Print Friendly and PDF

RUHÎ HAYATTA TASAVVUF VE PSİKOTERAPİ



Gerçeklik (hakikat) ne kadar gerçektir?
Gerçeklik dediğimiz şey, gerçeğin (hak) ‘kara deliğini”[1] dolduran bir ‘fantazmik mekânı’ mı içerir yoksa ‘gerçek’ kılındığı bir yaratılmış mekân mıdır?
Maddenin noksan tarafı ‘gerçeklik hissi’ mizle ayakta tutulmakta mıdır yoksa?
Algılarımızın aynasında mı bir gerçek var?
Paradoksal topoloji [2]anılmaya yakın şekilde olabilirliliği nihai varış yeriyle tamamlanan mesafede kalan bir gerçeklik mi?.
Gerçek ve gerçeklik canlı hayatının vazgeçilmez şartıdır.
İnsan için “Gerçek”, görünenin kendisidir. İçinde yaşanılabilir, dokunulabilir. Eni, boyu ve derinliği vardır.
Gerçeklik ise kütlesiyle, etkisiyle, görüntüsüyle canlı varlıkların duyu organları tarafından bir şekilde saptanır. Eksik ya da fazla ama mutlaka saptanır.
İnsan tarafından görülmese de, algılanmasa da, hissedilmese de insanın dışında bir gerçeklik vardır. Sam Peckingah, “Gerçek, insanın hiçbir zaman keşfedemediği bir yalandır” derken, Wilhelm Flusser’in yorumuna göre de “ölümüne kadar önümüze çıkan her şey” olarak da tanımlar.
Gerçek süreklidir, kesintisizdir. Hayatın şimdiki zamanıdır. 
Gerçeklik bütündür, parçalanamaz ve gerçekliği bölmek parçalara ayırmak insan için imkânsızdır.
Her şey birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlanmıştır. Bütünlüğün, oluşumun bir mantığı, nedeni vardır. Bu gelişim ise insanın dışındadır, kendiliğinden oluşur, kendi fizik yasaları vardır. Ancak bazen insan grift yapısı ile varlığını ve herşeyi gerçek değil, gerçeğin bir kopyası olarak hissedebilir. Öyle ki bazen hayatın içeresinde kaybolur, yaşadığı, hissettiği, dokunduğu gerçeklik kaybolup gider. İşte bu şekilde insanoğlu bilinçli bir farkına varma noktasına doğru götürmenin bir yolunu aramak zorunda kalışı ile  gerçeğinin, ‘farkına varmaya’ ulaşmak için bilinç ve bilinçaltı dünyasını kurmaya çalışır. Ancak günümüzde stres faktörleri arttıkça psikoterapiye ve dolayısıyla psikoterapistlere olan ihtiyacını dolaylı olarak da artmaktadır. Bu bir gerçek olmuştur. Bilinçlenen toplumda gittikçe psikoterapistlerin "deli doktoru" olmadığının bilincine kavuşmuş durumdadır.
Herkesin hayatında zaman zaman destek alması gereken durumlar olunca eğitimli-tecrübeli uzmanlara danışmak hem süreci rahat aşmanıza hem de güvenilir biri ile sorununuzu paylaşmak uygun görülmektedir.  Çeşitli şekillerde “amaçlı terapi” (Tedavi-Sağaltım) usulleri (Psikoterapi, Yoga,  Biyoenerji, Biyoterapi,  Reiki,  Renklerle Terapi,  Homeopati,  Hipnoz,  Tasavvuf,  Psikodrama,  İletişim,  Duyumlara hitap eden sanatlar)  grup halinde, bireysel olarak ya da çiftlere uygulanmaktadır.
Her yaş, cinsiyet, eğitim ve sosyal durumu bu terapilerde farklılık gösterebilir. Mesela; özellikle sanatsal terapi (resim-sinema) küçük yaş gruplarında ve ergenlerde çok iyi işleyen bir sistemdir. Türkçe’de bir söz vardır; Bir resim bin kelimeye bedeldir. Sanat Terapisi’nde bunun ne kadar doğru olduğunu anlıyoruz. İki-üç yaşında bazı takıntılı davranışları olan ya da cinsel istismar görmüş olan bir çocuk düşünün; bu çocukla oturup 45 dakika konuşmanızın imkânı var mı? Belki o çocuk için “oyun terapisi” denenebilir veya da iç dünyasını net olarak algılamak için renkleri ve çizgileri kullanmak bize daha somut verilere ulaştırır. Aynı şekilde ergenlik çağındaki sıkıntılardan dolayı bunalmış bir çocuk düşünün, herkes sürekli ona nasihat ediyor, “oğlum/kızım sen böyle değildin ne oldu sana, kötü alışkanlıkların mı” var gibi bir sürü soru sorulan bir ortamda bu genç zaten bunalmış... Rahatlama, deşarj olma ihtiyacı var. Patlamak üzere olan bir bombanın yanlış kablosunu keserseniz onu sonsuza kadar kaybedersiniz, parçalanır bir daha bir araya getiremeseniz ancak doğru işlemi uygularsanız hem bombayı patlamaktan kurtarır, hem de çevresindekilerin zarar görmesini engellemiş olursunuz. Resim ergenlere oldukça değişik gelen ancak hoşlarına da giden bir tekniktir. Karşılarında psikoterapi odasında oturan bir psikoterapist / psikodramatist yerine, samimi bir ortamda resim malzemeleri eşliğinde onu bekleyen bir psikoterapistin / psikodramatist olması zaten ergenleri şaşırtır ve psikoterapiye olan dirençlerini azalttığı bilinmektedir.
Audiovisüel (Görsel-işitsel) malzemelerle de yapılan filmler de aynı olumlu sonuçları doğurmaktadır. Sinema bu anlamda etkin bir gelecek vaat etmektedir. Çiftlerde ve gruplardaki uygulamasındaki ana amaç ise paylaşımı arttırmak, iletişimi güçlendirmek ve farkındalık katsayısını artırmaktır.
Önemli olan terapiste aranılan geniş bir kültüre sahip olması diğer terapiler konusunda uzman olacak kadar eğitimli olmasıdır. ANCAK BİR KONUDA UZMAN VE EĞİTİMLİ OLAN BİR TERAPİST SAKINCALI OLUR, SONUÇ VE PERFORMANS DÜŞÜKLÜĞÜ BEKLENİLMELİDİR. Beklenilen sağlanan sonuçlar eğitimi yetersiz kişiler tarafından yürütüldüğünde daha uzun sürer ve danışanın süreçten sıkılması muhtemeldir. Terapiyi birçok ayakları olan bir köprüye benzetebiliriz. Biz burada tasavvufun psikoterapi ile benzerliği konusuna değineceğiz.

TASAVVUFUN PSİKOTERAPİK YÖNÜ

İnsanın tabiatı, fıtratı, dini literatüre [3] ve davranışçı terapilere göre insan tümüyle nötrdür. Sûfîlere göre insanın doğasında hem iyilik, hem de kötülük eğilimleri vardır; ancak bu eğilimler sadece birer potansiyeldir ve insan her iki tarafa da yönelebilir bir karakterdedir.
Sûfiler, insanı anlamada kullandığı anahtar kavramlardan biri (belki de birincisi) "ruh"u kabul ederken nisbî olarak özgürlüğü olan "teomorfik" [4] (Tanrı’ya benzeyen) bir varlıktır da derler.
  • Psikanaliz, fizyolojik;
  • Davranışçı, terapiler sosyolojistik;
  • Bilişsel davranışçı terapiler ve danışan- merkezli terapi ise sosyal psikolojik bir temelden hareket eder.
 Sûfiler bu temelleri göz ardı etmemekle birlikte "transandantal" boyut üzerine vurguda bulunur. Grup psikoterapileri de dâhil olmak üzere psikoterapiler "bireyselciliği" vurgularken sûfîler "cemaatçiliği" öne çıkarırlar.
Hem psikoterapiler hem de tasavvuf terapi için bir terapistin (mürşid) gerekli olduğunu öngörürler. Psikanaliz, davranışçı terapiler ve bilişsel-davranışçı terapiler ve danışan merkezli terapi "konuşma/ görüşme" esasına dayalı iken davranışçı terapiler dolaylı araçlara kadar geniş bir yelpazeye dayalıdır.
Tasavvufî terapide (seyr-u sulûk) kullanılan oldukça zengin bir teknikler dizisi söz konusudur. Hem psikoterapiler hem de tasavvuf muzdaribin mürşidle ile olan iletişimini önemser. Psikanaliz ve davranışçı ve bilişsel davranışçı terapiler amacını "iyileştirme" ile sınırlarken, hem danışan merkezli terapi hem de tasavvuf "kişiliğin geliştirilmesi"ni vurgular.
Psikanaliz ve davranışçı terapiler "inanç, anlam ve değerleri" inkar ederken, bilişsel davranışçı terapiler, danışan merkezli terapi ve tasavvuf  "inanç, anlam ve değerleri” özellikle vurgular.
Psikanaliz ve tasavvuf için rüyaların (istihare) özel bir önemi vardır ve insanı anlamda anahtar bir rolü vardır. Psikanaliz geçmiş zamanı önemserken, diğer psikoterapiler ve tasavvuf ise "şimdi-burada"[5] üzerinde vurguda bulunur.
Psikoterapi kuramların geliştirilmesinde kuramcıların yaşamlarında iz bırakmış kişisel deneyimler önemli bir iz bırakmıştır. Sûfiler ise zaten "kişisel deneyimleri" vurgular ve önemserler.
Psikoterapiler kuramları örneklem (örnek gurup) açısından problemlidir. Sûfilere göre ise "her kalpten Allah Teâlâ'ya giden bir yol vardır." Bu nedenle herhangi bir sûfi görüşün genelleştirilmesi ve özellikle kişiselliği / özgünlüğü silmesi kabul edilemezdir. Hem psikoterapilere, hem de tasavvufa göre insan kendi kendine yabancılaş(tırıl)mıştır.
Psikanaliz, bilişsel davranışçı terapiler ve danışan merkezli terapiler "deneyime" geliştirilmiş iken davranışçı terapiler "deneysel verilere" dayalıdır.
Sufilik de "deneyime" dayalıdır. Davranışçı terapiler doğrudan gözlenebilen ve ölçülebilir konuları ele alırken diğer psikoterapilerin ilgilendiği konular daha çok dolaylı olarak gözlenebilir ve ölçülebilir bir nitelik taşır.
Tasavvufta ise hem zahiri hem de batıni pratikler varsa da odak konular salik ile Allah Teâlâ arasında oluşu nedeniyle gözlem ve ölçüm ötesidir. Davranışçı terapiler dışındaki diğer psikoterapilerle birlikte tasavvuf da "içgörü"nün önemini vurgular.
Hem psikoterapiler hem de tasavvuf, "hastalıkların" iyileştirilebileceğini varsayarlar. Hepsi de iyileş(tir)me sürecinde çeşitli aşamaların söz konusu olduğunu vurgularlar. Hepsi de teorik bilgilenmeyi değil hayatî değişimi amaçlarlar. Bireyin (mürid) istek ve kararlılığı (teslimiyet) için problemi konusunda duyarlılığı ve yeterli düzeyde kaygısı olması gerektiği vurgulanır. Genellikle bireyin kendi isteği ile terapist (mürşid) e gelmesi gerektiği kabul edilir. [6] Hatta tasavvufta bireyin kararlı olup olmadığı dramatik sınavlarla (çile) denetlenir. Hepsi de bireyin kendi kendisine ilgi göstermesini öngörür. Hepsi de mesajını yaymak için literatür oluşturmuştur. Hepsi de mesajını kitlelere ulaştırmak için örgütlenme yoluna gitmiştir. Bu örgütlenme doğal olarak terapistler (mürşidler) arasında da bir piramid modelinin (tarikatlar)  oluşumuna yol açmıştır. Hem psikoterapilerin hem de tasavvufun çok çeşitli ve değişik tanımları yapılmıştır. Hepsi de insanı anlamak için olağanüstü duyarlılık göstermiş ve genellikle sağduyusal bilgilere aykırı düşen daha doğrusu onları aşan sonuçlara ulamışlardır.
Psikoterapi ücret karşılığı sunulan bir hizmet iken, tasavvufi terbiyede ücret söz konusu değildir; "Allah Teâlâ rızası için" için yapılan bir hizmet olarak devam etmektedir....
NOT: Bu yazı aşağıdaki kaynaktan istifade edilerek hazırlanmıştır.
Canel BİNGÖL, “Venüs’ün Çiçek Sepeti” Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sinema-Televizyon Ana Sanat Dalı Sinema Ve Terapi -186414-Yüksek Lisans Tezi İstanbul, 2006 . s.58-60 


DİNDEN UZAKLAŞMANIN RUHSAL BOZUKLUKLARDAKİ ETKİSİ


Topluma uyumsuzluk başta olmak üzere, akıl hastalıklarına kadar giden ruhî teşevvüşler (karışıklıklar) [7] ve bunlara bağlı beden hastalıkları, şimdi, dünyada, birinci plânda mütalâa edilen bir büyük problem haline gelmiştir.
Niçin ruhî teşevvüşler?
Nerede?
Ve nasıl olmaktadır?
Acaba, hakikaten dünya düşünürleri de, dinî bağlarda çözülmeği, ruhî bozukluklarda bir sebeb olarak görüyor mu?
Buna dair mütalâa ve müşahedeler var mıdır?
Bir kaç misal verelim:
FAHREDDİN KERİM BEY hocamız kitabında:
“Eskiden beri me­deniyetin sinirler üzerinde tahripkâr tesiri bulunduğu ve medeni­yetin terakkisile birlikte sinir hastalıklarının çoğaldığı iddia edil­mektedir. Her halde medeniyetle beraber umumî ihtiyaçların artması, zevk ve eğlenceye düşkünlük, ahlaksızlığın artması gibi sebeplerin sinirler üzerinde yorucu bir tesir yapmakta olduğuna ve uykusuzluğun sebepler arasında bu­lunduğuna şüphe yoktur.”
“Yalnız ‘Toplum bilimi, sosyoloji’ ile iştigal edenlerle bazı psikologların dinî akidelerin çözülmesinin akıl hastalıklarının ve bilhassa intiharların çoğalmasında rol oynadığını zikret­mektedirler.” diye yazar.
SİR DAVİD HENDERSON da hocamızın fikrine : “ekonomik yük zamanın sık görülen akıl hastalıkları ile irtibatlıdır.” demek suretiyle bu fikre katılır.
JUNG'da aynı görüşü başka şekilde ifadelendirir:
“Nefsi ile muhalefette bulunmak, medenileşmiş insanın özellikli ayırıcı bir delilidir. Sinir hastası sadece nefsiyle ihtilafa düşmüş medenî insanın ferdî bir ör­neğidir. Bilindiği üzere medeniyetin ilerlemesi insanda hayvanlık­tan ne varsa onları sıkıştırıp tıkıştırmaktan ibarettir.”
PAUL TOURNİER de şöyle konuşur:
“Bu asabî hastalıkların çoğal­ması dünya ahlâkının sükûtundan ileri gelmektedir, diye mütalâa ediliyor. Bu düşünce ki hakikatte bütün sonuçlarıyla aile içinde, mes­lek hayatında, cemiyette menfaat çarpışmalarının meydana getir­diği hayatî meselelerin artmasından aynı şekilde cemiyet problem­lerinin artmasından, heyecanî şoklardan, şüphe ve korkmalardan, namus ve itimatta sükuttan, aynı zamanda heyecanî efkârda ve ebe­diyete inançta sükuttan ileri gelmektedir.”
“Bu sinirliler arasında bilhassa kadınlar fazladır. Bu kadının sosyal ve ruhî şartları sonucudur ki son yarım asırdır bu hale inkilap etmiştir. Sevmediği bir kimse ile, anne babası vasıtasiyle evlendiği zaman o egoisminin kur­banı oluyor ve kocasının otoritesi karşısında şüphesiz ızdırap çeki­yordu. Fakat o bunu tabiî kabul ediyordu. Zira adabı muaşeret de ona boşanmak ümidini vermiyordu. Bu gün ise, o boşanmağı düşü­nüyor. Bunu düşündüğü günden beridir de sıkıntıları onun için tahammül bırakmayan görünüyor. Kocası ile münakaşaları ona ağır geliyor, daha fazla bir ızdırap halinde neticeleniyor.”
“Asrımızın talihsiz­liği hakikî, bir ahlâk ile düzenlenmemiş, kokuşmuş etmiş bir ahlâkın mevcut oluşudur.”
“GEÇEN ASIRLARIN DEHŞETİ BÜYÜK EPİDEMİLERDİ. (SALGIN HASTALIK) [8] KOLERA, ÇİÇEK, VEBA., GİBİ. BU ASIRDA DA ASABÎ HASTALIKLAR.”
Ve A. CARREL de:
“Görünüşe göre, akıl zaafı ve delilik, endüstriyel medeniyet ve onun yaşama tarzımızda yapmış olduğu değişik­likler için vereceğimiz kurtuluş fidyesidir.”
“Akıl zaafı ve deliliğin artışını kolaylaştıran şartlar, daha çok hayatın endişeli, intizamsız ve telâşlı, ahlakî disiplinin yıkılmış, olduğu cemiyetlerde tezahür etmektedir.”
“Modern medeniyetin harikaları arasında insanın şahsiyeti eriyip kaybolmağa mütemayildir.”
“Gazetelerin, radyola­rın ve sinemaların geniş surette etkili yayılımı, cemiyetin entelektüel sı­nıflarını en aşağı derecede iteklemiştir. Hele radyolar, kalabalı­ğın zevkine giden bayağılığı, herkesin yuvasına kadar sokmuştur.”
Caniler ve cahillerle bir arada yaşayanlar da cani veya cahil olmak tabiidir.
“Şuur faaliyetlerinin vahdete ircaı, ahşaî ve asabî fonksiyonlar arasında daha büyük bir ahengi netice verir. Ahlâk duygusu ile zekânın aynı zamanda geliştiği içtimaî topluluklarda, bes­lenme ve sinir hastalıkları, cinayet ve delilik nadirdir. İnsanlar ora­da mes'uttur.” demektedir.
B. MALBERG ise :
“Amerika’da artan akıl hastalıkları, nüfusun artması veya hastaneler organizasyonları ile alâkalı değil ve fakat yegâne sebebi modern hayat ve sinirli, gergin tansiyona bağlıdır.” fik­rini ileriye sürer.
BARRERTT isimli müellif de :
“Geride kalıp ve yabancılık çekerek cinnet geçirip çıldırma yani akıl zaafı ve akıl hastalıkları, sosyal uyumsuzluk ve anormal ruhî davranışlar değil bunlarda ortak husus, şahsiyet, kişilik, karakter, benliktir ki, bu şahsiyeti muhtelif vesilelerle ruhî halle­ri kontrole ve şahsı şevke muktedir olamıyor.” kanaatindedir.
LE DECLİNE DE L'AUTORİTE ET LA JEUNESSE ACTUELLE. [9] LES CAUSES ET LE REMEDES[10] 
“Zamanımızın gençliği ve otoritenin çöküşü. Sebebleri ve tedavisi, kitabında) DR. GİLBERT ROBİN :
“Bu gençlik, tamamiyle an'aneye düşman, marifete düşman, ahlâka düşman, hayasızlık ve tecavüzkar bir hali, bu saydıklarımızın yerine geçirmek istiyorlar. Fakat esasta gençlik, sabırsızdır, istikbale karşı emniyetsiz, sıkıntı, azap çeken, ümitsiz., yeni ahlâk düsturları peşindedir. Netice o, şiddetli modernizmin yayılışı karşısında, adapte olabilmek için, yeni denge unsuru aramaktadır.” diye zamanın gençliğini kendi görüşüne göre tahlil et­tikten sonra, buna sebep olarak ilkönce ebeveyn otoritesinin yokluğunu göstermektedir.
Yazarın buna karşı ilâcı ise: TERBİYE VE AHLÂKÎ HİJYEN'dir.”
DR. M. POTAT, HYGİENE MENTALE kitabında, ruhî sebebler bahsin­de: ruhî surmenage. (Sürekli ve aşırı çalışmadan doğan yorgunluk; bitkinlik). Acı veren hallerden heyacanı zikrettikten sonra;
“Bazı sinema filmleri de psişik bocalama veya karışıklıklara sebep olmak­tadır.” demekte, ayrıca;
“hayatta tatmin olmamayı, terbiye ile fena şekilde yetiştirilmeyi, gurur, ihtiras, kıskançlık, sınıflar arası kinle­ri” ve nihayet, alkolizma ve firengiyi saymaktadır
Alkol bahsinde, LELAND E. HİNSİE:
“Alkol, ruhî sorunları gizleyen, icad edilmiş bir maskedir” demekte ve
“Alkol gibi diğer toksik madde alışkanlıkları da, aynen, bir baş ağrısı bir zafiyet., tarzında bir arazdan ibarettir.”
“Bir şizoid[11] (Algı çarpıklığı ve düşünme bozukluğu) korkusunu ve tansiyonu­nu azaltmak gayesiyle serbest olabilmek için içer. Bu şekilde, cemi­yete intibak edebilmek için, alkol, şahsî arzularında, onu cesaret­lendirir. Artık bizzat kendi önünde ve başkaları önünde kendisini aşağı hissetmez.” mütalâasını ileriye sürmektedir.
D. HENDERSON da bu bahiste aynı fikirdedir :
“Alkolizme, pek muhtemelen bir sıkıntı halinin (bir arazıdır.    
T. G. Campanella [12] ve G. Fossi, akıl hastanelerine kapatılmış 445 müzmin alkolik hasta üzerinde tetkikat yapmışlar ve kronik alko­lizma ile sıkıntı (etat depressil) ve intihar teşebbüsleri arasındaki münasebetleri göstermişlerdir. Bu müelliflere göre de, kronik alkolizmayı, sıkıntı halleri tevlid etmektedir.
Sonuçta görülüyor ki :
1) Akıl hastalıkları veya davranış kusurları, ahlâk, terbiye, an'ane, âdet gibi mefhumlar ile veya doğrudan doğruya ismen zikretmek suretiyle (din-ahlak)a bağlanmaktadır.
2) Medeniyet lafı ile hâdiseyi izaha kalkanlar da vardır ki, bu medeniyet lafı ile de neticede, Jung'un belirttiği şekilde:
“Medeniyetin ilerlemesi insanda hayvanlıktan ne varsa onları sıkıştırıp tı-
kıştırmaktan ibarettir.”
denmek suretiyle aldatıcı, doğru olmayan, dolaylı olarak yine (din) hissedilip kast edilmektedir. Nitekim, Fahreddin Kerim Bey hocamız da, medeniyetin ilerlemesiYle sefahatin artmasını bir olarak mütalâa ediyor ki, sefahat denen nesnenin de, dinî çözülmeden başka bir manası yoktur. O halde, medeniyet lafı ile de, dinî akidelerin sarsılması mes'elesine dolaylı olarak geliniyor.
Hakikaten, asfalt yollar kimin canını sıkıyor?
Rengârenk, pırıl pırıl otomobillerle yapılan sefalar, cefa mıdır?
Elektrik ışığının ter­temiz aydınlığımı, çıra, fener, gaz lambasının sisli aydınlığı mı ru­ha ferahlık verir?
Odunların ve kömürlerin kül ve kokuların­dan ibaret ocak ve sobaları mı, kaloriferli evlerde yaşayan insanlar çok arzuladıkları için bunaltıdadır?
Medeniyetin, kendisine mede­niyet ismini verdiren hangi bir vasıtası hangi bir şekilde insanı rahatsız ve taciz ediyor?
Yoksa insan taciz edildiği için, angoisse'(Sıkıntı) da olduğu için mi, medeniyete bir kurtuluş simidi gibi sarılıp, kalkan gibi kullanmağa kalkarak, ruh hastalıklarının ve cemiyete uyumsuzlukların sebebi işte budur diye işin içinden sıyrılmağa kalkmış­tır?
3) Bir diğer sözde adaptasyon. (Yani kendi şahsına, sonra derece derece etrafındaki insanlara yani aileye yani cemiyete yani dünya­ya uymak.) Bu fikirde olanlar da diyorlar ki :
“İnsanlar kendine uya­mıyor, insan, ailesine insan cemiyete ve insan dünyaya uyamıyor o a onun için ruh hastası oluyor.” Ve hakikaten MENİNGER isimli yazar; Sante Mantal (Ruh Sağlığı) diyor,
“Beşerî varlıkların, dünyaya ve diğer beşerî varlıklara, azamî huzur içinde adaptasyonudur.”
O halde bu adaptasyon ne ile mümkündür?
Çok misâllerle gösterdik ve yerleri gelince de işaret ettik ki, din gerek insanın kendi kendisine, gerek diğer fertlerle olan münasebetlerinde ve sonuçta dünyaya tam bir uyum sağlanmasında (adaptasyon), tek ve yegâne denebi­lecek kudrette aynı zamanda bir (Adaptasyon sistemi) dir. Daha başka veya buna mümasil kudrette ikinci bir Adaptation sistemi gösterebilir misiniz?
İşte, anti sosyal (cemiyete mugayir) davranış­larda bulunanlar: ayrılanlar, boşananlar, darılanlar, alkol ve toksik maddelere alışan, öfkelenen, kin güden, intihar eden, cinayet işliyen vb. bir sürü uyum sorunu gösterenler, ne ile önlenebilir?
Veya ne önliyebilir?, Sualin cevabı olarak, hepiniz birden, içinizden, benim gibi
“Evet yalnız din önleyebilir” demiyor musunuz, O halde, adaptation (intibak) lafı da geliyor din'e ister doğrudan doğruya söylenmiş ister dolaylı bazı kelimeler konarak ifade edilmiş olsun, apaçık görülüyor ki,
AKIL HASTALIKLARININ VE DAVRANIŞ KUSURLARININ ZUHURUNDA HAKİKÎ SEBEB, DİNÎ ÇÖZÜLMEDİR. Yani, DİNÎ İSTİKAMETTEN AYRILMADIR.

HÜLASA
istisnaî haller haricinde, türlü davranış kusurlarının, PSİKOMATİK veya PSİŞİK (ruhî) hastalıkların sebebinin ruhî faktörlerdir.  ruhî faktörün, temelinde ise, dinî istikametin kaybından (dinî tatminsizlik ) ibaret olduğunu, dinî tatminsizliğin, ruhî tatminsizlik halinde Angoisse' (Sıkıntı) nın teşekkülüne sebep olacağını bundan dolayı türlü davranış kusurlarının, Psikosomatik hastalıkların ve akıl hastalıklarının Angoisse'ın devamı ve şiddeti ile uygun olarak meydana çıkmaktadır
Diğer taraftan, Psikanaliz ismini, Pierre Janet'nin “Analyse Psychologique” tabirinden alan Freud'un, ruhî tatminsizliğe sebeb cinsî tatminsizliktir diyen cinsiyet nazariyesi de çıkışını dinî istikametin kaybından aldığı bu bilgilerle açığa çıkmış oldu.
Sonuçta her olay ve durum  inancın bir getirisidir.
Kaynakça
Mehmed Tevfik ÖZCAN [Kitap]. - Angoisse (Sıkıntı), Ankara-1966.



[1] Kara delik, astrofizikte, çekim alanı her türlü maddi oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir.
Kara delik, uzayda belirli nicelikteki maddenin bir noktaya toplanması ile meydana gelen bir nesnedir de denilebilir. Bu tür nesneler ışık yaymadıklarından kara olarak nitelenirler.
Kara deliklerin, "tekillik"leri dolayısıyla, üç boyutlu olmadıkları, sıfır hacimli oldukları kabul edilir.
Karadeliklerin içinde zamanın ise yavaş aktığı veya akmadığı tahmin edilmektedir. Kara delikler genel görelilik kuramıyla tanımlanmışlardır. Doğrudan gözlemlenememekle birlikte, çeşitli dalga boylarını kullanan dolaylı gözlem teknikleri sayesinde keşfedilmişlerdir. Bu teknikler aynı zamanda çevrelerinde sürüklenen oluşumların da incelenme olanağını sağlamıştır. Örneğin bir kara deliğin çekim alanına kapılmış maddenin kara delikçe yutulmadan önce müthiş bir sıcaklık derecesine ulaştığı ve bu yüzden önemli miktarda x ışınları yaydığı saptanmıştır. Böylece bir kara delik kendisi ışık yaymasa da, çevresinde bu tür bir icraat yarattığı için varlığı saptanabilmektedir. Günümüzde, kara deliklerin varlığı, ilgili bilimsel topluluğun (astrofizikçiler ve kuramsal fizikçilerden oluşan) hemen hemen tüm bireyleri tarafından onaylanarak kesinlik kazanmış durumdadır.
[2] Topoloji: Matematiğin ana dallarından biri olan Topoloji, Yunanca'da yer, yüzey veya uzay anlamına gelen topos ve bilim anlamına gelen logos sözcüklerinden türetilmiştir. Topoloji biliminin kuruluş aşamalarında yani 19. yüzyılın ortalarında, bu sözcük yerine aynı dalı ifade eden Latince analysis situs (konumun analizi) deyimi kullanılıyordu. Geometrik cisimlerin nitelikleriyle ilgili özelliklerini ve bağıl konumlarını, biçim ve büyüklüklerinden ayrı olarak alıp inceleyen geometri dalı.
[3] “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvud, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
[4] Teomorfik: “Tanrı’ya benzemek” anlamına gelen bu deyim, insan olmayan bir varlığın, Tanrı gibi, beşeri terimlerle ifade edilmesi anlamına gelen antropomorfizmin zıddıdır. Hem Tevrat (insan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır (Tekvin 1:27), hem de Hadisler (Allah insanı (Adem’i) Rahman’ın suretinde yaratmıştır) antropomorfizmi teomorfizme tebdil etmiştir. Tevrat’ın kimi kısımları “oldukça beşeri” bir Tanrı tasviri sunar ki, bu diğer bölümlerde ortaya konan aşkın bir Tanrı anlayışıyla uyum içinde değildir.
[5] “Dünle beraber gitti düne ait ne varsa, bugün yeni şeyler söylemek lazım. Ekme günü gizlemek toprağa tohumu saçmak günüdür Devşirme günüyse tohumun bittiği gündür, karşılığını bulma günüdür. Şu deredeki su,kaç kere değişti, yıldızların akisleri hep yerinde "Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı kidünyanında sınırını aşmalı Sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli!” Hz. Mevlâna kaddesellâhü sırrahu’l azîz
[6] Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâla buyurmaktadır:
“Rahman’ın zikrinden yüz çevirenlere şeytanı musallat ederiz. Artık şeytan onunla bir arkadaş olur...” (Zuhruf Sure-i Şerifi, 36)
Hz. Bayezid kaddesellâhü sırrahu’l azîze atfedilen meşhur bir söz vardır: “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır...” Dolayısıyla “Doğru varan (Sünnet ehli) bir Mezhebi izlemeyen Müslümanın da mürşidi (kılavuzu) şeytandır” demektir.
[7] Teşevvüş: Teşevvüş, neo-spiritüalist terminolojideki bir terim olup, kısaca, bir realiteden diğerine geçilirken içine düşülen bocalama veya karışıklık hali olarak tanımlanır.
Teşevvüş terimi neo-spiritüalizm’de iki durumu belirtmek üzere kullanılır:
1- Bedenin terk edilmesiyle yaşanılan teşevvüş: Bu, kısaca, ölüm denilen olayla spatyum’a göçmüş varlığın spatyuma derhal uyum gösterememesi sonucunda yaşadığı teşevvüştür. Varlığın spatyumda olduğunu idrak edememesine, dünyevi alışkanlıklarını bırakamamış olmasına, hala dünyevi realitesine ait imaj ve sembollerin anı ve izleriyle hareket etmesine bağlı olarak içine düştüğü bocalama ve şaşkınlık hali olarak açıklanır. Bu aynı zamanda kendisine yabancı, yeni bir ortamı kavrayamayan ve bu ortama alışamayan varlığın geçirdiği doğal bir uyumsuzluk dönemidir. Varlık imajinasyonunu şuurlu olarak sevk ve idare edemediği gibi, çevresindeki olayların kendi imajinasyonunun ürünü olduğunun idrakinde de değildir. Kendiliğinden imajinasyon aşaması denilen bu aşamada, varlık kendi imajinasyonuyla yarattığı yapay dünyada, imajinasyonunun ürünü olan olayların içinde yaşar durur. (Buradaki yapay dünyadan kasıt, spatyumun süptil maddelerinin düşünceyle şekil alabilme özelliğine sahip olmasından dolayı, varlığın farkında olmadan kendi imajinasyonuyla çevresinde oluşturduklarıdır.)
[8] Epidemi: isim, tıp Fransızca épidémie: Salgın hastalık.
Epidemiyolojide, salgın (Yunanca epi- üzerinde + demos halk) belli bir insan popülasyonunda,belli bir periyodda, yeni vakalar gibi görülen ancak önceki tecrübelere göre beklenenden fazla etki gösteren hastalıktır.(epizootik ise aynı şeydir ancak hayvanlarda geçerlidir.)
"Beklenen"in ne olduğuna bağlı olarak salgının tanımlanması subjektif olabilir.Bir salgın lokal (bir hastalık patlaması),daha genel (salgın hastalık) ve hatta dünya çapında (global salgın-pandemik) olabilir.
Sabit seviyede oluşan ve popülasyonda görece olarak yüksek derecede seyreden alışılagelmiş hastalıklar ise endemik olarak adlandırılır. Endemik hastalığa bir örnek sıtmadır. Afrikanın bazı bölgelerinde (örneğin, Liberya) halkın büyük çoğunluğunun hayatlarının bazı dönemlerinde sıtmaya yakalanmaları beklenir.
[9] Gilbert Robin, Wesmaël-Charlier,1962
[10] Hildegarde de Bingen sainte, - 2007
[11] ŞİZOİD: Kişilerarası ilişkilerin yokluğu birinci belirtisidir. Bu şizofrenik yelpazenin başlangıcını oluşturur. Algı çarpıklığı ve düşünme bozukluğu şizotipal kadar belirgin değildir. Her ikisi de birbirine bağlı olan gerçeklik yitimi ve günlük hayatın aksaması durumları yoktur.
ŞİZOİD KENDİ DÜNYASINI ÖLÜME BENZER BİR VAROLUŞ ŞEKLİYLE KURMUŞTUR. KAFKA, KİERKEGAARD, VAN GOGH, MOZART İSİMLERİ TARİHTEKİ BELİRGİN ÖRNEKLERDİR.
Şizoidin toplumdan kopukluğu kendi iç dünyasının bir gereğidir. Hissetme, düşünme ve tüm hayatı kavrama biçimi normal insanlardan ciddi farklılıklar içerir. Yaşam savaşını kazanamayacak kadar savunmasız, insanlardan kabul göremeyecek kadar hayattan uzaktırlar. Çoklukla akli yetersizlik ya da gelişim bozukluğu damgasını alırlar. İnsanlık trajedisinin somut örnekleridir. Sıradan insanların iç dünyası ve dış dünyası vardır. Şizoidin ise karanlıklar içinde olduğu tek bir dünya. Şizoid güç eksenli bir hayatta, tek amacın adam yerine konmak için savaş verildiği bir arenada ne kadar bir şeyleri başarır gibi gözükürse gözüksün dışardaki acayiptir. Bu açıdan onların hayatı insanların göründüğü gibi adam gibi adam olup olmadıklarına bir referanstır. Güven ve sevgi adalarının hemen hiç olmadığı bir insanlık tarihinde şizoid hayatın ve Tanrının gerçek soğukluğuyla donup kalmıştır.
[12] TOMMASO CAMPANELLA: Tommaso Campanella, asıl adı Giovanni Domenico Campanella (5 Eylül 1568, Stilo, Napoli Krallığı – 21 Mayıs 1639, Paris), İtalyan şair, yazar ve Platoncu filozof. Ütopya yapıtı Güneş Ülkesi (Latince başlığı: Civitas Solis, İtalyanca başlığı: La Città del Sole) ile ünlüdür.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar