Safiye EROL MAKALELER
Kızlarımız Safiye Erol
Hanımefendiyi tanımıyorlarsa kendileri için çok büyük eksiklik olduğunu
bilmelidirler. Onun eserlerini mütalaa
etmek veya bir kere göz atmak dahi bir bahtiyarlıktır.
Aslanın dişisi de olur
diyebileceğimiz, bu kadın efendinin ve arkadaşlarının yerleri ne yazık ki boş
kaldı.
“Bu kadar
iyi yazmayı bilmiş bir kadını ben-ben derken, pek çoğumuzu kastediyorum tabii
niçin bilmiyordum?
Niçin
Türkiye de kimse -yani pek çoğumuz Safiye Erol adında bir yazardan haberdar
değildi.”
MURAT BELGE
Alman filozoflarının beynelmilel şöhret bulan en mühim sîmâlarından biri
şüphesiz "Schopenhauer"dır. "Goethe" ile hem-asır olup
zamânını belâgatı ile âdetâ teshir eden ve hattâ muarızlarının bile seve seve
okuttukları "Schopenhauer"un felsefesinden kadınlara dâir bir faslı
muhtasaran arz ediversem beyân edilen fikirlerin, husûsiyle hanım kâriler
nezdinde kısmen, haklı olarak itiraz uyandıracağına eminim. Pek kuvvetli
atılan bir güllenin hedefi aşması gibi filozofumuz da her halde mütâlâasında
fazla ileri gidiyor. Lâkin kadın kusurlarını âşinâ bir gözle görüp haşin bir
ifâde ile önümüze dökerken bâzı nâ-revâ isnâdâtı arasında bir çok hakikatler
tezâhür ediyor ki mütefekkirimiz bunları çamurlar arasından altın habbeleri
ayıklar gibi tefrik edip kendine mâl edecektir. ''Schopenhauer" diyor ki:
Kadının hâricen şeklini temâşâ etmek bile kendisinin ne maddî, ne mânevî
hiç bir mühim faâliyete nâfî olmadığını isbata kâfidir. Kadın hayat borçlarını
faâliyet ile değil, tahammül ile çocuk doğurma ıztırâbına, çocuk yetiştirme
meşakkatlerine mâdûnu olduğu erkeğin hâkimiyetine tahammül ile öder.
Çocukluğumuzun iIk devrinde kadınlar mürebbîliğe neden bu kadar muvâfıktır?
Çünkü kadın da çocuk huylu, kısa mantıklı bir mahlûk, sözün hülâsası yaşadığı
müddetçe büyük bir çocuk, âdetâ erkek ile çocuk arasında vasati bir kademe
teşkil eder.
Kızlara gelince tabiat bunları bütün müstakbel hayatlarından iâreten bir
kaç senecik için o kadar melâhat ve letâfetle süsler ki bunlar bir erkeğin
muhayyilesinde şiddetle yer tutup bütün ömürlerine âit mes'ûliyeti erkeğin
sırtına yüklemeğe, yâni onu izdivaca sevk etmeğe muvaffak olurlar. Demek ki
tabiat yaşamak için her mahlûka esliha ve vesâit bahşettiği gibi kadına dahi
râhat temini için güzellik vermiştir. Fakat burada da her yerde olduğu gibi
tabiatın amansız cilvesinin tecellîsine şâhit oluyoruz. İlkah olunduktan sonra
kanatlarını kaybeden karınca dişisi misilli kadın bir veya bir kaç lohusa
döşeğinden kalkınca güzelliğini elden kaçırmıştır. Bu sebepten kızlar zâhiren
memuriyet ve şâire gibi meşgalelerine her ne kadar ehemmiyet verir görünürse
görünsünler, ruhlarının en mahrem derinliklerinde besleyip büyüttükleri fikir
budur: Aşk! Ve aşka yardım edecek vâsıtalar, tuvalet, dans ve şâire...
Bir şey ne derece asil ve mükemmel ise o nispette yavaş kemâle vâsıl olur.
Erkekteki idrâk kuvveti yirmi sekiz yaş sularında olgunlaşırken kadının on
sekizinde mantık ve mânevi kuvvetlerinin son derecesine vâsıl olduğunu
görürsünüz. Lâkin bu mantık da ona göredir: Yâni kısa! Kadınlar çocuk gibi yalnız
yakını görür ve hâl içerisinde yaşarlar. Mantık sâyesinde mâzi ve istikbâli
dahi nazar-ı itibara alıp hâl-ı hazırı böylece müteaddit taraflardan tenvir
etmek onlara vergi değildir. Kadın mânevi mânâsıyle bir
"miyop"tur ki yakını keskin bakışıyle görür. Buna mukâbil bakış sâhası gâyet küçük olup uzak şeyler bu sahaya dâhil
olamaz. Meselâ kadınlardaki israf arzûsuna bakınız! Adetâ erkeğin vazifesi
para kazanmak, kendi vazifeleri de bu parayı sarf etmek zannediyorlar. Lâkin
kadınların ileriyi düşünmeyip bugün bugündür demelerinde bir de iyilik vardır
ki, istikbâl düşünceleri ile bulutlanmayan zihinleri hâl-i hazırın zevkinden
lâyıkıyle hissedar olduğundan şen yaşarlar ve bu şenlik ile erkeğin
üzüntülerini def etmeğe muvaffak olurlar. Aynı sebeptendir ki kadınlarda
merhamet ve şefâat hisleri erkeğe nispeten daha kuvvetli hüküm sürer. Lâkin
adâlet ve istikâmet yolunda erkekten kat kat geridirler. Kadının zayıf olan
idrâk kuvveti üzerinde ancak hâl-i hazırda mevcut ve maddî bir şekilde tezâhür
eden şey bir tesir uyandırır. Erkekler gibi bir mefkûre, naariye veya kat'î
karar şevkiyle hareket etmek kendilerince mümkün değildir. Kadının en büyük
kusuru adâlet hissinden mahrum olmasıdır. Bu kusurun sebebi bir yandan kadının
idrâk kuvvetince düşkünlüğü, diğer taraftan zayıflığı yüzünden kuvvet ile değil
hile ve desise ile mücehhez bulunmasıdır. Arslana pençe, file diş bahşeden
tabiat kadını da -akılca ve bedence erkekten geri olan kadını-müdâfaası için
sahtekârlık ile silâhlandırmıştır. Sahtekârlık, zeki olsun, ahmak olsun, her
kadının öz malı ve fârik-i alâmetidir. Mezkûr hayvanlar bir hücum karşısında
nasıl tabiî silâhlarını müdâfaa için kullanırlar ise, kadın da fırsat düştükçe
kurnazlık ve sahtekârlık vâsıtasıyla müşkil bir vaziyetten sıyrılmaya çalışır.
Bu yüzden kadın kendisine karşı sahtekârlık göstermek isteyince derhal işi
çakar. Kendilerini bu vâsıta ile mat etmeğe çalışmak budalalıktır. Darb-ı mesel
diyor ki: İpekçiye iplik satılmaz.
Erkekler yekdiğerine karşı lâkaydî ile mütehassis oldukları halde kadınlar
arasında tabiaten düşmanlık hüküm sürer. Bir erkek ile diğeri arasında husûmet
görüldüğü zaman bunun âmilini bir rekâbette -meselâ meslek sâhasında ve
sâirede-aramalıdır. Lâkin bütün kadınların bir tek hakîkî mesleği ve
meşgûliyeti olduğundan, yâni cümlesi için erkeği çekmek ve bağlamak başlıca
fikri bulunmak îtibâriyla bütün kadınlar birbirine düşmandırlar. Sokakta bile,
bilmem dikkat ettiniz mi, nasıl bakışır ve nazarları ile ölçüşürler.
Sonra erkek rütbe îtibâriyla kendisinin mezuniyetine yine bir dereceye
kadar insâniyet ve hürmet gösterir iken kibar kadınların aşağı tabakaya mensup
hemcinslerine karşı aldıkları tavır insanı âdetâ iğrendirir. Evet, bir erkeğin
yüksek veya alçak bir sınıfa mensup olması için bir çok şerâit ve evsâf îcap
ederken kadınlarda yalnız bir tek canlı nokta vaziyeti tespit eder: Kadının
hangi erkeği elde edebilmesi. Çünkü yüksek tabakaya mensup bir erkeği avlayıp
halkaya geçiren bir kadın, aslında halayık bozuntusu bile olsa, hanımefendilik
rütbesine yikselir. Binâenaleyh tekrar edelim: Kadınlar tabiatın kânunu
mûcibince bir tek meslek peşinden koşarlar ve bu itibarla birbirlerine pek
yakın, yâni meslektaştırlar ve yekdiğerinin fevkine çıkabilmek için zevçlerinin
rütbe ve kudretleri ile kuşanıp kocaları daha ehemmiyetsiz olan kadınlara etek
öptürmek isterler.
Gelelim kadınların güzelliğine:
Kısa boylu, dar omuzlu, geniş kalçalı, bacaksız kadınlar cinsini
"cins-i lâtif' tesmiye edebilmek için bir erkek dimağının ihtiras ile
bunalmış olması lâzım gelirdi. Esâsen kadın güzelliğinin bütün sırrı da bu
ihtirasta saklıdır. "Cins-i lâtif' olmak kadınlara ne uzak! Şiir olsun,
mûsikî olsun, güzel san'atlardan hiçbiri için derin bir kabiliyete sâhip
olmayan kadınlar ancak işvebazlık ve beğenilmek arzûsuyla san'ata
meclûbiyetlerini iddiâ ederler. Çünkü kadınlar her hangi bir meseleyi
"objektif” bir alâka ile tâkip edemezler. Şu sebepten: Erkek ya
idrâk etmek veya mağlup etmek sûretiyle hayâta doğrudan doğruya hâkim olmaya
çalışır. Lâkin kadının hâkimiyeti erkek vâsıtasıyla mümkün olup kadın ciddî
olarak yalnız erkeğe alâkadardır. Diğer bir mesele ile iştigal bile bunu erkeği
avlama için bir vâsıta telâkki etmesinden ileri gelir. Meselâ birçok kızların
mûsikî öğrenmeleri izdivaç piyasasında kıymetlerini yükseltmek arzûsundan
doğar. J. J. Rousseau'nun dediği gibi:
"Kadınlar ekseriyetle san'atı sevmezler ve anlayamazlar, dehâdan nasip
almamışlardır." Konser, opera veya tiyatroda kadınları tetkik ettiniz mi? En nefis bir
parça karşısında nasıl lâkaydî ile çene çalmaktan geri kalmazlar. Meğer kadim
Yunanlılar tiyatrolarına kadın sokmamakta pek haklı imişler.
Dehâdan mahrum olan kadınlar ancak erkeğin rütbe ve saltanatına iştirak
sûretiyle yükselebildikleri için ondaki mevki hırsını körüklemekten bir an geri
kalmazlar. Yine bu mânevî yoksullukları sebebinden kadınların bu günkü cemiyet
hayâtında saltanat sürmeleri cemiyet için ehemmiyetli bir tehlikedir. Kadınlar
her hususta geri kalmış olan "ikinci" cinsi teşkil ederler ki onların
zâfiyetini nazar-ı itibâra almak mubahtır. Lâkin kadınlara zâfiyetleri için
hürmet göstermek sersemlik olur.
Her halde öyle anlaşılıyor ki tabiat beşeriyeti iki kısma tefrik ederken
çizgi ortadan geçmemiş. Bu tesâvisizliği takdir etmiş olan şark milletleri ve
kadim Yunanlılar kadına (Çizmeden yukarı çıkma) sözü mûcibince lâyık olduğu
mevkii vermiş iken biz, şimdiki Garplılar, taabbüd ve perestişimizle kadınları
o derece şımartmışızdır ki Hindistan'ın mukaddes maymunları gibi kendileri de
lâhûtîliğine inanıp her şeyi ama her şeyi kendilerine mubah görüyorlar. Garp'te
hâl-i hazırda "dame" tesmiye edilen kadın şimdiki halde sahte bir
vaziyette yaşıyor, biz de bu uygunsuzluğun neticelerine kâfi derecede şâhit
oluyoruz. Öyle temenni ediyoruz ki artık Avrupa'da dahi beşeriyetin bu numara
2'si, lâyık olan mevkiine iâde edilsin. Yâni ev kadını mevkiine!
Bu sözlerden sonra filozofumuz daha ileri giderek yalnız taaddüd-i zevcâtı
tasvip etmekle kalmıyor. Kadınların dâimâ zevç, peder, birâder veya oğul,
herhalde bir erkeğin vesâyeti altında bulunmağa muhtaç olduklarını, bu yüzden
kendilerine vesâyet hakkı verilemeyeceği mütâlâasına kadar uzanıyor. Kadınların
bir sermâye idâre ve tezyid edemeyeceğini ve kendilerine servet tevdî edildiği
halde bunu batıracaklarını ortaya sürerek mîras meselesinde dahi kadınla
erkeğin müsâvî olmasını reddediyor.
Fakat zaman filozofumuzu yalancı çıkardı. Kadın-erkek
münâsebetindeki gerginliği, erkeğin hâkimiyetini ilan ederek halletmek
isteyedursun, bugün kadınların hukûkî, nüfûzî kudreti durmayıp artıyor. Lâkin
fibzofun dediği gibi avladıkları erkeğin kudret ve nüfûzuna hazır lop konmakla
değil. Filvâki ekseriyet hâlâ horozun etrâfında fingirdeşen bir tavuk hayâtı
yaşıyorsa da yine hatırı sayılır bir kısmı, bir yandan erkeğin nasıl kaşıkla
yedirir, sapı ile çıkarır takımından olduğunu bildiği, diğer taraftan kendisine
kâfi derecede maddî ve mânevî kuvvet bulduğu için hayat çengine girmişti. Birçok
erkekler meslek hayâtında kadını ciddî telâkkî etmiyorlar. Bunların hâli
gâlibâ tavşan ile kaplumbağa hikâyesindeki tavşanın vaziyetine benzeyecek.
Millî Mecmua'nın 79 numaralı nüshasındaki "Kadınlara Dâir"
serlevhalı yazıma mukâbil geçen nüshada Dârü'lfünûn müderrislerinden Yusuf
Şerif Bey'in bâzı mülâhazaları var. Bu satırlardan nihâyet çıkarabildiğim mânâ
müderris Şerif Bey'in benim "Schopenhauer" ile hemfikir olup
olmadığımı katiyetle bilmek istemesidir. (Katiyetle diyorum, zîra Schopenhauer
ile aynı zihniyette olduğuma Şerif Bey fikren meylediyor, fakat şüphesi var.)
Malumdur ki "Schopenhauer" henüz Türkçe'ye tercüme edilmemiş ve
memleketimizde kâfi derecede tanınmamıştır. Vaziyet böyle olduktan sonra,
felsefî sistemin tefrik kabul etmeyen bir cüz'ü olan bir faslı tenkide
girişmek, bütün sistemin tenkidini göze kestirmek demektir ki "çayı
görmeden paçaları sıvamağa" benzer. Hepsinden sarf-ı nazar, benim fikrim
bu vâdîde bir münâkaşaya fitil vermek değildir. Çünkü kadın-erkek mevzûu
üzerinde kopan münâkaşaların İlmî mâhiyetten çıkıp, kimseye nâfi olmayan bir
gürültü hâline girdiğini bütün beynelmilel matbuatta tâkip ettim. Ben sâdece
zamânımızı son derece alâkadar eden bir mesde hakkında Schopenhauer gibi bir
dâhînin neler düşündüğünü kârilere anlatmak istiyordum. Makâlemin sonunda kullanmış
olduğum bir teşbihi müderris Şerif Bey -her halde mûziplik olsun diye su-i
tefsir etmiş: Ben dedim ki, kadınların meslek hayâtında çalışmalarını ciddî
telâkki etmeyen erkeklerin vaziyeti, tavşan ile kaplumbağa hikâyesindeki
tavşanın hâline benzeyecek. Şerif Bey, kadınları alelumum kaplumbağaya,
erkekleri tavşana benzettiğimi iddiâ ediyor. Bu muhayyile kuvvetine diyecek
yok! Fakat öyle ümit ediyorum ki diğer kâriler mülâhazalarımı olduğu gibi
görmüşlerdir, bir billûr parçası ile bakarak değil.
Goethe deyince yekten romancı düşünülmez. Onun şâheseri Faust, piyes
tarzında işlenmiş olmasına rağmen piyes yazarı da düşünülmez. Akla gelen tip
hem şâir hem filozof, hatırı sayılır çapta bir devlet adamı, bilgin ve
hümanist, Almanlar'ın onu adlandırdığı gibi (Universalgenie) dört başı mamur bir
dehâdır. Halbuki Goethe modern roman mimarîsinin ilk temellerini atmışlardan
biridir ve bu gerçek, günümüzde resmen unutulmuş ya da gereken önemle
değerlendirilmemiştir. Zaman akımının her şeyi sürükleyip götüren nankörlüğünü
anarken kendimi istisnaya çıkartmayım, işte şimdi ancak sevgili Goethe’nin
nesirleri üzerinde derinleşmek ve bir şeyler yazmak ihtiyacını duydum. Böyle mi
olmalıydı?! Belki itiraz eden, Verter unutulmadı, diyen bulunur.
Evet, doğru... Verter unutulmadı, hâlâ bütün dillerde okuna gelmektedir.
Ama neye yarar, meşhur kitaptır, düşüncesiyle şöyle bir okuyup geçmek hakkiyle
anlayamadıktan sonra. Şâheserlerin kaderi böyledir, her vakit her yerde geçer
akçe olurlar, zevkli ürperti, sıcak şaşkınlık salarlar. Gel gelelim tam
anlaşılmazlar. Onları içten içe anlamak için san'atkârın eser vücûde getirirken
müptelâ olduğu ruh hâletini hiç değilse tedâî yolundan tatmak îcâb ederdi. Bu
itibarla iddiâ edebilirim ki “Verter” asrımızda okunursa da duyularak bilinerek
pek okunmaz. Nerede o on sekizinci yüz yıl romantizmi, nerede o ince ve hassas
insanlar?
Eser 1774 senesinde yazıldı, aynı senede yayınlandı, Goethe henüz yirmi beş
yaşındaydı. Kitabın vücûde gelişinin şöyle bir târihi vardır: 1772'de Goethe
kendisi hiç bir meyil beslemediği halde sırf babasının arzûsu üzerine hukuk
stajı yapmak için Wetzlar kasabasına gitmişti. Orada dostça görüştüğü Buff
âilesinin kıza Şarlot’a âşık oldu. Hakk yaradan bütün seçilmişlerine aşk
mayasını emânet eder, onları herkesten ziyâde güldürür ve ağlatır. Güneşi bol
seli gümrah toprak gibi verimli olurlar, eyvah ki çok çekerler. Goethe’nin
hayâtından kaç Mecnun kaç Aşık Kerem geldi geçti, taş olsa dayanmazdı, o ise
gönül yükünü eserden esere döke aktara dayandı. Elli cilt tutan mektupları, on
üç ciltlik hâtıra defterleri basılmıştır. Hayâtı, günü gününe hattâ saati
saatine bilinir ve cihanın edebiyat târihinde, yaşayışı bu dereceye kadar
kayda geçmiş hiç bir müellif yoktur. Biyografi mahiyetindeki yazıları okudukça
insan şaşa kalır, ilim dünyâsının ittifakla kabul ettiği gibi itiraf eder ki:
Goethe’nin şiiri bir anlaşılmaz şahika ama hayâtı, şiirden de yüksek bir
şahikadır. O, ömrünün her anını dolu dolu yaşadı. Son hadde kadar mes'ut, son
zehir damlasına, ölüm yarasına kadar bedbaht olmasını bildi. Dünyâdan çok kâm
aldı, aldıkça aldı, alabildiğine aldı. Dünyâya çok mahsul döktü, akıtırcasına
döktü, tüketircesine döktü. İlk mâcera, Goethe’nin hukuk tahsili yaptığı
Strasburg’da başlar. Papas kızı Friedrike Brion ile bulutsuz lekesiz,
efsânelere lâyık bir aşk saâdeti yaşadı. Zekâ ve hayâtiyetin köpük köpük
taştığı delikanlılık çağı! Genç istîdâda dünyâ dar geliyordu. Friedrike’nin saf
muhabbet dolu, fakat pek basit muhitine hapsolamazdı.
Bu sevgiliden kendisi uzaklaştı, unutmadı gerçi, biraz vicdan azabı biraz
hüsran damladı bâzı şiirlerine. Ondan sonra bir başka aşk ve bir daha bir daha.
Sanki aşkın perisi kendince en lâyık bir taht olarak bu gönülü seçmişti. Çoğu
feragat, mahrûmiyet isteyen bahtsız aşklardı. Ta ihtiyarlık çağına kadar. 1828
senesinde 74 yaşındaki şâir, tedâvi için gittiği Marienbad kaplıcalarında asil
bir âilenin on yedi yaşındaki kızı Ulrike fon L.i öyle vertervâri bir ateşle
sevdi ki cihan gözüne görünmez oldu. Belki garip gelir, genç kızda da bu Avrupa
güzidesi meşhur ihtiyara karşı büyük bir eğilim vardı. Evlenme düşünüldü. Fakat
bağrına taş basmaya alışmış şâir bu defa da yine vazgeçmesini bildi. Gelenekler
Azrail gibi dikilmişti karşısına. Pırıl pırıl akan bir suyu kestiler. Suya ne
olur? Hiç! Kıvranır, bocalar, çırpınır, dağılır, er geç ummana yol bulacak
olduktan sonra... Çünkü bir akar sudur, hayâtın ta kendisidir; tarlası çorak
kalanlar düşünsün.
Wetzlarda Goethe'nin 23. baharında sevdiği Şarlot nişanlı bir kızdı. Bütün
özlemlere ümitlere daha ilk adımda set çeken böyle bir engel, üstelik kız
ailesi ve nişanlısı ile sıkı dostluk şâire ne türlü bir azap çektirmiştir!
Her gün ve gece gördüğü görüştüğü Şarlot’a karşı aşkı baş döndürücü hızla
artarken bu hâli hem sevgiliden hem muhitten dikkatle gizlemek gerekti.
Uçurumun kenarına geldiğini anlayan Goethe, kurtuluşu selâmsız kaçmakta gördü.
Kaçtı, fakat kurtulamadı. Derin bir ihtiras bürümüştü bütün varlığını. Hasta oldu.
Kara sevdâya tutuldu, nihâyet intihar sınırlarında dolaşmağa başladı. O aralık
Jerusalem adında bir tanıdığı yine böyle verimsiz aşk ve izzet-i nefis meselesi
yüzünden kendini vurdu. Goethe’yi kıvâma getirmek için yakmak isteyen fakat yok
olmasına râzı olmayan mukadderat sanki Jerusalem’i kurban vermiş ve şâirin
kararlaştırdığı jesti aynı şartlar içinde aynı acıyı çeken bir başkasına
yaptırarak şâiri âzat etmiş. Yavaş yavaş kendine gelen Goethe, Verter’i hemen
bir kaç hafta içinde kaleme aldı, şifâya erdi. Mektup-jurnal-roman tarzının ilk
nümûnelerinden biridir. His hayâtının derinlemesine kültürüne düşkün bir
devirde uyandırdığı yankıları biz her günün insanları güç tahmin edebiliriz.
Şurası muhakkak ki bütün Avrupayı âşıklık, yeis ve intihar epidemisi sardı.
Gençler kendilerini kestâne fişeği patlatır gibi vurdular. Verter kostümü moda
oldu. Kitap hakkında ciltler dolusu medhiyeler ve hicivler yayınlandı. Lehte
aleyhte iki cepheye bölünen san'at âlemi âdetâ cihan harbi yaptılar. Bâzı
ülkelerde neşri kanunen yasak edildi. Rousseau’nun “Yeni Heloise”inden sonra
Fransa bilhassa pek elverişli bir zemin oldu. Verter’i göklere çıkardılar.
Derler ki Napolyon bile Verterianisme’e tutulmuş. Mısır seferinde eseri
yanından ayırmamış, yedi defa okumuş.
Goethe, yandıktan sonra kendi külü içinden dirilerek semâya yükselen
semender kuşu gibi yeni bir aşk semâsına uçtu “Wahiverwandtschaften” adlı
eserinde der ki “zümrüde bakmak nasıl gözlere şifâlı ise insan güzelliğinin
rü'yeti de hem rûhumuza hem bedenimize devâdır. Güzelliği âşık gözü ile
görebilen, her illete karşı muaftır. Kendi kendisiyle olduğu kadar dış alemle
de tanışık karışık hoşnut mu hoşnut”.
Özledim Goethe’nin evini. Kimbilir ne zamandan beri özledim de kendi içinde
ört bas etmesini başardım. Sevilen yerler, sevilen insanlar vardır ki
ulaşamayız, buluşamayız ve çâresizlikten, unutmak yolunun kaçamaklarına
sığınırız. (Komşunun radyosu tam şu dakikada bakın ne okuyor: Bir serap oldu
şimdi hayâlin; canım sen... neşem sen... bir daha görsem...) Goethe’nin
evi, Almanya'nın şimdi Rus işgalindeki bölgesinde bulunan Vaymar şehrindedir.
Almanlar bu binâyı tıpkı bir millî kâbe gibi tutarlardı. Cümle kapısının
açıldığı küçük meydancık mozayık kaldırımlar döşenmiştir. Bir sokak ötedeki
Shiller’in evi önünde onun zamânından kalma akasya ağaçları dizilir. Vaymar’da
her köşe bucak “devr-i saâdet”in hâtırasında süzülüp durulup, dünyâya tek
gelmiş bir mutluluğun saf gülümseyişi ışığında öylece kalakalmıştır. Adım
başında bir ozan heykeli, bir bilgin büstü.
Her köşede şirin üsluplu, şıkır şıkır cünbüş saçan çeşmeler. Mermer tunç
bronz anı plâkaları. Mimarî bile hâlâ Goethe devrinin zevki hakimiyeti
altındadır. Belediye çok gözü açık davranırdı. Almanya'nın en ünlü jenlerinin
anı çevresinde ufacık bir falsonun bütün milleti ayaklandıracağını bilirdi.
Onun için şehrin merkezindeki dük şatosu, park, Goethe ve Shiller evleri
sâhasında stil ahengini bozacak hiç bir yapıya izin verilmezdi. Son ziyâretim
İkinci Cihan Harbi başındaydı. Şimdi o yerler nasıldır bilmem. Sanmam ki pek
değişmiş olsun. Şâir, gençliğinde kısa bir süre orta çağ Alman san'atının
hayranı kaldıktan sonra klâsik çağın, Roma ve Yunan san’atına gönül verdi, ömür
boyunca sönmeyecek bir aşk! On sekizinci ile on dokuzuncu yüz yıl arası, büyük Fransız
devriminin gür akımı zâten bütün Avrupa'da rûhları, zekâları (antik dünyâ)
büyüsüyle kavramıştı. Bu yüzden Goethe’nin evi, bitişikteki Goethe müzesine
girmeye hâcet kalmadan bir müze gibidir. Gündelik hayâtın geçtiği yerleri fazla
sayıda san'at eseriyle yüklemesini sevmeyen modern zevki şaşırtır. Bir müslüman
evinin benim gibi bir çocuğunu haydi haydi şaşırtır. Şurada leylek yuvası
saçlar altında çatık kaşlarla koca bir Jüpiter kafası, burada kurumla gerilmiş
bir Apollon; ötede Venüs, beride Sokrat. Heykel heykel heykel... büst büst
büst. O kabartmalar, o gravürler, sulu ve yağlı boyalar, o sayısız siluetler.
Cünbür cemâat bütün esatir, Aşil’inden Kasandra’sma kadar. Ben ki halılar
kilimlerle döşeli, motif el işleriyle süslü non figüratif bir yuvanın yavrusu
idim, şuurumun altında resimlerin melodileri kaçıracağı telkini vardı, bütün o
güzel san'at eserlerini beğenir, fakat bu sûret curcunası içinde huzurla nasıl
yaşanabileceğini anlayamazdım. İslâmiyet, rûhları ne kadar değişik bir metodla
terbiye etmiştir.
Bununla berâber Goethe evini ziyâdesiyle sevdim, çünkü orada gözü gönlü
yoran sevgi manzarasını aşmış bir atmosfer, bilmem ne desem... Havada gizlice
tınlayan bir titreşim... Kısacası Goethe’nin kendisi vardı. Evvelâ sarı salona
girilir... Büyük kabul günlerinde burada yemek verilirmiş. Dediğim gibi sağda
mitoloji solda mitoloji. Sanki yetmezmiş, araya Rafaeller, Tizianlar karışmış,
yağlı boya röprodüksiyon. Sağ taraf kırmızı oda. Goethe’nin İtalya seyahatinden
getirilmiş peyzajlar, İtalyan ressamlarından kopya İsâlar, Meryemler. İşte
Jüpiter, isterse yanı başına yakışmasın, işte Luther. Bir oda daha: camlı
dolaplarda fayans koleksiyonu. Duvarlarda zamânın hükümdarlarının portreleri.
Geçelim. Her günkü oturma odası. Yine boydan boya resim, prensler, sosyete
hanımları, gözde güzeller, meşhur artistler ve yine mitoloji, hemen arkasından
Hristiyan azizleri, ama mitoloji değirmen taşı gibi ağır basıyor, al işte
tekrar dükler, düşesler filân, eh... Bir soluk alalım, arada peyzajlar. Bütün
bu ikâmet ve kabul odalarından çıkıp Goethe’nin kendi has odalarına geçince
bana öyle gelirdi ki mektepten eve döndüm. Has odaların birinde şâirin, Ural
dağlarından, Kafkasya'dan, Sibirya’dan derlenmiş mineral koleksiyonları ve bir
antika ayaklı saat vardır. Sonra kütüphâne, beş bin ciltlik, henüz ziyârete
açık değil. En sevdiğim yer çalışma odası. Goethe’nin ölümünde nasıl idiyse
tıpkı öyle muhâfaza edilmiştir. Güzel Allahım... Burada tek bir resim, bir
biblocuk bile yok. Öyle görülüyor ki kutsal bölük meleklere ayrılmış, onları
tiksindirecek eşyâ içeri sokulmamış! Her taraf çıplak. Tahta döşeme, perdesiz
pencereler. Adî tahtadan kitaplık, bir yazı masası, bir orta masası, ayakta
yazmak için bir yüksek kürsü. Hepsi bu kadar. O öteden beri fazla yazı yazmaz,
orta masada oturan kâtibine dikte eder, bir yandan söyler bir yandan dolaşırdı.
Goethe evi bir mâbetse eğer, çalışma odası mâbedin harîmidir. Kimseler ayak
basamazdı, Vaymar hükümdarı dük ve bir iki arkadaş müstesnâ. Bu iki üç mes'ut
imtiyazlının çalışma odasında soğuk etler, çerezler ve şarapla akşam yemeği
yedikleri olurdu. Goethe misâfirlerine ikram, kendisi imsak ederdi.
Ama ben özlemle sürüklenerek
uçsuz bucaksız bir bahse daldım. Çalışma odasında yıllansam yeridir. Ne yazık
sütunum doldu. Halbuki şâirin yatak odasına geçmek ve onun temel aşkı (Mme fon
Ştayn) hülyâsına gömülmek isterdim. Evet, Goethe evi bana yabancı gelmezdi
hiç, sanki baba yurdumdu. Her gün gire çıka memurlar, bekçiler tarafından
bellendim. On altı yaşında bir liseli kız. Sere serpe dolaşırdım, çıkar çıkmaz
parka dalardım. Nehir, çağlayarak menkibeler okur, akasya cinsi süs
ağaçlarından yollara kırmızı beyaz çiçekler damlardı.
Bir kaç hafta evvel Goethe’nin roman yazarı cephesini özellikle inceleyim
dedim, o gün bugün yakalandım kaldım. Klâsikleri okuyanlar, her hangi bir
san'at eserinin büyüsüne kendilerini kaptıranlar (ökse) ne demek olduğunu
kolayca anlar. Sanki canlı bir varlıktan dalga dalga akan ısı ve ışındır...
İnsanı mıknatıs gibi çektikçe, çeker, tutsak alır, radyasyon sona ermedikçe
koyuvermez. -Goethe’nin nesirlerini on altı yaşındayken lisede okumuştum.
Şimdi bu azizliğe kahkahalarla avaz avaz gülüyorum. On altı yaş ve Goethe..
Sevsinler. Çocuğu ister Cennet-i alâya, ister Cehennemin dibine götürün, o
nasıl olsa, çelik çomak oynar, hırsız-polis oynar... Söz misâli. Yalnız ne
var, kendi isteğinde çocukluğun hükmü altında seke zıplaya geçse bile.o temasa
geldiği bölgelerden rûhunda izler kalır.
Bu izler, vakti gelince, kuluçka müddetini doldurmuş civcivler gibi kabuk
deler, güneşe çıkar. Kaç defa başıma geldi. Fırsat düşer bize sorarlar. Goethe’yi okudun mu? Göğsümüzü gere gere okudum, deriz. Hangi okudun? Hava. Klâsikleri döne döne, her üç beş senede
bir tekrar tekrar, bütün özlerini mânevi organizmamıza iyice sindirinceye kadar
okumak lâzım. Goethe'nin (Die Wahlvervandtschaften) adlı romanını üçüncü defa olarak
inbikten sözdüm. İlkin on altı yaşındayken lisede, İkincisi gâlibâ yine pek
tâzelik çağında ele almıştım. Anlamamışım. Eser, 1809 yılında yayınlanmıştır.
Verter mîrası romantik üslup, şâir hayli yağlanmış olmasına rağmen hâlâ ağır
basar, fakat olgunluk senelerinin getirdiği realist dünyâ görüşü de bârizdir.
Vaymar dukasının hizmetinde velev ki küçük bir devletin başbakanlık görevini
yapmış, bir çok bilim kolları (fizik, botanik, mineroloji) ile çok ilgilenmiş
olan Goethe’nin yüksek mütefekkir ve idâreci vasıfları kitapta kuvvetle
belirmiştir. Fransız ihtilâlini takip eden senelerdi. Ne gariptir ki devrim
ideolojisi Almanya’da halk tarafında değil, güzideler hattâ Vaymar dukasında
olduğu gibi bizzat hükümdarlar cephesinde aşı tutmuştu.
Romanın geçtiği yer bir asilzâdenin zengin toprakları ve şatosu olmakla
fâcialı bir aşk çıkmazına saplanmış hikâye kahramanları kendi buhranları
içinde kördüğüm bocalaya dursun bir yandan da sürekli faâliyet gösterirler;
arazinin ekonomik verimliliği, tarım işleri, mâdencilik, bayındırlık, köy
kalkınması, çeşitli sosyal ve kültürel ıslâhat, mimarî rönesans için gayretler
her günün hattâ her gece toplantısının programıdır. Saray düzeninin küçük bir
numûnesi diyebileceğimiz kibar seviyeli sosyete memlekete ve halk konularını
ancak biraz müzik, pek seyrek içkili danslı şenliklerle çeşnilendirir. Hisli
fâciaya gelince: Şato sâhipleri Edvard ve Şarlot iki misâfır dâvet etmişlerdir.
Biri Edvard'ın arkadaşı yüzbaşı öteki Şarlot’un evlât gibi sevdiği yeğeni
Odil. Tam bir çapraz vurgunluk yanar dağ misâli patlak verir. Zevke Şarlot ve
misâfir yüzbaşı, genç Edvard ve on yedi yaşındaki güzel yeğen Odil bir
birlerini severler. Şarlot'la yüzbaşı vazifeyi ön plâna alarak aşklarının açığa
çıktığı ilk dakikada hemen feragata karar verirler, yüzbaşı derhal şatoyu terk
edecektir.
Ama Edvard’la Odil faziletli, asil ruhlu insanlar olmakla berâber sevdâyı
o kadar kolay dizginleyemezler, ateş bacayı sarmış. Boşanmak, sevgili ile
evlenmek düşünülür. Şarlot râzı olmaz, zevci şarapla sarhoş ve Odil hasretiyle
çılgın olduğu bir bahar gecesi aşkın erdiği andan beri uzak durduğu zevcesinin
odasına gelmiş, onun cisminde Odil’in hayâlini kucaklamış, kendisi yüzbaşının
hüviyetinde özlemle erimiş bulunan Şarlot ise bu ersatz -misâl sonucu hâmile
kalmıştır-durumu temize çıkarmaya çabalar; evliliğin hürmeti uğruna ben nasıl
yüzbaşıyı yanımızdan uzaklaştırdımsa Odil de şatodan gitmeli, der. Edvard
kıyâmeti koparır. Karısına bir mektup: “Benim öksüz Odilciğimi nerelere
süreceksin? Onun el ellerinde horlanmasına dayanamam. Sana söz veriyorum.
Odil’le gizli münâsebet kurmaya teşebbüs etmeyeceğim, senin yanında şatoda
kalması şartıyle. Sen onu dışarı saldığın gün de hemen ona el korum, Odil
benimdir, bunu bilmiş ol. İşte kendim de gönüllü olarak cepheye gidiyorum.
Aşkımı unutmaya çalışacağım, benim için bir ateş imtihanı olsun. Harpte ölürsem
ne âlâ. İlle benim yokluğumda, Odil’i bir yere gönderemezsin. Asla asla”.
Edvard’ın ültimatomu tesir yapar. Odil Şarlot'la şatoda yalnız kalır,
doğuma şâhit olur ama ne doğum! Bebek aynı yüzbaşının modeli, gözleri tıpkı
Odil. Aşkın bu mûcizesi karşısında hisleri zâten bin belâ baskıda tutulan
kahramanlar büsbütün pusûlayı şaşırırlar. Senesine Edvard savaştan döner. Bu
sefer o ağır başlı yüzbaşı bile talâk taraflısı çıkar, bâri der Odil kendi
çocuğunu başka kadına doğurtmak yerine kendi doğursun, benim de bir örneğim
oğlum böyle dolambaçlı yollardan değil de yine benden dünyâya gelsin.
Hep merakla bekledim, Goethe aşkın ve geleneğin şâha kalkmış çatışmasında
hak sınırını nasıl çizecek?! O biricik dehâ bile ölümden başka çâre bulamamış,
Edvard’la Odil aşk kurbanı olarak ölmüşler ve dünyânın onlara bağışladığı
tek lütuf, ikisini bir türbeye gömmek olmuş. Tahir ile Zühre, Ferhatla Şirin
gibi.
Son söz olarak Goethe demiş ki: “Sevişen çiftin tekrar hayâta doğması ne
kutlu bir bayram olacaktır!”
Bilmem, biraz düşünseler çekinseler gerek. Dünyâ onları zerrece kâm almaya
müsâade etmeden yeni baştan öldürecek olduktan sonra.
Bu yazıma Goethe'nin meşhur bir sözüyle başlamak isterim. "Kim acabâ kendini ilâhlarla ölçmeğe, hangimiz kendini Omiros'a kıyas
etmeğe cür'et edebilir?"
Yunan dâhisinin uzun asırlardan sonra hâlâ erişilmemiş, hattâ
yaklaşılmamış bir şâhika gibi medeniyet âleminde yükselmesinin sebebi ne olsa
gerek? Ne için ondan sonra gelen san'atkârlar bilâ kayd ü şart onun üstünlüğünü
kabul edip karşısında âciz ve mütevâzî boyun eğdiler? Ve Goethe gibi bir dâhî
dedi ki: "Değil onu geçmek, tamâmıyle anlayıp takdir etmek bile haddimiz
değildir."
Ve nihâyet biz, bugünün münevver kâriler zümresi nasıl oluyor da onda
bulduğumuz san'at lezzetini ne Shakespeare, ne Goethe, ne Tolstoy hiç bir
edipte tadamıyoruz?
İki asra yakın bir zamanda Garbın bütün ilim ve san'at adamlarını coşturan
muhtelif sistemlere dayanmış, fırkalar vücûda getiren, ateşli kalem kavgalarına
yol açan bu Omiros meselesi, Türk matbuatında ne yazık ki lâyık olduğu kadar
yer alamadı. Ortada bir tercih bile yoktur. Fakat milletimizin muhakkak sûrette
yeni bir kültür çağma doğru gittiğine kânî olduğum için bu yoldaki ihmallerin
er geç yerine getirileceğine eminim.
Omiros'u okurken tattığımız Deynonun benzerini Yunan mimarisini temâşâ
esnâsında da yaşarız. Bu lâyemut san'at da asrımıza kadar mükemmelliğinden ve
kuvvetinden hiç bir şey kaybetmemiştir. İster Akropol'ü gezelim, ister Omiros'u
okuyalım, bizi çemberine alan sihirli ihtisas, hayranlık, ferahlık ve
saâdetten mürekkeptir. Modern san'at da bize tesir yapar, heybetli görünür,
bizi sarsar. Fakat meselâ Dostoyevski'nin bir eserini bitirip elimizden
bırakırken, âsâbımızm, rûhumuzun en derin derinliklerinde ürpermekle berâber,
Omiros'da bulduğumuz ferahlık, sükûnet, ihlâs gibi duygulardan çok uzağızdır.
Eski san'at olsun, yeni san'at olsun, gâyesi bize hayâtı göstermektir.
Lâkin yeni san'at bizi sâdece dürtüp heyecanlandırmakla kalır. Omiros'da ise
bir yandan sarsılır, bir yandan sükûnet buluruz. Çünkü fâciaya ve ferdin
ıstıraplarına bir hudut çizilmiştir. Dâimâ kahramanın zihnine küşâyiş, bileğine
kuvvet veren bir yüksek hâmî, bir ilâh veya ilâhe vardır. Cenk esnâsında
imdâdına yetişir, bâzen onu uzak ve meçhul mıntıkalara kaçırır, gâh sisle
örter, düşman gözünden saklar, gâh onu tebdil eder, gençse ihtiyar, ihtiyarsa
genç kılığına sokar. En tahammül edilmez meşakkat anlarında hâmî-ilâh son
çâreye baş vurmaktan çekinmez, mücâdele buhranı devam edip dururken sevdiği
kahramanı bir kenara çeker ve mışıl mışıl uyutur. Hâmî-ilâh daha ileri gider,
pek gözü kızarsa âdî insan kılığına girer ve koruduğu adamla birlikte
düşmanlara saldırır. Şâyet her şeye rağmen bu kahraman yenilirse pek uzun boylu
esef etmek lâzım gelmez. Çünkü “Levh-i ezelî”de, esrârengiz Maira tarafından
böyle yazılmıştır. Ölen, kahramanca ölür, hâtırası lâyemut kalır ve zafer, onu
mağlup edenin de yanına kalmaz. Çünkü o da hâmî-ilâhın intikamına kurban gider.
Antika bir Yunan vazosu bize böyle enteresan bir sahne tasvir ediyor: Aşil ile
Hektor dövüşüyorlar. Aşil'in arkasında, mızrak ve miğferi ile mücehhez olarak
Pallas Athene görünür. Aşil'i teşci etmek için âdetâ, kahve dövenin hınk!
deyicisine benzer bir vaziyet almıştır. Hani neredeyse kendisi de hücûma
geçecektir. Hektor'un arkasında koruyucu ilâh olarak Apollon görünür. Apollon,
tuttuğu kahramanın yenilmek üzere olduğunu anlamıştır. Zâten Hektor da son ve
kat'î darbeyi peşinen hissetmiş, vurulmadan vurulmuş gibidir. Dizleri bükük ve
başı eğiktir. Apollon'u henüz sahnede, fakat sahneyi terke müheyyâ, dışarı
müteveccih bir vaziyette görürüz. Hektor'u mukadderatına terk ederek gidiyor,
lâkin gitmezden evvel bir daha geri dönerek Aşil'e uzaktan bir ok gösteriyor.
Demek istiyor ki : "Benim adamımı mağlup ettin. Çok sevinme! İşte sana
ayırdığım ok. Bu da sana nasip olacak."
Böylece ilâhların, beşerî hayatla ne kadar yakından ve teker teker, şahsen
şöyle veya böyle cephe alarak faal sûrette alâkadar olduklarını görüyoruz. Yâni
fâcia tevzin ediliyor, merkezî sıklet Maira'ya, kader ve kısmete ircâ
edildikten sonra bâkî kalan yükü de dost ve hâmî olan bir ilâh, hemen hemen
tamâmen kahramanın sırtından alıyor. Odysseus ıstırap çekiyor, fakat
Raskolnikov gibi değil.
Esâsen bir bakışa göre Yunan esâtiri, Yunan milletinin fıtratında gizli
olan bu tevzin ve tenâsüp ihtiyacından doğmuştur. Yunanlı evvelâ kadere inanır,
sonra kendi zavallı aczine bakmış, bu kadar amansız kör bir kuvvetin, bu derece
zayıf ve bîçâre bir hedefe mâtuf olmasını akl-ı selîmi (yoksa zevk-i selimi mi
diyelim?) kabul etmemiş; bu mantıksızlığı, tenâsüpsüzlüğü, çirkinliği
gidermek, kaderle fert arasındaki korkunç boşluğu doldurmak için muhayyilesini
imdada çağırmış ve esâtiri yaratmıştır.
Gerçi ilâhlar da insanlar gibi Maira'ya tâbidir. Onlar da tecellînin
fevkine çıkamazlar. Fakat onlarda insanların uzanıp da vâsıl olamadığı her şey
var. Onlar ölmez, ihtiyarlamaz, onlar ebediyen güzeldir. Onlar tabiat elemanlarına
hâkimdir. Onlar için zaman ve mekân yoktur. Felâketzede Odysseus denizden
denize, sâhilden sâhile sürünüp dururken onun hayâtını hiç gözden kaçırmayan
Palas Athene gâh Olimp'te mes'ut ilâhlar meclisinde zevk sürer, gâh hoşlandığı
memleketlerin güzel manzaraları arasında dolaşır, havalarda uçar, denizlerin
üzerinden süzülür. Ancak, kahramanı pek darda kaldıkça, imdâda koşar. Bâzen
ona görünmeden müşkülünü halleder. Bâzen de genç bir delikanlı, veya güzel bir
kız kıyâfetinde onun karşısına çıkar, ve bir pundunu bularak kendisinin bir
ilâhe olduğunu ihsas eder, hırpalanmış bir rûha yeni baştan kuvvet verir.
Şimdi: Athene'yi bir an için Odise'nin semâvî bir yıldızı, yâhut İlâhî bir
fâninin lâyemut prensibi diye kabul edersek, Omiros'u okurken duyduğumuz saâdet
ve ihlâs duygusunun nereden geldiğini anlamış ve bu dâhinin füsunkâr san'atına
bir anahtar bulmuş oluruz. Odise'yi okurken bir fâcia destânı okuyoruz, fakat
bu fâcia sükûnet ve ferahlıkla duble edilmiştir. Kahraman meşakkat çeker,
mihnet görür ve ölür. Fakat bu kahramanla teve’ün demek olan ulûhiyet,
ıstırabın ve ölümün fevkindedir. Yâni biz bir yandan fâni kahramanın sukûtunu
ve ölümünü müşâhede ederken, aynı zamanda onun lâyemut prensibi olan ilâhın
Olimp'te kaygusuz ve muzaffer deymumetini temâşâ ederiz. İnsanların en zekisi
olan Odise ihtiyarlar, fakat zekâyı temsil eden Athene ihtiyarlamaz. Güzel
Helen er geç ölür, fakat güzelliğin sembolü Afrodit dâimâ bâkî kalacaktır.
Omiros eserinde bu bediî müvâzeneyi dâimâ gözümüzün önünde bulundurmak
sûretiyle ruhlarımıza emsalsiz bir muvâzene ve muvâzeneden doğan inşirah ve
ihlâsı telkin ediyor. Odysseus'ün mâceralarını bir defa da Maira'dan ve
ilâhlardan mahrum olarak tasavvur etmek bizi bu hususta daha iyi tenvir eder
zannederim. Odysseus'ün muayyen ve kat'î bir tecellîsi olmasaydı ve bu
tecellîsinin mukadder zaman zarfında tahakkuku için ilâhlar, gâh onu tâzip gâh
takviye ederek hâdisâta karışmasalardı!.. Evet, o zaman ne olurdu? Yalnız
çıplak hâdisâtı nakledecek bir destan nasıl yazılabilirdi? Muhârebe, tabiat ile
mücâdele, gurbet, açlık, sefâlet, devlet, ejderhalar, periler, yamyamlarla dolu
yirmi sene!... Klâsik san'atkâr burada duruyor ve demek istiyor ki: "Böyle
şey olamaz. Bir insan bunu yaşayamaz, bunu tasvir edemez. Bir insan kendi kuru
ve âciz varlığı ile bu mâceralara kifayet gösteremez. Çünkü bunda muvâzene
yoktur. Destânın muhteviyatındaki fâcia bu sûretle tevzin ve armonize
edildikten sonra san'atkâr eserin kompozisyonu esnâsında da muvâzene kânunundan
zerrece ayrılmamıştır. İlias Odyssee'deki yemek sahneleri, modern edebiyatı,
alışkın bir zevki yeniden şaşırtabilir. Şöyle bir târif: Koyunlar, domuzlar,
sığırlar kesilir: Butlar ilâhlara kurban edilerek yakılır. Mütebakisi
parçalanır. Dâimâ aynı ihtimamla kebap edilir. Kebaplar, kezâ aynı îtinâ ile
şişten çıkarılır. Misâfirlere ve evin efendilerine dağıtılır. Hizmetçi gelir,
misâfirin önüne bir sofra veya masa yerleştirir, zarif sepetlerden ekmek
dağıtır. Kâhya kadın zâhire ambarından çıkardığı yiyecekleri tevzi eder. Daha
sonra ev sâhibi "Çifte kupa" dedikleri husûsî kapta şarap harmanı
merâsimini yapar, yâni şarabı muayyen bir nispette su ile karıştırır. Nihâyet,
herkes birden "Lezzetli yemeklere el uzatır".
Bu sahnenin hemen hemen hiç bir varyasyon göstermeden aynı târif ve
tâbirlerle tekerrürünü Omiros gibi san'atına şuurlu bir sûrette hâkim bir
dâhide tesadüfe hamledemeyiz. Eser, ibdaından çok zaman sonra kaleme alındığı
ve o zamâna kadar da şifâhî an'ane yoluyle ve seyyar Rapsod'lar vâsıtasıyla
intikâl ettiği muhakkak olmakla bu gibi mükerrer yemek ve şâire sahnelerinin
bilâhare esas esere ilâve edildiği akla gelebilirse de bu katiyen vârit
değildir. Bilcümle yemek, uyku ve an'anevî muhâvere sahneleri orijinale âittir
ve ondan katiyen tefrik, edilmez. Modern bir edibin ruh zelzeleleri, cümle-i
asabiye çökmeleri tasvir edeceği hassas karşılaşmalarda Omiros'un kahramanları
hiç tutumlarını bozmadan, klişe hâline gelmiş, an'anevî muhâvere
tekerlemelerini tekrar ederler. Aşil ile Hektor arasında süre gelen uzun kavga
gerile gerile en had devreye geldiği zaman Omiros birdenbire mevzûdan
uzaklaşıverir, Skamandros nehrinin membamı ve sulh zamânında Truvalı kadınların
orada nasıl çamaşır yıkadıklarını târife başlar. Yâhut Aşil'in zırhını bize
anlatır. Kahramanın miğferini, mızrağını, kalkanını, zırhını süsleyen şekilleri
ve kabartmaları teker teker görürüz, bu şekillerin neleri tasvir ettiklerini
uzun uzun dinleriz. Yâhut bir şarap kupasından bahsedilir: Fakat bu kupanın da
bir hikâyesi vardır. Onu vaktiyle filân ftıeşhur san'atkâr yapmıştır, birine
hediye etmiştir, o da falana takdim etmiştir ilâhir... Bu misâllerin hiç sonu
gelmez.
Şimdi diyeceğiz ki: Omiros kadar san'at vâsıtalarının en hurda
inceliklerine vâkıf, dâimâ yaptığını ve ne için yaptığını kat'î bir isâbetle
bilen bir dâhinin eserinde bu mügâlata, bu garâbet neden? Neden birdenbire en
mühim şeyi solda sıfır bırakarak, en son plânda kalması, yâhut daha iyi, hiç
görünmemesi icap eden mânâsız bir cüz'ü birinci plâna geçiriyor? Bu suâlimizle
Omiros'un stiline dayanmış bulunuyoruz. O bize gerçi hayâtı ve insanlığı tasvir
etti, fakat hakikatte olduğu gibi değil, san'at aynasında göründüğü gibi. Zâten
maddî meşakkatlerin elemi ve çirkinliği içinde bunalan insan bu mihneti bir
kere daha duyup dinlemekle bir şey kazanmaz. Ona mevcuttan gmâ gelmiştir; ona
bilâkis, mistik san'at kânunlarına göre stilize edilmiş bir hayâtın rü'yeti
lâzımdır; ta ki zarûrî olarak sürüklendiği bıkkınlık ve bedbinlik tehlikesinden
kurtulsun ve gündelik zahmetlerin yükünü bundan böyle de taşıyabilmek için
kuvvet bulsun.
İtiraf etmeliyiz ki Omiros bunda fevkalâde muvaffak olmuştur. Onu okurken,
takdir ve gıpta ile benzi sararmayacak bir kalem sâhibi tasavvur edemem. Reel
bir hakikatten bahseder gibi esâtiri nakletmesini, kader ve kısmete inanmasını;
hikâyenin akışını en helecanlı noktada katedip banal bir cüz'ü ele almasını
çok görmeyelim. O bize demek istiyor ki: "İşte size hasretini çektiğiniz
bir dünyâ, biraz da bunun içinde yaşayarak dinlenin. Çünkü bu sizin kendi
dünyânızdır. Aynı gök, aynı denizler, aynı memleketler. Hep bildiğiniz
insanlar, ihtiraslar, mâcerâlar. Metafizik bir motifle armonize edilmiş,
esâtirle stilize edilmiş; çirkinliği, ağırlığı, mânâsızlığı hazfedilmiş bir
hayat tasviri. San'at aynasında kendi ideal aksinizi görerek şifâ bulun."
Sözlerimi bitirmezden evvel Omiros'un şahsı hakkındaki asırdîde
münâkaşalara dokunmak isterim. Bugün bu kavgalar epey sükûnet bulmuştur.
İlias'ı ibdâ edenin, evvelce iddiâ edildiği gibi bir sürü Rapsod'lar değil,
tek bir dâhi yürek olduğu ekseriyet tarafından kabul edildikten sonra, bizzat
yarım ilâhlar pâyesine yükselmiş olan o şahsiyetin ismi ister Ali, ister Veli
olsun. Bu sual bir ehemmiyeti hâiz değildir. Omiros o destanları düzen adamdır.
Başka isim bilmediğimiz için -muhakkak bir isim lâzımsaböylece kabul edelim.
Zâten modern kritik de hâlen, eserin rûhuna daha iyi nüfûz etmeğe ve adım
başına rastladığımız muammâlı teferruatı halletmeğe müteveccihtir.
Eski Yunan indinde şiir, bir hayat elemanı, yaşama yolunda insana lâzım
olan başlıca bir destekti. İnsanlara ışık veren güneş ilâhı Apollon'un aynı
zamanda şiir mâbudu olması tesâdüf olabilir mi, Apollon Delphi'deki mâbedinde
rü'yâ tâbir ederdi ve, şiir ilâhı idi. Rü'yâ tefsiri ile şâirâne faâliyetin ve
dünyâyı nurlandırmanın dâimâ hedefe isâbet ettiren nişancılığın hep aynı ilâhın
fonksiyonları olması bizi derin derin düşündürse gerektir. Gerek Yunan
san'atı, gerek esâtir âlemi tam mânâsıyla anlaşılmış olmaktan henüz hayli
uzaktır.
ken kader gûyâ aynı jesti yapmıştı. Ama benim ağlamak zamânımmış, komşunun
da gülmek. Demin söyledim ya, candan cana gizli bir akış var. Ayla bebeğin ilk
çığlığını ne hazla duydum! Daha sonraları onun dişbuğdayını yedim. Daha daha
sonraları dadısı arabayla Taşlık Gezisine götürürken onu yarı uykulu safâsında
seyrettim. Evin küçük evlâtlığı günde bir kaç defa ninni söyler: "Dandini
dandini dastana, danalar girmiş bostana, koğ bostancı danayı, götürmesin
lâhanayı." Ninni biraz da bana söylenmiş olur, sanki annemin sesidir,
havama siner, bana bir tâze kuvvet ve ferahlık getirir. Hem de ikaz fısıldar.
Anlarım: Günün çeşitli zahmetleri benim bostanımda: Nebâtî sistemimde tahribat
yapmakta. Parazitleri defederim. Böylece duvarlar erir, perdeler sıyrılır,
komşudan komşuya neler sızar neler. Yoksa biz insanlar ne hazzımızı, ne
elemimizi tek başına taşımaya tâkat getiremezdik. Farkında bile olmayız, kendi
fadlamızdan kanal açılır, bir tarafa akar, gün gelir bize kanal açılır,
gediğimizi giderir.
Evvelki sohbette Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri’nden bahsetmiştim.
Günler geçti, başka mevzûa döneyim dedim, ne mümkün... Öyle lâtif bir çehreye
gönülden nazar etmek güneşe bakmak gibi oluyor, insan sonradan gözünü kapasa
da yine o ateş tekerleği görmekten kendini kurtaramıyor. İşte bana böyle bir
hâl oldu: Tasavvufa meyletmemiş dâhilere baş vurdum ve onların derinliğinde
yine mistik rûhun yalımına rastladım. Alman şâiri Goethe tasavvuf
aleyhtarlarının belli başlılarından biri olarak bilinmiştir. Gerçi Pakistanlı
şâir merhum Muhammed İkbâl -maalesef ele geçiremediğim “Peyâm-ı Maşrık” adlı
eserinde Hazret-i Mevlânâ ile Goethe'yi semâvî bir mülâkatta birleştirmiş ve
ikisi arasındaki ayniyeti ilân etmiş. Goethe kendisi tasavvuf eserlerini bir kaç
kifâyetsiz tercümecikten değil de daha esastan tetkik etseydi, hele bir âyin ve
semâa şâhit olabilseydi böyle bir mutâbakat ilânını belki de onun kendisinden
duyardık. Ne olursa olsun, beşere damgalarını vurmuş büyük rühlar arasında
inkâr edilemeyecek bir âile benzerliği gibi bir benzerlik var. Goethe,
san'atın sırrını şöyle tahlil ediyor: "San'at, gözle görülen ftievcûdun
gizlediği hüviyeti keşif ve rümûzu tespit edebilmek hüneridir." -Eğer
tasavvuf diliyle konuşsa ve "Varlıkların aslı, Hakk indindeki âyan-ı
sabitedir" demiş olsa ne îcap edecekti? Yine Goethe "Olgun insan kendi zâtını kendine alakor, fakat irfanını halka
bezleder. Olgun insanın alâmeti şudur ki artık o kimseye muhtaç değildir,
herkes ona muhtaçtır,” demekle İbrâhim Hakkı'nın "Gönlünü Hakk'a tahsis et, bedenini halka ver. Gınâ ve istiğnâ ehli
ol" düstûrunu harfi harfine teyit etmiyor mu? Sayısız patlaklarla bile hızını
alamayan bir yanar dağ misâli Goethe, ömrü boyunca aşk ile yandı kavruldu.
Yetmiş dört yaş gibi artık durulma çağından başka bir şey olamayacak devrede
bile on yedi yaşında bir asilzâde kıza gönül verdi. İmkânsızlığın keskin
kancasına takılmış rakîk canlar gibi çırpındı. Sıhhatini tehlikeye düşüren
sürekli buhranlardan sonra meşhur Marienbad mersiyelerini yazdı. Kendi rûhunun
bestelediği mûcizeli bir mûsikî ile kurtuluşa erdi. Ayrılıkların hazin
destânını üfleyen neyden başka insan oğluna ne teselli var ki?.. İşte
tasavvufun aleyhindeki dilleri söyleteyim diye yola çıkmışken ben daha ilk
adımda bu yanık sesleri duydum.
Fransız esprisi Almanınkinden hem daha maddî, hem çok haşarıdır. Anatole
France Thais adlı eserinde her milletten, her inançtan bilginleri karşı karşıya
getirip (kemâle ermenin şartları) hakkında türlü görüşleri çarpıştırıyor.
Zenothemis: “Ben şöyle düşünürüm ki ilim ve fikir, idrâk yolunun
iptidâi kademeleridir. Ebedi hakikatlere insan ancak ve ancak vecd hâlinde
ulaşabilir.”
Hermodorus: “Haklısın Zeno! Ama senin dediğirı mertebe yalnız ruh-ı
revâna müyesser olur. Çünkü insdn üç tabakalı mahluktur: Bir tabaka
maddî vücut, bir tabaka ruh-ı hayvani ki esirî maddeden terkipli olmakla
berâber yine de madde sınıfına dâhildir. Üçüncüsü ölümsüz sıfatlı rûh-ı revan.
Rûh-ı revan, maddî vücut binasını terk ile rûh-ı hayvanı bahçelerinden uçarak
geçip Allah'a kavuşursa ölmeden ölmek sırrına erer ki biz buna doğmadan yaşamak
da diyebiliriz. İşte parçacık olmaktan çıkmak, bütünde bütünü tatmak
keyfiyeti.”
Nikias: “Harikulade!... Fakat doğrusunu söyleyeyim mi dostum
Hermodorus, senin nazariyeni dinlerken ben varlıkla yokluk arasındaki farkı
kaybeder gibi oluyorum; ebediyet sanki adem yerini tutuyor, yâni ikisi de ele
gelir şeyler değil. Kemâl mertebesi gâlibâ pek pahalıya mâl oluyor, onu
kazanmak için insanın kendi tamâmını harcaması, daha doğrusu var olmaktan vaz
geçmesi îcap edecek. Ne acı bir nasip! İlle kemâl mertebesi ispat edeceğiz
diye yeni filozoflar da Allah'ı dünyâdan tecrit ede ede yok ettiler ya..."
işte Fransız dehâsı, Yunan felsefesinin şüpheci kolundan Niklas'ı böyle
konuşturuyor. Belki de espri uğruna yapılmış bir fedâkârlıktır. Yoksa
mistiklerin ne hayâtında, ne de eserlerinde anlaşılmayacak cihet yoktur.
Nitekim Erzurumlu hazret îzah ediyor: "İster dağ başı mağarasına kapanan
velî, ister millete hitap eden nebî olsun, hepsinin gayesi halka
hizmettir."
Hindliler'in altı örtodoks felsefe sisteminden biri "Yoga"
sistemidir ki elyevm Hindistan'da müteaddit mensupları tarafindan bilfiil
tatbik edilmektedir. "Bilfiil" diyoruz, zîra yoga bir felsefe sistemi
olmaktan ziyâde, insanın yaşayış tarzını muayyen hükümlere göre tanzim ve bu
sûretle fevkalbeşer kuvvetler temin edecek pratik talimâttan ibârettir ki ‘Yoga
Sutra” namlı kitapta cem' olunmuştur. Yoga Sutra müellifinin, Yoga sisteminin
müessisi Patanjalı olduğu rivâyet olunuyor. Müsteşriklerin bir kısmı Patanjalı'nın
kable'tmilâd beşinci asırda yaşadığını kabul ediyorlar.
Yoga sisteminin nazarî kısmından şimdilik sarf-ı nazarla pratik
tatbikatından bahsedelim; Yoga'ya intisap eden mürit evvel emirde şu şartlara
riâyet edecektir: Hemcinsinin haklarına riâyet etmek, hiç bir mahlûka zarar îkâ
etmemek, hakikati söylemek, hırsızlıktan, cinsî münâsebetten, hediye kabulünden
içtinap etmek, nefsine hâkim olmak, maddî ve mânevî hayâtı terbiye edecek bir
şekilde yaşamak; yâni gerek vücut ve gerek rûhu dâimâ temiz bulundurmak, kanâat
göstermek, îtikâfa çekilmek, dîne müteallik eserleri mütâlâa etmek.
Mürit, ya mekânsız serbest tabiatta, yâhut da ücrâ bir mağarada yaşayacak
ve az gıdâ alacaktır, insanlarla bilhassa kadınlarla görüşmeyecek ve ateş
kullanmayacaktır. Muayyen vaziyetlerde oturarak nefsini tefekküre
vakfedecektir.
Vaziyetler:
1.
İki ayağının
tabanları üstünde diz çök ve dimdik otur.
2.
Sol ayağının
mafsalını tenasül uzvu üzerine koy ve daha üzerine sağ ayağının mafsalını koy.
3.
Sağ ayağını sol
budunun üstüne, sol ayağını da sağ budunun üstüne koy ve ayaklarının baş
parmaklarını ellerinle sıkı sıkı tut.
Bu üç vaziyet misâl olarak gösterilmiştir. Diğer muhtelif oturma
usûllerinin dahi tatbiki gâyet müşküldür. Mürit, en kolayından başlayarak
tedricen en zorlarını tatbik etmeğe başlar. Vaziyet aldıktan sonra nefsini
terbiye eder. Şu sûretle ki: Burunun sağ deliği sol elin baş parmağı ve sol
deliğin yine sağ elin son iki parmağı ile kapatılır, müteâkıben sağ burun
deliği açılır, hava derin derin bir kere çekilip burun deliği tekrar kapatılır
ve nefes uzun müddet zapt edildikten sonra sol burun deliği açılarak yavaş
yavaş hârice verilir.
Hindliler'in îtikadmca nefes “edâ” ve “pengala” tesmiye edilen sağlı sollu
iki damardan geçerek işler. Asıl hüner nefesi tutabilmek ve bu sûretle orta bir
damardan (Şekil: 1) geçerek insanın tepesinde bulunan “pramarandra” adlı
mahalle kadar îsâl edebilmektir. Bu orta damarın adı şuşumina'dır. Güzergâhında
yedi adet lotus şeklinde mutasavver kuvvet merkezi bulunur. Mürit, nefesine
hâkim olarak şuşumina damarından geçirip “pramarandra” denilen mahalle, yâni
tepesine kadar îsâl ettikte bu mahalde teneffüs faâliyeti durur ve mürit orta
damar güzergâhındaki kuvvet merkezlerini idrâk ederek fevkalbeşer kuvvetlere
sâhip olur.
Bu üç damar ve yedi kuvvet merkezi nazariyesi henüz lâyıkıyla izah
edilememiştir. Garp âlimlerinden kimisi anatomi, kimisi psikoloji veya mistik
nokta-i nazarından meseleyi hail ve tenvire gayret ediyorlar. Bugün
Hindliler'in ekserisi kuvvet merkezlerinin muhayyel değil, insan vücûdunda
hakîkaten mevcut olduğu kanâatindedirler. Fakat bu bir şey ispat etmez: Yâni
sistemin mûcitleri anatomiden tamâmıyle bihaber idiler diyemeyiz. Hidistan'da
tıp kurûn-ı evvelide bile oldukça inkişaf etmiş bulunduğundan, damar ve kuvvet
merkezi nazaıiyesini Hindliler'in câhilliğine atfetmek her halde doğru
değildir.
Yoga nazariyesi etrâfında nihâyetsiz eserler yazılmş olmakla berâber
yukarıda arz ettiğimiz veçhile, henüz fikri tatmine kâfi bir şey
söylenmemiştir; Yoga nazariyesi el’an, felsefe târihinin en ziyâde keşfe ve
tetkike şâyân meselelerinden birini teşkil etmektedir.
Bibliyografya
P. Markus: Die Yoga-Philosophie nach dem Rajamartanda dargestellt.
(Yoga-Rajamartanda'ya göre Yoga Felsefesi)
I. H. Woods: The Yoga-System of Patanjali (Patancali'lerin Yoga
Sistemi)
Duessen: Allgem Geschichte der Philosophie
Resimler, Helmut von Glazanapa'nın Der Hinduismus namlı kitabından
alınmıştır.
Son zamanlarda yüce tepelere yolum düştü. Goethe’yi bıraktım Hayyam’ı,
Hayyam’ı bıraktım zâlim Roma’lı şâir Ovid’i, sonra Tagore’u, sonra yine
Goethe’yi ele aldım. Bildim ki zemin zaman ayrılığı, ırk ve dîn farkları,
doğu-batı yabancılığı ne olursa olsun yüce tepelerde hep aynı muhteşem yankı
boydan boya gidip geliyor. Bu iklimde uzunca kalmak sarsıyor insanı. Cılızlaşmış
bünyeye çok kuvvetli çelik banyosu, kötü kedi ile zayıf düşmüş midelere arslan
sütü gibi. Büyük klâsikler üst üste ve sürekli okunamıyor, okunmamalıdır da. Onlar
arada bir ele alınır, fâsıla verilir, yine alınır. Meselâ Mesneviyi nasıl okursunuz? Ömrünüz boyunca ve... bitiremezsiniz.
Goethe der ki: “Vadilerde yolunuz bir konaktan bir
konağa dümdüz gider. Zirvelere çıkmak isterseniz hemen bir hamlede dik yukarı
tırmanamazsınız. Döne döne dolambaçlı zahmetli keçi yollarından ağır adım
yükseleceksiniz.” Arifeyi ve bayramın ilk günlerini iki ruhlu insanlar gibi geçirdim.
Kulağım kapı zilinde, elim ev işinde, aklım bilmem nerelerde, rûhum yüce
tepelerle basık vâdilerin yorucu iniş binişinde, gönlüm hep (o kıble) karşısında
dolaştım durdum. Kırk tarakta bezi olmanın zevkli ve kuvvetli çeşnisini bir
kere daha tattım.
Goethe güneş mizaçlı olarak tanınmıştır. Mutlu bir nâturası vardı, her
davranışında isâbet, her teşebbüsünde başarı tutturdu derler. Tabiat bir insanı
en parlak, en gürbüz istidatlarla ne kadar donatmak mümkünse, talih kendi
gözdesini ne kadar okşamak mümkünse, bütün şansların tamâmı ona nasip olmuştu
derler. Güneş gibi can verici ışınların hangi karanlıklardan, âlemi
kıskandıran mutluluğun hangi acılardan, dillere destan başarının ne türlü
savaşlardan filtre edilmiş olduğunu anlamak için şâirin eserlerine derince
bakmak gerekir. Hâlâ biricik nümûnelik hayat bellenen hayâtından bir söz etmek
için bugün diriliverse belki de halk ağzı ile konuşur ve “Dışı sizi yakar, içi
beni yakar” derdi. İşte eserlerinden parçalar:
“Çoğu insanların gençlik özlemleri ve deneyleri onlara amansız bir mektup
olur. Öyle ki yetersiz ve süreksiz bir zevkten sonra en sevgili isteklerinden
vazgeçmeyi ve en büyük mutluluk olarak hayâl ettikleri şeyden ölünceye kadar
mahrumluğu kabul etmeyi öğrenirler. Tefessüh devam ettikçe bir vücut tam ölmüş
sayılmaz. Vücûdu evvelce canlı tutmuş kuvvetler eski alışkanlıkla işlerini yine
yürütmeye yeltenirler, yapamayınca karşılıklı bir birlerini yok ederler. Yapayalnız
ve kimsesiz kalınca kendi kalbinde en vefâlı dostu bulur, onunla muhabbet
edersin. Ah ne olurdu sükût edebilseydim, rûhumun temiz sükûnunu bozmasaydım.
Çekici etkilere kapılıp sırrımı meydana dökmeseydim. Şimdi zahmetli
tornistan yollarına düşmemiş olurdum. İnsan, dar sınırlar içinde yaşamak üzere
yaratılmıştır. Sağlığı ve mutluluğu ilksel kolay ve her zaman el altında olan
ihtiyaçlara göre ayarlanmıştır. Biraz dışarı taşayım dedi mi kendini şaşırır.
Tazesi tâzesine ve engelsiz olarak yerine getirilemeyecek bir özleme aşılanması
onun dâimâ felâketi olur. Ah Yârabbî... Nedendir hayâtın en güzel renkleri hep
en karanlık zemin üzerinde belirir ve bir lâhza yüzümüz gülmek için nice göz
yaşlarımızın akması gerekir? Olgun, güzel bir insan modelini vücûda getirmek
için gerek tabiatin gerek kültür âleminin yaptığı şu sonsuz operasyonlara
bakınız, görünüz, bir de o insan örneği ne türlü sefâhat ve gafletle kendi
kendini perişan ediyor. Yahut şahsî hatâ yüzünden çok defâ da mâsum olduğu
halde hâriçten tahrik ediliyor. Her şey fânidir, her şeyin fâniliğini müşâhede
etmek de fânidir. Bir insanın rûhu çok ziyâde güzellik ve rikkat bağlar,
vicdanı katıksız temizliğe yönelirse dünyâ onu affetmez ve yaşatmaz."
Goethe’nin ne derin karamsarlık buhranları geçirdiğini belirtmek
bakımından şimdilik bu kadar. Yukarıdaki vecizeler (Wilhelm Meister) adlı
eserden derlenmiştir.
Goethe eleştiricileri bu cihete işâret etti mi bilmem, bir yerlerde
kaydedilmiş görmediğim için kendi orijinal görüşüm olarak veriyorum:
Wilhelm Meister bana bir nev'i Faust taslağı gibi gelir. Sanki şâir asıl
büyük ve manzum eserine kalkışmazdan evvel bir kroki çizmiş. Belki de Wilhelm
Meister’i yazmakla Faust’u atlatmak san'at dâhilerinin çok defa içlerinde
gelişen şâhesere karşı duydukları bir nev'i hasiyyetle fidye verir gibi
Faust’un silik bir sûretini hayâta salmak ve canını kurtarmak istemiştir. Bana
Ömer Hayyam, Ovid, Tagore tedâîleri veren tarafı neydi? Sık sık çeşitli
ifâdelere bürünerek tekerrür eden şu sözler: “Nerede ne şartlar altında
bulunursan bulun, elinden geleni yapmaktan geri kalma. Aktif ve faydalı ol.
içinde yaşadığın andan zevk almasını öğren.” Lâtinlerin meşhur (Carpe diem)
tekerlemesi ve bizim (gün bugün, saat bu saat, dem bu dem) meselemizin tâ
kendisi değil mi? Hâfız’dan Tagore’a kadar uzanmış bir teselli ve şevk kemendi
her türkünün kararını aynı makamda bağlar: Geçmişte değil, gelecekte de değil
şimdi hemen şuracıkta ne durumda ne kılıkta olursan ol hemen şimdi yaşa. Bu
öğüdü tutmak için Goethe’nin işâret ettiği dar sınırlardan çıkmamak, sır
küpünü kurmamak lâzım geldiğini de biliriz. Biliriz ki Hazret-i Mevlânâ’nın
deyimi ile ağzı açık bir çanak nehirde derhal dibi boylar; her tarafı kapalı,
ağzı mühürlü bir testi ise dalgaların üstünde seke seke kayıp gider. Üstatlar
bize takınmayı öğretiyor, ama eserleri, hep o kem gözden esirgenmesini
istedikleri sır küpünün kırılması, kan pahasına depo edilmiş gizli cevherin
dökülüp saçılması destânından ibâret.
Tam gönlüne göre bir iklime bir sevime rastlar, sızıntı vermeye, derken
oluklardan boşanmaya başlarsın. Sır küpü parçalanır. Orkestra şefinin dediği
gibi (da kapo!) dön yeni baştan! İşin yoksa zerreden zerreye emek ver, ta ki
sır ve hayat küpü gerekli yükünü alsın.
Fransız ihtilâlini ve Napolyon saltanatını tâkip eden devri, o kadar büyük
olaylar, dünyânın görmediği ölçüde yaygın, kızgın savaşlardan sonra gelen
nispeten durgun seneleri inceliyordum. Şiddetle ayaklanmış, hem kendi câmiası,
hem yabancı milletlerle sonu gelmez kozlar paylaşmayı artık huy hâline getirmiş
bir toplum, hele bu toplumun münevver gençliği bütün o girginliği, atılganlığı
nasıl kanalize eder, nasıl yatıştırır, kısacası cenkten barışa nasıl yol bulur
diye düşündüm. Elimdeki kitap “Victor Hugo’nun Hayâtı” sorularımı kifâyetlice
cevaplandırır mâhiyetteydi. İhtilâllerin yayın ve sosyetede adım adım ideoloji
çarpışmasına inkılâp ettiğini, savaşa alışmış içgüdülerin sahnedeki tiratlarda
boşaldığını, büyük kahramanların harp meydanından edebiyat alanına göçtüğünü,
kendini tüketmiş realitelerin, ideal âleminde başka bir hayat tarzı
bulduklarını müşâhede ettim. Bütün o yüksek heyecanlar şimdi aşkta, dostlukta,
vefâ ve fedâkârlıkta hızını almak ister gibiydi. Goethe’nin Verter’i batı
san'at dünyâsını alt üst etmişti. Her delikanlı bir Verter, her kadın bir
Manon Lesko, her genç kız bir Jüliyet olmak istîdâdındaydı. Bu günün insanı
bunları okurken âdetâ gözlerine inanamıyor, biraz duraklama, biraz şaşkınlık,
hayli rikkat ve -ne yalan söyleyeyim-gıptaya benzer bir şeyler duyuyor. Mistik
muhabbetler sınırında o ne derin, ne ölmezlikte direnmiş sevgiler, o ne yakıcı
didikleyici ateşli ihtiraslar, engizisyondan beter kıskançlıklar, kana susamış
rekabetler. Sonra ne asil, ancak romantizm devrinin görebileceği serdengeçti
dostluklar, ne ince dokunmuş göksel vefâlar. İhtilâl, Napolyon hâkimiyeti ve
imparatorluktan sonra ruhların galeyânı ancak böyle bir duygu taşkınlığına
yönelmek sûretiyle akıp gidebilme yolunu bulmuş olacak. Ne mutlu! diyorum, zira
başı boş enerjilerin evvelâ kendi kendine, sonra çevreye yapabileceği tahribatı
düşünmemek elimde değil, zihnim şu son “Kadeş” [11]olayları tesirinden kurtulamıyor. Henüz tahkikat bitmedi, ben de zâten
hâdisenin tablosu nedir bilmiyorum. Gençliğin bâzı yakışıksız taşkınlıkları
görülmüş. Ezbere bir hüküm verecek değilim. Mahzun oluşum başka sebepten, bu
hallerin şehit ziyâretine giden bir gemide, kutsal bir hac gemisinde geçmiş
bulunmasındandır. Mahzunluğum perde perde artarak kendime ve herkese şu suâli
soruyorum; Acabâ her genç “şehit” ne demektir bilir mi? Cihat nedir, gazâ
nedir, gâzi nedir bilir mi? Faydasız köhne mefhumlara yeni terbiyede yer yok
denecekse ben de derim ki, öyleyse gençlikten huşû ve hürmet beklemeye de
hakkımız yok. Belki “şehit”i sâdece dövüşürken ölmüş her hangi bir asker sanırlar.
Halbuki iki yamyam kabilesi de birbiriyle vuruşursa orada ölenler olur. İslâm
ve Türk tefekküründe “şehit”in başka dillere çevrilmesi imkânsız bir nüansı
vardır. Şehitlik mertebesi bizim anlamımızda öyle Tanrıya yakın bir makamdır
ki, büyük filozof ve bilginimiz İsmail Hakkı Bursavî (18. yüz yıl) târifine
göre (Şehitler ki, canlarını fedâ ederek gazâya girmiş ve vücutlarını Hakk
yoluna lokma lokma vermişler, bir kefen bile bulamadan üstlerindeki fukarâcık
elbiseleriyle kabre girmişlerdir, ölmezliğin al ipek harmânisine bürünüp
kıyâmete kadar tâze kalırlar ve kanlarından misk kokusu tüter.) Bilmem yeni
nesle şehit hakkında yeteri kadar fikir verebilir miyim? Veremezsem kabahat ne
bendedir, ne de gençlerde. Çünkü mükemmel bir sistem olan İslâmiyet kâşânesinin,
bütününü açıklamaksızın bir tek yapı taşının vücûd-ı hikmetini îzah etmek güç,
hattâ imkânsız. Başka şey söyleyim daha basit tarafından. Çanakkale Harbinden
sonra çıkmış bir halk türkümüz vardır:
“Çanakkale içinde aynalı çarşı
Hazır olun arkadaşlar düşmana karşı
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde sıra sıra söğütler
Üst üste yığılmış koca şehitler
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah!”
Onlar da gençti. Yüz binlerce tâze yiğidimiz, ömürlerinin baharında bir
çiçek olsun koklama nasibine eremeden göçüp gittiler. Onlara, ve daha nice
gazâlarda can vermişlere karşı nasıl borçlu, nasıl mükellefiz, bunu düşündükçe
başım eğiliyor... Eğiliyor, secdeye doğru kayıyorum. Biz geçmişteki büyüklerimize
milletçe ipotekliyiz. Şâyet bilmeyen varsa pazarlık öğreninceye kadar. Hiç
kimseye târiz niyetinde değilim. Sağı solu suçlandırmayı kendine iş
edinenlerden olamam. Suçlandırmak değil, anlamak ve elimden gelirse yararlık
göstermek isterim. Yüksek tahsil gençlerinin bâzı çevrelerin talebi gereğince
kolda çanta evden mektebe, mektepten eve gide gele yaşamasına ve bu hayatla
yetinmesini de ne metod ne gâye bakımından özenmeye değer bulurum. Yirmi
yaşındaki zihni açık, kanı kaynar delikanlıları, kızları ille de gençliğin
vazifelerinden sonra, bâzı hakları, bâzı imtiyazları bulunmalı. Ne yazık ki,
içinde pupa yelken yüzdüğümüz sosyal istihâle havasında bu hak ve imtiyazların
isâbetli gelenekler gibi sınırlarını belirtmek bugün için kâbil değil.
Zamânımızda içtimâi aksaklıklar, kifâyetsizlikler, hattâ ağırca kabahatler
görülebilir. Soyumuza çekmeyip de başka kimlere çekebiliriz acabâ? Victor Hugo’nun gençliğe şöyle bir hitâbesi var:
“Ey çocuklar; dünyâdan göçmüş kahramanların, vatanımı Şarkî ve Garbî
Roma’dan daha üstün yüceliklere çıkarmış er kişilerin evlâtları! Ciddî
düşünmek, gerçekleri görmek vakti gelince huşû ve saâdetle titreyerek
ecdâdımıza bakınız. Rûhunuz onların dâimâ yaşayan rûhuyla birlik kursun. Dünyâ
âlem halkı içinde herkesten asîl, dürüst ve mert olunuz, zîra adlarınız öyle
büyüktür ki, artık sizin malınız olmaktan çıkar.”
Fransız çocuklarına söylenmiş bu sözleri yağdan kıl çeker gibi Türk
çocukları için adapte edebilirim; eksiği var, fazlası yok. Herkesin bir düşünce
tarzı olur ya ... Ben de işte şehitlerin kudretine inanmışım.
"Schopenhauer"un felsefesinden en mâruf fasıllardan biri dehâyı,
dehâ sâhibinin mâhiyetini tahlil eden babdır. Yanlışlıklara meydan bırakmamak
için derhal kaydedeyim ki mezkûr faslı tercüme değil, hülâsaten tekrar
ediyorum.
Bundan maksadım, kârilerden amatör olarak felsefe ile iştigal edenlere
"Schopenhauer"un felsefesini hazmı kâbil bir şekilde arz
edebilmektir.
Memleketimizde felsefeye çalışan mütehassıslar eserleri zâten menbaından
tetkik ettikleri için tercümenin kendilerince bir kıymeti yoktur.
Amatörlere gelince: Bunlar Garp felsefesi ile henüz kâfi derecede ünsiyet
peydâ etmediklerinden aynen tercümeyi nâ-be-mevsim gördüm.
Ekseri gördüğümüz çehrelerin bayağılık ile damgalanmış olduğunu müşâhede
ediyoruz. Bunun sebebi, insanlarda yaşamak hırsının idrâk kuvvetini ve bütün
mânevi hassaları kendi menfaati uğrunda işletmesidir. Dehâ sâhiplerinde ise
idrâk kuvveti o derece fazla olur ki yaşamak hırsının tahakkümünden kendini
kurtarır ve müstakil yaşar. Dehâ sâhiplerinin çehresinde bu hırstan serâzat ve
mücerret kuvvetin nûrunu seyrediyoruz. Aynı sebepten dehâ sâhipleri bir tek
âilenin çocukları gibi birbirlerine benzerler.
Hayvanda tefekkür yoktur. Filvâkî kendini bilir, iyilik veya fenâlığı mûcip
olan şeyleri tefrik eder. Fakat bu anlayış sübjektiftir, hiç bir zaman objektif
olamaz.
Avamın şuuru ise hayvanlarınkinin aynı değil, lâkin ona müşâbihtir, yâni
sübjektif. Âmiyûn dünyâdaki eşyâyı görür, ama dünyâyı göremez.
Aristo diyor ki: "Omnes ingeniosos melancholicos esse" = "Bütün dehâ sâhipleri melânkolik olurlar."
İdrâk kuvveti ne derece parlak olursa hayâtın hiçliğini ve sefâletini o
nispette tenvir edeceğinden dâhilere mahsus olan bu mahzûniyetin sebebi
kolaylıkla izah edilebilir.
Sözüm yabana, mütefekkirlere ve san'atkârlara gelince bu gibilerin idrâk
kuvveti yaşamak hırsının tâbiiyetinde işlediğinden ancak şahsî menfaatlerine
temas eden noktalarda mânevî kuvvetleri harekete gelir. Daha kısasını
söyleyelim: Mütefekkir taklitleri hayatlarında şahsî gâyelerinden başka bir şey
tâkip etmeğe muktedir değildirler. Tabiîdir ki biçimsiz tablolar, ruhsuz
şiirler, felsefe bozuntusu saçmalar böylelerin elinden çıkar. Hakîkî ve büyük
eserlerin zâhirî şeklini kendilerine mâl edinseler bile neticede muvaffak olamadıklarını
görürler. Ve o zaman sa'y ve gayret ve hüsn-i niyet ile gelecek sefere daha
iyisini ortaya çıkarmağa gayret ederler. Fakat asıl bu hüsn-i niyettir ki
lâyemut bir eserin teşekkülüne katiyen imkân bırakmaz. Çünkü gâye şahsî bir
menfaattir. Büyük eserleri ise ancak benliğinden geçmiş dâhiler yaratır.
Mütefekkir bozuntuları bu hakikati bilmezler. Bilmedikleri de kendileri için
iyidir, yoksa tâkip etmeği bütün ihtirasları ile arzû ettikleri yolun
kendilerine ebediyen kapalı olduğunu anladıkları gün koşup suya atlamaları
îcap ederdi.
Hüsn-i niyet ahlâk yolunda her şey, san'at yolunda hiçtir.
Meselenin en canlı noktası bir insanın ciddiyet merkezinin hangi işte
olduğudur. Hemen bütün insanlarda ciddiyet şahsî ve âilevî saâdet ve refahta
temerküz etmiştir. Binâenaleyh yalnız ve yalnız bu saâdeti ciddiyetle tâkip
edebilirler. Diğer işleri aynı harâretle ifâya ne kadar çırpınsalar boş
emektir, çünkü hülâsaten tekrar edelim: Tabiat, ciddiyet merkezini nereye
yerleştirdi ise orada kalır. Şunu da ilâve edelim ki mâlum olduğu vecihle
ekseri dâhiler şahsî menfaatleri uğrunda fazla yorulmamışlardır.
Her hangi bir vücûda merbut bir kurşun parçası nasıl o vücûdu kendi
tarafına, yâni merkez-i sıklete doğru çekerse, bir insanın hakîkî ciddiyeti de
bütün mânevî kuvvetlerini kendi istikâmetine cezb eder. Dâhilerin ciddiyeti,
sübjektif ve pratik sâhada değil, bilâkis objektif ve nazarî sâhada
işlediğinden onlar, hayâtın mâhiyetini idrâk edebilirler. Bu hassa gayr-ı
tabiî, fevkaltabiî bir şeydir. Bu hassaya "Cen = Genie" demişlerdir.
Bir dâhî, kendini ve kendi menfaatini aramadığı için büyüktür. Buna mukâbil
her hangi bir şahsî gâye için gösterilen faâliyet küçüklüktür. Çünkü bu şekilde
faal olan birisi kendini yalnız bir zerrecik olan şahsında arar ve bulur. Büyük
bir insan ise kendini bütün mevcûdâtta görür "büyük dünyâ =
makrokosmos" içinde yaşar. Bütün varlıkta yaşadığı için varlık onu
alâkadar eder ve düşündürür. Dâhinin muhiti dünyâ, büyük bir muhit olduğu
için dâhiye büyük denir. Dehâ kendi kendinin mü kâfatıdır. Geçmiş zamanların
büyüklerini düşünürken "O ne bahtiyar adam ki ona bugün bile hayran
oluyoruz" demeyiz. Deriz ki: "Ne bahtiyar imiş ki böyle bir rûha
mâlik imiş ve bi'n-nefs bu rûhun zevkini tatmış. Biz bile asırlardan sonra, bu
rûhun bekâsı bir kaç kırpıntıdan bu kadar lezzet alıyoruz."
Kıymet şöhrette değil, şöhreti mûcip olan hassadadır. Dâhi ile âkil bir
adam arasındaki fark: Akil ve hakim bir adam en nâfî gâyeler ve bu gâyelere
sevk edecek en müessir vâsıtalar ile uğraşır, yâni mânevi kuvvetlerini tabiî
yolda, yaşamak hırsına hizmet yolunda işler. Romalılar'm Gravitas tesmiye
ettikleri mâkul ve mazbut tefekkür tarzı budur.
Dâhîde ise idrâk kuvveti fazlalığından, tabiî hudûdu aşar, her hangi bir
motife kölelik etmeği kabul etmez; o derecede ki felâket dakikasında bile
istiklâlini iddiâ ederek, meselâ felâketi tevlit eden muhiti tetkik ile meşgul
olur.[13]
Mâkul bir adam nokta-i nazarından bu hâl bir delilikten başka bir şey
değildir. Zâten dehâ ile cinnetin kardeş olduğu çok defâlar iddiâ edilmiştir.
Faâliyetleri yüzünden büyük adamlar, tefekkür yüzünden büyük olanlardan daha
mebzuldür. Çünkü: Âdî insanda idrâk kuvveti pek cüz'î, fiil adamında hayat için
lâzım olduğu derecede, dâhîde ise lüzûmundan fazla, taşkın bir şekilde
mevcuttur. Dâhinin eserleri pratik değildir, pratik hayâta hiç yardım etmez.
Mûsikî olsun, felsefe, şiir, sanâyi-i nefise olsun, bunlardan hiç birisi
nâfî bir şey değildir.
Nâfî olmamak dâhiyâne eserlerin fârik-i alâmeti, asâlet fermanıdır!
Beşeriyetin diğer eserleri hayâtı idâme ettirmek, kolaylaştırmak için
vücûda getirilmiştir. Dâhiyâne eserler bir maksada hizmet etmezler, kendi
kendileri için yaşarlar. Biz de, onlarla iştigal ettikçe gönlümüzün ferahlandığını
hissediyoruz, çünkü bize zavallılığımızı ve muhtaçlığımızı unuttururlar.
Güzel şey ile
faydalı şey bir arada olamaz. Muhteşem ağaçların meyvesi yoktur. Meyve veren
ağaçlar bücürdürler. En güzel binâlar faydası olmayan binâlardır: Bir mâbet
ikâmetgâh olamaz.
Her dâhiyâne eser, mûcidinin bütün kuvvetini bir noktaya çekip toplamasıyla
meydana gelir. Bu fevkaltabiî dikkat tekâsüfü dâhiye mahsus bir kabiliyettir.
Bâzen hayâtın, her günün ufak tefek hâdiseleri, dâhinin müthiş bir mikroskop
gibi seyrettiği şeyi büyüten ve o sâniyede seyredilen şeyden başka bir şey
görmeyen gözü karşısında, fevkalâde bir vüs'at peydâ eder. O zaman dâhiyi hiç
olmayacak küçük bir şey için son derece mütehassis, mükedder, mağrur, gazaplı
ve şâire... görürüz.
Dâhi soğuk kanlı değildir. Dâhi azâmi derecede hassastır. Arzûlarında
azâmi derecede muhteristir; bu ihtirâsm şiddeti vücutta kalp çarpıntısı olarak
tezâhür eder. Bâzen hayâl-perver, sâkin, bâzen taşkın ve çılgın, lâkin onun
içini kemiren eriten mânevi ıztıraplarından ebedî eserler doğar.
Dâhî ekseriyetle inzivâda yaşar. Çünkü kendi cinsinden insana nâdiren rast
gelir. Diğerleri ise kendine hiç benzemedikleri için onlarla kafadar olamaz.
Kaynak:
Makaleler / Safiye Erol; yay. haz. Halil Açıkgöz, SAFİYE EROL KÜLLİYÂTI – 6,
KUBBEALTI NEŞRİYÂTI, 2.Baskı: 2005,
İstanbul
[6] ' Her
Ay, nr. 6; 01/Şubat 1938, s. 51-57.
[7] Havâdis,
21.03.1957
[11]
Kadeş,
(Eski Mısır dilinde: Kode / bugün Telen-Nebi Mind), Suriye'nin Humus
valiliğinde, Asi Nehri kıyısında antik kent. Eski Mısır kaynaklarından ilk kez
III. Tutmosis'in (hd MÖ 1504-1450) Filistin'deki Megiddo'da Kadeş prensi
önderliğindeki bir ayaklanmayı bastırması dolayısıyla sözü edilir.
[13] Şu dakikada Schiller'in bir sözünü hatırladım: "Ölüm
tehlikesi karşısında bile bir güzelliği görebilen, evet, ancak o, ben güzelliği
idrak ettim, diyebilir." Dr. Safiye Sâmî [Erol]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar