“SAFİYE EROL KİTABI”NDAN
SERT İLİŞKİLER: ÜLKER FIRTINASI
Safiye Erol, Kadıköyü'nün Romanı'ndan
sonra Ülker Fırtınası’nı kaleme alır. Romanın tefrika edildiği tarihlerde Her
Ay dergisinde "Omiro başlıklı bir makalesi yayınlanır. Yazarın Almanya'ya
son ziyareti "İkinci Cihan Harbi başında"dır. Almanya'da olduğu
sırada Türkiye'den bir telgraf gelir: "Atatürk öldü, hemen gelin"
Bunun üzerine Erol, 10 Kasım 1938 tarihinden hemen sonra ülkesine döner.
Yazarın bu sıralarda yazıp tamamladığı
Ülker Fırtınası'nda dil daim bir oturmuştur. 1934 ile 35 yıllarında yazıldığı
tahmin edilen roman 1938'de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilir. Kitap olarak
yayınlanıp ise 6 yıl sonra gerçekleşecektir. Ne var ki sadece kitap olarak
yayınlanışı gecikmez, tefrikası da yıllarca bekler. Safiye Erol, mâlum
mülâkatında Ülker Fırtınası'nın gazetede nasıl yayınlandığının hikâyesini de anlatır.
Kandemir'in
ikinci romanını nasıl neşrettiği sorusuna Erol, şu karşılığı verir:
"Basbayağı... Müsveddelerimi çantama koydum. Matbaaya gidip Yunus Nâdî
Bey'in kapısını çaldım. ‘Bir romanım var' dedim. Aldı 'Hele bir okuyalım' dedi.
Aradan iki üç sene geçti. Ses sedâ çıkmadı. Gittim, 'Geri verin' dedim.
Vermediler. Sonra bir gün Allah rahmet eylesin Nâdî Bey'e Serkl Doryan'da rast
gelmiştim. 'Yarın kitabımı verin artık' dedim...
Ertesi günü haber gönderdi, neşrediyoruz
diye. Böylece 1938'de tefrika edildi. Sonra kitap oldu.” Yazar şu satırlarla başlar Ülker
Fırtınası'na:
"Bu romanın kahramanı Nûran
Yerli'nin ilk sözü. Ben Yehûda'yı gördüm.”
Otuz, otuzbeş yaşlarında, buğday
benizli, kara gözlü, güler yüzlü bir gençti. Pırıl pırıl yanan beyaz dişleri, alnından
düz başlayarak ensesine doğru kıvrılan ipek gibi siyah saçları vardı. Sevimli
idi. Hem de o kadar ki. şahsından çağlayan sempati tûfanına İsâ peygamber bile
yenildi. Müzelerde gördüğünüz Yehûdâ tasvirlerine inanmayınız. Öyle çatık ve
sefil suratlı bir mütereddinin İsâ havârîleri sırasına geçmesine imkân mı var?
Bir peygambere en yakın olan müritlerin hepsi elbet de temiz, nurlu ve
halâvetli insanlardır."
Yazarın romanları üzerine ciddi bir inceleme yayınlayan Prof.
Dr. Sema Uğurcan, Ülker Fırtınası'nı Safiye Erol'un
romancılığında daha üst İm aşama olarak kabul eder ve romanı şöyle özetler:
"Ülker Fırtınası, Safiye Erol'un
romancılığında daha ileri bir merhaledir. Birbirine denk olmayan Nuran ile
Sermed arasında ilerleyen ve gerileyen yoğun, gergin
aşk ilişkisi anlatılır. Nuran, Batı müziğini, Sermed Türk müziğini icra eder.
Nuran bekârdır. Sermed evli ve hercai gönüllüdür. Nuran'ın müzikle ilgili
büyük idealleri vardır. Sermed anlık zevklerin ve para kazanmanın peşindedir.
Kadınlara sahiplik etmek isteyen bir şark zihniyetine sahiptir. Şiddetli olsa
da uzun sürmeyen, fazla tahrip bırakmayan Ülker Fırtınası ile, Nuran'ın aşk
sarsıntılarından sonra kendisini toparlaması arasında ilişki vardır. Nuran
Sermed'e sevgisini arkadaşlık hâline döndürmeyi başarır. 1930'ların siyasî
kültürel atmosferi Türk müziğini geliştirecek imkânlar sunmadığı ve
disiplinsiz olduğu için Sermed mesleğinde
tükenir. Nuran duygularım ifade eden besteler yapar. Doğu-batı müziğini telife
çalışır, notaya geçmemiş eserleri derler."
Yazarın romanlarındaki ilk tasavvufî
neşvenin Kadıköyü'nün Romanı'nda kıvılcımlandığını söyledik. Doğru, ama asıl
mistik yoğunluk Ülker Fırtınası'nda hissedilir, hatta yaşanır. Otobiyografik
unsurların ağırlıklı olduğu romanda, tasavvuf düşüncesi kendisini kuvvetle
hissettirir. Nitekim Uğurcan da bu düşüncededir:
"Safiye
Erol'da tasavvuf felsefesi Ülker Fırtınası'ndan itibaren ortaya konulur.
Nuran'ın babası maddî külfetleri üzerinden atma, meslekî bilgiyi ve parayı
ihtiyacı olana verme, sevinç ve hüznü eşitleme, kâinata vahdet nazariyesiyle
bakma, heyecanı sanata dökme tarzında tasavvufî özellikleri üzerinde taşır.
Yazarın bütün eserlerinde görülen kader fikri, burada ilk romandan daha derin
işlenir. Tasavvufu bu tarz benimseyen Ali Fethi Bey romanın en iyi
canlandırılmış şahıslarından biridir. Ali Fethi Bey'in nefis terbiyesi için
başvurduğu yol, iki mısrayla aktarılır:
Çek çevir kendini er meydanıdır
Yok meydanı değil var meydanıdır
Burjuva
alışkanlıkları olan, Avrupa kültürü içinde büyüyen Nuran, i lin gelince
babasıyla yollarının birleşeceğini sezer. Sermed’le geçirdiği njk macerasından
sonra babasının tesiri altında en ince ve artistik bir panteizme kadar yürür.
Babası gibi mutlak huzurun yalnız Allah'ta bulunduğu prensibini yaşamaya
başlar.”
Romanın baş kişisi Nuran Yerli'nin “Son
Sözleri" bölümünden önce sevdiği Sermet'e aydınlık yüzle ve gülümseyerek
söyledikleri, eserin mistik boyutunu bütün çarpıcılığı ile yansıtır bir bakıma:
"Doğrudur,
diyordu, her şey geçer; aşk da, ıztırap da saâdet de. Böyle şeylere bel
bağlamak olmaz. Mutlak huzuru yalnız Allah'ta buluruz. Bâkî, Tanrı bâki.”
Nuran'ın kendi hayatının muhasebesini
yaptığı son sözler oldukça ilginçtir.
"Onun anlayamadığı bir şey var:
Kendisinden hıyânet gördüğüm için aşka küstüğümü, şâyet uzun bir vefâ ve sevgi
bulursam yeni baştan bağlanabileceğimi sanıyor. Halbuki ben bir ölüm
sarsıntısı ve bir inkılâp gelirdim. Yeni bir hayat şekli yaratmadan
yaşayamazdım. Bu bâsübâdelmevtten sonra dünyaya gelen yeni Nûran için aşkın ve
ferdî hayatın ne kıymeti olabilir?
Başımdan geçen ders bana sâdece bir
inkisar ve hicran öğretmedi. Ben daha derin mânâlara nüfûz ettim ve anladım ki,
istihkak lanımayan, liyâkatle alay eden, en kıymetli malzemesini en sefil
gayele re harcayan bu hayatta üstat olmak için, benim şimdiye kadar tuttuğum
yollardan çok başka yollar tutmak lâzımdır. Yarlığımın en gizli, en mistik
elemanlarına varıncaya kadar değiştim. Ve eğer ölmedimse ancak bu istihâle
pahasına ölmedim.
Yehûdâ Sermet, seni affettim. Hayır...
Affettim dememeliyim, bu söz biraz küstah düştü. Sen bana karşı bir suç
işledinse bile ancak bundan beş sene evvel, benim o zamanki görüşüme göre bir
suç olmuştur. Bugün öy le telâkki etmiyorum. Mukadderâtım dolambaçlı
mekanizması karşısında kimin suçlu, kimin mağdur olduğuna kolay kolay
hükmedilemez. İsâ kendi katilini eliyle dürttü. Akılda olmayan şeyi onun aklına
getirdi. Belki sana da o zamanki zulümleri yaptıran benim kaderimin tazyiki
idi, Sermet.
Sermet! Artık Yehûdâ değilsin. Belki
hiçbir zaman değildin. Hani babam bir şarkı söyler, duydun mu?
Beni hicrâna
âşinâ eden baht-ı siyâhımdır
Seni hep
bîvefâ eden benim baht-ı siyâhımdır."
Ülker Fırtınası da aşk sızılarını dile
getiren bir roman olarak karşımıza çıkar. Kadıköyü'nün Romam'ndan sonra bu
eserde dil daha bir oturmuş, üslûp daha ahenk kazanmıştır. Mutsuz bir aşkın
dillendirildiği romanda farklı bir aşk duygusu ortaya sürülür. İnsan ruhunun
arınışı ve gerçek aşkla yunuşu Safiye Erol'un temel tezidir zaten. Selim
İleri, Ülker Fırtınası'nda farklı kültürlerin değişik alanlarda çatışmasına
dikkat çeker:
"Kolay kolay o devrin yazarlarının göze alamayacağı bir
cesaretle Safiye Erol toplumun ilk bakışta hoş görmeyeceği hattâ hoş görmek
şöyle dursun, yargılayacağı bir aşk duygusunu büyük bir incelikle dile getiriyor
Ülker Fırtınası'nda. Ve onun bu aşkın insanoğlunda bırakacağı acılım dile
getiriyor ve kurtuluş için de ancak insanın gönül eğitiminden geçtikten sonra o
acılardan arınabileceğine dair şaşırtıcı bir teklifle karşımıza çıkıyor. Tabii
yine Ülker Fırtınası'nda bizim toplumsal, meselelerimizin en önde
gelenlerinden biri olan müzik meselesi, doğu müziği, batı müziği meselesi de
romanın bir düzeni olarak karşımıza çıkıyor. Ama çok ‘,aşırtıcı bir biçimde
karşımıza çıkıyor, şöyle ki romanın kahramanı olan genç kadın, Almanya'da,
konservatuarda batı müziğinin eğitiminden geçmiştir ve kendi memleketinde de
bu müziğin gelecek için insanlığın, toplumun, ülkenin geleceği için önemli bir
sanat dalı olarak görmektedir. Onun karşısına çıkan Türk müziği ise artık gündem
dışı kalmış, gözden düşmüş, hatta gözden düşmek şöyle dursun, romanın çok
ustaca yazılmış bâzı sahnelerinde bir gazino sahnesi içinde, bir çalgılı gazino
sahnesi vardır, orada gözlenebileceği gibi ayaklar altında çiğnenir hale
gelmiştir. Romanın sonu tabii bu müzik konusunda batı müziğine daha yakın olan
bir özellik gösteriyor yâni romanda birçok acılar oluyor ama romanın kahramanı
olan kişi, Nuran, yine de batı müziği konusunda kendi eğitimi o olması
sebebiyle ve orada kalmayı, onunla yetinmeyi tercih ediyor."
Tanpınar’la Kesişen Yol
Aydın kimliğinin roman boyunca bir çatışma
alanı bulduğu Ülker Fırtınası'nda, olayların perde arkası zaman zaman
aralanmaya çalışılır. Bu ba kımdan Huzur'un "Nuran"ı ile "Ülker
Fırtınası"nın "Nuran"ı arasında çok sıkı benzerlikler bulmak
mümkün. Erkek kahramanlar Mümtaz ile Sermet arasında da. Aynı dönemde yaşayan
romancıların ortak duyarlılıklarını romanlarına yansıttıkları gerçeğine
götürüyor bizleri. Doğu ile Batı kültürleri arasında bocalayan insanımızın
kimlik arayışına Tanpınar da Safiye Erol da çareler gösterir, reçeteler verir.
Nitekim Muhterem Yüceyılmaz da bir makalesinde, "Ülker Fırtınası'nın Nuran'ı Tanpınar'ın roman kahramanı Nuran'ına
prototip teşkil eder mahiyettedir." diyerek bu gerçeğe işaret eder.”
Her iki roman ve romanlardaki kahraman Nuran Mustafa Kutlu'nun da dikkatini
çeker. Kutlu, buradan yola çıkarak iki aydın yazar arasındaki 'farklı'
bakışlara parmak basar:
"Ülker Fırtınası (1944) bana garip
bir şekilde Tanpınar'ın bu romandan beş yıl sonra çıkan (1949) ünlü Huzur'unu
hatırlattı. Her ikisinde de kadın | kahramanın adı Nuran. Merkezdeki mesele
Doğu-Batı çekişmesi ve bir sentez arayışı. Safiye Erol hem İslâm'dan hem Türk
olmaktan gelen değerleri, hem de Cumhuriyet batılılaşmasını birlikte savunuyor.
Buna mukabil Tanpınar kararsızdır, yeni hayat biçimleri (üretim ilişkileri)
bulmamızı salık verir. Musiki ve tasavvuf her iki eserde de önde gelen
hususlardır."
Kutlu daha sonra Ülker Fırtınası'na
eğilir:
"Safiye Erol'un varlıklı alafaranga
muhitlerden devşirdiği aşk hikâye alabildiğine romantik, hatta marazi-yasak
aşklar. Yazar alelade olandan uzak dururken sürekli harikuladeyi dile
getirmektedir. Ülker Fırtınası'nın oturduğu temel motif Hz. İsa-Yehuda
menakıbıdır.
Yazar aşkın derinliklerine, insan ruhunun
karanlık labirentlerine, en ince ve mahrem noktalarına ulaşmak; yüceliğin ve
düşüşün bütün merhalelerini çizmek arzusunda.
Bu büyük (ve yasak) aşkların varacağı
nokta Ülker Fırtınası'nda şöyle dile getirilir: “... her şey geçer, aşk da, ızdırap da, saadet de. Böyle şeylere bel
bağlamak olmaz. Mutlak huzuru yalnız Allah'ta buluruz. Bâkî, Tanrı bâki.”
Kutlu ilaveten, "Artık unuttuğumuz,
hele yeni nesillerin hemen hiç karşılaşmadığı o güzelim dil kullanımını, ifade
yüceliğini görmek-duymak için Safiye Erol okumanın tam zamanı" diyerek
okuyucusuna romancıyı salık verir.
Bir 'aşk' ve 'tutku' romanı olan Ülker
Fırtınası, birçok yazarın hayranlığım çeker. "Aşk cevherinin tekliğini,
geçmişten geleceğe uzanan bir çizgide gönülden gönüle akışını,
sürekliliğini" bu romanda usta bir biçimde yorumladığını belirten Sabahat
Emir, romancının aşk anlayışının yüceliğini şu satırlarla dile getirir:
"Gerçekten, Safiye Erol'un ruh
tahlilleri, aşkı görünen ve görünmeyen cepheleriyle anlatışı bir sarraf
inceliğiyle işleyişi bir simyacı hüneriyle geçmişin anılan ve inancın nûruyla
harmanlayışı, bu soyut kavramı zaman za man maddeyle simgeleyişi, maddeyle
mânâyı gönül potasında eritişi, yefl yer yoğun bir biçimde hissettirdiği mistik
hava inanılmaz bir anlatım güzelliği sergiliyor."
Yazarın romanlarıyla ilgili genel bir
değerlendirme yapan Selim İleri, Ülker Fırtınası’ndaki tasavvufî arayışa ve
medet umuşa işaret eder: "Ciğer' delen'de sâdece hüzünle noktalanan aşk,
Ülker Fırtınası’nda tasavvufun gönül eğitiminden bir arınış umar. Ne var ki,
müzik eğitimini Batı'da tamamlamış Nuran Yerli’nin derin yaralar aldığı aşkı,
sona ermez bir gelgitte hep bir 'elem dünyâsı'na yine de sürüklenecektir."
Bazı romanlar yeniden okunduklarında
bilinmedik çehrelerini gösteril okuyucusuna. Selim İleri de Ülker Fırtınası'nı
yeniden okuduğunda "Müzikten değer
yargılarına, alaturkayla alafranganın hem çatışması hem birbirini çekmesi beni
büyüledi" der. Devam ediyor İleri:
"Sonra Nuran'la Sermet'in dinmez
sızılarında kimseye kızamıyordunuz. Toplumun değer yargısı çerçevesinde öyle
pek kolay kabul edilemeyecek bu yasak aşk, Safiye Erol'un çok güçlü ruh
çözümlemeleriyle alabildiğine inceliyor ve yalnızca kalb ağrısı yaratıyor.
'İnsan
sanatının en lâhutî eserleri hep inkisar denilen beşikte dünyâya gelmişti. Bir
şahıs ve bir şekil beni kandırırsa, bana kendinde olmayan bir güzelliğin
vehmini verirse, ben ona niye küsüp kin bağlayayım. Bilakis minnettar olmalıyım
ki, hakikati veremediyse bile bende hakikatin rü'yâsını yarattı... Nuran'ın
san'atkâr ruhu böyle düşünüyordu.'
Safiye Erol tasavvuftan (devşirdiği ilham
ve inançla eserlerini kaleme alan bir gönül eri Ülker Fırtınası'nın dünyâsında
İstanbul, Boğaziçi'nden Suadiye'ye, henüz bolluklu, sâkin, râhat hayat
koşullarında karşımıza çıkar. Romanı, geçmiş, güzel günlerin İstanbul'u için de
okuyabilirsiniz. Hoş, çok canlı çizilmiş içkili sazlı gazino sahnelerinde
İstanbul'un usul usul değişmeye koyulduğu değişimi biraz kalbimizi burkar. Batı
kültürüyle Doğu kültürünün iç içe anlatıldığı bu roman, ikinci okuyuşumda beni
çok daha fazla etkiledi."
Ülker Fırtınası'nın finalinde ülkedeki
sosyal değişimden de kesitler verilir:
"Üç sene şimşek gibi geçti, şimdi
1936'dayız. Dil inkılâbı oldu, soyadı kanunu çıktı. Tanıdıklarımızın yeni sivil
hüviyetlerini öğrenmeliyiz. Bay Yerli: Ali Fethi Bey'dir, Bayan Yerli: Nûran.
Bay Sipâhi: Selçuk’tur; tabiî minesi ve kızkardeşi aynı ismi aldılar. Sermet
Rıfat, Bay Ozan oldu. Bir de yeni türedi Bayan Leylâ Güven var; hele bunun kim
olduğunu imkân yok tınlamazsınız. Bâri söyleyeyim de meraktan kurtulun. Bu
Eglantin'dir. Kocasından ayrıldı. Bay Nûri Güven'le evlendi, Türk oldu."
Safiye Erol, Ülker Fırtınası’nın
yayınlanışından sonra tanışacağı, ruh, fikir ve sanat dünyasında yeni ufuklar
açacak olan gönüldeşi Sâmiha Ayverdı'ye 11 Nisan 1949 tarihinde romanı şu
satırlarla ithaf edecektir: "Sevgili kardeşim, fikir arkadaşım Sâmiha
Ayverdi’ye." Fırtınalı bir yolculuğu tamamlayan Safiye Erol, adıyla
özdeşecek yeni bir serüvene çıkar.
Romanın adı gönül delici ve beyin
törpüleyicidir: Ciğerdelen...
Bazı yazarlar bir eseri insanlığa
kazandırmak için doğmuş gibidir, kimi şâirler de bir şiiri veya mısrayı
söylemek için yaratılmıştır sanki. Safiye Erol "Ciğerdelen"le bam
telinden yakaladı insanımızı. Akan yıllar içinde pek çok insan bu romanın adını
duydu, daha şanslı fakat sayıları daha az olan çok insan da onu okudu.
Safiye Erol unutulurken bu özge roman yaşadı
ki Ciğerdelen'i bu kadar farklı bir roman kılan husus ne?
Niçin bu kadar yayıldı. Neden efsâne gibi
ağızdan ağıza, gönülden gönüle yerleşiverdi bir milletin hâfızasına?
Belki de içten, samimi bir hisle kaleme
alınmış olmasıydı onu ölümsüzleştiren.
Ciğerdelen hakkında çok şeyler yazıldı.
Akademisyenler, yazarlar, şâirlei, romancılar ve araştırmacılar... Hepsi de iyi
bir roman olduğu hususundu müttefik. Peki Erol, ne diyor bu roman için...
Yazar,
kendisiyle yapılan mülâkatta romanları arasında en çok Ciğerdelen'i sevdiğini
belirtiyor. Sebep olarak da, "Deldi de..." diye devam ediyor.
“Sonuncusu?
En çok sevdiğim de odur, Ciğerdelen.
Niçin en çok sevdiğiniz?
Mânâlı bir gülümseyişle elini göğsüne götürerek...
Deldi... Deldi de ondan diyor ve ilâve
ediyor:
Bunu yazarken on iki kilo kaybettim. İki
defa bayıldım. Bitirdikten sonra hasta
yattım.
Yapmayın. Niçin?
Feylesof
Nietzsce'nin bir sözü vardır: 'Büyük
eserler müelliflerinden intikam alırlar' der.
Bu da
aldı mı?
Aldı...
Aldı hem de nasıl...
Demek
Ciğerdelen sizi korkuttu.
Hayır...
Korku yok.. Su testisi su yolunda kırılır...
Ve bir lâhza, şöyle gözlerini süzerek, 'A adam sen de!' der gibi
dudaklarını büküyor:
Pilâvdan
dönenin kaşığı kırılsın.
Ama
zayıflamak, hele bayılmak fenâ...
Ne zararı
var... Dedim ya, su testisi su yolunda kırılır... Sonra da bu her zaman
olmaz...
Merak
ediyorum, Ciğerdelen'in nerelerini yazarken bayıldınız?
'Yedi
Peçeli' bâbında ve kitabın son bâbında...
Bu
fasılları bizzat yaşadınız da ondan mı?
Onun da
fevkinde. San'atkârın bir hâdiseyi, bir mâcerâyı yaşama tarzı, şahsî
yaşayışının fevkındedir. Ben bir eserimde bir aşk hicrânını târif ederken, o
hicrânı bütün şark kadınları nâmına yaşadım.'
Su
testisi diyorsunuz, çabuk kırılmasa bâri...
Merak
etmeyin der gibi bir hoş tebessümle gözlerimin içine bakıyor:
Niçin
îtiraf etmeyeyim: Ben gâyet fatalist'im, bu cemiyetin bana ne kadar zaman ihtiyacı
varsa, o kadar zaman yaşarım ben... Fazlasına da zâten lüzüm yok..."
Bir eserin yazarını nasıl hırpaladığını
Safiye Erol'un bu konuşmasından unlamak mümkün. Önce romanın ilk sayfasını
görelim, bakalım, gerçekten de bu kadar medhe, onca övgüye lâyık mıdır, ne
dersiniz... “Güvercinler ve Leylekler Diyârı”ndan siftah edip başlayalım:
"Yurdum
dedikçe gözümün önüne hep güvercinler ve leylekler gelir. Câmilerinden,
şadırvan çeşmelerinden, hamamlarından, hanlarından ziyâde kuşlarının kalbime
yuva yapması nedendir, bilmem. Belki yurduma bağlı bin bir hâtıra ve efsâneyi
bana hatırlattıkları için... ‘Evvel zaman içinde kalbur saman içinde...’
sözleriyle başlanabilecek bütün o masallar veya hakîkatler -farkı ne ki, değil
mi geçmiş aşk ve güzellik, esrar, mâcerâ, kahramanlık doludur. İşte hep biliriz
ki güvercin sevdâ, leylek de esrar kuşudur. Yurdum, târih boyunca kâh şarkın
kâh garbın dâvâsını benimseyen Trakların yurdudur. Silâhları, atlan, zevkle
işlenmiş gümüş kupaları ve hepsinden ziyâde Omiros, Orfoys Tamirus gibi esâtire
göçen saz şâirleriyle ün almış olan o hârikalı kavmin toprağında bir kasaba...
İsmi de Keşan'dır.
Dârâ ve
İskender orduları, Roma lejyonları bu yollardan geçti. Mitradat, Sulla ile
burada çarpıştı. Bu yerlerde Alexi Commen, Peçenekler'e dayanamayarak Keşan
Kalesi'ne kapandı, sonra bir çıkış yaptı ve ırmak kenarında düşmana karşı durdu. Acaba o ırmak hangisi
ola? Kayalıdere mi, Sarıkız Çayı mı, yoksa daha ötedeki Ergene mi?"
Turhan’la Cangüzel’in Aşkı
Erkek kahramanı Turhan'ın dilinden aktüel
zamanda geçen bir olay anlatılır romanda. Kadın kahraman Cangüzel'in yazdığı
Sarı Sipahiler, Yedi Peçeli ve Ciğerdelen isimli üç hikâye roman içinde adeta
romanı teşkil eder. Aynı ailenin farklı kollarına bağlı olan Turhan ve Cangüzel
birbirlerini severler. İki iflâh olmaz âşık var karşımızda. Ancak Turhan'ın
ihtirasları dengesiz ve ölçüsüzdür. Sevgiyi zedeler bu davranışlar. Cangüzel,
Turhan'ı eğitmek amacıyla ortak atalarının 17. yüzyılda, Cigerdelen Kalesi'ne
yakın bir tımarda yaşadıklarını dile getiren hikâyeler kaleme alır. Bu tarihî
hikâyeler Cangüzel ve Turhan'ın macerasının arama girer. Hikâyelerde,
dizginlenemeyen ihtirasların ferdi nasıl düşürdüğünü ve süründürdüğünü anlatan
olaylar anlatılır. Türklerin Avrupa'nın en serhaddinde, kahraman olmayana hayat
hakkının tanınmadığı bölgedeki durumu dile getirilir. Viyana mağlubiyeti ile
Ciğerdelen düşman eline geçer ve içindekilerle birlikte yakılır. Turhan bu
hikâyeler vasıtasıyla Cangüzel'in vermek istediği dersi kavrar. Aşk hislerini
ve ihtiraslarını kontrol etmeye başlar. Atalarının fetih ruhunu alır, vatana
hizmet etmek amacıyla kullanır. Anadolu ve Trakya'yı imar eden mimarî projeler
hazırlar. Romanın sonunda Turhan ve Cangüzel evlenir ve dengeli bir hayat
yaşarlar.
Prof.
Dr. İnci Enginün, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını ele aldığı kapsamlı eserde Safiye
Erol'a da yer verir. Özellikle Ciğerdelen üzerinde ağırlıklı olarak durur.
Romanın özetini veren Enginün, değerlendirmesini, yazarın 'aşk anlayışı'nı
açıkladığı şu satırlarla bağlar:
"Ciğerdelen
romanı tarih ile şimdiki zaman arasındaki bağları, ferilerin davranışlarında
ortaya koyar. Aşk duygusunu kişilerin olgunlaşması olarak yorumlayan yazar,
mistik bir anlayışa sahiptir. Ciğerdelen kalesinde geçen tutkulu aşk
hikâyelerini bugünün tutkulu aşklarını açıklayan bir anahtar sayar ve
tarihteki tecrübelerin bugüne hazırlık olduğu tezini ileri sürer. Kanlarında
mazinin ateşli aşklarından izler taşıyan Cumhuriyet dönemi kahramanlarının
tutkuları, eserine çok özel bir boyut katar. Safiye Erol'un aşkı, yanarak
arınma yolu olarak yorumlayan bu romanı mistik edebiyatın olumlu ve güzel
örneklerindendir."
Edebiyatımıza dair en tafsilatlı bir
ansiklopedi olan Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopesi'nde Ciğerdelen ve yazarı
için, "Akıncıların hayatları ve yaşayış tarzları ile onların torunlarının
bugünkü yaşayışlarını anlatan, yer yer yarı destanî bir özellik gösteren
Ciğerdelen romanı eserleri içinde en dikkate değer olanıdır."
denilmektedir.
Aynı ansiklopedide yazarın romanıyla 'mazi
ile şimdiki zaman arasında ruh ve davranış bakımından bir münasebet kurmak
istediği' belirtildikten sonra, "Cangüzel'in ruh haline ve aşk anlayışına
tekabül eden tarihî hikâyelerin canlılığına karşılık, Turhan'ın hırçın, kıskanç
aşkını anlatan hâlihazır durum canlı değildir. Bu da Safiye Erol'un erkek ruhundan
çok kadın ruhunu tanımasından ileri gelir." sözlerine yer verilir. Romanda
içiçe geçmiş iki zaman var. Prof. Dr. Sema Uğurcan, bu iki zaman dilimini şöyle
tahlil eder: "Safiye
Erol, Ciğerdelen'de içiçe geçmiş iki zamanı ince bağlarla birleştirir. Aktüel
zamandaki sosyal ve psikolojik olayların temelindeki tarihî izleri belirtir.
İki zamanı kesiştiren aynı sembolleri yüzyılların şartlarına göre farklı
şekilde kullanır. Romanda ciğerdelen, serhad, ateş, toprak, yol gibi semboller
vardır. Romana ismini veren 'ciğerdelen' insan beenliğini en fazla sarsan
duyguyu temsil eder. İçiçe geçmiş iki olayda da aşk ciğeri delen bir tesir
gücüne sahiptir. Fakat kelimenin asıl sosyal anlamı romanı unutulmaz hâle
getirir. Türklerin en uçtaki kalesi korunmaya çalışılırken, hikâyelerdeki
bütün erkek kahramanlar ölür. Şimdiki zamanın kahramanları Turhan ve Cangüzel
için 'Ciğerdelen' millî kültürün kendilerine kattığı mayayı keşfetmek ve onu
vatan hizmeti için kullanmaktır. Safiye Erol'un destana yaklaşan âhenkli
uslûbu konunun canlandırılmasında yardımcı olur. Romandaki en önemli sembol
ciğerdelendir. Kelime insanın benliğini en fazla sarsan temel duyguyu temsil
eder. Safiye Erol'un bütün romanlarında en temel duygu aşktır. 'Ciğerdelen'
1940'larda tarihî roman furyasının hâkim olduğu, meseleye kahramanlık açısından
yaklaşıldığı yıllarda yazılmıştı. Bu eser ise estetik değer taşımaktadır.
Romanı okuyucu, aktüel zamanlı kısımdan çok, tarihî zamanlı kısmıyla hatırlar.
Aynı romandaki iki metin arasındaki sosyal, tarihî, psikolojik ve felsefî
ilişki kuvvetle hissettirilir."
Rumeli’de Bir Palanka
Safiye Erol'un romanları üzerinde ciddi
bir değerlendirme yapan Doç. Dr. Belkıs Altuniş Gürsoy, yazarın "en
mütekâmil eseri" olan ve "Türk edebiyatında da hususi bir yer işgal
eden" Ciğerdelen üzerinde daha fazla durur: "Ciğerdelen, Rumeli'de
bir palankadır. Palanka, mâlum tahtadan yapılmış kale demektir. Bu kale daha
sonra elimizden çıkmış, Türklere çok büyük can kaybına, çok büyük iç ağrısına
sebep olmuş ve Ciğerdelen'in elden düşmesi de Rumeli'den çekilmemiz için âdetâ
bir başlangıç olmuştur. Bu eserle birlikte Rumeli Türklüğü ve bizzat Ciğerdelen
anlatılırken, ayrıca bir başka hikâye, bir başka ciğerdelene de yer verilir.
Yazar bu ifadeyi genele teşmil eder. 'Hangi millet, hangi insan vardır ki,
defterinde bir ciğerdelen yazılı olmasın.' Buradaki ciğeri delmekle Ciğerdelen
arasındaki münasebete de dikkat edelim.
Ciğerdelen, adına uygun bir muhteviyat
serdeden eserde, tıpkı ananevi şark hikâyelerinde olduğu gibi hikâye içinde
hikâye anlatılır. Kadim şark, Kelime ve Dimne'de, Binbir Gece'de, Binbir
Gündüz'de Tûtînâme'de ve daha nice benzerî hikâyelerde, hikâye içinde hikâye
anlatır. Her hikâye, insanoğlunun bir kusuruna tekâbül eder. Bir noksan
etrafında dönüp dolaşır. Kahraman, sonunda kıssadan hisse çıkarır, yanlışım
düzeltir ve hatalarından geri döner."
Ciğerdelen'in "tezli bir roman"
sayılabileceğini belirten Beşir Ayvazoğlu, "eve dönen" Safiye Erol'un
"gayr"ı bildiği için "ayn"ı daha iyi gören bir entelektüel
ve benzerleriyle karşılaştırıldığında epeyce farklı nitelikler taşıyan bir
doğu-batı sentezini savunduğu"nu belirtir. Yazar, 1970'li yılların
ortalarında okuduğu Ciğerdelen'in ruhunda derin duygular uyandırdığını
belirtir: "Milliyetçilik duygularımın şahlandığı yıllardı; serhat
boylarındaki mâcerâlı hayat, Şahinkonak, Sarı Sipahiler'in ve diğer akıncı
âilelelerinin hayat tarzı, Cangüzel'in,
Aşk derdiyle
hoşem el çek ilâcımdan tabib
Kılma derman
kim helâkim zehr-i dermânındadır
beytiyle özetlenebilecek olağanüstü aşkı,
Mustafa Durakça, Hâfız Nuri, Macar Feridun Bey, Kuşlu Nine... Aslında bir süre
sonra bu isimler hâfızamdan silinmişti; bende kalan, sadece Ciğerdelen adı
geçtikçe ve serhat türkülerini dinlerken uyanan, lezzetli bir rüyadan
artakalmışa benzer bir haz, bir mutluluk duygusuydu. Ve, inanır mısınız,
ikinci okuyuşumda, bu duyguyu kaybetmek şöyle dursun, ilk okuduğum zaman
aldığım tadlara yenileri eklendi. Kendimi, Yahya Kemal'in Akıncı şiirinde
farklı bir ifadesini bulan serhatlerde, akıncıların dünyasında buldum. Hani
firaklı serhat türküleri vardır:
Estergon
kal'ası subaşı durak
Kemirir
gönlümü bir sinsi firak
Ne güzel, ne hüzünlü türkülerdir onlar.
Ciğerdelen'i yeniden okurken, kendimi o türkülerin içinde hissettim; gönlümü
bir sinsi firak kemirmeye başladı. Ah içimizi kemiren o sinsi firak."
Safiye Erol'un hem fikrî plânda, hem de üslûp bakımından Ciğerdelen ile asil
şahsiyetini ortaya koyduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Kâzım Yetiş ise şu
değerlendirmeyi yapar:
"Safiye Erol'un üslûbu asıl
Ciğerdelen'de kendini bulur. Esasen bir ya] zarın üslûbu değil, üslûpları
vardır. Kadıköyü'nün Romanı ile Ülker Fırtına’ sı aynı kategoride
değerlendirilebilir. Fakat Ciğerdelen onlardan oldukça farklıdır. Ciğerdelen'de
kuvvetli bir tarih duygusu ve şuuru vardır. Üslûp da buna göre şekillenir.
Romanın kahramanı Turhan, dedesi Hersekli Ahmet Paşa'ya alemdarlık yaptığı
Fatih'i, başveziri olduğu II. Beyazıt'ı ve Yavuz'u sorar. Yavuz Sultan Selim
için söylenen söz 'zelzele'dir. Bu tek kelime, Yavuz’ O anlatacak en güzel
karşılıktır. Yazar, bu eserinde büyük bir coşku içindedir. Bu coşku üslûbu
coşturur, hattâ zaman zaman üslûp mensur şiir, masal, destan şeklinde tezâhür
eder."
Ciğerdelen, bütün edebiyat üstadlarından
takdirler alır. Beğenilerek okunur. Ahmet Kabaklı da, romanın 'tarihî-tasavvufî
derin temalar' taşıdığına ve 'sanat değerinin yüksek' olduğuna vurgu yaparken,
Ciğerdelen’in, yazarın hayat ve düşüncelerinden de izler taşıdığına dikkat
çeker. Kabaklı Hoca'ya göre, "Ciğerdelen, destanlı bir tarih sevgisini,
dinî-tasavvufî duygularla kaynaştıran bir romandır."
Safiye Erol'u takdir edenlerden Nihâi
Atsız da Ciğerdelen romanının vurgunu. Atsız, "Ruh Adam"da romanın
baş kahramanı Güntülü'ye, okuduğu kitap sorulduğunda "Ciğerdelen"i
söyletir.
Yıllar önce bir arkadaşının kendisine
Ciğerdelen'i tavsiye ettiğini ancak bir türlü bulup okuyamadığını belirten
Sabahat Emir, yeniden yayınlanan romanı okumaya başladıktan sonra bir daha
elinden bırakamadığım sözlerine ekliyor. Emir, Ciğerdelen’le ilgili
intihalarını anlatırken çok farklı ve zengin bir dünyaya doğru yol aldığım
ifade ediyor:
"Safiye Erol'un zengin bir kültür
birikimiyle örülü akıcı ve özgün üslubu beni sarıp sarmaladı. Bu değerli ve
çarpıcı yazan şimdiye kadar tanımadığım için kendi kendime esef ettim. Edebiyat
Fakültesindeki hocalarımın zaman zaman yaptıkları edebî sohbetlerde neden
Safiye Erol'dan bahsetmediklerine şaşırdım.
Ciğerdelen, post-modem bir aşk romanı.
Olayların akışı içinde yazarın yoğun bilgi birikim, gözlem ve sentez gücüyle
Doğu ve Batı Medeniyetlerini yorumlayışı, geçmişle bugünü özgün bir biçimde
harmanlayışı, sağlam bir tahlil ve metod anlayışıyla analizler yapması
Ciğerdelen'i klasik romandan ayırıyor.
Ciğerdeleri bir aşk romanı dedik ama bu
aşk, sırça gönül sarayının her şeyden azâde, yalnız kendisi için var olan bir
aşk değil.
Geçmişten geleceğe doğru uzanan hayat
akışında, ruhların ortak bir mânada buluştukları, zengin bir kültürün
kıvılcımıyla sürekli harlanan, yaşam ilenen nimetin her zerresine yayılan,
mânânın tüm boyutlarını yüklenen, muhayyelerin el değmedik köşelerine kadar
uzanan bir aşk..."
Prof.
Dr. Sadık Kemal Tural, tarihî romanlar içerisinde özel bir önem verdiği Ciğerdelen'in 'evlâd-ı
fâtihan'ın trajedisini bugünkü insanımızla birleştiren bir köprü olduğunun
altını çizer:
"Safiye Erol'un Ciğerdelen adlı
eseri, serhad tarihimizin iki yüz yıllık bir dönemini billurlaştıran; evlâd-ı
fatihân'ın trajedisini günümüzdeki insanların hayatı ile ilgili şekilde
birleştiren bir eserdir."
Safiye Erol üzerine ciddi bir doktora
çalışması yapan Sevinç Ergiydi ren, önemli tespitler ihtiva eden eserinde
Ciğerdelen’i, "Ego’dan ve onun süfli taraflarından kurtulup süzülmüş,
arınmış bir benlik kurmanın şiirsel hikâyesi" olarak tanımlar ve şunu
kaydeder:
"Safiye Erol'un 'Ciğerdelen' isimli
romanı, hiçbir tarih kitabının veremeyeceği ölçüde, tarihin bir dönemi ile
aramızda sıcak bir bağ kurar."
A. Ömer
Türkeş ise, romanın diline dikkat çektiği değerlendirmesinde Ciğerdelen'in
Cumhuriyet dönemi Türk fikir hayatından kesitler verdiğim ifade eder:
"Safiye Erol, doğumunun yüzüncü
yıldönümünde yeniden basılan romanlarıyla genç kuşağın karşısına çıktı. En
önemli romanlarından Ciğerdelen, Cumhuriyet dönemi düşünce hayatının bir
parçasını yansıtıyor. Bir dönemi anlamak ve artık yitip giden bir dilin tadına
varmak için okumak gerekiyor Ciğerdelen'i."
Ciğerdeldi Efsânesi
Romanda, Silâhtar Tarihi'nden alınma
Ciğerdelen Efsânesi büyülü bir dünyanın ışıklı âleminden çizgiler taşıyor. Bir
aşkın büyük kudreti, bir sevılanın derin tutkusu, bir bağlılığın yüksek havası
sarıveriyor okuyucuyu. Okuyalım, nasıl bir efsâne ile karşı karşıyayız görelim:
"Ciğerdelen'im, sen benim en yüksek
uçuşumun, en atılgan hamlemin, en yakıcı aşkımın timsâlisin. Sana kavuşmak için
ne uzak ülkelerden kopup, ne çetin yollardan, kan yutturan iklimlerden geçtim
de geldim. Çemşid'in, Keyhüsrev'in, İskender'in Roma kayserlerinin mîrâsını zor
pazu ile kılıcıma râm ederek sınırımı aça aça sana vardım. Kâh kavuştum kâh
seni kaybettim. Sen, bu yalancı dünyada çok özlenen her şey gibi sık sık elden
kayıyordun. Benim olduğun zamanlar seni nasıl baş tâcı ettim, düşman gölünden
nasıl korudum. Duvarlarında sabahlara kadar gülbank çekilip kol gezilir, nöbet
beklenirdi. Nice arıklar atlamış, kılıcını göğe asmış, eli kolu kanlı, aslan
canlı, er pazarında pişkin sıçramış gazilerimi, devlet uğrunda taş yasdanıp
toprak döşenmiş serhatli yiğitlerimi sana muhâfız verdim. Sana kanımı, sana
malımı, îmânımı ve asırlardan beri biriken şânımı verdim.
Sen biricik mâbudum, hizmetine dîvan duran
gazilerimin sofrasına ne çileler döşemedin! Aşk ateşiyle dilâverlerimin
ciğerini dağlar; fakat onlara su vermezdin. Her gün Saroz ırmağından
bağırlarının yangınını dindirmek için düşman arasından yol açar, kâfirle
tokuşurlardı. Kahramanlarım zahmet çeke çeke canlarını yitirdiler, aç uyuz,
kan kuduz ömür sürdüler. Onların aşk kuvvetiyle çıkış edip av yakalayıp,
yuvasına dönen şâhin gibi gene sana girip cümbüş demek kurdukları da oldu.
Fakat sen her biri bir cihan değer seçkin yiğitlerimi ne doyurdun, ne içirdin,
ne de onlara rahat yüzü gösterdin. Sen benim serhaddimden de öte, Frengistan
içine uzanan en tehlikeli, en çok ölüme yakın ve böylece en kıymetli ve kutsal
noktamdın. Sana kurban verdiğim evlâtlarım her gün Estergon ovasını kollayarak
kâh Begânoğlu kalesini kâh Zigetvar’ı izleyip, puslu havada Kumran'ı gözden
kaybedince tasalanarak 'A... Yâ... Nereden ne gele?' diye düşünür, geceleri
yakın düşman köylerinden horoz sesleri işiterek elde silâh tetikte yatarlardı.
Onların ömrü hiç konmadan göçmek, ara
vermeden savaşmak, ağ ve esen yurtlarına varamadan hasretlik çekerek iki baştan
yanan mum gibi erimek demekti. Akıbet toprak onların cefâdan yılmamış
cisimlerini dinlendirdi, şehitlik şerbeti murat görmemiş gönüllerini kandırdı.
Onları ben teker teker, özenerek, en asîl kuvvetimi, en derin sanatımı
harcayarak serhaddimin gaye noktası için yetiştirmiştim. Şimdi başımı pekçe
diker ve övünçle çağırabilirim: Berhudâr olası kahramanlarım! Her biri
vazifesini yaptı, öteye bile geçti.
Ey benim Ciğerdelen palankam, sen bütün
ömrümün hasretiydin. Sana kavuşmak için yedi iklim dört bucakta asırlarca
çalkandım, dalga vurdum duruldum, gene coştum gene duruldum, nihâyet süzme bir
nur olarak geldim senin ayaklarına döküldüm. Sen de kim bilir ne zamandan beri
bu en vurgun âşığını beklerdin. Seni bulunca kavuşma sevinciyle ayrılık korkusu
başımda birlikte çaktı. Bildim ki vuslatın, erenlerin çile doldura doldura bir
an için ulaştıkları Tanrı yakınlığı gibidir. Bir görünür bir silinir. Bu
anlayışla yalnız benim değil, ecdâdımın ve benden sonra gelecek neslimin de
rûhu titredi. Fakat âvâre gönlüm direniyordu: 'Niçin, neden? Neden onu
alakoyamazmışım? Ben onu bütün ömrümce özleyip aramadım mı? Ben bu kadar
kahramanlığa mâl olan gücümle, değerimle, güzelliğimle onu hak etmedim mi?'
İçimden bir seziş hafif sesle cevap
veriyordu: 'Nâfile dövünme, zavallı Senin geçmiş ve gelecek ömürlerinde de
nasibin hep budur: Özlemek, kavuşmak, ayrılık.’
Anladım. Bunu anlamak bütün hayâtı
kavramak demekti. Böyle hastalığın ilacı olamazdı. Sen, bedenim satırla
doğranır, kanım küçük bir kamışla ağır ağır emilir gibi benden gidecektin. Bana
düşen vazife, seni bir an olsun kazanmak için başardığım müthiş gazâlardan
sonra kaybederken ecdâdımdan mîras kalan vakar ve temkinle el bağlayıp dik
durarak, ancak için için tekbir getirip Hak'tan kuvvet alarak yasımı
belirtmeden, yaralarımı göstermeden, dedelerim gibi kahramanca şehit olmaktı.
Akıbet benden geçtin mukaddes palankam!
Fakat gene de benimsin, inde beslenip vücut bulduğum anne kucağı kadar, sonumda
düşeceğim toprağım kadar... Yaradılış âleminde ezelden ebede döne döne doldurduğum
yerim kadar benimsin.
Sen ne kadar benden geçsen artık bir daha
yabancı ellere geçemezsin. Yeryüzünde tek adâlet varsa o da şudur ki: Bir
mânâya en yakın ulaşan, o mânâya en yüksek bedeli ödeyen kişidir.
Senin etrâfında kaç defalar İsrâfil Sûr'u
vurulup kıyâmetler koptu, kaç defa toprakların kandan mercan gibi kızıl renk
bağladı. Düşmanı demet demet kırıp, dizi dizi önüne katıp kovagiden
serhatlilerimin tekbirleriyle ufukların çınladı. Bahadırlığı cihânın gözüne
diken olmuş cirit atlı, kanlı gözlü, eli şimşirli dilâverlerimden nicesi senin
ovalarına hazan yaprağı gibi döküldüler. Senin uğrunda düşmanla kılıç
söyleşmesi etmedik yiğitim mi kaldı? Budinli'si, Bosna serhatlisi, Kanijeli'si,
Eğrili'si... Bu pazara hep birden baş koydular. Ovalarında hâlâ paşa
mehterlerinin, kaleden kaleye okunan gülbankların, hû çeken cenkçi dervişlerin,
Allah Allah'a kalkan serdengeçtilerin sesi kalmıştır. Hâlâ ufuklarında bir
köşeden tozu dumana katarak kara bulut hâlinde Tatar Han kopar gelir. Kâh güneş
olur; mızraklar, alemler, altın miğferler parıldar kâh rüzgâr olur sancaklar
dalgalanır. Durgun gecelerde yakılan meşaleler bir kaleden bir kaleye görünür.
Bazı cura çalındığı, şehit mevlutlar okunduğu duyulur.
Sen beni çıldırttın güzel hisarım, sen
bana vârımdan fazlasını sarf ettirdin. Al palanka, ver palanka hep geldi,
gittin. Vire bayrakları diktin. Gün geldi teslim olmadın. Benliğimde yaşayan ne
varsa vücûdumdaki beyaz kan yuvarlacıkları gibi hepsini birden senin alımlı ve
tehlikeli köşene koşturdun. Estergonlu sana imdat etmekten durup oturamaz oldu.
Yardımın koşuntu etmediğim hiçbir bendem kalmadı; Eflâk, Buğdan Beyleri, E
kralları, kardeş Kazak hatmanları, orta Macar banları...
Sen çok defalar benim hezimetimi de
gördün. Ordularım yan verip bozuldu.
Vezirlerim ’Çokluğa darı saçılmaz.’ deyip
geri döndüler. Dönemedikleri de oldu, iş işten geçmiş, belâlı deryâsı baştan
aşmış bulunurdu. O zaman şehitlerimi at sırtına bağlayarak senin duvarının
dibinden geçirirlerdi. Ardı sıra davarını sürerek reâyam sökülürdü.
Ben sana ’Ciğerdelen’ demem de ne derim?
Ömrümün mânâsı ciğerimin kanıyla senin destânını yazmakmış. Gene de senin
Tanrısal derinliklerini dilediğim gibi göremiyordum. En sonunda mihnetlerimi
üst üste koydum, dağ gibi yığıldı, çıktım ’Mihnet tepesi'ne oturdum. Ancak o
zaman sen Ciğerdelen’ime kavuşup seninle kaynaştım. Bu, artık senin ve benim
sonumuzdu. Sen o demde düşman eliyle ateşe verildin. Alevlerin rakseden hura
elleri gibi çırpınıyordu. Allı yeşilli yanıyordun, Semender kuşu musun,
dumanında ıtır ve zambak kokusu vardı. Biliyordum ki bu senin son yanışındır ve
ben seni artık bir daha binâ edemem. Yangınına atılıp kucağında seninle
birlikte kül olmak murâdına ermek demekti. O zaman
aşkımın gücüyle bir adım daha atabildim. Dedim ki: 'Olmaz,
ölüm bana yasaktır. Benim sesim var. Palankama sesimi de vereceğim.
Ciğerdelen'imi anmak, onun efsânesini okumak için sesimi kurtarmalıyım. Fâni
hayat kandilini söndürmemek gerek. Mihnet tepesinden in! Hisarının yangınından
yüz çevir! Bu yükseklikte böyle bir görüşle insan yaşayamaz.'
İşte tepemden iniyorum, palankamı ardımda
bıraktım, iç illere yüz tuttun. Yassı ovalara, kuytu bucaklara sığınacağım.
Nelerle oyalanacağım... Beyaz tülden bir akşam elbisem olsa... Büfemin üzerine
bir gümüş semâver alsam: Vitrine eski Bohemya kristalleri koyabilsem. Briç
oyunumu ilerletsem, itibarlı cemiyetlere girip çıksam. İlgi gözüyle ardımdan
bakacaklar, elimi öpecekler, tanışıklığıma değer verecekler. Gülüyorum. Bu gûyâ
ben miyim? Ben Mihnet tepesinde dizüstü gelip Ciğerdelen'imin gözümün önünde
yandığım seyrederken, onun alevinde erimek için canımı veli iken bendim.
Bana iki yol vardı: Palankamın yangınında
kaynamak, yâhut hayatta kalıp onun adını kutlamak. Birinci yol benim saâdetim
olacaktı. İkinci yol mâbûdumun bana haklamayı borç kıldığı cenk-i cefâ idi.
Taptığımın buyruğunu dinlemekle ömrümün en zorlu savaşma çıkıyorum. Nasıl ki
palankam serhaddimin sonunun sonunun daha sonu idi, ben de gücümün nihâyet
noktasına ulaşmak, sevdiğime ün verecek başarılara erişmek isterim.
Ayrılık yolunca ilk adımlarımı atıyorum.
Elimle gözlerimi kapadım. Saçlarım kuru ot arasında yılan sürünmesi gibi soğuk
hışırtılar çıkarıyor, demet demet ağarıyor. Yürüdükçe ayaklanma kösteklenen
gölgem ölümümdür. Pîrim bana destek olsun, ben aynlık hastasıyım, erenler el
koysun. Acılarımın ağusu göksel imbiklerden süzülerek ülkeme gül yağı gibi
damlasın, kokusu dertli yurttaşlarımın bağrında ferahlık ve avuntu ummanları
çağlatsın.
Palankamın efsânesini doğrudan doğruya
nasıl anlatırım? Dilim varmaz, elim gitmez. Onu ancak misallerle, rumuzlarla
yâd edebilirim. Buut da son bir defa geri dönüp ardıma bakıyorum, onu kendi
adıyla son defi çağırıyorum.
Ciğerdelen'im... Elvedâ...
Elvedâ Ciğerdelen'im.
'Düşman Ciğerdelen altına gelip dört
tarafından ateşe verdi. İçinde bulunan birkaç bin kadın ve erkek feryat ve
fîgan ederek yanıp gitti ve dumanı cevf-i havaya pervaz etti. Sene (1094:1683)
Silâhtar Târihi.
Ciğerdelen 1946'da kitap olarak
yayınlandıktan 16 sene sonra, romancının vefatından bir yıl kadar önce istek
üzerine Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanmaya başlar. 22 Mart 1963 tarihinde
başlayan tefrika tam 88 sayı devam eder. Bu yayında, gazetenin yöneticisi
Gökhan Evliyaoğlu’nun vefalı ve kadirbilir davranışı takdire değer
Ciğerdelen Türk insanının tarihe bakışını,
hüznünü, inançlarını, sevdasını, fikirlerini ve ideallerini aksettirir. Bundan
dolayı Safiye Erol denilin ce Ciğerdelen akla geldiği gibi, Ciğerdelen romanı
anıldığında da Safiye Erol hatıra gelmektedir. Bu ilgi ve sevgi tesadüfi
değildir. Roman, gençlik arasında yıllarca bir millî destan gibi okunmuş ve
hâlâ okunmaktadır. Türkiye'nin ruh mimarlarından Fethi
Gemuhluoğlu’nun, 2 Eylül 1963 tarihin de Almanya'nın Nümberg şehrinden Yavuz
Bülent Bâkiler'e yazdığı mektupta mutlaka okumasını istediği kitaplar arasında Safiye
Erol'un "Ciğerdelen "i de bulunmaktadır.
Edebiyatçılar, Safiye Erol'un romanları
arasında "Ciğerdelen"in farklı bir yere sahip olduğu hususunda birleşiyorlar.
Yazar Zeynep Uluant da bir yazısında Ciğerdelen'in, yazarın şâheseri olduğunu
vurgular ve bu romanı Erol'un daha sonraki çalışmalarında aşamadığını söyler:
"Ciğerdelen'de, eski zaman ile hâl
ustalıkla birleştirilerek üç Rumeli efsanesine ustaca yol açılmış ve yazar
bilhassa bu hikâyelerde romancılığının doruğuna çıkmıştır. Son romanında dahi
bu derece başarılı değildir. Adını, 17. yüzyılda Osmanlı'nın Rumeli'deki ileri
bir karakolu vazifesini gören Ciğerdelen Kalesi'nden alan eserde anlatım destansıdır.
Bilhassa efsanelerin anlatıldığı bölümler epik unsurlar taşır."
Ciğerdelen hakkındaki son hükmü, Safiye
Erol’un en yakın ve candan ,arkadaşı Sâmiha Ayverdi'ye bırakmak hakşinaslık
olacaktır diye düşünüyorum. "İstanbul Geceleri"nin büyük üslûpçusu
şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Hiç zannetmem ki Ciğerdelen
efsâneleri, kendini, hayâtın sâdece günlük ve harcıâlem patırtılarından değil,
bizzat benliğinin çelici müdâhalesinden kurtaramamış kimsenin meydana
getireceği bir âbide olsun. Onun için de sanatkârın bu eseri bilgi, hamâset ve
cezbeden yoğrulmuş bir tecerrüt hâlinde meydana gelmiş âbidedir."
Bu ballar balı bahsi, Ciğerdelen'in
kahramanlarından Turhan Tuna'nın romandaki son satırları ile bitirmek yakışacak
herhalde:
"İşte artık bitkin ve yaralı, kan
revan içinde, orta katın eşiğine düşen ben Turhan Tuna, sözlerime son
veriyorum. Hak Yaradan'ımdan niyâzım şudur ki eşimle bana orta katta bir durak
ihsan etsin. 'İrciî' emri ne zaman gelir bilemem; ancak dilerim ki yorgun
hâlimde göçmeyeyim, eşimle berâber orta kattan bir kâm alayım. Yoksa huzûra
varmak için hazırlıksız değilim. Yaradanıma gönül cevherimle ellerimi
sunacağım, yüzümü ak edecek en yüksek değerlerimdir bunlar. O gönül cevheri ki
cihâna sığmaz duygu ve düşünce kargaşalığım taradı, ayıkladı, demet demet müzik
bağladı.., Hû! dedikçe göklere yükselen bir tütsü gibi dudaklarımdan tüter. Hû
Yaradanım, hû! Al işte içimin cevherini. O eller ki yeryüzünü arındırdı,
nizamladı, güzelleştirdi, Hak Yaradanım bak şu ellerime, bu eller: Düşmanı abradı,
dostu onardı, her ödevi başardı, sevgiyi son olgunluğa yetirdi.
Onları başıma koysam efsânelik elmaslarla
yanan İskender tâcı gibidir. Göğsüme çapraz bastırsam çifte kartallı, hâdan
arması takınmış olurum. Mührü Süleyman'ı neyleyim, her parmağımın izinde mührü
Süleyman okunur.
Hak Yaradanım, bu eller, çok çalıştı.
Alnımın terinden altın sansı başaklar
bitti, yüreğim sızısından kan kırmızı güller açtı, savaşımın gücünden katı
yapraklı buruk kokulu zafer defneleri yeşerdi. Buğdayımı, gülümü, defnemi bir
araya düreyim; kendime en yüce çelengi öreyim. Orta katta bir cihangir olarak
oturup dinleneyim. Beni çağırdığın gün Pir Sultan köçeklerinin hafif kanatlı
oyun adımlarıyla süzülerek sana gelirim."
************
BİR GÜNEŞİN ETRAFINDAKİ
PERVANELER
Romancının artık "Hocam!" demeye
başladığı Ken’an Rifâî güneşi ve onunla yapılan huzur sohbetlerinin etrafındaki
diğer pervanelerle yani Burhan Toprak, Nezihe Araz, Ekrem Hakkı Ayverdi ve
Sâmiha Ayverdi'yle yeni bir ha yat başlar. Bu nezih toplantılar defalarca tekrarlanır,
ulvî sohbetler edilir ve gönüller şâd olur... Safiye Erol'un zihnini kurcalayan
cevapsız sorular karşılığım bulur, hayatındaki kargaşa düzene, kafasındaki
istifhamlar açık ve net cevaplara kavuşur. Romancımızın ruhundaki yıkanmanın,
gönlündeki arınmanın ve sonsuza kadar huzura kavuşmanın kısa hikâyesini Sâmiha
Ayverdi anlatacak: "Arkadaşımız ve
sevdiğimiz Safiye Erol, Garp çevrelerinden kazandığı zihnî bilgileri yüzünden
gururun ve benliğin yükü altında ezilmeden yaşadı, Sonunda da gönlü dağarcığı,
bir ulu Efendi'nin irfan ve iman hamûlesi ile dolup taştı. Yerin göğün kabul
etmediği o İlâhî emânete gönlünde yer vermekle ululandı, bahtı açıldı. Yıllar
yılı dirsek çürüterek kazandığı bilgilerinin vermediği saadeti 'Efendim var!'
dedikten sonra bulanlardan biri oldu."
"Ken'an Rifâî ve 20. Asrın
Işığında Müslümanlık" isimli eser, dört kelâm ve kalem ehli hanım tarafından yazılır. 1951
yılında ilk baskısı yapılan kitabın müellifleri Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol ve
Sofi Huri... Bu kitabın bir bölümünü yazan Safiye Erol'un "Kenan Rifâî"ye
dâir ilk satırları şöyle: "Hakka
göçmüş bulunan hocam, hayatın gözle görülen ve görülmeyen yollarında rehberim
Ken’an Rifâî'nin mâneviyeti huzurunda durarak şu yazıma başlamadan evvel onu
selâmlıyor, ona şükranlarımı arz ediyor, ondan yardım niyaz ediyorum. İlk defa
1948 senesinde huzuruna çıktım. Onu halka tanıtmağı, son nefesine kadar
muhitine bezlettiği kemal nimetlerini daha geniş kütlelere ulaştırmağı gaye
bilen böyle bir eserde benim de söz payım olabilmişi için birkaç senelik zaman
kısa görünürse de bâzı mânevî mensubiyetler v ardır ki zaman kaydına girmez.
Ken’an Rifâî’yi harice tanıtmak için onun, hususiyetine temel teşkil eden üç
hususiyetlerinden bahsetmek lâzım geliyor. O, evvelâ mistik adam: homo
mysticus, sonra hakîm adam: homo sapiens ve nihayet mürşid-i âgâh idi."
Safiye Erol, yaklaşık 60 sayfalık bu
etüdünde hocası Ken’an Rifâî'ye ait unutamadığı hâtıralarını aktardığı gibi
bilhassa üç hususiyeti olarak târif ettiği
"mistik adam", "hakîm adam" ve "mürşid-i
âgâh" yönleri üzerinde durur.
Erol, hasretini çektiği suya kavuşmuştur
artık. Her ziyaret, şüpheleri yok eder ve sıkıntıları yere serer. "Bir
âşık" ve "gerçek bir filozof’ olarak gördüğü hocası aynı zamanda
aydınlık bir rehberdir. Romancının karanlık dünyasına ışık olur. Hocasına
talebesinin gözüyle bakmak en doğrusu:
"O, cemiyetimizin müşahhas hayatı,
müşahhas hakikati gibiydi. Sosyal insicamın şebekesini ne dereceye kadar
tanırdı diye sorulursa: Bir dokumacının kendi tezgâhındaki dokumayı tanıdığı
kadar tanırdı. O, tabiatın ancak gerçek âşıklara ayan olan şifresini okuyarak
böyle bir tabiat zemini üzerinde insanın nasıl ve ne üslûpla yerleşmesi lâzım
geleceğini takdir etmiş kuruculardandı. Zaman ve mekâna elverişli normları
imâl edenlerdendi. Beşer kaderinin ana rotasını bildiği için ferdî mukadderat
yollarını da yekten görürdü."
“Sen Kendini Affet”
Safiye Erol bir gün yine hocasını ziyarete
gittiğinde, uzun zaman görünmediği için sitem işitir. "Af
buyurun efendim" sözleriyle özür dilemek ister. Hocasının cevabı uzun zaman kendisini
düşündürecektir: "Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini affet.” Bu sözler yazarın
maddî vücuduna ve manevî dünyasına yerleşir, kanının her damlasına karışır ve
beyninin bütün hücrelerine bulaşır adeta. Önünde ve ardında, sağında ve
solunda, içinde ve dışında, yakınında ve uzağında, düşünde ve gerçeğinde hep bu
söz vardır: "Sen kendini affet!"
Af kapılarını sonsuza dek açmıştır Safiye
Erol. Affın yollan genişlemiştir alabildiğine. Büyük affedici tarafından
bağışlanmak için artık bütün insanları, kendisine kötülük ve haksızlık edenlere
de gönlünü bağışlamıştır. Hocasından emir almıştır çünkü: "Affet! Menfi yoldan geri
dön!" Bu emir üzerine yolunun uçuruma dayandığını görür ve geri döner... Titrek
adımlarla yeni yola girerken, gözleri hâlâ terk ettiği uçurum kenarlarında
gezinir. O karanlık girdapların meçhul câzibesini araştırır ve ibretle
seyreder. Ancak o artık "dönmüştür."
Aşk adamı ve ahlâk âbidesi hocasının
"Kendini affet" sözünden birkaç ay sonra tekrar ziyaretine gider.
Büyük buluşmaya uzun hazırlık yapar. Yazar, iç dünyasının ve ruhunun
fotoğrafını çıkarır adeta, dinleyip kulak verelim:
"Senelerce
muhitime oynadığım zindelik ve şetaret komedyasının bir icabı da kılık
kıyafetime daima çeki düzen vermek, benim vaziyetim de bir kadından beklendiği
derecede bakımlı olmaktı. O gün yine giyindim, kuşandım, aynaya baktım: Mumya
süslenmişti. Hasbanın hiç eksiği yoktu, arpej sürmüş, inciler takmış. Doğrusu
çok külfet! Fakat ölüyü diri sananları üzmemek, kuşkulandırmamak,
tecessüslerini uyandırmamak lâzımdı. Bilhassa tecessüslerini. Neden öldün?
diye soracaklardı ve İnsanın kendi kendine bile izah edemeyeceği bir keyfiyeti
-ölmeden ölmek sırrını yakınlarına anlatmak için çekeceği fuzulî eziyet,
meyanede açılacak sonsuz çene pazarı, aslında kudsî olan bir hâdiseyi elden
ele, dilden dile nafile yere fersudeleştirmek perspektifi o kadar ürkünç ve
tiksinçti ki ölmemiş gibi yaparak eski temsili devam ettirmek daha kolay
geliyordu. O gün Ken’an Rifâî hocam bana birkaç kelime daha söyledi. Sözleri ne
önceden hazırlayan bir konuşma zemini, ne de sonradan tefsir eden bir mükâleme
oldu. Gittim, elini öptüm. ‘Erol! Seni nevmid olmaktan men ederim.’ dedi.
Çıktım. Hepsi bu kadar."
Yalnız Değilsin
Safiye Erol birçok insan gibi zaman zaman kendisini
yalnız hissediyordu. Varlıkta yokluğu, çoklukta azlığı yaşıyordu sanki. Bolluk
içinde yoksullukta yüzüyordu adeta. İçini boşaltacağı, yüreğini açacağı bir
sır arkadaşı, bir dert ortağı, bir hâldaş, bir yoldaş, bir kardaş, bir serdaş
bulamamıştı. Ne zamanki hocasıyla tanıştı, cümle eksiklikleri tamam gördü.
Yoklukları var buldu. Azlar çoğalmaya başladı, dertler huzura dönüştü.
Yine bütün dünya yükünü üstünde hissettiği
ve hüzünlerin âlâsını yaşadığı bir zaman, ziyaretine gitti onun. Dergâha
girdikten sonra ulu nazarlı hocası dünyalara bedel bir söz söyledi ona: "Sen yalnız değilsin, ben
daima seninle beraberdim. Bundan sonra da beraberim."
Bu söyleniş iki-üç cümleden ibaret sıradan
bir konuşma gibiydi. Ancak Safiye Erol için muştuların en yücesini, müjdelerin
en büyüğünü taşıyordu. Birileri tarafından düşünülmek güzelliklerin en
iyisiydi. Herkesin kendi başının çaresine baktığı, her kişinin kendi dünyasına
daldığı hengâmede birileri tarafından hatırlanmak... Safiye Erol'un dünyasında
tatlı heyecanlar, anlatılmaz duygular ve kavranmaz düşünceler meydana getirdi.
Bu sözün Safiye Erol için ne demek olduğunu tam kavrayabilmek için yine ona
kulak vermeliyiz:
"Hayatta bu sözleri çok
duymuşsunuzdur. İlk gençlikte inanırız. Sonra görürüz ki insan münasebetleri,
bir lâhzalık gönül arzusu yahut çağ icapları, yahut menfaat birlikleri, kısası:
Geçici gelişat üzerine bina edilmek isteniyor. Ne kadar ömrü olur? Kimini ölüm
alıyor, kimini ayrılık, kimini heves değişikliği alıyor. Bâzan biz değişiyor,
bir rabıtadan çıkıyoruz; bâzan karşımızdaki değişiyor, bizi defterden siliyor.
Hayatın olgunluk çağında tepeden tırnağa yara izleriyle kışır bağlamış insanı
çektiği acılarla ağlanan bin belâdan nasıl olup da arta kalışı ile güldüren ve
bin yamalı varlığı ile de hayranlık uyandıran hayat gazileri oluyoruz. Fakat
artık bizde inanç kalmamıştır. Mihr-i vefadan bahsedeni belki nezaket uğruna
dinleriz, belki de biraz içimizi çekeriz; vaktiyle bu sözler gözümüzü yaşartan
en güzel rüya olmuştu. Rikkat ve esefe benzer esirî rüzgârların bizi yalayıp
geçtiğini duyarız, ama artık bir şeylere bel bağlayamaz olmuşuzdur.
Bana 'Seninle daima beraberdim, bundan
sonra da beraberim' dediği zaman ummadığı bir hediye vâdine uğrayan çocuk gibi
gözlerimi açtım. 'Sahi mi?' diye saf ve fevri bir hareket yaptım. Sanki ileri
atılmak, karşıdan gösterilen bu parlak şeyi çabucak kapmak, koynuma saklamak
ister gibi. O, pencereden bahçeye bakarak teyid yollu başını salladı 'Yaaa...
.sahi sahi' dedi.
Helecanım ve telâşım şundandı ki bu defa
edilen vâdin eski vaidlere benzemediğini, bu defa musaffâ, münevver, hakikî ve
ebedî bir şey karşısında durduğumu anlamıştım. Beni hayatında terk etmedi,
beni irtihalinden sonra da terk etmedi. Bunca boş çıkmış mihr-i vefa vaidlerinin
topuna karşı bir kefaret gibi. Mecaz olan benliğimde gizlenmiş hakikat payı
gibi.
Sunar bir
câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra
Felek ehl-î
dilî dilşâd eder, eder ammâ neden sonra"
Edep Tacı
Safiye Erol, ruhundaki hafakanlardan
kurtulmak için zaman zaman hocasını ziyaret eder. Ama bu ziyaretlerinde bir
ikilemi de beraberinde götürür. Erol’un eğitim aldığı hayata ilk dokunduğu
yıllarda edindiği muhitle şimdi içinde bulunduğu bambaşka kumaşlardan dokunmuş
dünyanın çelişkisiydi bu. İki dünyanın birbirine teğet geçtiği anı arar Erol.
Yine arayışlar içinde girdiği bir gün hocası ona rahatlatır: "Edep tacını başına giy,
istediğin yere git." Böylece kapıları kapatmak yerine, kendini yenileyip aynı kapılardan
girebilecektir.
Kâinat kitabını okumayı da çok sever
Safiye Erol. Düşünmeyi, hayâl kurmayı, tasarılar geliştirmeyi, idealler inşa
etmeyi, rüyalar görmeyi... Bir dalda, bir çiçekte, bir tohumda, bir pirede
büyük hikmetler bulmayı, mucizeleri fark etmeyi, olağanüstülükleri ayırd
edebilmeyi... Dağlardaki haşmet, iklimlerdeki vahdet, deryalardaki nefaset,
ağaçlardaki zarafet, hayvanlardaki ahenk, bitkilerdeki güzellik onu derinden
derine sürükler. Hocası, bir gün defne yaprağını misâl göstererek, tefekkür
ummanından bir katreyi zihnine damlatır: "İşte
kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda mekar olan bir nümune. Yaz ve kış aynı
taravette (tazelikte) bir güzel. Bundan örnek alınız."
Dinin kabuğuna değil özüne, dışına değil
içine, bedenine değil ruhuna bakıyordu. Şekillerden ziyade mânâya
yaklaşıyordu. Aldığı telkinlerle merak ediyor, araştırıyor inceliyor ve
tefekkür ediyordu. Zira hocasının şu sözleri ona yol açıp yordam göstermişti: "Eğer mikroskobunun altında küçücük
bir zerreyi tetkik eden bir laboratuvar adamı, kâinatın içinden aldığı bu
küçücük nümune karşısında hayretlere düşerek insan bilgisinin mahdutluğunu
sezip derin bir tevazu ile tefekküre dalamıyorsa, onun modem ilmin hakikî bir
müntesibi olduğundan şüphe edilir."
Safîye Erol üstüne vazife olmayan her şeyi
görev sayıyordu kendine. Dünya dolusu yükü vardı. Himmet sahibiydi ve herkesin
doğru, her işin iyi, her şeyin güzel olmasını arzu ediyordu. Gördüğü ve
duyduğu şerler, yaşadığı ve hissettiği kötülükler zaman zaman onu
karamsarlıklara götürüyordu. Ama hemen ardından toparlanıp tekrar ümit zırhına
bürünüyordu.
İşte yine huzurdaydı. İçindekileri dışa
yansıttı:
"Efendimiz, dünya pek kötü!”
Cevap kısa fakat rafine bir çözümün
işaretçisiydi:
Ama Safiye Erol bencil değildir. Herkesin
iyi olmasını arzu etmektedir. Her kişinin doğru yolda olmasını. Yalnızca
kendisinin iyi olması tatmin etmez ruhunu. Bu cevaba itirazı vardır:
Ben iyi olmuşum ne fayda, bu kötülük
içinde."
Bu sefer cevap, hiçbir şüpheye, hiçbir
tereddüde, hiç bir kaçamağa mahal vermeyecek olgunlukta, aydınlıkta ve genişliktedir:
Romancı, burada Schiller’in
"Hayatın bize ettiği vaidleri biz hayata karşı yerine getirelim" sözünü hatırlar ve
hocasına da nakleder. Kuşkuları yok olur Safiye Erol'un. Problemi çözülmüştür.
Hocasından son öğüdü dinler:
Cânân Ayrılanda
Safiye Erol'un hocası Ken’an Rifâî de her
fâni insan gibi 7 Temmuz 1950 Cuma günü "dön!" emrine uyarak Hakk’a
yürür. Ebediyet dünyasının yoluna çıkmıştır bir defa. Ancak bu vefat Safiye
Erol'un dünyasında yıkımlar değil, yeni oluşlar meydana getirir. Emanet aldığı
sözleri, devşirdiği irfanı, yüklendiği telkinleri, öğretilen ahlâkı ve yaşama
nizamını hayata geçirmek, yaymak, benimsetmek ve geniş kitlelere ulaştırmak
zorundadır. Merkez Efendi Mezarlığı'nın dönüş yolu, kalemin daha doludizgin
şahlandırılması gerektiğini hatırlatır kendisi ne. Artık devamlı teyakkuz
hâlindedir. Çünkü kurmak istediği güzel dünyanın oluşabilmesi için kendisine
daha fazla yük yüklenmiştir bundan böyle... Bu sedâya ses vermeli, bu kutlu
davaya nefes harcamalıdır.
"Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık" dört hanım yazarın ortak duygularını, müşterek
heyecanlarını, bir olan imanlarını ortaya koyar. Dört derin ve ince kalem:
Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz ve Sofi Huri... 1951 yılında basılan
eser, hem döneminde hem de yarım asır sonra bile yankılar uyandırır.
"Metinlerle Günümüz Tasavvuf
Hareketleri" isimli önemli bir eseri hazırlayıp neşreden Prof. Mustafa Kara burada
Safiye Erol'un etüdünden geniş bir bölümü alır. Ken’an Rifâî hakkındaki bu
inceleme usta hikâyeci Mustafa Kutlu'nun da dikkatini çekecektir yıllar sonra.
Çok önemli bir fikrî metin, yarım asırlık bir zaman sonra edebiyat dünyamızın
gündemine oturur. Kutlu yazısında notu düşer:
"Bu inceleme. Safiye Erol'un düşünce
derinlik ve kapasitesi, üslûbu ve ifadesi ile seviyeli bir yazar olduğunu
gösteriyordu. Ardından Kubbealtı Neşriyât'ın Safiye Erol'un külliyatını
neşrettiği haberi geldi. Ve ben başta Ciğerdelen olmak üzere, esasen bir
romancı olan kadın yazarımızın kitaplarını geç de olsa okumaya başladım."
Biz yine, geçmişe dönelim. Kitabın
yayınlanması, bugün pek örneğine rastlanmayan bir şekilde gazetelerin birinci
sayfasında okuyucuya haber olarak duyurulur, ’Son Dakika gazetesinin 6
Teşrinisâni 1951 tarihli sayısında "Bir kitap dolayış ile enterasan bir
toplantı" başlıklı bir haber çıkar. Eserin müellifleri Nezihe Araz, Sâmiha
Ayverdi, Safiye Erol ve Sofi Huri'nin birlikte fotoğrafının yer aldığı haber
şöyle sunulur:
Ses Getiren Kitap
"Tanınmış dört kadın yazarımız
tarafından 'Ken’an Rifâî ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık' ismiyle çok
enteresan bir kitap yayınlanmıştır. Bu münasebetle iki gün önce, profesör ve
ilim adamlarımızın hazır bulunduğu bir toplantı yapılmış, Ken’an Rifâî'nin
hayat ve şahsiyeti görüşülmüştür. Buna dair yazımız dördüncü sayfadadır."
Dördüncü sayfada haber iki buçuk sütun
halinde detaylı bir şekilde verilir. Ken'an Rifaî'nin din anlayışının ifade
edildiği yazının ilk satırları şöyle:
"Geçen hafta, Türkiye'de belki ilk
defa, bir kitap İlmî bir toplantıya vesile oldu. Memleketimizin tanınmış
profesörleri, tarihçileri, ilim adamları ve muharrirleri bir araya geldiler ve
dört kadın muharririn yazdığı İnkilâp Kitabevi sahibi editör Gabri Fikri'nin
bastığı bu kitap üzerinde görüşlerini açıkladılar.
'Ken’an Rifaî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık' adını taşıyan bu kitabın müellifleri, Türk edebiyatının tanıdığı
meşhur dört kadın muharrir (Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Sofi
Huri) de toplantıda hazır bulundular.
İlk önce profesör
Ali Nihat Tarlan, sonra profesör Mustafa Şekip Tunç ve Reşat Ekrem Koçu, Ken’an Rifaî'nin
şahsiyeti üzerinde durdular ve müelliflerin hizmetini belirttiler."
Yazı, "Ken’an Rifâî'nin din ve iman
anlayışı bahsinde, bu büyük adamı, mütekâmil bir insan olarak karşımıza
çıkıyor" tespitiyle devam eder ve din adamının İslâm'ı anlayış, kavrayış
ve yorumlayışı değerlendirilir.
Müslümanlığa Yeni Yorum
Nezihe Araz da Son Saat gazetesinde
yazdığı yazıda, Ken’an Rifâî'yi anlatırken eseri referans gösterir. Hocasının
resminin de bulunduğu dört sütunluk yazı, "Sen, Ken’an Rifâî! Asrın en
mütevazı, fakat en büyük çocuğu, en büyük dost!" cümlesiyle sona erer.
Kitabın yankı bulduğu bir başka yazı da
Dr. Cahit Tanyol'a ait. Yeni Sabah gazetesinin "Ahlâk Bahisleri"
sütununda yazan Tanyol, makalesine, "Değerli romancılarımızdan sayın
Sâmiha Ayverdi, üç arkadaşıyla birlikte yazmış olduğu bir kitabı bana da
göndermek lûtfunda bulunmuş. Kendilerine teşekkür ederim" diyerek başlar,
Ardından eserin müelliflerini kitapta aradığım ve zor bulduğunu belirttikten
sonra, "Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık"ın
ruhunda uyandırdığı derin etkiyi dile getirir:
"Kapakta hiçbir imza yok. Bir akşam
sonunda, düşünce limanıma tesadüflerin attığı meçhul bir gemiye benziyen bu
eseri, yazarların kimler olduğunu öğrenmek merakıyla, bir müddet elimde evirip
çevirdim. Nihayet kitabın en kuytu bir köşesinde, görünmek telâşının
ürkekliğine bürünmüş ve sanki firar edecekmiş gibi kapağın arka kıyısına
tutunmuş dört isme rastladım. Anladım ki, yazanlar bizi kitapla başbaşa
bırakmak istiyorlar. Yemekten sonra onu şöyle bir karıştırayım, dedim. Sayfalardan
taşan aydınlık, merakımı bir anda bir cezbenin içine fırlatıverdi. Düşüncemin
bulanık ve bezgin atmosferini, Ken’an Rifaî'nin hâlis bir mürşit sıcaklığı
telkin eden şahsiyeti birden dağıtıverdi; onu elimden bırakamadım. Gecenin
sessizliği içine gömülerek kitabın sayfaları üzerine kapandım. Ruhum, sabaha
kadar, onun uyandırdığı uhrevî aydınlıkta zikretti. Küçük hayat kaygularını
içimden alıp götürdü."
Eserle ilgili düşüncelerini anlatan
Tanyol, bir ara "Bu kitap beni garip bir sarhoşluğa sürükledi. Gece mi
bana dokundu, içimdeki hüzün mü bir anda deşiliverdi bilmiyorum, başım bir
ışıkta asılı kaldı" diyerek hislerini belirttiği makalesine devanı eder.
M Ü S L Ü M A N L I Ğ A Y E N İ Y
O R U M
Edebiyat tarihçisi ve irfan sahibi Nihad
Sâmi Banarlı'nm değerlendirmesi en, geniş ufuklu bir kültür adamının objektif
yaklaşımını verir:
"Değerli yazarlar, güzel bir
tesâdüfle talebesi oldukları, çağdaş fikir ve iman adamı 'Ken’an Rifâî'nin
hayâtı, şahsiyeti, dîni-ahlâkî inanışları, fikirleri ve eserleri hakkında bir
monografi hazırlamışlar ve bir bakıma, yirminci asrın ışığında görmek
istedikleri Müslümanlığı bu eserin sayfaları arasında göstermeğe, münâkaşa ve
etüd etmeğe çalışmışlardır."
Dört hanım yazarın dine yirminci yüzyılın
ışığı altında bakmalarının önemli olduğuna dikkat çeken Banarlı, Türk
topluluğunun yetiştirdiği büyük fikir ve iman adamlarından süzülmüş hâtıralarla
birleşen bu yeni hamlenin kayda değer bir hareket olduğunun altını çizer.
Tasavvuf felsefesinin hayat sahası olan
tekkelerin Osmanlı İmparatorluju'nda bir çok fikir, sanat, kültür ve iman
müesseseleri gibi gerilediğini zikreden ünlü edebiyat tarihçisi, bu inanç
hareketi ile tasavvufun yeni bir merhale kazandığını ve aydınlık ufuklar
açtığını ifade eder:
"Ken’an Rifâî ve onun değerli
şakirdleri, Müslümanlığı yirminci asrın ışığı altında görmeğe ve bütünlemeğe
yol ararlarken, tasavvufun, din mevzûları üzerindeki serbest düşüncesinde,
dini, insanlık sevgisiyle, tabiat ve medeniyet hâdiseleriyle kaynaştıran 'iyi'
tarafından bir hareket noktası bulmak istemişlerdir. Filhakika üstün bir
telkin kudretine sâhib değerli bir fikir ve iman adamı olduğu anlaşılan bu
bilgili ve düşünceli insanın, din dâvâsındaki görüş ve düşünüşleri; onun gibi
düşünen eski-yeni daha birçok mütefekkirlerimizle birlikte; İslâmlığın yeni
hayâtına bir ışık verebilecek değerdedir."
Dönemin ünlü edebiyat tarihçilerinden
İsmail Habib Sevük de Cumhuriyet'teki makalesini, söz konusu esere ayırır.
Ken’an Rifâî'nin hayatı ve hizmetlerinden uzun uzadıya söz eden Sevük, eserin
müelliflerini Sâmiha Ayverdi'nin şahsında kutlar ve "Başta Sâmiha Ayverdi
olmak üzere berrak kalemli ve aydın kafalı müellifleri candan tebrik
ederiz" diyerek makalesini tamamlar.
Kitabı haber veren bir başka gazete
İstanbul Exprès. "Bir Fikir ve San'at Hâdisesi" başlığıyla duyurulan haberde şöyle
deniliyor:
"Tanınmış dört kadın muharrir, Sâmiha
Ayverdi, Safiye Erol, Sofi Huri, Nezihe Araz tarafından Cumartesi
günü bir edebî toplantı tertip edilmiştir. Bu toplantıda Türk fikir hayatının
belli başlı simaları hazır bulunmuşlar ve dört kadın muharrir tarafından
hazırlanmış olan Ken’an Rifâî hakkında esere dair görüşmüşler. Türkiye'de ilk
defa tertiplenen bu edebî toplantı, fikir ve sanat muhitlerinde eşsiz bir
alâka uyandırmıştır."
Gazetenin birinci sayfasında yer alan bu
haberde iki fotoğraf kullanılmakta ve dört kadın yazarın yanı sıra dönemin tanınmış
isimlerinden İsmail Habib Sevük ve Mustafa Şekib Tunç'un fotoğraf ve resim altları bulunmaktadır.
Yazının sonunda da sözkonusu "sanat hâdisesi"ne dair Cevdet Perin'in
yazdığı makalenin ikinci sayfada yayınlandığı duyurulmaktadır.
Konu ile ilgili iki ayrı yerde iki makale
yazan Cevdet Perin, İstanbul Ekspres'in "Edebiyat Dünyasından
Haberler" sütunundaki makalesini "Ken’an Rifaî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık" eserine ayırır. Fikir hayatımızda bir durgunluğun
bulunduğunu ve bunun yıllardan beri devam edip gittiğini vurgulayarak yazısına
başlayan Perin, daha sonra manevi hayatımızdaki kıpırtılara dikkat çeker ve "Öyle zannediyorum ki, Cumhuriyet
devrinin maddeci devri artık nihayet bulmuş ve yerini manevî sahada her gün
biraz daha kuvvetlenen yeni bir aksülamele terk etmiştir. Türk inkılâbının
ikinci ve normal safhası başlamıştır diyebiliriz" sözleriyle ilgi
çekici bir tespitte bulunur. Bu satırların yazılmasından sonra, büyük tepkiler
gelmiş değil yazara. O günlerden bugünlere neredeyse 50 yıl geçtiği halde
"İkinci Cumhuriyet" sözüne bile tahammül edemeyen aydınlarımız var.
Fikri doğmadan boğmak isteyen yarı aydınlar var. Acaba hür düşünce' bakımından
Türkiye gerçekten geriye mi gidiyor? Cevdet Perin, o sözleri yarım yüzyıl sonra
seslendirseydi, bugün bazı gazete ve televizyonlarda kraldan fazla kralcılar
tarafından herhalde 'hainliği', 'mülteciliği' ve 'nankörlüğü' en tiz perdeden
ilân edilirdi.
Cevdet Perin, adı geçen yazısında mâlum
toplantıyı şu satırlarla yâd eder: "Geçen cumartesi günü, memleketimizin
birçok fikir adamları Fatih'te, eski üslûpla yeni üslûbu harikulâde mezcederek
döşenmiş, duvarları tablolarla ve kıymetli eski yazılarla, süslü bir evde
toplandılar. Ne zamandır böyle edebî toplantıların hasretini çekiyorduk. Profesör Şekip Tunç, Profesör Ali Nihat
Tarlan, Profesör Sabri Esat Siyavuşgil, İsmail Habib Sevük, Şükûfe Nihal, Reşat
Ekrem Koçu, Raif Ongan, Refıi Cevat Ulunay ve daha bir çok muharrir hep orada idiler.
Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Nezihe Araz ve Sofi Huri tarafından üstadları Ken’an Rifâî'nin hayatı ve eseri hakkında
neşrettikleri eserden bahsedildi, tenkidler yapıldı, temennilerde
bulunuldu."
Ken’an Rifâî'nin şahsiyeti üzerinde duran
Perin, yazısının sonunda dört hanım yazarın bugüne kadar mütevazı bir şekilde
çalışıp yazılar ve kitaplar yazdıklarını, ancak -kendisini de eklediği
eleştirmenler tarafından görmemezlikten gelindiklerini belirterek, bunu telafi
edeceklerini söylüyor yazısının sonunda: "Ken’an Rifâî'yi bize tanıtan ve
yukarda adlarını zikrettiğim dört kadın muharrimiz de tıpkı üstadları gibi,
bugüne kadar sessiz sedasız çalışmışlardır. Neşrettikleri eserlerde umumiyetle
mistik bir hava esmekle beraber, derin bir kültüre dayanan tahliller ve
düşünceler de vardır. Biz münekkidler, onları şimdiye kadar her nedense ihmal
etmişiz!... Fakat bundan sonra borcumuzu ödeyeceğiz, kendilerini rahat
bırakmıyacağız."
Cevdet Perin'in ikinci yazısı Hafta
dergisinin "Kitaplar Arasında" sütunun da yayınlanır.
Aynı konu üzerinde duran Perin, "dört tanınmış muharrir tarafından
hazırlanan" eserin "tefekkür hayatımızda bir hâdise teşkil edecek
kadar mühim" olduğunun altını çizer.
Necdet Evliyagil de Cumhuriyet'in
"Yeni Eserler" sütununda "Ken’an Rifaî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık" kitabı üzerinde durur. Ken’an Rifâî'nin çizilmiş bir
resminin de yer aldığı iki sütunluk yazıda Evliyagil, kitabın tanıtım
toplantısına hocası Cevdet Perin'in refakatinde katıldığını belirttikten sonra
bu tür mühim eserler hakkında daha fazla yazılar yazılması gerektiği üzerinde
durur. Necdet Evliyagil'e kulak verelim:
"İstanbul'da dört kadının bir araya
gelmesi neticesinde, ortaya güzel bir eser çıkmıştır. Dört kadın muharririn,
bir yıldan fazla bir zaman, didinerek, uğraşarak; uzun bir çalışma devresi
sonunda vücuda getirdikleri bu eser, biyografik bir veçhe taşımakla beraber;
hepimizin içerisinde mevcud olan mistik bir âlemi canlandırması bakımından
mühimdir.
Bundan bir ay kadar evvel, Edebiyat
Fakültesi profesörlerinden hocam Cevdet Perin, beni, Fatih'te, sanatkârların
bir araya geldikleri güzel bir eve götürdü. Burada, dört değerli kadın
muharririmizle tanıştık ve bu dört kıymetli kalemin meydana getirdiği eser
üzerinde görüştük.
Samimî bir hava içerisinde geç vakte kadar
devam eden bu toplantıda, profesörler ve tanınmış muharrirlerimiz de vardı.
Hepsi de, kendilerine on gün evvelden verilen, yeni eserin mükemmelliğinden
bahsettiler ve kadın yazarlarımızı tebrik ettiler. Hattâ, çaylarımızı
yudumlarken bile, değerli profesörlerimizle ilim adamlarımızın eser hakkındaki
sitayişkâr sözlerini dinledik." Evliyagil, daha sonra kitabın muhtevasına
dönüyor ve, "Eserin sahifelerini çevirdiğimiz
zaman, gerçek medeniyetin, bir ruh ve his medeniyeti olduğunu; hakikî değerlerin
ise, manevî değerlerden ibaret bulunduğunu anlıyor ve bu hava içerisinde; sanki
bir rüya âlemindeymiş gibi, kitabı bitiriyoruz." değerlendirmesini
yapıyor.
Zeria Karadeniz de Son Saat'tin
"San'at Hareketleri" sütununda "Bir fikir etrafında toplanan dört
kadın"ı ve "Ken'an Rifâî”yi ayrıntılı bir biçimde kaleme alır.
Mürşidin bir ressam tarafından çizilmiş resminin yer aldığı makale şu satırlarla
başlar:
"Edebiyatımıza değerli romanlar
kazandırmış bulunan Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol ile arkadaşları Nezihe Araz ve
Sofi Huri, bu dört münevver Türk kadını, nevi şahsına mahsus bir mütefekkir
olan Ken’an Rifâî'nin şahsiyetine bereketli bir aydınlık getiriyorlar. Dört
seçkin kalemin, derinlere doğru dalışları, diğer kıymetlerinden başka bize
olgun bir terkip haysiyetine kavuşturulmuş bir monografi kazandırıyor."
Kitabın birinci etüdüdünü müşterek olarak
kaleme alan Sâmiha Ayverdi ve Nezihe Araz'ın yazılarına temas eden Karadeniz,
daha sonra Safiye Erol'un etüdüne döner: "İkinci etüdde, Safiye Erol,
mütefekkiri, ruh plânında ifşa ederken, mevzuyu sonuna kadar tüketmenin
hazzını tatttırıyor." Makalenin sonlarına doğru yazarımız, "Türk edebiyatına
'Ciğerdelen'le unutulmaz bir roman kazandıran Safiye Erol gibi bir entelektüel
san'atkâr" denilerek övülür."’ Bütün bu yankılar
Safiye Erol ve diğer üç hanım yazarın müşterek ve önemli eserinin muhtevasını
ve çapını kamuoyuna yansıtır.
Ayasofya Hüznü...
"Ah ey sanem!..." diye başlar
bir yazısı Safiye Erol'un. Bir Ramazan gecesi Sultanahmet Camii ile Ayasofya'yı
karşılaştırır bu makalesinde yazar. Sultanahmet'in göz kamaştıran haşmetini
dile getirirken Ayasofya'nm mahzunluğunu fark eder:
Politik düşünmediğini belirttiği bu makalesinde
herhangi bir grubun veya cemâatin sözcüsü olarak değil ama bir aydın olarak
Ayasofya'nın derdini anlamaya çalışır:
RAHMET AĞACININ NURLU MEYVELERİ
Safiye Erol'un son kitabı "Çölde
Biten Rahmet Ağacı". Yazarın adeta yaşadığı yıllar boyunca
biriktirdiklerinin hayırlı bir meyvesi olan eser, 1962 yılı Ramazan ayı boyunca
Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. İlk tefrika 4 Ocak, otuzuncu ve son
tefrika 3 Şubat tarihini taşır. Erol, burada Hazret-i Peygamber'in hayatından
bazı safhaları akıcı üslûbu ile anlatmaktadır. Yazarımız, başlangıçta iki kısım
olarak düşündüğü eseri, daha sonra rahatsızlandığı ve ömrü vefa etmediği için
tamamlayamaz.
2001 yılına kadar basılamayan ve gazete
sayfalarında tefrika halinde kalan eser, 1974 yılının sonlarına doğru Halil
Açıkgöz tarafından elle istinsah edilerek hazırlanır. Safiye Erol'un vefâtının
onuncu yılına girilmiştir. Eseri tefrika
edilirken okuyan nesil henüz hayattayken kitabın yayınlanmasını arzu eden
Açıkgöz, buna imkân bulamaz. 39 yıl sonra da Safiye Erol Külliyatı arasında
yerini alır. Açıkgöz’ün el yazısıyla yayına hazırladığı eser, uzun yıllar
sırasını bekler.
Kitabın ilk tefrikası "Hazret-i Halil
İbrâhim (a.s.)" ile başlıyor:
"Allah'a şükür olsun, Peygamberimize
salât ü selâm olsun, dinimiz alanındaki bâzı düşünce ve duygulanım derlemek,
denetlemek, din kardeşlerime sunmak için niyetlendim kalkındım, erenler eli
üstümde olsun.
İslâm ulularının perçinlediği gerçeğe göre
Cenâb-ı Hak ilk önce (Nûr-ı Muhammedi) dediğimiz cevheri, sonra o cevher uğruna
bütün kâinâtı yarattı. Celâl ve Hayat sıfatlarının hem düğüm, hem harman kabı
diye dem'i yarattı, dedi ki, (Lakad halâknal insâne fî ahsen-i Takvim) yani,
biz insanı pürüzsüz, çarpıksız güzellik kıvamında model ettik, dem vücut bulur
bulmaz Hak Yaradan onun alnına Muhammed nûrunu koydu. Süleyman Çelebi Mevlit'te
şöylece anlatır:
Kıldı ol nûr
onun alnında karâr
Kaldı onun ile
nice rûzigâr
Şit Peygamber'e İbrahim ve İsmail'e, dâima
lâyık olandan lâyık olana geçmek sûretiyle devretti."
Yazar, burada sadece siyer bilgileri
vermekle kalmaz. Asr-ı saadet ile günümüz arasında da mukayeseler yapar. Sosyal
hayatımıza geçmişten ışıklar düşürür. "Ebû Tâlib"e dâir yazının ilk satırları şöyle başlar:
"İslâm dünyâsına bakıyorum da
görüyorum ki, hiçbir şey değişmemiş, Ebû Cehil'i, Ebû Süfyan'ı, Hind'i,
Akabe'si hep yerli yerinde. Hatice'si, Ali'si, Veysel Karânî'si, Ebû Bekir,
Ömer, Hamza, Sâbit oğlu şâir Hassan, İbî Vakkas oğlu Sa'd... Evet onlar da
yerli yerinde. 'Vahiy' iklimi ebedîdir, muhalif rüzgâr da öyle. İslâm'ın binâsı
dâima hücûma mâruzdur, durmadan inşâ edilişi de devamda. O da öyle:
Mikroplardan ve hastalıklardan hayat hamlesi süzmesini bilen bütün sağlam
bünyeler gibi İslâmiyet, târiz taşlanın havadan kapmış, onları boyuna bosuna,
cinsine ve ağırlığına göre istif etlikten sonra kendi binâsında yapı malzemesi
olarak kullanmıştır."
"Gaziler Helvası"nda da 'gaza'
kavramına farklı bir yaklaşım sergiler yazar: "Zaman değişti. Gazâların sûreti
de değişti. Cihat emri ebedîdir; o değişmedi... Zinhar yanılmayalım. Allah
bizi gafletten korusun; millet olarak, aile olarak, fert olarak ne vakit güç
bir durum gelip çatarsa bilelim ki, Resûlullah bizi gazâya emrediyor.
Düşmanlarımıza kalsa bizden her şeyi, anamızın ak sütünü bile nez'etmek
isterler. Derler ki, biz kıyâmete kadar elimiz, böğrümüzde kalalım. İslâm'ın
aktif pasif prensiplerini icâbına göre kullanacağız. Pasif prensip, yahut sabır
ve tevekkül, gizli harp mânâsınadır. Kudret kıvâmını bulasıya kadar sır
perdeleri altında gelişmektir. Aktif prensip ise açık harptir. Her halde ve
dâima (Câhedû fî'sebîlullah) Hak uğruna savaşı nız."
Safiye Erol'un "Hicret" yorumu
da çok duygulu ve güzel: "Hicret tâbiri bana öyle tesir eder ki,
derinliğine inemeyeceğim bu mânâ karşısında dalar dalar giderim. Çünkü İslâm
târihi hicretle başlar, Peygamberin doğumu ile, Cebrâil a.s.'ın gelişi ile,
miraçla olduğu kadar, hicretle başlar."
Çölde Biten Rahmet Ağacı’nın son tefrikası
olan Hicret, şu satırlarla sona erer:
"Sanki şerefli Mekke, taunla ateşle
cezalandırılan Ad ve Semut kavmin kinden beter bir kader cilvesinden kendini
can havliyle çekebildi. İslâm'ı kabul ve İslâm'a vefâ murahhasları olarak seçme
kahramanlarını muhâcir gönderdi. Yâ Rabbî, nedir bu ayrılıklar, Mekkeler,
Medîneler, Şamlar, Küfeler, ehl-i sünnetler, şialar, türlü türlü fırkalar ve
mezhepler. Her gelişmenin bir sevişmeye ve çatışmaya bağlı oluşu senin bir
İlâhî hikmetinmiş, bilebilseydik... Bütün tecellîlerin baştan sona lutuf, ister
doğrudan doğruya ister kahır yoluyla, yine de lutuf olduğunu sâdece anlamak
değil, rûhumuza mâl, varlığımıza (hâl) edebilseydik.
Fetebârekâllahû ahsenülhâlikîn."
Yarım hâliyle dahi okuyucuyu zaman zaman
hüzünlendiren samimî bir heyecan ve içten bir üslûbun görüldüğü "Çölde
Biten Rahmet Ağacı" hak kında bir değerlendirme yapan Zeynep Uluant,
Safiye Erol için "Bir eli Asrı Saadet'te bir eli
yirminci asırda, iki zaman arasında irtibat kuruyor gibidir" demektedir.
Dünya tarihini, yaratılışın hikmetini
anlatan Erol, kitabın bir yerinde muhteşem sema altında gelip geçen önderlerin
hangi muhitlerde yetiştiğine dikkat çeker:
"Peygamberlerin,
büyük liderlerin, efsane kahramanların tecelli noktalarına dikkat edersek,
hepsini soysuzlaşmaya yüz tutmuş bir kültürün tehlike sınırlarında boy verir
görürüz. Artık siyâsi teşkilatın, sosyal intizâmın, ahlâk düzeninin yeniden
tertiplenmesi, insanın bir başka formaya girmesi zamanı gelmiştir. Zıt
prensipler kıyasıya birbirine düşer. Bir yanda Firavun bir yanda Mûsâ, İslâm'ın
tevhid gözüyle bakılınca o zıddiyet de ortadan kalkar, müspet ile menfiyi
vâsıta gibi kullanarak kendince matlub bir kıvam ve benzeri mefhumlarda perde
edemez artık. Âsâr silinir, sıfat da öyle. Gönül bile erir kaybolur zât
kalır."
Sevgi, kalp ve muhabbetin kaynaklarına
inen Safiye Erol, Hazret-i Peygamber'in ışığında gerçek aşkı, hakiki sevdâyı
şöyle târif eder:
"Kimse kimseye bir şey anlatamaz,
bunu herkes kendi ruhunun harîminde tatmalı. Hayatta sevdiklerimizle bir başka
türlü göz göze gelinip ulûhiyet alınıp verdiğimiz mukadder anlar vardır ki
sonradan beşeriyet tesiriyle bunları bazen yıllarca süren inkisarlar,
hicranlar takip eder. Ama bütün o perakende vuslatlar mürşide yani kendi
cevherini dışarıda ifade eden yüksek prensibe yol bulmak mazhariyetine ererse
bütün o muhabbet sızıntıları, bütün o perakende vuslatlar onun simasında
kristalize olur. Artık sağa sola maktadır:
"Batı tefekkürü ve edebiyatı ile
Almanca ve Fransızca'ya da son derece vâkıf olan yazarımız, İslâm tarihinin
odak noktasını anlattığı bu eserinde o cepheden de son derece yerinde misaller
ve kıyaslarla değişik bir perspektif sunmaktadır."
Safiye Erol, 1950'li yılların tanınmış
gözde kadın yazarlarındandır. Resimli Hayat'tan Hekimoğlu ve Araz (Bu imza
muhtemelen Müşerref Hekimoğlu ve Nezihe Araz'a ait olabilir) imzasıyla
yayınlanan "Kadın Romancılarımız
Matbaamızda" başlıklı uzun değerlendirmede dergiye dâvet edilen kadın romancıların
düşünceleri, temennileri ve fotoğrafları geniş bir şekilde yer alırken Safiye
Erol'un burada yalnız olarak bir, Sâmiha Ayverdi ile birlikte bir ve diğer
kadın romancılarla birlikte toplu olarak da bir olmak üzere üç fotoğrafı
yayınlanır. Ayverdi ile Safiye Erol'un birlikte çekilen fotoğrafının altına
"Ken’an Rifâî adlı eserin iki yazarı bir arada. Safiye Erol ile Sâmiha
Ayverdi hususî hayatlarında da daima beraber olan iki arkadaştır"
sözlerine yer veriliyor. Safiye Erol, fotoğrafının altındaki şu satırlarla okuyuculara
tanıtılıyor:
"Cumhuriyet okuyucuları Safiye Erol'u
da iyi tanırlar, eserleri kitap halinde çıkmadan önce Cumhuriyet gazetesinde
yayınlanmıştı. Safiye Erol, 'Ciğerdelen', 'Kadıköyünün Romanı', 'Ülker
Fırtınası' romanlarının yazarı, zamanda 'Ken'an Rifâî' adlı eserin dört kadın
yazarlarından biridir. Almancayı da Türkçesi kadar iyi bilir, Almanya'da
felsefe tahsili yapmıştır."
15 Şubat Pazartesi günü gerçekleşen bu
tarihî ziyarette bulunan kadın romancılar Mebrure Alevok, Cahit Uçuk, Sâmiha
Ayverdi, Muazzez Tahsin Berkand, Rikkat Köknar, Safiye Erol, Bedia Altınay ve
Şükûfe Nihal’dir.
Romancılara kalemleriyle geçinip
geçinemedikleri sorulur. Her yazar, kanaatini belirtir. Mebrure Alevok'un,
"Acaba biz kalemimizle geçinmek için mi yazdık?" sorusuna Safiye Erol
şu karşılığı verir:
"Suali
şöyle vazedelim, diye söze karıştı. Türkiye bir müellifi besler mi, beslemez
mi? Tarih bize şunu gösteriyor: Ahmet Midhat Efendi, Hüseyin Rahmi kalemleriyle
geçinen müelliflerdi. Bugün Refik Halid'in de yazı yazarak geçindiğini
biliyoruz. Demek ki halkın taleplerine cevap veren eserler para getiriyor.
Bence bir müellif kendi kendine şunu sormalıdır: Halka mı hitabedeceğim, sanat
endişesiyle mi hareket edeceğim?"
"Dergimizi nasıl görmek
istiyorsunuz?" sorusuna cevap verenler arasında Safiye Erol da var. Zaten
yazının son bölümü de ona ait konuşmadan oluşuyor:
"Toplantımız Safiye Erol'un bir
bilmeceye benzeyen temennileriyle sona erdi: Derginizden ne istemiyorum ki,
dedi. Şarklıyım, şarkı isterim, garpla ilişiğim var, garbı isterim. Maziden
isterim, tasavvuftan isterim, bunun yanında günün cereyanlarından, hattâ geleceğin
atomik hayatından bir şeyler isterim. İnsan ruhu o kadar karışık ki,
istediklerimin içinden ben bile, çıkamıyorum. Gelin siz çıkın!.."
Safiye Erol, sessizce ve yaşadığı gibi
sade bir şekilde bu dünyamızdan çekilip gider. Ardından gürültü koparmadan göç
eder sonsuzluk ülkesine. Takvim yapraklan, 1 Ekim 1964'ü gösterirken her fâni
insan gibi Rabbinin "Dön" emrine uymuştur. Anlı şanlı yazarlar,
gazeteciler, devlet adamları cenazesine gelmemiştir. Birkaç vefalı dost, birkaç
inanmış adam, hepsi o kadar. Onu çok seven ve fikirlerine değer veren kendisi
de bugün öte dünyanın bahçelerinde yaşayan Mehmed Çavuşoğlu, vefatına şu tarihi
düşer:
"Ne âlemdir bu kim levh-i basarda
Felâket her yanın devr etti dehrin
Hafâdan ansızın bir rüzgâr esti
Gül-i nâdîdesin incitti dehrin
Safiyye safvetiydi gitti
dehrin."
Akif in mısraını hayatı boyunca yaşamıştı o: "Sessiz yaşadı, kim onu
nereden bilecekti." Yakınlarından öğrendiğimize göre,
ölümünden sonra pek gelen giden olmaz. Basın, demek ki o zaman da gerçek
sanatkârlara gereğince ilgi göstermiyormuş. Vefatından sonra matbuatta
yeterince yazının yer aldığını söylemek zor. Yaşarken, romanlarını tefrika
eden, yazılarına yer veren ve bu sayede okuyucu kazanan gazeteler, ölümünden
sonra yazan tamamen unuturlar. Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Emel Esin ve Tarık
Buğra gibi birkaç sadık dostu hariç kendisinden pek söz eden olmaz. Karacaahmet
Kabristanlığı Mezar Defterinde Safiye Erol'un 62 yaşında kalpten öldüğü
belirtilirken mezar yeri 1. Ada 4975 olarak tesbit edilir.
SAFİ NİN ÖLÜMÜ
Safiye Erol hakkında yazılan keder dolu
yazılardan biri değerli bir kadın yazar olan Emel Esin'e ait. Romanlarının
tefrika edildiği Yeni İstanbul gazetesinde 7 Ekim 1964 tarihinde yayınlanan bu
yazıda, Erol hakkında birkaç hâtıra anlatılır. Yazının başlığı ise "Sâfî'nin Ölümüdür". Erol'un
cenaze namazını ve ölümünü geniş bir şekilde tasvir eden Esin, Türk kültürünün
yazarın bilhassa "Ciğerdelen" isimli eserinde kendisini gösterdiğini
ifade ettikten sonra onun Edirne'ye olan hasretini dile getirir. "Safiye
Erol hakkında birkaç hâtıra" alt başlığıyla sunulan "Günün
Yazısı" şöyle başlıyor:
"Selimiye Camii'nin çınarlı
avlusunda, musalla taşı üstünde bir tabut yatıyordu. Tabutun yeşil örtüsünde
sırma ile şu âyet yazılı idi: 'Her can ölümü tadar. Ve, O'na döneceksiniz.'
Tabutun baş tarafına yeşil renkte ve pembe oyalı bir yemeni serilmişti. Üç
pembe karanfil, bir dost eliyle örtüye iğnelenmişti.
Çınar ağaçlarının gölgesinde yatan tabut
yalnızdı. Tek şahidleri, bir sed üzerine dizilmiş mezar taşları, yüksek oylu,
başlarında kavuk ve fes taşıyan ecdâd mezarları idi.
Yavaş, yavaş, ikişer
üçer, kadınlar gelmeğe başladı. Musallâ taşının yanında ayakda durdular veya
yere oturdular. Kadınların kimi dua ediyor, kimi ağlıyordu. Fısıltılar da
vardı: 'Yalnız yaşardı?' 'Hasta değildi.
Birdenbire, dün gece beyninde bir damar çatlamış.', 'Karacaahmed'de yatan
anasının yanına gömülmek istermiş ama yer yok diye izin vermemişler.' Biri diğerinin kulağına
doğru eğildi: 'Anasının mezarı başındaki çınar hemen
devrilmiş, ona yerini vermiş. Gönül ne yapmaz ki!'.
İlk mektepten çıkan kara önlüklü küçük
çocuklar yaklaştı: 'Kadınmış meğer', 'Ne
için öldü?' 'Ölüm de nedir:', 'Sus, Maniakue!', 'Susmaya cağım işte. Söylesene
be, ölüm nedir?'
Titreyen çınar
yapraklarının üstündeki semâ cihetinden gelen müezzinin sesi ikindi ezanını
okudu. İki nefer, ölmüş hanımın tabutunun başı ve ayağı hizâsında saygı
vaziyetinde durdular. Kalabalık olmayan bir cemaat saf bağladı ve cenaze
namazı kılındı. En nihayet, imam cemaati dönerek dedi ki: 'Ölümün ebedî hayatın
kapusu olduğuna inanan ey müslümanlar, şimdi Allah’ın karşısına bu çıkan
hakkında nasıl şehadet edersiniz? Meyyite'yi nasıl bilirsiniz?'
Cemaat hep bir
ağızdan 'İyi, iyi' derken, başlar yere eğildi ve her hayalde Safiye Erol
canlandı."
Yazısında, "Safiye Erol'un kılıcının
bir parıltısı 'Ciğerdelen' oldu Bizim neslimiz için, 'Ciğerdelen' bir dönüm
noktası idi. İşte millî kültür ölmemişti." diyen Emel Esin, romancının
hayatının akşamında, olgunluk çağında "sevimli, mütebessim ve sâkin"
göründüğünü belirterek "Büyük göz kapakları altında zekâ ile parlayan elâ
gözleri vardı. Görünüşüne çok itinâ ederdi." diye devam ediyor.”
Yazarın mensup olduğu Türk toplumuna aktif
şekilde hizmette kusur etmemeye gayret gösterdiğine dikkat çeken Emel Esin,
“Sâfî”nin bilinmeyen yönlerinden de bahseder:
"Bir de gizli hayatı vardı. Hayatının
son senesinde, sevdiği Edirne'yi ziyaret etmiş ve i'tikâfa çekilmişti. İ’tikâf
mahalli çocukluğunu geçirdiği evin bulunduğu Selimiye mahallesi idi. Üç
senedir, Safiye Erol, 1 Ekim gecesi mevûd ölümle rastlaşacağı Karlık
bayırındaki apartmanda oturuyordu. Geniş odalar ve bir balkondan mürekkep
apartmanın duvarlarında bir Dürer gravure'ü, bir Japon estampe'ı, ve
Nakşibendî dervişlerinin raks ayînini gösteren bir İslâm minyatürü asılmıştı.
Kütüphanesinde, bilhassa Türk mutasavvıflarının eserleri vardı. Bir felsefe
talebesinin mütevazı odasından pek başka olmayan bu apartman, Sarayburnu'nu
seyrederdi. Penceresinin önüne, denizin ötesinde, Fetih'ten beri birbirini
tâkip eden tarihimizin vekayı silsilesi gibi, İstanbul'un büyük camileri
dizilmişti.”
Esin, yazısının sonuna doğru, "Kur'an
'Kimse ölüme rastlayacağı yeri bilmez' buyuruyor. Safiye Hanım, bu yerin ölüm
sahili olduğunu belki hissetmişti. Yeni İstanbul'da intişar eden son makaleleri
sırasında, son yılda yazdığı mektuplarda, kendi hayatının muhasebesi ile
meşguldu" diyerek Erol'un ruh portresini ve son çalışmalarını dile
getirir.
Hakkında
Safiye Erol alelade olandan uzak dururken
sürekli harikuladeyi dile getirmektedir. Yazar aşkın derinliklerine, insan
ruhunun karanlık labirentlerine, en ince ve mahrem noktalarına ulaşmak;
yüceliğin ve düşüşün bütün merhalelerini çizmek arzusundadır.
MUSTAFA KUTLU
Edebiyat tarihimizin bir başka adı
“nankörlük tarihi” olabilir. Adı hiç
bilinmeyen, hakkı en fazla yenmiş olan bir yazar var; Safiye Erol. Aşkı en iyi
anlatanlardan biri.
SELİM İLERİ
Bu kadar iyi
yazmayı bilmiş bir kadını ben-ben derken, pek çoğumuzu kastediyorum tabiiniçin
bilmiyordum? Niçin Türkiye de kimse -yani pek çoğumuz Safiye Erol adında bir
yazardan haberdar değildi.
MURAT BELGE
Safiye Erol, Âdem ile Havva'dan beri
istisnasız sürüp gelen, gene istisnasız olarak kıyamete kadar sürecek olan
insan macerasını pek güzel ve en doğru şekilde hükme bağlamıştı.
TARIK BUĞRA
Safiye Erol çağımızın avare ve vefasız
çocukları için fazla gelen bir dozdu.
NEZİHE ARAZ
Kaynak: Mehmet
Nuri Yardım SAFİYE EROL KİTABI, Benseno Yayınları, Nisan 2003 ,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar