Print Friendly and PDF

Şahin Uçar Yazılarından Seçmeler

Bunlarada Bakarsınız



MÜLK KİMİNDİR?
Sâmî dillerinde —tabiî Arapça’da da— MLK kökünden türeyen kelimeler arasında mana akraba­lığı vardır. Lisanu’l-Arab'da ‘mülk’ kelimesinde verilen malumata göre, mülk, melek, melik, milk, malik gibi keli­meler hep bu MLK kökündendir. Melek (kral-tanrı) yahut melik, malik gibi kelimeler mülke sahip olmayı, yani bizim tefsirimize göre, her nevî güç ve kudrete sahip olmayı ve bilhassa siyasî hâkimiyeti ifade eden kelimelerdir.
Selçuk­lu eserlerinde süsleme unsuru olarak sıkça rastlanan ve yıllarca okumakta güçlük çektiğimiz bazı Kûfî yazılar, bu MÜLK kelimesi ile ilgili araştırmalarımızın hareket nok­tası olmuştu:
Sivas Çifteminare'deki “el-Mülkü lillah” (Mülk Allah’ındır) ve Sivas Ulucami’ndeki “el-Mülkü lilla- hi’l-vahidi’l-kahhar” (Mülk —siyasî hâkimiyet— tek ve kahhar olan Allah'ındır) gibi bazı ibareleri araştırırken bulduğumuz ayetin aslına göre “limeni’l-mülkü’l-yevme? Lillahi’l vahidi’l-kahhar” (dünya hayatında siyasî hâkimi­yet sahibi olanlara) “bugün mülk kimindir? O tek ve kadir olan Allah’ın” denilecek olan bir gün gelecektir. Çünkü Al­lah Maliki Yevmi’d-Din”dir.
Yani İslâmî anlayışa göre Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse gerçek manada siyasî hâkimiyet (Mülk) sahibi olamaz. Kur’an-ı Kerim'deki sayısız ayet, her çeşit Mülk'ün Allah'a ait olduğu hususunda ısrar eder. Demek oluyor ki Sâmî zihniyetinde, kendisine çocuklar kurban edilen bir molok putuna (Putlaştırılmış devlete veya bir başka deyişle ce­maate ve melikliğe karşı; yani tâ eski İsrail ananelerindedahi mevcud olan ve İbrahim'in yılda bir kere Tanrı’ya bir koç —veya başka bir hayvan— kurban etme âdetini ‘insan kurbanı’ âdeti yerine ikame etmesiyle yok edilmek istenen bir taabbüd şekline) karşı şiddetli bir aksülamel (tepki, reaksiyon) vardır. Hatırası hâlâ yaşayan ve Hristiyan kavimlerin siyaset li­teratüründe bugün bile mevcut olan bu Molok veya Molk'a düşman zihniyet, mevzuumuz bakımından son derece ehemmiyetlidir. Zira (İslâmî yönetimde) İlâhî Hâkimiyet'in yerine konulduğu iddia edilen beşerî hükümranlık yahut tabir-i marufu ile meliklik (krallık) Muaviye’nin hilafet yerine ikame etmek­le suçlandığı siyasî hâkimiyet şeklinin ta kendisidir. Muaviye’ye karşı çıkanların, Yezid için Muaviye’nin sağlığın­da biat alması hakkında, “bu, bir kayserliktir ki, bir Herakl ölür yerine başka bir Herakl (Heraclius) geçer” şeklin­deki itirazları, yani, Muaviye'nin teklifini Heraclius'un (müslümanların kendisi ile savaşarak elinden Suriye ve Mısır gibi toprakları aldığı Bizans İmparatoru) istibdadına benzetmeleri bu bakımdan çok enteresandır.
Demek oluyor ki, ilk sahabeler devrinden başlayarak idealize edilen bir İslâmî rejim biçimi olarak hilafet, her türlü putlaştırılmış diktatörlük biçimine, her türlü beşerî MÜLK'e karşı İslâm’ın İlâhî hâkimiyet (el-Mülkü lillah) idealini ifade eden bir mefhumdur, diyebiliriz.
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.95-96)


İslâmiyet, Dört Halife çağından itibaren, tıpkı modern Batı gibi, bir güç politikası ve yayılmacı siyaset uyguladı. Yine de, müslümanların diğer inançların mensuplarına ol­dukça büyük bir tolerans gösterebildiklerini, dinlerinin ge­reği olarak, diğer inançları tamamen yok etmek gibi bir politika gütmediklerini kaydetmemiz gerekir.
Modern dünyada sayısız kültür bir arada yaşayacak. İnsanlar tek bir kültür içinde yaşamak yerine, çok kültürlü bir dünya­da yaşamayı öğrenmek zorundalar. Çünkü, sahip olduğu­muz teknoloji ile, coğrafî sınırlar ve milli sınırlar tamamen yok olmuş bulunuyor: ve diğer kültürler dahi, bütün kül­türel vasıf, hadise ve görünüşleriyle birlikte, evimizdeki oturma odalarına kadar girmiş bulunuyor. Hiçbir kültür, bir daha asla, saf bir kültür olmayacak.
Çok kültürlü bir dünyada yaşayacak isek (ve medeniyetle birlikte sosyal or­ganizasyon biçimi de yok olacaksa), böyle bir dünyada Müslümanlıktan mülhem olarak sunabileceğimiz, alterna­tif hayat tarzı nedir?
Tarih boyunca, komünal bir tarzda yaşayan gruplar, anarşist cemaat tatbikatları ve benzeri alternatif yaşayış tarzları var oldu: ancak bunlar, medeniyet dediğimiz büyük ölçekli sosyal organizasyon biçimi için, ciddi bir alter­natif oluşturamıyorlardı. Birçok denemeler kısa zamanda sukut-ı hayal ile neticelenmişti. (Bugün bile Amerika'nın ortasında, Pensilvanya'da Hıristiyanlığın Mennonite mez­hebinden cemaatler, Amerika gibi bir yerde bile, inatla Ortaçağ şartlarında yaşamayı sürdürüyorlar. Bizim Hari­cî grupları da Kuzey Afrika'da bugüne kadar yaşamışlar­dır). Türkiye'de gazeteler bazen, İslâmî bir hayat tarzı ya­şamak için oluşturulmuş yerleşim bölgelerinin varlığın­dan şikayet ederler. Bırakın insanlar bildikleri ve tercih ettikleri gibi yaşasınlar. Adalet mülkün (siyasî egemenli­ğin) temelidir diyoruz; ama hukuk, sadece siyasî egemen­liğe, (mülk) tegallübe, hizmet eden bir âlet mi olmalı?
Bu­gün her yerde, yerinden yönetim (insanların merkezî bir yönetim yerine kendi ihtiyaçlarına göre geliştirdikleri ve yönettikleri bir sistem) oluşturma gayretleri var dünya­da... Şunun adını koyalım: Eğer bir dünya federalizmi öl­çeğinde gerçekleştirilebilirse ve bildiğimiz şekliyle devlet­ler ve ordular tasfiye edilirse; bu, tegallübün (galip olma, zorbalık, kuvvete dayalı baskı) ortadan kalkması ve Eski Yunan şehirlerinde olduğu gibi, tabir ca­izse, şehir devletlerinden mürekkep bir yönetim biçiminin geleceği, anlamına gelmektedir.
 Fârâbî, Eflatun ve Aris­to'nun politika yorumlarından ilham aldığı için, politik görüşlerini el-Medinetü’l-Fâzıla isimli bir kitapta ifade et­mişti. Yani, faziletli bir yönetimin hükümran olacağı bir medine (şehir devleti). Bırakın insanlar kendi şehirlerini, bildikleri gibi, yönetsinler.
Tegallüble kurulan devletler yahut Fransız İhtilali’nden sonra çıkan ulusçu-devlet po­litikaları, dünyayı bugünkü siyasî statükoya getirdi: bu­radan öteye yol yok!
Ya medeniyet yok olacak, yahut bü­tün insanlık.
Medeniyetimizle birlikte bizim de intihar et­memiz gerekmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine'de kurduğu cema­at, yahut Medine (eski adı Yesrib idi, Peygamberin şehri anlamına Medine, yani şehir, olarak değiştirildi ismi) ide­al İslâmî tatbikatın numûne-i imtisâlidir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, bir vergi toplayıcısı değildi, Ömer b. Abdilaziz'in de dediği gibi: O bir Peygamberdi ve Medine'sini kurmuştu.
Bugün biz ve hatta bütün insanlık kendi Medinemizi ye­niden kurmak ve mevcut statükonun gerektirdiği gibi de­ğil, bildiğimiz gibi, kendi tercihlerimize göre yaşamak, al­ternatifi ile karşı karşıyayız. Her Medine'nin Müslüman olması gerekmiyor elbette: Zaten bu İslâm’a göre gerekli de değil. Herkes, kendi dinine ve kendi dünya görüşüne göre, kendi kültürünün icapları uygulanan (ve merkezî bir hükümetin değil kendilerinin yönettiği) bir Faziletli Medine Kurmak vazifesi ile yüzyüzedir. Biz de Fârâbî gi­bi, el-Medinetü’l-Fâzıla diyoruz: Zira, İslâmî anlamda Şûrâ fikrinin, Batılı siyasî terminolojideki karşılığı (Toynbee'nin de parlamenterizme alternatif olarak sunduğu ve tercih ettiğini söylediği (Toynbee İkeda Dialogues'da) Meritocracy'dir: Yani Fazilet ve Meziyet (Merit) sahiplerinin yönetimi...
Eski Yunan demokrasisi için, “bir fazilet (virtue, merit) rejimidir” denildiği malumdur. Eski Yunan mi­salini bugünkü parlamenter demokrasi modeliyle karış­tırmamak lâzım: orada doğrudan doğruya demokrasi var­dı. Demek oluyor ki, şûrâ yahut meritocracy rejiminde, herkes için değil, fazilet ve meziyet sahipleri arasında bir seçim (seçme ve seçilme işlemi) vardır. İslâmî anlamda “Medine'yi Yeniden Kurmak” fikrini bu şûrâ (meritocracy) fikri ile ifade edeceğim. (H. Hatemi, Hukuk Devleti, kita­bında ve makalelerinde, demokrasinin kusurlarını sayıp döküyor ve İslâmî yönetim biçimi olarak, şûrâ'yı öne sürü­yor: Ancak, çözümü yine “demokrasi” olarak gösteriyor ve şûrâ'yı demokrasi ile karıştırıyor. Şûrâ'nın karşılığı ola­rak ancak “meritocracy” gösterilebilir, Batı terminolojisin­de).
Tegallüb (yani çağdaş devletler) ortadan kalkmadık­ça, yahut bu iş bir dünya federalizmi çapında uygulanma­dıkça, “şehir devleti formülü” de işe yaramaz. (Tek Parti İktidarlarının zararlı yönlerini burada fark edebiliriz. Y.)
Şehir yöne­timi, el-Medine, güvenlik ve adelet tevzii hususunda dahi merkezî bir yönetimden bağımsız olmadıkça; ne doğrudan doğruya demokrasi, ne de meritokratik bir şûrâ yunetimi gerçekleşemez. Ancak, bir dünya federalizmi (devletler birliği değil, yerel-yönetimler birliği anlamında), yahut Avrupa Devletler Birliği, İslâm Devletleri Birliği gibi, çok büyük ölçekli tatbikatlar içinde gerçekleştirilirse; bu ölçü­de bağımsız bir Medinetü’l-Fâzıla’dan bahsedilebilir.
İs­lâm, bu alternatifi hem talep etmekte, hem de numûne-i imtisâl olarak bütün beşeriyete sunmaktadır. Toynbee, “Uyuşturucu bağımlılığı ve ırkçılık gibi hastalıklarımızın panzehiri İslâm'dır, Batı kültürü bu hastalıkları tedavi­den acizdir”[1] diyordu. Bizce farklı kültürlere tolerans gös­termek ve birlikte, birarada çok kültürlü bir dünyada ya­şayabilmek için, İslâm'ın sunacağı “toleranslı alterrfatif” bu Medine'yi Yeniden kurmak alternatifidir. Halihazırda­ki, sırf tegallüb esasına müstenid İslâm devletleri, müslümanların işlerini zorlaştırmazsa tabiî. Onun için bir “Pax İslamica” (İslâamî Barış) gereklidir. Küçük büyüktür, ama büyük de kü­çüktür. Bu anlamda, devlet hem büyümeli AET örneğin­deki gibi büyük federasyonlar teşkil edebilmeli; hem de Medine toplumu çapında, şehir devleti ölçeğine inecek ka­dar küçülmelidir. O zaman büyük devletlerin başlarına sayısız gâile açan, ırkçılık, etnik bağımsızlık talepleri, merkezî yönetimin bir türlü karşılayamadığı etkili yöne­tim ve ihtiyaçların giderilmesi (eğitim, sağlık hizmetleri, halkın refahı gibi, refahIwellfare devleti ideali olan alan­larda, devlet müdahalesi işleri berbat etmekten başka so­nuç vermiyor) gibi iç politika problemleri; ve ortada büyük devletler, ulusçu-devletler ve paylaşamadıkları menfaat­leri, kalmayacağı için, dış politika problemleri, ortadan kalkacaktır.
Aslında yakın tarihte olduğu gibi, muhtelif kutuplaş­malar, Avrupa Birliği, NATO, İslâm ve benzerleri olmasın isteniyorsa, bir “dünya federalizmi” gerçekleştirilmeli. Bu bahsettiğimiz hedeflerin, dünyanın bugünkü siyasî şartla­rı içinde düşününce, gerçekleştirilmesi çok zor, âdeta im­kânsız denecek kadar uzak, göründüğünü biliyorum. An­cak, biz bütün medeniyetin sonundan ve bütün kurumların sonundan, medeniyet-ötesinden bahsediyoruz. Bunu gerçekleştiremediğimiz takdirde, bugünkü politikaların sonucunun davet edilmiş bir intihar olacağını ve (medeni­yet ve kurumlarından vazgeçip onları dönüştüremezsek) insanlığın sonunun geleceğini söylüyoruz.
Okuyucuyu, yakın geleceğin gündemindeki bu mesele­ler üzerinde düşünmeye davet ediyoruz. İdeal İslâmî Tatbi­kat olan, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Asr-ı Saadeti, Medinetü’n-Nebî'deki tatbikatı, tegallüb esasına dayanan bir “devlet” (be­şerî mülk) olarak görmüyoruz; Hilafet rejimini de yetersiz buluyoruz. Gerek Müslüman dünyası, gerekse insanlığın bugün yüzyüze bulunduğu problemin hâl çaresi olarak; si­yasî anlamda, Yerinden Yönetim, Medine, yahut site devlet­lerinden mürekkep bir Dünya Federalizmi alternatifini or­taya koyuyoruz. Böyle bir alternatifin, meydana getireceği “özyönetim” problemleri ve hâl çareleri başka bir kitabın konusudur. (Yeni Dünya Düzencilerinin Şerlerini burada unutmamakta gerekiyor.)
Son sözümüz, medeniyet-ötesi bir çağa geçişin sebeplerini, mahiyetini ve problemlerini ifade etmekten iba­ret değildir: o, aynı zamanda, Incil’deki (Matta, VI: 10) bir ifade ile söyleyecek olursak, bir temennidir:
“Melekût'un gelsin; gökte olduğu gibi yeryüzünde de, senin irâden ol­sun!”
Lillâhi hâze'l-emr! Ve hâzâ min fadli Rabbî!
Temmet bi avnillahi'l-meliki’l-vehhâb...
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s. 166-170)

Bugün, yaklaşık 10 bin yıllık bir gelişmenin son mer­halesini yaşıyoruz. Bütün kurumlar eskimiş, her şey yıkı­lıp dökülüyor.
Uluslararası şirketlerin bütün devlet sınırlarını aşın­dırdığı ve ekonomik bakımdan fiilî olarak birleştirdiği bir dünyada yaşıyoruz. İsrailli askeri, çocuklara kurşun sıkar­ken ve kol kırarken, oturma odamızdaki televizyondan, seyrediyoruz. Vahşeti artık iyice kanıksadık. İnsanlar hissizleştiriliyor, aptallaştırılıyor; robot çağında yaşadığımız­dan olacak ki, saatlerce TV seyreden, düşüncesiz robotlara dönüştürülmek isteniyoruz. Spengler “Medeniyet kültü­rün ölümüdür” demişti. Bu çağ, medeniyetimizin kitle kül­türü, medya bayağılıkları, insanlığın dünya çapında törpü­lenen duygu ve vicdanı düşünülecek olursa, ne kadar doğ­ru söz! Bugünkü dünyada yalnızca maddî değerler hâkim olmuştur. Oysa maddî değerler açısından da baksak, in­sanlık âdeta uluslararası şirketlerin maddî menfaatleri için çalışır hale geldi. Bugün insanlık, Firavun’un ayakka­bısı altına resmettirdiği köleler gibi, “Büyük Şirket Mo­lozlarına çalışıyor, onlara hizmet ediyor. Onlar Devlet içinde Devlet...
Bugün AET (Şimdi AB) misalinde olduğu gibi, birçok devletin, gümrük duvarlarını ortadan kaldırmakla kalmayıp, ulus­çu devletleri de ortadan kaldıran bir federalizme gittikle­rini görüyoruz. Fransız İhtilali ile gelen milli devlet anla­yışına karşı, bizzat Fransa'nın da iştirak ettiği bir Avrupa Devletleri Birliği kuruluyor. Gümrük duvarlarının kalk­ması, devlet sınırlan, hatta (çünkü pasaport da ortadan kalkıyor) serbest dolaşım ve mübadele, Avrupa para birimi ECU gibi örnekler Avrupa'da milli devletlerin sonu ve Fe­deral Birlik çözümüyle eskiden büyük imparatorluklann sağladığı imkânlara ve şartlara dönüş yaşanıyor. Bir taraf­tan Rusya parçalanıyor ve Sovyet imparatorluğunun kül­leri arasından ulusçu devletler ortaya çıkıyor; Sırbistan misalinde olduğu gibi, Sırp, Hırvat, Boşnak vs. gibi küçük kavmî grupların dahi milliyetçilik ve bağımsızlık fikirle­riyle, devletleri parçaladığını görüyoruz; diğer taraftan yerküresi çapında bir ekonomik faaliyetin müstakil devlet­lerin, hükümranlık haklarını ortadan kaldırdığına şahit oluyoruz. Bu keşmekeşin arkasında (dört asır önce dünya­yı birleştiren coğrafî keşifler sayesinde meydana gelen) Sö­mürgecilik, Kapitalizm, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtila­li ile gelen Milliyetçilik, Laiklik, Parlamanterizm gibi fi­kirlerin yayılması var:
Nihayet Batının bütün dünyayı Batılılaştırması şeklindeki kültürel ve ekonomik emperya­lizmin meydana getirdiği bir modem sömürgecilik var! Bu­na modem sömürgecilik diyoruz;, çünkü Batılılar bugüne kadar ellerinden geldiği ölçüde bütün dünyanın kaynakla­rını kontrol etmek ve kullanmaktan başka bir şey düşün­mediler. İşte yakın tarihten Körfez Krizi misali: sırf petrol kaynaklan üzerindeki kontrollerini kaybetmemek için yaptığı bir harp Batılıların! Fransız İhtilali ile gelen laik­lik, parlamenterizm ve milliyetçilik fikirleri hâlâ Üçüncü Dünya’yı yönlendirmeye devam ediyor. Ne var ki, 1914'e gelinceye kadar bu fikirler her tarafta yayıldı; tatbik edil­di ve sonucun Bütün Avrupa'nın birbirine girdiği Birinci Dünya Harbi felaketi olduğunu gördük. Laik bir hukukun tabiî sının, kuvvetidir! Kuvvetli olanın haklı sayıldığı bir dünyada, bir savaşın mağluplar aleyhine ve güçlüler lehi­ne yeni bir adaletsizlik ve dengesizlik (ilerde kaybettiği milli menfaatleri tekrar elde etmek İçin firsat bekleyen ve diş bileyen mağlupların kindar ve intikamcı bekleyiş süre­ci) doğurmaktan başka bir netice vermesi beklenemezdi. Ne var ki yaşlı dünyamızın, (medeniyetlerin tabiî sonucu olan) bu tip savaşlara artık tahammülü kalmamış bulunu­yor. Zira bugün, savaşın getirdiği yıkım, eski devirlerde ol­duğu gibi sadece savaşan tarafların değil, bütün dünyanın ödemek zorunda olduğu bir bedel: Ve bu bedel öylesine yüksektir ki bütün dünyayı yok olma tehlikesi ile yüzyüze getirmiş bulunuyor.
İnsanlık bir üçüncü dünya savaşının önümüze koyaca­ğı bu kadar yüksek bir faturayı ödeyemez: Yahut öderse, bu sadece medeniyetin değil, insanlığın yok olması anlamı­na gelecektir; bu bilinen bir şey olduğu için, uzun uzadıya izaha hacet yok. Orientationumuza esas olan perspektifi­miz, bu noktada şu hakikati işaret etmektedir: Medeniyet insanların yaşaması için, hayatlarını sürdürmeleri için, mutlaka gerekli olan zarurî bir ilk şart değildir. Zira ipti­daî kültürel (Darvinizm'in evrim iddialarını münakaşa dışı bıraktığımız takdirde bile) dünyamızda yüzbinlerce yıl­dan beri varolmaya devam ediyorlar. Halbuki medeniyet tahripkârdır ve birkaç bin yıldan fazla yaşayan bir mede­niyet mevcut olmamıştır; kısaca, medeniyet olmadan da yaşayabilir insanlık: Tıpkı bugün dünyamızda yaşayan di­ğer iptidaî kültürlerin insanları gibi. Ne var ki, bugünkü medeniyetimiz o kadar gelişmiş bir teknolojiye sahiptir ki, bu teknolojinin tahrip gücü, sadece —eskiden de sık sık gö­rüldüğü gibi— bir medeniyetin ölümü değil, bütün dünya­nın ve insanlığın yok olması neticesini doğuracak kadar sı­nırsız bir tahrip gücüdür. Yani medeniyetimiz sadece ken­di kendini değil bütün insanlığı yok olmakla tehdit eden uğursuz bir güç durumundadır bugün: Ya bu medeniyetten kurtulacağız yahut onunla birlikte yok olacağız. Eski de­virlerde kültür ve medeniyet ölür; o medeniyetin mensup­ları olan insanlar ve çocukları yaşamaya devam ederdi. Şimdi insanlara hizmet etmesi için kurulan kurumlar (en başta devlet olmak üzere bütün medenî kurumlar) insan­lar için sadece zararlı değil, ölüm/kalım meselesi teşkil eden bir başbelası haline gelmiştir.
Medeniyetimizin meydana getirdiği kıyamet bombala­rı, sadece nükleer silahlardan ibaret değildir. Belki de bir üçüncü dünya savaşı hiçbir zaman çıkmayacaktır. Ufak te­fek nükleer reaktör kazalarına da alıştık artık! Ne var ki, nükleer artıklardan zehirli maddelere kadar, pek çok kir­letici unsur, bugün, sadece insan neslini değil (yaşamak için insanın da içinde bulunduğu ve bağımlı olduğu) bütün bir tabiatı zehirlemektedir. Havamız, suyumuz, toprağı­mız hızla kirleniyor; zehirli artıklarla doluyor. Medeniyeti­mizin bu tahripkârlığı, ekolojik dengeleri de alt-üst ediyor. Yağmur ormanları hızla tükeniyor, atmosfer deliniyor, ik­lim bozuluyor. Bir “post-civilization” dönemine geçemediği­miz takdirde, bu dünya yok olacak (alışkanlıklarımızın bi­ze vehmettirdiği gibi ebedî olmak bir yana, ömrü de çok kısalmıştır.) Bu anlamda, kıyamet yakındır! Dünyayı, üs­tünde canlıların yaşayamayacağı, bir cehenneme çevirmek için yarım asır pekâlâ kafi gelecektir. İnsanlık belki o za­man bile yaşamaya devam edebilir; ama ancak uzayda ya­şayabilir, yeryüzünde değil.
Şimdi uzayda hayat nasıl olur fantazilerine girmek is­temiyorum; ama olursa, herhalde alıştığımız medenî orga­nizasyon biçiminden farklı olmak zorundadır. Teknoloji devlet sınırlarını aşındırdı: Uluslararası ticaret bu sınırla­rın zararlı birer ayakbağından ibaret olduğunu gösterdi. A.J. Toynbee ile Daisaku İkeda'mn Dialoglar kitabında öne sürdükleri bir teklif vardı: “Yeryüzünde tek para biri­mi olmalı” diyorlardı. Bu teklif, Avrupa için, gerçekleşti denilebilir. Bugün Dünya Pasaportu veriyor Birleşmiş Mil­letler; bu pasaportu alan vatandaşlarımız var. Milli devlet denilen şey, tarihe karışmak üzeredir; ne var ki, Fransız Ihtilali’nden miras kalan fikirler Üçüncü Dünyayı yönlen­dirmeye devam ediyor. Bu arada dünya hızla değişmekte ve yepyeni bir çağ (medeniyetin getirdiği sınırların aşıldı­ğı bir çağ) gelmektedir. Bugün parlamenterizm yerine me­ritocracy (seçkinler yönetimi, İslâmî Şûrâ gibi) ad hocracy (kurumlann geçici olup planlanan hedefler gerçekleştik­ten sonra tasfiyesini esas alan, işe göre yönetim) vs. gibi sistemler tartışılıyor. Medeniyet ötesi denilen çağda devlet ve kurumlan mevcut olmayacak.
Medeniyet’in geliştirdiği ve kurduğu bütün kurumlar (establishment) ve halihazır statüko, Asi gençlik denilen 68 nesli tarafından reddediliyor; tenkit ediliyor. Bu değiş­melerin arkasındaki diğer bir motor da hızlı teknolojik ge­lişmedir. Bilgisayar ve Bilgi Bankaları çağında (son derece sınırlı kalan) okul eğitimi yetersiz görünüyor. Captain Bennett “Ömür Boyu Eğitim”den söz ediyor: Ivan Illich,“Okulsuz Toplum” istiyor. Bütün kurumlan ile birlikte me­deniyet (bizzat kendi gelişmesinin sonucu olarak) demode olmuştur. Toynbee bunu, İncil'deki “eski şişelere yeni şa­rap koyma” temsiline benzetmişti: Teknolojideki hızlı ge­lişmeler, medeniyetin de değişmesini gerektiriyor. Eskimiş kurumlar, bu eski şişeler yeni teknoloji cinine dar geliyor. Şişeyi taşa çalmak zorundayız.
20. yüzyıl, eski inançları iyice eskitti: Dünya yeni inançlar arıyor. Avrupalı mütefekkirler, Hare Krişna'ya Budizm'e merak sarıyor, Zen-Budizm üstüne kitaplar yazı­yorlar. Amerika'da 200 yeni inanç peydâ oldu. Hıristiyan­lık, Fransız İhtilali’nde gözden düşmüştü; “Akıl-Tabiat-Terakki” teslisi de 20. yüzyılda gözden düştü. Dinlerin takli­di ve karikatüründen ibaret olan birtakım boş inançları­mız bize iki dünya savaşına maloldu. Güç politikası hâlâ yürürlüktedir; ama, Alaaddin'in sihirli lambasından fırla­yan devin gücü, artık efendisinin kontrolünden çıkmıştır ve güçlünün kullanamadığı gücü, onun zaafı olabilir; zaten bu güç efendisini de tehdit ediyor artık!...
Kısaca medeniyetin aşılmasını gerektiren sebep (bizzat medeniyetin bizi getirdiği bu noktada), artık medeniyetle ve onun kurumlan ile birlikte yaşamanın mümkün olmaması­dır. Dünya politik bakımdan hem birleşmeye gidiyor, hem dağılmaya; büyük devletler küçülüyor, küçük devletler bü­yüyor. Ama bu görünüş aldatıcıdır. Değişen, yahut değişme­si gereken, bizzat devlet kurumunun kendisidir. Gerçekte ne oluyor?
Büyüyen Avrupa topluluğu içinde geriye (şimdi­lerde moda olan tâbirle) yerel yönetim/yerinden yönetim ka­lıyor. (Eski Yunan da Atina, İsparta ve benzeri şehir devlet­leri vardı. Yunan-Pers Savaşlarında görüldüğü üzere, kendi içlerinde menfaatleri çatışsa bile bu şehir devletleri, İranlılara karşı, bir federasyon gibi hareket edebilmiş ve müşte­reken savaşabilmişlerdi). Bugün, katılımlı-demokrasi, ye­rinden-yönetim vs. diye ifade edilmek istenen dönüş, Doğ­rudan Doğruya Demokrasi’ye (Eski Yunan modelindeki), şe­hir devleti demokrasisine, dönüştür. Mahallî yönetimler (Güvenlik hizmetleri hariç), hattâ “adalet tevzii” de dahil ol­mak üzere, bütün görevlerini devretmek istiyor devlet. Çün­kü bu çağın getirdiği problemlerle bu eskimiş kurum artık başa çıkamıyor. Sonuçta devlete kala kala (en eski vazifesi olan) tegallüb (askerî hâkimiyet) sayesinde, nizâmı ve âsâyişi sağlama vazifesi kaldı şimdiden...
20. yüzyılın İlmî gelişmelerinin meydana getirdiği şüp­hecilik ve güvensizlik, 19. asrın anarşist felsefesini yeni­den gündeme getiriyor. Federalizm fikirleri yayılıyor. Fe­deralizm derken, bugünkü Amerikan örneği bir devletler birliğini değil, şehir devletleri ölçeğinde çok küçülmüş dev­letlerin birliğini kastediyoruz.
Eski Yunan’daki şehir devletleri gibi küçük ölçekli (ye­rinden yönetim denilen şeyin işaret ettiği yöneliş budur) devletlerden mürekkep bir dünya federalizmi. Modem devletler (silâhları, orduları ve güç politikaları) tarihe ka­rışmadıkça, dünya istikrarlı ve barış içinde bir yer olama­yacaktır. Halihazırdaki siyasî strüktür, sonu gelmeyen sa­vaşların başlıca sebebidir. Menfaat kavgalarımız ,var ol­dukça ve hak güçlünün oldukça, savaşlar da var olacaktır, medeniyetin sosyal adaletsizlik temeline dayandığını ve mevcut siyasî strüktürün de bunu artırdığını, yahut bu paylaşma kavgalarına sebep olduğunu, artık öğrenmek zo­rundayız: Zira, sahip olduğumuz teknoloji bütün dünyayı tehdit ediyor. Milli devletler var oldukça ve onların milli menfaat kavgalarıyla paylaşamadıkları sınırlar var olduk­ça, yeryüzünde sulh olmayacak.
Tarih boyunca hiçbir me­deniyet dünyayı fethedemedi: İmparatorluklar, hiçbir za­man dünya devleti olamadı.
Komünizm de artık böyle bir iddia taşımıyor. Batı, bütün dünyayı Batılılaştırıyor ve bu anlamda fethediyor. Ancak onun politikası (şimdiye kadar olageldiği üzere), başkalarına hayat hakkı tanımama ve olabildiğince sömürmek için güç politikalarını insanlık dışı bir vahşetle uygulamaktan ibaret. Bu noktada yeni bir me­sele ile karşılaşıyoruz:
Tarihte yapılan hatalardan sakın­mak mümkün mü?
Bu hatalarımız biraz da kendi İnsanî tabiatımızın bir hususiyeti değil mi?
Batı kültüründen da­ha toleranslı olabilen bir İslâm kültürü, bu hususta ne vaad edebilir?

Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.159-166)



(1989'da Konya’da Alâaddin Salonu’nda
Düzenlenen Konferans)
Bu kültür ve teknoloji isimli konuşmama Kur’an’ın çok sev­diğim bir âyetiyle başlamak istiyorum.
Esteîzübillâh, “Ve alleme Ademe’l-esmâe küllehâ: Allah Adem’e bütün isimleri öğretti” ma’nâsına geliyor. Bunun çok geniş bir tefsire ihtiyaç gösterdiği doğru. Ancak bu husus üzerinde fazla durmayacağım. Şu kadarım söyleyeyim ki, insanoğlu hâdiselerin ma’nâsını nesnelere isimler vererek anlatmaktadır. Eğer hâdiselere isim verme, yani kavramlar yaratma, kabiliyetimiz olmasa düşünemezdik. Ancak bu yarattığı­mız kavramları putlaştırdığımız da bir gerçektir. Bu yüzden kullan­dığımız kavramlar ve onlarla kastettiğimiz ma’nâlar, hâdiselerin bir yönünü aydınlatırken birçok yönünü de dikkatimizden kaçırırlar. Bu kavramlar kültür, çağdaşlaşma, modernleşme, ilim, teknoloji gi­bi, putlaştırılıp tartışılamaz kavramlar hâline getirilebilirler. Yahut kavramlar ve birbiriyle münasebetleri kafamızda netleşmemiş ola­bilir. Kavramların etimolojisi ve tarihî gelişmesi ve kullanım alanı­nı iyi bilirsek bu mahzurlardan bir derece kurtulabiliriz.
Kültür kelimesi Latince “colere” masdanndan olan “cultura” kelimesinden gelir. Toprağı ekmek ve ona ihtimam göster­mek demektir. Medeniyetin de ziraat inkılâbı sayesinde başladığı hatırlanacak olursa kültür ve medeniyet kavramları arasında eş an­lamlılık ortaya çıkacaktır. Vaktiyle kültür kavramını Türkçe’ye ter­cüme edenler demişler ki bu “ekin ekmek” ma’nâsına geliyor. Es­kiden Ziya Gökalp bunu “hars” kelimesiyle karşılamış ki, gene “toprağı ekmek” ma’nâsına geliyor. Tabiî bu toprağı işlemek anla­mından insanın mânevî değerlerinin işlenmesi ve onlar üzerinde ih­timam gösterilmesi anlamına geçmek lâzımdır.
Sonra bizdeki bazı münevverler bu hars kelimesini hiç sev­memişler ki, bunun yerine “irfan” demek lâzım gelir, bu daha iyi karşılıyor anlamı demişler. Hattâ vaktiyle Ziya Gökalp’in meşhur bir beytini değiştirerek söylemiş bir vatandaş:
“Vatan ne Türkiye’dir bizlere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir irfan”
Turan kâfiyesi değiştirilmiş, irfan olmuş. Demek oluyor ki birtakım mütefekkirler bu kelimeyi irfan kelimesiyle karşılamayı daha doğru buluyorlar. Tabiî irfan kelimesiyle karşılarsak, bunun içine birtakım dinî anlamlar da girecektir. Ama ben, izin verirseniz, Alman filozof şâirlerinden Goethe’nin Faust’undan bir söz nakledeceğim. Çünkü bu söz zamanımız için çok karakteristiktir. Daha o zaman demiş ki, Faust’ ta bu şâir:
“Ve bütün dünyaya yayılan kültür şimdi
Şeytana da yaklaştı, onu ele geçirdi!”
Yani kültür ile teknoloji arasındaki münasebetleri incelerken bu hususa dikkat etmek gerekir. İnsanoğlu kelimelerle düşünüyor; ama, kelimeleri putlaştırdığı da vâkidir. Bazı kavramların yalnızca müsbet yönü alınıyor; yani, teknoloji iyi bir şeydir; kültür... işte her­kes kültürlü olmalı falan. Hz. Mevlânâ kaddesellâhü sırrahu’l azîzde “Fihi mâfih"te işaret et­miştir: “Aslında, her şeyin avantajı da vardır, dezavantajı da; yani fay­dası da vardır, zararı da vardır.” Bu kavramların zararları unutuluyor.
Aslında bu kelimeyi modem anlamda tarif etmek kolaydır. Antropologların bir tarifi vardır: “Kültür babadan oğula irsiyet yo­luyla geçmeyen, normal olarak, yani biyolojik yolla geçmeyen; fa­kat, öğretim yoluyla geçen ve öğrenilerek kazanılmış şeylerin ta­mamıdır” derler. Arkeologlar da daha çok, “maddî kültür, maddî kalıntılar” diye tarif etmişlerdir. Aslında kültür kelimesine maddî kültür ma’nâsını verenler olmuştur. Almanlar farklı, İngilizler fark­lı, Türkler farklı anlam vermişler. Bu anlamlar arasında değişmeler olmuştur. Yani kavramlar üzerinde konuştuğumuz zaman çok elas­tikî şeyler üzerinde konuşuyoruz gerçekte. İnsan düşüncesi kav­ramlarla oluşan bir şey; ama, vaktiyle bir İtalyan tarih filozofunun yaptığı gibi kelimeleri köklerine indirdiğimiz takdirde, bana öyle geliyor ki kavramlar daha fazla netleşecektir. Bu usul güzel bir usuldür ve nitekim işte, gerçekte kültür kelimesi de ziraat anla­mına gelmektedir.
Bunun üzerinde durmamızın sebebi şudur; bizde Batılılaş­ma denen hareketin kültür ve medeniyet gibi kavramlara yamanan, bu kavramların şu veya bu yöne çekilmesi suretiyle politik istis­marlara âlet olunan yönleri vardır. Yani, kültür, modernleşme, ba­tılılaşma, çağdaşlaşma, yahut batıdan teknoloji ithali gibi kavram­lar arasında birtakım paralellikler vardır. Bunlar üzerinde durmak lâzım.
Aslında biz Tanzimat’tan beri batının teknolojik üstünlükle­rine bakarak Batı’yı taklit etme yoluna girmiş bir cemiyetiz. Bu, birçok mütefekkirin işaret ettiği gibi, son derece zararlı bir şeydir. Alman hükümdarlarından Büyük Frederik’e atfedilen güzel bir söz vardır; Frederik demiş ki: “Herkes kendini kendince kurtarmalı.” Başkalarını taklid ederek değil. Yani bizim Batı’yı taklid ederek va­racağımız yer batıdan daha üstün bir nokta olamaz; taklit hiçbir za­man aslının yerini tutmayacaktır. Bu açık bir şeydir.
Prusya kralının güzel ve çağdaş siyaseti de hatırlatan bir sö­zü daha var; diyor ki: “Herkes kendini kendince kurtarmalı.” Bir de “Siz beni istediğiniz kadar tenkid edin; ama itaat edin.” Hattâ ölürken de, “Ömrüm boyunca köleleri yönetmekten usandım!” de­miş. Biz galiba birşeyi unuttuk; yani, görünüşe, zevahire, kapıldık. Bir Osmanlı şâirinin güzel bir beyti vardır. Diyor ki Osmanlı şâiri:
“İste nakkaşı, nakşe aldanma,
Kuru suretle iş biter sanma”
Biz batının, Tanzimat’tan beri, şeklî hususiyetlerini taklit et­mekle işe başladık. Hattâ Sultan Mahmut bile, frak ceket giyip, pantolon giyerek, memurlara fes giymeyi mecbur tutarak başlamış­tı birtakım yeniliklere ve adı da “gavur padişah”a çıkmıştı. Latinler derler ki: “Vis est vita!”; yani, yaşamak görmektir. Biz yaşadık ve gördük. Aradan yaklaşık 150 yıl geçti; fakat bir türlü akıllanamadık gibime geliyor. Çünkü yaşamak görmektir; ama herkes tecrübele­rinden istifade edemez. Yani tecrübe kötü bir öğretmendir. Tecrü­beden istifade etmek için, tecrübenizde hangi noktalara dikkat ede­ceğinizi, neyi önemli neyi önemsiz sayacağınızı, bilmelisiniz.
Korkarım ki bu değişmeler olurken bu millet batılıların çok eski bir prensibine âlet oldu. Yöneticiliği ile meşhur Roma kavimlerinin çok güzel bir sözü vardır; çok bilinen bir sözdür bu: “Diride et impera” derlerdi. “Böl ve yönet.’ “ Bölündük ve yönetiliyoruz...
Bunda kendi kültürümüze, kendi değerlerimize yabancılaş­mamızın büyük bir payı olduğuna inanıyorum. Benim çok sevdi­ğim bir mütefekkir var; bir İngiliz yazar, “Düşüncede ve Fiilde Dil” diye bir kitap yazmış (Hayakavva). Bu kitabında çok güzel bir misal veriyor: “insanlar için kavramlar, değişken, elastikî şeyler­dir; ama, hayvanlar için durum öyle değil. Meselâ, bir fare için peynir daima peynir olduğundan, peynirin sembolik bir anlamı yoktur. Peynir yenecek bir nesne olduğu için, fare daima peynir tu­zağına yakalanmak zorunda. Farenin fare tuzağına yakalanışının sebebi bu peynirin peynir oluşu. Ona başka bir “tuzak anlamı” yüklemeyişi. Yani, biz kendimizi fare kapanma kısılmış gibi hisse­diyorsak; hâlâ bunun sıkıntılarını çekiyorsak; bunda, bu büyülü kavramlara, kelimelere (ve bir vâkıadır gerçi batıdan teknoloji ba­kımından çok geri olduğumuz; bunun da Osmanlı tarafından kav­ranması ama) kapılmamız; bu teknolojiye bakarak, kültürel hususi­yetlere bakarak, büyülenmiş olmamız büyük bir rol oynamıştır, bu fare kapanma yakalanmamızda...
Bizim problemimiz bence bir oryantasyon problemidir. Ke­limenin Türkçesini bulamadım. Şöyle izah edebilirim: Orient şark demek ‘orientation’da şarka bakarak, güneşe bakarak yön tayin et­mek demek; insanın kendi yönünü, gideceği yönü, tuttuğu yolu, is­tikametini veyahut doğru yolu tayin etmesi, kendi mevkiini bilme­si... Biz buraya nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Hangi yöne git­meliyiz? Hangi yön bizi kurtarır? şeklinde bir vaziyet tesbiti ve he­def tayini ameliyesidir. Yine bu Havakawa’nın ifade ettiği bir şey­dir. Bir de Intensiyonal Oryantasyon var ki bu, bizim gerçek olaylara değil de, birtakım kavramlara, kelimelere, sözlere ba­karak, onların kılavuzluğunda hareket etmemiz demektir. Çok cazib geliyor modernleşme, çağdaşlaşma sözleri; ama, nedir bunun altındaki şey veya teknoloji dediğimiz şey?
M. Âkif üstadımız bile, “alınız batının ilmini, fennini” de­mişti. O zamanlar, bütün OsmanlIlarda (bunlar hattâ en muhafaza­kârlardan bile olsalar) “batının teknolojisini mutlaka almak gerek­tiği” şeklinde bir fikir vardı. Unutulan şey şu olmuştur: Teknoloji dediğimiz şey nedir? Teknoloji dediğimiz şey, ilmin pratik hayata geçirilmesidir. Yani insanın ilmî keşfidir, İlmî bilgisini kullanarak, gerek insan ihtiyaçları gerek çevresini düzenlemek bakımından, il­mi pratik hayata tatbik etmesidir teknoloji... arkasında ilim olmaz­sa teknoloji yaratamazsınız. Yani ilmi almak gerekiyor, teknolojiyi değil. İlim varsa teknoloji kendiliğinden doğacaktır. Biz batının il­mini fennini alalım. Güzel de, bu kültürel hâdiseler, sayısız filozo­fun üzerinde kafa yorduğu pek de içinden çıkamadığı hâdiselerdir. Ve aslında bir bütünlük arzederler: yani, soyutlayanlayız; şunu ala­lım da, bize faydalı olur, bunu almayalım diye...
Bakın, Toynbee’nin anlattığı bir hikâye var. Toynbee güzel bir örnek vermiş. Kavalalı Mehmet Ali Paşa (Mısır valisi o zaman Osmanlı’nın, sonra müstakil bir hükümdar gibi davranıyordu) “do­nanma” ihtiyacı hissetmiş; batıdan mühendisler çağırmak istemiş, bize “donanma” yapın diye. Tabiî, o zamanlar bizim gemi inşaatı tekniği geri; batının mühendislerine ihtiyacımız var. “Size” demiş, “istediğiniz kadar ücret vereceğim. Yeter ki gelin bize donanma in­şa edin!” Adamlar reddetmişler: “Biz gelemeyiz” demişler, “istedi­ğiniz kadar para verin yine gelemeyiz.” Niye gelemezsiniz?
Beş bin altın alıyorsanız, onbin altın vereyim, niye gelemezsiniz? “Çün­kü”, demişler, “biz oraya geleceğiz, ama çoluğumuz çocuğumuz var; hastalanacak, hastane lâzım. Çocuklar büyüyecek, okul lâzım. Bu iş hemen bir ayda bitmeyeceğine göre, bizim çocuklarımızın gi­deceği okullar lâzım. O zaman bizim doktorlarımızın da, öğretmen­lerimizin de gelmesi lâzım.”
Yani bir kültür unsurunu aldığımızda, arkasından diğer kültür unsurları da sökün eder, gelir beraber. Şu­nu alalım, bunu almayalım diye tercihler yapmak kolay da değildir; belki hattâ, mümkün de değildir.
İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şu­dur: “Bir bifteğin, (yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi ol­duğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!” demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öy­le ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığı­nı anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü ye­mek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacı­mız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmi­şini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşaya­caklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.
Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarıla­rak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybet­tik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, ge­leneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma” şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yi­ne bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herke­sin yapacağı şey değildir bu... Bizim Hayakavva’nın dediği gibi, söz­den ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet se­viyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem tek­nolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültü­rümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?
Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaç­larını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeni­yet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şah­siyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu for­mülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap ver­diği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolay­ca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesne­ler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, in­sanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu ola­maz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.
Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeni­yet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehir­leşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsa­noğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşa­yan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlin­de yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insan­larını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeni­yetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlu­nun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların za­rarı yok mu acaba?
İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o za­manki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kül­tür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük prob­lemlerle yüz yüze... Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.
Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında de­ğilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böy­le bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.
Biz yaşayan insanlardan bahsediyoruz, ölülerin bir şey ta­lep etmesi mümkün değildir. Ama bazen unuturuz, bilhassa ben tarihçi olduğum için söylüyorum, tarihçi meslektaşlarım çokça unuturlar, geçmişle çokça uğraşmalarından dolayı. Biz, ölülere hi­tap etmiyoruz, dirilere hitap ediyoruz; yani, dirilerin meselele­ridir asıl olan, onlara çözüm üretmek, onlar hakkında düşün­mek, zorundayız. Nedir memleketimizin, insanımızın meseleleri? Bunlar tabiî tarihten geliyor. Ve bunları bir tarih değerlendirmesi­ne, bir tarih felsefesine yaslamadığımız zaman, tarihî hâdiseler bir kargaşa olur, bir kaos olur. Ve hâdiselerin ma’nâsını anlayamayız; etrafımızda ne olup bitiyor, net bir şekilde göremeyiz.
Nitekim sadece politik maslahatlara göre yönlendirilmiş kül­tür politikaları var, Türkiye’de. Ve bu politik maslahatlar da, bana öyle geliyor ki, artık çoktan eskimiş, demode olmuştur. O gününün politik maslahatı için, kendi kafamıza göre, kavramları eğip büke­rek, kelimeleri elastikî bir şekilde kullanarak, medeniyet ve kültür kavramlarını ayırmamız doğru sayılabilir. Ama, bugün pek öy­le görünmüyor; yeni fikirler üretmek zorundayız.
Şimdi teknoloji ve teknokratlar modem bir din hüviyetine girmiştir; modem bir “rahipler sınıfı” teşkil etmeye başladılar bun­lar. Putlaştırılan bir kavramdır bu: Tamam, ben şahsen bütün tekno­lojik gelişmeleri elimden geldiği kadar net bir şekilde izlemeye ça­lışıyorum ve bizim bunların üzerinde durmamız da gerekir. Bugün dünyada enteresan şeyler oluyor. Ama net bir şekilde, 20. yüzyıl in­sanının anladığı bir şey vardır: Bizim insânî kapasitemizin, vasıfla­rımızın, aklımızın çok üstünde bir teknolojimiz var... O yüzden, faydalan yanısıra, dikkatli kullanılmadığı zaman, çok da zararlı olabilen bu teknolojiler, belki bütün insanlığı imhâ edebilecek bir tehlike arz etmektedir. Ve biz hâlihazırdaki vasıflarımızla, siyasî or­ganizasyonlarımızla, belki de bu tehlikeleri bertaraf edemeyeceğiz. Bu açıkça görülen bir şey; bugün dünyada, herkes bundan şikâyet ediyor. Yine bir şâir bu teknotratlar için demiş ki:
“Dehân dünya çapında, fezan muhteşem
Fakat kutsal adam, zamânı niçin yenemiyorsun?”
İlim bize her şeyi vaat ediyor; güzel! Hattâ, 19. asırda ilmin dinin yerini alacağına inanan rahipler bile vardı. Bir Fransız rahibi, Ernest Renan “ilim bütün meselelerini halledecek insanların” diye itikad ediyordu, bir papaz olduğu hâlde... Ama yine 19. asır mütefekkirlerinden birinin bir sözü var. Rus mütefekkirlerinden Tolstoy demiş ki: “İlim şarlatan bir simyagerin yaptığı bir altın çubuğa benzer (Eskiden simyagerler vardı, malum Ortaçağ’da, nesneleri altına çevirmeye çalışıyorlardı). Böyle bir şarlatan simya­cının yaptığı bir altın çubuğa benzer. Siz ilmi halka, insanlara yay­mak istersiniz; okullar açarsınız; (televizyon marifetiyle, kitle ile­tişimiyle) kitaplarla bunu yaymaya çalışırsınız. Bir de bakarsınız ki, bu altın sikkelerle sahte (kalp) paralar basmışsınız; hiçbir şe­ye yaramıyor, insanlar bunların gerçek değerini gördüğü zaman, size minnettar olmayacak, size borçluluk duymayacaklardır.”
Birçok 20. yüzyıl mütefekkirleri bu batı teknolojisinin ve il­minin, sadece batıyı değil bütün dünyayı tehdit eden, tehlikeli bir güç hâline geldiğini farketmişlerdir. Meselâ, Cippola’nın “Ekono­mi ve Nüfus” adlı kitabı. Meselâ, Christopher Caldwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine Düşünceler." Meselâ, Spengler’in “Batının Çö­küşü" veya Toynbee ’nin eserlerini “Medeniyet Yargılanıyor”u zik­retmek mümkün. Bütün tarih filozoflarının üzerinde ittifak ettikle­ri bir hususiyet vardır; o da şu: batı kültürü ölen, can çekişen bir kültürdür. Ama batı kültürü, son üç asırdan beri, bir ma’nâda si­lahların gölgesinde diyeyim, kendi üstünlüğünü zorla bütün dünya­ya kabul ettirmiş bir kültürdür. Binaenaleyh, batının çöküşü belki bütün dünyanın çöküşü anlamına gelecektir.
Son zamanlarda izlediğimiz, gördüğümüz, bildiğimiz gibi, Mr. Gorbaçov’un faaliyetleri sayesinde bu tehlikeli silahların bir kısmı bertaraf edilebilecek gibi görünmektedir. VARŞOVA PAKTI DA­ĞILIYOR BUGÜN; BELKİ, NATO PAKTI DA DAĞILACAK. Bunun bize yeni ufuklar açması gerekirdi.
Benim kanaatime göre, biz bugün Avrupa topluluğuna gir­mek için epeyce gayret gösteren bir milletiz. Adamlar bizi arka ka­pıdan kovuyorlar, pencereden girmeye çalışıyoruz. Ama, batılı ba­tılıdır, doğulu da doğuludur. Bizim batılı olduğumuz şeklindeki, uzun zamandan beri batılı olduğumuz, batının bir parçası olduğu­muz şeklindeki iddiamıza batılılar gülüyor. Latinler’in güzel bir sö­zü var: “Akıl, insan aklı, ispat edilmeyen şeyi kabul etmez.” Siz is­tediğiniz kadar “batılıyız” deyin; batılı sizi sizden daha iyi biliyor ve ispat edemezsiniz bunu, batılı olduğunuzu... Şimdi, bu tarihî ya­nılgılara işaret ederken, meseleyi bir kültür perspektifine yaslamak lâzım bence.
Ben çalışmalarım sırasında herkesçe kabul edilebilir gö­rüşler üzerinde durmayı tercih ettim. Kültür ve medeniyet gibi elastikî kavramların çok münakaşası yapılmış, çok da tenkidi ya­pılmış; ama, bakıyoruz işte, dünya yüzünde iptidâi kültürler var, soma bir ziraat devrimi var (Tevrat’ta ve Kur’an-ı Kerim’de bu anlatılır. Hz. Adem’le ilgili kıssalar bazı vatandaşlarca ziraatin başlaması olarak değerlendirilmiştir. Filhakika âyetlerde de bu ibare aynen var, ‘Âdem’e, yeryüzüne indikten sonra orada çiftçi­likle uğraşması emredilmektedir ve bundan sonra hayatını alın teriyle, eziyetle kazanacağı, insanların birbirine düşman olacağı söylenmiştir. Ben çok net hatırlayamayacağım; ama, “birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin” şeklinde idi; âyetin meali hatırım­da kaldığı kadarıyla. “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.” Bakara, 36)
Ziraatin başlaması, (yahut işte batılıların gözü ile daha yüksek bir kültürel seviye iptidâi halklara göre) “medeniyetin baş­laması” demek oluyor. Bir sosyal organizasyon, büyük çapta bir sosyal organizasyon, bu sayede mümkün olmuştur. İnsanoğlu (biz bugün de gidip görebiliriz iptidâileri) kendi günlük yiyeceği­nin peşinde koştuğu zaman, büyük bir devlet, yahut büyük bir ce­miyet hâlinde yaşayamaz. Herkes kendi günlük ihtiyacının peşin­dedir. Binaenaleyh, bu insanların vergilendirilmesi, insanların işbö­lümü, şeklindeki şeyler mümkün değil bu şartlar altında. Zaten, bü­tün iptidâi kavimler (bugün binlercesi yaşıyor yeryüzünde hâlâ) çok küçük gruplar teşkil ederler. Sosyal organizasyon, medeniyet sayesinde mümkün olmuştur. Yani, bu ziraat sayesinde elde edilen “fazla üretim” veya hayvancılık sayesinde. Ama “bu, ay­nı zamanda, sosyal adaletsizlik anlamına da gelmektedir” diyen mütefekkirler de vardır. Medeniyetin veya ziraat cemiyetlerinin or­taya çıkması 10 bin yıl önce olan bir hâdise. Ve 300 yıllık bir sana­yi devrimi hikâyesi var malum olduğu gibi.
Bizim, bir ziraat cemiyetinin sosyal organizasyon bünyesine göre, bilhassa “Timar” sistemine dayanan bir sosyal organizasyon biçimiyle, ‘batı’ ile rekabet etmemiz mümkün değildi. Bu doğru! Yani, bir sanayi cemiyetinin bir ziraat cemiyeti ile savaşması hâlin­de, daha üstün silahlara ve teknolojiye sahip olması sebebi ile (de­ğerler açısından daha üstün değilse bile veya daha üstün sayılmasa bile), teknolojik açıdan daha üstün olduğu için, silahların gölgesin­de, kendi hakimiyetini kabul ettireceği çok iyi bilinmesi gereken bir şeydir. Tabiî, bu bir hayat-memat mücadelesi olduğu için, biz bu işe, batının ilerlemesine ve bizim geride kalmamıza, bîgâne kala­mazdık. Tanzimatçılar da bunu görmüşlerdir.
Ancak, bir şey olmak istiyorsunuz; yani, bir sanayi ülkesi ol­mak istiyorsunuz. Bir şeyi olmak istemek başka, “olmak” başka! Mantıkta bir kaide vardır: “Propter hoc ergo hoc" derler; yani, “şu bundan önce olduğu için bunun sebebi sayılmaz.” Tarihçilerin çok yaptıkları bir hatadır bu: “Şunlar olmuş” efendim, binaenaleyh, şu şu neticeler doğmuş” diye. Ama bizim batılı olmak istememizle ba­tılı olmamız farklı şeylerdir.
Biz aşağı yukarı son elli yıl zarfında sanayileşmeye geçmiş bir ülkeyiz. Yine de, bu maddî unsurların yanısıra, kendi kültürel değerlerimizi tamâmen terkedip batılı bir millet olmuş değiliz; batılılar da böyle kabul ediyorlar; esasen, gerçek de budur. Biz kendi kendimizi “biz batılıyız” diye kandırmakla gerçekler değişmeye­cektir. Şimdi bir “sanayi cemiyeti” olmuş sayılırız. Ama, yine de­min ortaya koyduğum perspektife göre konuşalım. Bugün, hattâ sa­yın Kültür Bakanının ifadesiyle, “Bilgi Toplumu”na, bazı başkala­rının ifadesiyle, post-industrialism (“mass media” demeyi tercih edeceğim ben buna, “kitle iletişimi” toplumu), Sanayi Ötesi veya Sanayi Sonrası Toplumu demişler; (İşte, Japonya ve Amerika ör­nekleri var) hattâ, bazı mütefekkirler “medeniyet sonrası”na geçti­ğimizi söylüyorlar.
Yani, biz şimdi neredeyiz? Biz, bir sanayi toplumuyuz; ya­kın istikbalimizde, eğer başarabilirsek böyle bir teknolojiye sahip olmayı, Amerika gibi bir sanayi-ötesi toplumu olmak var. Peki ama, bu arzu edilecek bir hedef midir? Yani, “orientation”umuz doğru mudur gerçekten?
Nabi Avcı diye bir arkadaşımız “Enformatik Cehalet" diye bir kitap yazmış: Bu söz bana Neyzen Tevfik’in bir mısrasını hatır­lattı. Neyzen Tevfik demişti ki:
“Okutur cahili echel ederiz!”: Biz mekteplerde cahilleri okutup en cahil kişiler yapıyoruz.
Bugünkü pozisyonumuz ise şöyledir; bugün biz insanlara televizyon seyret­tirip, bu “echel”leri “ebleh” yapıyoruz. Yani en cahil insanlan alıp, en budala insanlar hâline getiriyor, ebleh yapıyoruz. Cahilin ilim sahibi olması ve hattâ delilerin bile akıllanması mümkündür; belki bir deli tedavi edilir, akıllanır; ama aptal bir insanın iflah olmasımümkün değildir. Yani, aptalın hiçbir zaman akıllanacağı yoktur! Biz insanları aptallaştıran bir kitle kültürünün etkisindeyiz. Yani bu ya industrialism denen, yahut Mass-medianm kontrolündeki, Sana­yi Sonrası Toplum denen, “bilgi toplumu”, birçok cazip, büyük teknolojik özellikler taşımaktadır. Ama, pek çok menfî özellik de taşımaktadır.
Hattâ, insan şahsiyeti açısından bile örnekler verebiliriz: Fazla akademik olmak istemiyorum; tiplemeyi yaparken, sosyal psikologlar derler ki: Gelenekçi Toplumlar, Sanayi-öncesi Toplumları (ziraatçı veya hayvancı) “otoriterian” karakter tipi’ni gelişti­rirler; Sanayi Toplumlan autonom karakter tipi’m yetiştirirler.
Bir Amerikalı sosyologun ifadesine göre, bu Amerikan cemiyeti ise “other-directed” denen bir tipi yetiştiriyormuş. Ben bu tipi gittim, gördüm, yaşadım ve biliyorum. Güzel örnekler de verebilirim. Bu tip kitle iletişim araçlarının kontrolünde, kendi fikir ve inancı bu­lunmayan, şahsiyetsiz bir tiptir. Mass media kulağına ne fısıldarsa, ona göre davranır. Gerçi bu tipin sevimli özellikleri de vardır. Böy­le olduğu için, herkesin paylaştığı ve o sıralarda moda olan kanaat­leri paylaşan bir tip, kimseyi rahatsız etmiyor. Bu tiple kolay ileti­şim kurulabilir; ama, bu tipin kendi şahsiyeti yoktur. Menfaatlerin­den başka bir hedefi de yoktur. Bunu da göz önüne almak lâzımdır. Yani insan karakterini dahi etkilemektedir bu gelişmeler. (Günümüz Aydınlarıda bu şekildeler. Siyasîler ortaya bir laf atıyor. Mal bulmuş gibi üzerine atlıyor. Y)
Şimdi teknoloji dediğimiz, ilmin pratiğe yansıyan yönü. Marx efendi, hâdiselerin belirleyicisi olarak ekonomiyi göstermiş­ti. Bu birçok tarihçiyi de etkilemiştir. Ancak, aslolan; kültür ve teknolojinin karşılıklı münasebetleridir gibime geliyor; bilim ve teknolojiyi yaratan şey de kültürdür; o kültürel birikimdir. Bun­lar tabiî karşılıklı etkileşim gösteren vâkıalar ve teknolojinin bir ce­miyeti değiştirmemesi mümkün değildir. Antropologların verdiği bir misal vardır. Onlar “insan elini ve başparmağını kullandığı an­dan itibaren; baltayı (taş baltayı) yaparken düşünmeye bağlamış­tır" derler. Yani, kullandığınız teknoloji size birtakım fikirleri telkin eder. Meselâ sanayi teknolojisinin insanlara ateizmi ya da dinsizliği ve materyalizmi telkin ettiği çok iyi bilmen bir şeydir. Sorokin, Çağdaş sosyoloji Teorileri'nde, ‘makinalaşmanın insanları nasıl dinsizlik istikametine doğru götürdüğünü’ güzelce an­latmıştır. Çağımızda insan hayatının gittikçe makinalaşması ve böyle parçalanmış, değerleri olmayan, bir hayat yaşamamız, bazı mütefekkirleri ümitsizliğe düşürmüştür. Pek çok misal saymak mümkündür. Hattâ, şâirin biri demiş ki:
“Eskiden Hıristiyanlar haça inanır, haça güvenirlerdi.
Şimdi elektrik dinamosunun gücüne itikad ediyorlar”
Demek ki bir şeye itikad etmek lâzım. Yani, sular yokuş yu­karı akmaz; seviye farkı, kanununa itaat eder; suyun yokuşa, yuka­rı tırmandığım gören var mı? Tabiî ki, tarihî gelişmeler, “tarihî ka­der” diyelim tabiri caizse, insanoğlunu bir yerlere sürükleyip götü­rüyor. Biz de nehrin içindeyiz ve biz de bir yerlere gidiyoruz; bu­lunduğumuz konumdan bakıyoruz olaylara, insanlara; yani bizim meseleler hakkındaki ve dünyadaki olaylar hakkındaki fikirlerimiz, kendi pozisyonumuzun telkin ettiği fikirlerdir; kendi görüş açımı­zın telkin ettiği fikirlerdir. Bunda modem iletişim araçlarının büyük bir rolü var.
Müslümanların da bu noktaya iyi dikkat etmelerini ben arzu ederim şahsen; yani, müslümanların ben çocukluğumdan beri şikâ­yetlerini dinliyorum;
efendim, Yahudiler şöyle,
Yahudiler böyle!
Yahudiler’in usulleri,
Yahudiler dünyayı yönetiyorlar!
Peki ama, dünyayı neyle yönetiyorlar?
Yahudiler dünyayı, bütün haberleşme araçlarına hâkim olarak yönetiyorlar. Yani, bu ülkelerin büyük tele­vizyon şirketleri, büyük yayıncılık şirketleri de Yahudiler’in kont­rolünde olduğu için, Müslümanların böyle bir faaliyeti görülmüyor; bu çapta bir faaliyeti görülmüyor en azından. (Şimdi ise bu işe el attılar ancak kendi cemaat propagandasından öteye geçmiyor.)
Bakınız, derler ki, Hitler Avusturya’yı radyo ile fethetti. Sa­dece radyo kullanarak. Bu propagandanın gücüyle... İnsanoğlu lisa­nın ve kavramların çok etkisinde kalan, kolayca beyni yıkanabilen, bir varlıktır. Buna dikkat etmek lâzım. Yani dilin dahi, en hususî varlığımız olan dilin dahi, faydalı yönleri olduğu kadar zararlı yön­leri de vardır. Dilin bazı kavramlarını ideolojik çerçeveye sokarsanız, onları tartışılmaz hedefler olarak gösterirseniz bizim bu “batı­lılaşma” çağdaşlaşma örneğinde olduğu gibi; insanların beynini öy­le yıkarsınız ki artık size karşı çıkmaya kimse cesaret edemez. Sa­vaş hâlinde bile, Hitler örneğinde işte gördüğümüz gibi, size silah çekmeye bile gerek duymadan adamcağız teslim olmuştur. Yani, iş­te Avusturya Almanya’ya teslim olmuştur, radyonun propaganda gücü sayesinde.
Biz bugün bu kitle iletişim araçlarının kontrolüne girmeye başladık. Hattâ aktüel bir haberdir: İşte, Tunca Toskay Almanya’da TV vericisi kuracakmış, Türkiye’ye yayın yapacakmış. Tabiî Tür­kiye’de olmadığı için Türk kanunlarına tabi olmak da gerekmi­yor; izin almak da gerekmiyor, diye bazı münakaşalar oluyor. (1989 Yılında)
Şimdi bizim sahip olduğumuz teknoloji, hakîkaten tehlikeli ve boyutları iyi bilinmesi gereken bir teknoloji. Bugün dünyada çok garip şeyler oluyor. Ve dünyanın nizamı, politik nizamı, eski­miştir; sınırlar aşınmıştır. Devlet sınırları aşınmıştır. Öylesine si­lahlar var ki insanoğlunun elinde, bütün insanlığın elbirliği yapıp bu silahlan yok etmesi gerekiyor. Bu teknoloji dünyayı öylesine kirletmiş, öylesine yaşanmaz bir yer hâleline getirmiş ki, böyle ba­zı çevreci grupların yaptığı gösterilerle bu işin altından kalkılması mümkün değildir. Bütün dünya milletlerinin el ele verip bu işten kurtulmaya çalışması lâzım. Yani teknolojiyi dizginleyecek şeyler lâzımdır.
Hattâ, benim okuduğum dergilerin birinde, bir yabancı der­gide, AİDS virüsünün bile genetik teknoloji deneyleri yapılan (yani mikrop üreten, silah üreten yerler var, bugün canlıların, mikropla­rın bünyesine müdahale etmek suretiyle biyolojiki silahlar yapılı­yor) bu laboratuvarlardan birinden kaçtığı iddia ediliyor. Zavallı yeşil maymunlann sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışı­yor Amerikalılar. Yani, bugün insanoğlu hayatın sırlanna müdaha­le eder hâle gelmiştir. Bugün öyle garip şeyler oluyor ki, kıyamet de bu işten kopacak gibime geliyor. Genetik mühendisleri oturup genleri, mikropları, çeşitli varlıkların irsiyet hususiyetlerini, birbi­rine karıştırıp değişik yaratıklar çıkarmak gayreti içindeler ve bun­da da mikrobik organizmalarda büyük çapta başarı göstermiş bulu­nuyorlar maalesef ve hükümetler bu işin gizli tehlikelerini bildiği için hattâ bunların bütçelerini kısıyorlar, fazla araştırma yapmasın­lar diye. Batıda oluyor bunlar...
Bugün süper-conductivite denen bir şey var, süper iletkenlik diye bir şey; bizim bu kullandığımız âletlerin, teknolojinin enerjisi­ni temin eden şeyler, meselâ elektrik, nakledilirken büyük oranda zayi oluyor. Buna dair Cipolla’nın “Ekonomi ve Nüfus” kitabında güzel örnekler vardır. Yani, biz bir enerjiyi kaynağından alıp işe dönüştürünceye kadar, onu büyük oranda zayi ederiz. Bakın, kömür­le elektrik ürettiğimizi farzedelim. Kömürü madenden çıkaracağız; onunla suyu ısıtıp buhar yaptıktan sonra, buhar tribününde elektri­ğe çevireceğiz. Elektriği de tellere naklederken tekrar zayi ederiz. Yani Cipolla’nın yaptığı bir hesaba göre, aklımda kaldığına göre, % 10 civarında idi verimlilik oranı; % 90’ı ziyan olur. Halbuki bugün elektriği iletirken hiç enerji ziyan etmeyen âletler geliştirmeye çalışıyorlar. Bundan 10 yıl önce bu hayaldi. Ama geçen yıl bu işi ba­şardılar. Yani öyle garip şeyler oluyor ki, bunların dünyayı çok bü­yük ölçüde değiştireceği kesindir. Bu değişmenin bizim aleyhimize olacağı da çok kesindir.
Yani biz bu gelişmelere bigâne kalmak istemedik zaten, po­litikamız da, devlet politikamız da bu değil. Başından beri, ta Tan­zimat’tan beri. Ama bir şey olmak istemek başka, olmak başka. Kendi kafanızı çalıştırıp bir şeyler üretmek zorundasınız; gerek kendi kültürümüzü yenilememiz açısından, gerekle batı kültürünü taklit etmemek açısından. Fikirleri olmayan insanların hayata tatbik edebilecek herhangi bir pratikleri de, teknolojileri de olamaz.
Yeni birtakım teknolojiler üretiliyor. Doğru, biz efendim alı­yoruz işte, “Batıda ne yapılmış televizyon, getirin bizim eve de bir televizyon.” Güzel getirdik, fakat dilini anlamıyoruz ve yanlış kullanıyoruz. Bir Amerikalı Afrika’ya safariye gitmiş. İlkel kabi­leler arasındayken nereden bulmuşsa, bir New York Times gazete­si bulmuş; başlamış borsa listelerini incelemeye. Sütunlar sayfalar dolusu hisse senedi rakamları... Yerliler adama bakmış, bakmış ve sonunda gazeteyi satın almaya talib olmuşlar... Adam demiş ki, “okumayı bilmediğiniz İngilizce gazeteyi ne yapacaksınız, ne işini­ze yarar?" Demişler ki “bu herhalde çok kıymetli bir göz ilacı ol­sa gerek; sen böyle saatlerce oturup kımıldamadan buna baktığına göre!..." Yani farklı kültürler birbirlerinin dilinden pek anlamazlar; teknolojiyi taklid etmek başka, doğru kullanmak başka.
Bir de, ben bakıyorum, gördüğüm kadarıyla, bugüne kadar üretilen teknolojilerin hepsinin bilâ-istisnâ (meselâ kitapların bile) zararı vardır. Çoğunlukla putlaştırılan kavramlardan biri de budur; kitap okumak iyidir diye. Her şeyin, her yeniliğin, birtakım avan­tajları yanı sıra birtakım riskleri de getirdiği vâkîdir. Çok eskiden beri, iptidaî kavimlerde “şifahî eğitim” vardı. Medeniyetin büyük bir bölümü boyunca, 300 yıl öncesine gelinceye kadar, “mektebe bağlı bir eğitim” vardı. Matbaanın, gelişmesiyle kitaplar yayıl­dıktan sonra, dinsizce fikirler de yayılmıştır. Fransız îhtilâli’nin kaynaklarından biri, ateistlerin fikirlerini kitaplarla yayınlama­ları olmuştur. Mektep, daima otoriterdir ve gelenekçidir. Bugün bu eğitim tarzının da ötesinde, kitle iletişim araçlarıyla yönlendi­riliyor insanlar. Yani, televizyon için Amerikalılar “aptal kutusu” derler. Dediğim gibi, biz zaten “belki de cahil olan birtakım kit­leleri bir de üstelik aptallaştırmak” gibi bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bugün bakıyorum (yani benim kendi ilgilerim, kendi zevk­lerim herkesi bağlamaz ama) yaşlı başlı insanlar, futbol maçların­dan bahsediyorlar. Sanki gençtirler, onlar da oynayabilirler veya bundan zevk duyabilirlermiş gibi.
Peki ne oluyor? George Orvell’in çok güzel bir makalesi vardır, “Spor Üstüne" diye. Bu yazı Konya’da çıkan dergilerin bi­rinde de yayınlanmıştır. Aslında bu sportif faaliyetlerin söylendiği gibi “güzel yanlan“ yoktur. Bilakis insanlar arasında “kin ve nifak tohumlan“ ekmekten başka bir işe yaramaz. George Orwell gâyet güzel göstermiştir bunu. Yani, aslında bunlar insanları “düşünmemeye programlama''nın yoludur. Ben Amerika’da iken gördüm; insanların kafaları nasıl kanştırılıyor... İnsanları robotlaştırmak mümkün! Vaktiyle Naziler’in yaptığı gibi, bugün Japonlar’ın yaptığı gibi.
Çok hevesleniyoruz teknolojik gelişmeye; ama, yine belki siz de seyrettiğiniz; Japonya’da işçiler, fabrika marşları söyleye­rek işbaşı yapıyorlar. Tıpkı, bir Nazi sisteminde olduğu gibi. İn­sanların robotlaştırılması veya bir karınca cemiyetinin kurulması, insan şahsiyetinin yok edilmesi, arzu edilir bir şey değildir. Yani gelişmenin bedeli, insanın insânî haysiyetinden, vakarından vaz­geçmesi olmamalıdır.
Bu insanoğlu için ilk ortaya çıktığı zaman için diyorlar ki; 500 bin yıl önce olmuş bir vaka. Efendim antropologlara göre, bu tekâmül nazariyelerini falan kabul etmediğimiz takdirde, bildiği­miz gibi insanoğlu 500.000 yıl önce ortaya çıkmış. “Homo Sapiens” insan, bu bilen insan, somadan “Homo Faber” oldu. Yani bir şeyler yapan insan, üreten insan, teknoloji üreten insan. An­cak bu yine batılılann literatüründen vereceğim misali, çünkü ca­zip geldi. Pandora’nın kutusunu açmaya benziyor. Yunanlılar’ın esatirinde (İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. ) böyle birşey var, Pandora diye bir şey varmış efendim, bir zat varmış; onun bir kutusu varmış; bütün kötülükler onun içindeymiş. Kutunun kapağını bir sefer açtmız mı, bütün kötülük­ler dünyayı istilâ ediyor. Yani insanoğlu, başlangıçta belki yavaş yavaş 300 yıldır gittikçe hızlanan bir şekilde, teknoloji cinini bu kutudan dışarı salıvermiş bulunuyor ve bunun bizi sürüklediği âkıbeti bilmiyoruz.
Biz televizyon karşısında oturup, akşama kadar kendisine takdim edildiği şekilde, “dünya olaylarını yorumlanmış biçim­de” izleyen ve vakit öldürmekten başka hiçbir düşüncesi olmayan, birtakım “aptal emekliler cemiyeti” mi yaratmak istiyoruz?
Sanayi devrimine gelinceye kadar ani ölümler olurdu, salgın hastalıklar olurdu vebâ hastalığı gibi. Vebâ hastalığı bir gelirdi in­sanlar dağlara kaçardı. Tarihçiler derler ki her 15 yılda bir İstan­bul’a vebâ hastalığı gelirmiş, halk dağlara kaçarmış, vebâ hastalığı­na yakalanmayalım diye. Kara veba denilen meşhur hastalık 13. asırda Avrupa nüfusunun 3’te 2’sini götürmüştür. Yani böyle salgın hastalıklar ve benzeri tabiî afetler yüzünden insan nüfusunun bir dengesi vardı. Doğum oram ile ölüm oranı arasında bir nisbet var­dı. Şimdi doktorlarımız sağ olsunlar hastalan tedavi ediyorlar, gerçi bu işi de tenkit edenler var: Yani fakirleri deney tahtası yapıp, efen­dim fakirleri öğrenmek için kullanıp, zenginleri tedavi ettiklerini söyleyenler de var. Ama insanları velev ki felç hâlinde olsa dahi öl­dürmemek için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Her ne hâl ise, eskiden çok basit bazı hastalıklardan bir sürü insan ölürken, do­ğum ve ölüm değiştiği için bugün insanlık bir de nüfus artışı prob­lemi ile yüz yüze.
Bugün dünyanın nüfusu 5 milyardır. Aslında bu nüfus tabi­atın dengelerini alt üst eden başlıca unsurdur. Bu çevreci vatandaş­lar konuşuyorlar; ama bunun için dünya çapında bir organizasyon lâzım, yani insanlığın el birliği ile hareket etmesi lâzım ki, bu da bugünkü politik strüktürle pek mümkün değil. Zaten bugünkü poli­tik yapının eskimiş olduğunu (teknolojiye göre) söyleyişimizin se­bebi de bu. Bir kere dünya çapında tedbirler alınmadıkça bu iş ön­lenemez.
Geçende ben televizyonda dinledim. Bir yöremizin belediye başkanı diyordu ki, efendim biz işte 700 dekarlık bir sanayi bölge­si ayırdık, yani 5 dekarda şey için ayırmışlar: Farazâ her evlenen çift bir ağaç dikecek. Küçücük kazada kaç kişi evlenecek, her biri­nin diktiği ağaç kaç dekar olacak? Zaten ayırdıkları yer 5 dekar, sa­nayiye ayırdıkları yer 700 dekar. Bu bir mecburiyettir. İnsanoğlu çoğalacaksa tabiatın diğer unsurları sahneden çekilecektir.
Ama bugün iyice öğrendiğimiz bir şey var; o da şu: Tabiatın kendi içinde bir dengesi var. Bu teknoloji dengeyi altüst ediyor. Bi­naenaleyh,
bugün yediğimiz balıkta kurşun var mı?
İçtiğimiz suda bilmem ne var mı?
Efendim geçen gene televizyonda söylüyordu. Midye yiyormuş vatandaş, içinde “cadmium” birikiyormuş; cadmium denen maden biriktiği için, insanlar öyle tehlikeliymiş, şöyle tehlikeliymiş: yediğimiz yiyecekten, içtiğimiz sudan, nefes aldığı­mız havadan zehirleneceksek nasıl yaşayacağız? Bu sanayi tekno­lojisinin sonucudur.
Ve bu arada daha temiz teknolojiler üretmek şeklinde Batılılar’ın kendilerine göre programları var. Yani işte güneş enerjisin­den istifade edelim, işte efendim başka enerji çeşitleri bulalım, nük­leer enerjiden vazgeçelim de yerine füzyon enerjisi koyalım gibi ta­savvurları var. Bu tasavvurları ne ölçüde gerçekleştirebilecekler, bilmiyoruz. Ama her hâlükârda her çeşit teknolojinin getirdikleri yanında götürdüklerini de hesap etmek lâzım. Fakat bu teknokrat­lar bu işleri yapıyorlar, tabiî ki kimsenin dünya çapında bir plân ve program yapma yetkisi yok, gücü de yok. Ben böyle şeyleri söyle­sem bile, yani bütün dünya beni dinleyecek değil, bir dünya devle­ti de yok, gücü de yok. Bugün dünyanın da dünya devletlerinin de, bu tip menfaat mücadelelerinde anlaşması bugüne kadar vâkî değil, bundan sonra olacağını da sanmıyorum.
Demek ki teknolojinin kültürden doğma ve insanın hayatını yönlendirme gibi bir özelliği var. Ve bu kültürel meselelerin ya da efendim teknolojik gelişmelerin insanlığı bir yerlere sürükleyip gö­türdüğü anlaşılıyor. Ama bu “nereye gidiyoruz?” sualini getiren bir gelişme. Efendim biz vaktiyle demişiz ve o zamanlarda bu tehlike­ler meydanda değildi ya.
Efendim biz batılılaşacağız, batı medeniyetinden olacağız; efendim biz buna rağmen kendi şahsiyetimizi de reddetmeyece­ğiz. Yani kendi kültürümüzü, kendi değerlerimizi terk etmeyeceğiz. Yani geride ne kalıyor, bu gücümüze gitmiş tabiî. Kendi de­ğerlerimizden kendi kültürümüzden de vazgeçmeyeceğiz. Bina­enaleyh kültürle medeniyet ayrı şeyler demişiz, işimize öyle gel­miş, batı medeniyetine geçeceğiz. Müslüman olarak da kalacağız, Türk olarak da kalacağız. İyi de bunlar birbiriyle uymaz. Yani hem batı medeniyetine gireceksiniz, hem de kendi kültürünüzü muhafaza edeceksiniz. Bu arada da gittiğiniz yol bugün teknolo­jinin cazibesi sebebiyle tehlikelerini de pek bilmeksizin şuursuz­ca tutulmuş bir yol.
Yani teknolojiyi yahut ilmin bu pratik hayata yansıyan teza­hürlerini inkâr mı edelim? İşte vatandaş televizyon yapmış, uçak yapmış, bunlar hep göz kamaştıran şeyler ve başarılar, insan aklı adına. Ama bunlar insanın mânevî ihtiyaçlarını tatmin etmez, bilâ­kis bunlar insanda hırs, tamah, bilhassa maddî ihtiyaçlar uyandırır ve aynca insanoğlu bu teknolojinin bugün büyük ölçüde tehdidi al­tında. Yani biz bugün bir dönüm noktasındayız.
Kenneth Boulding diye bir vatandaş “Yirminci Asrın Mâ'nâsı" diye bir kitap yazmıştı. Erol Güngör de tercüme etti. Bu kita­bında Boulding, “Bugünkü Amerika’da ve Japonya’da böyle sana­yi ötesindeki (ya da bilgi toplumu yahut ne derseniz adına) bu ge­lişmiş ülkelerdeki hâdiseler bir büyük geçişin olduğunu gösteriyor. Bu geçiş medeniyet sonrasına doğru bir geçiştir.” diyor.
Tabiî medeniyetin de dediğimiz gibi putlaştırılmış olmama­sı lâzımdır. Faydalı yönleri var, zararlı yönleri var, insan haysiyeti bakımından medeniyet dediğimiz şey şehirlerde oluyor. Şehirlere bir dikkat edin, hele hele büyük şehirlere bir dikkat edin. Metropo­litan hayatı daima, tarih boyunca, şöyle olmuştur: Bir sürü iki yüz­lü insan, ahlâksızlık, sefahat, kokuşmuşluk, Bizans tefessühü, çürü­müşlük. Yani büyük metropollerde bu vardır. Bir yerleşim bölgesi ne kadar küçükse o kadar temizdir. Eğer Konya’nın nüfusunu 3 milyona çıkarırsanız 5 milyona çıkarırsanız, Konya’daki bugünkü vasatı bulamazsınız. Ve çok iyi bilinen bir gerçektir: Büyük şehir­lerin getirdiği gerek maddî, gerekse mânevî bozulmaları önlemenin hiçbir çaresi yoktur. Bir sürü problem getirecektir.
Hattâ Desmond Moris şehir hayatını hayvanat bahçesine benzeterek “İnsanat Bahçesi" diye bir kitap yazmış. Şehirde yaşa­yan insanların çeşitli anormal davranışlarını hayvanat bahçesinde kafese kapatılan hayvanların gösterdiği anormal davranışlara ben­zetiyor. Yani medeniyetin kötü yönleri de var.
Ama, “medeniyet sonrasına geçiş” de ne demek? Bugün, bugüne kadar bilinen sosyal organizasyon biçimimizin, yani cemi­yeti düzenleme biçimimizin medeniyet adı altında bilinen sosyal ve politik strüktür’ün (yapının) eskidiğini söylüyorlar. İnsanlar diyor­lar ki, “artık biz bu medeniyet denilen belâdan kurtulmalıyız.”
Yani niçin kurtulmalıyız? Bir sürü avantaj getiriyor bize. Ra­hat, konfor, efendim bir sürü âlet edevât. Güzel de, en basitinden bir deodorant bile dünya atmosferini parçalayabiliyor. Beyefendi­ler, sanki insanlık kuruldu kurulalı, efendim sanki ter kokusu ol­mazmış gibi, bir deodoranttan vazgeçmiyorlar. Bütün ülkeler bir­leşseler, el birliği edip, deodorant i’mâlini yasaklayamıyorlar. Azaltmaktan bahsediyorlar. Gazetelerden okuduğumuz gibi; en ba­sit şey, öyle çok önemli şey değil. Hayatî bir şey de değil.
İnsanın ihtiyaçları vardır; yaşamak ihtiyacı vardır. Ama bi­rinci ihtiyaç, asgarî ihtiyaçlardır, yaşamak ihtiyacıdır. Hayatı tehdit ediyor bu getirilen konfor, lüks veya maddî kazançlar.
Her şeyden evvel, her şeyden daha önemli olan, bizim yaşama hak­kımızı tehdit ediyor ve bunun tek tek devletlerin alacağı kararlarla önlenmesi mümkün değil.
Kültürel bakımdan dahi bizi, değerlerimiz açısından, mane­vî değerler açısından sürükleyip götürdüğü yönün de, hiç sevimli yanı yok. Bir kere sanayi toplumunun insanları dinsiz yaptığı ispatlanmıştır. Ama bunun yine sevimli bir yanı vardır. Sanayi toplumunun insanları, batı toplumunun insanları ciddi, inançlı, farklı inançları olsa bile, hattâ ateizme de inansa, materyalist de ol­sa, sağlam inançları olan, prensipleri olan bir tiptir. Hattâ sömürge­cilik tarihi bunu ispatlamıştır. Batılılar her gittikleri yere kendi kül­türlerini zorla aşılamaya çalıştılar. Çünkü batılılar kendilerinden emindiler; kendi yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyorlardı. Sö­mürgecilik tarihi bunun yanlış olduğunu ispatladı. Ama henüz Tür­kiye için demeyim ama bu ileri teknolojinin bulunduğu ülkelerde, bugün ortaya çıkan insan tipi şahsiyetsiz bir insan tipidir. Hiç bir îtikâdı, inancı bulunmayan bir insan tipi.
Ben uzun zaman batı neşriyatına abone oldum. Time dergisi­ni izledim, görüyordum: Amerikalılar, meselâ bir konuşmasında, açık oturumda gafil bulunmuş, önceden hazırlanmadığı için hazır olmayam söylemek zorunda kalmış olan Reagan için; diyorlar ki; Biz bu Reagan’ın aptal olduğundan şüpheleniyorduk, şimdi ko­nuşunca şüphemiz kalmadı, kesin aptal bu adam”. Bunu Ameri­ka’nın en yaygın dergilerinden Time yazıyordu. Ama Amerikalılar gene de bu adamı seçiyorlardı. İki devre başkanlık yaptı. Biliyorsu­nuz. Peki niye seçiyorlardı?
Çünkü oralarda reklamcılık yoluyla imaj yaratma denen ve kitlelerin motivasyonu şeklinde, bütün bu neşriyatın, kitle iletişim araçlarının kontrolündeki insanların yön­lendirilmesi şeklinde, son derece kuvvetli teknikler var. Ve Reagan’a ve hattâ bile bile, “canım babacan bir adamdır, aptal maptal ama” diyerek oy verenler var Amerika’da. İşte “İrangate skandali” nda gördük. Muavinleri ne naneler yemişler, Raegan efendinin haberi yoktur, olup biten işlerden hiç haberi yok adamın. Aptal olduğu Amerika’da meşhur olmuş ama bütün Amerika’da en popüler başkan olmuştu. (Aynı şeyler bizde olmuyor mu?)
Neden popülerdi? Çünkü bu kitleleri yöneten Mass medya öylesine etkili, televizyonu, efendim, neşriyat dünyası, kitapları, gazeteleri, hepsi de Yahudi kontrolünde ya, o da ayrı bir hikâye. Efendim bu insanları istediğiniz istikamete, tabiri caizse, afedersiniz boynuna yular takmış gibi çekip sürüklüyordu. Bu tip bir in­san makbul bir insan değildir. İnsan vakarı ve haysiyeti açısından böyle bir gelecek arzu edilemez. Bizim geleceğimiz bu olmama­lıdır.
“Çözüm yolu üretmiyorsun” diyorlar bazıları. Bu tip tenkit­ler yaptığımız zaman bana bazı arkadaşlar, “doğru bunlar ama ne yapmak lâzım? Yani bu tenkidler yerinde, güzel; ama, çözüm yo­lu teklif etmiyorsunuz” diyorlar. Doğru. “Yani belki kendi oryantasyonumuzu kendimiz tesbit etmeliyiz: Bulunduğumuz mevkii, gitmemiz gereken istikameti kendimiz düşünmeliyiz, kendimiz karar vermeliyiz.” derken belki çözüm üretmiyorum ama bunun taklit yoluyla mümkün olamayacağını söylemek bence yeterli bir çözüm. Yani oturup, bütün milletin meselelerini de bir tek in­sanın sırtlanacak hâli yoktur. Biraz da oturup diğer insanlar çö­zümlesinler.
Efendim, “Batıyı taklit etmekten ve kendi geçmişimizi taklit etmekten vazgeçmek” bir formüldür; bu formülün içinde, yeni fikirler gerekiyorsa, kendimize göre yeni teknolojiler üret­mek fikri de vardır. Ama bunu tabiî ki cemiyet yapar: İnsanlar tek başlarına o kadar önemli yaratıklar değildir, tek başlarına bir şey yapamazlar. Tarihçilerin böyle hatâları vardır, falan işi filan, Türki­ye’nin bütün gelmiş, geçmişini falanca vatandaş yapmış. Olmaz, kimse tek başına bir şey yapamaz.
Netice olarak, tarihî bilgi ve tecrübelerimize dayanarak, yeni bir “orientation” tesbit etmemiz gerekir, diyorum. Ve bu sayede ortaya konacak fikirler ve kültür hayatının pratik hayata yansıması olarak; “kendi teknolojimizi kendimiz üretmemiz gerekir”. (Şimdilerde herşey dışarıdan olunca) 
Kendi geçmişimizi veya batıyı, yahut başkalarını taklid ederek bir yere varamayız.
“Fikrî açıdan yaratıcı olmalıyız ki, yeni bir kültür ve kendi tercihlerimiz ve orientationumuza göre yeni ve istediğimiz gibi bir teknoloji üretmemiz de mümkün ol­sun” diyorum.
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR KÜLTÜR, TEKNOLOJİ VE SANAT YAZILARI, Şule Yayınları Ağustos 2012 İstanbul,  (s. 34-57)


Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir Devlet kuru­cusu değildir. Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz'in (Herkesin müslüman ol­ması sebebiyle vergilerin azalması ve hâzinenin boşalma­sından şikayet eden Mısır valisine cevâben) dediği gibi,
“Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Peygamber olarak İslâmiyet’i teblîğ etmeye gelmişti, vergi toplamaya değil!”
Medeniyet ve devlet hak­kında yapılan yorumlara göre, siyasî/sosyal organizasyon olarak “Devlet” işbölümü neticesinde doğan sınıflaşmanın sonucu olarak (fakat zorla, yani polis gücüyle) vergi topla­yan ve tegallüb esasına dayanan bir kurumdur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme böyle bir şeyi isnâd etmek, bir çeşit iftira olur bizce. An­cak, Dört Halife çağındaki kurumlaşma için Devlet tabiri kullanılabilir. Fakat, esasen Peygamberin idealleri ile de­ğil, tarihî zaruretlerle ortaya çıkan bu Hilâfet kurumu, on- beş yıl içinde ihtilaflara yol açmış ve ancak otuz yıl kadar yaşayabilmiştir. (M. 632-661).
Müslümanların Peygamberi ideal bir Devlet'in kurucusu gibi görmeleri ve Hilâfetin Tür­kiye Cumhuriyeti tarafından ortadan kaldırıldığını düşün­melerine gelince, bu yanlış bir tefsirdir. Peygamber Hicret­ten sonra Yesrib'de, aynı zamanda siyasî bir güç olacak so­nuçları ile birlikte, bir mü’minler cemaati tesis etmiştir.
Pe­kâlâ, Peygamber Medine'sini (Medinetü’n-Nebî; Peygam­berin Şehri) kurmuştur. Diyelim ki, Dört Halife devri dahi, her ne kadar sahabe arasında o devirde bu hususta ihtilaf­lar mevcut bulunmuş ise de, tartışılamaz biçimde bir “İslâ­mî rejim” modeli teşkil etsin. Ancak, o sistem de yürütüle­memiş ve çok kısa bir zamanda çökmüş; yerini, bildiğimiz beşeri mülk (saltanat) almıştır.
Şu halde, Miladî 661'den be­ri, İslâmî ideallere göre bir yönetim biçimi (yahut her ne ka­dar İslâmiyet’e saygılı olsa da, yüzdeyüz İslâmî bir siyasî pratik) tarihte mevcut olmamıştır. Zaten müslümanlar, «ideal toplum modeli» olarak, bu tarihî/pratik tatbikatı de­ğil, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kendi Asr-ı Saadet’ini görmektedir­ler. O günden bugüne kadar, muhtelif müslüman devletler mevcut olmuş, bir İslâm medeniyeti gelişmiş ve yaşamış; ancak, gerçek bir İslâmî rejim uygulanan bir teokratik dev­let, yahut “İslâm Devlet”i mevcut olmamıştır. Gerçi müslü­man hükümdarlar, teorik olarak teşri (kanun yapma) hak­kına sahip değildiler ve “kanun Peygamberin getirdiği Şeriat’tir” denilmiştir; hatta müslüman devletlerinde şeriat tat­bik dahi edilmiştir, ancak yönetim meseleleri dışında! Her ne kadar Sünnî teori (Mâverdî’nin el-Ahkâmu’s-Sultaniye’si gibi) bu hali meşru ve tabiî birşey gibi göstermeye gayret et­mişse de, bunun mevcut statüko'yu meşrulaştırmaktan iba­ret olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.136-137)


Sömürgecilik faaliyetleri sayesinde gelişen ve sanayi­leşen Batı medeniyeti ile yaptığı mücadelede, gerileyen ve mağlup olan İslâm dünyasında, başlıca iki oryantasyon[2] bi­çimi ortaya çıktı:
a-   Batının üstünlüğünü kabul ederek, Batı teknolojisini ve giderek bütün Batı Kültürünü benimseyen “Modernizasyon” dediğimiz oryantasyon biçimi;
b-   Veya, mağlup oldukça kendi kabuğuna çekilerek (Batıya karşı düşmanca bir tavrın ifadesi olarak) Batı'yı küçümsemek, görmezlikten gelmek ve geleneklere daha sıkı sarılmak: Mağlubiyetin sebebi olarak “geleneğin çözülüşünü görmek ve geleneğe dönüş oryantasyonu!
Doğru bir oryantasyon ortaya koyabilmek için, bu iki oryantasyon biçimini incele­mek ve anlamak gerekir. Bize göre, her iki oryantasyon bi­çimi de yanlıştır. Bu yanlışların mahiyeti üzerinde dur­mak ve bugünkü dünyanın gidişatı hakkında esaslı bir fi­kir edindikten sonra, yaşadığımız tarihin ışığında ve gele­ceğimiz için yapacağımız tercihlere göre bir oryantasyon ortaya koymak gerekir.
Kendi tenkidimizi arzetmeden önce Toynbee'nin bu hu­sustaki tenkitlerini hülâsa etmek istiyoruz. Toynbee, Ya­hudi tarihinden alınma tabirlerle, “Geleneğe Dönüş” taraf­tarlarına “Zealot” (Roma hâkimiyetine karşı ayaklanan Musavî partizan anlamına) ve Batılılaşma taraftarlarına da “Herodian” (Roma kültürünü benimseyip taklit eden es­ki Yahudiye kıralı Herod'dan mülhem bir tabir) diyor.
Ze­alot o kimsedir ki, bilinmeyenden kaçarak âşinâ olduğuna sığınır ve korkunç silâhlar kullanan bir yabancıyla karşı­laştığında, yenilmekte olduğunu anlayınca, kendi mücade­le sanatını anormal bir titizlikle uygulayarak karşılık ve­rir. Zealotluk gerçekte, yabancı baskısı sebebiyle geçmişe sığınan “arkaizm”dir; “geçmişe sığınma” diye tarif edilebi­lir. İslâm dünyasındaki temsilcileri Kuzey Afrika Sünûsîleri ve Orta Arabistan Vahhabileridir. (Toynbee, yaşayıp görseydi, bugünkü İran Cumhuriyeti’ni de Zealot olarak görürdü herhalde).
Batının üstünlüğünü görmezlikten gelmenin, “Düşmanından kaçan devekuşunun başını ku­ma gömmesine” benzediğini de ilave ediyor. (Tercüme hataları olsa bile, Toynbee'nin Medeniyet Yargılanıyor isimli eserindeki, bu “İslâm, Batı ve Gelecek” bahsi, bütün müslüman münevverlerin ibretle okuyup üzerinde düşünmesi gereken son derece enteresan bir bahistir).
Herodian ise, “o kimsedir ki, bilinmeyenin tehlikesine karşı en iyi savun­manın, onun sırrını çözmek olduğunu zanneder ve karşı­sında kendisinden daha iyi teçhizatlı bir düşman görünce o düşmanın taktikleriyle savaşmayı seçer. Zealot geçmişin örtüsünde canlanmaya çalışır, Herodian şimdiki zamanı cesaretle araştırır ve geleceği karşılar; Zealot içgüdüsüyle hareket eder, Herodian aklını kullanır... Herodianlık, Zealotlığa göre etkili ve onunla karşılaştırılamaz bir çözüm ise de, gerçek bir kurtuluş yolu değildir. Evvela bu tehlike­li bir oyundur: Irmağı geçerken at değiştirmeye benzer: Bi­nici atı değiştiremezse ölüme gideceği bellidir. Bu tıpkı Zealotın otomatik tüfeğe karşı okla karşılık verirse öleceği kadar kesindir. Herodianlığın tecrübe edildiği iki ülke Mı­sır ve Türkiye'dir.
Şimdi Toynbee'nin Herodian dediği, modernist yahut “Batıcı” zihniyetin zayıf noktaları hakkındaki tenkitlerine bakalım:
“Bir kere Herodian başarılı olsa bile, bu insanlığın kültür mirasına ne kazandıracak? Onun taklit ettiği şeyin aslı zaten Batı'da var” diyor Toynbee. Ve Batılıların bu “Batıcıları” küçümsemesini Kitab-ı Mukaddes’ten alınma bir pasajla ifade ediyor: “Biz size ka­val çaldık, siz oynamadınız / Biz yas tuttuk, siz ağlamadı­nız”. Herodianlığın asıl zaaf noktalan hakkında ise şöyle diyor:
“Herodian (Batıcı, modernist) kendisi taklitçi olduğu için hiçbir zaman yaratıcı olamaz. Böyle bir şahsiyetsizlik ifadesinin insanlara ilham ve heyecan veren bir yönü de yoktur elbette: Ve Herodian ancak ayakta kalmak, yaşa­mak için bu yolu seçmiştir; gayesi dünyevîdir; hiçbir uhrevî vaadi olamaz; ne var ki bu usulle insanları dünya nimet­lerine kavuşturmak da mümkün değildir. Olsa olsa, Batı ile işbirliği yapan, Batılılaşma taraftan, küçük bir yöneti­ci azınlık dünya nimetlerine kavuşur. Halkının çoğu ise, Batıya proleterya (işçi) olmaktan öteye gidemez.”[3] Nite­kim Toynbee haklı çıkmış ve Türk insanı Almanya'ya, Hol­landa'ya “çöpçü” olmuştur.
Bize göre her iki tavrın sahipleri de yanlış yoldadırlar. İslâmcı yahut geleneğe dönüş taraftarı, “Hakikatini kav­ramadığı ve putlaştırdığı” bir “İslâmî Yönetim Geleneği”ne dönmek istiyor: Halbuki gerçek manada, böyle bir “İslâmi Yönetim Geleneği” yok zaten! Mevcut olmayan bir şeyi mevcut sanıyor. Sanki Batıcı yöneticiler işbaşına geçince­ye kadar gerçek bir İslâmî yönetim modeli uygulanmış da, nasılsa kesintiye uğrayan bu sisteme dönülünce, yani müslümanlar iktidara gelince, bütün problemler hallola­cakmış gibi! Halbuki, İslâmiyet iktidara gelince nasıl bir siyasî nizam uygulanacağı, İslâmî ideallerin pratiğe nasıl döküleceği, suali ortadadır. Asıl problem o zaman başlaya­cak da denebilir. Müslümanın elinde yalnızca “Medine Toplumu” modeli vardır. Ancak Hilafet hakkındaki değer­lendirmemizde, “Sahâbelerin bu husustaki ihtilâfını gör­mezlikten gelsek bile, Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın ve Hz. Ali'nin suikast kurbanı olduğunu ve 30 yıl içinde sistemin çöktüğünü ve saltanata dönüştüğünü” söyledik. Bu man­zaradan, “demek ki İslâmî idealleri pratiğe uygulamakta büyük müşkilatlar vardır” yorumu çıkacaktır. Yeni bir “Din”in ortaya koyduğu (ve bilinen bütün devlet modelleri­ne zıt olsa bile) bir Peygamberin kendi devrinde ve kendi cemaati ile uygulayabildiği) bir “peygamberâne nizam” (müteakib nesiller tarafından yapılan askerî fütuhatın meydana getirdiği şartların zorlaması ile) büyük bir askerî organizasyon sonucunda, de facto, (fiili, bilfiil) bir Devlet biçimini al­mışsa; Peygamber zamanındaki gibi bir “mü’minler cema­ati modeli”nin tatbik edilebilmesi zordur ve ihtilafların çıkması tabiî bir neticedir. Hz. Ömer zamanında, birden bire çok genişleyen (ve muhtelif organizasyon problemleri ortaya çıkaran) ve organizasyonun kaçınılamaz neticeleri cümlesinden olmak üzere teşkilatlı icrâ vasıtaları ve or­ganları (kurumlan) ile bir İslâm İmparatorluğuna (hilafet rejimi) dönüşen bu sistemin yürümeyiştir. Daha Hz. Ömer zamanında, ganimetlerin (haraç, cizye, fey gibi gelirlerin) devlet mâliyesi (beytü’lmal) tarafından kontrolü ve tevzii hususunda ihtilaflar çıkmıştı.
Şuracıkta hemen söyleyelim: Bugüne kadar, ga­nimet bir yana, vergilerini tam bir sıhhat ve adaletle top­layıp, harcamalarını da (yani bu verginin kullanılmasını) adaletle yerine getirebilen bir tek devlet mevcut olmamış­tır tarihte! Peygamberin en yakın mesai arkadaşları bile, onun ideallerini pratiğe geçirip yaşatamamıştır. Kaldı ki biz, İslâmî ideallerden hareketle, bugünkü dünyanın ve geleceğin problemlerine çözüm üretip, onu bugünkü beşe­riyete bir alternatif hayat tarzı olarak sunmak durumundayız.
Şimdi Müslümanlar Batının tesirlerinden kurtulmak ve kendi geleneklerine dönmek istiyorlar. Hangi gelenek? siyasî manada, bir “İslâmî Yönetim Geleneği” yoktur. Teş­riî, kazâî ve icrâî yetkileri ihtiva eden bir “İslâmî Yönetim” modeli mevcut değildir. Eğer “Devlet” tabirini kullanacak isek, “Medine” (Şehir Devleti) yahut “Asr-ı Saadet” modeli var elimizde. (Her çeşit devlet tegallüble kurulur ve tegallüble devam eder diyoruz; çünkü devlet, kanun yapma, yargılama ve yürütme fonksiyonlarını ihtiva eder).
İslâm’­da, bütün dinlerde olması gerektiği gibi, “İlâhî Kanun” hâ­kimdir. İnsanların, kendi akıllarına göre uygun buldukları, kanunları yapması söz konusu olamaz. Halifelerin da­hi, ancak icrâî yetkileri vardı. “İslâm Geleneği”ni “Putlaş­tırma” şeklinde tezahür eden, bu Batı kültürüne karşı reaksiyoner tavrı anlıyoruz; ancak, başka sahalarda mevcut olan bir “İslâmî Gelenek”, “Devlet/Siyasî Rejim” sahasında mevcut değildir. Eğer Müslümanlar, yalnızca, “Şeriat iste­riz, ama ipler kimin elinde olursa olsun” diyorlarsa, o baş­ka!...
Yani, biz bunu, “mevcut olmayan bir geçmişe dönüş hayâli” sayıyoruz. Esasen, mevcut olmayan bir geçmişi taklid etmek de mümkün değildir. Mümkün olsaydı bile, “matlûb” olamaz: zira, bugünün dünyasında mevcut olan problemlere bir çözüm üretmedikçe (bunun gereği olan ye­ni ve seviyeli bir tefsîre kavuşmadıkça) böyle bir mesele, ‘Yalnızca müslümanların meselesi” sayılır. Halbuki, İslâ­miyet bütün beşeriyet içindir ve beşeriyetin bugünkü prob­lemlerine bir çözüm getirmelidir. Mehmed Akif, “Doğru­dan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söy­letmeliyiz İslâmî” demişti: Bize göre, “asrın idrâki” de yet­mez; nereye gittiğimizi de bilmeliyiz; yahut, varmak iste­diğimiz yeri ve hedeflerimizi, biz kendi tercihlerimiz ile ta­yin etmeliyiz.
Aynı şekilde, bugün artık mevcut olmayan bir şeyi hâ­lâ mevcut sanmak (yahut çoktan ortadan kalkmış bir geç­mişi hâlâ mevcut sanarak taklit etmek) şeklindeki yanlış, “Batıcı/Herodian yöneticilerin de yaptığı bir yanlıştır.” Tür­kiye'de III. Selim ve II. Mahmud'un başlattığı bu hareket, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların aldığı radikal kararlar ile çok kesin ve tartışılamaz bir mahiyet kazanmıştır.
Ne var ki, Kuvâyı Milliyeciler Osmanlı döneminde yetişmiş insanlardı; yani fikirlerini tanzimatçı dedelerimizden aldı­lar: Gençlik ve yetişme dönemlerinde yönelişleri belirlen­mişti (Aslında Sultan Hamid'in zamanında modern eğitim veren, tıbbiye, harbiye ve mühendislik mekteblerinde yeti­şenler modemist/Batıcı oldu ve sonunda Sultanı tahtından indirdiler).
Demek ki, yaklaşık yetmiş yıldır Türkiye'de ta­vizsiz bir biçimde uygulanan politikaların sahipleri, bu fi­kirleri yetişme devirlerinde, Osmanlı’nm çöküş devrinde edinmişlerdir: yani Türkiye'de uygulanan bu radikal Batı­cılık, Tanzimat’a kadar geri götürülebilir (ve Kuvayı Milliyecilerin fikirleri esas alınsa bile), 20. asra girerken bun­lar yetişmiş gençler olduğuna göre, en azından bir asır ön­cesine ait fikirlerdir. Devlet politikamız öyle biçimlenmiş­tir ki, bir asır öncesine ait fikirler (o zaman Batı'da moda olan fikirler) bugün dahi tartışılamaz dogmalar olarak yü­rürlüktedir. Bir kere, bugünkü Batı, bir asır önceki Batı değildir: Köprülerin altından çok sular akmıştır Batı da: Modern Batı Medeniyeti, Ortaçağın Hıristiyan Batısından farklıdır ve temelleri sömürgecilik devirlerinde atılmıştır. Sömürgecilikle, coğrafî keşiflerden itibaren, Batı değişme­ye başlar. Ancak, Sanayi Devrimi ile gelen Modern Batı ta­rihi içinde şekillenen bu Batı kültürü, Birinci Dünya Harbi’nde iflas etmiştir. Batılı mütefekkirlerin bu tarihten sonra, Batı medeniyetinin iflasını ilân ettiklerine şahit olunur. Ne var ki yine bu tarihte, Türkiye “bu ölen kültü­re” özenmek ve onu taklit etmek gayreti içine girmiştir. Bu bir “ölü doğum”dur aslında.
Zaten, bu tavrın taklitçiliği, hiçbir zaman yaratıcı ola­maması ve kültürel mirasını reddetmek suretiyle kaybet­tiği kültürel kimliği sebebiyle, ancak zoraki bir moderni­zasyon olması mümkündü ve öyle de oldu. (Belki bu zora­ki Batılılaşmaya tepki sebebiyle, Gelenekçi yönelişin sa­hipleri, kaybolan geleneği gerçekte olduğu gibi değil İslâ­mî bir yönetim biçimi gibi görmeye şartlandılar). Ne var ki Herodian/Batıcı yöneticiler, gerçekte (Batının silâhı ile) Batı’yla hiçbir zaman savaşamazlar; çünkü (bugünkü dünyada artık hiç de çağdaş olmayan ve gerçekte 19. asırda kalan fikirleri bir yana), “Çağdaş” olmak isteseler bile as­la çağdaş olamazlar. Taklitçilikleri sebebiyle daima bir adım geriden gelmeye mahkum olacaklardır. İslâm âle­mindeki Batıcı yöneticiler, “Batı”“çağdaşlaşma ve mo­dernleşme” adına, taklit ettiklerini sanıyorlar; ama ger­çekte, sadece geçmişte kalan bir Batiyi taklit etmeye mah­kumdurlar. Taklitçiliğin -tarifi gereği bu sonucu vermesi tabiîdir; çünkü taklitçi Batı'da ne olup bitiyor, hadiselerin arkasındaki sebep ve prensipler nelerdir, anlayamaz. Ve ilk bakışta görebildiğini, hadiselerin dış yüzünü, zevâhiri, görünüşü ve kabuğu kavrayabilir ancak: Bizde Batıcı yö­neticilerin, çağdaşlaşma adına söylediklerine bakılırsa, bugünün Batısını pek tanımadıkları ve gelişmelerin özünü kavrayamadıkları anlaşılır. Zira bizde Batıcılar, bugünkü Batı’da değil, bir asır önceki Batı dünyasında popüler olan düşünceleri savunuyorlar hâlâ!
Oysa bugünkü Batı dünyasında, Fransız İhtilali ile ge­len ve 19. asrın Batısında popüler olan fikir ve değerlerin yanlış olduğu kanaati yayılmıştır. Bu çağın Batılısı bu çağ­da yaşıyor, 19. yüzyılda değil. Bir asır önce vulgarize (adileşmiş) olan fikirler bugünkü dünyada tamamen demodedir. Bu işte, hayattaki değişme kanununun meydana getirdiği para­dokslarla karşılaşırız: Batı, elbette Batı’dır; ama, o (eski) Batı kültürü değildir artık; yine de Batı Batı’dır; kendi yo­lunda hızla ilerliyor ve 21. asırda bugünkü Batı'dan çok farklı bir Batı olacak! Ancak bizim Batıcıların, tam yüzyıl önce akledip, yetmiş yıl önce uygulamaya koydukları (ve şaşmaz bir inatla hiçbir sapma ve değişmeye izin vermek­sizin uyguladıkları) Batılı fikir ve değerler, Fransız İhtila­linin/Sanayi Devriminin mahsulüdür. 19. asırda Batı dün­yasında yayılan, benimsenen ve her yerde pratikte görülen o kültür, Batıyı büyük felaketlere sürükledi: Birinci Dün­ya Savaşı’na yol açtı ve iflas etti. Batılılar Birinci Dünya Harbi’nin meydana getirdiği şokla, kendi kültürlerini tari­hî incelemelerin konusu yaptılar ve bu iflası ilân ettiler. Almanya'da Historicism (tarihî rölativizm, tarihî şüpheci­lik) fikirleri Birinci Dünya Harbi’nden sonra yayıldı. Dene­bilir ki Batılı kendi kültüründen şüphe ediyordu artık; za­ten ilmî gelişmeler de 19. asrın kaba saba materyalizmini ve atomculuğunu iyice şüpheli hale getirmişti. Atomlar hakkındaki bilgileri sayesinde, İkinci Dünya Harbinde ni­hayet atom bombasını da kullandılar ve o günden beri ken­di kültür ve vahşetlerinden kendileri de nefret eder oldu­lar.
Bizimkilere gelince, onlar “kraldan fazla kıralcı”, “Batı’dan fazla Batıcı”dırlar(!).
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET, Medine’yi Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.29-34)


Ege Üniversitesi Demokrasi, Toplum ve Türk Kimliği Sempozyumu Bildirisi, 1996.
Aklı başında insanlar, kendi benlikleri ile içinde yaşadıkları dünyanın münasebetleri hakkında düşünmek ve kendi tespit ettik­leri bir oryantasyona göre hareket etmek zorundadırlar; yani aklı eren her fert,
“Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, bu dünyadaki pozisyonum nedir ve bütün bu kâinatla, bu son­suz varlıkla münasebetim nedir?”
Sualini şuurlu veya şuursuz bir biçimde cevaplandırmak zorundadır. Kendimiz için nasıl bir oryantasyon tesbiti yaparsak yapalım, bu oryantasyon sonucunda bir “kutsallık alanı” ortaya çıkacaktır. Vahşîlerde, putperestlerde ve ateistlik iddiası güdenlerde olduğu gibi, bütün varlığı kendi nefsi­miz açısından değerlendirebiliriz ve kendi benliğimizin mutlu­luğundan ibaret bir oryantasyonumuz olabilir ki bu takdirde kendi nefsimizi putlaştırmış oluruz; bu takdirde ‘kutsallık alanı’ nefsimizle sınırlıdır ve varlığımızın ma’nâsı ve gayesi kendi mut­luluğumuzdan ibarettir. Yahut, içinde doğduğumuz cemiyetin tel­kin ettiği ‘kutsallık alanlarını’ benimseriz. Bu takdirde cemiyetin kutsal saydığı din veya ideoloji, indoktrinasyon (yani telkin yoluy­la) benimsenmiş olur. Hakîkî iman ise bir metafizik şuur ile bir üstşuur ile meydana gelir: Kendi varlığımız ile sonsuz varlık arasında­ki münasebetlerin şuuruna vardığımız ve kendi hayatımızda, yara­tılış gâyemize uygun olarak İlâhî iradeyi gerçekleştirmeye yöneldi­ğimiz zaman (nefsimizin veya cemiyetin telkinleri ile değil) hakîkî ve hür iman ile iman etmiş oluruz. Böyle bir metafizik şuurun tel­kin ettiği ‘kutsallık alanı’ sınırsızdır ve bütün varlığı ihâta eder. Yunus’un “Yaradılanı hoş gör yaradandan ötürü” deyişi bu ma’nâya gelir.
Fertler bir toplum meydana getirmek üzere bir araya gelip bir “İçtimaî mukavele” yapmazlar; bilakis, kendi tercih ve görüşle­rinin hiç sorulmadığı, kendilerinden evvel teşekkül etmiş olan bir­takım sosyal şartlar içinde doğarlar. Cemiyetin mensub olduğu bir dîni, indoktrinasyon, yani telkin ve taklit yoluyla benimsemek du­rumundadırlar. Hâlbuki uzun asırlar boyunca süregelen dinlerin yerleşmiş an’anevî biçimleri, bu taklit yoluyla benimseme ve ruhu­na nüfuz edememe hâli sebebiyle, ferde esaslı bir ‘din şuuru’ ver­meyebilir. Bu vaziyette ise, görünüşte bir dîne mensup olan fertle­rin, itiraf etmeseler de, asıl, kutsal, dokunulmaz ve tenkit edilemez mukaddesleri kendi can-ı azizlerinden ibarettir.
Zamanımızda bütün büyük ülkelerde pek çok farklı inanç sistemlerine mensup birçok toplumlar vardır ve bunları birleştiren şey, müşterek menfaatler, inançlar ve insanların müşterek iradesi değil, şu veya bu biçimde var olan bir ‘devlet çatısıdır’. Zamanı­mızda faşizm ve komünizm gibi, cemiyetin müşterek siyasî gücü­nü veya devleti putlaştıran ideolojiler var. Eğer bütün bir cemiyeti birleştiren kutsal inançlar yoksa, bu inançlar yerine ikame edil­mek üzere yeni kutsallık alanları ideolojiler biçiminde icat edil­mekte ve devlet tarafından devlet sınırları içindeki bütün toplum­lar ve fertlere indoktrinasyon (yani resmî eğitim ve medya yoluyla) ve kanunların zorlayıcı gücü ile empoze edilmek istenmektedir. Çünkü, fertlerin kendi nefislerinden başka bir inanç ve gaye tanı­madan -ki aslında, bu dahi nefsin putlaştırılması biçiminde bir kut­sallık alanıdır yaşaması belki mümkündür; ancak hiçbir inancı ol­mayan, müşterek değerleri ve birlikte yaşamak iradesi bulunmayan bir cemiyet yaşayamaz. Zira tarifi gereği cemiyet budur; aksi tak­dirde cemiyet değil, yalnızca insan toplulukları, halk yığınları var demektir.
Kanunî mecburiyetler ve ‘devletin putlaştırtması’ gibi zorlama veya ‘indoktrinasyon mahsulü usuller’ ise, ‘gerçek inanç’ ve ‘din şuuru’ yerine ikame edilemez; çünkü yalnızca dün­yevî vaadlerde bulunabilir ve insan rûhunun bu sonsuz kâinat kar­şısındaki aczi ve çaresizliği, mânevî ihtiyaçları, bu formel düzenle­melerle, kanunlar ve devletin varlığı gibi sosyal organizasyon bi­çimleri ile tatmin edilemez. Zira yalnızca böyle bir sosyal organi­zasyonun veya devletin varlığı, müşterek bir dünya görüşünün, bir ‘vizyon’un var olması ma’nâsına gelmez. Bir yerde vizyon (dün­ya görüşü, geniş anlamıyla din) yoksa, halk mahvolmaya mah­kûmdur” derler. Liberalizm’in, her ferdin (vahşîlerde ve putpe­restlik devirlerinde olduğu gibi), yalnızca kendi hususî gayeleri için çalışması sonucunda, (gayr-i meş’ur bir yanılma ile nihaî olarak ce­miyet amme menfaatlerine) hadim olacağı şeklindeki fikri mantık­lı değildir. Zira herkesin kendi müstakil menfaat, gaye ve hedefle­rinin olması ve bunun için çalışması hâli, cemiyetin müşterek gaye­lerinin bulunmaması demektir ve bu tarif gereği, cemiyet hayatı ba­kımından bir düzensizlik ve kaos demektir. İşte bu tebliğimizin mevzuunu çağımızda cemiyetlerin ve fertlerin içinde yaşamakta ol­dukları bu problemler teşkil etmektedir.
Burada putperestler veya ateistlik iddiası güdenler ile ilgili söylediklerimi netleştirmek bakımından, Latinler’in bir sözünü ha­tırladım. “İndividium est ineffable: Ferdiyet tarif edilemez ve kut­saldır.” Eski Yunan ve Roma filozoflarının çoğu da, Eski Yunan’ın tanrılarına ve Roma’nın putlarına inanmazlardı. Fakat bunlar söy­lenmezdi; çünkü bir tabiri vardır İngilizler’in (to say the unsayable) “söylenemeyeni söylemek caiz değildir” şeklinde. Şimdi bu bir çe­şit din ve kutsallık alanı meselesidir ve tartışılması saygısızlık sayıl­mıştır. Bence bu yerinde bir telâkkidir. Gerçekten de kutsallık alanı ile ilgili şeyler aslında tartışma konusu olmazlar. Çünkü inanç ras­yonel bir biçimde münakaşa edilemez; çünkü böyle bir münakaşa insanları derhal hissî reaksiyonlar vermeye sevkeder. Çoğunlukla cemiyette bu yüzden kavgalar mücadeleler olduğunu görüyoruz.
Diğer taraftan Bergson’un bir tarifi vardır; Ahlâk ile Dinin İki Kaynağı adlı eserinde; o, bir ‘statik din’ bir de ‘dinamik din’ tasviri yapar. Bu eserinde Bergson diyor ki, aslında dinamik din mistik tecrübenin mahsûlüdür ve mistik tecrübe de gerçekte cemi­yetin veya bir şeriatın (geniş anlamda söylüyorum; Müslüman şeri­atı olduğu gibi diğer dinlerin de şeriatları var, yani törenleri kural­ları var), bir dinin şeriatının formel sınırlan ile tesis edilen ruhban sınıfı veya ulemâ sınıfı tarafından sınırları çizilen, bir daire çerçe­vesinde değil; kendi hür vicdanındaki müşahede ve mükâşefeye da­yanan, kendi müşahedesinin sonunda ulaştığı ve kendince yakın öl­çüde gerçek bir bilgi saydığı müşahedeleri cemiyete neşretmek ar­zusundan doğar. Böyle bir pozisyonda ‘mistik şuur’dan bahsetmek gerekir ve bu “dinamik din”in konusudur. Ezcümle, Bergson böyle diyor.
Gerçi Bergson, Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı isimli eserinde İslâm tarihinden veya İslâm dininden pek fazla misal vermemiştir. Daha çok Hindu mistisizminden bahseder verdiği örneklerde; fa­kat, biliyorsunuz, Bergson, çok kudretli bir yazardır ve çok zor felsefî mev­zuları bile çok güzel benzetmelerle kolay anlaşılır hâle getirme iktidârı vardır. Bu bakımdan bu eserini hararetle tavsiye ediyorum.
Diğer taraftan bir ‘mistik şuur’dan veya ‘metafizik şu­ur’dan bahsetmek mümkün.
Demin ben dikkat ettim ve bazı notlar aldım. Sosyal antro­poloji bakımından bir saha araştırması dinledik tasavvufçular ve onların şeriattan farkları babında; Ebû Hanife’nin bir sözü geldi ak­lıma bu sırada. Ebû Hanife buyuruyor ki: “Tasavvuf fıkh-ı vicdânîdir.” Yani, vicdânın hukukudur.
Biliyorsunuz bütün hukuk sistemleri formel (yani şekilci) ol­mak zorundadır. Bütün hukuk sistemlerinin de bir numaralı kusuru bence budur. Arkasında gerçek bir hukuk felsefesi bulunmadığı takdirde herhangi bir hukukî sistem, ister demokratik bir rejimde tatbik edilsin, ister başka bir rejimdeki devlet çatısı altında tatbik edilsin, isterse İslâmî şeriat olsun, hiçbir ayrım yapmıyorum; bü­tün hukuk sistemleri tabiatı gereği, formel (biçimci) olmak zo­rundadırlar.
Ben şimdi hatırlıyorum; İslâm şeriatında da hukukî hileler vardı; meselâ senetlerdeki icap ve kabul ibarelerini gördüğü vakit, kadı efendi; hukukî hile olduğu açıkça görünmesine rağmen, bu gibi hilelere pekâlâ itibar ederdi. Gerçi Sava Paşa’nın İslâm Hu­kuku Teorisi ile ilgili iki ciltlik bir eseri vardır: (Ben lise yıllarım­da iken Diyanet neşriyatında çıkmıştır. Bizden bir Ermeni paşası, bu, Osmanlı’ya küsmüş gitmiş ve Paris’te yazmış.) Sava Paşa İslâm Hukuku Nazariyatı kitabında der ki;
“İslâm hukuku Roma huku­kuna göre çok daha esnek ve çok daha kaliteli bir hukuktur.”
Kendisi müslüman olmuş falan da değildir, bîtaraf bir zihniyetle söylüyor ve bence doğru söylüyor. Ama ne kadar esnek bir hukuk olursa olsun, İslâm hukuku da “İslâm fıkhı” da, hukukun tabiatı ge­reği, formel (düstür) olmak durumundadır. Kaldı ki burada “Fıkh-ı vicdânî”den bahsettiğimiz takdirde yani mistik şuurdan metafizik şuur­dan bahsettiğimiz taktirde; bu vicdanda olup biten bir şey ve bun­lar gibi hayatın realiteleri de hiçbir zaman formel hukukî kalıplar içinde tesbît edilemez.
Ben şöyle bir fikir arzetmek istiyorum:
Her­hangi bir fikri aklî ölçülerle, rasyonel ölçülerle, nihâî hudutlarına kadar götürdüğünüz vakit, bir de bakarsınız ki bu ifrat sebebiyle bir noktadan sonra bu fikir zıddına münkalib olmuş. Bir paradoksla karşılaşırsınız. Yani hayatta da dâimâ böyledir. Hayatın realiteleri hiçbir zaman formel sınırlamalarla tayin edilmiş olamazlar. Esasen dinin ‘statik din’ dediğimiz, Bergson’un yaptığı ayrımla, gelenek­lerden ve törelerden, ecdattan intikal eden, önce anne ve baba oca­ğında, sonra belki eğitimle ve medya ile benimsenen ve taklitçi bi­çimi, bu sebeple çok fazla formel kalmakta ve insan rûhuna çok fazla hitap edememektedir.
Tarihte sûfîlerin çok istismarına rastlanmıştır veya sufizmin insanlara faydası kadar zararı da olmuştur. Bunun farkındayım, bu bağlamda münakaşa etmiyorum meseleyi. Ancak şöyle bir ayrım yapmıştım ben son çalışmamda (Varlığın Ma’nâ ve Mazmunu’nda)
“Bir hayvânî şuur var, bir İnsanî şuur var, bir de metafizik şuur var.”
·        Hayvanî şuurdan kastettiğimiz kısaca şudur: Bizde de diğer canlı­larda olduğu gibi duyu organları var, hasselerimiz var, beş duyumuz var ve bu duyularımızla dışarıdan aldığımız intibâları biçim­lendirmek sureti ile şuurumuz teşekkül etmektedir.
·        Hayvânî şuur “nesneleri gördüğümüz gibi, hiçbir akıl terazisine vurmadan hiçbir şekilde münakaşa etmeden, dışarıdan aldığı intibâları olduğu gibi anlık şuur” olarak kabul etme biçiminde gelişir.
·        Halbuki, insanın müdrikesi hayvandan farklı olduğu için, akletme, temyiz etme ve­ya soyutlama gibi yetenekleri olduğu için, insânî şuur gördükleri­ni, duyduklarını ve öğrendiklerini tenkîde tâbi tutar, tâhlile tâbi tu­tar.
Netice olarak, duyulardan aldığı bu intibâları bu tenkît süzge­cinden geçirdikten sonra, akıl ile tashîh ederek kabul eder. İnsanın oryantasyon kabiliyeti de buradan gelmektedir. İnsan yalnız ‘şu an’ içinde yaşamaz, insan geçmişi, ‘şu an içinde devam eden mazinin varlığı ile’ aynı zamanda geleceği de ‘projeksiyon yoluyla’ düşü­nen bir yaratıktır.
Binaenaleyh, aklî melekeleri, kullanmak sureti ile bu ‘insânî şuur’ ortaya çıkar; ancak bu insânî şuur, Protogoras’ın “insan herşeyin ölçüsüdür” şeklindeki deyişinde olduğu gibi ele alnıırsa, hümanist veya sekülarist bir zihniyet biçiminde ele alınır­sa, bizce o zaman insanın kendi iradesini ve kendi gayelerini kutsal bilmesi ve başka kutsallık alanı tanımaması biçiminde bir egosentrizm ve etnosentirizm sonucu verebilir.
Halbuki cemiyeti putlaştırmak (ki Toynbee buna tarihçi açısından din adlı eserinde molokperestlik adını verir). Molokperestlik, cemiyetin müşterek siyasî gücüne tapınma demektir: Faşizmde, komünizmde gördüğümüz gibi. İnsanperestliğin bir bi­çimidir: Firavunlarda gördüğümüz gibi. Yani insanın kendisini, kendi iradesini, seküler bir dünya anlayışını kabul etmesi de aslın­da bir çeşit başka inançtır anti inanç biçiminde de görülse. Diğer taraftan cemiyetlerin bu statik dini, gelenekselleşmiş bulunduğu için yaşanan bu dini hayat, bahsettiğimiz metafizik şuuru veremeyebilir. Belki “metafizik şuur”; tarihteki büyük sûfîlerin şahsî ve derûnî tecrübeleri ile vardıkları birtakım hakikatler, zamanla tarikatler biçimindeki uygulamalara, yozlaşmalara veya garip uygu­lamalara konu olmuş olabilir. Günümüzde de, tarihte de bu garip uygulamalar var. Bu eski büyük sûfîler ‘hür imanı’ temsil eden in­sanlardı. Cemiyetin statik imanını değil de, tahkiki imanı (bizim kendi geleneğimizin tabiri ile) veya Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu’daki deyimi ile ‘hür imanı’ temsil eden insanlardı. Onlardaki metafizik şuur, Yunus’ta gördüğümüz gibi, bütün varlık alanlarını, varlığı topyekûn kutsallık alanı sayma şeklinde bir me­tafizik şuurdu.
Tabiî şimdi birtakım dinlerin birleştirilmesi temennisi yahut diyalogu veya insanlar iyi ahlâklı olursa insanlar kurtulur gibi bazı telâkkiler var. Tarihte birçok fikir adamından okuyoruz, bunlar doğrudur; ancak pratikte bir değer ifade etmez. Elbette bütün insan­lar iyi olursa, ahlâklı olursa, şöyle böyle olursa, problem kalmaz.
Mesele şu ki, bütün insanlar öyle olmuyorlar veya bütün insanlar insânî şuuru aşarak metafizik şuura erişemiyorlar ve hattâ eri­şebilmeleri söz konusu olmayabilir. Devlet ideolojisi ve indoktrinasyon yolu ile cemiyeti (gerçekte müşterek inançları ve müşterek bir arada yaşama iradesi bulunmayan büyük halk yığınlarını) bir arada, kanun yoluyla, tutma şeklinde ki devlet iradesi ve bununla il­gili indoktrinasyonlar bugün dünyanın her tarafında görülüyor ve bununla ilgili fikirler, zannedildiği kadar objektif değildir. Demok­rasiler dahi aynı indoktrinasyonun mahsûlüdür. Cemiyetin bir ara­da tutulması bir devlet çatısında veya bir indoktrinasyona bağlı ise, elbette problemler olacaktır.
Bugün artık devlet sınırları aşıldı. Ve uluslararası şirketlerin yönettiği çok küçülen bir dünyada yaşıyo­ruz. Ve çağın realiteleri insanları, bütün kavranılan (semantikteki bir tabirle anlamlandırma dizgesi derler) bütün anlamlandırma dizgelerini gerek kendi kültürümüzde mevcut olanları, gerek diğer kültürlerden aldıklarımızı, değerlendirme ve çağdaş dünyanın reali­telerini yeniden gözden geçirme zarureti ile karşı karşıya bırakmış­tır. Son söz olarak: Dünya bir yerlere gidiyor, gidişat pek de iyi de­ğil, millî devlet kimliği aşıldı; diğer devlet kimlikleri de aşıldı. Ma­alesef devletler meşrûiyet zeminlerini kaybetmiş durumdalar, çağ­daş sistemlerle, ilerde ne olacağı da pek belli değil. Ben ek bir şey söylemek durumunda değilim.
İngilizler, “Takdir değişmez, ne olacaksa o olacak” der,
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR, TARİH FELSEFESİ YAZILARI, Şule Yayınları Kasım 2012, İstanbul,  (s. 242-248)


H. A. R. Gibb, Mohammedanism,
New York 1955
(Eserin “Sufizm” bölümünün tercümesidir).
S.Ü. Selçuk Dergisi, s:2, 1988.

İlim adamları ve tarihçiler, tabiî olarak, bir düzen, bir dog­ma ve birtakım kaidelerin siyah ve beyaz gibi kesin hatlarla orta­ya konulması hâlinde, bunların kaanun, ilâhiyat, âyinler şeklinde pratik bir gün kazanmış olacağını farzetmek hatasına (bilhassa doğu mevzuubahis olduğunda daha fazla) düşerler. Gerçeğe bun­dan daha az benzeyen hiçbir şey yoktur. Bir dogmatik hukukun incelikli bir şekilde işlenmesi teorik bir standart meydana getirir ki bu teorik standarda tedrîcî olarak ve kısmen ulaşılabilir, fakat asla kesin olarak ulaşılamaz. Aynı şekilde bir Ortodoks ilâhiyatın formülasyonu işi, ilim adamlarının nisbeten küçük bir zümresinin alâkasını çekmiş ve onları heyecanlandırmıştır; fakat müslümanların büyük bir kitlesi için bu dogmatik süper-strüktür umumiyet­le alâka görmüyordu (ve ekleyebiliriz ki öyle olmaya da devam ediyor). Bunun sebebi bütünü ile cehalet ve ilgisizlikten ibaret değildir. Bunun sebebi kısmen şu gerçek olabilir ki, teolojik sis­temler, geliştirildikleri nisbette büyük ölçüde negatiftirler; insan ve Tanrı arasında Kur’an tarafından takdim edilen şahsî ve canlı münasebetlerin yerine mantıkî mefhumların gayr-ı şahsî ve mü­cerret bir münakaşasının geçmesine sebep olurlar.
İslâm inancı­nın standart el kitaplarından birinde ifade edildiği şekli ile İlâhî sıfatlar probleminin sünnî çözümü, meselâ, “onlar O değildir; ne de onlar O’ndan başka bir şeydir” şeklindeki ifadesi, kuvvetli bir dinî hassasiyeti uyandırmak kabiliyetine sahip değildir -veya böyle bir şey mevcut ise bunu kuvvetli bir heyecana dönüştürme­si kabil değildir.
Netice olarak, bu incelikli teolojik sistem herhangi bir şekil­de halkın pratikteki dînî inançlarını temsil etmediği gibi, ayrıca gerçekte ilâhiyatçıların çoğunluğu, bunlann hattâ halk kütlelerine anlatılmaması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Ve hattâ bu (in­celikli teoloji) Mu’tezile mücadelesinden asırlarca sonra bile tahsil görmüş kimselerin ekseriyeti tarafından benimsenmiş değildi. He­lenizm ruhu, her ne kadar Sünnî merkezlerden kovulmuş olsa da, uzun bir müddet, şimdi artık zındıklar diye adlandırılanların düşün­cesini etkilemeye devam etmişti, ta ki politik ve ekonomik felaket­ler bütün bağımsız entelektüel faaliyetlere bir son verinceye kadar. Fakat felsefî ekollerin tesiri, İslâm’ın sonraki gelişmesi içinde git­tikçe önemi azalan bir faktördür; ve bu İslâm’m gelişme tarzını an­lamak için daha ziyade popüler din üzerinde durmalıyız.
İslâmî popüler din hareketi İslâmî zühd ve tasavvuf tarihi ile yakinen alâkadardır. Prof. Massignon erken devirlerdeki İslâm ta­savvufunun bütün sahasına şamil olan parlak araştırmasında[4], mis­tik hareketin iptidâî İslâmî zühd hareketinin doğrudan doğruya va­risi olduğunu ispat etmeye çalışmıştır ki, bizatihî bu zühd hareketi de Kur’an’dan ve Peygamber’in tatbîkâtından doğmuştu. Fakat bu iddia kabul edilmemiş olsa bile, hatırlanması gerekir ki Kur’an’daki zühdün temeli doğu Hıristiyanlığındaki ile aynıdır; netice olarak da İslâm'ın Arabistan dışındaki gelişmelerinde her iki sistem ko­laylıkla tefrik edilemez. Hiç olmazsa kesin olarak belli olan şu ki; Hz. Peygamber’in bir peygamber olarak bütün hareketlerinde zımmen mevcut olan, Allah’ın her yerde hazır ve nazır oluşu şeklinde­ki mistik duygu, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hemen sonraki haleflerinin pragmatik ve fazla derinliği olmayan gerçekçiliğinde bir aks-i sada bulamamıştır. Bununla beraber, bunların dînî takvası Hz. Muham­med sallallâhü aleyhi ve sellemin hüküm gününe dair vaazları ile uyandırılan kuvvetli bir ru­hî tecrübenin neticesi idi.
Batı Asya’nın bütün büyük dinleri arasında İslâm umumi­yetle en fazla dünyevî en az zühdî olanı sayılmaktadır. Buna birçok sebep gösterilebilir: Bekârlığın hoş görülmeyişi, bir rûhî fonksiyo­nu olan ruhban sınıfının bulunmayışı ve hepsinin üzerinde de Hıris­tiyanlığın ancak üçüncü asır sonunda ulaştığı politik hayatın daha Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında İslâm’a girmiş olması gibi. Yine de ilk müslüman nesilleri arasında bile, İslâm dünyasının her tarafın­da pek çok müslüman vardı ki İslâmî takva ruhunu günlük hayatla­rına aksettirdikleri gibi, İslâm bunlar için sadece zâhirî ibadetlerin yekûnundan ibaret olmayıp bir ruhî hayat disiplini de olmuştu. Bunların inancı sert bir zühdî (ascetic) itikad idi ki bu itikad, men­suplarına, ebedî cehennem azabını unutmaksızın işine gücüne git­mesini; bu dünyada sadece geçici olarak bulunduğumuzu hatırla­masını ve bu dünyanın sunabileceği her türlü güç, zenginlik, haz, bilgi ve evlat sahibi olmak sevinci gibi şeylerin boş ve iğvâdan iba­ret olduğunu ve gerçekte bunların sakınılması ve reddedilmesi ge­reken şeyler olmaktan ziyade bize korkunç mesuliyetler yükleyen şeyler olduğuna dair derûnî bir şuurla birlikte kullanılması gerekti­ğini telkin ediyordu. Bu ilk devreye mahsus zühd ve takvâ tipinin en meşhur temsilcisi Hasan-ı Basrî kaddesellâhü sırrahu’l azîzdir (643-728) ki, hatırası bugün hâlâ İslâm’da yaşamaktadır.
Hicretin ikinci asrında, işte bu zahidler arasından eski Nasturî misyonerleri gibi gayretkeş popüler vaizler çıktı ve bunlar halk arasında İslâm'ın misyoneri oldular. Bu vaizlerin maruf ismi “Kassâs” metotlarını da açıklar. Kur'an metinlerine dair vaazlar ve tef­sirler formu içinde, bunlar dinleyicilerin beyinlerini son derece de­ğişik eski kültürel materyallerle dolduruyorlardı; bunlar arasında eski Arap destanları, Hıristiyan, Zerdüşt ve hattâ Budist hikâyeleri, İncillerden ve Tevrat’tan derlenmiş materyaller ve antik Babilonya ve Suriye’den miras kalan her şey vardır. Bu materyal kitlesi ara­sında bilhassa iki kaynak, Hıristiyanlık ve Gnostizm en ehemmi­yetli mevkii işgal etmekteydiler. Fakat her ikisinin de mirası, bun­lar ne kadar iptidâi fikirlere zıt düşseler de, İslâmî potada eritilmiş­lerdir.
İslâm’ın bünyesine katılan bu unsurlar arasında en ehemmi­yetlisi, İsa’nın ikinci gelişinin bir Mehdi’nin (doğru yola hidayet eden) geleceği şeklindeki bir doktrine dönüşmesi olmuştur ki, bu Mehdi İlâhi bir keşmekeş yoluyla İslâm’ın nihaî zaferini temin ede­cektir.
İslâm düşüncesinin geleceği hakkında aynı derecede ehem­miyetli bir başka husus da Peygamber’in şahsiyeti hakkındaki doktrinin gelişmesi olmuştu. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, Şiî tesirleri bu gelişmede mühim bir rol oynamıştır; fakat bunların yanısıra, bir mü’minin Peygamber’in şahsı hakkındaki tabiî saygı ve sevgisini, İsa’nın şahsiyeti hususundaki muhtelif Hıristiyan fi­kirleri de etkilemiştir. İncillerdeki mucizeler ve deyişler ve doğu ki­liselerinin kendi inançlarının kurucusuna atfettiği birçok efsane Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme transfer edilmiştir. İlk devirlerin Müslüman mistisiz­minde, Arabistan dışında kalan bölgelerde, Hz. İsa hâlâ en azından Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme eşit bir statü işgal eder; fakat zamanla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin figürü ötekini aşar, nihayet üçüncü asrın sonunda bü­yük mistik Hallac’ın “Peygamber”e bir nat’ında, Hıristiyan ve Gnostik imajları başarılı bir sentez hâlinde birleştirilmiştir.
"Diğer bütün peygamberlerin ışığı O'nun ışığından sâdır olur, Kitab-ı Kıdem’deki ilk isim O’nun ismidir. O bütün mevcudat ve bütün nesnelerden önce malûm idi ve onların hepsinden sonra da bakî kalacaktır, bütün gözler O’nun kılavuzluğu sayesinde ışığı görmüştür, bütün bilgi O'nun okyanusundan bir damla, bütün hik­met O’nun kaynağından bir avuç dolusu ve bütün zamanlar O’nun hayatının bir saatinden ibarettir."
İşte popüler İslâm’ın gerçek ruhu buradadır, ilâhiyatçıların abstraksiyonlarında (mücerret fikirlerinde) değil; ve Arabistan’ın bundaki hissesi sadece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin tarihî mevcudiyetinden ibarettir. Doktrinler ve inanışlar bir tarafa, inancın değişmesine rağ­men, Hıristiyan teamüllerinin ne kadar inatçı ve yapışkan olduğu­nu görmek dikkate şayandır. Ortaçağların ta sonlarına kadar, Hıris­tiyan festivalleri İslâm’ın resmî bayramlarıyla yan yana İslâm dün­yasının büyük halk festivalleri olarak yaşamaya devam etmiştir.
Burada sufizm adıyla tanınan İslâm’da mistik hareketin baş­langıçları hakkında ancak kısa bir hulâsa yazabilecek kadar yerimiz var. Sûfî teriminin menşei karışıktır; fakat umumiyetle bu, işlenme­miş yün parçalarından (suf) yapılma bir elbiseyi giymekle ilgilidir. Önceleri bu bir üniforma değil, fakat şahsî bir zühd işareti idi ve ba­zı ilk devir zahidleri bunu kullanmayı hoş karşılamıyorlardı. İbn Şî­rîn (ö. 729) zahidlerin bazılarını İsa’yı takliden suf giydikleri için tenkit etmişti (şöyle diyordu): “Ben pamuklu elbiseler giyen Pey­gamber’in izinden gitmeyi tercih ederim.” Öyle görünüyor ki ikin­ci asırda Kûfe’de yaşayan belli bir zahidler grubuna umumî ad ola­rak el-Sûfiye deniliyordu. Fakat dördüncü aşıra gelince Irak’ta bu yün elbiselerin giyilmesi düzenli bir âdet hâline gelmişti ve bu isim herkes tarafından mistiklere atfedilmeye başladı. Bu ismin Grekçe sophos veya sophia kelimesinden türemiş olduğu düşüncesi tama­men hayal mahsulü gibi görünüyor.
Hicrî ikinci asırda, zâhidâne münakaşalar yapmak için top­lanan küçük grupların kolektif organizasyonuna dair ilk emareler ve aynı şekilde ilk zaviyeler, yani Melikî (Ortodoks) keşiş hücrele­ri veya Nastûrî keşişlerinin mağaralarını taklid eden hücreler kolek­siyonu şeklinde zaviyeler zuhur etmeye başladı. Zahid gruplan Kur’an ve diğer dinî parçalan yüksek sesle okumak maksadıyla toplanıyorlardı ve bu zamanla bir liturjik karakter (zikr) kazandı; zamanla bu, bunlara iştirak eden kimselerin vecde kapıldığı spiritüel konserlere (semâ’) dönüşmeye başladı. Zikrin daha daha sonraki gelişmeleri hakkında yeri gelince daha fazlası da söylenecek; fakat daha Hallaç bile zikirdeki bu heyecanlandırıcı unsuru mahkûm et­me lüzumu hissetmişti:
“Beni vecd hâline sokan sensin, zikr değil;
Benim kalbim zikr düşüncesine kapılmaktan uzaktır;
Zikr insan gırtlağından doğan bir incidir
Ki seni gözlerimden gizliyor.”
Aynı zamanda bu zahidliğin umumî karakterine bir değişme hâkim olmaya başlıyordu. Önceleri bunun temeli Allah’tan ve O’nun müstakbel gazabından korku idi, yani Muhammed’e ilham veren aynı korku; ve mistik aşk ve hayranlık elemanı tamamen na­mevcut değilse de ikinci derecede idi ve üzerinde fazla durulma­mıştı. Daha kadın evliya Rabia el-Adeviyye (ö. 801)’nin deyişlerin­de bile mistisizmin asıl kaynağının aşk olduğu görülür: “Tanrı aş­kı beni öylesine ihata etti ki, kalbimde başka hiçbir şeye karşı sev­gi ve nefrete yer kalmadı". Ve o meşhur mısralarında, işrakî hayatı (illuminative) tefekkür hayatından (contemplative) tefrik etmekte ve birincisini tercih etmektedir:
“Ben seni iki aşkla seviyorum, saadetimin aşkı,
Ve mükemmel aşk, seni sana lâyık olduğu gibi sevmek.
Kendi bencil sevgimi hiç sayıyorum
Fakat o en saf aşk sana lâyıktır,
Ki seni gizleyen perdeler düşer ve ben sana bakarım,
Ne bunun için ne de öteki için övülmemi gerektirecek bir şey yok,
Hayır, hem bu çeşit hem de öteki çeşit aşkta hamd sanadır.”[5]
Nihâî olarak, iptidâi Hıristiyan mistisizmine kullandığı dil ve mefhumlar itibariyle bu kadar yakın olan, işte bu mistik aşk zâhidâne korku fikrini azaltarak ikinci plâna düşürmüş ve sufizm için gerekli olan temeli teşkil etmiştir.
İslâmî mistisizmin karakterindeki bu değişme aynı zamanda onun liderlik tarzındaki değişmeye paralel olarak gelişmiştir. Önce­leri bu hareketin liderleri ulemâ sınıfından veya Ortodoks (Sünnî) inanca mensup hocalardı. Fakat üç asır boyunca bunların yerine ge­çen insanlar, ananevî dinî disiplinler çerçevesinde yetiştirilmiş ol­mayıp, büyük çoğunluğu itibariyle şehirlerdeki orta sınıfın altından veya zanaatkâr sınıfından idiler; bilhassa bunlar Bağdat’ın yani İranlı, yan Ârâmîleşmiş karışık nüfusunun içinden geliyorlardı. Aynı zamanda da o zamana kadar ve hattâ o zaman dahi başlıca hu­susiyeti dinî bir hareket olan sufızme sosyal karakterde belli birta­kım hususiyetler de nüfuz etmeye başlamıştır. Şiî propagandacıların ihtilâlci politik gayelerinden sakınmakla beraber, yine de bu ha­reket, resmî Sünnî ulemâ tarafından göz yumulduğu anlaşılan poli­tik ve sosyal istismarlara karşı bir protesto ima ediyordu. Fakat sufızmin reform programı zarurî olarak fertlerin dinî sınırlarındaki bir uyanışa ve rûhî canlanmanın neticesi olarak da cemiyetin sosyal or­ganizasyonuna karşı bir reaksiyon doğmasına bağlı idi. Galiba bu sosyal düşünceler sûfîlerin diğer sahalardaki misyonerlik faaliyet­leri ile olduğu kadar kendi sınıflarından insanlara yaptıkları vaazlar ve ihtida ettirme gayreti ile de kuvvetlenmiştir. Zira bütün devirler­de ve bütün memleketlerde sûfîler ve zahidler İslâm’ın en aktif propagandacıları idiler.
Şu iki sebeple de, hem yavaş yavaş Ortodoks kontrolünden ayrılma ve hem de yeni sosyal düşünceler sebebiyle, sûfı hareket, Sünnî ulemâ ve otoriteler tarafından olduğu kadar Şîa tarafından da gittikçe daha büyük nisbette şüphe ile karşılanmaya başladı. Sûfî li­derler görüşlerini ilerlettikçe ve bunlara daha da cesurca ifadeler kazandırdıkça bu şüphe daha da arttı ve Ortodoksluk’la sufızm ara­sındaki mesafe gittikçe genişliyor gibi göründü. Bunları susturmak için bazı teşebbüslerde bulunuldu; bunun bir faydası olmayınca da bunların en şöhretlilerinden, bir yün atıcısı olan, el-Hallac’dan bir ibret dersi meydana getirildi ki bu Hallaç kendisini Tanrı ile ayni­leştirmek zındıklığı ile ithâm olundu ve dördüncü asırın başında za­limce idam edildi. Şu husus dikkate değer ki, bu cezalandırma şid­det kullanan fanatikler tarafından değil, fakat kadim itikadın takva sahibi mensupları tarafından, meselâ Ali İbn İsa gibi bir vezir tara­fından gerçekleştirilmiştir.
Mamafih baskının da faydası olmadığı görüldü. Her şeyden önce sûfî hareket, çok kuvvetli bir şekilde Kur’an ve İslâm’ın ahlâ­kî talimlerine dayanmaktadır ve kolayca bir tarafa bırakılamaz. İs­lâm’ın ibadetlerle ilgili emirlerinin ihmal edilmesine hattâ İslâm’ın an’anevî görüşüne tezat teşkil eden dıştan gelen birtakım tesirlererağmen, sufizmin gücü halkın içgüdülerini tatmin etmesinde yat­maktadır; bunlar öyle içgüdülerdir ki bu içgüdüler Ortodoks ilâhi­yatçıların gayr-i-şahsî ve mücerret talimleri yüzünden tatmin edil­memiş bulunuyordu ve sûfîlerin doğrudan doğruya şahsî ve hissî dinî yaklaşımları içinde daha fazla ferahlık ve tatmin buluyordu. Şunu da unutmamak lâzımdır ki sufizmin popüler bir karakteri ve cazibesi vardır ki bu sufîler halk arasından yükselmişlerdir ve hal­ka hitap etmek zorundaydılar ki onların da başlıca okuma konulan o zaman (ve hattâ şimdi bile) velilerin kısa ve sık sık mucizevî fa­aliyetlerle şişirilmiş hayat hikâyeleri sayesinde temin edilmekte idi. İslâm’a, bugün bizim onu tanıdığımız şekliyle, dâimî karakterini veren şey onlar arasında mistiklerin ve kassâsın faaliyetleri idi. Onlann spontan (kendiliğinden, içten doğan) hareketi... önceleri İs­lâm’ın müdafaası ve categetic (sorulu-cevaplı şifahî dinî talim, il­mihal) mâhiyetinde idi.[6]
Bu sebeple dördüncü ve beşinci asırlar boyunca sufizm güç­lendi ve her ne kadar ulemâ bundan hoşnut değil ise de buna para­lel olarak belirli âyin hususiyetleri geliştirildi. İşte aşağı yukarı bu devirlerdedir ki zikir ve sema basit bir şekilde cemaate mahsus Kur’an okuma ve Kur’an üzerinde tefekkürden ibaret olmaktan çı­kıp bilhassa tevşîh ve İlâhilerin okunmasıyla dikkati çeken daha be­lirli bir âyin olma temayülü göstermeye başladı. Bununla beraber bu husus tek başına onu Ortodoks (sünnî) törelerden ayıran bir şey değildir. Zira buna benzer seremoniler o zamanlarda camilerde de tatbik edilmekteydi. İlâhiyatçıların düşmanlığı kısmen sûfî zikrinin dinî hayatın merkezi olan caminin yerine geçebileceği veya ona re­kabet edeceği korkusundan doğuyordu. İşin temelinde mücadele için daha derin bir sebep vardı.
İlâhiyatçıların dînî liderlik iddiaları, sadece onların kelâm ve fıkıh bilgisine sahip olmaları ve İslâmî doktrinin yegâne otorite sa­hibi temsilcileri olmak şeklindeki pozisyonlarından doğuyordu. Daha önce gördüğümüz gibi bu ilimler (fıkıh, kelâm) sonsuz zah­met ve müşkülâtla inşa edilmişti ve bunları öğrenmek uzun ve gayret isteyen çalışmaları gerektiriyordu. Onların usulleri sayesindedir ki inancın özü, hem zındıkça yeniliklere (bid’at) ve hem de imtiyaz ve vazifelerini çiğnemek isteyen laik şubenin teşebbüslerine karşı muhafaza edilmişti. İlâhiyatçılar haklı olarak kendi sistemleri ile öğünüyorlardı ve onun otoritesini idame ettirmek hususunda da kıs­kanç idiler. Onlar sadece bu metotla gerçeğin veya eşyanın realite­si hususundaki bilginin anlaşılabileceği ve muhafaza edilebileceği ve bu husustaki herhangi bir yumuşamanın hem ruhî hem de mad­dî bakımdan zındıklık ve bozulmaya yol açacağı düşüncesinde idi­ler. Ancak sûfîler bu iddiaları pervasızca ve hattâ istihza ile reddet­tiler. Bunların görüşüne göre bilgi elde etmenin sadece bir yolu var­dı -aklî ve mekteplerin ikinci elden bilgisi (ilim) değil, fakat Tanrı ile bir anlık bir vahdet ve massedilme sayesinde zirveye varan ve doğrudan doğruya ve şahsî olan tecrübe (marifet). İlâhiyat bilgi el­de etme prosesinde yardımcı olmak şöyle dursun, hattâ gerçekte buna mani olur. Doktriner hukuk ile gönül nurunun taraftarları ara­sındaki mücadele fundamental (aslî) bir mücadeleydi ve öyle görü­nüyordu ki uzlaştırılamazdı.
Bu oluşma asırlarında sufızme nüfuz eden doktrinleri ve dı­şarıdan gelen tesirleri gözden geçirmek çok uzun olacaktır. Bunlar­dan ikisini söylemek kâfidir. Gerçek Kur’anî zühd bekârlığı hoş gör­mez: “Evlenmemiş olanlarınız evlenecek” Kur’an’da açıkça ifade edilmiş bir emirdir (34. Sûre, 35. âyet). Diğer taraftan Hıristiyan zühdü evliliği uygun bulmaz. Fakat İslâm’ın bütün ruhunu karşısına alarak Müslüman doktrinini bu hususta etkileyemezdi. Yine de o, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme atfedilen hadislerin yayılmasına yol açmıştır ki, bunlarda kadınlardan uzak durmak şeklindeki eski zühdî itikadlar yeniden ortaya çıkıyor. Zamanla bu, sûfı pratiğini daha fazla etkile­meye başladı; üçüncü asırda pratik olarak bütün sûfîler evli idiler; fakat beşinci asra gelince sûfîlerin en büyüklerinden biri olan zât şöyle diyordu: “Bu doktrinin liderlerinin hepsinin görüşü budur ki en iyi ve en fazla temayüz etmiş sûfîler, evlenmeyenlerdir; şayet kalpleri kararmış değilse ve zihinleri günah ve şehvetten azade ise”[7]
Öteki doktrin ise (İslâm’ın gelecekteki kaderi bakımından Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin fazla tebcil edilmesinden daha ehemmiyetsiz sayılmaz) müridin kendi sûfî şeyhine yaşadığı müddetçe fazla ihti­ram etmesi ve daha önceki şeyhleri de evliya mertebesine yükselt­mesi idi. Şüphesiz ilk İslâmî fikirlere bundan daha yabancı bir şey olamazdı; fakat Kur’an, gelenek, rasyonalizm ve Ortodoks ilâhiyata rağmen (ki bunlara göre evliyadan istimdad tek Tanrı’ya tapın­manın ihlali ile çok tanrıcılığa benzer birşey olarak telâkki ediliyor­du) evliyaya tapınma İslâm’a nüfuz etti ve zamanla önündeki her şeyi silip süpürdü. “Bil ki (aynı otorite söylüyor) sufizmin temeli ve İlâhî marifet veliliğe istinad eder”[8]. Fakat velilere tapınma âde­tiyle beraber başka bir Hıristiyan-Gnostik doktrinin tesiri ortaya çıktı ki bu da en az diğerleri kadar Müslümanlığa zıttır: Zirvesini kutbun teşkil ettiği bir velilik hiyerarşisinin mevcudiyetine inanç ortaya çıktı (dünyanın kutbu) ki bu kutup veli muavinlerinden mü­rekkep bir orduyla dünyayı yönetir ve gözetir -İslâmî elbise içinde eski (Yunan Tanrısı) Demurgios. Ve bugün bile Kahire’deki Zuwela Kapışım ziyaret eden bir kişi, Kutuptan bir şey niyaz eden takva sahipleri tarafından kapının çivilerine tutturulmuş bez parçalarıyla donanmış olduğunu görecektir.
Ve zaman geçtikçe, müslüman ilim adamlarının karşı çıkma­sının tesiri ile gittikçe azalacağı yerde, bu popüler gayr-i İslâmî te­sirler İslâm’da daha güçlü ve kuvvetli bir şekilde yerleşti. Ortodoks mekteplerin yetersizliği gittikçe daha fazla dindar insanları tasavvufçular arasına itti ki bu insanlar, dinin metafizikî bilgisinden çok Tanrı’ya dair canlı bir ruhî tecrübeyi arıyorlardı. Beşinci asır boyunca en muktedir bazı düşünürlerin bile sufızme temayül ettikleri ve bir uzlaşma prensibi aradıkları görüldü. Bu da beşinci asrın sonunda şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıkan devrimin yolunu ha­zırlamış oldu. Bu tavır değişikliğinin çarpıcı bir semptomu (işareti) meşhur ilâhiyatçı Kuşeyrî’nin (ö. 1072) eserinde (Risale) görülür ki o, burada, yüksek sufizmin ve sûfîlerin vecd hâlinde ulûhiyet ile birleşme doktrinin kabul edilmesini istiyordu.
Fakat ismi bu inkılâp ile birlikte anılan kişi el-Gazalî’dir (ö. 1111) ki, cesaret ve entelektüel kudreti bakımından Augustine ve Luter ile aynı seviyededir. Onun dînî gelişmesinin hikâyesi gerçekten büyüleyici ve öğretici bir hikâyedir; ilâhiyatçıların safsatalarına karşı kendisini isyan eder hâlde bulmuş ve nihaî hakîkati kendi zamanın­daki bütün Müslüman sistemleri ve felsefeleri içerisinde araştırmış, nihayet zihnen, bedenen ve entelektüel bakımdan uzun bir mücadele­den sonra Tanrı’ya dair şahsî tecrübesi hususunda hâlis bir felsefî ag­nostisizm kanaatine varmış ve bunu da sûfî tarikinde bulmuştur.
Gazalî’nin eseri ve tesiri Prof. Macdonald tarafından klasik bir pasajda özetlenmiştir:
“İlk olarak, Gazalî insanları, ilâhiyatçıların dogmalar üzerin­deki skolastik çalışmaları yerine, Kur’an ve hadislerle canlı bir te­mas ile bunların incelenmesi ve tefsirine yöneltti. Avrupa’da orta­çağ skolastiğinin boyunduruğu kırıldıktan sonra meydana gelen şeyler, İslâm’da onun liderliği ile meydana geldi.
İkinci olarak, talim ettiği düşüncelerinde ve ahlâkî yargıla­rında, o, korku unsuru üzerinde durmaya başladı. Ona göre rahat ve iyimser vaazların zamanı değildi, cehennemin dehşeti insanların gözü önünde tutulmalıydı, o bizzat bunları hissediyordu.
Üçüncü olarak, onun tesiri iledir ki, sufizm İslâm âlimleri in­dinde sağlam ve emniyetli bir pozisyona kavuşmuştur.
Dördüncü olarak, o felsefe ve felsefî ilâhiyatı alelâde zekâ­ların erişebileceği bir şey hâline getirmiştir.
Gazalî’nin eserlerinin bu dört safhası içinde şüphesiz en önemlileri birinci ve üçüncüdür. O, İslâm’ı tarihî ve temel gerçek­lerine geri döndürmek ve bu sistem içinde hissî bir dinî hayata yer vermek sureti ile İslâm düşüncesine damgasını basmıştır. O, yeni bir yol açan bir ilim adamı değildi; fakat kesif şahsiyet sahibi biri­siydi ve o bu çok yürünen yolu, halkın ortak yolu hâline getirdi.”
Gazalî’nin hayatını vakfettiği eser Eş’arî’ninki ile çarpıcı bir benzerlik gösterir. Her ikisi de Ortodoks düşüncenin dinî düşünür­lerin irade ve zekâlarım cezbeden bir başka düşünce cereyanı ile mücadele hâlinde bulunduğu bir zamanda bir sentez meydana ge­tirmişlerdir ki, bu sentez öteki hareketin Ortodoks sistem içinde bir yer sahibi olmasına imkân tanımıştır. El-Eş’arî, eski bir Mu’tezilî olarak, Ortodoks İslâm'ın teolojisini bir temele oturtmak suretiyle kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştur. Gazalî der eski bir Eş’arî ilâ­hiyatçısı olarak, ilâhiyatı şahsî bir mistik tecrübe temeline oturtarak müesseseleştirmeye muktedir idi. Zira onun sûfî tarîkini benimse­mek suretiyle mensup olduğu eski ilâhiyat ekolünü terkettiği düşü­nülmemelidir; daha ziyade kendi şahsî tecrübesinin temin ettiği ke­sin bilgi ile ve büyük bir cesaret ve emniyetle, o zamana kadar fark­lı ve biibiriyle tezat hâlinde gibi görünen felsefî, skolastik ve mis­tik fikir sistemlerini birleştirmişti. Bundan başka, tıpkı Eş’arîlik’te olduğu gibi, bu yeni fikirler sistemi bir defa benimsenince Müslü­man düşüncesinin mütemmim bir cüzü olarak gelişti ve onun tabi­atım değiştirmeye başladı. Böylece mistiklerin yolu icmaın tasvip mührüyle mühürlenmiş ve Ortodoks olarak kabul edilmiş oldu ve Müslüman dînî düşüncesinin tarihi içinde yeni bir sahne açtı ve (Eş’arîlikte de olduğu gibi) bu gelişmenin mecraı içinde ortaya çı­kan bazı istikametler beklenmedik ve şaşırtıcı cinsten idi.
Nihayet bunun böyle olması sırf sufizm ile Eş’arî ilâhiyatı arasındaki mantıkî uyuşmazlık değildir. Şarklı mütefekkir her ne ka­dar bize mantıkî dedüksivon metoduna aşın bir şekilde güvenme gi­bi görünen, bir fikri en son neticelerine kadar takip etmeye temayül ederse de, her biri kabul edilmiş postulatlardan (kaziye) türetilmiş bu neticeler arasındaki tezatlardan da pek rahatsız olmaz; ve o insan akimagüvenmemek itiyadı sebebi ile bu neticelerin her birini ancak İlâhi akıl tarafından tam ma’nâsı ile sentezi yapılabilecek olan mut­lak hakikatin veçhelerinden biri savmakla tatmin olur. Daha da önemlisi şu idi ki; Sünnîlik ve mistisizm farklı yollar takip etmeye temayül etmişti: Şimdi bunlar her ne kadar birbirine bağlanmış olsa da yollar farklı olarak kaldı. Bunun ciddi neticeler doğurmak tehli­kesi vardı. Ortodoks düşünce her ne kadar asık suratlı ve skolastik olsa da dâimâ yüksek ahlâkî ve entelektüel standartlan idame ettir­miş ve eski doktrinin saflığım bozucu yenilikleri ve kullanış tarzlarını (dînî inançlar ve pratikle ilgili meselelerde) tasvip etmeyi red­detmişti. Her ne kadar eski Grek diyalektiği silahını ödünç almışsa da. bu silahı umumiyetle kendi pozisyonunu Grek fikirlerine karşı müdafaa etmek için kullanmıştı. Fakat bunun, aristokrat ve inhisar­cı bir karakter vererek, Ortodoks düşünceyi, halkın kalplerinden ve anlayışından oldukça uzaklaştırmak gibi zayıf bir ciheti de vardı. Sufizm dinî ideallerinin yüksekliğine rağmen, hemen hemen başlan­gıçtan itibaren, daha az müşkülpesent idi ve işe yarıyor gibi görünen yabancı fikir ve tatbîkâtları daha kolay benimsiyordu.
Mistiklerin safları arasında derece derece büyük farklılıklar vardı ki, bunlar arasında büyük entelektüel muktesebat ve karakter sahibi kimseler olup, mistisizm bunlara zengin bir ruhî tecrübe ve dinlerinin hakikatlerini daha kuvvetli bir şekilde kavrama imkânı sunduğu gibi, bunun yanı sıra tatbîkâtlarının ve postulatlarının İslâ­mî doktrin ile ne derece uyuştuğuna pek aldırış etmeyen kimseler de vardı. Daha şimdiden bazı muhitlerde vecd hâline ulaşma gay­reti, iptidâî zikri etkilemiş ve bu ritüel içine dans etme ve üstünü ba­şım parçalama gibi bazı arızî destekleri ithal etmişti. Sûfî liderleri popüler din unsurlarının bu nüfuzuna biraz müsamaha etmişlerdir. Belki de Sünnî düşünce ile daha yakından temas hâlinde olmak sa­yesinde bizzat sûfî pratiğinin istikbalde temizleneceğini ve bu şüp­heli ilâvelerden kurtulacağını ümit etmiş olabilirler.
Sünnî düşünce, bu şüpheye yer vermeyecek bir şekilde, taze­lenmiş ve kuvvetlenmiş ve daha popüler bir karakter ve yeni bir ca­zibe kazanmıştı. Gerçekten de ilk neticeler ümit verici idi. Gazalî’den sonraki asır boyunca Sünnî düşünce, Batı Asya ve Kuzey Af­rika’nın o zamana kadar çekingen ve uzak duran nüfusunun geniş bölümünün muhabbetini kazandı. Bilhassa Şiîlik bir düşüş yaşamış ve nüfuzunun büyük bir kısmını kaybetmiş gibi görünüyor. Birkaç emniyetli dağ bölgesi ve İran körfezinin kıyılan haricinde bu tesir­ler, sadece eski asıl Müslüman topraklarında görülmüyordu; büyük ve bazı yeni sahalarda da (Küçük Asya, Orta Asya, Hindistan, Endo­nezya ve Orta Afrika) ki bunlar İslâm hâkimiyetine katılma prosesi içindeydiler, geniş ve uzun zamandan beri mevcut büyük dinî farklı­lıklara rağmen büyük topluluklar İslâm’a katılmaya ikna edildi.
Fakat, hattâ bu kitle hareketlerinde bile öyle hususiyetler vardı ki, daha müsamahasız ulemâ tarafından hoş görülmüyordu. Gazalî’nin önceden göremediği şey şu idi (ki bu yüzden de mesul tutulamaz), onun açtığı gedikten popüler dinî pratikler ve zındıkça entelektüel mefhumlar İslâm’a doluştu ve bunlar yüzünden onun idealleri bayağılaştırıldı ve İslâm’ın Ortodoks doktrini ciddi şekil­de ihlâl edildi. Zira sufizmin bu kabulü basit bir uzlaşma ile sınır­landırılamazdı; şimdi bizzat sufizm Ortodoks olmuştu, artık neye cevaz verildiği neye verilmediğini tayin eden ve popüler pratiklerin İslâm’a nüfuzuna bir mania teşkil eden eski katı ve muhkem safla­rı muhafaza etmek imkânsızdı. Bu uzlaşma bir kapitülasyon hâline geldi; sufizm bütün İslâm vücudunu işgal etti ve her ne kadar sko­lastik ilâhiyatçıların direnişleri tamamen yok edilmediyse de kırıl­mış oldu. Galiba sûfî misyonerlerin başarısı sebebiyledir ki, bu ka­dar yüksek bir prestij sahibi olmuş ve bu kadar geniş bir laik des­tek sağlamışlardır, öyle ki ilâhiyatçılar için bu popüler dalgayı ön­leme teşebbüsü hemen hemen imkânsız bir iş hâline geldi. Bu bil­hassa Türk yöneticilerin davranışlarında açık bir şekilde görülür (meselâ Timur gibi) ki onlar haricen ulemâya saygılı idiler; fakat aslında sûfî şeyhleri önünde gerçek bir saygı ile diz çöküyorlardı.
Mamafih, meseleler bu hâle gelmeden önce, Ortodoks ulemâ bu meydan okumaya karşılık vermek istemişti. Eski Yunan nüfuzu­na ve sapık mezheplere karşı eskiden yaptıkları mücadeleler ilâhi­yatçılara organize olmanın ve yükseköğretimi kontrol etmenin de­ğerini öğretmişti. Beşinci asrın ortasına gelinceye kadar eğitim sis­temsiz ve bütünüyle hususî bir öğrenim şeklinde yürütülmüştü. Ca­mi bir öğretim merkezi hizmeti görüyordu ve kendisini herhangi bir branşta veya dinî çalışmalarda yetiştiren her ilim adamı bir grup ta­lebenin etrafında toplandığı bir merkez teşkil ediyordu ki, o bu ta­lebelere, zamanla bir icazet veya kendisinden öğrendiklerini başka­larına öğretme yetkisi veriyordu. Sistematik eğitimin başlangıcı Şiîler’e karşı yapılan mücadele ile ilgili gibi görünüyordu. Beşinci as­rın sonlarına doğru İran’da düzenli mektepler kurmak suretiyle insiyatifi ele geçiren Şiîler’e karşı (Meselâ el-Ezher, Kahire’de, yeni şehirde, 969’da Fatimî yönetimi tarafından kuruldu) başlayan ve batıya doğru yayılan bir hareketin neticesi olarak, medreseler veya ilâhiyat öğretimi yapılan müesseseler kurulmaya başladı ki, bu müesseselerin resmî bir statüsü, maaşlı hocaları ve bu müesseselerin çoğunda da talebelerin ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlar da vardı. Sonraki iki üç asır boyunca doğudaki bütün İslâm topraklarında ve Mısır’da bu medreselerden yüzlercesi kuruldu ve bu yükseköğretimi gittikçe daha fazla ilâhiyatçıların kontrolü altına soktu.
Bu müesseselerde, yüksek sınıflar ve bütün tahsil görmüş unsurlar, İslâm’ın prensipleri, temel doktrinleri ve an’anevî disip­linleri hususunda sağlam temelli bir bilgi kazandılar ki, bu bilgi her ne kadar nisbeten sınırlı bir saha içinde kalmışsa da muhtelif sûfî grupları tarafından izhar edilen zıtlaştırıcı ve hafif meşrep temayül­leri önlemeye hizmet ediyordu.
Bu usullerle her ülkede nüfuzlu bir insan zümresi yaratılmış­tır ki, bu insanlara, yarı ihtida etmiş kitleleri derece derece daha Or­todoks bir anlayışa getirme vazifesi verilmişti. Mamafih, kabul et­meliyiz ki bu kontrol ekseriya, İslâm’ın geleceği bakımından ciddî neticelere yol açmış gibi görünmektedir. Orijinalite ve hayatiyet derece derece ezilip yok edildi; çalışma sahası birkaç tercih edilen mevzuu haricinde gittikçe daralan ve an’anevî mevzuların kör değ­neğini beller gibi ezberlenmesi ve sonu gelmeyen bir şekilde ruh­suz şerhlerle tekrarlanması şeklinde, gittikçe daralan bir daire içine hapsedildi. İslâm’ın ilâhiyatı, medreselerde öğretildiği sekli ile ölü­lerin pençesi içinde idi; öyle ki bu hâl ulemâya karşı serdedilen ve günümüze kadar da devam eden “taşlaşmış Ortaçağ ruhu” tenki­dine hak verdirecek kadar tesirli oldu.
Her ne kadar bu tenkidin bir kısmı gerçek ise de, aynı za­manda, bununla ulemâya karşı biraz haksızlık da yapılmış olmak­tadır. Tam ma’nâsıyla gelişmiş bir ilâhiyat öyle kolayca değiştirile­mez veya bir tarafa bırakılmaz, bırakılamaz da zaten, ta ki bu ilâhi­yat cemiyetin ihtiyaçlarını karşıladığı müddetçe. Olsa olsa cema­atin düşünce formlarındaki değişmeye paralel olarak yeniden ifade edilebilir. Onüçüncü asırdan ondokuzuncu asra gelinceye kadar, İs­lâm cemaatine entelektüel spekülasyonu kamçılayacak yeni bir dü­şünce cereyanı nüfuz etmiş değildir. Bunun sebebi kısmen İslâm cemaatinin bir dereceye kadar bir iç dengeye kavuşmuş olması ve kısmen de Batı Rönesansı’nın tesirlerinden izole edilmiş olmasıdır. Bunlar, bazen farz edildiği gibi, tamamen entelektüel atâlet asırları değildi; zira cemaat içinde sûfî monizmi veya panteizmi ile Orto­doks ilâhiyat arasındaki mücadele canlı bir mesele olmaya devam etmişti. Ulemânın faaliyet sınırlarını çizen işte bu meydan okumadır. Bir taraftan popüler din anlayışı teosofınin (felsefî din anlayışı veya Allah ile doğrudan doğruya irtibat kurmayı amaçlayan dinî sistem) müfrit formları içinde tohuma ka­çarken, ulemânın vazifesi de ocaklık demiri olup temel İslâmî inançlar hususunda cemaati muhkem tutmak ve onun birliğini mu­hafaza etmekti. Onların aksiyonu karanlık çağlarda Hıristiyan kili­sesinin değişikliğe direnmesi ile kıyaslanırsa haksızlık edilmiş ol­maz ve “aynı tavır” diye değerlendirilmeyi de hak etmektedir.
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR, TARİH FELSEFESİ YAZILARI, Şule Yayınları Kasım 2012, İstanbul,  (s. 215-230)





İslâmî Tebliğ’in mahiyeti ve siyasî neticelerini olarak, bilhassa Sâmî menşeli dinlerde gördüğümüz ‘tari­hî zaman’ anlayışı (veya daha münasip bir ifade ile, zama­nın yaratılış ile başladığı ve eskatolojik-kıyamet / zamanın bir sonu olduğu şeklindeki inanç) ve bu proses (süreç) içinde insa­nın rolü, insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirecek bir ‘Me­sih’ veya ‘Mehdi’nin geleceği, şeklindeki inançların ehem­miyetini gösterebilmek için, Zerdüştî, Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinden (bunların gelişme tarihleri hususunda fazla tafsilata gerek duymayan ve kronoloji itibariyle geniş fasılalar ihtiva eden bir diachronic (tarihi usül) usul ile de olsa) biraz bahsedecek olursak, diyebiliriz ki;
Malum olduğu üzere, Zerdüştilik’te kainatı yöneten iki zıt güç vardır: İnsanın vazifesi —iyi bir insansa ve necata ermek istiyorsa— zulümata karşı Nûrun, yani iyiliğin ya­nında yer almak ve onun nihaî hâkimiyetine yardımcı ol­maya çalışmaktır. “Zerdüşt, dinleyicilerini, gerekirse silah kullanarak, yalanı tasdik ve iltizam edenlerle, yani eski putperest dinler ve diğer bütün kötülük güçleri ile savaş­maya davet ediyordu. Zerdüşt’ün Ahura Mazda mefhumu mücerred ve ulvîdir:
“O (Tanrı) ibtida böyle düşündü, ‘Bırak mukaddes var­lık sahaları ışıkla dolsun”, o odur ki hikmeti ile ‘Doğru’yu yarattı... Ben seni düşüncemde öyle idrak ettim ki, ey Maz­da, sen her şeyin evveli (aynı zamanda) âhirisin, sen Müs­takim ve İyi Düşüncenin babasısın (Good Thought)... Ve hayattaki faaliyetler hakkında hüküm verecek olan Rabb (Lord, Mevlâ) da sensin.”[9]
Ancak Zerdüşt Dünyanın, iyilik ve gerçeğin, Ahura Mazda’nın iradesine tabi olarak hüküm sürdüğü bir yer ol­duğuna inanmıyordu. Aksine o kâinatı iyilik ve kötülük arasındaki Kozmik (kainat çapında) bir mücadelenin cere­yan ettiği bir saha olarak görüyordu. Zerdüşt’ün vaazmın pratik gücü, insanları ‘iyiliğin’ ‘dâvâ adamları’ olmaya ve yan şahsileştirilmiş melek ruhlarının (âlem-i melekûtun) —ki bunlar Mazda tarafından Yalan’a karşı yaptığı savaşta kendisine yardımcı olsunlar diye yaratılmışlardır— kendi­lerine bildirdiği tarzda yaşamaya davet etmesinde idi.”[10]
Zerdüştî akidelerinin Yahudiliğe ne ölçüde tesir ettiği belli olmamakla beraber, bilhassa meleklere inanç ve za­manın sonunda, eskatolojik (Zamanın sona ereceği kıyamet gününün yakın olduğu inancı)  manada, iyiliğin nihai zaferi kazanacağı şeklindeki inançların doğrudan doğruya tesir­lerinden bahsedilebilir.
Diğer taraftan Yahudi ve Hıristiyan ananesindeki Me­sih ile bunun İslâm’daki karşılığı olan Mehdi inançları arasındaki benzerlikler de dikkate şâyândır. Malum oldu­ğu üzere Yahudiler, bir ‘Mesih’in gelerek kendilerini ya­bancı kavimlerin hâkimiyetinden kurtaracağına ve eski Yahudiye krallığını yeniden kuracağına inanırlardı. Mesih kelimesi yağla meshedilmiş, vücudu yağla oğulmuş mana­sına gelir ki Yahudiye kralları tahta çıkarken eski Yahudi geleneklerine göre vücutları yağla oğulduğu için, Yahudi krallığını yeniden kuracak olan bir ‘müstakbel Yahudi kralı’na bu sıfat izafe edilmiştir. Hıristiyanlar Yahudi gelene­ğinin bu Mesih sıfatını Hz. İsa’ya atfetmek sureti ile Yahudilerin asırlardır beklediği bu kurtarıcının Hz. İsa olduğu inancını ifade etmektedirler. Esasen Hıristiyan kelimesi de, Mesih kelimesinin Yunanca’ya tercümesi olan Christos’tan gelmektedir.[11]
Kur’an-ı Kerim’de Mehdi’ye dair bir şey bulunmamakla beraber, hadisler vasıtası ile revaç bu­lan Mehdi inancı bu bakımdan şâyân-ı dikkattir:
Kıyamet kopmadan önce bir ‘Mehdi’ gelerek İslâm’ın bütün yeryü­züne şamil nihaî zaferini temin edecektir. Ve yine dikkate şâyândır ki bu Mehdi, İsâ Mesih olacaktır. Burada bu inancın Yahudiler ve Hıristiyanlardan Müslümanlara na­sıl intikal ettiği meselesi bizce tali bir meseledir. Bu hu­susta mutlaka doğrudan doğruya bir intikalden bahset­mek de şart değildir. Meselenin asıl mühim ciheti, iyilik ve kötülük arasındaki mücadele prosesinde, bu inancın insa­na atfettiği rol olduğu kanaatindeyiz.
Bütün bu dinlerde sembolik ifadelerle anlatılan asıl ilâhîyat problemi, insanın hayır ve şer arasında yapacağı tercih ve bu tercihin neticesi olarak da, tarihe istikâmet verme, yeryüzünde ‘İlâhî hâkimiyet’in gerçekleşmesine yardımcı olma mesuliyetidir. Bu St. Augustin’e ‘Tanrı Şeh­ri’ (The City of God) kitabını yazdıran bir tarih anlayışıdır ki esas itibari ile bütün bu zikredilen dinlerde ayni mahi­yettedir. Zamanın sona ermesinden (kıyamet, doomday) önce, İlâhî saltanatın kurulmasına tercihlerimiz ile yar­dımcı olmak, her ne kadar bu İlâhî hükümranlık, nihai bir zaruret olarak, zaten gerçekleşecek ise de...
Menşei tâ eski Zerdüştî ananelerine kadar çıkarılması mümkün olan işbu zaman anlayışıdır ki, Sâmî dinlerinde Mesihçi anlayışın teşekkülüne yol açmış ve Müslümanlık’ta dahi ‘Mehdi’ itikadı şeklinde bir aksülamel bulmuş­tur.
A.J. Toynbee’nin —Gibb tarafından sert bir tenkide tâ­bi tutulan tefsirinde— Mehdî inancını, Yahudilerde olduğu gibi Şia’da dahi, ‘asırlarca devam eden mağlubiyetlerin aksülameli olarak, tarihî muvaffakiyetin istikbalde belirsiz bir tarihte gerçekleşeceği şeklinde bir ümid’ olarak değer­lendirmesi, aynı inancın Sünnîler’de dahi mevcut olması vâkıasını izah etmez.[12] Diğer taraftan, İncillerde İsa’nın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği zata ait bir sıfat olan ‘Paraclitos’ ifadesi, birçok şekilde tefsir ve tercüme edilmiş, Müslümanlarca bunun Muhammed yahud Ahmed ismindeki manayı tazammun ettiği iddia edilmiştir. Aynı iddia Mani dinine mensup olanlar tarafından iş bu müs­takbel kurtarıcının Mani olduğu şeklinde tefsir edilmişti; tıpkı İsa’nın dahi Yahudilerin asırlardır beklediği Mesih olduğuna Hıristiyanların inanması gibi.
İlahiyat meselelerinde meknûz problemlerin biri ola­rak bu ‘dünyayı kurtarma davasını’, böylece hülâsâ edip geçtikten sonra; araştırılması ve düşünülmesi gereken bir diğer probleme işaret etmek istiyorum ki o da şudur:
Bir peygamberin fikirleri ile içinde yaşadığı kültür muhitinin tesirleri arasında nasıl bir münasebet vardır?
Ve bu mese­leyi Müslümanlığa tatbik edersek, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin po­zisyonunu nasıl tarif edebiliriz?

Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi Yeniden Kurmak, 1996, İstanbul, (s.29-34)


[1] Bkz. A. J. Tbynbee, Medeniyet Yargılanıyor.
[2] Oryantasyon; yönlendirme, yön verme, kılavuzluk etme, Fransızca orientation sözcüğünün Türkçe söylenişi.
Genellikle bir iş terimi olarak kullanılır. İplik üretiminde, ipliği oluşturan liflerin birçok kez çekilip uzatılarak birbirlerine paralel hale getirilmesi işlemine de oryantasyon denir.
[3] A. J. Toynbee “Civilization on Trial and The World and the West, Meridian Books, 1964, s. 167, 176.
[4]       Essasi sur les Origines de lexique de la Mystique musulmane. Paris 1992.
[5]      Translated by R.A. Nicholson, Literary History of the Arabs, s. 234.
[6]        D.B. Macdonald in Encyclopedi of İslam, s.v. Kissa.
[7]      al-Hucviri, Keşf al-Mahcub, tr. R.A. Nicholson, s. 363.
[8]     Ibid., s. 210.
[9]  Yaşna; 31: 7-8.
[10]          W. H. McNeill, The Rise of the West, Chicago Univ. Press, 1963, s. 169.
[11]          Latince ‘Jesus Christus’: İsâ Mesih
[12]          A.J. Tonybee, A Study of History, c. 3, s. 463, New York, 1962. Gibb’in Şia meselesi hakkında Toynbee’ye yazdığı “note” için aynı eserin. I. cil­dinde s. 400’e bkz.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar