RUHÎ HAYATTA TASAVVUF VE PSİKOTERAPİ
Gerçeklik (hakikat) ne kadar gerçektir?
Gerçeklik
dediğimiz şey, gerçeğin (hak) ‘kara
deliğini”[1]
dolduran bir ‘fantazmik mekânı’ mı
içerir yoksa ‘gerçek’ kılındığı bir yaratılmış mekân mıdır?
Maddenin
noksan tarafı ‘gerçeklik hissi’
mizle ayakta tutulmakta mıdır yoksa?
Algılarımızın
aynasında mı bir gerçek var?
Paradoksal
topoloji [2]anılmaya
yakın şekilde olabilirliliği nihai varış yeriyle tamamlanan mesafede kalan bir
gerçeklik mi?.
Gerçek ve gerçeklik canlı hayatının vazgeçilmez
şartıdır.
İnsan
için “Gerçek”, görünenin kendisidir.
İçinde yaşanılabilir, dokunulabilir. Eni, boyu ve derinliği vardır.
Gerçeklik ise
kütlesiyle, etkisiyle, görüntüsüyle canlı varlıkların duyu organları tarafından
bir şekilde saptanır. Eksik ya da fazla ama mutlaka saptanır.
İnsan tarafından görülmese de, algılanmasa da,
hissedilmese de insanın dışında bir gerçeklik vardır. Sam Peckingah, “Gerçek, insanın
hiçbir zaman keşfedemediği bir yalandır” derken, Wilhelm Flusser’in yorumuna
göre de “ölümüne kadar önümüze çıkan her
şey” olarak da tanımlar.
Gerçek
süreklidir, kesintisizdir. Hayatın şimdiki zamanıdır.
Gerçeklik
bütündür, parçalanamaz ve gerçekliği bölmek parçalara ayırmak insan için
imkânsızdır.
Her şey
birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlanmıştır. Bütünlüğün, oluşumun bir
mantığı, nedeni vardır. Bu gelişim ise insanın dışındadır, kendiliğinden
oluşur, kendi fizik yasaları vardır. Ancak bazen insan grift yapısı ile
varlığını ve herşeyi gerçek değil, gerçeğin bir kopyası olarak hissedebilir.
Öyle ki bazen hayatın içeresinde kaybolur, yaşadığı, hissettiği, dokunduğu
gerçeklik kaybolup gider. İşte bu şekilde insanoğlu bilinçli bir farkına varma
noktasına doğru götürmenin bir yolunu aramak zorunda kalışı ile gerçeğinin, ‘farkına varmaya’ ulaşmak için bilinç
ve bilinçaltı dünyasını kurmaya çalışır. Ancak günümüzde stres faktörleri
arttıkça psikoterapiye ve
dolayısıyla psikoterapistlere olan
ihtiyacını dolaylı olarak da artmaktadır. Bu bir gerçek olmuştur. Bilinçlenen
toplumda gittikçe psikoterapistlerin "deli
doktoru" olmadığının bilincine kavuşmuş durumdadır.
Herkesin hayatında zaman zaman destek alması
gereken durumlar olunca eğitimli-tecrübeli
uzmanlara danışmak hem süreci rahat aşmanıza hem de güvenilir biri ile
sorununuzu paylaşmak uygun görülmektedir.
Çeşitli şekillerde “amaçlı
terapi” (Tedavi-Sağaltım) usulleri (Psikoterapi,
Yoga, Biyoenerji, Biyoterapi, Reiki,
Renklerle Terapi, Homeopati, Hipnoz,
Tasavvuf, Psikodrama, İletişim,
Duyumlara hitap eden sanatlar)
grup halinde, bireysel olarak ya da çiftlere uygulanmaktadır.
Her
yaş, cinsiyet, eğitim ve sosyal durumu bu terapilerde farklılık gösterebilir.
Mesela; özellikle sanatsal terapi (resim-sinema)
küçük yaş gruplarında ve ergenlerde çok iyi işleyen bir sistemdir. Türkçe’de
bir söz vardır; Bir resim bin kelimeye
bedeldir. Sanat Terapisi’nde bunun ne kadar doğru olduğunu anlıyoruz.
İki-üç yaşında bazı takıntılı davranışları olan ya da cinsel istismar görmüş
olan bir çocuk düşünün; bu çocukla oturup 45 dakika konuşmanızın imkânı var mı?
Belki o çocuk için “oyun terapisi”
denenebilir veya da iç dünyasını net olarak algılamak için renkleri ve
çizgileri kullanmak bize daha somut verilere ulaştırır. Aynı şekilde ergenlik
çağındaki sıkıntılardan dolayı bunalmış bir çocuk düşünün, herkes sürekli ona
nasihat ediyor, “oğlum/kızım sen böyle
değildin ne oldu sana, kötü alışkanlıkların mı” var gibi bir sürü soru
sorulan bir ortamda bu genç zaten bunalmış... Rahatlama, deşarj olma ihtiyacı
var. Patlamak üzere olan bir bombanın yanlış kablosunu keserseniz onu sonsuza
kadar kaybedersiniz, parçalanır bir daha bir araya getiremeseniz ancak doğru
işlemi uygularsanız hem bombayı patlamaktan kurtarır, hem de çevresindekilerin
zarar görmesini engellemiş olursunuz. Resim
ergenlere oldukça değişik gelen ancak hoşlarına da giden bir tekniktir.
Karşılarında psikoterapi odasında oturan bir psikoterapist / psikodramatist
yerine, samimi bir ortamda resim malzemeleri eşliğinde onu bekleyen bir
psikoterapistin / psikodramatist olması zaten ergenleri şaşırtır ve
psikoterapiye olan dirençlerini azalttığı bilinmektedir.
Audiovisüel
(Görsel-işitsel) malzemelerle de yapılan filmler de aynı olumlu sonuçları
doğurmaktadır. Sinema bu anlamda etkin
bir gelecek vaat etmektedir. Çiftlerde ve gruplardaki uygulamasındaki ana
amaç ise paylaşımı arttırmak, iletişimi güçlendirmek ve farkındalık katsayısını
artırmaktır.
Önemli olan terapiste aranılan geniş bir kültüre
sahip olması diğer terapiler konusunda uzman olacak kadar eğitimli olmasıdır. ANCAK BİR KONUDA UZMAN VE EĞİTİMLİ OLAN BİR TERAPİST SAKINCALI OLUR,
SONUÇ VE PERFORMANS DÜŞÜKLÜĞÜ BEKLENİLMELİDİR. Beklenilen sağlanan sonuçlar
eğitimi yetersiz kişiler tarafından yürütüldüğünde daha uzun sürer ve danışanın
süreçten sıkılması muhtemeldir. Terapiyi birçok ayakları olan bir köprüye
benzetebiliriz. Biz burada tasavvufun psikoterapi ile benzerliği konusuna
değineceğiz.
TASAVVUFUN
PSİKOTERAPİK YÖNÜ
İnsanın tabiatı, fıtratı, dini literatüre [3]
ve davranışçı terapilere göre insan tümüyle nötrdür. Sûfîlere göre insanın doğasında hem iyilik, hem de kötülük eğilimleri
vardır; ancak bu eğilimler sadece birer potansiyeldir ve insan her iki tarafa
da yönelebilir bir karakterdedir.
Sûfiler,
insanı anlamada kullandığı anahtar kavramlardan biri (belki de birincisi) "ruh"u kabul ederken nisbî
olarak özgürlüğü olan "teomorfik" [4]
(Tanrı’ya benzeyen) bir varlıktır da derler.
- Psikanaliz, fizyolojik;
- Davranışçı, terapiler sosyolojistik;
- Bilişsel davranışçı terapiler ve danışan-
merkezli terapi ise sosyal psikolojik bir temelden hareket eder.
Sûfiler bu temelleri göz ardı etmemekle
birlikte "transandantal"
boyut üzerine vurguda bulunur. Grup psikoterapileri de dâhil olmak üzere
psikoterapiler "bireyselciliği"
vurgularken sûfîler "cemaatçiliği"
öne çıkarırlar.
Hem
psikoterapiler hem de tasavvuf terapi için bir terapistin (mürşid) gerekli
olduğunu öngörürler. Psikanaliz, davranışçı terapiler ve bilişsel-davranışçı
terapiler ve danışan merkezli terapi "konuşma/
görüşme" esasına dayalı iken davranışçı terapiler dolaylı araçlara
kadar geniş bir yelpazeye dayalıdır.
Tasavvufî
terapide (seyr-u sulûk) kullanılan oldukça zengin bir teknikler dizisi söz
konusudur. Hem psikoterapiler hem de tasavvuf muzdaribin mürşidle ile olan
iletişimini önemser. Psikanaliz ve davranışçı ve bilişsel davranışçı terapiler
amacını "iyileştirme" ile
sınırlarken, hem danışan merkezli terapi hem de tasavvuf "kişiliğin geliştirilmesi"ni vurgular.
Psikanaliz
ve davranışçı terapiler "inanç,
anlam ve değerleri" inkar ederken, bilişsel davranışçı terapiler,
danışan merkezli terapi ve tasavvuf "inanç, anlam ve değerleri”
özellikle vurgular.
Psikanaliz
ve tasavvuf için rüyaların (istihare) özel bir önemi vardır ve insanı anlamda
anahtar bir rolü vardır. Psikanaliz geçmiş
zamanı önemserken, diğer psikoterapiler ve tasavvuf ise "şimdi-burada"[5]
üzerinde vurguda bulunur.
Psikoterapi
kuramların geliştirilmesinde kuramcıların yaşamlarında iz bırakmış kişisel
deneyimler önemli bir iz bırakmıştır. Sûfiler ise zaten "kişisel deneyimleri" vurgular ve önemserler.
Psikoterapiler
kuramları örneklem (örnek gurup) açısından problemlidir. Sûfilere göre ise "her kalpten Allah Teâlâ'ya giden bir
yol vardır." Bu nedenle herhangi bir sûfi görüşün genelleştirilmesi ve
özellikle kişiselliği / özgünlüğü silmesi kabul edilemezdir. Hem
psikoterapilere, hem de tasavvufa göre insan kendi kendine
yabancılaş(tırıl)mıştır.
Psikanaliz,
bilişsel davranışçı terapiler ve danışan merkezli terapiler "deneyime" geliştirilmiş iken
davranışçı terapiler "deneysel
verilere" dayalıdır.
Sufilik
de "deneyime" dayalıdır.
Davranışçı terapiler doğrudan gözlenebilen ve ölçülebilir konuları ele alırken
diğer psikoterapilerin ilgilendiği konular daha çok dolaylı olarak gözlenebilir
ve ölçülebilir bir nitelik taşır.
Tasavvufta ise hem zahiri hem de batıni pratikler
varsa da odak konular salik ile Allah Teâlâ arasında oluşu nedeniyle gözlem ve
ölçüm ötesidir. Davranışçı terapiler dışındaki diğer
psikoterapilerle birlikte tasavvuf da "içgörü"nün önemini vurgular.
Hem
psikoterapiler hem de tasavvuf, "hastalıkların"
iyileştirilebileceğini varsayarlar. Hepsi
de iyileş(tir)me sürecinde çeşitli aşamaların söz konusu olduğunu vurgularlar.
Hepsi de teorik bilgilenmeyi değil hayatî değişimi amaçlarlar. Bireyin (mürid) istek ve kararlılığı
(teslimiyet) için problemi konusunda duyarlılığı ve yeterli düzeyde kaygısı
olması gerektiği vurgulanır. Genellikle bireyin kendi isteği ile terapist
(mürşid) e gelmesi gerektiği kabul edilir. [6]
Hatta tasavvufta bireyin kararlı olup olmadığı dramatik sınavlarla (çile)
denetlenir. Hepsi de bireyin kendi kendisine ilgi göstermesini öngörür. Hepsi
de mesajını yaymak için literatür oluşturmuştur. Hepsi de mesajını kitlelere
ulaştırmak için örgütlenme yoluna gitmiştir. Bu örgütlenme doğal olarak
terapistler (mürşidler) arasında da bir piramid modelinin (tarikatlar) oluşumuna yol açmıştır. Hem psikoterapilerin hem de tasavvufun çok çeşitli ve değişik tanımları
yapılmıştır. Hepsi de insanı anlamak için olağanüstü duyarlılık göstermiş
ve genellikle sağduyusal bilgilere aykırı düşen daha doğrusu onları aşan
sonuçlara ulamışlardır.
Psikoterapi
ücret karşılığı sunulan bir hizmet iken, tasavvufi terbiyede ücret söz konusu
değildir; "Allah Teâlâ rızası
için" için yapılan bir hizmet olarak devam etmektedir....
NOT: Bu yazı aşağıdaki kaynaktan istifade
edilerek hazırlanmıştır.
Canel BİNGÖL, “Venüs’ün Çiçek Sepeti” Marmara
Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sinema-Televizyon Ana Sanat Dalı Sinema
Ve Terapi -186414-Yüksek Lisans Tezi İstanbul, 2006 . s.58-60
DİNDEN UZAKLAŞMANIN RUHSAL BOZUKLUKLARDAKİ ETKİSİ
Topluma
uyumsuzluk başta olmak üzere, akıl hastalıklarına kadar giden ruhî teşevvüşler
(karışıklıklar) [7]
ve bunlara bağlı beden hastalıkları, şimdi, dünyada, birinci plânda mütalâa
edilen bir büyük problem haline gelmiştir.
Niçin ruhî
teşevvüşler?
Nerede?
Ve nasıl
olmaktadır?
Acaba,
hakikaten dünya düşünürleri de, dinî bağlarda çözülmeği, ruhî bozukluklarda bir
sebeb olarak görüyor mu?
Buna dair
mütalâa ve müşahedeler var mıdır?
Bir kaç
misal verelim:
FAHREDDİN KERİM BEY
hocamız kitabında:
“Eskiden beri medeniyetin sinirler üzerinde tahripkâr
tesiri bulunduğu ve medeniyetin terakkisile birlikte sinir hastalıklarının
çoğaldığı iddia edilmektedir. Her halde medeniyetle beraber umumî ihtiyaçların
artması, zevk ve eğlenceye düşkünlük, ahlaksızlığın artması gibi sebeplerin
sinirler üzerinde yorucu bir tesir yapmakta olduğuna ve uykusuzluğun sebepler
arasında bulunduğuna şüphe yoktur.”
“Yalnız ‘Toplum bilimi, sosyoloji’ ile iştigal
edenlerle bazı psikologların dinî akidelerin çözülmesinin akıl hastalıklarının
ve bilhassa intiharların çoğalmasında rol oynadığını zikretmektedirler.” diye yazar.
SİR DAVİD
HENDERSON da hocamızın fikrine : “ekonomik
yük zamanın sık görülen akıl hastalıkları ile irtibatlıdır.” demek
suretiyle bu fikre katılır.
JUNG'da
aynı görüşü başka şekilde ifadelendirir:
“Nefsi ile muhalefette bulunmak, medenileşmiş insanın
özellikli ayırıcı bir delilidir. Sinir hastası sadece nefsiyle ihtilafa düşmüş
medenî insanın ferdî bir örneğidir. Bilindiği üzere medeniyetin ilerlemesi
insanda hayvanlıktan ne varsa onları sıkıştırıp tıkıştırmaktan ibarettir.”
PAUL
TOURNİER de şöyle konuşur:
“Bu asabî hastalıkların çoğalması dünya ahlâkının
sükûtundan ileri gelmektedir, diye mütalâa ediliyor. Bu düşünce ki hakikatte
bütün sonuçlarıyla aile içinde, meslek hayatında, cemiyette menfaat
çarpışmalarının meydana getirdiği hayatî meselelerin artmasından aynı şekilde
cemiyet problemlerinin artmasından, heyecanî şoklardan, şüphe ve korkmalardan,
namus ve itimatta sükuttan, aynı zamanda heyecanî efkârda ve ebediyete inançta
sükuttan ileri gelmektedir.”
“Bu sinirliler arasında bilhassa kadınlar fazladır. Bu
kadının sosyal ve ruhî şartları sonucudur ki son yarım asırdır bu hale inkilap
etmiştir. Sevmediği bir kimse ile, anne babası vasıtasiyle evlendiği zaman o
egoisminin kurbanı oluyor ve kocasının otoritesi karşısında şüphesiz ızdırap
çekiyordu. Fakat o bunu tabiî kabul ediyordu. Zira adabı muaşeret de ona
boşanmak ümidini vermiyordu. Bu gün ise, o boşanmağı düşünüyor. Bunu düşündüğü
günden beridir de sıkıntıları onun için tahammül bırakmayan görünüyor. Kocası
ile münakaşaları ona ağır geliyor, daha fazla bir ızdırap halinde
neticeleniyor.”
“Asrımızın talihsizliği hakikî, bir ahlâk ile
düzenlenmemiş, kokuşmuş etmiş bir ahlâkın mevcut oluşudur.”
“GEÇEN ASIRLARIN
DEHŞETİ BÜYÜK EPİDEMİLERDİ. (SALGIN
HASTALIK) [8]
KOLERA, ÇİÇEK, VEBA., GİBİ. BU ASIRDA DA ASABÎ HASTALIKLAR.”
Ve A.
CARREL de:
“Görünüşe göre, akıl zaafı ve delilik, endüstriyel
medeniyet ve onun yaşama tarzımızda yapmış olduğu değişiklikler için
vereceğimiz kurtuluş fidyesidir.”
“Akıl zaafı ve deliliğin artışını kolaylaştıran
şartlar, daha çok hayatın endişeli, intizamsız ve telâşlı, ahlakî disiplinin
yıkılmış, olduğu cemiyetlerde tezahür etmektedir.”
“Modern medeniyetin harikaları arasında insanın
şahsiyeti eriyip kaybolmağa mütemayildir.”
“Gazetelerin, radyoların ve sinemaların geniş surette
etkili yayılımı, cemiyetin entelektüel sınıflarını en aşağı derecede
iteklemiştir. Hele radyolar, kalabalığın zevkine giden bayağılığı, herkesin
yuvasına kadar sokmuştur.”
Caniler ve cahillerle bir arada yaşayanlar da cani
veya cahil olmak tabiidir.
“Şuur faaliyetlerinin vahdete ircaı, ahşaî ve asabî
fonksiyonlar arasında daha büyük bir ahengi netice verir. Ahlâk duygusu ile
zekânın aynı zamanda geliştiği içtimaî topluluklarda, beslenme ve sinir
hastalıkları, cinayet ve delilik nadirdir. İnsanlar orada mes'uttur.” demektedir.
B. MALBERG
ise :
“Amerika’da artan akıl hastalıkları, nüfusun artması
veya hastaneler organizasyonları ile alâkalı değil ve fakat yegâne sebebi
modern hayat ve sinirli, gergin tansiyona bağlıdır.” fikrini ileriye sürer.
BARRERTT
isimli müellif de :
“Geride kalıp ve yabancılık çekerek cinnet geçirip
çıldırma yani akıl zaafı ve akıl hastalıkları, sosyal uyumsuzluk ve anormal
ruhî davranışlar değil bunlarda ortak husus, şahsiyet, kişilik, karakter,
benliktir ki, bu şahsiyeti muhtelif vesilelerle ruhî halleri kontrole ve şahsı
şevke muktedir olamıyor.” kanaatindedir.
“Zamanımızın gençliği ve otoritenin çöküşü. Sebebleri
ve tedavisi, kitabında) DR. GİLBERT ROBİN :
“Bu gençlik, tamamiyle an'aneye düşman, marifete
düşman, ahlâka düşman, hayasızlık ve tecavüzkar bir hali, bu saydıklarımızın
yerine geçirmek istiyorlar. Fakat esasta gençlik, sabırsızdır, istikbale karşı
emniyetsiz, sıkıntı, azap çeken, ümitsiz., yeni ahlâk düsturları peşindedir.
Netice o, şiddetli modernizmin yayılışı karşısında, adapte olabilmek için, yeni
denge unsuru aramaktadır.” diye zamanın
gençliğini kendi görüşüne göre tahlil ettikten sonra, buna sebep olarak
ilkönce ebeveyn otoritesinin yokluğunu göstermektedir.
Yazarın
buna karşı ilâcı ise: TERBİYE VE AHLÂKÎ
HİJYEN'dir.”
DR. M.
POTAT, HYGİENE MENTALE kitabında, ruhî sebebler bahsinde: ruhî surmenage. (Sürekli ve aşırı çalışmadan doğan yorgunluk; bitkinlik). Acı veren
hallerden heyacanı zikrettikten sonra;
“Bazı sinema filmleri de psişik bocalama veya
karışıklıklara sebep olmaktadır.” demekte,
ayrıca;
“hayatta tatmin olmamayı, terbiye ile fena şekilde
yetiştirilmeyi, gurur, ihtiras, kıskançlık, sınıflar arası kinleri” ve nihayet, alkolizma ve firengiyi saymaktadır
Alkol
bahsinde, LELAND E. HİNSİE:
“Alkol, ruhî sorunları gizleyen, icad edilmiş bir
maskedir” demekte ve
“Alkol gibi diğer toksik madde alışkanlıkları da,
aynen, bir baş ağrısı bir zafiyet., tarzında bir arazdan ibarettir.”
“Bir şizoid[11]
(Algı çarpıklığı ve düşünme bozukluğu) korkusunu ve tansiyonunu azaltmak
gayesiyle serbest olabilmek için içer. Bu şekilde, cemiyete intibak edebilmek
için, alkol, şahsî arzularında, onu cesaretlendirir. Artık bizzat kendi önünde
ve başkaları önünde kendisini aşağı hissetmez.” mütalâasını ileriye sürmektedir.
D. HENDERSON da bu bahiste aynı fikirdedir :
“Alkolizme, pek muhtemelen
bir sıkıntı halinin (bir arazıdır.
T. G. Campanella [12]
ve G. Fossi, akıl hastanelerine kapatılmış 445 müzmin alkolik
hasta üzerinde tetkikat yapmışlar ve kronik alkolizma ile sıkıntı (etat
depressil) ve intihar teşebbüsleri arasındaki münasebetleri göstermişlerdir. Bu
müelliflere göre de, kronik alkolizmayı, sıkıntı halleri tevlid etmektedir.
Sonuçta görülüyor ki :
1) Akıl hastalıkları veya davranış kusurları, ahlâk, terbiye, an'ane, âdet
gibi mefhumlar ile veya doğrudan doğruya ismen zikretmek suretiyle (din-ahlak)a
bağlanmaktadır.
2) Medeniyet lafı ile hâdiseyi izaha kalkanlar da vardır ki, bu medeniyet
lafı ile de neticede, Jung'un belirttiği şekilde:
“Medeniyetin
ilerlemesi insanda hayvanlıktan ne varsa onları sıkıştırıp tı-
kıştırmaktan ibarettir.” denmek suretiyle aldatıcı, doğru olmayan, dolaylı olarak yine (din) hissedilip kast edilmektedir. Nitekim, Fahreddin Kerim Bey hocamız da, medeniyetin ilerlemesiYle sefahatin artmasını bir olarak mütalâa ediyor ki, sefahat denen nesnenin de, dinî çözülmeden başka bir manası yoktur. O halde, medeniyet lafı ile de, dinî akidelerin sarsılması mes'elesine dolaylı olarak geliniyor.
kıştırmaktan ibarettir.” denmek suretiyle aldatıcı, doğru olmayan, dolaylı olarak yine (din) hissedilip kast edilmektedir. Nitekim, Fahreddin Kerim Bey hocamız da, medeniyetin ilerlemesiYle sefahatin artmasını bir olarak mütalâa ediyor ki, sefahat denen nesnenin de, dinî çözülmeden başka bir manası yoktur. O halde, medeniyet lafı ile de, dinî akidelerin sarsılması mes'elesine dolaylı olarak geliniyor.
Hakikaten,
asfalt yollar kimin canını sıkıyor?
Rengârenk,
pırıl pırıl otomobillerle yapılan sefalar, cefa mıdır?
Elektrik
ışığının tertemiz aydınlığımı, çıra, fener, gaz lambasının sisli aydınlığı mı
ruha ferahlık verir?
Odunların
ve kömürlerin kül ve kokularından ibaret ocak ve sobaları mı, kaloriferli
evlerde yaşayan insanlar çok arzuladıkları için bunaltıdadır?
Medeniyetin,
kendisine medeniyet ismini verdiren hangi bir vasıtası hangi bir şekilde
insanı rahatsız ve taciz ediyor?
Yoksa
insan taciz edildiği için, angoisse'(Sıkıntı) da olduğu için mi, medeniyete bir
kurtuluş simidi gibi sarılıp, kalkan gibi kullanmağa kalkarak, ruh
hastalıklarının ve cemiyete uyumsuzlukların sebebi işte budur diye işin içinden
sıyrılmağa kalkmıştır?
3) Bir
diğer sözde adaptasyon. (Yani kendi şahsına, sonra derece derece etrafındaki
insanlara yani aileye yani cemiyete yani dünyaya uymak.) Bu fikirde olanlar da
diyorlar ki :
“İnsanlar kendine uyamıyor, insan, ailesine insan
cemiyete ve insan dünyaya uyamıyor o a onun için ruh hastası oluyor.” Ve hakikaten MENİNGER isimli yazar; Sante
Mantal (Ruh Sağlığı) diyor,
“Beşerî varlıkların, dünyaya ve diğer beşerî
varlıklara, azamî huzur içinde adaptasyonudur.”
O halde bu
adaptasyon ne ile mümkündür?
Çok
misâllerle gösterdik ve yerleri gelince de işaret ettik ki, din gerek insanın
kendi kendisine, gerek diğer fertlerle olan münasebetlerinde ve sonuçta dünyaya
tam bir uyum sağlanmasında (adaptasyon), tek ve yegâne denebilecek kudrette
aynı zamanda bir (Adaptasyon sistemi) dir. Daha başka veya buna mümasil
kudrette ikinci bir Adaptation sistemi gösterebilir misiniz?
İşte, anti
sosyal (cemiyete mugayir) davranışlarda bulunanlar: ayrılanlar, boşananlar,
darılanlar, alkol ve toksik maddelere alışan, öfkelenen, kin güden, intihar
eden, cinayet işliyen vb. bir sürü uyum sorunu gösterenler, ne ile önlenebilir?
Veya ne
önliyebilir?, Sualin cevabı olarak, hepiniz birden, içinizden, benim gibi
“Evet yalnız din önleyebilir” demiyor musunuz, O halde, adaptation (intibak) lafı da geliyor din'e ister
doğrudan doğruya söylenmiş ister dolaylı bazı kelimeler konarak ifade edilmiş
olsun, apaçık görülüyor ki,
AKIL HASTALIKLARININ VE DAVRANIŞ KUSURLARININ
ZUHURUNDA HAKİKÎ SEBEB, DİNÎ ÇÖZÜLMEDİR. Yani, DİNÎ İSTİKAMETTEN AYRILMADIR.
HÜLASA
istisnaî
haller haricinde, türlü davranış kusurlarının, PSİKOMATİK veya PSİŞİK (ruhî)
hastalıkların sebebinin ruhî faktörlerdir.
ruhî faktörün, temelinde ise, dinî
istikametin kaybından (dinî tatminsizlik ) ibaret olduğunu, dinî
tatminsizliğin, ruhî tatminsizlik halinde Angoisse' (Sıkıntı) nın teşekkülüne
sebep olacağını bundan dolayı türlü davranış kusurlarının, Psikosomatik
hastalıkların ve akıl hastalıklarının Angoisse'ın devamı ve şiddeti ile uygun
olarak meydana çıkmaktadır
Diğer
taraftan, Psikanaliz ismini, Pierre
Janet'nin “Analyse Psychologique”
tabirinden alan Freud'un, ruhî tatminsizliğe sebeb cinsî tatminsizliktir diyen
cinsiyet nazariyesi de çıkışını dinî istikametin kaybından aldığı bu bilgilerle
açığa çıkmış oldu.
Sonuçta
her olay ve durum inancın bir
getirisidir.
Kaynakça
Mehmed Tevfik ÖZCAN [Kitap]. - Angoisse
(Sıkıntı), Ankara-1966.
[1] Kara delik, astrofizikte, çekim alanı
her türlü maddi oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek
derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir.
Kara delik, uzayda belirli
nicelikteki maddenin bir noktaya toplanması ile meydana gelen bir nesnedir de
denilebilir. Bu tür nesneler ışık yaymadıklarından kara olarak nitelenirler.
Kara deliklerin,
"tekillik"leri dolayısıyla, üç boyutlu olmadıkları, sıfır hacimli
oldukları kabul edilir.
Karadeliklerin içinde zamanın ise
yavaş aktığı veya akmadığı tahmin edilmektedir. Kara delikler genel görelilik
kuramıyla tanımlanmışlardır. Doğrudan gözlemlenememekle birlikte, çeşitli dalga
boylarını kullanan dolaylı gözlem teknikleri sayesinde keşfedilmişlerdir. Bu
teknikler aynı zamanda çevrelerinde sürüklenen oluşumların da incelenme
olanağını sağlamıştır. Örneğin bir kara deliğin çekim alanına kapılmış maddenin
kara delikçe yutulmadan önce müthiş bir sıcaklık derecesine ulaştığı ve bu
yüzden önemli miktarda x ışınları yaydığı saptanmıştır. Böylece bir kara delik
kendisi ışık yaymasa da, çevresinde bu tür bir icraat yarattığı için varlığı
saptanabilmektedir. Günümüzde, kara deliklerin varlığı, ilgili bilimsel
topluluğun (astrofizikçiler ve kuramsal fizikçilerden oluşan) hemen hemen tüm
bireyleri tarafından onaylanarak kesinlik kazanmış durumdadır.
[2] Topoloji:
Matematiğin ana dallarından biri olan Topoloji, Yunanca'da yer, yüzey veya uzay anlamına gelen topos ve bilim
anlamına gelen logos sözcüklerinden türetilmiştir. Topoloji biliminin kuruluş
aşamalarında yani 19. yüzyılın ortalarında, bu sözcük yerine aynı dalı ifade
eden Latince analysis situs (konumun analizi) deyimi kullanılıyordu. Geometrik
cisimlerin nitelikleriyle ilgili özelliklerini ve bağıl konumlarını, biçim ve
büyüklüklerinden ayrı olarak alıp inceleyen geometri dalı.
[3] “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar.
Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî,
cenâiz 92; Ebû Dâvud, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
[4] Teomorfik: “Tanrı’ya benzemek” anlamına gelen bu deyim, insan olmayan bir
varlığın, Tanrı gibi, beşeri terimlerle ifade edilmesi anlamına gelen
antropomorfizmin zıddıdır. Hem Tevrat (insan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır
(Tekvin 1:27), hem de Hadisler (Allah insanı (Adem’i) Rahman’ın suretinde
yaratmıştır) antropomorfizmi teomorfizme tebdil etmiştir. Tevrat’ın kimi
kısımları “oldukça beşeri” bir Tanrı tasviri sunar ki, bu diğer bölümlerde ortaya
konan aşkın bir Tanrı anlayışıyla uyum içinde değildir.
[5] “Dünle beraber gitti düne ait ne varsa,
bugün yeni şeyler söylemek lazım. Ekme günü gizlemek toprağa tohumu saçmak
günüdür Devşirme günüyse tohumun bittiği gündür, karşılığını bulma günüdür. Şu
deredeki su,kaç kere değişti, yıldızların akisleri hep yerinde "Kendine
gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı
kidünyanında sınırını aşmalı Sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli!” Hz. Mevlâna
kaddesellâhü sırrahu’l azîz
[6] Kur’an-ı
Kerim’de Allah Teâla buyurmaktadır:
“Rahman’ın
zikrinden yüz çevirenlere şeytanı musallat ederiz. Artık şeytan onunla bir
arkadaş olur...” (Zuhruf Sure-i Şerifi, 36)
Hz. Bayezid kaddesellâhü sırrahu’l
azîze atfedilen meşhur bir söz vardır: “Mürşidi
olmayanın mürşidi şeytandır...” Dolayısıyla “Doğru varan (Sünnet ehli) bir Mezhebi izlemeyen Müslümanın da mürşidi
(kılavuzu) şeytandır” demektir.
[7] Teşevvüş:
Teşevvüş, neo-spiritüalist terminolojideki bir terim olup, kısaca, bir
realiteden diğerine geçilirken içine düşülen bocalama veya karışıklık hali
olarak tanımlanır.
Teşevvüş terimi
neo-spiritüalizm’de iki durumu belirtmek üzere kullanılır:
1- Bedenin terk edilmesiyle
yaşanılan teşevvüş: Bu, kısaca, ölüm denilen olayla spatyum’a göçmüş varlığın
spatyuma derhal uyum gösterememesi sonucunda yaşadığı teşevvüştür. Varlığın
spatyumda olduğunu idrak edememesine, dünyevi alışkanlıklarını bırakamamış
olmasına, hala dünyevi realitesine ait imaj ve sembollerin anı ve izleriyle
hareket etmesine bağlı olarak içine düştüğü bocalama ve şaşkınlık hali olarak
açıklanır. Bu aynı zamanda kendisine yabancı, yeni bir ortamı kavrayamayan ve
bu ortama alışamayan varlığın geçirdiği doğal bir uyumsuzluk dönemidir. Varlık
imajinasyonunu şuurlu olarak sevk ve idare edemediği gibi, çevresindeki
olayların kendi imajinasyonunun ürünü olduğunun idrakinde de değildir.
Kendiliğinden imajinasyon aşaması denilen bu aşamada, varlık kendi
imajinasyonuyla yarattığı yapay dünyada, imajinasyonunun ürünü olan olayların
içinde yaşar durur. (Buradaki yapay dünyadan kasıt, spatyumun süptil
maddelerinin düşünceyle şekil alabilme özelliğine sahip olmasından dolayı,
varlığın farkında olmadan kendi imajinasyonuyla çevresinde oluşturduklarıdır.)
[8] Epidemi:
isim, tıp Fransızca épidémie: Salgın
hastalık.
Epidemiyolojide, salgın (Yunanca
epi- üzerinde + demos halk) belli bir insan popülasyonunda,belli bir periyodda,
yeni vakalar gibi görülen ancak önceki tecrübelere göre beklenenden fazla etki
gösteren hastalıktır.(epizootik ise aynı şeydir ancak hayvanlarda geçerlidir.)
"Beklenen"in ne olduğuna
bağlı olarak salgının tanımlanması subjektif olabilir.Bir salgın lokal (bir
hastalık patlaması),daha genel (salgın hastalık) ve hatta dünya çapında (global
salgın-pandemik) olabilir.
Sabit seviyede oluşan ve popülasyonda
görece olarak yüksek derecede seyreden alışılagelmiş hastalıklar ise endemik
olarak adlandırılır. Endemik hastalığa bir örnek sıtmadır. Afrikanın bazı
bölgelerinde (örneğin, Liberya) halkın büyük çoğunluğunun hayatlarının bazı
dönemlerinde sıtmaya yakalanmaları beklenir.
[9] Gilbert
Robin, Wesmaël-Charlier,1962
[10] Hildegarde
de Bingen sainte, - 2007
[11] ŞİZOİD: Kişilerarası ilişkilerin
yokluğu birinci belirtisidir. Bu şizofrenik yelpazenin başlangıcını oluşturur.
Algı çarpıklığı ve düşünme bozukluğu şizotipal kadar belirgin değildir. Her
ikisi de birbirine bağlı olan gerçeklik yitimi ve günlük hayatın aksaması
durumları yoktur.
ŞİZOİD
KENDİ DÜNYASINI ÖLÜME BENZER BİR VAROLUŞ ŞEKLİYLE KURMUŞTUR. KAFKA,
KİERKEGAARD, VAN GOGH, MOZART İSİMLERİ TARİHTEKİ BELİRGİN ÖRNEKLERDİR.
Şizoidin toplumdan kopukluğu kendi
iç dünyasının bir gereğidir. Hissetme, düşünme ve tüm hayatı kavrama biçimi
normal insanlardan ciddi farklılıklar içerir. Yaşam savaşını kazanamayacak
kadar savunmasız, insanlardan kabul göremeyecek kadar hayattan uzaktırlar.
Çoklukla akli yetersizlik ya da gelişim bozukluğu damgasını alırlar. İnsanlık
trajedisinin somut örnekleridir. Sıradan insanların iç dünyası ve dış dünyası
vardır. Şizoidin ise karanlıklar içinde olduğu tek bir dünya. Şizoid güç eksenli
bir hayatta, tek amacın adam yerine konmak için savaş verildiği bir arenada ne
kadar bir şeyleri başarır gibi gözükürse gözüksün dışardaki acayiptir. Bu
açıdan onların hayatı insanların göründüğü gibi adam gibi adam olup
olmadıklarına bir referanstır. Güven ve sevgi adalarının hemen hiç olmadığı bir
insanlık tarihinde şizoid hayatın ve Tanrının gerçek soğukluğuyla donup
kalmıştır.
[12] TOMMASO CAMPANELLA: Tommaso Campanella,
asıl adı Giovanni Domenico Campanella (5 Eylül 1568, Stilo, Napoli Krallığı –
21 Mayıs 1639, Paris), İtalyan şair, yazar ve Platoncu filozof. Ütopya yapıtı
Güneş Ülkesi (Latince başlığı: Civitas Solis, İtalyanca başlığı: La Città del
Sole) ile ünlüdür.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar