Print Friendly and PDF

SAÇMALIKLAR ÇAĞI,

Bunlarada Bakarsınız


Hristiyanlığın ortaya çıkmasına yakın zamanlarda ,Yahudiler dinsel olarak bir çok değişik topluluklara ayrılmışlardı. bu dönemde bilebildiğimiz en önemli topluluklar Saddukiler, Ferisiler , Zelotlar ve Esseniler’dir.
Bunlar içinde en radikal grup ferisiler olup dogmayı en katı biçimiyle kabul ve uygulamadan yana olan onlardı. Ancak öte yandan ferisiler en varsıl Yahudi kabilelerinden olmakla İbrahim Tapınağı’nın ekonomik gücünü de sonuna kadar kullanan gruptular. Bu nedenle İsa’nın başkaldırısından menfaatler açısında en fazla etkilenenler de onlardı. Hz. İsa'nın ferisilere söylediği söz:
"Ey ferisiler, ey engerek soyları, ey din tüccarları! Allah'ın evini ticarethane ettiniz!" Kısaca Ferisi, "dini rant ve ticaret malzemesi yapandır." Sadece Hz. İsa'ya karşı çıkmamıştır. Tüm zamanların musibetidir. Bugünün en elim saldırı merkezidir. Dinin "egemenlerin silahına" dönüştürülmesini tesis edenlerin tümü ferisilerdir.
Hz. İsa’nın Ferisilerle çatışması kalıcı öneme sahiptir çün­kü her çağ ve kültürde Ferisiler mevcuttur. Ferisiler, tıpkı yok­sullar gibi hep var olacaklardır. İktidarı nadiren ele geçirir ya da iktidarı destekleyen ideolojiyi nadiren belirlerler ama her türlü rejime hizmet eder ve her türlü planı uygularlar. Yahudi vatandaşlarını Nazilere teslim eden Fransız kamu görevlileri, komşularını gizli polise ihbar eden komünist aparatçikleri, 20. yüzyılın sonunda politik doğruculuğu toplumun tepesine bin­diren sağduyu fanatikleri ve her toplantıda upuzun, eleştirel bağımsızlık iması yaratan özgüvenli yüksek tonlarla konuşup resmi çizgiden aslında hiç sapmayan insanlar, hepsi birer Feri­sidir.
Ferisiler kültürel ölçütlerin en önemli aktarıcılarındandır ve yeni değerlere, geçişlerini fark etmeden dahi, çaba harca­madan geçiverirler. Yüzyıllar boyu asık suratlı, ciddi kalmış Ferisiler, espriden aslında hiç anlamamalarına rağmen bugün meslekî neşelidirler. Ve Hz. İsa’nın anladığı üzere, iktidarı el­lerinde tuttuklarından, resmi görüşü pompaladıklarından ve resmi prosedürü izlediklerinden asla yenilmezler. Hz. İsa’nın öğüdü “Caesar’ın Hakkını Caesar’a Vermek”  yani iktidarı sa­dece gerekli azınlığa vermek, ötesine tanımamaktı.
Ferisiler, E. Fromm’un “otoriter karakter” diye tanımladığı, iktidara iktidar hayrına tapan, gücün önünde yaltaklanan ve yoksulu aşağılayan tiplerdir. Bir başka deyişle sado-mazoşisttirler: Yukarıdakinin kıçını yalayıp aşağıdakinin üstüne işer­ler. Bu tipler Hz. İsa gibi otorite sahibi olan ve iktidar peşinde koşmayan veya iktidara ihtiyaç duymayanlardan korkar, nefret eder ve böyle kimseleri baskı altına almaya çabalarlar. Bu fikirler, yani kaçınılmaz zorluklardan hayır çıkarma­ya dair Stoacı inanış, Hz. İsa’nın reçeteden çok ilkeleri temel alan ahlakta ısrarı ve iktidarın sado-mazoşist doğasına yönelik Freudçu kavrayış 20. yüzyılda, benlikle dünya ilişkisine tam anlamıyla el atan nadir felsefi akımlardan varoluşçulukta bir araya geldi. Anahtar kavram, kişisel sorumluluktu. Sartre’ın dediği gibi, “İnsan kendi doğası ve seçimlerinden tamamıyla sorumludur.” Ama bu durum, içe kapanma ve inzivaya çekil­me bahanesi değildir. Aksine kişisel ilişkilerden grup aidiyetine kadar her seviyede yükümlülüğü gerekli kılar. Çünkü sorum­luluk, sıklıkla ıstırap vermekle birlikte şartları ve kendini aş­manın tek yolu olan sürekli seçim yapmayı gerektirir. Ama her seçim sonludur ve bu yüzden sürekli beklenti içinde yaşamak söz konusu değildir. Varoluşçuluğun önceli Soren Kierkegaard şöyle diyor: “Bu, olabilirliğin çaresizliğidir. Bundan sonra ola­bilirlik benliğe gittikçe daha büyük görünür, gittikçe daha fazla şey olabilirlik kazanır çünkü hiçbir şey gerçekleşmemektedir. İnsana sanki her şey mümkünmüş gibi gelir.” Kierkegaard benliğin gereklilik ile olabilirlik arasında bir dengeye ihtiyaç duyduğunu öne sürmüştür. Benlik fazla gereklilikte boğulacak, fazla olabilirlikteyse buharlaşıp gidecektir. Tarih boyunca ezici gereklilikler sorun olmuştur ama bugünün benliği sonsuz ola­bilirlikler yüzünden delirmektedir. Gerekliliğin reddi çağımı­zın hastalığıdır.
Sartre potansiyeli değil, sonluluğu özgürlüğün özü olarak tanımlamıştı: “Sonlu olmak (...) kendi seçmektir (...) bir ola­bilirliğe gitmek suretiyle diğerlerini dışladığını kendine bildir­mektir. Dolayısıyla özgürlük eylemi, sonluluğu varsaymak ve yaratmaktır.”  Ama seçilen sonluluk mutlaka tümüyle kabullenilmeli, girişilenin sonu mutlaka getirilmelidir. Ve bu sorum­luluk uygulaması sıkıntıyı devre dışı bırakacaktır: “Dolayısıyla, ne hissetliğimize, ne yaşadığımıza veya ne olduğumuza dair kararı yabancı, dış bir unsur vermeyeceğinden yakınmanın anlamı kalmayacaktır.”
Böylece olanlardan fayda çıkarmaya yönelik Stoacı tavır bir çekirdek inanç seviyesine yükselmiştir: İnsan kendine ettiği her şeyden bir şey çıkarabilir. Hatta bu “çıkarma” bir zorunlu­luktur. Sartre toplumsal rollerin edilgen kabullenilişi ve kültü­rel şartlandırmayı “kötü inanç”, “otantiklik” eksikliği ve “ben böyleyim” yollu uyduruk bahane olarak aşağılamıştır. Sartre a göre benlik sürekli yeniden yaratılmalıdır ve bu yaratma, ken­dini aşmanın yoludur. Yaşamak biteviye aşma halidir.
Başkalarıyla ilişkideyse bireyin özgürlüğü can alıcı etmen­dir. Haliyle aşkta teslimiyet veya teslimiyet talebi, yani mazo­şizm ve sadizme yer yoktur. İçinde bir miktar iktidar müca­delesi öğesi barındırmayan bir ilişki kurmak zordur ama sonu ebedi mutluluk değil, edebi çatışma olmasına rağmen ideali, eşin özerkliğine daima saygı gösterilmesidir. Tehlike ve risk kaçınılmazdır ama ilişkiye yoğunluk katar ve varoluşçu amaç, huzur ve sükunet değil, yoğunluktur.
Aynı şekilde grup ilişkilerinde de ne grubun değerler siste­mine veya Sartre’ın tanımıyla “biz-bilincine” teslim olunmalı ne de başkalarının özgürlüğünü kısıtlayacak herhangi bir güç kullanılmalıdır. Grup yapısında güç kullanımı, aşktaki gibi genellikle sado-mazoşisttir. Otoriter kişiliğin, Ferisinin talebi genelde hiyerarşiye, kurallara ve izleklere uyum göstermektir ama esas derdi içsel özgürlüğün teslim alınmasıdır. Haliyle sa­dece dışsal uyumu elde etmekten rahatsızlık duyacaktır. Gizli benliğin ve kişisel özgürlüğün, sadece Caesar’ın hakkının Cae­sar’a verilmesi suretiyle korunması, varoluşçu zaferdir.
Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul




Savaş ve Barış’ta, tüm savaş sahnelerini unutmama rağmen onca yıldır hâlâ aklımda kalan dehşetli bir bölüm vardır. Borodino çarpışmasının ardından ağırbaşlı gururla çekilen Rus ordusu Moskova’yı Napolyon’a bırakmaktadır ve yol parası denkleştirebilen herkes kenti terk etmektedir. Kandırılıp terk edilmelerine öfkeli bir kalabalık, Vali Kont Rostopçin’in ko­nağı önünde toplanır. Uyanık vali halkın bir günah keçisi aradı­ğını kavrar ve askerlerine, yetkilileri eleştiren broşürler dağıttı­ğı için hapsedilmiş bir genci getirmelerini emreder.
Rostopçin kalabalığa, Bize Moskova’yı kaybettiren” diye haykırır, “işte bu alçak adamdır!”
Ama delikanlı getirildiğinde acınacak durumda olduğu görülür. Perişan halde, bitkindir ve prangalarını sürükle­yerek yürür. Daha beteri, adalet ve şefkat bekler görünmektedir. “Kont hazretleri” der utanarak, “HEPİMİZİ YARGILAYAN BİR TANRI VAR.”
Ama Rostopçin merhamete geleceğine iyice köpürür. “Alın kellesini!” diye bağırır ve komuta subayının sessiz bir baş işareti üzerine muhafızlardan birisi delikanlının kafasına kılıcının ter­sini indiriverir. Gencin çığlığı ve ıstırabı kalabalığın işi bitirmesi­ne yeter. Halk genci öldüresiye tekmelerken Rostopçin konağın arkasından çıkar ve “atları hızlı” arabasıyla kaçar.
Şimdi kendini haklı çıkarmaya geçelim:
Rostopçin başta kendi ödlekliği ve gaddarlığından tiksinmiş ve gencin Tanrıdan bahsetmesiyle ürpermiştir. Ama yavaştan kendisini, yaptıkla­rının sadece hatasız değil, aynı zamanda “kamunun yararına” olduğuna ikna eder. Tek başına, birey olarak elbette farklı dav­ranacaktır ama valiyken makamının onurunu ve makam sahibi­nin yaşamını korumak elzemdir. Çok geçmeden bir taşla iki kuş vurduğu için -ayaklanmayı bastırmak ve bir suçluyu cezalandırmak- kendini kutlayacak ve kırsaldaki arazisine vardığında “sükunetine tamamen kavuşmuş” olacaktır.
Schopenhauer’in vurguladığı gibi: “Taleplerimiz sahip olmakla veya sahip olmak beklentisiyle birlikte derhal artar ve bu hal, daha fazla sahip olma ve daha büyük beklenti kapasitemizi artırır (...) Bir şeye erişmek, o şeyin ne boş olduğunu keşfetmektir.”
“Ancak iş işten geçtikten sonra bilme neye yarar. Hepimizi Yargılayacak Allah Teâlâ Var.”
Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul


Psikolog Carol Dweck bu hipotezi şudur.
New York’taki yüzlerce okul çocuğuna bir test yaptırıp ardından yarısını zekâları için (“Bunu başardığına göre akıllı olmalısın”) yarısınaysa çabaları için (“Çok çalışmış olmalısın”) överek sınadı.
Övgülerin ardın­dan öğrencilere bu sefer biri aynı seviyede, diğeri daha zor iki başka test arasında seçim olanağı tanıdı. Çabalarından dolayı övgü alanların yüzde 90’ı daha zor testi seçerken, zekâları do­layısıyla övgü alanların da yine neredeyse yüzde 90’ı daha ko­lay seçeneği yeğledi.
Kısacası kısa bir övgü cümlesi muazzam etki yaratmış ve sonuçtan çok çabaya yoğunlaşmanın daha iyi olduğunu bir kez daha göstermişti. Dweck’in vardığı sonuç, zeki grup başarısızlık korkusuna kapılırken çabalayan grubun hatalardan ders almaya teşvik edildiğiydi.
İki gruptan öğrenci­ler kendilerinden daha iyi sonuçlar alanlarla daha kötü alanla­rın kâğıtlarına bakmaya davet edildiklerindeyse zeki gruptaki öğrencilerin hemen hepsi kötü puan alanlarla karşılaştırmaya girerek öz-beğenilerini artırma yoluna giderken, çabalayan öğrencilerin neredeyse tümü kendilerinden yüksek not alan­ların kâğıtlarına bakarak hatalarını görmeyi tercih etti.
İzleyen testlerdeyse çabalayan öğrencilerin başarı oranı yüzde 30 artış gösterirken zeki öğrencilerde yüzde 20 düşüş görüldü. Kısacası başarıya giden yol, başarısızlığa odaklanmaktan geçiyordu.

Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul


Kültürel şartlandırma yerine bugün evrensel açıklayıcı, evrimci psikolojidir. Teorilerin sorunu da budur zaten. Her Büyük Fikir, dünya egemenliğine hevesli bir megalomanidir. Marksistler her şeyi sınıf, Freudçular çocukluk, feministler­se cinsiyet zemininde yorumlamıştır. Sonunda her yeni bakış açısı, yeni at gözlüklerine dönüşmüştür. Bu üç büyük fikrin de modası geçmiştir ama entelektüel emperyalizmde başa güre­şen yeni adaylar her daim mevcuttur.
Ayrıca eski adayların birçoğu egemenlik için hâlâ mücadele ediyor. Entelektüel emperyalistlerin en ateşlileri dinlerdir. Her din, tanımı icabı, mutlak marka sadakatine hazır olanlara her türlü entelektüel ve ruhani gereksinimleri sağlayan tek mağaza­yı sunan (tek istisnası Budizm’dir) bir Büyük Birleştirici Her Şey Teorisi’dir. Her sorunun açıklanmasına sahip olmak ve önüne hazır çözümler sunulmak ne büyük lükstür!
Bir sisteme teslimiyet son derece çekicidir ve bağımsızlık olasılığı gayet ürkütücü olabilir. Üstelik inananların daha mutlu olduklarına dair kanıtlar da mevcut. Öyleyse neden inanılma­sın? Saçmalığını bilerek inanmak bile mümkün. Kierkegaard’ın ünlü inanç sıçraması, aslında saçmalığa bilinçli bir sıçramaydı.
Ama bu tür sıçramaları yapamayacaklar için ortada fikir­leri seçip karıştırma sorumluluğu durmaktadır. Freud’a göre: “Herkes kendi kurtuluşunun hangi şekilde olabileceğini bul­mak zorundadır.” İngiliz filozof John Armstrong bu yaklaşı­mı “pandoksi” adıyla tanımlamıştır (Yunancadan etkileyici bir terim daha). Yani inancınız sorulduğunda omuz silkerek, “Pandoksistim elbette” (Evrensel/her şeyle eşit seviyede olmak) diyebilmek tatmin edicidir. Ama bu durum neyin seçileceği, seçilenlerin nasıl karıştırılacağı hatta daha kafa bulandırıcısı, elde edilen karışımın gündelik hayata nasıl uygulanacağı sorunlarına fayda etmemektedir.
Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul


Öğrenci projesini zamanında teslim etmeyi başaramaz, ardın­dan gözetmeniyle sorunu görüşeceği randevuyu da kaçırır. Üniversite öğrenciye projesinden sıfır aldığını bildiren bir yazı yollar. Öğrenci bu sefer gözetmenine gitmekle kalmaz, odasına randevusuz çat kapı dalıverir.
“Projemin geç teslimi kabul edilmeli!”
“Niyeymiş?”
“Çünkü bende KZB var.’ Ό ne o?”
“Kısıtlı-Zaman Bozukluğu. Teslim tarihlerine yetişemediğim ve randevulara vaktinde gidemediğim anlamına gelen beyindeki kimyasal bir dengesizlik.”
KZB’yi, çağdaş dünyada hicve yer kalmadığını unutarak sırf şaka olsun diye uydurmuştum ama daha sonra DePaul Üniversitesi’nden Profesör Joseph Ferrari diye birisinin ağırdan alma veya geciktirmenin klinik bozukluk olarak tanınmasını ve akıl sağlığıyla uğraşanların standart referans çalışması Akli Bozuk­luklarla İlgili Tanı ve İstatistikler Kılavuzuna (DSM) alınmasını cidden önerdiğini öğrendim.
DSM her birinde, 297 si DSM IV’te tanımlanmış yeni bozukluklarla dolu dört cilde ulaşmış durum­dadır ve daha birçok yenisi DSM Ve girmeyi beklemektedir. Mesela bunlar arasında “haklara aldırmama ve hakları ihlale yö­nelik, çocukluktan veya ergenlikten başlayıp yetişkinlikte devam eden yaygın davranış şablonu” diye tanımlanan Antisosyal Ki­şilik Bozukluğu (APD) vardır ki bu eski adıyla düpedüz bencil­lik diye bildiğimiz kusurdur. Kısacası ahlaki kusura teslimiyetin anahtarı, Bozukluk sıfatıyla yeniden tanımlayıp şöyle tınlayan bir kısaltma verivermektir. Bundan sonra davranışınıza laf eden çıkarsa öfkeyle kalkıp “Rahatsızlığım var... Bozukluk benimkisi” diyebilirsiniz. İnternet başında aşırı zaman harcayanlar, inter­nette sörfün Oregon Sağlık ve Bilim Üniversitesinden Dr. Jerald Block tarafından daha yeni bir bozukluk olarak tanımlandığını öğrenmekten memnuniyet duyacaklardır: “İnternet bağımlılığı DSM Ve alınmayı hak eden yaygın bir bozukluk gibi görünmek­tedir.”
Ben de DSM V için kendi bozukluk adayımı sunuyorum: is­tenmeyen tüm insani davranışları Bozukluk olarak sınıflandır­maya yönelik kontrol edilemez itki, Bozukluk Bağımlılığı Bo­zukluğu (DAD).
Bu yeni “Bozukluklar” elbette İlaç Devleri tarafından memnu­niyetle karşılanmaktadır çünkü bu sayede mustaripler daha fazla ilaç almaya teşvik edilmektedir. Ama ortaya kültürel şartlandır­manın klasik bir örneği çıkmakta, ilaç firmaları aynı zamanda normal bilinen halleri yeniden tanımlayarak kendi Bozuklukla­rını da yaratmaktadır (bu uygulama “hastalık markalandırma” adıyla biliniyor). Yani eskiden utangaçlık diye bilinen huy bugün artık Toplumsal Kaygı Bozukluğu adıyla anılan bir “rahatsızlık­tır” ve tedavisi için GlaxoSmithKlinem ilacı Paxil veya Pfizer’ın ilacı Zoloft’un alınması gerekmektedir. Paxil ve Zoloft, üreticileri tarafından Toplumsal Kaygı Bozukluğuna deva diye gösterildik­leri geniş çaplı reklam kampanyaları başlatılana kadar sıradan iki anti-depresandı. Tabii satışlar derhal tavana vurdu. Bunun üzerine İlaç Endüstrisi, bozuklukları tedaviye yönelik ilaçlar ge­liştirmek yerine ilaçlara uygun bozukluklar geliştirmenin daha akıllıca olacağını fark etti. Yani büyük firmalardan biri Kısıtlı- Zaman Bozukluğunu (KZB) görüp pek satılmayan ürünlerin­den birini beynin ivedilik merkezlerini coşturan mucize ilaç diye satmaya kalkabilir.
Ama Bozukluk meselesi çağdaş kişisel sorumluluktan kaçma arzusunun sonuçlarından sadece biri. Günümüzde artık kim­se kabahatini kabullenmek istemiyor, herkes kurban görülmek istiyor ve bunu sıklıkla, en olmayacak şartlarda dahi başarıyor. Doğu Londra’da Newham Konseyi bir dizi park cezası için Z-Un Noon’un peşine düştüğünde Noon öyle öfkelendi ki Konsey’i kendisinde “duygusal ıstırap” yaratmaktan mahkemeye verdi. Dahası, davayı kazandı ve çektiği duygusal ıstırap için park ceza­sı başına 5.000 Sterlin, yani toplamda 20.000 Sterlin tazminatla ödüllendirildi. Daha da dahası, gördüklerine inanamayan Kon­sey, mahkeme kararına aldırmayınca icra memurları ellerinde “icra celbiyle” Konsey bürolarına dalıp bilgisayarları sökmeye gi­riştiler. Toptan felç tehlikesiyle karşı karşıya kalan Konsey boyun eğdi ve ödemeyi yaptı.
En son kimden “Kabahat bende” lafını duyduk?
Sartre’ın “İn­san, doğası ve seçimlerinden tümüyle sorumludur” demesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmiş sanki. Bugün tam tersi geçerli. İn­sanlar ne doğalarından ne de seçimlerinden sorumlular.
Nasıl gelindi bu noktaya?
 Sorumluluk kavramı, yani kendi kaderlerimizi kendimizin tayin edebileceği ve etmesi gerektiği görüşü, modern toplumun tam göbeğindedir ve çoğunluk tara­fından aksiyom kabul edilir. Buna rağmen bu kavram dört bir yandan, kültürün hem altından hem üstünden (rollerini red­deden bilimciler, filozof ve yazarlar ile zorunluluğu reddeden kendinde hak görme çağı tarafından) baltalanmaktadır. Bilimde bugün Determinizmin Kutsal Üçlüsü, genetik (davranış, genler tarafından belirlenir), evrimci psikoloji (davranış, evrim gör­müş hayatta kalma mekanizmalarınca belirlenir) ve sinirbilim (davranış, fiziksel bağlantılı beynin parçalarınca belirlenir) var. Elbette birçok bilimci çekincelerini ve nitelendirmelerini ifade etmiştir ama ince farklar minik yazılarda belirtilme eğiliminde­dir ve depresyonu, aşırı şişmanlığı, suç eğilimini, eşcinselliği ve en son, kaygıyla erkek sadakatsizliğini yaratan genlerin ke­şiflerini duyuran manşetleri hatırlamak çok daha kolaydır.
Yakın döneme kadar London School of Economics’te Avru­pa Düşüncesi Profesörlüğü yapan çekincesiz John Graye kulak veriyoruz:
“Serbest irade fikrini reddetmek için bazıları belir­leyici, birçok neden mevcuttur. Eğer eylemlerimizin nedenle­ri varsa, başka türlü hareket edemeyiz demektir. Bu durumda eylemlerimizden sorumlu da olamayız. Sadece eylemlerimizin failleriysek özgür sayılabiliriz. Ama bizler şans ve gerekliliklerin ürünleriyiz. Ne olarak doğacağımızı seçemeyiz. Bu durumda yaptıklarımızdan da sorumlu tutulamayız.”
Gray aynı zamanda ilerleme fikrine de saldırıyor, ahlak, adalet ve doğruluk kavramlarını asılsız diyerek reddediyor, dünyanın sorunlarıyla hesaplaşmaya yönelik her türlü olasılığı yok sayıyor ve dünyanın değişmez şekilde zorbalığa, anarşiye, açlığa, salgınlara ve doğuştan kusurlu insan-hayvanın soyunun tükenmesine mahkûm olduğunu öne sürüyor. Bu tavrı, malum “ilk günah”ın aşırı uçta Maniheist biçime sokulmuş çağdaş bir çeşitlemesidir. Görüş, insanın ölümcül kusurluluğunu ve dün­yanın kaçınılmaz mahvoluşa hızla koştuğunu söylemektedir. Tek değişen kusurun doğasıdır. Eskiden Tanrı tarafından ceza diye verilen kusurlu doğamız, bugünün görüşüne göre ataları­mızdan miras hayvansal doğadır. Yeni ilk günah, genlerimiz­deki programdır.
Determinizm toplumsal terazinin her iki kefesindeki pek çok kişiye çekici geliyor. Otoriter seçkinler için bu anlayış “özünde-kötü” insanlar üstünde sıkı kontrolü, birey içinse ku­surlu, cennetten kovulmuş bir yaratık için zaten kaçınılmaz olacağından zırvalamayı meşru kılıyor. Her iki taraf da sorum­luluklarından, mecburiyetlerinden azat ediliyor. Toplumsal şartları veya kişisel davranışları düzeltmeye çalışmak aynı öl­çüde nafile görünüyor.
İyi ama kimse çıkıp iyi davranmak da belirlenmiştir diyor mu peki?
Kimse çıkıp, “Benim doğam böyle, iyi olmak dışında bir şey yapamam” diye itiraz ediyor mu? Hayır. Determinizm sadece kötü davranışlara bahane ediliyor. Bir yerlerde, bir suçlunun ge­netik determinizmi mahkemede savunma diye öne sürdüğünü okuduğumu hatırlıyorum. Yaşlı bilge yargıç kibarca kafa salla­mış, “Yasayı çiğnemenin genlerinizde yazılı olduğunu kabul edi­yorum. Benim genlerimde de yasayı uygulamak yazıyor” demiş ve gülümseyerek eklemişti: “O yüzden size en ağır cezayı kes­mekten başka seçeneğim yok.”
John Gray teoride eylemin bilinçsiz olmasından dolayı kişisel sorumluluğu reddedişini, eylemin beynin eyleme geçme kara­rını alışından yarım saniye önce gerçekleştiğini keşfettiğini id­dia eden sinirbilimci Benjamin Libet’ın çalışmalarına dayandır­maktadır. Yaptıklarımızın önemli kısmının hatta belki çoğunun bilinçli düşünceye dayanmadığı kesinlikle doğrudur. Hatta bu durum bilinçli kontrolün elzem varsayıldığı karar alma için bile doğru olabilir.
Michael Foley: Yıllar yılı bir sonucun karmaşık etkenler dizisinin etkilerini tartmaya yönelik matematiksel teknikleri anlatılan  Karar Teorisi adlı bir ders verdim. Ama meslektaş veya öğren­cilerimle hiç paylaşmadığım, batıl zırvalardan ibaret, bir başka fizik kıskançlığı gördüğüm bir kuşku içime peyderpey düştü. So­nunda sırf hiçbir yöneticinin bu teknikleri kullanmadığı değil, karar alma işinin hiç ama hiç rasyonel olmadığı fikrine kaydım. Onayını ise uygulamada karar alma konusunda nadir yaşanan bir deneyimde buldum. Veritabanı teorisi öğretmeni sıfatımla, üniversite için tüm veritabanı eğitiminde ve okulun kendi bili­şim sistemlerinde kullanılacak yeni bir Veritabanı Yönetim Sis­temi seçmekten sorumlu bir ekibe alınmıştım. Üç büyük veritabanı adayı vardı; ekip halinde üç şirketi de ziyarete gidip uzun sunumlar izledik ve bir sürü soru sorduk. Ama sonunda, hiç­birimiz açıkça itiraf etmesek de, teknik ayrıntılardan hepimize gına geldi ve en çok hoşumuza giden sunuculardan yana oy kul­landık. Onların veritabanı pazarda önder konuma yükselirken diğer ikisi yok olup gitti. Yeni teknik harikaydı: Ürün değil, satıcı değerlendiriliyordu.
Karar almada bu duygusal temel, 1990’larda bazı beyin hasarlı hastaların, akıl ve mantık yürütme beceri ve zekâlarında herhan­gi bir aksaklık olmamasına rağmen heyecan hissedemediklerini keşfeden sinirbilimci Antonio Damasio tarafından kanıtlandı.  Duyguların girdabından kurtarılmış bu insanların mantıklı se­çenekler analizi temelinde berrak, rasyonel kararlar alabilmeleri gerekiyordu. Ama tam tersi söz konusuydu. En basit kararları bile alamıyorlardı. Olasılıkların artı ve eksilerini hesaplayabili­yorlardı ama duygular olmadan seçim yapamıyorlardı. Kısacası sezgi veya “içte hissetme”, sürecin sadece bir parçası değil, elzem bir özelliğiydi.
--
Ve eski “Ben böyleyim işte” bahanesini haklı çıkaracak bir şey yoktur. Genetik miras, ailesel etkiler ve kültürel etkenlerin bire­şiminden meydana gelen mizacın; tavırları, davranışları ve ruh hallerini kesinlikle teşvik ettiği ve devre dışı bırakılmasının had safhada zor olduğu, kalıcı değişimin söz konusu bile edilemeye­ceği doğrudur. Ama mizaç kadar, bir de karakter vardır. Mizaç ne olduğunuz, karakterse ne yaptığınızdır. Mizaç belirlenmiş­tir ama karakter oluşturulabilirdir. Mizacın buyruklarına karşı çıkmayı seçebiliriz ve belli bir şekilde, yeterince uzun süre farklı hareket edebilirsek yeni davranışlar kendi beyinsel bağlantıla­rını kuracaklardır. Hamlet’in annesine dediği gibi, “Tabiatı bile değiştirir neredeyse alışkanlık.” Buradaki “neredeyse” sözü, cümleye dehanın elinin değişidir. Shakespeare doğuran mı bü­yüten mi tartışmasını kavramıştır ve taraf tutmaktan her daim kaçınmıştır.
--
Sırf tatmin edici zorluğu uğruna... Sırf yaşatacağı cehennem uğruna... Flaubert’in öğüdünü hatır­layalım: “Madem tüm seçenekler saçma, o zaman gelin en asilini seçelim.”

Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul


Nietzsche de heyecanla yepyeni bellediği ama esasen binler­ce yıllık benzer fikirlere ulaşmıştır. Onu da bir bilinçdışı itici güç tanımlamış, “Ben” adını vermişti. “Beniniz, Egonuza ve mağrur çabalarına güler. Kendi çözüm­lerini üretmeyenler başkalarınınkileri kullanmak zorunda ka­lırlar. Nietzsche’nin uyardığı gibi: “Kendine boyun eğmeyen buyruk altına girecektir.”  Ben ‘Bu zihin jimnastikleri nedir ki benim için?’ der. “Ancak hedefime ulaşmada dolambaçlı yollar işte. Egonun baş kemanıyım ben ve tüm fikirlerinin sebebi benim.”   Ve bu sinsi “Ben” rakiplerin en inatçı ve tehlikelisidir: “Ama bizzat si­zin benliğiniz daima karşılaşabileceğiniz en tehlikeli düşman­dır; benliğiniz ormanlarda ve mağaralarda size pusu kurar.”   
Nietzsche durumdan en iyi şekilde faydalanma dürtüsünün tüm canlıların özünde yattığını da sezmişti. “Nerede canlı bir yaratığa rastlasam, orada güç istenci buluyorum.”   İnsani orga­nizmanın bitmek tükenmek bilmez çabasınaysa “Kendini-Aşma” tanımını uygun görmüştü. “Yaşam bana açtı bu sırrı: ‘İyi bak, dedi, “ben kendisini sürekli aşması gerekenim Ve benin beni aşma sürtüşmesi yaşamı tatmin edici kılmaya yetecek ısıyı üretecekti. Nietzsche zorluğa tipik tumturaklılığıyla kucak aça­caktı: “Beni öldürmeyen, beni güçlendirir.” 
Kendini haklı çıkarmada hiçbir zihinsel eylem zor değildir ve anı çarpıtmak, numaraların en kolaylarındandır. Tüm dik­tatörlerin gayet iyi kavradığı üzere, geleceği değiştirmek isteyen önce geçmişi değiştirmek zorundadır. Dolayısıyla gelecekle baş etme becerisi, geçmişte baş edilmiş sorunların abartılması yo­luyla teşvik edilir. Ebeveynleri kötü muamele veya ilgisizlikle suçlamanın insanlar arasında çok tutulması buradan gelir. Bu yöntem sadece çocuğun/insanın daha becerikli görünmesini sağlamakla kalmaz, her türlü kusura bahane yaratılması için de uygun bir yoldur. Kendi geçmişimizin yaramazlıkları da gereğince bastı­rılır elbette. Nietzsche bu durumu kavramıştı: “Belleğim, ‘Şunu yaptım ben der. Gururum, ‘Öyle bir şey yapmış olamam ben der ve ödün vermez. Sonunda bellek boyun eğer.” 
Aşka/hıza/dönüşüme gelmenin filozofu Nietzsche bir yürüme delisiydi. Can düşmanı Hz. İsa da... Hz. İsa’yı durağan gösterenler sadece dinsel tasvirlerdir. Leonardo da Vinci, Son Yemek’te İsa’yı otururken resmetmiştir ama iyi bir öğretmen asla oturmaz. Hz. İsa bir cüm­lesinde teskin edici, bir sonrakinde esin verici sözler sarf ede­rek, bağırıp çağırarak dolanıyor olmalıydı. Tepedeki Vaaz’ını resmeden çoğu eserde de İsa geleneksel durağan ve kolları açık teslim olmuş pozunda gösterilir. Oysa Pasolini’nin filmi The Gospel According to St. Matthew'da [Aziz Matta’ya Göre İncil] (1964) İsa tepede, peşinde zihnen ve manen yetişmekte zor­lanan havarileriyle, taptaze fikirlerini savurup hızlı adımlarla hareket eder. Tepedeki Vaaz değil, Yürüyen Vaazdır verdiği...
Nietzsche sıklıkla günde altı ila sekiz saatlik yürüyüşler ya­pardı ve en müthiş içgörülerinden bazılarına bu yürüyüşler­de erişmişti. Ayrıca dansa da saplantısı vardı: “Sadece dans etmesini bilen bir Tanrıya inanabilirim.”    Hareketli dansları becerememesinden de pişmanlık duyuyordu: “En yüce me­sellerin nasıl sadece dansla anlatılabileceğini biliyorum ve en büyük meselim bacaklarımda, anlatılamadan kaldı.” Nietzs­che kendisini, en eski ayinlerin baş tanrısal varlığı, Baküs, Pan, Faunus, Osiris ve Şiva gibi farklı adlarla tapınılmış, coşkunun boynuzlu Tanrısı ve dansın Özgün Efendisi Dionysos’un son müridi diye tarif ederdi.

Nietzsche’de hedef öğrenmek değil, yükselmek ve yüksekte kalmaktır. Yani baş­lığını kendisinin değil, ölümünden sonra editörlerin koyduğu kitabı Güç İstenci aslında kişisel bir esriklik biçimiydi: “Mut­luluğun ilk etkisi güç hissidir”    Anahtar söyleme, güç hissine dikkat edin lütfen. Nietzsche’nin eserlerinde şu ana dek bu de­yişe dokuz defa rastladım ama hiç güç kullanımı veya güç kulla­narak yönetmeden bahsettiğini görmedim. Nietzsche, dünyevi üstünlük, egemenlik arayanlardan nefret ediyordu:
“Hepsi taht peşindedir: Deliliktir bu. Bir tahta oturmak mutluluk sanki!”    Başkalarının üzerinde güç kazanmaya uğraşanlardan tiksinir ve kendi üzerlerinde güç kazanmaya çabalayan aziz ve mün­zevilere hayranlık duyardı. Nietzsche’nin aradığı saf aşkınlıktı.
Hatasıysa geçici bir durumu kalıcı kılmaya çabalamasıydı. Yoğun mutluluk yüzünden değilse, yoğun mutluluğun içinde aklını kaçırdı. Belki öldü diye kenara atılmasına kızan Tan­rı, bu sözde üst-insana esas kimin daha canlı espri anlayışı­na sahip olduğunu göstermeye karar vermiş ve tüm hayatını merhameti aşağılayarak geçirmiş Nietzsche’nin sokakta ara­bacı tarafından kırbaçlanmış, ölen bir ata gözyaşları içinde sarılmasını sağlamıştır.
Hatırlanacak bir diğer husussa Nietzsche’nin sıklıkla numa­ra çektiği, sırf şok edebilmek uğruna türlü kabalıklar, rezillikler yaptığıdır. Marquis de Sade’dan William Burroughs’a kadar şok etmenin standart yöntemi, gaddarlığı methetmek olagelmiştir. Oysa gerçekten gaddar olan bir kimse böylesi açık bir itiraf­ta bulunmaz. İnsan, olduğu şeyin rolünü yapmak durumunda değildir. Nietzsche’nin ilham vermekle suçlandığı Naziler hiç­bir zaman gaddarlıklarıyla övünmemiş hatta insanlığa iyilik ettiklerini iddia etmişlerdir. Ama numara çekmenin tehlikesi, safdiller tarafından ciddiye alınmak, gerçekten öyle davranıyor veya söylüyor sanılmaktır. Nietzsche de bu yanlış anlaşılmayı öngörmüştü: “İyilik coşkusu, kötülük diye görülebilir.”  
Nietzsche, çömezlerini kovanlarla, paradoks kombinasyonla­rıyla, mantıksızlıkla şaşırtarak ve şok ederek (mesela “Buda’yla karşılaşırsanız öldürün”) dikkate yönelten, dürten Zen üstatla­rı gibidir. Bu dürtüşler bazen, Toku-san’ın, öğrencilerimi anın­da ayıltmak için kullanmaktan pek hoşlanacağım koanındaki [öğrenciye sorulan paradoksal soru (Zen Budizm’i)] gibi sadece zihinsel değil, bedenseldirler: “Diyecek bir şeyiniz varsa otuz değnek, yoksa gene otuz değnek.”  

Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul
Bugün seksin bedensel iştahtan ve bedenin doğal dön­güsüyle kabiliyetlerinden gittikçe uzaklaşmasıdır. Cinsel kimlik bile belirsizleşti ve akışkanlaştı. Heteroseksüel mi, eşcinsel mi yoksa ikisi birden mi olduğundan tümüyle emin insan sayısı azalıyor. Bir başka kimlikte eksik tatmini bulma düşüncesi her daim insanın tepesinde dolanıyor ve fiziksel kimlikle ihtiyaçlar­dan uzaklaşan seks, fanteziyle desteklenen kavramların ve por­nografiyle beslenen imajın güdümünde gittikçe beyinselleşiyor. Fanteziyse yenilikler ve sınırların çiğnenmesinin güdümünde. Anal seks -anüs, yeni vajinaya dönüştü- ve BDSM’nin sınır­ları ortadan kaldıran heyecanına merak buradan geliyor. Öz­gürleşme çağının gittikçe bağlanmaya yönelmesi hem gülünç hem de muhtemelen önemlidir.
[BDSM Bağlama (Bondage) ve Disiplin (Discipline) [B/D]; Tahakküm (Dominance) ve Teslimiyet (Submission) [D/S]; Sadizm ve Mazoşizm [S/M] kavramlarının baş harflerinin bir araya gelişiyle oluşmuş ve bu eylemleri içeren cinsel ilişki türünü belirten kısaltma,]
Engin görüş sa­hipleri çoktan bu soruna eğilmiş durumdalar. Yapay zekâ araş­tırmacısı David Levy’nin 21. yüzyıl ortasına yönelik vaadine bakın: “Robotlarla sevişmek insanlarla sevişmek kadar normal sayılırken, robotlar dünyadaki tüm seks el kitaplarındaki kom­binasyonların toplamından fazlası bulunduğunu öğretecekle­rinden insanlar arasında yaygın uygulanan cinsel eylemler ve sevişme pozisyonlarının sayısı artacak.”
Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul

Fizikçi Werner Heisenberg ölüm döşeğinde Tanrıya sadece tek bir soru soracağını söylemişti: Niye türbülans?  Ölen âşıklar da Tanrıya aynı soruyu sormak isteyebi­lirler: Her şey, nasıl birdenbire tersine, sevgi nefrete, kibarlık gaddarlığa, hoşnut etme arzusu zarar verme arzusuna, sevgili­nin yüzüne ebediyen bakma isteği, tiksindirici yüzünü bir daha asla görmeme isteğine dönüşebilmektedir? Evlilikte kavga, tu­haf ve ürkütücü bir oluş, iki tarafı da belli bir süreliğine yerden koparıp savuran ve sonunda tekrar yere, bitkin, tükenmiş ve şaşkın bırakıveren, neydi bu yahu, dedirten ani bir kasırgadır. Ama sürecin dinamiklerini açıklamak imkânsızdır. Hz. Âdem ve Havva’dan bu yana her çift bu deneyimi yaşamıştır ama edebi­yatta otantik evlilik patlamasına dair ikna edici tasvir pek az­dır. Örneğin Milton, Âdem ile Havva’nın ilk kavgası üzerine, “Böylece karşılıklı suçlamalarla harcadılar verimsiz saatleri / ikisi de hiç suçlamadı kendilerini” diyerek pek çok yazarın yaptığı gibi sorundan sıyrılmayı yeğlemiştir.
Patlayıcı etken sekstir. Cinsellik içeren her türlü ilişki doğası icabı istikrarsızdır. Sorun, ölçüsüz, düzensiz gereksinimin söz konusu gereksinim nesnesi üzerinde hiçbir güç sahibi olun­mamasıyla birleşiminden doğar ve sonucu sevginin zıddına, nefrete dönüşmesine yol açan umutsuzluktur. Buradaki nef­ret, utanç, tiksinme ve çaresizlikle yoğrulan eşsiz çirkinlikte bir nefrettir. Böylece ezici sahip olma dürtüsü birdenbire aynı ezicilikte bir yok etme dürtüsüne dönüşür. Amerikalı bir yar­gıç, çiftleri boşarken şiddet yönelimli suçluları yargıladığından daha fazla endişe duyduğunu ve birçok yargıcın odasında, ev­lilik içi öfke kontrolden çıktığında kullanılmak üzere “panik düğmeleri” bulunduğunu söylemiştir.261
Gerilim, cinsellik içeren her türlü ilişkide mevcuttur çünkü hayvansı ve duygusal ihtiyaçlar ıstırap verici ölçüde zorunlu olmakla birlikte hiçbir zaman tam anlaşılmazlar ve kontrol al­tına alınmazlar. Buna karşın gerilim, ilişkide merkezi rol oynar.
İlişkiyi parçalamakla tehdit eden gerilim, aynı zamanda ilişkiyi canlı tutar. Arkadaşlık, hayatı paylaşmak elzem, bu türde seksse olgunluğun en büyük avuntularından biridir ama cinsellik içe­ren bir ilişki asla sadece arkadaşlığa kaymaz. Denge ve istikrar çekici gelebilir ama ilişkideki denge ve istikrar, ölümün denge ve istikrarıdır. Tehlike ve risk öğesi her daim var olmalıdır. Her sevgili, şeytani sevgili olabilmek durumundadır.
Yalnız şeytanlar çabuk sıkılırlar. Bir ilişki sorun yaşamaya başladığında ilk kurban cinsellik olur. Bu durum genelde ilk işarettir. Yani seks, kömür madenine sokulan kanaryadır. Ötü­yorsa her şey yolunda, ölürse, atmosfer zehirli demektir.
Tartışmalı meselelerde her iki taraftan da söylenecek çok şey bulunduğunu mırıldanırız. Siyasi çatışmalar­da, “şu taraf diğeri kadar kötü”, siyasetçiler hakkındaysa “bu da öteki kadar kötü” deriz. Felakete yol açması kaçınılmaz aptalca kararlar alındığını görür ama alanlara bir şey demez, kendi kendimizeyse, “karışmaya hakkım yok”, “öğüdüm reddedilecektir”, “sadece bölünmeye yol açarım” ve “zaten ben ne biliyorum?” de­yiveririz.
Derleme yapılan Kaynak:
Michael Foley, SAÇMALIKLAR ÇAĞI, Modern Hayat Neden Mutlu Olmayı Zorlaştırıyor? Özgün ismi: The Age of Absurdity, trc: Algan SEZGİNTÜREDİ, Domingo, Aralık 2012, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar