RUHANİ SEVGİ
Bizim bu konudaki sözlerimiz ise Allah
Teâlâ’nın kullarını kulların Allah Teâlâ’yı sevmesiyle ilgilidir.
Ruhani sevgi, hem sevgili için hem de seven için sevmeyi kendinde barındıran
sevgi türüdür. Çünkü doğal sevgide seven, sevgiliyi sadece kendisi için sever.
Bilmelisin ki, ruhani
sevgi şöyledir:
Seven akıl ve bilgiyle
nitelenip aklıyla hüküm sahibi ve hikmetiyle bilen olursa, işleri hikmetin
gerektirdiği şekilde düzenler, onları ait oldukları yerlerin dışına çıkarmaz.
Bu durumda ise sevginin ne olduğunu, ‘seven’in anlamını, sevilenin ne olduğunu
ve sevilenden ne istenildiğini öğrenir:
Acaba sevgilisine ait bir
irade ve ihtiyar var mı?
Böyle ise, sevgilisinin
sevdiği (ve irade ettiği) şeyi sever.
Onun iradesi yok mudur?
Yok ise, sadece kendisi
için sever. Acaba sevgilisinin var olmasını istediği varlık ancak o varlıkta
mıdır?
Bu kadarlık açıklamayla,
varlığın sevilen olduğunu ve sevginin onda bulunduğunu söyleriz. Bu varlık
iradeyle nitelendiğinde -onu kendisi için değil-onun için sevmesi mümkündür.
İradesi yok ise, sevdiğini kendisi için sevebilir. Burada -sevgiliyi
değil-sevenin kendisini kastediyorum. Çünkü sevgilisi, herhangi bir şey
hakkında muhabbet veya amaç sahibi olmakla nitelenmez. Fakat bu sevgilinin
kendisinde var olduğu şey, bazen irade sahibi olabilir. Bu durumda seven, o
varlığın sevgilisini sevmesi gerekir. Böylelikle onu ‘onun için’ sever. Fakat
bu sevgi dolaylıdır ve muhabbet gerektirmiştir. Çünkü seven, özü gereği
sevgilisinin varlığını istedikten sonra, ona kavuşmak ister. Çünkü
sevgilisinin varlığı, ona kavuşmanın ta kendisidir, ki bu zorunludur. Bu durum
şu mısralarda dile getirilir:
Varlık zamanı vuslat
zamanı
Sevgi zamanı! Artık
yiyiniz ve içiniz
Bu mısra, bir müşahede
mertebesinde bize tecelli eden bir hakikatin tecelli ettiği yerde yazdığımız
kasideden alınmıştır. Tamamı şöyledir:
Arzu hakkında Zeyneb'e
şaşırdım
Bizim ondan başka yolumuz
yoktu
Bize bir nur göründüğünde
Meraları aydınlatan ve
bilinmezleri izhar eden
Nefsini ona ihsan etmiştir
Arzu her zaman yorar
Arzunun gerçekleşmesiyle
Umudun arasında bir süre
yoktur
Çünkü arzu ya da heva
gerçekleştiğinde, rahatlama ve sevinç gerçekleşir. Bu durumda nefes, sevilenin
nefsinde tasavvur ettiği şekilde sevilenin suretinde ortaya çıkar. Böylelikle
dıştan görülecek bir surette sevgiliyi ortaya çıkartır ve onun adına maksadı
gerçekleşir. Bir zaman olmaksızın, onunla nimetlenir. Bu durum Amâ’nın varlığı
hakkında daha önce zikredilmişti. Biz de aynı kasidenin devamında
mısralarımızı şöyle tamamladık:
Allah Teâlâ’nın
rahmetinden düştüm hayrete
Böyle olan birinden
hayrete düşülür
Sevgi zamanı varlık zamanı
O da vuslat zamanı,
yiyiniz ve içiniz
Aşk nerede, hastalık
nerede
Kendinden geçme nerede, şaşırınız!
Elbisesi temizlenmiş ve
perdelenmiş
Kimse ile bir ilişkisi de
yoktur
Çünkü sevilen, daha önce
de belirttiğimiz gibi, madum olmalıdır yok iken-ilk var oluş halindeki gibi
‘elbisesi temiz olandır.’ Çünkü kendisini kirletecek ve varlığının ilk zuhur
halinde onu kirletecek bir şey kazanmamıştır. Öyleyse aslolan temizliktir! Bu
durum ‘Her doğan fıtrat üzere doğar’ ifadesinde dile getirilir. Kastedilen
temizliktir. ‘Perdelidir’ sözümüz ise onun yokluğu demektir ki, varlığı görerek
bunu söyledik. ‘Kimse ile bir ilişkisi de yoktur’ dedik, çünkü yok olan
(bir şeyle) ilişkilendirilmez. Fakat seven, onu kendisi için ister. Kasidenin
sonunda mısraı tamamlayarak şöyle dedik:
Allah Teâlâ’ya şükür vacip
oldu
O benim için bakire, ben
dulum
Sevilen, bir yokluktan
meydana geldiği için, bakiredir. Daha önce ben seviyordum. Dolayısıyla dulum.
Öyleyse madum olan sevgili var olunca, iradeyle nitelenen bir varlıkta
bulunabilir. Bu seven, onu irade etmekle nitelenemez. Bu durumda onu mutlaka
-tıpkı doğal sevgi gibi-kendisi için sevmesi gerekir. Sevilen ancak iradeyle
nitelenen bir varlıkta var olmuşsa, -söz gelişi Hakk veya bir cariye veya
oğlan, bütün bu zikrettiklerimizin dışında sevginin ilişeceği biri de yoktur-,
bu durumda o mevcudun sevdiği şeyin sevilmesi mümkün olabilir. Onun sevgilisi
ise, kendisinde meydana gelebilir.
Sevilen sevenin irade
ettiğini irade etmiyor da olabilir. Bu durumda seven, aslı üzerinde
sevgilisinin muhabbetini korur. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi sevgilisinin
bir iradesi yoktur. Bu nedenle sevdiğini sevmesi zorunlu değildir. Ki bu
sevenin sevdiğini sevmemektedir. Çünkü bu varlık, sevilenin kendisi değil,
sevilenin varlık mahallidir. Seven, o varlıkta sevileni yaratmaya güç
yetiremez. Bu ancak seven kendiliğinden buna imkân verirse olabilir. Sevilen
varlığı bir mevcutta bulunan şeylerden ise, sevilenin seveni var etmesi Hakkın
ona olan inayetiyle mümkündür. Bu durumda ona varlık verir. Hakkın bu tarz inayetine mazhar olanlara örnek
olarak, Hz. İsa ve Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını verebiliriz. Allah Teâlâ
böyle bir şeyi verdiğinde, zorunlu olarak, sevgi onu sevileni var etmeye sevk
eder. Bu konu, elinizdeki kitabın dışında hakkında konuştuğumuz tarzda
incelenmiş halde bulamayacağın bir husustur. Zikrettiğimiz konuyu inceleyeni
görmedim.
Gerçekte durum böyle
olmayınca, seven, sevgilisini kendisi için sevmiştir. Bunu anlayınız! İşte bu,
doğal suretten soyutlanmış ruhani sevgidir. Onu giyerse ve -ilahi sevgi
hakkında söylediğimiz gibi-onda ortaya çıkarsa, bunun ruhani sevgide bulunması
daha yakındır. Çünkü o, âlemin suretlerinden her bir suretin hali üzerindedir.
Doğanın üstünde bulunabilir.
Bilmelisin ki, ruh,
tahayyül edilen bedenlerde doğal bir suret kabul eder -yoksa algılanabilen
duyulur cisimlerde suret kabul etmek değildir bu. Tahayyül edilen suretler
doğal olarak algılanır. Fakat onları gören herkes kendileriyle cisimleri ayırt
edemez. Bu nedenle sahabe, bir bedevi şeklinde gelince Cebrail’i tanımamış,
onun tahayyül edilen hayali bir beden olduğunu anlamamışlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
kendilerine, ‘bu Cebrail’dir’ diye tanıtıncaya kadar onun bir bedevi
olduğundan kuşku duymamışlardı.
Tecelliye mazhar olanın
kendisini tanımaması yönüyle ilahi mertebede ve suretlere (giren) ruhanilikte
hüküm birdir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın ilgi gösterdiği kimselerin bir alameti
olmalıdır ki bu sayede Hakkın tecellisi ile meleğin ya da cinlerin ya da
suretlerde görünme gücü verilen insanların zuhuru ayırt edilir. Öyle insanlara
Kadibu’l-Ban vb. örnek olarak verebiliriz. İnsanlar unsur olan topraktan oluşan
bu yaratılışta görenin gözünde halden Hakk girebildiğine göre -hâlbuki o kendi
suretindedir-, başkalaşma ruhlarda daha mümkündür. Kimi gördüğüne, neyi
gördüğüne ve gerçeğin ne olduğuna bakınız! Sana hayal âleminde marifet bölümünü
açıklamıştık, oraya bakmalısın!
Ruh doğal surette tecelli
ettiğinde, ilahi sevgi hakkında söylediğimiz gibi, hüküm onun üzerinde
gerçekleşir. Bu, söz konusu suretin zâhiri ve bâtını kabul etmesi bakımından
birdir. Bundan başka bir yöne gidemez, bunu bilmelisin. Böylelikle
ruhani-doğal sevgi ile ruhani sevgiyi, ‘kendisi için sevmek’ ile ‘sevgilisi
için sevmeyi’ bir araya getirir. Fakat bu durum, sevgilisi -daha önce de
belirttiğimiz gibi-irade sahibiyse böyledir. Bu açıklamayla insanların neyi
sevdiklerini bilmedikleri ortaya çıkmıştır. Onların sevgilisi belirli bir
varlıkta içkindir.
Sana öğrettiğim şeyin
değerini bilmelisin ve seni kendisini bilmemekten kurtardığı için Allah
Teâlâ’ya şükretmelisin. Bu
kadarlık açıklama, maksadı anlatmaya yeterlidir. Burada pek çok ayrıntı
vardır. Kitaptaki amacımız ise esasları anlatmaktır.
Doğal
ve unsur
kaynaklı sevgi. Burada ruhani sevginin sonucundan söz etmeyi unuttuk, şimdi
onu dile getireceğiz. Çünkü o, doğal suret ile ilgilidir. Bu sevginin sonucu
bir olmaktır. Bir olmak, sevenin zatının sevilenin zatı, sevileninkinin de
sevenin zatı haline gelmesidir ki, Hulûlîlerin işaret ettikleri şey budur.
Hâlbuki işin keyfiyeti hakkında bilgileri yoktur.
Bilmelisin ki, doğal
suret, cisim veya beden gibi hangi halde ortaya çıkarsa çıksın ya da hangi
nispetle olursa olsun, var olmayan sevilen kendisi madum (yok) olsa bile-halde
temsil edilir. Dolayısıyla onun hayali gözde ve mertebede kendisine uygun
şekilde idrak edilen varlığı vardır.
Hayvani ruh, doğal
suretlerde bu nefesten ibarettir. Nefes, nefes alıp verenlerden her birinin
ruhudur.
Nefes alıp verirken öpüşme esnasında, daha önce onunla hayat bulmuştu.
Böylelikle daha önce Zeyd’e ait ruh (öpüşürken) Amr’a ait olur. Bu nefes,
sevgiden ortaya çıkmış ve bir sevgi sureti kazanmıştır. Böylelikle sevgi hazzı
kendisine eşlik etmişti. Kendisine geçtiği kişide nefes ruh haline gelirken
ötekinin nefesi diğerinde ruh olur. Bu durum, her biri hakkında ‘bir olmak’
diye ifade edilir ve her biri,
diyebilir. Doğal
suretlerde ruhani sevginin sonu budur. Bu durum, bölüm başındaki kasidede ‘ruh
ruh ile cisim cisim ile’ diye ifade edilen şeydir.
Doğal sevgi konusuna
dönersek, deriz ki: Doğal sevgi, geneldir. Çünkü kendisiyle nitelenenlerden her
birindeki sevgi, hakikatlerinin gerektirdiği şekilde doğal suretleri kabul
etmiştir. Böylelikle onlar, doğal suretlerin sevgilerinde kazandıkları vecd,
özlem, iştiyak, sevilene kavuşma arzusu, onu öpmek ve ona ulaşmak gibi
davranışlar kazanırlar. Bu konuda inanmayı icbar eden pek çok doğru rivayet
gelmiştir.
Bununla birlikte onun
varlığı sürer ve varlığını yitirmesi mümkün değildir. Çünkü ‘O, her şeyi
görendir ve gözetendir.’ Bununla birlikte O ve kulu hakkında ‘kavuşma’
ifadesi gelmiştir. Hakk kendini kullarına özlem duymakla, kulu tövbe ettiğinde
sevinmekle niteler. Bu sevinç, yiyeceğinin ve giyeceğinin bulunduğu bineğini
çölde yitiren bir adamın bineğini bulduğundaki sevincinden çoktur. Söz konusu
insan bineğini bulma ümidini yitirip ölümden eminken bineğini bulunca ki
sevincinden daha çok kulu tövbe ettiğinde Allah Teâlâ sevinir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir ve kudret ve iradesi
kullarına nüfuz etmiştir. Fakat burada ‘Her şeye yaratılışını vermiştir’
ayetindeki sırra bakınız! Hakkın eşyaya Hakk ettikleri mertebeyi aşırmadığını
anlarsın. Bilginin üzerinde bir mertebe yoktur. Allah Teâlâ, ‘Nezdimde söz
değişmez’ buyurur. Çünkü bir şeyin bilinenin aksine gerçekleşmesi
imkânsızdır. Bir şey kendisine göre (Allah Teâlâ’ya göre değil) mümkün olsa
bile, Allah Teâlâ’nın iki mümkünden birinin gerçekleşmesi hakkındaki bilgisi ve
iradesinin tekliği bakımından (bilinenden başka bir şeyin gerçekleşmesi) mümkün
değildir. İlahi meşiyet, onun varlığına ilişir ve dolayısıyla var olması
zorunludur. (Allah Teâlâ’ya göre) Var olması zorunlu bir şey, bu hakikate
göre, imkân özelliğiyle nitelenemez. Bu nedenle konunun uzmanları, mümküne
‘mümkün’ adını vermekten ‘başkası nedeniyle varlığı zorunlu’ adını
vermeye yönelmişlerdir ki, bu, daha yerinde bir isimlendirmedir. Bunun nedeni,
meşiyetin tekliğidir. Bu nedenle Allah Teâlâ bu ifadeyi kullandığı yerlerde
‘dileseydi (lev şâe)’ demiştir.
‘Lev’ (ise), bir imkânsızlığa bağlı imkânsızlığı belirtir. Meşiyet, daha
önce söylendiği gibi öne geçmiştir. Allah Teâlâ, ‘Kelimemiz kullarım hakkında
öne geçmiştir’342 buyurdu. Öyleyse ‘başkasıyla varlığı zorunlu’
ismi, ‘mümkün’ isminden daha yetkin bir adlandırmadır. Çünkü (var olma), tıpkı
göz açıp kapamak gibi tek bir iştir. İhtimal ortadan kalktığı için imkân da kalkar.
Geride mutlak zorunluluk veya sınırlı zorunluluk kalır.
Bilmelisin ki:
Doğal sevgi bir insanda
bulunduğunda, bunun gereği, kişinin sevdiğini nimet ve haz elde etmek üzere
sevmesidir. Dolayısıyla onu ‘sevilenin zatı için’ değil, kendisi için sever.
Daha önce bu gerçeğin ilahi ve ruhani sevgiye yayıldığını da belirtmiştik.
Doğal sevginin ilkesi nimetlendirme ve iyilik değildir, çünkü doğa, genelde
bunu bilmez. Doğa, eşyayı özel olarak özü gereği sever. Böylelikle ona kavuşmak
ve yaklaşmak ister. Bu durum, bütün canlılarda yaygındır, insanda bu özellik,
‘hayvan’ (canlı) olması yönünden bulunur. Böylelikle başka bir nedenle değil,
kendisinde bulunması nedeniyle gerçekte hayvan onu sever. Fakat onun varlığının
bilfiil bulunmasının anlamını bilemez. Hayvan kendinde belli bir varlığa karşı
bir kavuşma ve vuslat saiki bulur. Kavuşma, gerçekte onun sevdiği şeydir ve bu
da belli bir varlıkta olabilir. Bu durumda -asalet bakımından değil-dolaylı
olarak o varlığı sever. Öyleyse ona kavuşmak, duyulur bir kavuşma ve duyulur
bir yaklaşmadır. Bu durum ‘beden beden ile’ sözümüzde dile getirdiğimiz
husustur. İşte doğal sevginin sonu budur.
İnsanın sevdiği belli bir
varlık ile cinsel ilişkiyse, sevginin sonu sevilenin gerçekleşmesidir. Bu
nedenle arzusunun ortaya çıkacağı yeri özler ve talep eder. Bu ise, -birisinde
değil-ikisinin arasında ortaya çıkabilir. Çünkü bu sevgi, iki İçişi arasındaki
bağdır. Aynı şey kucaklaşma ya da öpüşme veya sohbet -veya her ne ise-söz
konusu olduğunda da geçerlidir. Burada bir şeyin ‘doğası’ ile ‘hakikati’ demek
arasında bir fark yoktur. Bütün bu ifadeler, onu anlatmak için geçerlidir. Bu
sevgi insanda diğer varlıklara göre daha yetkindir. İnsan âlemin bütün
hakikatlerini ve ilahi sureti kendinde toplar. İnsanın bir yönü mukaddes mertebeye
dönüktür, çünkü ondan ortaya çıkmış ve ‘ol’ sözünden meydana gelmiştir.
Bu yönüyle sadece
cisimler-cesetler ve ruhlar âlemi vardır. Bunların bir kısmı unsurlardan oluşan
cisimler iken unsurdan oluşan her cisim doğal değildir. Bir kısmı ise,
unsurdan oluşmayan doğal cisimlerdir. Her doğal cisim unsurlardan
oluşmamıştır. Unsurlar cisimlerdendir. Doğa hakkında ise ‘unsurdan oluşmuş’
denilemez. Aynı şey melekler ve felekler için de geçerlidir. Bu nedenle
Mele-i a’lâ’nın didiştiğini ve ‘Sürekli ihtilaftadırlar, Rabbinin merhamet
ettiği hariç’ ayetinin kapsamına girdiklerini öğrendik. Onlar, rahmete
mazhar olanlardan farklılaşır. Bu farklılık nedeniyle onları yarattı. Başka bir
ifadeyle farklılık olsun diye onları yarattı. Çünkü ilahi isimler derece derecedir.
Farklılık da buradan kaynaklanır. ed-Dâr ismi başka, en-Nâfı ismi başka, el-Muiz
ismi başka, el-Müzil ismi başka, el-Kâbız ismi başka, elBâsıt ismi başkadır.
(İsimlerdeki farklılığın tezahürü olarak) Soğuk sıcaktan, yaşlık kuruluktan,
karanlık aydınlıktan, yokluk varlıktan, ateş sudan, safra balgamdan, hareket
durmaktan, kulluk rablikten başkadır!
Bütün bu karşıtlıklar
farklılıklarını sürdürüyor değil midir?
iki şahıs için bir
konudaki helal ve haram bir midir? Birine helal olan, diğerine haramdır. Böylelikle (farklı mezheplere göre) iki farklı
hüküm, tek bir şeye verilir. Bakınız! Zıt doğanın hükmü nereden ortaya
çıkmaktadır?
Onun farklı oluşunun ilahi
ilimden kaynaklanan sebebi nedir?
Bu durumda, Allah
Teâlâ’dan başka yaratıklardan hiç kimsenin dünya ve ahirette bir hükme sahip
olmadığını öğrenirsin. Öyle ki ahirette iki yer vardır: Görmek ve perde (yeri).
Bize işleri, kaynaklarını ve geliş yerlerini açıklayan Allah Teâlâ’ya hamd
olsun. Bizi bu konulan bilenlerden yapan Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Allah
Teâlâ, bizi bilgisine göre Mutlu ettiklerinden kılsın!
Sevilen şeyin -çok veya
az-belli bir varlık ile kavuşmak olduğu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte
sevilen, dostluk, karşılıklı oturmak, öpüşmek, sarılmak gibi sevilenin
varlığının hakikatinin ve sevenin hakikatinin gereğine göre farklılaşabilir. Öyleyse
sevilen, hakikati bakımından bir ve çeşit çeşit olandır. Özel anlamda
sevilen şey, kavuşma sevgisidir. Bu ise, ya sohbet veya sarılmak ya da öpmek
şeklinde gerçekleşir.
İşte bu, sevilenin birde veya çokta
türlenmesidir. Sevenin
iki şeyi sevmesi kesinlikle mümkün değildir, çünkü kalp onları sığdıramaz.
Şöyle diyebilirsin:
Yaratılmışın sevgisinde
bu böyle olabilir. Yaratıcının sevgisinde ise böyle bir şey olamaz. Çünkü
Allah Teâlâ ‘Onları sever’ buyurdu. Allah Teâlâ, çok kişiyi sever.’
Şöyle deriz:
‘Sevgi, anlamı belli olan
bir şeydir. Tanımlanmasa bile, zevk yoluyla algılanır ve bilinir, fakat
tasavvuru güçtür. Allah Teâlâ’nın sevgisi ise, bilinmez. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Benzeri
bir şey olmayan’dır,’
Hakkın
sevgisini (öğrenme arzuna) gelirsek, bu, senin bir zorlamandır. Çünkü onu ancak
Hakkın zatı bilir. Hakkın zatı ise bilinemez. Dolayısıyla O’nunla ilişkisi
bilinemeyeceği gibi sevgisi de bilinemez. Allah Teâlâ kullarına onların
dilleriyle ve -kendisiyle ilişkilendirdikleri ve O’nu niteledikleri
konularda-onların anlayacakları şekilde hitap etti. Fakat bunların keyfiyeti
bilinemez.
İkinci kısım, unsurlardan oluşan şeylere dair sevgidir. Bu sevgi
de doğal olsa bile iki kısım arasında fark vardır: Doğal sevgi, birisini (göz ardı
ederek) belli bir doğal suret ile sınırlanmaz. Bu tarz sevgi, ötekiyle birlikte
olduğu gibi her suret ile birliktedir. Örnek olarak ilgili olduğu şey
karşısında mıknatıs ile onun kendi özelliği nedeniyle çekmesini verebiliriz.
Unsur kaynaklı ise belli bir doğal suret ile sınırlanan sevgidir.
Örnek olarak, Kays ile Leyla Kays ile Lebna arasındaki
sevgiyi veya gurur ve güzellik sevgisini verebiliriz. Bu
ise, aralarındaki ilişkinin genelliğinden kaynaklanır ve bu durum
mıknatıs-demir ilişkisine benzer.
Ruhani sevgide bunun
benzeri, ‘Her birimizin bir makamı vardır’ ayetinde dile getirilirken
ilahi sevgideki benzeri, her ferdin inancıyla sınırlanmaktır. Ruhani temizlik
de doğala benzediği gibi ilahi olan bütün inançları bir görmede doğala benzer.
Daha önce söylediğimiz
üzere, sevginin
dört adı olsa
bile, her birinin diğerinde bulunmayan bir hali vardır. Şimdi bunları
açıklayacağız:
Heva iki şekilde söylenir
ve her ikisi de sevgide vardır. Birincisi, onun kalbe düşmesidir. Bu,
görünmeyenden görünene düşmektir. Bu yönüyle heva (kelime anlamıyla) düşmek,
kaymak demektir. Allah Teâlâ ‘Kaydığında (heva) yıldıza yemin olsun’ der.
Heva, bu halde sevginin isimlerinden biridir. Fiili ise, heviye/yehvî/yehva şeklindedir.
Yehva, gelecek zamanı bildirir. Bundan türetilmiş isim ise hevadır. Bu isim,
düşmek anlamındaki heva’dan mazi fiildir.
Şöyle denilir: Kalpte
hevanın gerçekleşmesinin nedeni üç şey veya bunlardan biri veya hepsidir:
Bakmak, duymak ve iyilik. En etkini bakmaktır. Bakmak onu izhar eder ve
kavuşmayla değişmez. Duymak ise öyle değildir, duymak kavuşmayla değişir. Çünkü
hayalin duyarak tasavvur ettiği suretin zikredilenin suretine uygun düşmesi
uzak bir ihtimaldir. iyilik nedeniyle sevmek ise maluldür ve ihsanın devamı
karşılığındaki gaflet onu yok eder. Çünkü ihsan eden, görülenden başkadır.
İkinci tür hevaya gelirsek bu, şeriatın hükmünün bulunmasıyla olabilir.
Bu
durum, Davud’a söylenen, ‘İnsanlar arasında hüküm ver, hevana uyma’
ayetinde dile getirilir. Başka bir ifadeyle, ‘sevdiklerine uyma, benim
sevdiklerime uy! Bu ise sana tayin ettiğim şekilde hüküm vermektir.’
Sonra şöyle der: ‘Heva seni yolumdan saptırır.’ " Yani seni hayrete
düşürür, telef eder, senin için belirleyip yürümeni istediğim yoldan şaşırtır.
‘Hevaya göre hüküm vermek’ budur.
Burada heva, insanın sevdikleridir. Allah Teâlâ Davud’a kendisi için belirlenen
yoldan başka bir yola karşılık geldiğinde, sevdiklerini terk etmeyi
emretmiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ ona bırakamayacağı bir şeyi
yasaklamıştır. Çünkü hevadan ibaret olan sevginin insandaki otoritesi güçlüdür,
akıl onun karşısında duramaz.’ Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah Teâlâ onu
heva duygusunu yok etmekle yükümlü tutmadı, çünkü heva kaybolmaz. Heva, daha önce
söylediğimiz gibi, farklı şeylere ilişebilir ve birden çok varlıkta
bulunabilir. Hevanın hakikatinin -ki sevginin hakikati demektir-bir veya birden
çok varlıkla birleşmek olduğunu açıklamıştık. Allah Teâlâ onda kendisi için
şeriat yapılan hakikate bağlanmayı istemiştir. Bu, Allah Teâlâ’nın yoludur.
Heva ise onu Allah Teâlâ’nın yolu olmayan pek çok yola bağlamıştır. Bu durum ‘hevaya
uyma’ ifadesinin anlamıdır. Öyleyse Allah Teâlâ, Davud’u yerine
getiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutmadı. Öyle bir şeyle yükümlülük, Hakîm
ve Âlim’in şeriat yapmayacağı bir şeydir. Allah Teâlâ’nın bilgisinde iman
etmeyeceği takdir edilmiş Ebu Cehil vb. inanmakla yükümlü tutulmasıyla kanıt
getirirsen şöyle deriz:
Buna iki şekilde cevap
verilebilir: Birincisi, ‘güç yetirilebilenle yükümlülük’ derken doğal
olarak yükümlünün güç yetiremeyeceği âdet haline gelmiş şeyleri
kastetmekteyim. Örnek olarak, bir araç olmaksızın ‘göğe yüksel’, ‘iki zıddı
bir araya getir’, ayağa kalkamayan birisine ‘ayağa kalk’ gibi
emirleri verebiliriz. Allah Teâlâ insanı doğal olarak gücü yetirebildiği
işlerle yükümlü tutmuştur. Bu ise, iman ikrarı veya onu söylemektir. Her
ikisinde de insanın böyle şeyleri kesb veya ahlâk şeklinde -ki hangisini
istersen onu söyle-yerine getirebilir. Bu nedenle bu fiille Allah Teâlâ’nın
kıyamet günü kula karşı kanıtı ortaya çıkar. Allah Teâlâ ‘De ki Kesin delil
Allah Teâlâ’ya aittir’ buyurur. Allah Teâlâ insanı doğal olarak güç
yetiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutsaydı, ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya
aittir’' ayeti doğru olmazdı. Aksine şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ dilediğini
yapandır.’ Nitekim bir ayette ‘Yaptığından sorumlu tutulamaz’ denilir.
Bunun anlamı şudur:
Allah
Teâlâ bu durumda onlara şöyle der: ‘Size
yapabileceğiniz bir işi mi, yoksa yapamayacağınız bir işi mi emrettim?’ Onların
‘doğal olarak yapabileceğimiz bir işi emrettin’ demeleri gerekir.
Allah Teâlâ onları yerine
getirebilecekleri bir fiil ile yükümlü tutmuş, böylece ‘O’nun kesin delil
sahibi olduğu, dileseydi onların hepsine hidayet edebileceği’ sabit olmuştur.
Çünkü onlar, yükümlülük anında Allah Teâlâ’nın haklarındaki bilgisinden
habersizdirler.
İkinci cevap şudur:
Ona inanmanın gerekliliği
hakkında daha önce konuşulmuştu. Allah Teâlâ, Adem’in zürriyetini belinden
alırken bu gerçekleşmişti. Hükmü ise ahirette ortaya çıkar ve orada herkes
iman eder. Buna karşı, herkes dünya hayatında Allah Teâlâ’nın varlığını kabul
eder. Şirk koşsa bile bir mevcuda şirk koşar. Bu nedenle insanlardan özellikle
(varlığını bilmek değil) ‘Allah Teâlâ’yı birlemek’ talep edilmiştir. Bu ise Hakkın
sevdiğidir ve o onlarda bulunmaz (çünkü sevgi bulunmayana ilişir). Öyleyse
Allah Teâlâ, bu varlıklarda ortaya çıkmakla birlenmesini sevmiştir. O halde
Allah Teâlâ bir’i sevse bile onu çokta zuhuruyla sever. Onunla niteleneni de
sever. Öyleyse kim birlerse (tevhit) Allah Teâlâ onu sever. Çünkü tevhit,
Allah Teâlâ’nın sevdiği şeydir. Başka bir ifadeyle tevhit, bu kişide ortaya
çıkmıştır.
Öyleyse hepsi sonunda imana ulaşır. Bunu ‘rahmetin
Allah Teâlâ’nın gazabını geçmesi’ şeklinde dile getirmiştik. Böylelikle
hevanın anlamını açıklamış olduk.
Bu, arzunun -diğer şeylere
değil-sadece Allah Teâlâ’nın yoluna ilişmesidir. Hub diğer yolların
ortaklığının (neden olduğu) kirlerden temizlenirse, duruluğu ve saflığı
nedeniyle ‘hub’ diye isimlendirilir. Suyun konulduğu kap bu nedenle ‘hubb’
diye isimlendirilmiştir. Su o kapta durulur, berraklaşır ve kiri dibine
çöker. Aynı şey yaratıkların sevgisinde de geçerlidir. Onlar, Hakkın
mertebesini sevip müşriklerin ilahlıkta kendisine ortak koştukları denklerden
soyutlandığında, bu sevgi ‘hubb’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ onun hakkında
‘İman edenler en çok Allah Teâlâ’yı sever’ buyurur. Bunun nedeni, perde
ortadan kalktığında ‘Sakınanlar uyduklarından kaçınırlar” ayetinde
belirtilen durumdur. ‘Uyanlar keşke bir imkân olsaydı da, sizden
uzaklaşsaydık’ der. Böylelikle, orada onlara olan sevgileri ortadan kalkar.
Müminler ise Allah Teâlâ’yı sevmek hallerinde kalırlar. Onlar, kendilerine
Allah Teâlâ’ya karşı hiçbir yarar sağlamayan ilahları hakkındaki sevgilerinden
geri dönenlerden daha fazla bir şekilde Allah Teâlâ’yı severler. Böylelikle
kıyamet günü müşriklere özel anlamda Allah Teâlâ’yı sevmeleri kalır. Çünkü
onlar, dünya hayatında Allah Teâlâ’yı sevmiş olsalar bile O’nunla birlikte
‘ilah’ olmaları anlamıyla ortakları da sevmişlerdir. Bu vehim ve yanılgı
olmasaydı onları sevmeyeceklerdi. Binaenaleyh onların sevdiği şey ulûhettir
(ilahlık). Böylelikle onlar, uluheti pek çok şeyde tahayyül etmiş, onu sevmiş
ve ortakları da sevmişlerdir. Kıyamet günü zikrettiğimiz şekilde olunca,
onlarda sadece Allah Teâlâ sevgisi kalır. Böylelikle ahirette Allah Teâlâ’yı
dünyadakinden daha çok severler. Çünkü dünyadaki sevgileri bölünmüştü. Ahirette
ise sevdikleri şeyi, ilahlığı sadece Allah Teâlâ’da gördüklerinde sevgileri
O’nda toplanır. Bu nedenle rahmet öne geçmiş, iki uç güçlenmiş, içerdiği
ortaklık nedeniyle ara zayıflamıştır. Bütün bunları daha önce açıklamıştık. İşte
sevgi (hubb) ve heva arasındaki fark budur.
Muhabbetin ifrat hali ya
da ‘aşırı muhabbet’ demektir. Bu
durum ‘îman edenler en çok Allah Teâlâ’yı sever’ ayetinde dile
getirilir. Aşk özellikleriyle birlikte ‘hub’ adını da alabilir ve sayesinde
‘hub’ (sevgi) diye isimlendirildiği kalpte ortaya çıkar. Sevgi insanı bütünüyle
kuşatır ve onu sevgilisinden başka her şeye karşı körleştirir. Bu hakikat onun
bedenine, güçlerine ve ruhunun bütün parçalarına yayılır, tıpkı kanın damarlarda
aktığı gibi akarak bütün eklemlerini kaplar. Varlığıyla bütünleşerek bütün
parçalarını isim ve ruh bakımından kuşatır. Artık onda bir başkasının
girebileceği bir yer kalmaz. Konuşması onunla, duyması onda, her şeydeki bakışı
ona dönüktür. Sevdiğini her surette görür. Gördüğü her şey için ‘odur’ der.
İşte böyle bir sevgi ‘aşk’ diye isimlendirilir.
Kanın düştüğü her yerde
böyle yazılmıştı. Bu nedenle Hallaç şöyle der:
Her
bir organ ve eklemim
Sizi
yad eder durur
İşte bu durum aşk ile
ilgilidir ve bu insanlar sevgide kendilerini böyle kaybeden âşıklardır. Bu
sevgi ‘ğaram’ diye ifade edilir. Allah Teâlâ izin verirse, sevenlerin
nitelikleri daha sonra zikredilecektir.
(Sevgi için kullanılan
başka bir kelime olan ve meveddet ile aynı kökten gelen) Vüdd ise sevgi, aşk
veya hevanın -hangisi olursa olsun-sabitliği ve sürekliliğidir. Bu duygunun
bulunduğu kişi bu hal üzere kalıp hiçbir hali değişmez ve onu sevginin
hükmünden uzaklaştırmazsa, iyide ve kötüde, üzen ve Mutlu eden durumlarda
sevgisi sabit olursa, bu hal ‘vüdd’ diye isimlendirilir. Sevgilinin kendisinde
gözükmeyi sevdiği varlıktan uzaklık ve kovulma anında söz konusu kişinin
duygusu değişmez, sevginin otoritesi altında kalmayı sürdürür -çünkü o,
sevgilisinin mazharıdır-Bu nedenle bu sevgi ‘vüdd’ diye isimlendirilir. Bu
ifade ayette ‘Onlar Rahman’a sevgi duyarlar (vüdd)’ şeklinde dile getirilir.
Yani Allah Teâlâ nezdinde
ve kullarının kalplerindeki muhabbette sabittirler. Vüdd de bu demektir.
Sevginin sevilenlerde pek
çok başka hali vardır ki -Allah Teâlâ izin verirse-bunları zikredeceğiz. Şevk,
ğaram, heyam (kendinden geçmek), kelf (hoşlanmak), ağlamak, üzülmek, yorulmak,
kırılmak, erimek gibi sevenlerin nitelendikleri ve şiirlerinde zikrettikleri
hususları ayrıntılı olarak açıklayacağız.
**
Birincisi
zikrettiğimizdir. Bu hata, sevilenin var olan bir şey olduğunu zannetmeleridir.
Hâlbuki sevilen, var olmayan bir şeydir. Sevgi, var olan bir şeyde kendisini
mevcut olarak görmek amacıyla ilişir. Onu gördüğünde, varlığını o varlıkta
sevdiği halin sürekliliğine geçer. Dolayısıyla sevilen, her zaman var
olmayandır. Sevenlerin çoğu bunu bilmez. Hakikatleri bilenler bunun
dışındadır. Bunların neyle ilgili olduklarını açıklamıştık. Bizim bu
konudaki sözlerimizin çoğu, aşırı sevgi hakkındadır, çünkü o akılları giderir,
taşkınlık, sürekli düşünce, gam, sıkılma, endişe, özlem, iştiyak, halin
değişmesi, rengin solması, ahmaklık, bunaklık, sevilen hakkında kötü zan gibi
durumlara yol açar.
Kötü zan, sevdiğinin
kendisinde gözükmesini istediğin varlık hakkındadır. Sıradan insanlar, onun
sevilen olduğunu zanneder.
Biz ise, o konuda iki
görüşe ayrılırız:
Bir kısmımız, sevgilinin
kendisinde gözüktüğü varlığın sevenin hayalindeki misaline bakar ve
sevgilisinin varlığını onda görür. Bu, ‘hayalde ona kavuşmak’ demektir.
Böylelikle onunla bütünleşerek, onu müşahede eder. Bu, dıştaki varlıkta
kendisinden daha latif bir şekildeki kavuşmadır. Mecnun’un dışarıdan gelen Leyla ile
ilgilenmesini engelleyen bu sevgiydi. Mecnun Leyla’ya, ‘Benden uzak dur,
çünkü sende hissettiğim kesafet, bu hayali müşahedenin latifliğini perdeliyor’
demişti. Çünkü
Leyla onun hayalinde dıştakinden daha latif ve daha güzeldi. Muhabbetin en
latifi budur. Bu nitelik sahibi, sürekli nimetlenir ve ayrılıktan şikâyet
etmez.
Bizim bu nitelikteki
sevenler arasında ayrıcalıklı bir yerimiz vardır, çünkü sevenler içerisinde
böylesinin bulunması güçtür. Bunun nedeni, kesifliğin onlara hâkim olmasıdır.
Bizce bunun nedeni şudur:
Kendini maddeden soyut
anlamların sevgisine veren insanın manalar kesifleştiğinde ulaşabileceği şey,
onları hayale yerleştirmektir. Bundan fazlasını yapamaz. En kesif hali hayal
olan insan böyleyse, manaların latifliği hakkında ne zannedersin?
Hali böyle olan insan, Allah Teâlâ’yı
sevebilecek kişidir, çünkü onun Allah Teâlâ’yı sevmedeki son yeri, kendisini
teşbihten soyutlamadığında O’nu hayale indirmektir. Bu durum Peygamber’in,
‘O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et’ sözünde dile
getirilir. Biz de, sevdiğimizde ve bu nitelikle mevcut olduğumuzda,
sevdiğimizin kesif âlemdeki duyularda ortaya çıkmasını isteriz. Bunu ise,
güzelliğine güzellik giydirerek, onu hayale yükseltmekle latifleştiririz. Onu
kendisinden ayrılmanın ve uzaklaşmanın mümkün olmadığı bir mertebeye
yerleştiririz. O artık sürekli vuslat halindedir. Bu konuda şu mısraları
söyledik:
Mecnun’un hevasından bir
ümidi yok
Uzaklıktan ve gurbetten
şikâyet eder
Ben onun zıddıyım, çünkü
benim sevgilim
Hayalimde, sürekli yakındır bana
Benim sevgilim bende ve
benim yanımda
Niçin bana ait olmayanı
söyleyeyim ki
Sevginin akılları
gidereceğini söylememizin nedeni sevenlerin şöyle demesidir: ‘Akılla idare
edilen bir sevgide hayır yoktur.’ Ebu Abbas el-Makrani el-Kessad şöyle
derdi:
Böyle demişlerdir, çünkü
akıl, sahibini sınırlarken sevginin özelliği şaşırmak ve hayrettir. Hayret ise
aklı dışlar, çünkü akıl seni bir araya toplarken hayret dağıtır. Yusufun
kardeşleri Yakub’a şöyle demişti: ‘Sen eski dalaletindesin.’ Burada
Yusufun sevgisindeki hayret halini kastetmişlerdi. Hayret dağıtır,
toplamaz. Bu nedenle ‘dağılma (bess)’ özelliğiyle nitelenmiştir ki bu,
sevenin himmetinin pek çok noktaya dağılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlardan
pek çok kadın ve erkek...,’‘ Başka bir ayette
‘Dağılıp toz duman haline geldiği...” denilir.
Seven sevdiğinin hükmü altındadır ve kendi kendini yönetemez. O, ancak kalbine
egemen olan sevgi sultanının emrettiği ve verdiği şeye göre hareket eder.
Sevgisindeki taşkınlığın bir tezahürü de, sevdiğinin her şahsın nezdinde güzel
olduğunu ve herkesin onu kendisinin gördüğü şekilde gördüğünü zannetmesidir. Bu
da, hayretin bir yönüdür. Buna şu deyim örnek verilir:
Yani
Ey âşık!
Sen herkesin sevdiğini
senin gibi güzel gördüğünü zannedersin. Sevenin dalaletinin bir yönü de,
sevgilisinin kendilerinden meydana geldiğini düşündüğü yönlerde şaşırmaktır.
Bunun üzerine ‘şöyle veya böyle veya şunu yapayım ki, bu fiille sevgilime
ulaşayım’ der. Hangi davranışa başlayacağı hakkında hayrete düşer, çünkü o,
sevgilisinden aldığı hazzın duyuda hayaldekinden daha büyük olduğunu zanneder.
Bunun nedeni, kesafetin sevene baskın gelmesidir. Aynı şekilde, uyku esnasında
tahayyül hazzından da habersizdir. Bu da hayalde haz almaktan daha güçlüdür.
Çünkü uykuda hayalden daha çok hayalle ittisal halindedir. Hayal ile ittisal
ise, dışta, yani duyulur ile ittisalden daha güçlüdür. O halde onun mana ile
haz alması, hayalle haz almasından daha güçlüdür. Böylelikle seven, dışta
ittisale ulaşmasını sağlayacak yönleri elde etmeye çalışarak hayrete düşer.
Bunu ise, bu konuda bilgi sahibine sorar ve bir çözüm bulurum diye düşünür.
Şu ifade bu konuda
söylenmiştir:
Arzun sahih olsaydı, sana
çareler gösterilirdi
Yani, sevgiliye ulaşana
kadar yaptığın işlerde doğruyu bulurdun.
Bu konuda zikredeceğim ille husus, Yunus b. Yahya b. Ebu’l-Hasen el-Haşimi
el-Abbasi el-Kassar’ın Kabe-i muazzama’nın Rükn-i Yemani bölgesinde 599 yılında
bana aktardığı şu hadisedir:
Bize İbn Abdülbaki
aktardı: Bize Ahmed b. Abdullah aktardı: Bize Ahmed b. aktardı: Bize Abdullah
b. Muhammed b. Cafer aktardı: Bize müfessir Ebu Bekir ed-Dineveri 288 yılında
aktardı: Bize Muhammed b. Ahmed Şemsâtî aktardı: ‘Zünnun’un şöyle dediğini
duydum:
‘Allah Teâlâ’nın
kalplerini muhabbetinin saflığıyla doldurduğu kulları vardır. Onların
ruhlarını kendisini görmenin özlemiyle açmıştır. Nefslerini kendisine arzu
duyduran ve kendisine yaklaştıran Hakkı tenzih ederim. Böylelikle onların
himmetleri ve gönülleri, Allah Teâlâ için duru hale gelmiştir. Onları Vakfe’de
durduran vahşetlerini (yalnızlık ve kaçış) ünsiyete çeviren, hastalıklarının
doktoru olan Allah Teâlâ münezzehtir. İlahi! Senin için bedenlerini
zayıflatmışlar, ellerini senden gelecek ilave nimete açmışlardır. Sen onlara
kendinden anlamanın tadını tattırdın. Bu, onların hayatlarındaki en güzel tattır.
Sen, onların nimetlerini artırdın ve onlara göklerinin kapılarını açtın.
Onların kalplerine melekûtunda dolaşma imkânı, hatta sevenlerin muhabbetinin
unutturduğu şeyleri verdin. Özlem duyanların özlemi sana bağlandı. Ariflerin
kalpleri sana döndü. Sadıkların kalpleri seninle ünsiyet buldu. Korkanların
korkusu sana yöneldi. Kendini sana adayanların kalpleri sana komşu oldu. Rahatlık,
onların bıkmasından umudunu kesti. Gafletin onlara karşı arzusu azaldı. Onlar
kendilerini ilgilendirmeyen şeyleri düşünmekle dinginleşmediler. Yorgunluk ve
uykusuzluktan bıkmadılar. Dilleriyle O’nu söylediler, duruşlarıyla O’na
yakardılar. Hatalarından dolayı O’ndan af dilediler. Amellerinde ortaya çıkan
yanlışları nedeniyle bağışlanma istediler. Onlar, hüzünleri düşünerek kalpleri
eriyenlerdir. Ebrar (İyiler) gibi O’na hizmet ettiler.’
Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun, onların bir özelliği
de zayıflıktır.
Bu, onların yanları ve
sırlarıyla ilgili bir niteliktir. Bu sırrın onların sırlarına ilişmesinin
nedeni şudur: Çünkü sevenlerin ruhları duyular idrak ve hayal tasavvur
edemeyecek kadar latif olsalar bile, sevgi zikredeceğimiz bir mana nedeniyle
-tıpkı serabın latifliği gibi-onu latifleştirir. Susamış insan serabı su
zanneder. Bunun nedeni susamışlığıdır. Susama olmasaydı, onu su zannetmezdi,
çünkü su ihtiyaç duyduğu şeydir. Böylelikle kendisini istediği ve hayat
sırrı kendisinde bulunduğu için, sevgilisi olan suya yönelir Suya geldiğinde
ise bir şey bulamaz. Bir şey bulamayınca, suyun yerine Allah Teâlâ’yı orada
bulur.. Böylelikle susamış, görünürde suya yönelmişti. Allah Teâlâ ise
farkında olmadığı yönden onu kendisine yönlendirmişti. Allah Teâlâ farkında
olmadığı yönden kuluna tuzak kurduğu gibi kendisine iltica edişinde, O’na
dönüşünde ve O’na itimat edişinde de farkında olmadığı yönden kuluna ilgi
gösterir. Bunu ise, sebepleri kuluna gösterdikten sonra kaldırmasıyla yapar.
Serapta tahayyül edilen suyun kaybolmasıyla Allah Teâlâ’nın orada bulunması,
kulun sebepler kesildiğinde Allah Teâlâ’ya yönelmesi demektir. Bu esnada
sevdiği (su) hakkında kapıların kapanmasıyla kul, her şeyin idaresini ve
sahipliğini elinde tutan Allah Teâlâ’ya yönelmiştir. Allah Teâlâ’nın ondan
istediği de buydu ve O’nun sevdiklerine karşı davranışı böyledir: Allah Teâlâ
onları ‘zorla ya da dileyerek’ kendisine çevirir. Aynı şey ruhları için
geçerlidir. Ruhlarının Allah Teâlâ’nın haklarını -ki bunları farz kılan Allah
Teâlâ’dır-yerine getirdiklerini zannederler. Ruhları, kendisini severek ve
emrettiği yerde onları görsün diye, razı olduğu işleri arzulamak üzere Allah
Teâlâ’nın emriyle hareket ederler. Ruhların önünden perde kalkıp gözleri
keskinleştiğinde ise, kendilerini su şeklinde serap gibi görürler. Onlar, Allah
Teâlâ’nın haklarını yerine getirenin Allah Teâlâ -ki O fiillerin
yaratıcısıdır-olduğunu görürler. Böylelikle Allah Teâlâ’yı, kendileri
zannettikleri şeyin aynı olarak görürler. Bu durumda kendi varlığı kalkar,
gördüğü ise Hakk olarak geride kalır. Nitekim serabın suyu kaybolur, serap ise
kendiliğinde görülür halde kalır. Ruh da kendiliğinde mevcut iken fail
değildir. Bu esnada insan, sevenin sevilenin kendisi olduğunu ve Hakkın gerçekte
kendisini sevdiğini ve ancak böyle bir şeyin olabileceğini öğrenir. Ruhlarda
budan daha latif bir erime ise, mümkün değildir.
Onların kesif yönleriyle
ilgili zayıflığa gelirsek, bu, duyunun ilgili olduğu renklerinin başkalaşması,
etlerinin erimesidir. Bunun nedeni, sevgililerinin kendilerini yükümlü tuttuğu
işleri yerine getirmeyle düşüncelerinin meşguliyetidir. Sevgilileri bunları
farz kılmış, onlar da ‘sözlerini yerine getirme’ özelliği kazanmak için
gayret göstermişlerdir. Çünkü onlar bu konuda Allah Teâlâ’ya söz vermiş, O’na
ve peygamberine yeminle bağlanmışlar, O’nun ‘Ey iman edenler! Sözlerinizi
yerine getirin” dediğini
duymuşlardır. Başka bir ayette ‘Bana verdiğiniz sözü tutun” denilir.
Onlar sözlerini bozmaz. ‘Allah Teâlâ’yı üzerinize vekil ettiniz” İşte bu, bedenlerinin erimesinin sebebidir.
Sevenlerin bir özelliği de, erimektir.
Bu, onların beden ve ruhlarındaki
gerçek bir niteliktir. Bedenlerindeki erimenin nedeni, rutubetin ve yağın
bulunduğu sevilen hazlı yemekleri bırakmaktır. Bu yemekler nefsler tarafından
sevilir, bedenlerde bir nimet aydınlığı gerçekleştirir. Allah Teâlâ
kendilerinden razı olsun, sevenler şunu görmüşlerdir: Sevgili, onları
huzurunda durmak ve insanlar uyurken geceleyin kendileriyle konuşmak ve
kendilerine tecelli etmek üzere ayakta durmayla yükümlü tutmuştur. Onlar,
bedenlerindeki yaşlıklardan dimağa doğru buharların çıktığını, bunların
duyuları ezdiğini ve kapladığını görürler. Bu nedenle insanlar uyurken yalnız
kaldıklarında Hakk ile münacat etmek üzere sevgilinin önünde ayağa
kalkmalarına uyku engel olur. Sonra bu buharlar, bedenlerinde bir güç
oluşturur. Bu güç, organları gereksiz işlerde çalışmaya sevk eder, hâlbuki
sevgilileri o işlerde kullanılmasını kendilerine yasaklamıştı. Bunun üzerine
sevenler, gerek duyulan ölçünün dışında yemeyi ve içmeyi bırakırlar.
Bedenlerindeki yaşlık azalır, nimetin aydınlığı kaybolur, dudakları kurur,
bedenleri zayıflar, uykuları gider, uykusuzlukları güçlenir. Bu durumda Hakkın
önünde durmaktan ibaret olan maksatlarına ulaşırlar ve terk ettikleri şeyler
ölçüsünde yardım görürler. Bedenlerin erimesi budur.
Ruhların erimesine
gelirsek, ruhlar, marifetler ve bilgilerle nimetlenir. Çünkü onların
hemcinsleriyle ünsiyet etmek üzere, yüce topluluğun ruhlarıyla ilişkileri
vardır. ‘İyilik ve takvada yardımlaşın’
ayetini duyduklarında, yardımlaşmayı arzularlar, bu emirle
muhatap olduklarını zannederler. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Bu ayet ile yükümlü
olanlar, günah ve düşmanlığa karşı yardımlaşmanın kendilerine yaraştığı
kimselerdir. Bu nedenle ayetin ardından olumsuzluk gelerek şöyle denilmiştir: ‘Günah
ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, Allah Teâlâ’dan sakının.’ Bu ise, yüce topluluğun bir özelliği değildir. Bu
konudaki hatalarını gördüklerinde ‘Allah Teâlâ’dan yardım dileyin ve
sabredin’ ayetine dönmüşlerdir.
Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ karşısında nefslerinizi hapsedin. Bu ayet
nedeniyle hemcinslerinden ayrı düştüklerinde, ruhları erir, hâlbuki onlar daha
önce hemcinsleriyle oturup kalkmanın nimetinin aydınlığı içindeydiler. Onlar ‘O’nun
'benzeri bir şey yoktur’ diye
nitelenene bağlanmış, kendileriyle Hakk arasında bağlanacakları bir benzerlik
ilişkisi görmemişlerdi. Bunun üzerine ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’
kendilerine şöyle der: O, sana ancak senin dilinle, lehçenle ve senin de
kendilerinden biri olduğun insanların diliyle hitap eder. Sen, sana hitap
ettiği dilin anlamına dön! Çünkü o, kendisini medlulünün hakikatinden
çıkartmadığı gibi bilgisizliğinle de (dildeki) bu hitabın O’nunla ilişkisini de
anlayamazsın. Çünkü sana bildirdiği nitelik, özü gereği O’nu arar. Çünkü Hakk,
kendisini onunla nitelemiş, nitelikleri ise bizden O’na dönük özel bir
ilişkiyle gerçekleşmiştir. Bu niteliğe bağlanıp zorunlu olarak sarıldığında, bu
nitelik seni O’nun nezdine ulaştırır. Bu durumda söz konusu niteliğin O’na
nasıl ait olduğunu zevk ve ilahi tecelli yoluyla öğrenirsin. Bu ise, senin erimeni artırır, en sonunda mevhum bir
noktaya dönersin. Nitekim şair şöyle der:
Sende o kadar eridim ki
Sanki mevhum bir nokta
oldum
Nokta sadece vehimde var
olabilir. Öyleyse
bu, erimede onların niteliklerini gösterir. Keşf ile desteklenmiş bir haberde
ulvi ruhların büyüklerinden biri olan İsrafil’in eridiği aktarılmıştır. Bunun
nedeni, Allah Teâlâ’nın büyüklüğünün onun kalbini her gün yetmiş kere istila
etmesidir. Öyle ki adeta, bir konuma döner. Nitekim kıyamet günü Allah
Teâlâ’nın kullarına karşı içlerinden büyüklük taslayanlar, adeta zerre ve
küçük şeyler gibi diriltilecektir. Bunun nedeni, dünyada onların gösterdiği
büyüklük ve yüceliktir. İşte bu, onların ruh ve bedenlerindeki erimenin
tarzıdır.
Sevenlerin başka bir özelliği ğaramdır.
Ğaram, üzüntü içinde sevgilide
yok olmaktır. ‘Onun azabı ğaram (çetin) idi...’ Başka bir ifadeyle ğaram, sevgiliyi müşahedeye
bağlanarak, yok olmaktır. Çünkü (aynı kökten gelen ve borçlu anlamındaki)
ğarîm, borcun zorladığı kimse demektir ve bu nedenle ğarîm diye
isimlendirilmiştir. Bu kökten harf değişikliğiyle gelen başka bir kelime, ruğam
kelimesidir. Ruğam, toprağa yapışmak demektir, çünkü ruğam toprak demektir. ‘Rağime
enfuhu’, ‘burnu sürtünsün’ demektir. Çünkü burun, izzet yeridir. Duada
ise, ruğam (kelimesiyle) karşılık bulmuştur. Böylelikle onu toprağa sürterler.
Bu durumda ğaramın hükmü, sahibinde bir ters çevirme şeklinde tezahür eder.
Öyleyse o, zillet ile nitelenmiştir. Çünkü toprak, zelil olanların en
zelilidir. Bu nedenle yeryüzü mübalağa kipiyle ‘zelîl’ diye
isimlendirildi, çünkü zelil olan varlıklar, ona basar. Sevgi, sevenlerin
kalplerinin, özlem arzu duyanların kalplerinin, uykusuzluk ise uykusuzların
nefslerinin ayrılmaz özelliğidir. Sevenler, kendisiyle nitelendikleri sevginin
kısımlarından hareketle isimlendirilmiştir. Bütün bu özelliklere birden sahip
olan ise ‘ğaram sahibi (tutkulu)’ diye isimlendirilirken niteliği de ‘ğaram
(tutku, aşırı sevgi)’ diye isimlendirilir. Öyleyse ğaram, sevgi
niteliğinden sevenin ayrılmaz özelliği olan bütün özellikleri kuşatan genel
bir isimdir. Sevenin, bundan daha kuşatıcı bir niteliği yoktur.
Sevenlerin başka bir
özelliği şevktir.
Şevk, sevgiliyle kavuşmaya
dönük ruhani bir harekettir. Bunun yanı sıra şevk -sevilen seven ile aynı
cinsten ise-sevgiliyle kavuşmaya dönük cisimsel, doğal ve duyusal bir
harekettir. Onunla karşılaştığında ise -ki hangi sevgili olursa olsun-hareketinden
durağanlık bulur. Kavuşmuş iken, bu hareketin niçin geri döndüğüne şaşırır.
Hareketin arttığını ve kavuşma halinde bile bir korkunun kendisine ulaştığını
görür. Anlar ki, korkusu, ayrılık ihtimaliyle ilgilidir. Özlemden kaynaklanan
hareketin vuslat halinin sürekliliğini istediğini görür. Başka bir ifadeyle
özlem, kavuşma esnasında bile coşar. Nitekim şair böyle bir durum hakkında
şöyle der:
Özlemin en çok arttığı gün
Onun diyarına yaklaştığım
gündür
Başka bir şair vuslat
halindeki korku hakkında belirttiğimiz durumu şöyle anlatır:
Onlara özlem duyarak
ağlıyorum
Yaklaştıklarında ise
ayrılacaklar diye ağlarım
Bu, kendinden başkasını
sevenin ödülüdür. O, sevilenin varlığını kendisinin dışında kabul etmiştir. Allah Teâlâ’yı seviyor olsaydı, hali böyle olmazdı.
Allah Teâlâ’yı seven kişi, ayrılıktan korkmaz. Nasıl olur da, bir şey ayrılmaz
özelliğini terk edebilir?
Seven sürekli O’nun
avucundadır. Sevgilisi, daima onu görür ve kendisine şah damarından daha
yakındır. ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah attı.’
Varlıkta O’ndan başkası
yok ise, ayrılık nerede kaldı? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulum bana bir karış
yaklaşınca, ona bir arşın yaklaşırım.’
Kardeşim!
Allah Teâlâ için mi, yoksa
kendin için mi sevdiğini böyle öğrenirsin. Hakk âleme muhtaç değil iken, kulu
kendisini sevdiğinde, ona kavuşmak, onu kendisine yaklaştırmak, meclisine
getirtip seçkinlerinden yapmak üzere hızla ona koşar. Sen böyle yapmaya daha
layıksın!
Bir şahıs seni sevince,
seni kendi üzerinde efendi yaparken kendisini hükmünün mahalli yapar. Bu
durumda akıllı isen, sevginin ve seni sevenin kadrini bilmelisin. Sevgisi
karşısında Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanarak, O’na kavuşmak üzere
kendisine koşmalısın! Çünkü O, seni (senin O’nu sevmenden) önce sevmiştir. İşte
bu da O’nun senin üzerindeki (kudret) elidir ve hiçbir zaman ona denk
olamazsın. Çünkü sevgi O’ndan başladıktan sonra, sevgiye karşı yapacağın her
iş, başlangıçta sana yönelen bu (ilahi) sevginin sonucudur.
Sevenlerin bir özelliği
de, heyam’dır (kara sevda, kendinden geçmek). Onlar, kendilerinden geçmiş ve
belli bir yöne yönelmeksizin avare dolaşırlar. Allah Teâlâ’yı sevenler ise, bu
niteliğe daha layıktır. Bir insan (kendi gibi) bir yaratığı sevip avare
dolaşabilmektedir. Bu durum ise, sevginin kendisini sıkmasından ve sevdiğine
vuslattan ümitsizliğinden kaynaklanır. Allah Teâlâ’yı seven ise, vuslattan
emindir. İlah’ın (yer ile) sınırlanmadığı, kendisine yönelinecek belli bir
mekânda bulunmadığı malumdur. Hakkın hakikati böyle bir şeyi reddeder. Bu
nedenle Allah Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’ buyurur. Başka bir
ayette ise ‘Her nerede iseniz, O
sizinle beraberdir’ buyurur. O
halde (Allah Teâlâ sevgisinden) kendinden geçenin sevgisi, her vadide ve her
haldedir. Onun sevgilisi Haktır ve Hakkı belli bir yönde aramaz. Yöneldiği her
yönde ve durumda Hakk kendisine tecelli eder. Binaenaleyh Hakkı sevenler, yaratıkları
sevenlere göre, başıboş ve avare dolaşma özelliğine daha layıktır. Sevenlerin
nezdinde Allah Teâlâ, her gözden görülen, her dille zikredilen, her konuşandan
duyulandır. Arifler, O’nu böyle bilir ve bu hakikat ile sevenlere tecelli eder.
Sevenlerin bir özelliği
de, inlemedir.
Bu, kalbe yöneldiğinde onu
daraltan yakıcı bir ışığın ateşidir. Bu ateş, sevenin kendinde bulduğu tasadan
birikerek, yoğunlaşmış bir halde ortaya çıkar. Ateş dışarı çıkarken,
sıcaklığın gücünün soluyan sesi duyulur. Aynı şekilde, ateşin sesi de duyulur
ve bu ‘inilti’ diye isimlendirilir. Böyle bir şey, doğal cisimde meydana
gelebilirken bazen bedenlenmiş surette de meydana gelebilir. Bu nedenle
suretten soyutlanmış anlam cesetlenip surette gözüktüğünde -tıpkı doğal
cisimler gibi- ‘bu öfkenin suretidir’ veya ‘rızanın suretidir’
denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendinden haber verirken şöyle
der: ‘Ben de bir beşerim, sizin gibi kızar, insanların razı oldukları gibi
razı olurum.’ ‘Benzeri olmayan Allah Teâlâ’, kendisini rıza ve gazap
özelliğiyle nitelemiştir. Bu iki nitelik ve benzerleri, Hakkın kendisini
nitelediği özelliklerdir. Bu hakikatten ise, âlemde ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle ‘Allah Teâlâ âlemi âlem hakkındaki bilgisiyle bilmiştir’ dedik.
Ancak da böyle bir şey olabilirdi. Çünkü âlemde ortaya çıkan her hakikat ve
niteliğin kendisine döndüğü ilahi bir aslı vardır. Onun varlığını bu niteliğe
göre koruyan bu ilahi asıl olmasaydı, o nitelik var olmaz ve varlığı sürmezdi.
Bunu ise, Allah Teâlâ ehlinden tekler bilebilir. Bu, özel bir bilgidir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ ona öfkelendi.’
Bir rivayette, Allah Teâlâ’dan öğrenen kişi için bundan daha güçlüsü yer
almıştır. Bu ifade sahih bir hadiste kıyamet günü nebilerin söyleyecekleri şu
ifadedir:
‘Allah Teâlâ, bugün daha
önce hiç kızmadığı gibi kızmıştır. Bundan sonra da bir daha kızmayacaktır.’ Bu, öfkesini hadislik ve ortadan kalkmayla
niteledi durumdan daha şiddetlidir. Bu makamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, kendisinden sonra gelen sahabesine şöyle demiştir: ‘Yazık, yazık!’
Bunun nedeni, hal ve yerin gereğidir. Çünkü siyaset sahibi, hükümlerinde hal ve
mertebelere göre hareket eder.
Sevenlerin bir özelliği
de, gam ve tasadır (kemed). Kemed kalpteki aşırı üzüntü demektir. Bu üzüntü
nedeniyle artık gözyaşı akmaz. Bu üzüntünün sahibi, ahlanır ve sızlanır. Bu
üzüntü, insanın geçmişe ya da eksik yapmaya karşı değil, içinde bulduğu bir
üzüntüdür. İşte bu, sevenlerin özelliklerinden biri olan bilinmeyen üzüntüdür. Onun
yegâne sebebi, bilhassa sevgidir. Tek ilacı ise, sevgiliye kavuşmaktır. Onunla
ilgilenmek, üzüntüyü hissetmekten kendisini alıkoyar. Sevgiliye kavuşmak
-zatların kavuşması gibi-gerçekleşmezse, bu durumda sevgili, ona emir
verenlerden olur. Seven de emirlerini yerine getirmekle ilgilenir ve bu sayede
üzüntüsünden kurtulur. Üzüntünün çoğu, seven ile sevgili arasında onu kendinden
alıkoyacak bir şey gerçekleşmediğinde tezahür eder. Sevenin (sevgili ile veya
emirleriyle) meşguliyet esnasında kaybolacak tek niteliği üzüntüdür.
Örnek olarak, dehşet,
susmak, gayret, dilsizlik, hastalık, sıkılma, ezilme, ağlama, rahatsızlık,
vecd, seha gibi özellikleri verebiliriz. Bunlar, sevenlerin şiirlerinde
zikrettikleri terimlerdir. Bizim bu konudaki sözlerimiz ise Allah Teâlâ’nın
kullarını kulların Allah Teâlâ’yı sevmesiyle ilgilidir. Allah Teâlâ kendilerindeki
bir nitelik nedeniyle sevdiği kullarını zikrettiği gibi bir takım nitelikleri
nedeniyle başka bir gruptan sevgisini çekip almıştır. Allah Teâlâ, kitabında ve
peygamberinin dilinde bütün bunları belirtmiştir.
Yüz on üçüncü kısmın sona
ermesiyle on beşinci sifir de sona erdi.
[Fütûhât-I Mekkiyye'nin]
Yüz On Üçüncü Kısmı İkinci Vasıl,
Trc: cilt. 8, sh: 199-221
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl:
Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar