namazını kılan bir vaizdir.
Suskun efendisine benzemeyen evin hizmetçisi konuşmayı
severdi. Bir keresinde, bekleme odasında bana, “geçen yıl” dedi,
“Profesör bir tekkede ikâmete kabul edildiğinde, buradaki bu evde ansızın bir
yangın patlak verdi. Üst kattakiler heyecanla aşağı inerek alevlerin döşemeden
fışkırdığını, bizim evden fışkırması gerektiğini söylediler. Bizim evin her
tarafına baktık, araştırdık, ortalıkta ne ateş, ne de bir duman vardı.
Profesörün çalışma odası her zaman olduğu gibi kilitliydi. Penceresinden dışarı
bakınca, orada da ateş göremedik. Çok geçmeden alevler kayboldu. Bu alevlerin
nasıl, ve nereden çıktığını bir türlü anlayamadık. Ancak profesör buraya
gelirse gerçek sebebini, sanırım size söyleyebilir.”
Profesörden ilmî merak saikasıyla bu konu hakkında bir
şeyler söylemesini rica ettim.
“Geçen yıl” dedi, “Ramazanı tekkede geçirdim. Orası murakabe
ve tefekkür için buradaki dairemden daha elverişli. Ruhî gelişmenin önemli bir
parçası olan murakabe’de düşüncelerimi bir türlü kontrol edemiyordum.
Düşüncelerim, burada gördüğünüz etrafımı çepeçevre kuşatan saçma şeylere ve
kitaplarıma kayıp gidiyordu. Beni rahat bırakmıyorlardı. Kızdım ve bağırdım:
Bütün bu karışıklıklar, cehenneme! İşte tam bu sırada Pangaltı’da bulunan
dairemden yangın zuhur etmiş.”
Ev taştan yapılmıştı. Alev üst eve göre, sadece profesörün
çalışma odasındaki mihrabın üzerinden yukarı sirayet etmişti. Bana bunları
anlatırken gülümsüyordu. Ama ev hizmetçisi kadın, işi çok ciddiye alıyor, gizli
güçlerle şaka yapılmaması gerektiğini, zira onların çok kuvvetli ve tehlikeli
olduklarını söylüyordu.
Daha önce de karşılaştığım bu ilginç zata Varşova’da verdiği
konferansta bahse konu ettiği olayı biraz açmasını rica ettim. Bana şu cevabı
verdi:
“Bir keresinde reklam ücretlerini ödemek üzere, bir gazete
bürosuna gitmiştim. Dışarıda, bekleme odasında pencere kafesinin ardında,
birdenbire, burada tanıştığım fakat sonradan şehri terk edip başka bir yerde
yaşayan genç bir hanım gördüm, müthiş heyecanlandım. Arasına paralan koyduğum
cep kitabımı bekleme odasına bırakıp, peşinden yetişmek üzere hızla alt kata
inen merdivenlere koştum. Yetiştim. Onunla Beyoğlu Caddesi’nden aşağı uzun bir
mesafe birlikte yürüdüm. Ama şaşırmıştım. Tek bir söz bile konuşmuyor. Bana
sadece gülümsüyor, başını sallıyordu. Derken, gündüzün ortasında sabun
köpüğünün patlayıp yok olması gibi, birden gözümün önünde kayboluverdi.
Şaşkınlıktan donakaldım. Bu genç hanım hakkında belki bir şeyler öğrenebilirim
ümidiyle, acele gazete bürosuna geri geldim. Bu bayan hakikaten büroda mıydı?,
Yoksa bütün bu olanlar hayal miydi? Memurlardan biri, aceleyle bıraktığım cep
kitabımı iade ederken gülerek, ben de güzel bir hayalet gördüm, dedi. Bundan,
olayın tamamen sübjektif olmadığım anladım ve Varşova’da bu hususu tebliğime
ekledim.”
Sh: 17-29
“Tarikatımızın kurucusu, Allah’a aşkla bağlanmış, Kur’ân’ın
emirlerine harfiyyen uyan çok büyük bir zattı. Sultan çeşitli kereler, onu
törenlere davet ettiği halele o, hep reddetmiş, gitmemişti. Her nasılsa sonunda
bir yolu bulunup ikna edildi. Kendi şerefine verilen bir ziyafete katılmayı
kabul etti. Saraya doğru yola çıktı. Fakat Altın Kapı’nınyanında birden
kendisini harekete geçiren çok acaip bir müzik işitti. Öyle ki, yeri ve zamanı
unutup dervişlerin yaptığı gibi bir daire içinde dönmeye başladı, O sırada
sultan gitgide artan bir sabırsızlıkla onu beklemekteydi. Çok geçmeden diğer
misafirlere ziyafet hizmetinin başlamasını emrederek, Şeyh’e gelmek için canını
sıkmasın, diye adamlar yolladı. Gidenler, onu sarayda kapalı bir yerde hala
dönüyor vaziyette buldular. Onu kendine getirmeyi başardılar. Şeyh vecd
halindeyken, kendini ikaz eden bir şey görmüştü. Bir çok ısrardan sonra,
sultanın kafasını uçurulmuş olarak gördüğünü söyledi. 2 yıl sonra, gerçekten
sultan öldürüldü. Herkes Şeyhin kerametini hatırladı. İşte bundan sonra, bu
dervişi velî olarak kabul ettiler.
Gaybdan haber verme kabiliyeti, diğer sık vukubulan keramet
çeşitleriyle, dervişler arasında oldukça enderdir. Yirmi yıl önce
Sultan II. Abdülhamid devrinde, Medine’de Hamza adında bir Rufai Şeyhi
yaşamıştı. Bir tür kılıçlı fakirdi. Bir keresinde sanatını icra
ederken, ulak bir çocuğun dilini kesip biraz üst kısmına tekrar yapıştırdı.
Aradan bir sûre geçti ve bu parça düştü, çocuğun konuşması zorlaştı. Babası
dava açtı ve Hamza İstanbul’da hapse atıldı. Bu olay, onun üzerinde en
ufak bir etki bile yapmadı. Ailesine merak etmemelerini, en kısa zamanda
döneceğini söyledi. Hapiste oruç tuttu, zikre devam etti. Hamza hapisteyken,
çocuğun dilinin ucu yavaş yavaş büyümeye başladı. Bunun üzerine, Hamza’nın bir
velî olduğu ortaya çıktı. Baba davayı geri aldı. Sultan II. Abdülhamid de onu
hediyelere garketti. Sorun olan dil, bugün tamamen normal.
İslâm’da herhangi bir spritizm olup olmadığını sordum. “Önde
gelen din adamlarımız” diye cevapladı” ölenlerin ruhlarıyla temas
sağlamanın mümkün olduğunu bilir, fakat yapmazlar. Semaların yüksekliklerindeki
yeni evlerine çıkmak üzere ayrılan ruhları yeryüzüne çağırmak, onlara zarar
verebilir. Yakınlarımdan biri, Üsküdar’da bir şeyh, vecd halindeyken, yakın zamanlarda
ölmüş bir arkadaşının ruhunu, hayatında bildiği gibi, açıkça kendi şekliyle
bakarken görmüştü. O, kendisine güven veren efendisine öğüt almak için
gelmişti. Muayyen şartlar altında bir kimse, bâtın gözüyle ölmüş kişileri
görebilir. Ancak, bu gibi toplantılardan, her iki tarafa zarar olabilmesi
nedeniyle kaçınmak gerekir,
İnsanların hüddam, cin vs. gibi büyülü güçlerle hizmetlerini
gördürdükleri varlıklar, ölmüş kişilerin ruhları değil, aksine ateşin köleleri
yahut ateşten vücut bulmuş şeytanî güçlerdir. Kur’ân’da, bunlar zikrolunmuş
olup varlık hâlinde mevcuttur, şeref itibariyle, olgun miislümandan kendisiyle
münasebet kurulamayacak derecede aşağıdadır. Birçok büyücülerin güç
sağlamak üzere cinleri kullanmasına rağmen gerçekte bu, kara büyü şeklinde
düzenlenen usûllerin tümünü içine alır.”
Sh:35-37
“Bir zamanlar, şöyle
böyle otuz yıl kadar önce, (1895 li yıllar) bir grup ihvanımla kıra
gezmeye çıkmıştık. Uzun çimenler üzerine büyükçe bir halı serilmişti Yemeği
yemiş, zikre başlamıştık. Oanda, hepimizin, bu güzel tabiat içinde
kaybolduğunu ve onunla senkronize hâlinde hareket ettiğim hissettim. Zikir
esnasında hepimiz birden manevi âlemlerden gelen bir müziğim tatlı nağmelerini
işittik, Tabiat, Allahı hamd ile tesbih ediyordu. Zikrimiz tabiatınkiyle birbirine
karıştı. Zikrin sarhoşluğundan ilk sıyrılan
ben olmuştum. Hemen yanı başımda, halı üzerinde havaya dikilmiş vaziyette bir
yılan başı ile karşılaştım. Fakat
vücudumun ile kısmı halı altındaydı. Ses çıkarmadan, kımıldamadan, sadece
titreyen gözlerle öylece duruyordu, Bana, o esnada zikir halkamıza onun da
katıldığı keşf oldu. Hepimiz vecd halinden sıyrılınca, hemen kafesim çevirip,,
çabucak kaçıp gözden kayboldu.
Selefim Şeyh Taha’l-Harirî Hazretleri, hayvanların
Allah’a insanlardan: daha çok ibadet ettiğini söylerdi. Verdiği
derslerle manevi kemâldim yüceliklerine vasıl otmuş cin taksimden, üç yüz
kişilik bir cemaat ona intisablıydı”
Bit son ifadeleri şupfeeyle karşıladım. Durumumu sezen Şeyh
Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri konuşmasına: şunları da ekledi::
“Çok yüksek manevi kemalata ulaşmış müridlerimden biri,
mezarlıkta bir Allah dostunun kabri yanında geceyi geçirmek üzere
yatmıştı. Geceleyin orada, insanlar gibi toplanıp zikir çeken,
murakabe yapan cinler gördü. Cinler, her zaman, şeytanca imiş gibi anlaşılmamalıdır.
Onlar da belli bir sülûktan (dervişler gibi) geçerek Efendi gibi olgun olurlar.
Eğer o iyi ise, ona iyi varlıklar cezbolunur. kötü ise, kötü ve şeytanca cinler
onun peşine takılırlar”
Hüddamlann Goethe’nin Faust adlı
eserindeki Mephistopheles(Mefistofeles)’e (hiç bir şeyden yılmayan
şeytan)a tevafuk edip etmediğini sordum. Bu soruya Muhammedi Es’ad
Erbilî Hazretlerişu cevabı verdi:
“Hüddam, yüksek kemâle
vasil olmuş bir cinnî liderdir. Bir insan oruç, namaz ve geceyi ibadetle
uykusuz geçirmek suretiyle belirli Süryanî, yahut Aramî, İbranî büyüleri
kullanarak, bunlardan birini kendine yardımcı olarak elde edebilir, sahip
olabilir. “
Mehmed Ali Efendi “benim bir dostumun”
dedi, “babasından bir hüddam miras kalmıştı. Babası ölüm
döşeğinde, oğluna bu cinni çağırması için, iki şamdanı sürtüp hangi kelimeyi
okuyacağını öğretmişti. Babasının vefatından bir süre sonra, arkadaşım denileni
yapınca, karşısına uzun boylu, siyah bir cin çıktı. Ne gibi hizmetler
yapabileceğini sorunca cin, ‘herşeyi yapabilirim, fakat babanızın emri
altındayken hizmetlerimden, hayatında sadece bir defa faydalandı. Bir yolculuğa
çıkmış, çadırında tek başına hasta kalakalmıştı. Beni çağırarak ekmekle su
getirmemi istedi’ diye cevap verdi. Arkadaşım hüddama, kendisini âzâd etmek
için ne yapması gerektiğini sormuş, o da sihirli güçlerle bağlı olduğum şamdanı
kırmanız gerekir demiş. Bu cevabı alır almaz arkadaşım şamdanı kırıp hüddamı
azat etmiş.”
“İstanbul’da” dedi “Gazi Mahmûd Muhtar (Katırcıoğlu) Paşa
(1867- 1935)” yüz on yaşlarında sara hastalığını ve öteki akıl
hastalıklarını tedavi eden birisi var. Bu tedavileri, kötü
cinni çıkarıp, yerine iyisini koymakla yaptığını söylüyor.”
Bunun üzerine milletvekili şöyle dedi:
“Cinlerin kovulmasını
daha mantıklı buluyorum. Birisi cinlere tutulmuş, vahşi hayvanlar gibi
hareketler yaparak etrafındakilere saldırmaya başlamıştı. Bu adam iplerle
bağlanıp, İhüddamları vasıtasıyla cin kovmakla ünlü gerçek bir şeyhe getirildi.
Şeyh iplerini çözdü ve ona Kur’ân-ı Kerîm’de tarif edildiği şekilde namaz
kılmak üzere abdest almasını söyledi. Cine tutulmuş adam, isteksizce Şeyh’e
itaat etti. Denileni yaptı. Abdestten sonra, Şeyh onunla yanyana namaz
kıldıktan sonra, onu zikir halkasına soktu. Vecd haline ulaşıp hastanın ruhu
vücudundan dışarı çıkıp, halkadaki dervişler tarafından sıkı sıkı yakalandığı
zaman, Şeyh bir dua mırıldanarak, hastanın yüzüne olanca gücüyle bir kaç tokat
attı. Hasta çok bozuk bir halde kendine gelip çocuk gibi, hüngür hüngür
ağlamaya başladı. O günden sonra, hasta cinlerden kurtulup, normal insan haline
geldi.”
Mehmed Ali Efendi bir başka cin metodu
daha görmüştü:
“Bu metodda, hasta ateşin önüne getirildi. Şeyh hususî
otlarla ruah adlı (galiba ruh olacak) özel bir tütsü yaptı. Cin, bu tütsüyle
dışarı çıkmak üzere kandırılabilirmiş. Hasta adam sol elinin avucunu ateşe
karşı tutarak kaldırdı. Şeyh Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladı. Hasta yarı vecd
durumuna girdi. Sol eli kendiliğinden alnına gitti. Eli alına değince şuurunu
kaybetti Hasta adamın Müslüman, Hristiyan veya Yahudi oluşuna göre Hz.Muhammed (salla’llâhu
aleyhi ve sellem), Hz.İsa (aleyhisselâm), -Hz.
Musa (aleyhisselâm) diye peygamberlerden birinin adıyla
seslenerek Şeyh bir takım dualar mırıldanmaya başladı. Biraz sonra
hasta adamdan normal olmayan bir çığlık duyuldu. Hastanın ağzından bağıran
cini, Şeyh okumak suretiyle çıkması için zorlamaya başladı. Fakat cin, hasta
adamdan çıkmak istemiyordu. Şeyh, bunun üzerine onu çekip çıkarmak için bütün
gücünü kullandı. Sonunda cin mağlubiyeti kabul etmek zorunda kaldı. Cin önce
hastanın bir gözünden dışarı çıkmak istedi. Adamcağız kör kalabilirdi. Fakat,
Şeyh hastaya zarar vermeyecek şekilde, cinin sol ayak ucundan çıkmasını
sağladı. Sol ayak hemen titremeğe başladı. O anda hasta tiz bir çığlık
attı ve kötü cin onu ayak ucundan terketti. İyice sağlığını elde edince, Şeyh
hastayı koruyacak bir muskayı sürekli üzerinde taşıması için verdi.”
Mehmed Ali Efendi (Şeyh Esad Erbili
kuddise sırruhu’l-âlî’nin oğlu) aynı Şeyh’in bu son metodu zehirli yılan
ısırığına da uyguladığım görmüştü. Isırığa okunmasının ertesi günü, orada
bezelye büyüklüğünde küçük bir siyah nokta kalmış, fakat zehirlenme
atlatılmıştı.
Şeyh Muhammed Es’ad
Erbilî Hazretleri bir misal vermek üzere biraz su rica etti. Kulpsuz bir kase
içerisinde kendisine su getirildi. Şeyh Efendi parmağını içine sokup suyu
kenarlarından dışarı taşacak gibi yükselinceye kadar, parmağıyla dairevî olarak
karıştırdı ve şöyle dedi:
“Bardaklara çeşitli miktarlar su koyun, onları bu şekilde
şırıltılı bir ses verir hale getirene kadar karıştırın. İçindeki su miktarına
göre, farklı notalar duyacaksınız. İnsanlarda da durum aynıdır. Allah kendi
ruhundan insanlara farklı olarak üfürmüştür. Derecelerin farklılığına göre her
biri farklı ses verir. Bir kimse, iyi ruhtan öylesine az nasibe sahip olur ki
nefs, onu tam anlamıyla hakimiyetine alır. Bir başkası iyiden o kadar çok
nasiplenir ki, onun yardımıyla günahları yenebilir. Doğrudan konuşan hiç bir
yaratık yoktur. Sadece kendini sonsuz biçimler, şekiller halinde izhar eden
Allah vardır. O, dört aylık ana rahmindeki çocuğa ruhunu üfüren ve ona hayal
veren Allah’tır. O, doğarken görme ve işitme ihsan etmek için çocuğa güç veren
Allah’tır. O, kulu ve halifesi olan Şeyh vasıtasıyla kalplere üfürür. İşte
insan o zaman, yüksek dünyalara kapılar açan manevi görme (müşahade) ve
işitmeye mazhar olur. İşte, Allah’ın kendisinden bir şey üfürdüğü hu insan, Allah’ın
yeryüzünde halifesi olabilir.
Rivayet olunur ki, Bâyezid-i Bistamî (kuddise sırruhu’l-âlî)
vefatından sonra sorgu meleklerinin huzuruna çıkarılır, melekler Bâyezid’e)
bize ne getirdin, diye sorarlar. O da şaşırarak şu cevabı verir:
‘Dünyada iken bir adam
hükümdarı ziyaret etme arzusuyla saraya girip huzura çıkar. Gayesi sadece
hükümdarı görmektir. Lâkin huzurda hükümdar kendisine ne istediğini sorarak,
tamamen tersi bir duruma sebep olur.
İşte bu adam gibi, ben,
şu ana kadar Allah’ı sürekli arama ve görme halini yaşadım. Ama şimdi Allah’ın
beni aramakta olduğunu anladım.’ Eğer Allah’ın ruhu bir insanda yerleşmemişse,
o hüsrandadır. Allah sadece kendine yardım edenlere yardım eder.”
Şeyh Efendiye Allah’a giden, yüksek âlemlere ulaşan yolu
öğretecek Şeyhî bulamayan kişi öldükten sonra nasıl yol alır, diye bir soru
sordum. O da “fark budur ki, tarikatın bize verdiği usulle, bu dünyada
manevi gözlere kavuşanlar Hinduların Kamaloka dedikleriAraf tan
(cennet-cehennem arası) bu dünyada iken geçerler. Diğerleri için Araf ölmeden
başlamaz. Netice şudur ki, müridler kendilerine liderlik
yapan efendilerinin (yani şeyhlerinin) etrafında ahirette de toplanırlar. Zaten
Efendi (şeyh), dünyada iken müridleri toplayıp onları ahiret yurduna
hazırlamıştır. Diğerleri ahirette şuursuz olarak kalmaya devam ederler. Çünkü
onlar cismani bedenin dışında şuura destek veren ruhun gizli manevi bünyelerini
dünyada iken geliştirmemişlerdir.”
Sh:237-243
Kaynak. Carl VETT, Kelâmi
Dergâhından Hatıralar- (İstanbul – 1925), trc: Prof Dr. Ethem GEBECİOĞLU,
Ankara – 1993
Şurası bir gerçektir ki: Cinlerin kafirleri ve şeytanları
sapık yolları seçerler, insanları aldatıp günah işletirler, onlara vesvese
verip iğva ile yaklaşırlar. İblis ve askerlerinin bütün işleri; hile yapmak,
insanları kötüye sevk etmek ve bunu büyük bir hırsla yapmaktır. Hattâ İblis
şöyle dedi:
“İzzetin hakkı için ben
onları mutlaka iğva edeceğim. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna!..” Sâd, 82-83
Yine şöyle dedi:
“Benden üstün kıldığını
görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen and olsun ki azı bir yana,
onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım.” İsrâ, 62
İnsanoğlunun ruh yapısı
bozulunca, kendine zararlı olan şeylerden hoşlanmaya, hattâ onlara aşık olmaya
başlar. Kötü ruhlu şeytana bazı tılsım ve büyülerle yaklaşınca,
şeytanın bu pek hoşuna gider; onu küfre ve şirke sürüklemek için bunu bir
fırsat telakki eder, hattâ ona bu bir rüşvet gibi gelir ve o habis insanın bazı
arzularını yerine getirir. Bunun üzerine kötü ruhlu insan da Allah’ın kelamını
necasetle yazmaya başlar. Meselâ (Kul Huvellahu Ehad)’ı, harflerinin yerlerini
değiştirerek yazar. Yahut “Yâsin” sûresini tersine okur. Bu da şeytan m isteyip
de bulamayacağı şey olduğu için pek hoşlanır.
Şeytanların sevip hoşlandıkları şeyleri söyledikleri veya
yazdıkları zaman, onlar, bazı arzularını yerine götürmek için insanlara
yardımcı olurlar, suları körletmek, bazı yerlere getirmek için onları havada
taşımak, onlara insanların paralarını çalıp getirmek, veya düşmanlarından
birini rahatsız etmek gibi…
Sh:83
Kaynak: M. AŞÛR,
Cinler Âlemi -SIRLARI ve GİZLİLİKLERİ, trc: Naim ERDOĞAN, Pamuk Yayınları,
İstanbul
Altın Şafak (Golden Dawn), Söcietas Rosicrucıana’nın bazı
üyelerince, kesinlikle maji uygulamak için kuruldu.
1884’de Gül-Haç Derneği’nin üyelerinden biri, Peder R, F. A,
Woodford, Gül-haçlılar’ın ilgisini çekebilecek kaba diyagramlar içeren, şifreli
yazılmış bazı el yazmaları buldu. Bazıları bu kağıtları Londra’da Farrington
Street’teki bir kitap sergisinden aldığını, başkaları Gül-Haç Derneği’nin
arşivlerinde bulduğunu söyler. Woodford bu kağıtları, Gül-Haçlı ve bilgili
araştırmacılar olan Dr. W, R, Woodman ve Dr. W. Wynn Westcott’a gösterdi,
Ardından yardım için, Gül-Haç Derneği’nin bir başka tanınmış üyesi S, L.
Mac-Gregor Mathers (daha sonra Glenstrae Kontu Mac Gregor olarak tanınan, ö.
1917) çağırıldı.
Kağıtlar aynı ad ve adresi içeriyordu: Bir Gül-Haçlı Üstat
olduğu söylenen Nüremburg’li Bayan Anna Sprengel. Kendisiyle iletişim kuruldu
ve biraz gecikme sonrasında, Woodman, Westcott ve Mathers’m Altın Şafak’ın
Yıldız Tanrıçası İsis Tapınağı’nı kurmasını ve üçünün de yönetici olmasını
sağlayan bir yasa metni dağıtıldı. Bu 1888’de gerçekleşti. Daha sonra İngiltere
ve Yeni Zelanda’da başka tapmaklar da yapıldı. Paris’te de bir adet vardı.
Altın Şafak’ın masonluktan çok farklı olduğu anlaşılmalıdır.
Yemin bozmanın cezası, zavallı suçlunun, şimşek çarpmış gibi, ansızın ölmesi ya
da felç olmasına neden olan majik “irade akımına” maruz kalmasıydı. Altın
Şafak, erkek ve kadın üyeleri eşit koşullarda alıyordu. En tanınmış üyelerinden
biri Mac-Gregor Mathers’m eşi, ünlü Fransız felsefecisi Henri Bergson’m kız
kardeşiydi. Şair ve Nobel ödüllü W, B. Yeats, okült, mistik ve mason
konularının tanınan yazarı A. E. Waite, aktris Florence Farr, daha önce
Mathers’m yöneticisi olduğu Horniman Müzesi’nin kurucusunun varlıklı kızı Bayan
Horniman. İskoç Kraliyet astronomu Peck, yazar Arthur Machen, daha sonra
Seylan’da (bugün Sri Lanka) bir Budist keşiş olan Ailen Bennett ve daha sonra
söz edeceğimiz şair, dağcı ve büyücü Aleister Crowley aralarına katılan
kişilerdi.
Örgütte her üye, kendisinin seçtiği Latince bir sözle
tanınırdı. Örgütün her derecesinin kendine özgü bir ayini vardı19 ve derecelere
girmeden önce her aday, sınamalar yoluyla, uygulamak maji etkinliklerinde
yeterliliğini kanıtlamak zorundaydı. Bu etkinlikler sayısızdı ve ruh çağırma,
kehanet, durugörü, duruişiti, tılsımlar yapmak, kehanette bulunmak, Tarot ve
Kabala simgeciliği, Hanok (Enoch) Tabletleri’ni kullanma, Hanok satrancı
(satranç taşı yerine tanrıların heykelciklerinin olduğa bir tür Doğu satrancı),
türlü Gül-Haçlı renk ölçekleri ya da sistemlerinin kullanımı, majik silahların
yapımı ve kutsanması, geomansi, astroloji, tanrı görünümüne bürünmek ve daha
birçok çalışma. Altın Şafak’ın dereceleri şöyleydi: İlk derece girişti ve
Neofit 0=02° deniyordu, ardından gelenler Zelator 1 = 10, ardından Theoricus
2=9, Practicus 3=8, Philosophus 4-7. Çok az üye sonuncuyu geçebilirdi. 0=0 ile
4=7 arasındaki dereceler Altın Şafak’ı kapsıyordu. Ancak bunun ötesinde, Rosae,
Rubae et Aurae Crucis diye bilinen İç Örgüt vardı. Burada ulaşılması çok güç üç
derece vardı. Bunlar Adeptus Minör 5=6, Adeptus Majör 6=5 ve Adeptus Exemptus
7=4. Örgütün, insanüstü bir yapıda olan bilinmeyen başkanlarca yönetildiği
sanılırdı. Bunlar, Gümüş Yıldızın Gizemli Üçüncü Örgütü’ndendi (Argentinum
Astrum ya da kısaca A.A.) ve bu üstün varlıklar son üç dereceye ulaşabilirdi,
Magister Templi 8-3, Magus 9=2 ve Ipsissimus 10=1.
1891’de Dr. Woodman ansızın öldü ve 1897′ de Dr. Wynn
Wescott beklenmedik bir anda istifa etti. Dr. Wescott Londra’da adli tıpta
çalışıyordu ve buradaki etkinlikleri bir şekilde dışarı yansıtılmıştı,
istifasının nedeninin, söylenilene göre, herhangi bir adli tıp görevlisinin bir
maji uygulayıcısı olmasmm eleştirilmesiydi. Bu olaylar Mathers’ı Altın Şafak’m
karşı gelinmez başı yaptı. Tek başma beşerî varlığa açık olan en yüksek derece
Adeptus Exemptus’du ve görünmeyen üstlerle kalan tek bağdı. Onlarla, Bayan Mathers’ı
medyum olarak kullanarak iletişime geçiyordu, ancak bir kez Boulogne Ormanında
bu Üstatlardan üçüyle buluşmuştu ve Örgütün tek başkanı olduğu onayladılar.21
Mathers 1899’da, bir Altın Şafak tapınağının bulunduğu
Paris’e taşındı.
1898’de Aleister Crowley (1875-1947) Altın Şafak’m bir üyesi
oldu ve ertesi yılın yarısı geçmeden Philosophus derecesine yükseldi. Mathers
Paris’e gittiğinde, Crowley diğer üyelerle anlaşmazlığa düştü ve 1900’de o da
Paris’e gitti. Mathers onu Adeptus Minör derecesine yükseltti, ancak döndüğüne,
Londra Tapmağı üyeleri derecesinin yükseldiğini gösteren belgeleri vermedi.
Crowley hızla Paris’e geri döndü ve Mathers inatçı üyelerin belgeleri koşulsuz
olarak teslim etmelerini emrederek, onu Londra Tapınağına elçisi olarak gönderir.
Crowley Tapmağa bir İskoç kabile reisi kılığında gitti, üzerinde İskoç eteği ve
hançerler vardı, yüzünü de ağır bir makyajla boyamıştı.25 Belgeleri aldı, ancak
başkaldıranlar yasal yollarla Tapınak’ın mülkünü elde etmişlerdi. Mathers’dan
ayrıldılar ve önce Stella Matutina adında ayrılıkçı bir topluluk kurdular, bu
topluluk daha sonra bölümlere ayrıldı ve sonunda tümüyle dağıldı.
Mathers’m majiyi konu alan “Book of Abramelin”i (Abramelin
Kitabı) çevirdiğinden söz etmiştik. Crowley, bu kitapta tanımlanan majik
ayinleri uygulamak amacıyla İskoçya’da Loch Ness yakınlarındaki Boleskine’de
bir tapınak yaptırdı. Başlıca amacı Kutsal Koruyucu Meleğini çağırmaktı. Bu
arada, Crowley kendini Vahiy’de 666 sayısıyla geçen yaratıkla eşleştirmeye
başlamıştı. Kendine sık sık Yunanca yaratık anlamına gelen Therion derdi.
Crowley çok yolculuk yapardı. Meksika’ya gitmiş ve
Himalayalar’a tırmanmıştı. 1904’te, kâhinliğini yapan karısıyla (Sir Gerald
Kelly’nin kız kardeşi) Mısır’a gittiler. Dairelerinde Mısır tanrılarını çağırmaya
başladırlar. Kahire Müzesine gitmeleri söylendi. Koridorlarda gezerken, 26.
Sülale döneminde, ahşaptan bir anıtın üzerine çizilmiş olan Horus’un
Ra-Hoor-Khuit biçimindeki resmi önünde durdular.” Bu resimle özellikle
ilgilenmişlerdi, çünkü tanrılar kâhine Horus’u uyandırmak üzere olduklarını
söylemişti ve sergilenen bu resmin numarasının 666 olması oldukça tuhaftı.
Birkaç gün sonra kâhine başka bir mesaj geldi. Crowley’nin tapmağa gidip
duyduklarını yazması gerekiyordu. Tapınağa gitti ve üç gün sonra döndü.
Yazdıkları kendisine, en üst derecede bir melek olan Aiwass adında bir varlık
tarafından aktarılmıştı. Bu yazı çok sonra “Liber Legis” ya da “Yasa Kitabı”
olarak yayımlandı. Bu, Crowley tarafından kurulacak olan yeni bir din
sisteminin kutsal kitabıydı. Kitap, varolan dinlere saldırının oldukça vahşi ve
küfürle gerçekleştirmiş olduğunu, ancak Crowley içindeki pasajları asla
anlayamadığını öne sürer. Nümerolojik sayılabilecek bir de bulmaca vardı. Güney
Afrika’da eski bir matematik öğretmeni olan Crowley’in izdeşlerinden biri,
gizemi çözmek için çok uğraştı. Zavallı adam sonunda intihar etti.
Kahire’deki büyük vahyin sonucunda, Crowley Altın Şafak’ta
yüksek bir dereceye ulaştığına karar verdi ve Mathers’a, gizli güçlerin örgütün
başkanlığını kendisine verdiğini yazdı.
İlk başta Crowley, dünyadaki görevini sonradan alacağı kadar
ciddiye almadı. Ancak, o günden sonra herkese, hatta yabancılara bile, “Ne
yaparsan yap, yasanm bir parçası olacaksın” demeye başladı. Buna verilecek
doğru karşılık şöyleydi: “Yasa sevgidir, isteyerek sev”, ancak çok az kişi
doğru karşılığı verdi. Bu sözler Liber Legis le yer alır. Ancak, Aiwass bunu
Rabelais’ten almış olmalıydı ve Crowley, seks büyüsü uygulamak için 1920’de
Sicilya’da kurduğu örgütün adını Thelema Manastırı koydu, bu da aynı yazardan
alman bir addı.
Crowley 1906’da Çin’e gitti. Orada, Tapmak Üstadı olmasına
neden olduğuna inandığı majik ayinlerini sürdürdü. 1916’da Amerika’dayken bir
adım daha ilerledi ve Magus derecesine yükseldi. Bu derecenin ayini, Incil’den
bazı metinlere küfrederek bir kaplumbağayı çarmıha çakmaktı. Son olarak,
1921’de Sicilya’da son dereceye ulaştı, Ipsissimus, ve bunun ayini ise Deliliği
çağırmaktı.27
Bundan böyle Crowley Argentinum Astrum’un denetimi altında
olduğuna karar verdi.
Sh: 316-319
W. B. Crow , Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi
,çeviri: Fulya Yavuz, Dharma
[1] Genç Osman namıyla meşhur II. Osman
Avusturya mağlubiyetinden sonra kendisini kızlar ağası ile hocası Ömer Efendi
hacca teşvik ediyor. Hacca gitmesini, orada tevbe istiğfar etmesini
söylüyorlar. Kendisinin de gönlünde var, ancak mağlubiyetin akabinde hac
tarafına ve özellikle Suriye-Arabistan tarafına gidilesi ordu cenahından
padişahın o bölgeden yeni bir asker devşireceği ve yeniçeri ocağını lağv
edeceği şeklinde yorumlanıyor. Bu haber İstanbul’da çalkalanmaya başlıyor.
Azîz Mahmud Hüdâyî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri başta olmak üzere bazı
zevat II. Osman’a nasihat ediyorlar:
“Sultanım! Sizin
mülkün bekası açısından burayı bırakıp hacca gitmeniz iktizâ etmez. Siz
devletin başında olun, halkın başında olun, askerin başında olun. Azîz Mahmud Hüdâyî kuddise sırruhu’l-azîzin bu telkinleri ve
diğer bazı hocaların da telkini üzerine II. Osman bir ara bu sevdadan
vazgeçiyor. Ama gelin görün ki, kaderin cilvesi, mukadder olan değişmiyor.
Padişah bir rüya görüyor. Rüyasında elinde Kur’ân-ı Kerîm var, Kur’an okuyor.
Kur’an okurken bir an Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zahir oluyor.
Elinden mushafı çekip kayboluyor. Sultan dehşetle uyanıyor ve hocası Ömer
Efendi’ye rüyayı anlatıyor. Ömer Efendi zaten hacca gitmesini istediği için:
“Efendim! Rüya açık, siz
evvelden hacca gitmek için niyet ettiniz, sonra bundan vazgeçtiniz. Elinizden
mushafın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından alınması
sizin şer’î bir konuda, dinî bir mevzuda verdiğiniz karardan vazgeçmiş
olmanıza işarettir. Dolayıyla siz yeniden hacca gitmek üzere kararınızı tashih
etmelisiniz” deyince bu sefer II. Osman tekrar hacca gitme sevdasına kapılıyor
ve kararından vazgeçmiyor. Tabiî bu arada Halil Paşa ve benzeri bazı paşalar
güvenliği sağlamak üzere kaptan-ı derya sıfatıyla Suriye ve Kızıldeniz taraflarına
görevlendiriliyor. Ancak askerler, yeniçeri ocağı yapılanın kendilerine komplo
olduğunu düşünerek isyan ediyorlar.( Azız Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum
Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. I, s. 21–22)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar