Şahin Uçar Yazılarından Seçmeler
Sâmî dillerinde —tabiî
Arapça’da da— MLK kökünden türeyen kelimeler arasında mana akrabalığı
vardır. Lisanu’l-Arab'da ‘mülk’
kelimesinde verilen malumata göre, mülk, melek, melik, milk, malik gibi
kelimeler hep bu MLK kökündendir. Melek (kral-tanrı) yahut melik, malik
gibi kelimeler mülke sahip olmayı, yani bizim tefsirimize göre, her nevî güç ve
kudrete sahip olmayı ve bilhassa siyasî hâkimiyeti ifade eden kelimelerdir.
Selçuklu eserlerinde
süsleme unsuru olarak sıkça rastlanan ve yıllarca okumakta güçlük çektiğimiz
bazı Kûfî yazılar, bu MÜLK kelimesi ile ilgili araştırmalarımızın hareket noktası
olmuştu:
Sivas Çifteminare'deki “el-Mülkü
lillah” (Mülk Allah’ındır) ve Sivas Ulucami’ndeki “el-Mülkü lilla-
hi’l-vahidi’l-kahhar” (Mülk —siyasî hâkimiyet— tek ve kahhar olan
Allah'ındır) gibi bazı ibareleri araştırırken bulduğumuz ayetin aslına göre “limeni’l-mülkü’l-yevme?
Lillahi’l vahidi’l-kahhar” (dünya hayatında siyasî hâkimiyet sahibi
olanlara) “bugün mülk kimindir? O tek ve kadir olan Allah’ın” denilecek olan
bir gün gelecektir. Çünkü Allah Maliki Yevmi’d-Din”dir.
Yani İslâmî anlayışa
göre Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse gerçek manada siyasî hâkimiyet (Mülk)
sahibi olamaz. Kur’an-ı Kerim'deki sayısız ayet, her çeşit Mülk'ün Allah'a
ait olduğu hususunda ısrar eder. Demek oluyor ki Sâmî zihniyetinde, kendisine
çocuklar kurban edilen bir molok putuna (Putlaştırılmış devlete veya bir
başka deyişle cemaate ve melikliğe karşı; yani tâ eski İsrail ananelerindedahi
mevcud olan ve İbrahim'in yılda bir kere Tanrı’ya bir koç —veya başka bir
hayvan— kurban etme âdetini ‘insan kurbanı’ âdeti yerine ikame etmesiyle yok
edilmek istenen bir taabbüd şekline) karşı şiddetli bir aksülamel (tepki,
reaksiyon) vardır. Hatırası hâlâ yaşayan ve Hristiyan kavimlerin siyaset literatüründe
bugün bile mevcut olan bu Molok veya Molk'a düşman zihniyet,
mevzuumuz bakımından son derece ehemmiyetlidir. Zira (İslâmî yönetimde) İlâhî
Hâkimiyet'in yerine konulduğu iddia edilen beşerî hükümranlık yahut tabir-i
marufu ile meliklik (krallık) Muaviye’nin hilafet yerine ikame etmekle
suçlandığı siyasî hâkimiyet şeklinin ta kendisidir. Muaviye’ye karşı çıkanların,
Yezid için Muaviye’nin sağlığında biat alması hakkında, “bu, bir
kayserliktir ki, bir Herakl ölür yerine başka bir Herakl (Heraclius) geçer”
şeklindeki itirazları, yani, Muaviye'nin teklifini Heraclius'un (müslümanların
kendisi ile savaşarak elinden Suriye ve Mısır gibi toprakları aldığı Bizans
İmparatoru) istibdadına benzetmeleri bu bakımdan çok enteresandır.
Demek oluyor ki, ilk
sahabeler devrinden başlayarak idealize edilen bir İslâmî rejim biçimi olarak
hilafet, her türlü putlaştırılmış diktatörlük biçimine, her türlü beşerî MÜLK'e
karşı İslâm’ın İlâhî hâkimiyet (el-Mülkü lillah) idealini ifade eden bir
mefhumdur, diyebiliriz.
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi
Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.95-96)
İslâmiyet, Dört Halife çağından itibaren, tıpkı modern Batı gibi, bir güç
politikası ve yayılmacı siyaset uyguladı. Yine de, müslümanların diğer inançların
mensuplarına oldukça büyük bir tolerans gösterebildiklerini, dinlerinin gereği
olarak, diğer inançları tamamen yok etmek gibi bir politika gütmediklerini
kaydetmemiz gerekir.
Modern dünyada sayısız kültür bir arada yaşayacak. İnsanlar tek bir kültür
içinde yaşamak yerine, çok kültürlü bir dünyada yaşamayı öğrenmek zorundalar.
Çünkü, sahip olduğumuz teknoloji ile, coğrafî sınırlar ve milli sınırlar
tamamen yok olmuş bulunuyor: ve diğer kültürler dahi, bütün kültürel vasıf,
hadise ve görünüşleriyle birlikte, evimizdeki oturma odalarına kadar girmiş
bulunuyor. Hiçbir kültür, bir daha asla, saf bir kültür olmayacak.
Çok kültürlü bir dünyada yaşayacak isek (ve medeniyetle birlikte sosyal organizasyon
biçimi de yok olacaksa), böyle bir dünyada Müslümanlıktan mülhem olarak
sunabileceğimiz, alternatif hayat tarzı nedir?
Tarih boyunca, komünal bir tarzda yaşayan gruplar, anarşist cemaat
tatbikatları ve benzeri alternatif yaşayış tarzları var oldu: ancak bunlar,
medeniyet dediğimiz büyük ölçekli sosyal organizasyon biçimi için, ciddi bir
alternatif oluşturamıyorlardı. Birçok denemeler kısa zamanda sukut-ı hayal ile
neticelenmişti. (Bugün bile Amerika'nın ortasında, Pensilvanya'da
Hıristiyanlığın Mennonite mezhebinden cemaatler, Amerika gibi bir yerde bile,
inatla Ortaçağ şartlarında yaşamayı sürdürüyorlar. Bizim Haricî grupları da
Kuzey Afrika'da bugüne kadar yaşamışlardır). Türkiye'de gazeteler bazen,
İslâmî bir hayat tarzı yaşamak için oluşturulmuş yerleşim bölgelerinin
varlığından şikayet ederler. Bırakın insanlar bildikleri ve tercih ettikleri
gibi yaşasınlar. Adalet mülkün (siyasî egemenliğin) temelidir diyoruz; ama
hukuk, sadece siyasî egemenliğe, (mülk) tegallübe, hizmet eden bir âlet mi
olmalı?
Bugün her yerde, yerinden yönetim (insanların merkezî bir yönetim yerine
kendi ihtiyaçlarına göre geliştirdikleri ve yönettikleri bir sistem) oluşturma
gayretleri var dünyada... Şunun adını koyalım: Eğer bir dünya federalizmi ölçeğinde
gerçekleştirilebilirse ve bildiğimiz şekliyle devletler ve ordular tasfiye
edilirse; bu, tegallübün (galip olma, zorbalık, kuvvete dayalı baskı) ortadan
kalkması ve Eski Yunan şehirlerinde olduğu gibi, tabir caizse, şehir
devletlerinden mürekkep bir yönetim biçiminin geleceği, anlamına gelmektedir.
Fârâbî, Eflatun ve Aristo'nun
politika yorumlarından ilham aldığı için, politik görüşlerini el-Medinetü’l-Fâzıla
isimli bir kitapta ifade etmişti. Yani, faziletli bir yönetimin hükümran
olacağı bir medine (şehir devleti). Bırakın insanlar kendi şehirlerini,
bildikleri gibi, yönetsinler.
Tegallüble kurulan devletler yahut Fransız İhtilali’nden sonra çıkan
ulusçu-devlet politikaları, dünyayı bugünkü siyasî statükoya getirdi: buradan
öteye yol yok!
Ya medeniyet yok olacak, yahut bütün insanlık.
Medeniyetimizle birlikte bizim de intihar etmemiz gerekmez. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin Medine'de kurduğu cemaat, yahut Medine (eski adı Yesrib
idi, Peygamberin şehri anlamına Medine, yani şehir, olarak değiştirildi ismi)
ideal İslâmî tatbikatın numûne-i imtisâlidir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, bir vergi toplayıcısı değildi, Ömer b. Abdilaziz'in
de dediği gibi: O bir Peygamberdi ve Medine'sini kurmuştu.
Bugün biz ve hatta bütün insanlık kendi Medinemizi yeniden kurmak ve
mevcut statükonun gerektirdiği gibi değil, bildiğimiz gibi, kendi
tercihlerimize göre yaşamak, alternatifi ile karşı karşıyayız. Her
Medine'nin Müslüman olması gerekmiyor elbette: Zaten bu İslâm’a göre
gerekli de değil. Herkes, kendi dinine ve kendi dünya görüşüne göre, kendi
kültürünün icapları uygulanan (ve merkezî bir hükümetin değil kendilerinin yönettiği)
bir Faziletli Medine Kurmak vazifesi ile yüzyüzedir. Biz de Fârâbî gibi,
el-Medinetü’l-Fâzıla diyoruz: Zira, İslâmî anlamda Şûrâ fikrinin, Batılı
siyasî terminolojideki karşılığı (Toynbee'nin de parlamenterizme alternatif
olarak sunduğu ve tercih ettiğini söylediği (Toynbee İkeda Dialogues'da)
Meritocracy'dir: Yani Fazilet ve Meziyet (Merit) sahiplerinin
yönetimi...
Eski Yunan demokrasisi için, “bir fazilet (virtue, merit)
rejimidir” denildiği malumdur. Eski Yunan misalini bugünkü parlamenter demokrasi
modeliyle karıştırmamak lâzım: orada doğrudan doğruya demokrasi vardı. Demek
oluyor ki, şûrâ yahut meritocracy rejiminde, herkes için değil, fazilet ve
meziyet sahipleri arasında bir seçim (seçme ve seçilme işlemi) vardır. İslâmî
anlamda “Medine'yi Yeniden Kurmak” fikrini bu şûrâ (meritocracy)
fikri ile ifade edeceğim. (H. Hatemi, Hukuk Devleti, kitabında ve makalelerinde, demokrasinin
kusurlarını sayıp döküyor ve İslâmî yönetim biçimi olarak, şûrâ'yı öne sürüyor:
Ancak, çözümü yine “demokrasi” olarak gösteriyor ve şûrâ'yı demokrasi
ile karıştırıyor. Şûrâ'nın karşılığı olarak ancak “meritocracy”
gösterilebilir, Batı terminolojisinde).
Tegallüb (yani çağdaş devletler) ortadan kalkmadıkça, yahut bu iş bir
dünya federalizmi çapında uygulanmadıkça, “şehir devleti formülü” de işe
yaramaz. (Tek Parti İktidarlarının zararlı yönlerini burada fark edebiliriz. Y.)
Şehir yönetimi, el-Medine, güvenlik ve adelet tevzii hususunda dahi
merkezî bir yönetimden bağımsız olmadıkça; ne doğrudan doğruya demokrasi, ne de
meritokratik bir şûrâ yunetimi gerçekleşemez. Ancak, bir dünya federalizmi
(devletler birliği değil, yerel-yönetimler birliği anlamında), yahut Avrupa
Devletler Birliği, İslâm Devletleri Birliği gibi, çok büyük ölçekli
tatbikatlar içinde gerçekleştirilirse; bu ölçüde bağımsız bir
Medinetü’l-Fâzıla’dan bahsedilebilir.
İslâm, bu alternatifi hem talep etmekte, hem de numûne-i imtisâl olarak
bütün beşeriyete sunmaktadır. Toynbee, “Uyuşturucu bağımlılığı ve ırkçılık gibi hastalıklarımızın panzehiri İslâm'dır,
Batı kültürü bu hastalıkları tedaviden acizdir”[1] diyordu. Bizce farklı
kültürlere tolerans göstermek ve birlikte, birarada çok kültürlü bir dünyada
yaşayabilmek için, İslâm'ın sunacağı “toleranslı alterrfatif” bu Medine'yi
Yeniden kurmak alternatifidir. Halihazırdaki, sırf tegallüb esasına
müstenid İslâm devletleri, müslümanların işlerini zorlaştırmazsa tabiî.
Onun için bir “Pax İslamica” (İslâamî Barış) gereklidir. Küçük büyüktür,
ama büyük de küçüktür. Bu anlamda, devlet hem büyümeli AET örneğindeki gibi
büyük federasyonlar teşkil edebilmeli; hem de Medine toplumu çapında, şehir
devleti ölçeğine inecek kadar küçülmelidir. O zaman büyük devletlerin
başlarına sayısız gâile açan, ırkçılık, etnik bağımsızlık talepleri, merkezî
yönetimin bir türlü karşılayamadığı etkili yönetim ve ihtiyaçların giderilmesi
(eğitim, sağlık hizmetleri, halkın refahı gibi, refahIwellfare
devleti ideali olan alanlarda, devlet müdahalesi işleri berbat etmekten başka
sonuç vermiyor) gibi iç politika problemleri; ve ortada büyük devletler,
ulusçu-devletler ve paylaşamadıkları menfaatleri, kalmayacağı için, dış
politika problemleri, ortadan kalkacaktır.
Aslında yakın tarihte olduğu gibi, muhtelif kutuplaşmalar, Avrupa Birliği,
NATO, İslâm ve benzerleri olmasın isteniyorsa, bir “dünya federalizmi”
gerçekleştirilmeli. Bu bahsettiğimiz hedeflerin, dünyanın bugünkü siyasî şartları içinde
düşününce, gerçekleştirilmesi çok zor, âdeta imkânsız denecek kadar uzak,
göründüğünü biliyorum. Ancak, biz bütün medeniyetin sonundan ve bütün
kurumların sonundan, medeniyet-ötesinden bahsediyoruz. Bunu
gerçekleştiremediğimiz takdirde, bugünkü politikaların sonucunun davet edilmiş
bir intihar olacağını ve (medeniyet ve kurumlarından vazgeçip onları
dönüştüremezsek) insanlığın sonunun geleceğini söylüyoruz.
Okuyucuyu, yakın geleceğin
gündemindeki bu meseleler üzerinde düşünmeye davet ediyoruz. İdeal İslâmî
Tatbikat olan, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Asr-ı Saadeti,
Medinetü’n-Nebî'deki tatbikatı, tegallüb esasına dayanan bir “devlet” (beşerî
mülk) olarak görmüyoruz; Hilafet rejimini de yetersiz buluyoruz. Gerek
Müslüman dünyası, gerekse insanlığın bugün yüzyüze bulunduğu problemin hâl
çaresi olarak; siyasî anlamda, Yerinden Yönetim, Medine, yahut site devletlerinden
mürekkep bir Dünya Federalizmi alternatifini ortaya koyuyoruz. Böyle bir
alternatifin, meydana getireceği “özyönetim” problemleri ve hâl çareleri
başka bir kitabın konusudur. (Yeni Dünya
Düzencilerinin Şerlerini burada unutmamakta gerekiyor.)
Son sözümüz, medeniyet-ötesi
bir çağa geçişin sebeplerini, mahiyetini ve problemlerini ifade etmekten ibaret
değildir: o, aynı zamanda, Incil’deki (Matta, VI: 10) bir ifade ile söyleyecek
olursak, bir temennidir:
“Melekût'un gelsin; gökte
olduğu gibi yeryüzünde de, senin irâden olsun!”
Lillâhi hâze'l-emr! Ve
hâzâ min fadli Rabbî!
Temmet bi
avnillahi'l-meliki’l-vehhâb...
Kaynak
Prof. Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi
Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.
166-170)
Bugün, yaklaşık 10 bin
yıllık bir gelişmenin son merhalesini yaşıyoruz. Bütün kurumlar eskimiş, her
şey yıkılıp dökülüyor.
Uluslararası şirketlerin
bütün devlet sınırlarını aşındırdığı ve ekonomik bakımdan fiilî olarak
birleştirdiği bir dünyada yaşıyoruz. İsrailli askeri,
çocuklara kurşun sıkarken ve kol kırarken, oturma odamızdaki televizyondan,
seyrediyoruz. Vahşeti artık iyice
kanıksadık. İnsanlar hissizleştiriliyor, aptallaştırılıyor; robot çağında
yaşadığımızdan olacak ki, saatlerce TV seyreden, düşüncesiz robotlara
dönüştürülmek isteniyoruz. Spengler “Medeniyet kültürün ölümüdür”
demişti. Bu çağ, medeniyetimizin kitle kültürü, medya bayağılıkları,
insanlığın dünya çapında törpülenen duygu ve vicdanı düşünülecek olursa, ne
kadar doğru söz! Bugünkü dünyada yalnızca maddî değerler hâkim olmuştur. Oysa
maddî değerler açısından da baksak, insanlık âdeta uluslararası şirketlerin
maddî menfaatleri için çalışır hale geldi. Bugün insanlık, Firavun’un ayakkabısı
altına resmettirdiği köleler gibi, “Büyük Şirket Molozlarına çalışıyor,
onlara hizmet ediyor. Onlar Devlet içinde Devlet...
Bugün AET (Şimdi AB)
misalinde olduğu gibi, birçok devletin, gümrük duvarlarını ortadan kaldırmakla
kalmayıp, ulusçu devletleri de ortadan kaldıran bir federalizme gittiklerini
görüyoruz. Fransız İhtilali ile gelen milli devlet anlayışına karşı, bizzat
Fransa'nın da iştirak ettiği bir Avrupa Devletleri Birliği kuruluyor. Gümrük
duvarlarının kalkması, devlet sınırlan, hatta (çünkü pasaport da ortadan
kalkıyor) serbest dolaşım ve mübadele, Avrupa para birimi ECU gibi örnekler
Avrupa'da milli devletlerin sonu ve Federal Birlik çözümüyle eskiden büyük
imparatorluklann sağladığı imkânlara ve şartlara dönüş yaşanıyor. Bir taraftan
Rusya parçalanıyor ve Sovyet imparatorluğunun külleri arasından ulusçu
devletler ortaya çıkıyor; Sırbistan misalinde olduğu gibi, Sırp, Hırvat, Boşnak
vs. gibi küçük kavmî grupların dahi milliyetçilik ve bağımsızlık fikirleriyle,
devletleri parçaladığını görüyoruz; diğer taraftan yerküresi çapında bir
ekonomik faaliyetin müstakil devletlerin, hükümranlık haklarını ortadan
kaldırdığına şahit oluyoruz. Bu keşmekeşin arkasında (dört asır önce dünyayı
birleştiren coğrafî keşifler sayesinde meydana gelen) Sömürgecilik,
Kapitalizm, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali ile gelen Milliyetçilik,
Laiklik, Parlamanterizm gibi fikirlerin yayılması var:
Nihayet Batının bütün
dünyayı Batılılaştırması şeklindeki kültürel ve ekonomik emperyalizmin meydana
getirdiği bir modem sömürgecilik var! Buna modem
sömürgecilik diyoruz;, çünkü Batılılar bugüne kadar ellerinden geldiği ölçüde
bütün dünyanın kaynaklarını kontrol etmek ve kullanmaktan başka bir şey düşünmediler.
İşte yakın tarihten Körfez Krizi misali: sırf petrol kaynaklan üzerindeki
kontrollerini kaybetmemek için yaptığı bir harp Batılıların! Fransız İhtilali
ile gelen laiklik, parlamenterizm ve milliyetçilik fikirleri hâlâ Üçüncü
Dünya’yı yönlendirmeye devam ediyor. Ne var ki, 1914'e gelinceye kadar bu
fikirler her tarafta yayıldı; tatbik edildi ve sonucun Bütün Avrupa'nın
birbirine girdiği Birinci Dünya Harbi felaketi olduğunu gördük. Laik bir
hukukun tabiî sının, kuvvetidir! Kuvvetli olanın haklı sayıldığı bir dünyada,
bir savaşın mağluplar aleyhine ve güçlüler lehine yeni bir adaletsizlik ve
dengesizlik (ilerde kaybettiği milli menfaatleri tekrar elde etmek İçin firsat
bekleyen ve diş bileyen mağlupların kindar ve intikamcı bekleyiş süreci)
doğurmaktan başka bir netice vermesi beklenemezdi. Ne var ki yaşlı dünyamızın,
(medeniyetlerin tabiî sonucu olan) bu tip savaşlara artık tahammülü kalmamış
bulunuyor. Zira bugün, savaşın getirdiği yıkım, eski devirlerde olduğu gibi
sadece savaşan tarafların değil, bütün dünyanın ödemek zorunda olduğu bir
bedel: Ve bu bedel öylesine yüksektir ki bütün dünyayı yok olma tehlikesi ile
yüzyüze getirmiş bulunuyor.
İnsanlık bir üçüncü
dünya savaşının önümüze koyacağı bu kadar yüksek bir faturayı ödeyemez: Yahut öderse, bu sadece medeniyetin değil,
insanlığın yok olması anlamına gelecektir; bu bilinen bir şey olduğu için,
uzun uzadıya izaha hacet yok. Orientationumuza esas olan perspektifimiz,
bu noktada şu hakikati işaret etmektedir: Medeniyet insanların yaşaması için,
hayatlarını sürdürmeleri için, mutlaka gerekli olan zarurî bir ilk şart
değildir. Zira iptidaî kültürel (Darvinizm'in evrim iddialarını münakaşa dışı
bıraktığımız takdirde bile) dünyamızda yüzbinlerce yıldan beri varolmaya devam
ediyorlar. Halbuki medeniyet
tahripkârdır ve birkaç bin yıldan fazla yaşayan bir medeniyet mevcut
olmamıştır; kısaca, medeniyet olmadan da yaşayabilir insanlık: Tıpkı bugün dünyamızda
yaşayan diğer iptidaî kültürlerin insanları gibi. Ne var ki, bugünkü
medeniyetimiz o kadar gelişmiş bir teknolojiye sahiptir ki, bu teknolojinin
tahrip gücü, sadece —eskiden de sık sık görüldüğü gibi— bir medeniyetin ölümü
değil, bütün dünyanın ve insanlığın yok olması neticesini doğuracak kadar sınırsız
bir tahrip gücüdür. Yani medeniyetimiz sadece kendi kendini değil bütün
insanlığı yok olmakla tehdit eden uğursuz bir güç durumundadır bugün: Ya bu
medeniyetten kurtulacağız yahut onunla birlikte yok olacağız. Eski devirlerde
kültür ve medeniyet ölür; o medeniyetin mensupları olan insanlar ve çocukları
yaşamaya devam ederdi. Şimdi insanlara hizmet etmesi için kurulan kurumlar (en
başta devlet olmak üzere bütün medenî kurumlar) insanlar için sadece zararlı
değil, ölüm/kalım meselesi teşkil eden bir başbelası haline gelmiştir.
Medeniyetimizin meydana
getirdiği kıyamet bombaları, sadece nükleer silahlardan ibaret değildir. Belki
de bir üçüncü dünya savaşı hiçbir zaman çıkmayacaktır. Ufak tefek nükleer
reaktör kazalarına da alıştık artık! Ne var ki, nükleer artıklardan zehirli
maddelere kadar, pek çok kirletici unsur, bugün, sadece insan neslini değil
(yaşamak için insanın da içinde bulunduğu ve bağımlı olduğu) bütün bir tabiatı
zehirlemektedir. Havamız, suyumuz, toprağımız hızla kirleniyor; zehirli
artıklarla doluyor. Medeniyetimizin bu tahripkârlığı, ekolojik dengeleri de
alt-üst ediyor. Yağmur ormanları hızla tükeniyor, atmosfer deliniyor, iklim
bozuluyor. Bir “post-civilization” dönemine geçemediğimiz takdirde, bu
dünya yok olacak (alışkanlıklarımızın bize vehmettirdiği gibi ebedî olmak bir
yana, ömrü de çok kısalmıştır.) Bu anlamda, kıyamet yakındır! Dünyayı, üstünde
canlıların yaşayamayacağı, bir cehenneme çevirmek için yarım asır pekâlâ kafi
gelecektir. İnsanlık belki o zaman bile yaşamaya devam edebilir; ama ancak
uzayda yaşayabilir, yeryüzünde değil.
Şimdi uzayda hayat nasıl
olur fantazilerine girmek istemiyorum; ama olursa, herhalde alıştığımız medenî
organizasyon biçiminden farklı olmak zorundadır. Teknoloji devlet sınırlarını
aşındırdı: Uluslararası ticaret bu sınırların zararlı birer ayakbağından
ibaret olduğunu gösterdi. A.J. Toynbee ile Daisaku İkeda'mn Dialoglar kitabında öne sürdükleri bir
teklif vardı: “Yeryüzünde tek para birimi olmalı” diyorlardı. Bu teklif,
Avrupa için, gerçekleşti denilebilir. Bugün Dünya Pasaportu veriyor Birleşmiş
Milletler; bu pasaportu alan vatandaşlarımız var. Milli devlet denilen şey,
tarihe karışmak üzeredir; ne var ki, Fransız Ihtilali’nden miras kalan fikirler
Üçüncü Dünyayı yönlendirmeye devam ediyor. Bu arada dünya hızla değişmekte ve
yepyeni bir çağ (medeniyetin getirdiği sınırların aşıldığı bir çağ)
gelmektedir. Bugün parlamenterizm yerine meritocracy (seçkinler yönetimi,
İslâmî Şûrâ gibi) ad hocracy (kurumlann
geçici olup planlanan hedefler gerçekleştikten sonra tasfiyesini esas alan,
işe göre yönetim) vs. gibi sistemler tartışılıyor. Medeniyet ötesi denilen
çağda devlet ve kurumlan mevcut olmayacak.
Medeniyet’in
geliştirdiği ve kurduğu bütün kurumlar (establishment)
ve halihazır statüko, Asi gençlik denilen 68 nesli tarafından reddediliyor;
tenkit ediliyor. Bu değişmelerin arkasındaki diğer bir motor da hızlı
teknolojik gelişmedir. Bilgisayar ve Bilgi Bankaları çağında (son derece
sınırlı kalan) okul eğitimi yetersiz görünüyor. Captain Bennett “Ömür Boyu Eğitim”den söz ediyor: Ivan Illich,“Okulsuz Toplum” istiyor. Bütün
kurumlan ile birlikte medeniyet (bizzat kendi gelişmesinin sonucu olarak)
demode olmuştur. Toynbee bunu, İncil'deki “eski şişelere yeni şarap koyma”
temsiline benzetmişti: Teknolojideki hızlı gelişmeler, medeniyetin de
değişmesini gerektiriyor. Eskimiş kurumlar, bu eski şişeler yeni teknoloji
cinine dar geliyor. Şişeyi taşa çalmak zorundayız.
20. yüzyıl, eski
inançları iyice eskitti: Dünya yeni inançlar arıyor. Avrupalı mütefekkirler,
Hare Krişna'ya Budizm'e merak sarıyor, Zen-Budizm üstüne kitaplar yazıyorlar.
Amerika'da 200 yeni inanç peydâ oldu. Hıristiyanlık, Fransız
İhtilali’nde gözden düşmüştü; “Akıl-Tabiat-Terakki” teslisi de 20.
yüzyılda gözden düştü. Dinlerin taklidi ve karikatüründen ibaret olan birtakım
boş inançlarımız bize iki dünya savaşına maloldu. Güç politikası hâlâ
yürürlüktedir; ama, Alaaddin'in sihirli lambasından fırlayan devin gücü, artık
efendisinin kontrolünden çıkmıştır ve güçlünün kullanamadığı gücü, onun zaafı
olabilir; zaten bu güç efendisini de tehdit ediyor artık!...
Kısaca medeniyetin
aşılmasını gerektiren sebep (bizzat medeniyetin bizi getirdiği bu noktada),
artık medeniyetle ve onun kurumlan ile birlikte yaşamanın mümkün olmamasıdır. Dünya
politik bakımdan hem birleşmeye gidiyor, hem dağılmaya; büyük devletler
küçülüyor, küçük devletler büyüyor. Ama bu görünüş aldatıcıdır. Değişen, yahut değişmesi gereken, bizzat
devlet kurumunun kendisidir. Gerçekte ne oluyor?
Büyüyen Avrupa topluluğu
içinde geriye (şimdilerde moda olan tâbirle) yerel yönetim/yerinden yönetim kalıyor.
(Eski Yunan da Atina, İsparta ve benzeri şehir devletleri vardı. Yunan-Pers
Savaşlarında görüldüğü üzere, kendi içlerinde menfaatleri çatışsa bile bu şehir
devletleri, İranlılara karşı, bir federasyon gibi hareket edebilmiş ve müştereken
savaşabilmişlerdi). Bugün, katılımlı-demokrasi, yerinden-yönetim vs. diye
ifade edilmek istenen dönüş, Doğrudan
Doğruya Demokrasi’ye (Eski Yunan modelindeki), şehir devleti demokrasisine, dönüştür.
Mahallî yönetimler
(Güvenlik hizmetleri hariç), hattâ “adalet tevzii” de dahil olmak üzere, bütün
görevlerini devretmek istiyor devlet. Çünkü bu çağın
getirdiği problemlerle bu eskimiş kurum artık başa çıkamıyor. Sonuçta devlete
kala kala (en eski vazifesi olan) tegallüb (askerî hâkimiyet) sayesinde, nizâmı
ve âsâyişi sağlama vazifesi kaldı şimdiden...
20. yüzyılın İlmî gelişmelerinin
meydana getirdiği şüphecilik ve güvensizlik, 19. asrın anarşist felsefesini
yeniden gündeme getiriyor. Federalizm fikirleri yayılıyor. Federalizm derken,
bugünkü Amerikan örneği bir devletler birliğini değil, şehir devletleri
ölçeğinde çok küçülmüş devletlerin birliğini kastediyoruz.
Eski Yunan’daki şehir
devletleri gibi küçük ölçekli (yerinden yönetim denilen şeyin işaret ettiği
yöneliş budur) devletlerden mürekkep bir dünya federalizmi.
Modem devletler
(silâhları, orduları ve güç politikaları) tarihe karışmadıkça, dünya
istikrarlı ve barış içinde bir yer olamayacaktır. Halihazırdaki siyasî
strüktür, sonu gelmeyen savaşların başlıca sebebidir. Menfaat kavgalarımız
,var oldukça ve hak güçlünün oldukça, savaşlar da var olacaktır, medeniyetin
sosyal adaletsizlik temeline dayandığını ve mevcut siyasî strüktürün de bunu
artırdığını, yahut bu paylaşma kavgalarına sebep olduğunu, artık öğrenmek zorundayız:
Zira, sahip olduğumuz teknoloji bütün dünyayı tehdit ediyor. Milli devletler
var oldukça ve onların milli menfaat kavgalarıyla paylaşamadıkları sınırlar var
oldukça, yeryüzünde sulh olmayacak.
Tarih boyunca hiçbir
medeniyet dünyayı fethedemedi: İmparatorluklar, hiçbir zaman dünya devleti olamadı.
Komünizm de artık böyle
bir iddia taşımıyor. Batı, bütün dünyayı Batılılaştırıyor ve bu anlamda
fethediyor. Ancak onun politikası (şimdiye kadar olageldiği üzere), başkalarına
hayat hakkı tanımama ve olabildiğince sömürmek için güç politikalarını insanlık
dışı bir vahşetle uygulamaktan ibaret. Bu noktada yeni bir mesele ile
karşılaşıyoruz:
Tarihte yapılan
hatalardan sakınmak mümkün mü?
Bu hatalarımız biraz
da kendi İnsanî tabiatımızın bir hususiyeti değil mi?
Batı kültüründen daha
toleranslı olabilen bir İslâm kültürü, bu hususta ne vaad edebilir?
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi
Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.159-166)
(1989'da Konya’da Alâaddin Salonu’nda
Düzenlenen Konferans)
Düzenlenen Konferans)
Bu kültür ve
teknoloji isimli konuşmama Kur’an’ın çok sevdiğim bir âyetiyle başlamak
istiyorum.
Esteîzübillâh,
“Ve alleme Ademe’l-esmâe küllehâ: Allah Adem’e bütün isimleri öğretti”
ma’nâsına geliyor. Bunun çok geniş bir tefsire ihtiyaç gösterdiği doğru.
Ancak bu husus üzerinde fazla durmayacağım. Şu kadarım söyleyeyim ki, insanoğlu
hâdiselerin ma’nâsını nesnelere isimler vererek anlatmaktadır. Eğer hâdiselere
isim verme, yani kavramlar yaratma, kabiliyetimiz olmasa düşünemezdik. Ancak bu
yarattığımız kavramları putlaştırdığımız da bir gerçektir. Bu yüzden kullandığımız
kavramlar ve onlarla kastettiğimiz ma’nâlar, hâdiselerin bir yönünü
aydınlatırken birçok yönünü de dikkatimizden kaçırırlar. Bu kavramlar kültür,
çağdaşlaşma, modernleşme, ilim, teknoloji gibi, putlaştırılıp tartışılamaz
kavramlar hâline getirilebilirler. Yahut kavramlar ve birbiriyle münasebetleri
kafamızda netleşmemiş olabilir. Kavramların etimolojisi ve tarihî gelişmesi ve
kullanım alanını iyi bilirsek bu mahzurlardan bir derece kurtulabiliriz.
Kültür
kelimesi Latince “colere” masdanndan olan “cultura” kelimesinden
gelir. Toprağı ekmek ve ona ihtimam göstermek demektir. Medeniyetin de ziraat
inkılâbı sayesinde başladığı hatırlanacak olursa kültür ve medeniyet kavramları
arasında eş anlamlılık ortaya çıkacaktır. Vaktiyle kültür kavramını Türkçe’ye
tercüme edenler demişler ki bu “ekin ekmek” ma’nâsına geliyor. Eskiden Ziya
Gökalp bunu “hars” kelimesiyle karşılamış ki, gene “toprağı ekmek” ma’nâsına
geliyor. Tabiî bu toprağı işlemek anlamından insanın mânevî değerlerinin
işlenmesi ve onlar üzerinde ihtimam gösterilmesi anlamına geçmek lâzımdır.
Sonra
bizdeki bazı münevverler bu hars kelimesini hiç sevmemişler ki, bunun yerine
“irfan” demek lâzım gelir, bu daha iyi karşılıyor anlamı demişler. Hattâ
vaktiyle Ziya Gökalp’in meşhur bir beytini değiştirerek söylemiş bir vatandaş:
“Vatan ne Türkiye’dir
bizlere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed
bir ülkedir irfan”
Turan kâfiyesi değiştirilmiş, irfan olmuş. Demek oluyor ki
birtakım mütefekkirler bu kelimeyi irfan kelimesiyle karşılamayı daha doğru
buluyorlar. Tabiî irfan kelimesiyle karşılarsak, bunun içine birtakım dinî
anlamlar da girecektir. Ama ben, izin verirseniz, Alman filozof şâirlerinden
Goethe’nin Faust’undan bir söz nakledeceğim. Çünkü bu söz zamanımız
için çok karakteristiktir. Daha o zaman demiş ki, Faust’ ta bu şâir:
“Ve bütün dünyaya
yayılan kültür şimdi
Şeytana da yaklaştı, onu
ele geçirdi!”
Yani kültür
ile teknoloji arasındaki münasebetleri incelerken bu hususa dikkat etmek
gerekir. İnsanoğlu kelimelerle düşünüyor; ama, kelimeleri putlaştırdığı da
vâkidir. Bazı kavramların yalnızca müsbet yönü alınıyor; yani, teknoloji iyi
bir şeydir; kültür... işte herkes kültürlü olmalı falan. Hz. Mevlânâ
kaddesellâhü sırrahu’l azîzde “Fihi mâfih"te işaret etmiştir: “Aslında,
her şeyin avantajı da vardır, dezavantajı da; yani faydası da vardır, zararı
da vardır.” Bu kavramların zararları unutuluyor.
Aslında bu
kelimeyi modem anlamda tarif etmek kolaydır. Antropologların bir tarifi vardır:
“Kültür babadan oğula irsiyet yoluyla geçmeyen, normal olarak, yani
biyolojik yolla geçmeyen; fakat, öğretim yoluyla geçen ve öğrenilerek
kazanılmış şeylerin tamamıdır” derler. Arkeologlar da daha çok, “maddî
kültür, maddî kalıntılar” diye tarif etmişlerdir. Aslında kültür kelimesine
maddî kültür ma’nâsını verenler olmuştur. Almanlar farklı, İngilizler farklı,
Türkler farklı anlam vermişler. Bu anlamlar arasında değişmeler olmuştur. Yani
kavramlar üzerinde konuştuğumuz zaman çok elastikî şeyler üzerinde konuşuyoruz
gerçekte. İnsan düşüncesi kavramlarla oluşan bir şey; ama, vaktiyle bir
İtalyan tarih filozofunun yaptığı gibi kelimeleri köklerine indirdiğimiz
takdirde, bana öyle geliyor ki kavramlar daha fazla netleşecektir. Bu usul
güzel bir usuldür ve nitekim işte, gerçekte kültür kelimesi de ziraat anlamına
gelmektedir.
Bunun
üzerinde durmamızın sebebi şudur; bizde Batılılaşma denen hareketin kültür ve
medeniyet gibi kavramlara yamanan, bu kavramların şu veya bu yöne çekilmesi
suretiyle politik istismarlara âlet olunan yönleri vardır. Yani, kültür,
modernleşme, batılılaşma, çağdaşlaşma, yahut batıdan teknoloji ithali gibi
kavramlar arasında birtakım paralellikler vardır. Bunlar üzerinde durmak
lâzım.
Aslında biz
Tanzimat’tan beri batının teknolojik üstünlüklerine bakarak Batı’yı taklit
etme yoluna girmiş bir cemiyetiz. Bu, birçok mütefekkirin işaret ettiği gibi,
son derece zararlı bir şeydir. Alman hükümdarlarından Büyük Frederik’e
atfedilen güzel bir söz vardır; Frederik demiş ki: “Herkes kendini
kendince kurtarmalı.” Başkalarını taklid ederek değil. Yani
bizim Batı’yı taklid ederek varacağımız yer batıdan daha üstün bir nokta
olamaz; taklit hiçbir zaman aslının yerini tutmayacaktır. Bu açık bir şeydir.
Prusya
kralının güzel ve çağdaş siyaseti de hatırlatan bir sözü daha var; diyor ki:
“Herkes kendini kendince kurtarmalı.” Bir de “Siz beni istediğiniz kadar
tenkid edin; ama itaat edin.” Hattâ ölürken de, “Ömrüm boyunca
köleleri yönetmekten usandım!” demiş. Biz galiba birşeyi unuttuk;
yani, görünüşe, zevahire, kapıldık. Bir Osmanlı şâirinin güzel bir beyti
vardır. Diyor ki Osmanlı şâiri:
“İste nakkaşı, nakşe
aldanma,
Kuru suretle iş biter
sanma”
Biz batının,
Tanzimat’tan beri, şeklî hususiyetlerini taklit etmekle işe başladık. Hattâ
Sultan Mahmut bile, frak ceket giyip, pantolon giyerek, memurlara fes giymeyi
mecbur tutarak başlamıştı birtakım yeniliklere ve adı da “gavur padişah”a
çıkmıştı. Latinler derler ki: “Vis est vita!”; yani, yaşamak
görmektir. Biz yaşadık ve gördük. Aradan yaklaşık 150 yıl geçti; fakat
bir türlü akıllanamadık gibime geliyor. Çünkü yaşamak görmektir; ama herkes
tecrübelerinden istifade edemez. Yani tecrübe kötü bir öğretmendir. Tecrübeden
istifade etmek için, tecrübenizde hangi noktalara dikkat edeceğinizi, neyi
önemli neyi önemsiz sayacağınızı, bilmelisiniz.
Korkarım
ki bu değişmeler olurken bu millet batılıların çok eski bir prensibine âlet
oldu. Yöneticiliği ile meşhur Roma kavimlerinin çok güzel bir sözü vardır; çok
bilinen bir sözdür bu: “Diride et impera” derlerdi. “Böl ve
yönet.’ “ Bölündük ve yönetiliyoruz...
Bunda kendi
kültürümüze, kendi değerlerimize yabancılaşmamızın büyük bir payı olduğuna
inanıyorum. Benim çok sevdiğim bir mütefekkir var; bir İngiliz yazar, “Düşüncede
ve Fiilde Dil” diye bir kitap yazmış (Hayakavva). Bu kitabında çok güzel
bir misal veriyor: “insanlar için kavramlar, değişken, elastikî şeylerdir; ama,
hayvanlar için durum öyle değil. Meselâ, bir fare için peynir daima peynir
olduğundan, peynirin sembolik bir anlamı yoktur. Peynir yenecek bir nesne
olduğu için, fare daima peynir tuzağına yakalanmak zorunda. Farenin fare
tuzağına yakalanışının sebebi bu peynirin peynir oluşu. Ona başka bir “tuzak
anlamı” yüklemeyişi”. Yani, biz kendimizi fare kapanma kısılmış gibi hissediyorsak;
hâlâ bunun sıkıntılarını çekiyorsak; bunda, bu büyülü kavramlara, kelimelere
(ve bir vâkıadır gerçi batıdan teknoloji bakımından çok geri olduğumuz; bunun
da Osmanlı tarafından kavranması ama) kapılmamız; bu teknolojiye bakarak,
kültürel hususiyetlere bakarak, büyülenmiş olmamız büyük bir rol oynamıştır,
bu fare kapanma yakalanmamızda...
Bizim
problemimiz bence bir oryantasyon problemidir. Kelimenin Türkçesini
bulamadım. Şöyle izah edebilirim: Orient şark demek ‘orientation’da
şarka bakarak, güneşe bakarak yön tayin etmek demek; insanın kendi yönünü,
gideceği yönü, tuttuğu yolu, istikametini veyahut doğru yolu tayin etmesi,
kendi mevkiini bilmesi... Biz buraya nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Hangi
yöne gitmeliyiz? Hangi yön bizi kurtarır? şeklinde bir vaziyet tesbiti ve hedef
tayini ameliyesidir. Yine bu Havakawa’nın ifade ettiği bir şeydir. Bir de Intensiyonal
Oryantasyon var ki bu, bizim gerçek olaylara değil de, birtakım kavramlara,
kelimelere, sözlere bakarak, onların kılavuzluğunda hareket etmemiz demektir. Çok
cazib geliyor modernleşme, çağdaşlaşma sözleri; ama, nedir bunun altındaki şey
veya teknoloji dediğimiz şey?
M. Âkif
üstadımız bile, “alınız batının ilmini, fennini” demişti. O zamanlar,
bütün OsmanlIlarda (bunlar hattâ en muhafazakârlardan bile olsalar) “batının
teknolojisini mutlaka almak gerektiği” şeklinde bir fikir vardı. Unutulan şey
şu olmuştur: Teknoloji dediğimiz şey nedir? Teknoloji dediğimiz şey, ilmin
pratik hayata geçirilmesidir. Yani insanın ilmî keşfidir, İlmî bilgisini
kullanarak, gerek insan ihtiyaçları gerek çevresini düzenlemek bakımından, ilmi
pratik hayata tatbik etmesidir teknoloji... arkasında ilim olmazsa teknoloji
yaratamazsınız. Yani ilmi almak gerekiyor, teknolojiyi değil. İlim varsa
teknoloji kendiliğinden doğacaktır. Biz batının ilmini fennini alalım. Güzel
de, bu kültürel hâdiseler, sayısız filozofun üzerinde kafa yorduğu pek de
içinden çıkamadığı hâdiselerdir. Ve aslında bir bütünlük arzederler: yani,
soyutlayanlayız; şunu alalım da, bize faydalı olur, bunu almayalım diye...
Bakın,
Toynbee’nin anlattığı bir hikâye var. Toynbee güzel bir örnek vermiş. Kavalalı
Mehmet Ali Paşa (Mısır valisi o zaman Osmanlı’nın, sonra müstakil bir
hükümdar gibi davranıyordu) “donanma” ihtiyacı hissetmiş; batıdan
mühendisler çağırmak istemiş, bize “donanma” yapın diye. Tabiî, o zamanlar
bizim gemi inşaatı tekniği geri; batının mühendislerine ihtiyacımız var. “Size”
demiş, “istediğiniz kadar ücret vereceğim. Yeter ki gelin bize donanma inşa
edin!” Adamlar reddetmişler: “Biz gelemeyiz” demişler, “istediğiniz kadar para
verin yine gelemeyiz.” Niye gelemezsiniz?
Beş
bin altın alıyorsanız, onbin altın vereyim, niye gelemezsiniz? “Çünkü”,
demişler, “biz oraya geleceğiz, ama çoluğumuz çocuğumuz var; hastalanacak,
hastane lâzım. Çocuklar büyüyecek, okul lâzım. Bu iş hemen bir ayda
bitmeyeceğine göre, bizim çocuklarımızın gideceği okullar lâzım. O zaman bizim
doktorlarımızın da, öğretmenlerimizin de gelmesi lâzım.”
Yani
bir kültür unsurunu aldığımızda, arkasından diğer kültür unsurları da sökün
eder, gelir beraber. Şunu alalım, bunu almayalım diye tercihler yapmak kolay
da değildir; belki hattâ, mümkün de değildir.
İngilizler’in
çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın
enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin, (yani
bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir
öküzü yemek gerekmez!” demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık
biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü
yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle
geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir
orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek
vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu
Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına
gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte,
birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani
“ebediyet”i kaçırır.
Korkarım
ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken
“geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda
ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel
değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma” şeklinde bir politika
takip ettik.
Tanzimat’tan
beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor
ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî
disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu... Bizim
Hayakavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal
oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine
çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize
olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama
kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?
Ziya Gökalp
bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül.
Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet
farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi
kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı
medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı
medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o
zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik
maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve
medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı
yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok
mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler
de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi
olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata
geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.
Binaenaleyh,
zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat
kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha
şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada
başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı
gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde
yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını
ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların
bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde
yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına
gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı
görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji,
sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı
yok mu acaba?
İslâm
ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin
medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün
olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret
etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün
teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük
problemlerle yüz yüze... Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ
atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.
Bizim gerçek
bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün
farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle
bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için
doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.
Biz yaşayan
insanlardan bahsediyoruz, ölülerin bir şey talep etmesi mümkün değildir. Ama
bazen unuturuz, bilhassa ben tarihçi olduğum için söylüyorum, tarihçi
meslektaşlarım çokça unuturlar, geçmişle çokça uğraşmalarından dolayı. Biz,
ölülere hitap etmiyoruz, dirilere hitap ediyoruz; yani, dirilerin meseleleridir
asıl olan, onlara çözüm üretmek, onlar hakkında düşünmek, zorundayız. Nedir
memleketimizin, insanımızın meseleleri? Bunlar tabiî tarihten geliyor. Ve
bunları bir tarih değerlendirmesine, bir tarih felsefesine yaslamadığımız
zaman, tarihî hâdiseler bir kargaşa olur, bir kaos olur. Ve hâdiselerin
ma’nâsını anlayamayız; etrafımızda ne olup bitiyor, net bir şekilde göremeyiz.
Nitekim
sadece politik maslahatlara göre yönlendirilmiş kültür politikaları var,
Türkiye’de. Ve bu politik maslahatlar da, bana öyle geliyor ki, artık çoktan
eskimiş, demode olmuştur. O gününün politik maslahatı için, kendi kafamıza
göre, kavramları eğip bükerek, kelimeleri elastikî bir şekilde kullanarak, medeniyet
ve kültür kavramlarını ayırmamız doğru sayılabilir. Ama, bugün pek öyle
görünmüyor; yeni fikirler üretmek zorundayız.
Şimdi
teknoloji ve teknokratlar modem bir din hüviyetine girmiştir; modem bir
“rahipler sınıfı” teşkil etmeye başladılar bunlar. Putlaştırılan bir kavramdır
bu: Tamam, ben şahsen bütün teknolojik gelişmeleri elimden geldiği kadar net
bir şekilde izlemeye çalışıyorum ve bizim bunların üzerinde durmamız da
gerekir. Bugün dünyada enteresan şeyler oluyor. Ama net bir şekilde, 20. yüzyıl
insanının anladığı bir şey vardır: Bizim insânî kapasitemizin, vasıflarımızın,
aklımızın çok üstünde bir teknolojimiz var... O yüzden, faydalan yanısıra,
dikkatli kullanılmadığı zaman, çok da zararlı olabilen bu teknolojiler, belki
bütün insanlığı imhâ edebilecek bir tehlike arz etmektedir. Ve biz
hâlihazırdaki vasıflarımızla, siyasî organizasyonlarımızla, belki de bu
tehlikeleri bertaraf edemeyeceğiz. Bu açıkça görülen bir şey; bugün dünyada,
herkes bundan şikâyet ediyor. Yine bir şâir bu teknotratlar için demiş ki:
“Dehân
dünya çapında, fezan muhteşem
Fakat
kutsal adam, zamânı niçin yenemiyorsun?”
İlim
bize her şeyi vaat ediyor; güzel! Hattâ, 19. asırda ilmin dinin yerini
alacağına inanan rahipler bile vardı. Bir Fransız rahibi, Ernest Renan “ilim
bütün meselelerini halledecek insanların” diye itikad ediyordu, bir papaz
olduğu hâlde... Ama yine 19. asır mütefekkirlerinden birinin bir sözü var. Rus
mütefekkirlerinden Tolstoy demiş ki: “İlim şarlatan bir simyagerin
yaptığı bir altın çubuğa benzer (Eskiden simyagerler vardı, malum
Ortaçağ’da, nesneleri altına çevirmeye çalışıyorlardı). Böyle bir şarlatan
simyacının yaptığı bir altın çubuğa benzer. Siz ilmi halka, insanlara
yaymak istersiniz; okullar açarsınız; (televizyon marifetiyle, kitle
iletişimiyle) kitaplarla bunu yaymaya çalışırsınız. Bir de bakarsınız
ki, bu altın sikkelerle sahte (kalp) paralar basmışsınız; hiçbir şeye
yaramıyor, insanlar bunların gerçek değerini gördüğü zaman, size minnettar
olmayacak, size borçluluk duymayacaklardır.”
Birçok 20.
yüzyıl mütefekkirleri bu batı teknolojisinin ve ilminin, sadece batıyı değil
bütün dünyayı tehdit eden, tehlikeli bir güç hâline geldiğini farketmişlerdir.
Meselâ, Cippola’nın “Ekonomi ve Nüfus” adlı kitabı. Meselâ,
Christopher Caldwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine Düşünceler."
Meselâ, Spengler’in “Batının Çöküşü" veya Toynbee ’nin
eserlerini “Medeniyet Yargılanıyor”u zikretmek mümkün. Bütün
tarih filozoflarının üzerinde ittifak ettikleri bir hususiyet vardır; o da şu:
batı kültürü ölen, can çekişen bir kültürdür. Ama batı kültürü, son üç
asırdan beri, bir ma’nâda silahların gölgesinde diyeyim, kendi üstünlüğünü
zorla bütün dünyaya kabul ettirmiş bir kültürdür. Binaenaleyh, batının çöküşü
belki bütün dünyanın çöküşü anlamına gelecektir.
Son
zamanlarda izlediğimiz, gördüğümüz, bildiğimiz gibi, Mr. Gorbaçov’un
faaliyetleri sayesinde bu tehlikeli silahların bir kısmı bertaraf edilebilecek
gibi görünmektedir. VARŞOVA PAKTI DAĞILIYOR BUGÜN; BELKİ, NATO PAKTI DA DAĞILACAK. Bunun bize
yeni ufuklar açması gerekirdi.
Benim
kanaatime göre, biz bugün Avrupa topluluğuna girmek için epeyce gayret gösteren
bir milletiz. Adamlar bizi arka kapıdan kovuyorlar, pencereden girmeye
çalışıyoruz. Ama, batılı batılıdır, doğulu da doğuludur. Bizim batılı
olduğumuz şeklindeki, uzun zamandan beri batılı olduğumuz, batının bir parçası
olduğumuz şeklindeki iddiamıza batılılar gülüyor. Latinler’in güzel bir sözü
var: “Akıl, insan aklı, ispat edilmeyen şeyi kabul etmez.” Siz istediğiniz
kadar “batılıyız” deyin; batılı sizi sizden daha iyi biliyor ve ispat
edemezsiniz bunu, batılı olduğunuzu... Şimdi, bu tarihî yanılgılara işaret
ederken, meseleyi bir kültür perspektifine yaslamak lâzım bence.
Ben
çalışmalarım sırasında herkesçe kabul edilebilir görüşler üzerinde durmayı
tercih ettim. Kültür ve medeniyet gibi elastikî kavramların çok münakaşası
yapılmış, çok da tenkidi yapılmış; ama, bakıyoruz işte, dünya yüzünde iptidâi
kültürler var, soma bir ziraat devrimi var (Tevrat’ta ve Kur’an-ı Kerim’de bu
anlatılır. Hz. Adem’le ilgili kıssalar bazı vatandaşlarca ziraatin başlaması
olarak değerlendirilmiştir. Filhakika âyetlerde de bu ibare aynen var, ‘Âdem’e,
yeryüzüne indikten sonra orada çiftçilikle uğraşması emredilmektedir ve bundan
sonra hayatını alın teriyle, eziyetle kazanacağı, insanların birbirine düşman
olacağı söylenmiştir. Ben çok net hatırlayamayacağım; ama, “birbirinize
düşman olarak yeryüzüne inin” şeklinde idi; âyetin meali hatırımda kaldığı
kadarıyla. “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve
içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız
diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir
zamana dek yaşamak vardır, dedik.” Bakara, 36)
Ziraatin
başlaması, (yahut işte batılıların gözü ile daha yüksek bir kültürel seviye
iptidâi halklara göre) “medeniyetin başlaması” demek oluyor. Bir sosyal
organizasyon, büyük çapta bir sosyal organizasyon, bu sayede mümkün
olmuştur. İnsanoğlu (biz bugün de gidip görebiliriz iptidâileri) kendi
günlük yiyeceğinin peşinde koştuğu zaman, büyük bir devlet, yahut büyük bir cemiyet
hâlinde yaşayamaz. Herkes kendi günlük ihtiyacının peşindedir. Binaenaleyh, bu
insanların vergilendirilmesi, insanların işbölümü, şeklindeki şeyler mümkün
değil bu şartlar altında. Zaten, bütün iptidâi kavimler (bugün binlercesi
yaşıyor yeryüzünde hâlâ) çok küçük gruplar teşkil ederler. Sosyal
organizasyon, medeniyet sayesinde mümkün olmuştur. Yani, bu ziraat sayesinde
elde edilen “fazla üretim” veya hayvancılık sayesinde. Ama “bu, aynı zamanda,
sosyal adaletsizlik anlamına da gelmektedir” diyen mütefekkirler de vardır.
Medeniyetin veya ziraat cemiyetlerinin ortaya çıkması 10 bin yıl önce olan bir
hâdise. Ve 300 yıllık bir sanayi devrimi hikâyesi var malum olduğu gibi.
Bizim, bir
ziraat cemiyetinin sosyal organizasyon bünyesine göre, bilhassa “Timar”
sistemine dayanan bir sosyal organizasyon biçimiyle, ‘batı’ ile rekabet etmemiz
mümkün değildi. Bu doğru! Yani, bir sanayi cemiyetinin bir ziraat cemiyeti ile
savaşması hâlinde, daha üstün silahlara ve teknolojiye sahip olması sebebi ile
(değerler açısından daha üstün değilse bile veya daha üstün sayılmasa bile),
teknolojik açıdan daha üstün olduğu için, silahların gölgesinde, kendi
hakimiyetini kabul ettireceği çok iyi bilinmesi gereken bir şeydir. Tabiî, bu
bir hayat-memat mücadelesi olduğu için, biz bu işe, batının ilerlemesine ve bizim
geride kalmamıza, bîgâne kalamazdık. Tanzimatçılar da bunu görmüşlerdir.
Ancak, bir
şey olmak istiyorsunuz; yani, bir sanayi ülkesi olmak istiyorsunuz. Bir şeyi
olmak istemek başka, “olmak” başka! Mantıkta bir kaide vardır: “Propter
hoc ergo hoc" derler; yani, “şu bundan önce olduğu için bunun
sebebi sayılmaz.” Tarihçilerin çok yaptıkları bir hatadır bu: “Şunlar
olmuş” efendim, binaenaleyh, şu şu neticeler doğmuş” diye. Ama bizim batılı
olmak istememizle batılı olmamız farklı şeylerdir.
Biz aşağı yukarı
son elli yıl zarfında sanayileşmeye geçmiş bir ülkeyiz. Yine de, bu maddî
unsurların yanısıra, kendi kültürel değerlerimizi tamâmen terkedip batılı bir
millet olmuş değiliz; batılılar da böyle kabul ediyorlar; esasen, gerçek de
budur. Biz kendi kendimizi “biz batılıyız” diye kandırmakla gerçekler değişmeyecektir.
Şimdi bir “sanayi cemiyeti” olmuş sayılırız. Ama, yine demin ortaya
koyduğum perspektife göre konuşalım. Bugün, hattâ sayın Kültür Bakanının
ifadesiyle, “Bilgi Toplumu”na, bazı başkalarının ifadesiyle,
post-industrialism (“mass media” demeyi tercih edeceğim ben buna, “kitle
iletişimi” toplumu), Sanayi Ötesi veya Sanayi Sonrası Toplumu demişler; (İşte,
Japonya ve Amerika örnekleri var) hattâ, bazı mütefekkirler “medeniyet
sonrası”na geçtiğimizi söylüyorlar.
Yani, biz
şimdi neredeyiz? Biz, bir sanayi toplumuyuz; yakın istikbalimizde, eğer
başarabilirsek böyle bir teknolojiye sahip olmayı, Amerika gibi bir sanayi-ötesi
toplumu olmak var. Peki ama, bu arzu edilecek bir hedef midir? Yani, “orientation”umuz
doğru mudur gerçekten?
Nabi Avcı diye bir
arkadaşımız “Enformatik Cehalet" diye bir kitap yazmış: Bu
söz bana Neyzen Tevfik’in bir mısrasını hatırlattı. Neyzen Tevfik demişti ki:
“Okutur
cahili echel ederiz!”: Biz mekteplerde cahilleri okutup en cahil kişiler yapıyoruz.
Bugünkü
pozisyonumuz ise şöyledir; bugün biz insanlara televizyon seyrettirip, bu
“echel”leri “ebleh” yapıyoruz. Yani en cahil insanlan alıp, en budala insanlar
hâline getiriyor, ebleh yapıyoruz. Cahilin ilim sahibi olması ve hattâ
delilerin bile akıllanması mümkündür; belki bir deli tedavi edilir, akıllanır;
ama aptal bir insanın iflah olmasımümkün değildir. Yani, aptalın hiçbir zaman
akıllanacağı yoktur! Biz insanları aptallaştıran bir kitle kültürünün
etkisindeyiz. Yani bu ya industrialism denen, yahut Mass-medianm kontrolündeki,
Sanayi Sonrası Toplum denen, “bilgi toplumu”, birçok cazip, büyük
teknolojik özellikler taşımaktadır. Ama, pek çok menfî özellik de taşımaktadır.
Hattâ, insan
şahsiyeti açısından bile örnekler verebiliriz: Fazla akademik olmak
istemiyorum; tiplemeyi yaparken, sosyal psikologlar derler ki: Gelenekçi
Toplumlar, Sanayi-öncesi Toplumları (ziraatçı veya hayvancı) “otoriterian”
karakter tipi’ni geliştirirler; Sanayi Toplumlan autonom karakter tipi’m yetiştirirler.
Bir
Amerikalı sosyologun ifadesine göre, bu Amerikan cemiyeti ise “other-directed”
denen bir tipi yetiştiriyormuş. Ben bu tipi gittim, gördüm, yaşadım ve
biliyorum. Güzel örnekler de verebilirim. Bu tip kitle iletişim
araçlarının kontrolünde, kendi fikir ve inancı bulunmayan, şahsiyetsiz bir
tiptir. Mass media kulağına ne fısıldarsa, ona göre davranır. Gerçi bu tipin
sevimli özellikleri de vardır. Böyle olduğu için, herkesin paylaştığı ve o sıralarda moda olan
kanaatleri paylaşan bir tip, kimseyi rahatsız etmiyor. Bu tiple kolay iletişim
kurulabilir; ama, bu tipin kendi şahsiyeti yoktur. Menfaatlerinden başka bir
hedefi de yoktur. Bunu da göz önüne almak lâzımdır. Yani insan karakterini dahi
etkilemektedir bu gelişmeler.
(Günümüz Aydınlarıda bu şekildeler. Siyasîler ortaya bir laf atıyor. Mal bulmuş
gibi üzerine atlıyor. Y)
Şimdi
teknoloji dediğimiz, ilmin pratiğe yansıyan yönü. Marx efendi, hâdiselerin belirleyicisi olarak ekonomiyi göstermişti.
Bu birçok tarihçiyi de etkilemiştir. Ancak, aslolan; kültür ve teknolojinin
karşılıklı münasebetleridir gibime geliyor; bilim ve teknolojiyi
yaratan şey de kültürdür; o kültürel birikimdir. Bunlar tabiî karşılıklı
etkileşim gösteren vâkıalar ve teknolojinin bir cemiyeti değiştirmemesi mümkün
değildir. Antropologların verdiği bir misal vardır. Onlar “insan elini ve
başparmağını kullandığı andan itibaren; baltayı (taş baltayı) yaparken
düşünmeye bağlamıştır" derler. Yani, kullandığınız teknoloji
size birtakım fikirleri telkin eder. Meselâ sanayi teknolojisinin insanlara
ateizmi ya da dinsizliği ve materyalizmi telkin ettiği çok iyi bilmen bir
şeydir. Sorokin, Çağdaş sosyoloji Teorileri'nde, ‘makinalaşmanın
insanları nasıl dinsizlik istikametine doğru götürdüğünü’ güzelce anlatmıştır.
Çağımızda insan hayatının gittikçe makinalaşması ve böyle parçalanmış,
değerleri olmayan, bir hayat yaşamamız, bazı mütefekkirleri ümitsizliğe
düşürmüştür. Pek çok misal saymak mümkündür. Hattâ, şâirin biri demiş ki:
“Eskiden
Hıristiyanlar haça inanır, haça güvenirlerdi.
Şimdi
elektrik dinamosunun gücüne itikad ediyorlar”
Demek ki bir
şeye itikad etmek lâzım. Yani, sular yokuş yukarı akmaz; seviye farkı,
kanununa itaat eder; suyun yokuşa, yukarı tırmandığım gören var mı? Tabiî ki,
tarihî gelişmeler, “tarihî kader” diyelim tabiri caizse, insanoğlunu bir
yerlere sürükleyip götürüyor. Biz de nehrin içindeyiz ve biz de bir yerlere
gidiyoruz; bulunduğumuz konumdan bakıyoruz olaylara, insanlara; yani bizim
meseleler hakkındaki ve dünyadaki olaylar hakkındaki fikirlerimiz, kendi
pozisyonumuzun telkin ettiği fikirlerdir; kendi görüş açımızın telkin ettiği
fikirlerdir. Bunda modem iletişim araçlarının büyük bir rolü var.
Müslümanların da bu noktaya iyi dikkat etmelerini ben arzu
ederim şahsen; yani, müslümanların ben çocukluğumdan beri şikâyetlerini
dinliyorum;
efendim, Yahudiler şöyle,
Yahudiler böyle!
Yahudiler’in usulleri,
Yahudiler dünyayı yönetiyorlar!
Peki ama, dünyayı neyle yönetiyorlar?
Yahudiler dünyayı, bütün haberleşme araçlarına hâkim olarak
yönetiyorlar. Yani, bu ülkelerin büyük televizyon şirketleri, büyük yayıncılık
şirketleri de Yahudiler’in kontrolünde olduğu için, Müslümanların böyle bir
faaliyeti görülmüyor; bu çapta bir faaliyeti görülmüyor en azından. (Şimdi ise
bu işe el attılar ancak kendi cemaat propagandasından öteye geçmiyor.)
Bakınız,
derler ki, Hitler Avusturya’yı radyo ile fethetti. Sadece radyo kullanarak.
Bu propagandanın gücüyle... İnsanoğlu lisanın ve kavramların çok etkisinde
kalan, kolayca beyni yıkanabilen, bir varlıktır. Buna dikkat etmek lâzım. Yani
dilin dahi, en hususî varlığımız olan dilin dahi, faydalı yönleri olduğu kadar
zararlı yönleri de vardır. Dilin bazı kavramlarını ideolojik çerçeveye
sokarsanız, onları tartışılmaz hedefler olarak gösterirseniz bizim bu “batılılaşma”
çağdaşlaşma örneğinde olduğu gibi; insanların beynini öyle yıkarsınız ki artık
size karşı çıkmaya kimse cesaret edemez. Savaş hâlinde bile, Hitler örneğinde
işte gördüğümüz gibi, size silah çekmeye bile gerek duymadan adamcağız teslim
olmuştur. Yani, işte Avusturya Almanya’ya teslim olmuştur, radyonun propaganda
gücü sayesinde.
Biz bugün bu
kitle iletişim araçlarının kontrolüne girmeye başladık. Hattâ aktüel bir
haberdir: İşte, Tunca Toskay Almanya’da TV vericisi kuracakmış, Türkiye’ye
yayın yapacakmış. Tabiî Türkiye’de olmadığı için Türk kanunlarına tabi
olmak da gerekmiyor; izin almak da gerekmiyor, diye bazı münakaşalar oluyor. (1989 Yılında)
Şimdi bizim
sahip olduğumuz teknoloji, hakîkaten tehlikeli ve boyutları iyi bilinmesi
gereken bir teknoloji. Bugün dünyada çok garip şeyler oluyor. Ve dünyanın
nizamı, politik nizamı, eskimiştir; sınırlar aşınmıştır. Devlet sınırları
aşınmıştır. Öylesine silahlar var ki insanoğlunun elinde, bütün insanlığın
elbirliği yapıp bu silahlan yok etmesi gerekiyor. Bu teknoloji dünyayı öylesine
kirletmiş, öylesine yaşanmaz bir yer hâleline getirmiş ki, böyle bazı çevreci
grupların yaptığı gösterilerle bu işin altından kalkılması mümkün değildir.
Bütün dünya milletlerinin el ele verip bu işten kurtulmaya çalışması lâzım.
Yani teknolojiyi dizginleyecek şeyler lâzımdır.
Hattâ, benim
okuduğum dergilerin birinde, bir yabancı dergide, AİDS virüsünün bile genetik
teknoloji deneyleri yapılan (yani mikrop üreten, silah üreten yerler var, bugün
canlıların, mikropların bünyesine müdahale etmek suretiyle biyolojiki silahlar
yapılıyor) bu laboratuvarlardan birinden kaçtığı iddia ediliyor. Zavallı yeşil
maymunlann sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor Amerikalılar.
Yani, bugün insanoğlu hayatın sırlanna müdahale eder hâle gelmiştir. Bugün
öyle garip şeyler oluyor ki, kıyamet de bu işten kopacak gibime geliyor.
Genetik mühendisleri oturup genleri, mikropları, çeşitli varlıkların irsiyet
hususiyetlerini, birbirine karıştırıp değişik yaratıklar çıkarmak gayreti
içindeler ve bunda da mikrobik organizmalarda büyük çapta başarı göstermiş
bulunuyorlar maalesef ve hükümetler bu işin gizli tehlikelerini bildiği için
hattâ bunların bütçelerini kısıyorlar, fazla araştırma yapmasınlar diye.
Batıda oluyor bunlar...
Bugün süper-conductivite
denen bir şey var, süper iletkenlik diye bir şey; bizim bu kullandığımız
âletlerin, teknolojinin enerjisini temin eden şeyler, meselâ elektrik,
nakledilirken büyük oranda zayi oluyor. Buna dair Cipolla’nın “Ekonomi ve
Nüfus” kitabında güzel örnekler vardır. Yani, biz bir enerjiyi
kaynağından alıp işe dönüştürünceye kadar, onu büyük oranda zayi ederiz. Bakın,
kömürle elektrik ürettiğimizi farzedelim. Kömürü madenden çıkaracağız; onunla
suyu ısıtıp buhar yaptıktan sonra, buhar tribününde elektriğe çevireceğiz.
Elektriği de tellere naklederken tekrar zayi ederiz. Yani Cipolla’nın yaptığı
bir hesaba göre, aklımda kaldığına göre, % 10 civarında idi verimlilik oranı; %
90’ı ziyan olur. Halbuki bugün elektriği iletirken hiç enerji ziyan etmeyen âletler
geliştirmeye çalışıyorlar. Bundan 10 yıl önce bu hayaldi. Ama geçen yıl bu işi
başardılar. Yani öyle garip şeyler oluyor ki, bunların dünyayı çok büyük
ölçüde değiştireceği kesindir. Bu değişmenin bizim aleyhimize olacağı da çok
kesindir.
Yani biz bu
gelişmelere bigâne kalmak istemedik zaten, politikamız da, devlet politikamız
da bu değil. Başından beri, ta Tanzimat’tan beri. Ama bir şey olmak istemek
başka, olmak başka. Kendi kafanızı çalıştırıp bir şeyler üretmek zorundasınız;
gerek kendi kültürümüzü yenilememiz açısından, gerekle batı kültürünü taklit
etmemek açısından. Fikirleri olmayan insanların hayata tatbik edebilecek
herhangi bir pratikleri de, teknolojileri de olamaz.
Yeni
birtakım teknolojiler üretiliyor. Doğru, biz efendim alıyoruz işte, “Batıda ne
yapılmış televizyon, getirin bizim eve de bir televizyon.” Güzel getirdik,
fakat dilini anlamıyoruz ve yanlış kullanıyoruz. Bir Amerikalı Afrika’ya
safariye gitmiş. İlkel kabileler arasındayken nereden bulmuşsa, bir New York Times gazetesi bulmuş; başlamış borsa listelerini
incelemeye. Sütunlar sayfalar dolusu hisse senedi rakamları... Yerliler adama
bakmış, bakmış ve sonunda gazeteyi satın almaya talib olmuşlar... Adam demiş
ki, “okumayı bilmediğiniz İngilizce
gazeteyi ne yapacaksınız, ne işinize yarar?" Demişler ki “bu herhalde çok kıymetli bir göz
ilacı olsa gerek; sen böyle saatlerce oturup kımıldamadan buna baktığına
göre!..." Yani farklı kültürler birbirlerinin dilinden pek anlamazlar;
teknolojiyi taklid etmek başka, doğru kullanmak başka.
Bir de, ben
bakıyorum, gördüğüm kadarıyla, bugüne kadar üretilen teknolojilerin hepsinin
bilâ-istisnâ (meselâ kitapların bile) zararı vardır. Çoğunlukla putlaştırılan
kavramlardan biri de budur; kitap okumak iyidir diye. Her şeyin, her yeniliğin,
birtakım avantajları yanı sıra birtakım riskleri de getirdiği vâkîdir. Çok
eskiden beri, iptidaî kavimlerde “şifahî eğitim” vardı. Medeniyetin
büyük bir bölümü boyunca, 300 yıl öncesine gelinceye kadar, “mektebe bağlı
bir eğitim” vardı. Matbaanın, gelişmesiyle kitaplar yayıldıktan sonra,
dinsizce fikirler de yayılmıştır. Fransız îhtilâli’nin kaynaklarından biri,
ateistlerin fikirlerini kitaplarla yayınlamaları olmuştur. Mektep, daima
otoriterdir ve gelenekçidir. Bugün bu eğitim tarzının da ötesinde, kitle
iletişim araçlarıyla yönlendiriliyor insanlar. Yani, televizyon için
Amerikalılar “aptal kutusu” derler. Dediğim gibi, biz zaten “belki de cahil
olan birtakım kitleleri bir de üstelik aptallaştırmak” gibi bir tehlikeyle
karşı karşıyayız. Bugün bakıyorum (yani benim kendi ilgilerim, kendi zevklerim
herkesi bağlamaz ama) yaşlı başlı insanlar, futbol maçlarından bahsediyorlar.
Sanki gençtirler, onlar da oynayabilirler veya bundan zevk duyabilirlermiş
gibi.
Peki ne
oluyor? George Orvell’in çok güzel bir makalesi
vardır, “Spor Üstüne" diye. Bu yazı Konya’da çıkan
dergilerin birinde de yayınlanmıştır. Aslında bu sportif faaliyetlerin
söylendiği gibi “güzel yanlan“ yoktur. Bilakis insanlar arasında “kin ve nifak
tohumlan“ ekmekten başka bir işe yaramaz. George Orwell gâyet güzel
göstermiştir bunu. Yani, aslında bunlar insanları “düşünmemeye
programlama''nın yoludur. Ben Amerika’da iken gördüm; insanların
kafaları nasıl kanştırılıyor... İnsanları robotlaştırmak mümkün! Vaktiyle Naziler’in yaptığı
gibi, bugün Japonlar’ın yaptığı gibi.
Çok
hevesleniyoruz teknolojik gelişmeye; ama, yine belki siz de seyrettiğiniz; Japonya’da
işçiler, fabrika marşları söyleyerek işbaşı yapıyorlar. Tıpkı, bir Nazi
sisteminde olduğu gibi. İnsanların robotlaştırılması veya bir karınca cemiyetinin
kurulması, insan şahsiyetinin yok edilmesi, arzu edilir bir şey değildir. Yani
gelişmenin bedeli, insanın insânî haysiyetinden, vakarından vazgeçmesi
olmamalıdır.
Bu insanoğlu
için ilk ortaya çıktığı zaman için diyorlar ki; 500 bin yıl önce olmuş bir
vaka. Efendim antropologlara göre, bu tekâmül nazariyelerini falan kabul
etmediğimiz takdirde, bildiğimiz gibi insanoğlu 500.000 yıl önce ortaya
çıkmış. “Homo Sapiens” insan, bu bilen insan, somadan “Homo
Faber” oldu. Yani bir şeyler yapan insan, üreten insan, teknoloji
üreten insan. Ancak bu yine batılılann literatüründen vereceğim misali, çünkü
cazip geldi. Pandora’nın kutusunu açmaya benziyor. Yunanlılar’ın esatirinde
(İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. ) böyle birşey var, Pandora
diye bir şey varmış efendim, bir zat varmış; onun bir kutusu varmış; bütün
kötülükler onun içindeymiş. Kutunun kapağını bir sefer açtmız mı, bütün kötülükler
dünyayı istilâ ediyor. Yani insanoğlu, başlangıçta belki yavaş yavaş 300
yıldır gittikçe hızlanan bir şekilde, teknoloji cinini bu kutudan dışarı
salıvermiş bulunuyor ve bunun bizi sürüklediği âkıbeti bilmiyoruz.
Biz
televizyon karşısında oturup, akşama kadar kendisine takdim edildiği şekilde, “dünya
olaylarını yorumlanmış biçimde” izleyen ve vakit öldürmekten başka hiçbir
düşüncesi olmayan, birtakım “aptal emekliler cemiyeti” mi yaratmak
istiyoruz?
Sanayi
devrimine gelinceye kadar ani ölümler olurdu, salgın hastalıklar olurdu vebâ
hastalığı gibi. Vebâ hastalığı bir gelirdi insanlar dağlara kaçardı.
Tarihçiler derler ki her 15 yılda bir İstanbul’a vebâ hastalığı gelirmiş, halk
dağlara kaçarmış, vebâ hastalığına yakalanmayalım diye. Kara veba denilen
meşhur hastalık 13. asırda Avrupa nüfusunun 3’te 2’sini götürmüştür. Yani böyle
salgın hastalıklar ve benzeri tabiî afetler yüzünden insan nüfusunun bir
dengesi vardı. Doğum oram ile ölüm oranı arasında bir nisbet vardı. Şimdi
doktorlarımız sağ olsunlar hastalan tedavi ediyorlar, gerçi bu işi de tenkit
edenler var: Yani fakirleri deney tahtası yapıp, efendim fakirleri öğrenmek
için kullanıp, zenginleri tedavi ettiklerini söyleyenler de var. Ama insanları
velev ki felç hâlinde olsa dahi öldürmemek için ellerinden gelen gayreti
gösteriyorlar. Her ne hâl ise, eskiden çok basit bazı hastalıklardan bir sürü
insan ölürken, doğum ve ölüm değiştiği için bugün insanlık bir de nüfus artışı
problemi ile yüz yüze.
Bugün
dünyanın nüfusu 5 milyardır. Aslında bu nüfus tabiatın dengelerini alt üst
eden başlıca unsurdur. Bu çevreci vatandaşlar konuşuyorlar; ama bunun için
dünya çapında bir organizasyon lâzım, yani insanlığın el birliği ile hareket
etmesi lâzım ki, bu da bugünkü politik strüktürle pek mümkün değil. Zaten
bugünkü politik yapının eskimiş olduğunu (teknolojiye göre) söyleyişimizin sebebi
de bu. Bir kere dünya çapında tedbirler alınmadıkça bu iş önlenemez.
Geçende ben
televizyonda dinledim. Bir yöremizin belediye başkanı diyordu ki, efendim biz
işte 700 dekarlık bir sanayi bölgesi ayırdık, yani 5 dekarda şey için
ayırmışlar: Farazâ her evlenen çift bir ağaç dikecek. Küçücük kazada kaç kişi
evlenecek, her birinin diktiği ağaç kaç dekar olacak? Zaten ayırdıkları yer 5
dekar, sanayiye ayırdıkları yer 700 dekar. Bu bir mecburiyettir. İnsanoğlu
çoğalacaksa tabiatın diğer unsurları sahneden çekilecektir.
Ama bugün
iyice öğrendiğimiz bir şey var; o da şu: Tabiatın kendi içinde bir dengesi var.
Bu teknoloji dengeyi altüst ediyor. Binaenaleyh,
bugün
yediğimiz balıkta kurşun var mı?
İçtiğimiz
suda bilmem ne var mı?
Efendim
geçen gene televizyonda söylüyordu. Midye yiyormuş vatandaş, içinde “cadmium”
birikiyormuş; cadmium denen maden biriktiği için, insanlar öyle tehlikeliymiş,
şöyle tehlikeliymiş: yediğimiz yiyecekten, içtiğimiz sudan, nefes aldığımız
havadan zehirleneceksek nasıl yaşayacağız? Bu sanayi teknolojisinin sonucudur.
Ve bu arada
daha temiz teknolojiler üretmek şeklinde Batılılar’ın kendilerine göre
programları var. Yani işte güneş enerjisinden istifade edelim, işte efendim
başka enerji çeşitleri bulalım, nükleer enerjiden vazgeçelim de yerine füzyon
enerjisi koyalım gibi tasavvurları var. Bu tasavvurları ne ölçüde
gerçekleştirebilecekler, bilmiyoruz. Ama her hâlükârda her çeşit teknolojinin
getirdikleri yanında götürdüklerini de hesap etmek lâzım. Fakat bu teknokratlar
bu işleri yapıyorlar, tabiî ki kimsenin dünya çapında bir plân ve program yapma
yetkisi yok, gücü de yok. Ben böyle şeyleri söylesem bile, yani bütün dünya
beni dinleyecek değil, bir dünya devleti de yok, gücü de yok. Bugün dünyanın
da dünya devletlerinin de, bu tip menfaat mücadelelerinde anlaşması bugüne
kadar vâkî değil, bundan sonra olacağını da sanmıyorum.
Demek ki
teknolojinin kültürden doğma ve insanın hayatını yönlendirme gibi bir özelliği
var. Ve bu kültürel meselelerin ya da efendim teknolojik gelişmelerin insanlığı
bir yerlere sürükleyip götürdüğü anlaşılıyor. Ama bu “nereye gidiyoruz?”
sualini getiren bir gelişme. Efendim biz vaktiyle demişiz ve o zamanlarda bu
tehlikeler meydanda değildi ya.
Efendim biz
batılılaşacağız, batı medeniyetinden olacağız; efendim biz buna rağmen kendi
şahsiyetimizi de reddetmeyeceğiz. Yani kendi kültürümüzü, kendi değerlerimizi
terk etmeyeceğiz. Yani geride ne kalıyor, bu gücümüze gitmiş tabiî. Kendi değerlerimizden
kendi kültürümüzden de vazgeçmeyeceğiz. Binaenaleyh kültürle medeniyet ayrı
şeyler demişiz, işimize öyle gelmiş, batı medeniyetine geçeceğiz. Müslüman
olarak da kalacağız, Türk olarak da kalacağız. İyi de bunlar birbiriyle uymaz.
Yani hem batı medeniyetine gireceksiniz, hem de kendi kültürünüzü muhafaza
edeceksiniz. Bu arada da gittiğiniz yol bugün teknolojinin cazibesi sebebiyle
tehlikelerini de pek bilmeksizin şuursuzca tutulmuş bir yol.
Yani
teknolojiyi yahut ilmin bu pratik hayata yansıyan tezahürlerini inkâr mı
edelim? İşte vatandaş televizyon yapmış, uçak yapmış, bunlar hep göz kamaştıran
şeyler ve başarılar, insan aklı adına. Ama bunlar insanın mânevî ihtiyaçlarını
tatmin etmez, bilâkis bunlar insanda hırs, tamah, bilhassa maddî ihtiyaçlar
uyandırır ve aynca insanoğlu bu teknolojinin bugün büyük ölçüde tehdidi altında.
Yani biz bugün bir dönüm noktasındayız.
Kenneth
Boulding diye bir vatandaş “Yirminci Asrın Mâ'nâsı" diye bir
kitap yazmıştı. Erol Güngör de tercüme etti. Bu kitabında Boulding, “Bugünkü
Amerika’da ve Japonya’da böyle sanayi ötesindeki (ya da bilgi toplumu yahut ne
derseniz adına) bu gelişmiş ülkelerdeki hâdiseler bir büyük geçişin olduğunu
gösteriyor. Bu geçiş medeniyet sonrasına doğru bir geçiştir.” diyor.
Tabiî
medeniyetin de dediğimiz gibi putlaştırılmış olmaması lâzımdır. Faydalı yönleri
var, zararlı yönleri var, insan haysiyeti bakımından medeniyet dediğimiz şey
şehirlerde oluyor. Şehirlere bir dikkat edin, hele hele büyük şehirlere bir
dikkat edin. Metropolitan hayatı daima, tarih boyunca, şöyle olmuştur: Bir
sürü iki yüzlü insan, ahlâksızlık, sefahat, kokuşmuşluk, Bizans tefessühü,
çürümüşlük. Yani büyük metropollerde bu vardır. Bir yerleşim bölgesi ne
kadar küçükse o kadar temizdir. Eğer Konya’nın nüfusunu 3 milyona
çıkarırsanız 5 milyona çıkarırsanız, Konya’daki bugünkü vasatı bulamazsınız. Ve
çok iyi bilinen bir gerçektir: Büyük şehirlerin getirdiği gerek maddî, gerekse
mânevî bozulmaları önlemenin hiçbir çaresi yoktur. Bir sürü problem
getirecektir.
Hattâ
Desmond Moris şehir hayatını hayvanat bahçesine benzeterek “İnsanat Bahçesi"
diye bir kitap yazmış. Şehirde yaşayan insanların çeşitli anormal
davranışlarını hayvanat bahçesinde kafese kapatılan hayvanların gösterdiği
anormal davranışlara benzetiyor. Yani medeniyetin kötü yönleri de var.
Ama, “medeniyet
sonrasına geçiş” de ne demek? Bugün, bugüne kadar bilinen sosyal
organizasyon biçimimizin, yani cemiyeti düzenleme biçimimizin medeniyet adı
altında bilinen sosyal ve politik strüktür’ün (yapının) eskidiğini söylüyorlar.
İnsanlar diyorlar ki, “artık biz bu medeniyet denilen belâdan
kurtulmalıyız.”
Yani niçin
kurtulmalıyız? Bir sürü avantaj getiriyor bize. Rahat, konfor, efendim bir
sürü âlet edevât. Güzel de, en basitinden bir deodorant bile dünya atmosferini
parçalayabiliyor. Beyefendiler, sanki insanlık kuruldu kurulalı, efendim sanki
ter kokusu olmazmış gibi, bir deodoranttan vazgeçmiyorlar. Bütün
ülkeler birleşseler, el birliği edip, deodorant i’mâlini yasaklayamıyorlar.
Azaltmaktan bahsediyorlar. Gazetelerden okuduğumuz gibi; en basit şey, öyle
çok önemli şey değil. Hayatî bir şey de değil.
İnsanın
ihtiyaçları vardır; yaşamak ihtiyacı vardır. Ama birinci ihtiyaç, asgarî
ihtiyaçlardır, yaşamak ihtiyacıdır. Hayatı tehdit ediyor bu getirilen konfor,
lüks veya maddî kazançlar.
Her şeyden
evvel, her şeyden daha önemli olan, bizim yaşama hakkımızı tehdit ediyor ve
bunun tek tek devletlerin alacağı kararlarla önlenmesi mümkün değil.
Kültürel
bakımdan dahi bizi, değerlerimiz açısından, manevî değerler açısından
sürükleyip götürdüğü yönün de, hiç sevimli yanı yok. Bir kere sanayi
toplumunun insanları dinsiz yaptığı ispatlanmıştır. Ama bunun yine sevimli
bir yanı vardır. Sanayi toplumunun insanları, batı toplumunun insanları ciddi,
inançlı, farklı inançları olsa bile, hattâ ateizme de inansa, materyalist de olsa,
sağlam inançları olan, prensipleri olan bir tiptir. Hattâ sömürgecilik tarihi
bunu ispatlamıştır. Batılılar her gittikleri yere kendi kültürlerini zorla
aşılamaya çalıştılar. Çünkü batılılar kendilerinden emindiler; kendi
yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyorlardı. Sömürgecilik tarihi bunun yanlış
olduğunu ispatladı. Ama henüz Türkiye için demeyim ama bu ileri teknolojinin
bulunduğu ülkelerde, bugün ortaya çıkan insan tipi şahsiyetsiz bir insan
tipidir. Hiç bir îtikâdı, inancı bulunmayan bir insan tipi.
Ben
uzun zaman batı neşriyatına abone oldum. Time dergisini izledim,
görüyordum: Amerikalılar, meselâ bir konuşmasında, açık oturumda gafil
bulunmuş, önceden hazırlanmadığı için hazır olmayam söylemek zorunda kalmış
olan Reagan için; diyorlar ki; “Biz bu Reagan’ın aptal olduğundan şüpheleniyorduk, şimdi konuşunca
şüphemiz kalmadı, kesin aptal bu adam”. Bunu Amerika’nın en yaygın dergilerinden Time
yazıyordu. Ama Amerikalılar gene de bu adamı seçiyorlardı. İki devre başkanlık
yaptı. Biliyorsunuz. Peki niye seçiyorlardı?
Çünkü
oralarda reklamcılık yoluyla imaj yaratma denen ve kitlelerin motivasyonu
şeklinde, bütün bu neşriyatın, kitle iletişim araçlarının kontrolündeki
insanların yönlendirilmesi şeklinde, son derece kuvvetli teknikler var. Ve
Reagan’a ve hattâ bile bile, “canım babacan bir adamdır, aptal maptal ama” diyerek
oy verenler var Amerika’da. İşte “İrangate skandali” nda
gördük. Muavinleri ne naneler yemişler, Raegan
efendinin haberi yoktur, olup biten işlerden hiç haberi yok adamın. Aptal
olduğu Amerika’da meşhur olmuş ama bütün Amerika’da en popüler başkan olmuştu. (Aynı şeyler bizde olmuyor mu?)
Neden
popülerdi? Çünkü bu kitleleri yöneten Mass medya öylesine etkili, televizyonu,
efendim, neşriyat dünyası, kitapları, gazeteleri, hepsi de Yahudi kontrolünde
ya, o da ayrı bir hikâye. Efendim bu insanları istediğiniz istikamete, tabiri
caizse, afedersiniz boynuna yular takmış gibi çekip sürüklüyordu. Bu tip bir insan
makbul bir insan değildir. İnsan vakarı ve haysiyeti açısından böyle bir
gelecek arzu edilemez. Bizim geleceğimiz bu olmamalıdır.
“Çözüm yolu
üretmiyorsun” diyorlar bazıları. Bu tip tenkitler yaptığımız zaman bana bazı
arkadaşlar, “doğru bunlar ama ne yapmak lâzım? Yani bu tenkidler yerinde,
güzel; ama, çözüm yolu teklif etmiyorsunuz” diyorlar. Doğru. “Yani
belki kendi oryantasyonumuzu kendimiz tesbit etmeliyiz: Bulunduğumuz mevkii,
gitmemiz gereken istikameti kendimiz düşünmeliyiz, kendimiz karar vermeliyiz.”
derken belki çözüm üretmiyorum ama bunun taklit yoluyla mümkün olamayacağını
söylemek bence yeterli bir çözüm. Yani oturup, bütün milletin meselelerini
de bir tek insanın sırtlanacak hâli yoktur. Biraz da oturup diğer insanlar çözümlesinler.
Efendim, “Batıyı
taklit etmekten ve kendi geçmişimizi taklit etmekten vazgeçmek” bir
formüldür; bu formülün içinde, yeni fikirler gerekiyorsa, kendimize göre
yeni teknolojiler üretmek fikri de vardır. Ama bunu tabiî ki cemiyet
yapar: İnsanlar tek başlarına o kadar önemli yaratıklar değildir, tek başlarına
bir şey yapamazlar. Tarihçilerin böyle hatâları vardır, falan işi filan, Türkiye’nin
bütün gelmiş, geçmişini falanca vatandaş yapmış. Olmaz, kimse tek başına bir
şey yapamaz.
Netice olarak, tarihî
bilgi ve tecrübelerimize dayanarak, yeni bir “orientation” tesbit etmemiz
gerekir, diyorum. Ve bu sayede ortaya konacak
fikirler ve kültür hayatının pratik hayata yansıması olarak; “kendi
teknolojimizi kendimiz üretmemiz gerekir”. (Şimdilerde herşey dışarıdan olunca)
Kendi geçmişimizi veya
batıyı, yahut başkalarını taklid ederek bir yere varamayız.
“Fikrî açıdan yaratıcı olmalıyız ki, yeni bir
kültür ve kendi tercihlerimiz ve orientationumuza göre yeni ve istediğimiz gibi
bir teknoloji üretmemiz de mümkün olsun” diyorum.
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR KÜLTÜR, TEKNOLOJİ VE SANAT YAZILARI, Şule Yayınları Ağustos 2012
İstanbul, (s. 34-57)
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bir Devlet kurucusu değildir. Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz'in (Herkesin
müslüman olması sebebiyle vergilerin azalması ve hâzinenin boşalmasından
şikayet eden Mısır valisine cevâben) dediği gibi,
“Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem, Peygamber olarak İslâmiyet’i teblîğ etmeye gelmişti, vergi
toplamaya değil!”
Medeniyet ve devlet
hakkında yapılan yorumlara göre, siyasî/sosyal organizasyon olarak “Devlet”
işbölümü neticesinde doğan sınıflaşmanın sonucu olarak (fakat zorla, yani polis
gücüyle) vergi toplayan ve tegallüb esasına dayanan bir kurumdur.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme böyle bir şeyi isnâd etmek, bir çeşit iftira olur bizce. Ancak, Dört Halife çağındaki kurumlaşma için
Devlet tabiri kullanılabilir. Fakat, esasen Peygamberin idealleri ile değil,
tarihî zaruretlerle ortaya çıkan bu Hilâfet kurumu, on- beş yıl içinde
ihtilaflara yol açmış ve ancak otuz yıl kadar yaşayabilmiştir. (M. 632-661).
Müslümanların Peygamberi
ideal bir Devlet'in kurucusu gibi görmeleri ve Hilâfetin Türkiye Cumhuriyeti
tarafından ortadan kaldırıldığını düşünmelerine gelince, bu yanlış bir
tefsirdir. Peygamber Hicretten
sonra Yesrib'de, aynı zamanda siyasî bir güç olacak sonuçları ile birlikte,
bir mü’minler cemaati tesis etmiştir.
Pekâlâ, Peygamber
Medine'sini (Medinetü’n-Nebî; Peygamberin Şehri) kurmuştur. Diyelim ki, Dört
Halife devri dahi, her ne kadar sahabe arasında o devirde bu hususta ihtilaflar
mevcut bulunmuş ise de, tartışılamaz biçimde bir “İslâmî rejim” modeli
teşkil etsin. Ancak, o sistem de yürütülememiş ve çok kısa bir zamanda çökmüş;
yerini, bildiğimiz beşeri mülk (saltanat)
almıştır.
Şu halde, Miladî
661'den beri, İslâmî ideallere göre bir yönetim biçimi (yahut her ne kadar
İslâmiyet’e saygılı olsa da, yüzdeyüz İslâmî bir siyasî pratik) tarihte mevcut
olmamıştır. Zaten müslümanlar, «ideal toplum modeli» olarak, bu
tarihî/pratik tatbikatı değil, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
kendi Asr-ı Saadet’ini görmektedirler. O günden bugüne kadar, muhtelif
müslüman devletler mevcut olmuş, bir İslâm medeniyeti gelişmiş ve yaşamış;
ancak, gerçek bir İslâmî rejim uygulanan bir teokratik devlet, yahut “İslâm
Devlet”i mevcut olmamıştır. Gerçi müslüman hükümdarlar, teorik olarak
teşri (kanun yapma) hakkına sahip değildiler ve “kanun Peygamberin
getirdiği Şeriat’tir” denilmiştir; hatta müslüman devletlerinde
şeriat tatbik dahi edilmiştir, ancak yönetim meseleleri dışında! Her
ne kadar Sünnî teori (Mâverdî’nin el-Ahkâmu’s-Sultaniye’si
gibi) bu hali meşru ve tabiî birşey gibi göstermeye gayret etmişse de, bunun
mevcut statüko'yu meşrulaştırmaktan ibaret olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi
Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.136-137)
Sömürgecilik
faaliyetleri sayesinde gelişen ve sanayileşen Batı medeniyeti ile yaptığı
mücadelede, gerileyen ve mağlup olan İslâm dünyasında, başlıca iki oryantasyon[2] biçimi
ortaya çıktı:
a- Batının üstünlüğünü
kabul ederek, Batı teknolojisini ve giderek bütün Batı Kültürünü benimseyen “Modernizasyon”
dediğimiz oryantasyon biçimi;
b- Veya, mağlup oldukça
kendi kabuğuna çekilerek (Batıya karşı düşmanca bir tavrın ifadesi olarak)
Batı'yı küçümsemek, görmezlikten gelmek ve geleneklere daha sıkı sarılmak:
Mağlubiyetin sebebi olarak “geleneğin çözülüşünü görmek ve geleneğe dönüş
oryantasyonu!
Doğru bir oryantasyon
ortaya koyabilmek için, bu iki oryantasyon biçimini incelemek ve anlamak
gerekir. Bize göre, her iki oryantasyon biçimi de yanlıştır. Bu
yanlışların mahiyeti üzerinde durmak ve bugünkü dünyanın gidişatı hakkında
esaslı bir fikir edindikten sonra, yaşadığımız tarihin ışığında ve geleceğimiz
için yapacağımız tercihlere göre bir oryantasyon ortaya koymak gerekir.
Kendi tenkidimizi
arzetmeden önce Toynbee'nin bu husustaki tenkitlerini hülâsa etmek istiyoruz.
Toynbee, Yahudi tarihinden alınma tabirlerle, “Geleneğe Dönüş” taraftarlarına
“Zealot” (Roma hâkimiyetine karşı ayaklanan Musavî partizan anlamına) ve
Batılılaşma taraftarlarına da “Herodian” (Roma kültürünü benimseyip
taklit eden eski Yahudiye kıralı Herod'dan mülhem bir tabir) diyor.
“Zealot o
kimsedir ki, bilinmeyenden kaçarak âşinâ olduğuna sığınır ve korkunç silâhlar
kullanan bir yabancıyla karşılaştığında, yenilmekte olduğunu anlayınca, kendi
mücadele sanatını anormal bir titizlikle uygulayarak karşılık verir.
Zealotluk gerçekte, yabancı baskısı sebebiyle geçmişe sığınan “arkaizm”dir;
“geçmişe sığınma” diye tarif edilebilir. İslâm dünyasındaki temsilcileri Kuzey
Afrika Sünûsîleri ve Orta Arabistan Vahhabileridir. (Toynbee, yaşayıp
görseydi, bugünkü İran Cumhuriyeti’ni de Zealot olarak görürdü herhalde).
Batının üstünlüğünü
görmezlikten gelmenin, “Düşmanından kaçan devekuşunun başını kuma
gömmesine” benzediğini de ilave ediyor. (Tercüme hataları olsa bile,
Toynbee'nin Medeniyet Yargılanıyor
isimli eserindeki, bu “İslâm, Batı ve Gelecek” bahsi, bütün müslüman
münevverlerin ibretle okuyup üzerinde düşünmesi gereken son derece enteresan
bir bahistir).
Herodian ise, “o kimsedir ki, bilinmeyenin tehlikesine
karşı en iyi savunmanın, onun sırrını çözmek olduğunu zanneder ve karşısında
kendisinden daha iyi teçhizatlı bir düşman görünce o düşmanın taktikleriyle
savaşmayı seçer. Zealot geçmişin örtüsünde canlanmaya çalışır, Herodian şimdiki
zamanı cesaretle araştırır ve geleceği karşılar; Zealot içgüdüsüyle hareket
eder, Herodian aklını kullanır... Herodianlık, Zealotlığa göre etkili ve onunla
karşılaştırılamaz bir çözüm ise de, gerçek bir kurtuluş yolu değildir. Evvela
bu tehlikeli bir oyundur: Irmağı geçerken at değiştirmeye benzer: Binici atı
değiştiremezse ölüme gideceği bellidir. Bu tıpkı Zealotın otomatik tüfeğe karşı
okla karşılık verirse öleceği kadar kesindir. Herodianlığın tecrübe edildiği iki ülke Mısır
ve Türkiye'dir.”
Şimdi Toynbee'nin
Herodian dediği, modernist yahut “Batıcı” zihniyetin zayıf noktaları hakkındaki
tenkitlerine bakalım:
“Bir kere Herodian
başarılı olsa bile, bu insanlığın kültür mirasına ne kazandıracak? Onun taklit
ettiği şeyin aslı zaten Batı'da var” diyor Toynbee. Ve
Batılıların bu “Batıcıları” küçümsemesini Kitab-ı Mukaddes’ten alınma bir
pasajla ifade ediyor: “Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız / Biz yas
tuttuk, siz ağlamadınız”. Herodianlığın asıl zaaf noktalan hakkında ise
şöyle diyor:
“Herodian (Batıcı,
modernist) kendisi taklitçi olduğu için hiçbir zaman yaratıcı olamaz. Böyle bir
şahsiyetsizlik ifadesinin insanlara ilham ve heyecan veren bir yönü de yoktur
elbette: Ve Herodian ancak ayakta kalmak, yaşamak için bu yolu seçmiştir;
gayesi dünyevîdir; hiçbir uhrevî vaadi olamaz; ne var ki bu usulle insanları
dünya nimetlerine kavuşturmak da mümkün değildir. Olsa olsa, Batı ile
işbirliği yapan, Batılılaşma taraftan, küçük bir yönetici azınlık dünya
nimetlerine kavuşur. Halkının çoğu ise, Batıya proleterya (işçi) olmaktan öteye
gidemez.”[3]
Nitekim Toynbee haklı çıkmış ve Türk insanı Almanya'ya, Hollanda'ya
“çöpçü” olmuştur.
Bize göre her iki
tavrın sahipleri de yanlış yoldadırlar. İslâmcı yahut geleneğe dönüş taraftarı,
“Hakikatini kavramadığı ve putlaştırdığı” bir “İslâmî Yönetim
Geleneği”ne dönmek istiyor: Halbuki gerçek manada, böyle bir “İslâmi
Yönetim Geleneği” yok zaten! Mevcut olmayan bir şeyi mevcut sanıyor. Sanki
Batıcı yöneticiler işbaşına geçinceye kadar gerçek bir İslâmî yönetim modeli
uygulanmış da, nasılsa kesintiye uğrayan bu sisteme dönülünce, yani müslümanlar
iktidara gelince, bütün problemler hallolacakmış gibi! Halbuki,
İslâmiyet iktidara gelince nasıl bir siyasî nizam uygulanacağı, İslâmî
ideallerin pratiğe nasıl döküleceği, suali ortadadır. Asıl problem o zaman
başlayacak da denebilir. Müslümanın elinde yalnızca “Medine Toplumu” modeli
vardır. Ancak Hilafet hakkındaki değerlendirmemizde, “Sahâbelerin bu
husustaki ihtilâfını görmezlikten gelsek bile, Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın ve
Hz. Ali'nin suikast kurbanı olduğunu ve 30 yıl içinde sistemin çöktüğünü ve
saltanata dönüştüğünü” söyledik. Bu manzaradan, “demek ki İslâmî idealleri
pratiğe uygulamakta büyük müşkilatlar vardır” yorumu çıkacaktır. Yeni bir
“Din”in ortaya koyduğu (ve bilinen bütün devlet modellerine zıt olsa bile) bir
Peygamberin kendi devrinde ve kendi cemaati ile uygulayabildiği) bir “peygamberâne
nizam” (müteakib nesiller tarafından yapılan askerî fütuhatın meydana
getirdiği şartların zorlaması ile) büyük bir askerî organizasyon sonucunda, de
facto, (fiili, bilfiil) bir Devlet biçimini almışsa; Peygamber zamanındaki
gibi bir “mü’minler cemaati modeli”nin tatbik edilebilmesi zordur ve
ihtilafların çıkması tabiî bir neticedir. Hz. Ömer zamanında, birden bire çok
genişleyen (ve muhtelif organizasyon problemleri ortaya çıkaran) ve
organizasyonun kaçınılamaz neticeleri cümlesinden olmak üzere teşkilatlı icrâ
vasıtaları ve organları (kurumlan) ile bir İslâm İmparatorluğuna (hilafet
rejimi) dönüşen bu sistemin yürümeyiştir. Daha Hz. Ömer zamanında, ganimetlerin
(haraç, cizye, fey gibi gelirlerin) devlet mâliyesi (beytü’lmal) tarafından
kontrolü ve tevzii hususunda ihtilaflar çıkmıştı.
Şuracıkta hemen
söyleyelim: Bugüne kadar, ganimet bir yana, vergilerini tam bir sıhhat ve
adaletle toplayıp, harcamalarını da (yani bu verginin kullanılmasını) adaletle
yerine getirebilen bir tek devlet mevcut olmamıştır tarihte! Peygamberin en
yakın mesai arkadaşları bile, onun ideallerini pratiğe geçirip yaşatamamıştır.
Kaldı ki biz, İslâmî ideallerden hareketle, bugünkü dünyanın ve geleceğin
problemlerine çözüm üretip, onu bugünkü beşeriyete bir alternatif hayat tarzı
olarak sunmak durumundayız.
Şimdi Müslümanlar
Batının tesirlerinden kurtulmak ve kendi geleneklerine dönmek istiyorlar. Hangi
gelenek? siyasî manada, bir “İslâmî Yönetim Geleneği” yoktur. Teşriî,
kazâî ve icrâî yetkileri ihtiva eden bir “İslâmî Yönetim” modeli mevcut
değildir. Eğer “Devlet” tabirini kullanacak isek, “Medine” (Şehir Devleti)
yahut “Asr-ı Saadet” modeli var elimizde. (Her çeşit devlet tegallüble
kurulur ve tegallüble devam eder diyoruz; çünkü devlet, kanun yapma, yargılama
ve yürütme fonksiyonlarını ihtiva eder).
İslâm’da, bütün
dinlerde olması gerektiği gibi, “İlâhî Kanun” hâkimdir. İnsanların, kendi
akıllarına göre uygun buldukları, kanunları yapması söz konusu olamaz.
Halifelerin dahi, ancak icrâî yetkileri vardı. “İslâm Geleneği”ni “Putlaştırma”
şeklinde tezahür eden, bu Batı kültürüne karşı reaksiyoner tavrı anlıyoruz;
ancak, başka sahalarda mevcut olan bir “İslâmî Gelenek”, “Devlet/Siyasî Rejim”
sahasında mevcut değildir. Eğer Müslümanlar,
yalnızca, “Şeriat isteriz, ama ipler kimin elinde olursa olsun”
diyorlarsa, o başka!...
Yani, biz bunu, “mevcut
olmayan bir geçmişe dönüş hayâli” sayıyoruz. Esasen, mevcut olmayan bir
geçmişi taklid etmek de mümkün değildir. Mümkün olsaydı bile, “matlûb” olamaz:
zira, bugünün dünyasında mevcut olan problemlere bir çözüm üretmedikçe (bunun
gereği olan yeni ve seviyeli bir tefsîre kavuşmadıkça) böyle bir mesele, ‘Yalnızca
müslümanların meselesi” sayılır. Halbuki, İslâmiyet bütün beşeriyet
içindir ve beşeriyetin bugünkü problemlerine bir çözüm getirmelidir.
Mehmed Akif, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz
İslâmî” demişti: Bize göre, “asrın idrâki” de yetmez; nereye gittiğimizi
de bilmeliyiz; yahut, varmak istediğimiz yeri ve hedeflerimizi, biz kendi
tercihlerimiz ile tayin etmeliyiz.
Aynı şekilde, bugün
artık mevcut olmayan bir şeyi hâlâ mevcut sanmak (yahut çoktan ortadan kalkmış
bir geçmişi hâlâ mevcut sanarak taklit etmek) şeklindeki yanlış, “Batıcı/Herodian
yöneticilerin de yaptığı bir yanlıştır.” Türkiye'de III. Selim ve II.
Mahmud'un başlattığı bu hareket, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların aldığı
radikal kararlar ile çok kesin ve tartışılamaz bir mahiyet kazanmıştır.
Ne var ki, Kuvâyı
Milliyeciler Osmanlı döneminde yetişmiş insanlardı; yani fikirlerini tanzimatçı
dedelerimizden aldılar: Gençlik ve yetişme dönemlerinde yönelişleri belirlenmişti
(Aslında Sultan Hamid'in zamanında modern eğitim veren, tıbbiye, harbiye ve
mühendislik mekteblerinde yetişenler modemist/Batıcı oldu ve sonunda Sultanı
tahtından indirdiler).
Demek ki, yaklaşık
yetmiş yıldır Türkiye'de tavizsiz bir biçimde uygulanan politikaların
sahipleri, bu fikirleri yetişme devirlerinde, Osmanlı’nm çöküş devrinde
edinmişlerdir: yani Türkiye'de uygulanan bu radikal Batıcılık, Tanzimat’a
kadar geri götürülebilir (ve Kuvayı Milliyecilerin fikirleri esas alınsa bile),
20. asra girerken bunlar yetişmiş gençler olduğuna göre, en azından bir asır
öncesine ait fikirlerdir. Devlet politikamız öyle biçimlenmiştir ki, bir asır
öncesine ait fikirler (o zaman Batı'da moda olan fikirler) bugün dahi
tartışılamaz dogmalar olarak yürürlüktedir. Bir kere, bugünkü Batı, bir
asır önceki Batı değildir: Köprülerin altından çok sular akmıştır Batı da: Modern
Batı Medeniyeti, Ortaçağın Hıristiyan Batısından farklıdır ve temelleri
sömürgecilik devirlerinde atılmıştır. Sömürgecilikle, coğrafî keşiflerden
itibaren, Batı değişmeye başlar. Ancak, Sanayi Devrimi ile gelen Modern
Batı tarihi içinde şekillenen bu Batı kültürü, Birinci Dünya Harbi’nde iflas
etmiştir. Batılı mütefekkirlerin bu tarihten sonra, Batı medeniyetinin
iflasını ilân ettiklerine şahit olunur. Ne var ki yine bu tarihte, Türkiye “bu
ölen kültüre” özenmek ve onu taklit etmek gayreti içine girmiştir. Bu bir “ölü
doğum”dur aslında.
Zaten, bu tavrın
taklitçiliği, hiçbir zaman yaratıcı olamaması ve kültürel mirasını reddetmek
suretiyle kaybettiği kültürel kimliği sebebiyle, ancak zoraki bir modernizasyon
olması mümkündü ve öyle de oldu. (Belki bu zoraki Batılılaşmaya tepki
sebebiyle, Gelenekçi yönelişin sahipleri, kaybolan geleneği gerçekte olduğu
gibi değil İslâmî bir yönetim biçimi gibi görmeye şartlandılar). Ne var ki
Herodian/Batıcı yöneticiler, gerçekte (Batının silâhı ile) Batı’yla hiçbir
zaman savaşamazlar; çünkü (bugünkü dünyada artık hiç de çağdaş olmayan ve
gerçekte 19. asırda kalan fikirleri bir yana), “Çağdaş” olmak isteseler
bile asla çağdaş olamazlar. Taklitçilikleri sebebiyle daima bir adım geriden
gelmeye mahkum olacaklardır. İslâm âlemindeki Batıcı yöneticiler, “Batı”yı
“çağdaşlaşma ve modernleşme” adına, taklit ettiklerini sanıyorlar; ama
gerçekte, sadece geçmişte kalan bir Batiyi taklit etmeye mahkumdurlar.
Taklitçiliğin -tarifi gereği bu sonucu vermesi tabiîdir; çünkü taklitçi Batı'da
ne olup bitiyor, hadiselerin arkasındaki sebep ve prensipler nelerdir,
anlayamaz. Ve ilk bakışta görebildiğini, hadiselerin dış yüzünü, zevâhiri,
görünüşü ve kabuğu kavrayabilir ancak: Bizde Batıcı yöneticilerin, çağdaşlaşma
adına söylediklerine bakılırsa, bugünün Batısını pek tanımadıkları ve
gelişmelerin özünü kavrayamadıkları anlaşılır. Zira bizde Batıcılar, bugünkü
Batı’da değil, bir asır önceki Batı dünyasında popüler olan düşünceleri
savunuyorlar hâlâ!
Oysa bugünkü Batı
dünyasında, Fransız İhtilali ile gelen ve 19. asrın Batısında popüler olan
fikir ve değerlerin yanlış olduğu kanaati yayılmıştır. Bu çağın Batılısı bu çağda yaşıyor, 19.
yüzyılda değil. Bir asır önce vulgarize (adileşmiş) olan fikirler bugünkü
dünyada tamamen demodedir. Bu işte, hayattaki değişme kanununun meydana
getirdiği paradokslarla karşılaşırız: Batı, elbette Batı’dır; ama, o (eski)
Batı kültürü değildir artık; yine de Batı Batı’dır; kendi yolunda hızla
ilerliyor ve 21. asırda bugünkü Batı'dan çok farklı bir Batı olacak! Ancak
bizim Batıcıların, tam yüzyıl önce akledip, yetmiş yıl önce uygulamaya
koydukları (ve şaşmaz bir inatla hiçbir sapma ve değişmeye izin vermeksizin
uyguladıkları) Batılı fikir ve değerler, Fransız İhtilalinin/Sanayi Devriminin
mahsulüdür. 19. asırda Batı dünyasında yayılan, benimsenen ve her yerde
pratikte görülen o kültür, Batıyı büyük felaketlere sürükledi: Birinci Dünya
Savaşı’na yol açtı ve iflas etti. Batılılar Birinci Dünya Harbi’nin meydana
getirdiği şokla, kendi kültürlerini tarihî incelemelerin konusu yaptılar ve bu
iflası ilân ettiler. Almanya'da Historicism (tarihî rölativizm, tarihî
şüphecilik) fikirleri Birinci Dünya Harbi’nden sonra yayıldı. Denebilir
ki Batılı kendi kültüründen şüphe ediyordu artık; zaten ilmî gelişmeler de 19.
asrın kaba saba materyalizmini ve atomculuğunu iyice şüpheli hale getirmişti.
Atomlar hakkındaki bilgileri sayesinde, İkinci Dünya Harbinde nihayet atom
bombasını da kullandılar ve o günden beri kendi kültür ve vahşetlerinden
kendileri de nefret eder oldular.
Bizimkilere gelince,
onlar “kraldan fazla kıralcı”, “Batı’dan fazla Batıcı”dırlar(!).
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET, Medine’yi
Yeniden Kurmak 1996, İstanbul, (s.29-34)
Ege
Üniversitesi Demokrasi, Toplum ve Türk Kimliği Sempozyumu Bildirisi, 1996.
Aklı
başında insanlar, kendi benlikleri ile içinde yaşadıkları dünyanın
münasebetleri hakkında düşünmek ve kendi tespit ettikleri bir oryantasyona
göre hareket etmek zorundadırlar; yani aklı eren her fert,
“Ben
kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, bu dünyadaki pozisyonum nedir ve bütün
bu kâinatla, bu sonsuz varlıkla münasebetim nedir?”
Sualini
şuurlu veya şuursuz bir biçimde cevaplandırmak zorundadır. Kendimiz için nasıl
bir oryantasyon tesbiti yaparsak yapalım, bu oryantasyon sonucunda bir “kutsallık
alanı” ortaya çıkacaktır. Vahşîlerde, putperestlerde ve ateistlik iddiası
güdenlerde olduğu gibi, bütün varlığı kendi nefsimiz açısından
değerlendirebiliriz ve kendi benliğimizin mutluluğundan ibaret bir oryantasyonumuz
olabilir ki bu takdirde kendi nefsimizi putlaştırmış oluruz; bu takdirde ‘kutsallık
alanı’ nefsimizle sınırlıdır ve varlığımızın ma’nâsı ve gayesi kendi mutluluğumuzdan
ibarettir. Yahut, içinde doğduğumuz cemiyetin telkin ettiği ‘kutsallık alanlarını’
benimseriz. Bu takdirde cemiyetin kutsal saydığı din veya ideoloji,
indoktrinasyon (yani telkin yoluyla) benimsenmiş olur. Hakîkî iman ise bir
metafizik şuur ile bir üstşuur ile meydana gelir: Kendi varlığımız ile sonsuz
varlık arasındaki münasebetlerin şuuruna vardığımız ve kendi hayatımızda, yaratılış
gâyemize uygun olarak İlâhî iradeyi gerçekleştirmeye yöneldiğimiz zaman
(nefsimizin veya cemiyetin telkinleri ile değil) hakîkî ve hür iman ile iman
etmiş oluruz. Böyle bir metafizik şuurun telkin ettiği ‘kutsallık alanı’ sınırsızdır
ve bütün varlığı ihâta eder. Yunus’un “Yaradılanı hoş gör yaradandan ötürü”
deyişi bu ma’nâya gelir.
Fertler
bir toplum meydana getirmek üzere bir araya gelip bir “İçtimaî mukavele” yapmazlar;
bilakis, kendi tercih ve görüşlerinin hiç sorulmadığı, kendilerinden evvel
teşekkül etmiş olan birtakım sosyal şartlar içinde doğarlar. Cemiyetin mensub
olduğu bir dîni, indoktrinasyon, yani telkin ve taklit yoluyla benimsemek durumundadırlar.
Hâlbuki uzun asırlar boyunca süregelen dinlerin yerleşmiş an’anevî biçimleri,
bu taklit yoluyla benimseme ve ruhuna nüfuz edememe hâli sebebiyle, ferde
esaslı bir ‘din şuuru’ vermeyebilir. Bu vaziyette ise, görünüşte bir
dîne mensup olan fertlerin, itiraf etmeseler de, asıl, kutsal, dokunulmaz ve
tenkit edilemez mukaddesleri kendi can-ı azizlerinden ibarettir.
Zamanımızda
bütün büyük ülkelerde pek çok farklı inanç sistemlerine mensup birçok toplumlar
vardır ve bunları birleştiren şey, müşterek menfaatler, inançlar ve insanların
müşterek iradesi değil, şu veya bu biçimde var olan bir ‘devlet çatısıdır’. Zamanımızda
faşizm ve komünizm gibi, cemiyetin müşterek siyasî gücünü veya devleti putlaştıran
ideolojiler var. Eğer
bütün bir cemiyeti birleştiren kutsal inançlar yoksa, bu inançlar yerine
ikame edilmek üzere yeni kutsallık alanları ideolojiler biçiminde icat edilmekte
ve devlet tarafından devlet sınırları içindeki bütün toplumlar ve fertlere
indoktrinasyon (yani resmî eğitim ve medya yoluyla) ve kanunların zorlayıcı
gücü ile empoze edilmek istenmektedir. Çünkü,
fertlerin kendi nefislerinden başka bir inanç ve gaye tanımadan -ki aslında,
bu dahi nefsin putlaştırılması biçiminde bir kutsallık alanıdır yaşaması belki
mümkündür; ancak hiçbir inancı olmayan, müşterek değerleri ve birlikte yaşamak
iradesi bulunmayan bir cemiyet yaşayamaz. Zira tarifi gereği cemiyet budur;
aksi takdirde cemiyet değil, yalnızca insan toplulukları, halk yığınları var
demektir.
Kanunî
mecburiyetler ve ‘devletin putlaştırtması’ gibi zorlama veya ‘indoktrinasyon
mahsulü usuller’ ise, ‘gerçek inanç’ ve ‘din şuuru’ yerine
ikame edilemez; çünkü yalnızca dünyevî vaadlerde bulunabilir ve insan rûhunun
bu sonsuz kâinat karşısındaki aczi ve çaresizliği, mânevî ihtiyaçları, bu
formel düzenlemelerle, kanunlar ve devletin varlığı gibi sosyal organizasyon
biçimleri ile tatmin edilemez. Zira
yalnızca böyle bir sosyal organizasyonun veya devletin varlığı, müşterek bir
dünya görüşünün, bir ‘vizyon’un var olması ma’nâsına gelmez. “Bir yerde vizyon (dünya görüşü, geniş
anlamıyla din) yoksa, halk mahvolmaya mahkûmdur” derler. Liberalizm’in, her
ferdin (vahşîlerde ve putperestlik devirlerinde olduğu gibi), yalnızca kendi
hususî gayeleri için çalışması sonucunda, (gayr-i meş’ur bir yanılma ile nihaî
olarak cemiyet amme menfaatlerine) hadim olacağı şeklindeki fikri mantıklı
değildir. Zira herkesin kendi müstakil menfaat, gaye ve hedeflerinin olması ve
bunun için çalışması hâli, cemiyetin müşterek gayelerinin bulunmaması demektir
ve bu tarif gereği, cemiyet hayatı bakımından bir düzensizlik ve kaos
demektir. İşte bu tebliğimizin mevzuunu çağımızda cemiyetlerin ve fertlerin
içinde yaşamakta oldukları bu problemler teşkil etmektedir.
Burada
putperestler veya ateistlik iddiası güdenler ile ilgili söylediklerimi netleştirmek
bakımından, Latinler’in bir sözünü hatırladım. “İndividium est ineffable: Ferdiyet
tarif edilemez ve kutsaldır.” Eski Yunan ve Roma filozoflarının çoğu da, Eski
Yunan’ın tanrılarına ve Roma’nın putlarına inanmazlardı. Fakat bunlar söylenmezdi;
çünkü bir tabiri vardır İngilizler’in (to say the unsayable) “söylenemeyeni
söylemek caiz değildir” şeklinde. Şimdi bu bir çeşit din ve kutsallık
alanı meselesidir ve tartışılması saygısızlık sayılmıştır. Bence bu yerinde
bir telâkkidir. Gerçekten de kutsallık alanı ile ilgili şeyler aslında tartışma
konusu olmazlar. Çünkü inanç rasyonel bir biçimde münakaşa edilemez; çünkü
böyle bir münakaşa insanları derhal hissî reaksiyonlar vermeye sevkeder.
Çoğunlukla cemiyette bu yüzden kavgalar mücadeleler olduğunu görüyoruz.
Diğer
taraftan Bergson’un bir tarifi vardır; Ahlâk ile Dinin İki Kaynağı
adlı eserinde; o, bir ‘statik din’ bir de ‘dinamik din’ tasviri
yapar. Bu
eserinde Bergson diyor ki, aslında dinamik din mistik tecrübenin mahsûlüdür ve
mistik tecrübe de gerçekte cemiyetin veya bir şeriatın (geniş anlamda
söylüyorum; Müslüman şeriatı olduğu gibi diğer dinlerin de şeriatları var,
yani törenleri kuralları var), bir dinin şeriatının formel sınırlan ile tesis
edilen ruhban sınıfı veya ulemâ sınıfı tarafından sınırları çizilen, bir daire
çerçevesinde değil; kendi hür vicdanındaki müşahede ve mükâşefeye dayanan,
kendi müşahedesinin sonunda ulaştığı ve kendince yakın ölçüde gerçek bir bilgi
saydığı müşahedeleri cemiyete neşretmek arzusundan doğar. Böyle bir pozisyonda
‘mistik şuur’dan bahsetmek gerekir ve bu “dinamik din”in konusudur. Ezcümle,
Bergson böyle diyor.
Gerçi
Bergson, Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı isimli eserinde
İslâm tarihinden veya İslâm dininden pek fazla misal vermemiştir. Daha çok
Hindu mistisizminden bahseder verdiği örneklerde; fakat, biliyorsunuz,
Bergson, çok kudretli bir yazardır ve çok zor felsefî mevzuları bile çok güzel
benzetmelerle kolay anlaşılır hâle getirme iktidârı vardır. Bu bakımdan bu
eserini hararetle tavsiye ediyorum.
Diğer
taraftan bir ‘mistik şuur’dan veya ‘metafizik şuur’dan bahsetmek
mümkün.
Demin
ben dikkat ettim ve bazı notlar aldım. Sosyal antropoloji bakımından bir saha
araştırması dinledik tasavvufçular ve onların şeriattan farkları babında; Ebû
Hanife’nin bir sözü geldi aklıma bu sırada. Ebû Hanife buyuruyor ki: “Tasavvuf fıkh-ı vicdânîdir.”
Yani,
vicdânın hukukudur.
Biliyorsunuz
bütün hukuk sistemleri formel (yani şekilci) olmak zorundadır. Bütün hukuk
sistemlerinin de bir numaralı kusuru bence budur. Arkasında gerçek bir hukuk
felsefesi bulunmadığı takdirde herhangi bir hukukî sistem, ister demokratik bir
rejimde tatbik edilsin, ister başka bir rejimdeki devlet çatısı altında tatbik
edilsin, isterse İslâmî şeriat olsun, hiçbir ayrım yapmıyorum; bütün hukuk
sistemleri tabiatı gereği, formel (biçimci) olmak zorundadırlar.
Ben
şimdi hatırlıyorum; İslâm şeriatında da hukukî hileler vardı; meselâ
senetlerdeki icap ve kabul ibarelerini gördüğü vakit, kadı efendi; hukukî hile
olduğu açıkça görünmesine rağmen, bu gibi hilelere pekâlâ itibar ederdi.
Gerçi Sava Paşa’nın İslâm Hukuku Teorisi ile ilgili iki ciltlik bir eseri
vardır: (Ben lise yıllarımda iken Diyanet neşriyatında çıkmıştır. Bizden bir
Ermeni paşası, bu, Osmanlı’ya küsmüş gitmiş ve Paris’te yazmış.) Sava Paşa İslâm
Hukuku Nazariyatı kitabında der ki;
“İslâm
hukuku Roma hukukuna göre çok daha esnek ve çok daha kaliteli bir hukuktur.”
Kendisi
müslüman olmuş falan da değildir, bîtaraf bir zihniyetle söylüyor ve bence
doğru söylüyor. Ama ne kadar esnek bir hukuk olursa olsun, İslâm hukuku da
“İslâm fıkhı” da, hukukun tabiatı gereği, formel (düstür) olmak durumundadır.
Kaldı ki burada “Fıkh-ı vicdânî”den bahsettiğimiz takdirde yani mistik şuurdan
metafizik şuurdan bahsettiğimiz taktirde; bu vicdanda olup biten bir şey ve
bunlar gibi hayatın realiteleri de hiçbir zaman formel hukukî kalıplar içinde
tesbît edilemez.
Ben
şöyle bir fikir arzetmek istiyorum:
Herhangi
bir fikri aklî ölçülerle, rasyonel ölçülerle, nihâî hudutlarına kadar
götürdüğünüz vakit, bir de bakarsınız ki bu ifrat sebebiyle bir noktadan sonra
bu fikir zıddına münkalib olmuş. Bir paradoksla karşılaşırsınız. Yani hayatta
da dâimâ böyledir. Hayatın realiteleri hiçbir zaman formel sınırlamalarla tayin
edilmiş olamazlar. Esasen dinin ‘statik din’ dediğimiz, Bergson’un yaptığı
ayrımla, geleneklerden ve törelerden, ecdattan intikal eden, önce anne ve baba
ocağında, sonra belki eğitimle ve medya ile benimsenen ve taklitçi biçimi, bu
sebeple çok fazla formel kalmakta ve insan rûhuna çok fazla hitap edememektedir.
Tarihte
sûfîlerin çok istismarına rastlanmıştır veya sufizmin insanlara faydası kadar
zararı da olmuştur. Bunun farkındayım, bu bağlamda münakaşa etmiyorum meseleyi.
Ancak şöyle bir ayrım yapmıştım ben son çalışmamda (Varlığın Ma’nâ ve Mazmunu’nda)
“Bir
hayvânî şuur var, bir İnsanî şuur var, bir de metafizik şuur var.”
·
Hayvanî şuurdan kastettiğimiz kısaca şudur: Bizde
de diğer canlılarda olduğu gibi duyu organları var, hasselerimiz var, beş
duyumuz var ve bu duyularımızla dışarıdan aldığımız intibâları biçimlendirmek
sureti ile şuurumuz teşekkül etmektedir.
·
Hayvânî şuur “nesneleri gördüğümüz gibi,
hiçbir akıl terazisine vurmadan hiçbir şekilde münakaşa etmeden, dışarıdan
aldığı intibâları olduğu gibi anlık şuur” olarak kabul etme biçiminde gelişir.
·
Halbuki, insanın müdrikesi hayvandan farklı
olduğu için, akletme, temyiz etme veya soyutlama gibi yetenekleri olduğu için,
insânî şuur gördüklerini, duyduklarını ve öğrendiklerini tenkîde tâbi
tutar, tâhlile tâbi tutar.
Netice olarak, duyulardan
aldığı bu intibâları bu tenkît süzgecinden geçirdikten sonra, akıl ile tashîh
ederek kabul eder. İnsanın oryantasyon kabiliyeti de buradan gelmektedir. İnsan
yalnız ‘şu an’ içinde yaşamaz, insan geçmişi, ‘şu an içinde devam eden
mazinin varlığı ile’ aynı zamanda geleceği de ‘projeksiyon yoluyla’
düşünen bir yaratıktır.
Binaenaleyh, aklî melekeleri,
kullanmak sureti ile bu ‘insânî şuur’ ortaya çıkar; ancak bu insânî şuur,
Protogoras’ın “insan herşeyin ölçüsüdür” şeklindeki deyişinde olduğu
gibi ele alnıırsa, hümanist veya sekülarist bir zihniyet biçiminde ele alınırsa,
bizce o zaman insanın kendi iradesini ve kendi gayelerini kutsal bilmesi ve
başka kutsallık alanı tanımaması biçiminde bir egosentrizm ve etnosentirizm
sonucu verebilir.
Halbuki
cemiyeti putlaştırmak (ki Toynbee buna tarihçi açısından din adlı
eserinde molokperestlik adını verir). Molokperestlik, cemiyetin müşterek
siyasî gücüne tapınma demektir: Faşizmde,
komünizmde gördüğümüz gibi. İnsanperestliğin bir biçimidir: Firavunlarda
gördüğümüz gibi. Yani insanın kendisini, kendi iradesini, seküler bir dünya
anlayışını kabul etmesi de aslında bir çeşit başka inançtır anti inanç
biçiminde de görülse. Diğer taraftan cemiyetlerin bu statik dini,
gelenekselleşmiş bulunduğu için yaşanan bu dini hayat, bahsettiğimiz metafizik
şuuru veremeyebilir. Belki “metafizik şuur”; tarihteki büyük sûfîlerin şahsî ve
derûnî tecrübeleri ile vardıkları birtakım hakikatler, zamanla tarikatler
biçimindeki uygulamalara, yozlaşmalara veya garip uygulamalara konu olmuş
olabilir. Günümüzde de, tarihte de bu garip uygulamalar var. Bu eski büyük
sûfîler ‘hür imanı’ temsil eden insanlardı. Cemiyetin statik imanını değil de,
tahkiki imanı (bizim kendi geleneğimizin tabiri ile) veya
Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu’daki deyimi ile ‘hür imanı’ temsil
eden insanlardı. Onlardaki metafizik şuur, Yunus’ta gördüğümüz gibi, bütün
varlık alanlarını, varlığı topyekûn kutsallık alanı sayma şeklinde bir metafizik
şuurdu.
Tabiî
şimdi birtakım dinlerin birleştirilmesi temennisi yahut diyalogu veya insanlar
iyi ahlâklı olursa insanlar kurtulur gibi bazı telâkkiler var. Tarihte birçok
fikir adamından okuyoruz, bunlar doğrudur; ancak pratikte bir değer ifade
etmez. Elbette bütün insanlar iyi olursa, ahlâklı olursa, şöyle böyle olursa,
problem kalmaz.
Mesele
şu ki, bütün insanlar öyle olmuyorlar veya bütün insanlar insânî şuuru
aşarak metafizik şuura erişemiyorlar ve hattâ erişebilmeleri söz konusu
olmayabilir. Devlet
ideolojisi ve indoktrinasyon yolu ile cemiyeti (gerçekte müşterek inançları ve
müşterek bir arada yaşama iradesi bulunmayan büyük halk yığınlarını) bir arada,
kanun yoluyla, tutma şeklinde ki devlet iradesi ve bununla ilgili
indoktrinasyonlar bugün dünyanın her tarafında görülüyor ve bununla ilgili
fikirler, zannedildiği kadar objektif değildir. Demokrasiler dahi aynı
indoktrinasyonun mahsûlüdür. Cemiyetin bir arada tutulması bir devlet
çatısında veya bir indoktrinasyona bağlı ise, elbette problemler olacaktır.
Bugün
artık devlet sınırları aşıldı. Ve uluslararası şirketlerin yönettiği çok
küçülen bir dünyada yaşıyoruz. Ve çağın realiteleri insanları, bütün
kavranılan (semantikteki bir tabirle anlamlandırma dizgesi derler) bütün
anlamlandırma dizgelerini gerek kendi kültürümüzde mevcut olanları, gerek diğer
kültürlerden aldıklarımızı, değerlendirme ve çağdaş dünyanın realitelerini
yeniden gözden geçirme zarureti ile karşı karşıya bırakmıştır. Son söz olarak:
Dünya bir yerlere gidiyor, gidişat pek de iyi değil, millî devlet kimliği
aşıldı; diğer devlet kimlikleri de aşıldı. Maalesef devletler meşrûiyet
zeminlerini kaybetmiş durumdalar, çağdaş sistemlerle, ilerde ne olacağı da pek
belli değil. Ben ek bir şey söylemek durumunda değilim.
İngilizler,
“Takdir değişmez, ne olacaksa o olacak” der,
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR, TARİH FELSEFESİ YAZILARI, Şule Yayınları Kasım 2012,
İstanbul, (s. 242-248)
H. A. R. Gibb, Mohammedanism,
New York 1955
(Eserin “Sufizm” bölümünün tercümesidir).
New York 1955
(Eserin “Sufizm” bölümünün tercümesidir).
S.Ü. Selçuk Dergisi, s:2, 1988.
İlim adamları ve tarihçiler, tabiî olarak, bir düzen, bir dogma ve
birtakım kaidelerin siyah ve beyaz gibi kesin hatlarla ortaya konulması
hâlinde, bunların kaanun, ilâhiyat, âyinler şeklinde pratik bir gün kazanmış
olacağını farzetmek hatasına (bilhassa doğu mevzuubahis olduğunda daha fazla)
düşerler. Gerçeğe bundan daha az benzeyen hiçbir şey yoktur. Bir dogmatik
hukukun incelikli bir şekilde işlenmesi teorik bir standart meydana getirir ki
bu teorik standarda tedrîcî olarak ve kısmen ulaşılabilir, fakat asla kesin
olarak ulaşılamaz. Aynı şekilde bir Ortodoks ilâhiyatın formülasyonu işi, ilim
adamlarının nisbeten küçük bir zümresinin alâkasını çekmiş ve onları
heyecanlandırmıştır; fakat müslümanların büyük bir kitlesi için bu dogmatik
süper-strüktür umumiyetle alâka görmüyordu (ve ekleyebiliriz ki öyle olmaya da
devam ediyor). Bunun sebebi bütünü ile cehalet ve ilgisizlikten ibaret
değildir. Bunun sebebi kısmen şu gerçek olabilir ki, teolojik sistemler,
geliştirildikleri nisbette büyük ölçüde negatiftirler; insan ve Tanrı arasında
Kur’an tarafından takdim edilen şahsî ve canlı münasebetlerin yerine mantıkî
mefhumların gayr-ı şahsî ve mücerret bir münakaşasının geçmesine sebep
olurlar.
İslâm inancının standart el kitaplarından birinde ifade edildiği şekli ile
İlâhî sıfatlar probleminin sünnî çözümü, meselâ, “onlar O değildir; ne de
onlar O’ndan başka bir şeydir” şeklindeki ifadesi, kuvvetli bir dinî
hassasiyeti uyandırmak kabiliyetine sahip değildir -veya böyle bir şey mevcut
ise bunu kuvvetli bir heyecana dönüştürmesi kabil değildir.
Netice olarak, bu incelikli teolojik sistem herhangi bir şekilde halkın
pratikteki dînî inançlarını temsil etmediği gibi, ayrıca gerçekte
ilâhiyatçıların çoğunluğu, bunlann hattâ halk kütlelerine anlatılmaması
gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Ve hattâ bu (incelikli teoloji) Mu’tezile
mücadelesinden asırlarca sonra bile tahsil görmüş kimselerin ekseriyeti
tarafından benimsenmiş değildi. Helenizm ruhu, her ne kadar Sünnî merkezlerden
kovulmuş olsa da, uzun bir müddet, şimdi artık zındıklar diye adlandırılanların
düşüncesini etkilemeye devam etmişti, ta ki politik ve ekonomik felaketler
bütün bağımsız entelektüel faaliyetlere bir son verinceye kadar. Fakat felsefî
ekollerin tesiri, İslâm’ın sonraki gelişmesi içinde gittikçe önemi azalan bir
faktördür; ve bu İslâm’m gelişme tarzını anlamak için daha ziyade popüler din
üzerinde durmalıyız.
İslâmî popüler din hareketi İslâmî zühd ve tasavvuf tarihi ile yakinen
alâkadardır. Prof. Massignon erken devirlerdeki İslâm tasavvufunun bütün
sahasına şamil olan parlak araştırmasında[4], mistik
hareketin iptidâî İslâmî zühd hareketinin doğrudan doğruya varisi olduğunu
ispat etmeye çalışmıştır ki, bizatihî bu zühd hareketi de Kur’an’dan ve
Peygamber’in tatbîkâtından doğmuştu. Fakat bu iddia kabul edilmemiş olsa bile,
hatırlanması gerekir ki Kur’an’daki zühdün temeli doğu Hıristiyanlığındaki ile
aynıdır; netice olarak da İslâm'ın Arabistan dışındaki gelişmelerinde her iki
sistem kolaylıkla tefrik edilemez. Hiç olmazsa kesin olarak belli olan şu
ki; Hz. Peygamber’in bir peygamber olarak bütün hareketlerinde zımmen mevcut
olan, Allah’ın her yerde hazır ve nazır oluşu şeklindeki mistik duygu, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hemen sonraki haleflerinin pragmatik ve
fazla derinliği olmayan gerçekçiliğinde bir aks-i sada bulamamıştır. Bununla
beraber, bunların dînî takvası Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
hüküm gününe dair vaazları ile uyandırılan kuvvetli bir ruhî tecrübenin
neticesi idi.
Batı Asya’nın bütün büyük dinleri arasında İslâm umumiyetle en fazla
dünyevî en az zühdî olanı sayılmaktadır. Buna birçok sebep gösterilebilir:
Bekârlığın hoş görülmeyişi, bir rûhî fonksiyonu olan ruhban sınıfının
bulunmayışı ve hepsinin üzerinde de Hıristiyanlığın ancak üçüncü asır sonunda
ulaştığı politik hayatın daha Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
hayatında İslâm’a girmiş olması gibi. Yine de ilk müslüman nesilleri arasında
bile, İslâm dünyasının her tarafında pek çok müslüman vardı ki İslâmî takva
ruhunu günlük hayatlarına aksettirdikleri gibi, İslâm bunlar için sadece
zâhirî ibadetlerin yekûnundan ibaret olmayıp bir ruhî hayat disiplini de
olmuştu. Bunların inancı sert bir zühdî (ascetic) itikad idi ki bu itikad, mensuplarına,
ebedî cehennem azabını unutmaksızın işine gücüne gitmesini; bu dünyada sadece
geçici olarak bulunduğumuzu hatırlamasını ve bu dünyanın sunabileceği her
türlü güç, zenginlik, haz, bilgi ve evlat sahibi olmak sevinci gibi şeylerin
boş ve iğvâdan ibaret olduğunu ve gerçekte bunların sakınılması ve
reddedilmesi gereken şeyler olmaktan ziyade bize korkunç mesuliyetler yükleyen
şeyler olduğuna dair derûnî bir şuurla birlikte kullanılması gerektiğini
telkin ediyordu. Bu ilk devreye mahsus zühd ve takvâ tipinin en meşhur
temsilcisi Hasan-ı Basrî kaddesellâhü sırrahu’l azîzdir (643-728) ki, hatırası
bugün hâlâ İslâm’da yaşamaktadır.
Hicretin ikinci asrında, işte bu zahidler arasından eski Nasturî
misyonerleri gibi gayretkeş popüler vaizler çıktı ve bunlar halk arasında
İslâm'ın misyoneri oldular. Bu vaizlerin maruf ismi “Kassâs” metotlarını da açıklar. Kur'an
metinlerine dair vaazlar ve tefsirler formu içinde, bunlar dinleyicilerin
beyinlerini son derece değişik eski kültürel materyallerle dolduruyorlardı;
bunlar arasında eski Arap destanları, Hıristiyan, Zerdüşt ve hattâ Budist
hikâyeleri, İncillerden ve Tevrat’tan derlenmiş materyaller ve antik Babilonya
ve Suriye’den miras kalan her şey vardır. Bu materyal kitlesi arasında
bilhassa iki kaynak, Hıristiyanlık ve Gnostizm en ehemmiyetli mevkii işgal
etmekteydiler. Fakat her ikisinin de mirası, bunlar ne kadar iptidâi fikirlere
zıt düşseler de, İslâmî potada eritilmişlerdir.
İslâm’ın bünyesine katılan bu unsurlar arasında en ehemmiyetlisi, İsa’nın
ikinci gelişinin bir Mehdi’nin (doğru yola hidayet eden) geleceği şeklindeki bir
doktrine dönüşmesi olmuştur ki, bu Mehdi İlâhi bir keşmekeş yoluyla İslâm’ın
nihaî zaferini temin edecektir.
İslâm düşüncesinin geleceği hakkında aynı derecede ehemmiyetli bir başka
husus da Peygamber’in şahsiyeti hakkındaki doktrinin gelişmesi olmuştu. Daha
önce görmüş olduğumuz gibi, Şiî tesirleri bu gelişmede mühim bir rol
oynamıştır; fakat bunların yanısıra, bir mü’minin Peygamber’in şahsı hakkındaki
tabiî saygı ve sevgisini, İsa’nın şahsiyeti hususundaki muhtelif Hıristiyan fikirleri
de etkilemiştir. İncillerdeki mucizeler ve deyişler ve doğu kiliselerinin
kendi inançlarının kurucusuna atfettiği birçok efsane Muhammed sallallâhü
aleyhi ve selleme transfer edilmiştir. İlk devirlerin Müslüman mistisizminde, Arabistan dışında kalan bölgelerde,
Hz. İsa hâlâ en azından Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme eşit bir
statü işgal eder; fakat zamanla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
figürü ötekini aşar, nihayet üçüncü asrın sonunda büyük mistik Hallac’ın
“Peygamber”e bir nat’ında, Hıristiyan ve Gnostik imajları başarılı bir sentez
hâlinde birleştirilmiştir.
"Diğer bütün peygamberlerin ışığı O'nun ışığından sâdır olur, Kitab-ı
Kıdem’deki ilk isim O’nun ismidir. O bütün mevcudat ve bütün nesnelerden önce
malûm idi ve onların hepsinden sonra da bakî kalacaktır, bütün gözler O’nun
kılavuzluğu sayesinde ışığı görmüştür, bütün bilgi O'nun okyanusundan bir
damla, bütün hikmet O’nun kaynağından bir avuç dolusu ve bütün zamanlar O’nun
hayatının bir saatinden ibarettir."
İşte popüler İslâm’ın gerçek ruhu buradadır, ilâhiyatçıların
abstraksiyonlarında (mücerret fikirlerinde) değil; ve Arabistan’ın bundaki
hissesi sadece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin tarihî
mevcudiyetinden ibarettir. Doktrinler ve inanışlar bir tarafa, inancın
değişmesine rağmen, Hıristiyan teamüllerinin ne kadar inatçı ve yapışkan
olduğunu görmek dikkate şayandır. Ortaçağların ta sonlarına kadar, Hıristiyan
festivalleri İslâm’ın resmî bayramlarıyla yan yana İslâm dünyasının büyük halk
festivalleri olarak yaşamaya devam etmiştir.
Burada sufizm adıyla tanınan İslâm’da mistik hareketin başlangıçları
hakkında ancak kısa bir hulâsa yazabilecek kadar yerimiz var. Sûfî teriminin
menşei karışıktır; fakat umumiyetle bu, işlenmemiş yün parçalarından (suf)
yapılma bir elbiseyi giymekle ilgilidir. Önceleri bu bir üniforma değil, fakat
şahsî bir zühd işareti idi ve bazı ilk devir zahidleri bunu kullanmayı hoş
karşılamıyorlardı. İbn Şîrîn (ö. 729) zahidlerin bazılarını İsa’yı takliden
suf giydikleri için tenkit etmişti (şöyle diyordu): “Ben pamuklu
elbiseler giyen Peygamber’in izinden gitmeyi tercih ederim.” Öyle
görünüyor ki ikinci asırda Kûfe’de yaşayan belli bir zahidler grubuna umumî ad
olarak el-Sûfiye deniliyordu. Fakat dördüncü aşıra gelince Irak’ta bu yün
elbiselerin giyilmesi düzenli bir âdet hâline gelmişti ve bu isim herkes
tarafından mistiklere atfedilmeye başladı. Bu ismin Grekçe sophos veya sophia
kelimesinden türemiş olduğu düşüncesi tamamen hayal mahsulü gibi görünüyor.
Hicrî ikinci asırda, zâhidâne münakaşalar yapmak için toplanan küçük
grupların kolektif organizasyonuna dair ilk emareler ve aynı şekilde ilk
zaviyeler, yani Melikî (Ortodoks) keşiş hücreleri veya Nastûrî keşişlerinin
mağaralarını taklid eden hücreler koleksiyonu şeklinde zaviyeler zuhur etmeye
başladı. Zahid gruplan Kur’an ve diğer dinî parçalan yüksek sesle okumak
maksadıyla toplanıyorlardı ve bu zamanla bir liturjik karakter (zikr) kazandı;
zamanla bu, bunlara iştirak eden kimselerin vecde kapıldığı spiritüel
konserlere (semâ’) dönüşmeye başladı. Zikrin daha daha sonraki gelişmeleri
hakkında yeri gelince daha fazlası da söylenecek; fakat daha Hallaç bile
zikirdeki bu heyecanlandırıcı unsuru mahkûm etme lüzumu hissetmişti:
“Beni vecd hâline sokan sensin, zikr değil;
Benim kalbim zikr düşüncesine kapılmaktan uzaktır;
Zikr insan gırtlağından doğan bir incidir
Ki seni gözlerimden gizliyor.”
Aynı zamanda bu zahidliğin umumî karakterine bir değişme hâkim olmaya
başlıyordu. Önceleri bunun temeli Allah’tan ve O’nun müstakbel gazabından korku
idi, yani Muhammed’e ilham veren aynı korku; ve mistik aşk ve hayranlık elemanı
tamamen namevcut değilse de ikinci derecede idi ve üzerinde fazla durulmamıştı.
Daha kadın evliya Rabia el-Adeviyye (ö. 801)’nin deyişlerinde bile mistisizmin
asıl kaynağının aşk olduğu görülür: “Tanrı aşkı beni öylesine ihata etti ki, kalbimde başka hiçbir şeye karşı
sevgi ve nefrete yer kalmadı". Ve o meşhur mısralarında, işrakî hayatı (illuminative) tefekkür hayatından
(contemplative) tefrik etmekte ve birincisini tercih etmektedir:
“Ben seni iki aşkla seviyorum, saadetimin aşkı,
Ve mükemmel aşk, seni sana lâyık olduğu gibi sevmek.
Kendi bencil sevgimi hiç sayıyorum
Fakat o en saf aşk sana lâyıktır,
Ki seni gizleyen perdeler düşer ve ben sana bakarım,
Ne bunun için ne de öteki için övülmemi gerektirecek bir şey yok,
Hayır, hem bu çeşit hem de öteki çeşit aşkta hamd sanadır.”[5]
Nihâî olarak, iptidâi Hıristiyan mistisizmine kullandığı dil ve mefhumlar
itibariyle bu kadar yakın olan, işte bu mistik aşk zâhidâne korku fikrini
azaltarak ikinci plâna düşürmüş ve sufizm için gerekli olan temeli teşkil
etmiştir.
İslâmî mistisizmin karakterindeki bu değişme aynı zamanda onun liderlik
tarzındaki değişmeye paralel olarak gelişmiştir. Önceleri bu hareketin
liderleri ulemâ sınıfından veya Ortodoks (Sünnî) inanca mensup hocalardı. Fakat
üç asır boyunca bunların yerine geçen insanlar, ananevî dinî disiplinler
çerçevesinde yetiştirilmiş olmayıp, büyük çoğunluğu itibariyle şehirlerdeki
orta sınıfın altından veya zanaatkâr sınıfından idiler; bilhassa bunlar
Bağdat’ın yani İranlı, yan Ârâmîleşmiş karışık nüfusunun içinden geliyorlardı.
Aynı zamanda da o zamana kadar ve hattâ o zaman dahi başlıca hususiyeti dinî
bir hareket olan sufızme sosyal karakterde belli birtakım hususiyetler de
nüfuz etmeye başlamıştır. Şiî propagandacıların ihtilâlci politik gayelerinden
sakınmakla beraber, yine de bu hareket, resmî Sünnî ulemâ tarafından göz
yumulduğu anlaşılan politik ve sosyal istismarlara karşı bir protesto ima
ediyordu. Fakat sufızmin reform programı zarurî olarak fertlerin dinî
sınırlarındaki bir uyanışa ve rûhî canlanmanın neticesi olarak da cemiyetin
sosyal organizasyonuna karşı bir reaksiyon doğmasına bağlı idi. Galiba bu
sosyal düşünceler sûfîlerin diğer sahalardaki misyonerlik faaliyetleri ile
olduğu kadar kendi sınıflarından insanlara yaptıkları vaazlar ve ihtida ettirme
gayreti ile de kuvvetlenmiştir. Zira bütün devirlerde ve bütün memleketlerde
sûfîler ve zahidler İslâm’ın en aktif propagandacıları idiler.
Şu iki sebeple de, hem yavaş yavaş Ortodoks kontrolünden ayrılma ve hem de
yeni sosyal düşünceler sebebiyle, sûfı hareket, Sünnî ulemâ ve otoriteler
tarafından olduğu kadar Şîa tarafından da gittikçe daha büyük nisbette şüphe
ile karşılanmaya başladı. Sûfî liderler görüşlerini ilerlettikçe ve bunlara
daha da cesurca ifadeler kazandırdıkça bu şüphe daha da arttı ve Ortodoksluk’la
sufızm arasındaki mesafe gittikçe genişliyor gibi göründü. Bunları susturmak
için bazı teşebbüslerde bulunuldu; bunun bir faydası olmayınca da bunların en
şöhretlilerinden, bir yün atıcısı olan, el-Hallac’dan bir ibret dersi meydana
getirildi ki bu Hallaç kendisini Tanrı ile aynileştirmek zındıklığı ile
ithâm olundu ve dördüncü asırın başında zalimce idam edildi. Şu husus dikkate
değer ki, bu cezalandırma şiddet kullanan fanatikler tarafından değil, fakat
kadim itikadın takva sahibi mensupları tarafından, meselâ Ali İbn İsa gibi bir
vezir tarafından gerçekleştirilmiştir.
Mamafih baskının da faydası olmadığı görüldü. Her şeyden önce sûfî hareket,
çok kuvvetli bir şekilde Kur’an ve İslâm’ın ahlâkî talimlerine dayanmaktadır
ve kolayca bir tarafa bırakılamaz. İslâm’ın ibadetlerle ilgili emirlerinin
ihmal edilmesine hattâ İslâm’ın an’anevî görüşüne tezat teşkil eden dıştan
gelen birtakım tesirlererağmen, sufizmin gücü halkın içgüdülerini tatmin
etmesinde yatmaktadır; bunlar öyle içgüdülerdir ki bu içgüdüler Ortodoks ilâhiyatçıların
gayr-i-şahsî ve mücerret talimleri yüzünden tatmin edilmemiş bulunuyordu ve
sûfîlerin doğrudan doğruya şahsî ve hissî dinî yaklaşımları içinde daha fazla
ferahlık ve tatmin buluyordu. Şunu da unutmamak lâzımdır ki sufizmin popüler
bir karakteri ve cazibesi vardır ki bu sufîler halk arasından yükselmişlerdir
ve halka hitap etmek zorundaydılar ki onların da başlıca okuma konulan o zaman
(ve hattâ şimdi bile) velilerin kısa ve sık sık mucizevî faaliyetlerle
şişirilmiş hayat hikâyeleri sayesinde temin edilmekte idi. İslâm’a, bugün
bizim onu tanıdığımız şekliyle, dâimî karakterini veren şey onlar arasında
mistiklerin ve kassâsın faaliyetleri idi. Onlann spontan (kendiliğinden, içten
doğan) hareketi... önceleri İslâm’ın müdafaası ve categetic (sorulu-cevaplı
şifahî dinî talim, ilmihal) mâhiyetinde idi.[6]
Bu sebeple dördüncü ve beşinci asırlar boyunca sufizm güçlendi ve her ne
kadar ulemâ bundan hoşnut değil ise de buna paralel olarak belirli âyin
hususiyetleri geliştirildi. İşte aşağı yukarı bu devirlerdedir ki zikir ve sema
basit bir şekilde cemaate mahsus Kur’an okuma ve Kur’an üzerinde tefekkürden
ibaret olmaktan çıkıp bilhassa tevşîh ve İlâhilerin okunmasıyla dikkati çeken
daha belirli bir âyin olma temayülü göstermeye başladı. Bununla beraber bu
husus tek başına onu Ortodoks (sünnî) törelerden ayıran bir şey değildir. Zira
buna benzer seremoniler o zamanlarda camilerde de tatbik edilmekteydi.
İlâhiyatçıların düşmanlığı kısmen sûfî zikrinin dinî hayatın merkezi olan
caminin yerine geçebileceği veya ona rekabet edeceği korkusundan doğuyordu.
İşin temelinde mücadele için daha derin bir sebep vardı.
İlâhiyatçıların dînî liderlik iddiaları, sadece onların kelâm ve fıkıh
bilgisine sahip olmaları ve İslâmî doktrinin yegâne otorite sahibi
temsilcileri olmak şeklindeki pozisyonlarından doğuyordu. Daha önce gördüğümüz
gibi bu ilimler (fıkıh, kelâm) sonsuz zahmet ve müşkülâtla inşa edilmişti ve
bunları öğrenmek uzun ve gayret isteyen çalışmaları gerektiriyordu. Onların
usulleri sayesindedir ki inancın özü, hem zındıkça yeniliklere (bid’at) ve hem
de imtiyaz ve vazifelerini çiğnemek isteyen laik şubenin teşebbüslerine karşı
muhafaza edilmişti. İlâhiyatçılar haklı olarak kendi sistemleri ile
öğünüyorlardı ve onun otoritesini idame ettirmek hususunda da kıskanç idiler.
Onlar sadece bu metotla gerçeğin veya eşyanın realitesi hususundaki bilginin
anlaşılabileceği ve muhafaza edilebileceği ve bu husustaki herhangi bir
yumuşamanın hem ruhî hem de maddî bakımdan zındıklık ve bozulmaya yol açacağı
düşüncesinde idiler. Ancak sûfîler bu iddiaları pervasızca ve hattâ istihza
ile reddettiler. Bunların görüşüne göre bilgi elde etmenin sadece bir yolu
vardı -aklî ve mekteplerin ikinci elden bilgisi (ilim) değil, fakat Tanrı ile
bir anlık bir vahdet ve massedilme sayesinde zirveye varan ve doğrudan doğruya
ve şahsî olan tecrübe (marifet). İlâhiyat bilgi elde etme prosesinde yardımcı
olmak şöyle dursun, hattâ gerçekte buna mani olur. Doktriner hukuk ile gönül
nurunun taraftarları arasındaki mücadele fundamental (aslî) bir mücadeleydi ve
öyle görünüyordu ki uzlaştırılamazdı.
Bu oluşma asırlarında sufızme nüfuz eden doktrinleri ve dışarıdan gelen
tesirleri gözden geçirmek çok uzun olacaktır. Bunlardan ikisini söylemek
kâfidir. Gerçek Kur’anî zühd bekârlığı hoş görmez: “Evlenmemiş
olanlarınız evlenecek” Kur’an’da açıkça ifade edilmiş bir emirdir (34.
Sûre, 35. âyet). Diğer taraftan Hıristiyan zühdü evliliği uygun bulmaz. Fakat
İslâm’ın bütün ruhunu karşısına alarak Müslüman doktrinini bu hususta
etkileyemezdi. Yine de o, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme atfedilen hadislerin yayılmasına
yol açmıştır ki, bunlarda kadınlardan uzak durmak şeklindeki eski zühdî itikadlar
yeniden ortaya çıkıyor. Zamanla bu, sûfı pratiğini daha fazla etkilemeye
başladı; üçüncü asırda pratik olarak bütün sûfîler evli idiler; fakat beşinci
asra gelince sûfîlerin en büyüklerinden biri olan zât şöyle diyordu: “Bu
doktrinin liderlerinin hepsinin görüşü budur ki en iyi ve en fazla temayüz
etmiş sûfîler, evlenmeyenlerdir; şayet kalpleri kararmış değilse ve zihinleri
günah ve şehvetten azade ise”[7]
Öteki doktrin ise (İslâm’ın gelecekteki kaderi bakımından Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin fazla tebcil edilmesinden daha ehemmiyetsiz
sayılmaz) müridin kendi sûfî şeyhine yaşadığı müddetçe fazla ihtiram etmesi ve
daha önceki şeyhleri de evliya mertebesine yükseltmesi idi. Şüphesiz ilk İslâmî
fikirlere bundan daha yabancı bir şey olamazdı; fakat Kur’an, gelenek,
rasyonalizm ve Ortodoks ilâhiyata rağmen (ki bunlara göre evliyadan istimdad
tek Tanrı’ya tapınmanın ihlali ile çok tanrıcılığa benzer birşey olarak
telâkki ediliyordu) evliyaya tapınma İslâm’a nüfuz etti ve zamanla önündeki her
şeyi silip süpürdü. “Bil ki (aynı otorite söylüyor) sufizmin temeli ve İlâhî
marifet veliliğe istinad eder”[8]. Fakat velilere tapınma
âdetiyle beraber başka bir Hıristiyan-Gnostik doktrinin tesiri ortaya çıktı ki bu da en az diğerleri
kadar Müslümanlığa zıttır: Zirvesini kutbun teşkil ettiği bir velilik
hiyerarşisinin mevcudiyetine inanç ortaya çıktı (dünyanın kutbu) ki bu kutup
veli muavinlerinden mürekkep bir orduyla dünyayı yönetir ve gözetir -İslâmî
elbise içinde eski (Yunan Tanrısı) Demurgios. Ve bugün bile
Kahire’deki Zuwela Kapışım ziyaret eden bir kişi, Kutuptan bir şey niyaz eden
takva sahipleri tarafından kapının çivilerine tutturulmuş bez parçalarıyla
donanmış olduğunu görecektir.
Ve zaman geçtikçe, müslüman ilim adamlarının karşı çıkmasının tesiri ile
gittikçe azalacağı yerde, bu popüler gayr-i İslâmî tesirler İslâm’da daha
güçlü ve kuvvetli bir şekilde yerleşti. Ortodoks mekteplerin yetersizliği
gittikçe daha fazla dindar insanları tasavvufçular arasına itti ki bu
insanlar, dinin metafizikî bilgisinden çok Tanrı’ya dair canlı bir ruhî
tecrübeyi arıyorlardı. Beşinci asır boyunca en muktedir bazı düşünürlerin
bile sufızme temayül ettikleri ve bir uzlaşma prensibi aradıkları görüldü. Bu
da beşinci asrın sonunda şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıkan devrimin yolunu hazırlamış
oldu. Bu tavır değişikliğinin çarpıcı bir semptomu (işareti) meşhur ilâhiyatçı
Kuşeyrî’nin (ö. 1072) eserinde (Risale) görülür ki o, burada,
yüksek sufizmin ve sûfîlerin vecd hâlinde ulûhiyet ile birleşme doktrinin kabul
edilmesini istiyordu.
Fakat ismi bu inkılâp ile birlikte anılan kişi el-Gazalî’dir (ö. 1111) ki,
cesaret ve entelektüel kudreti bakımından Augustine ve Luter ile aynı
seviyededir. Onun dînî gelişmesinin hikâyesi gerçekten büyüleyici ve öğretici bir
hikâyedir; ilâhiyatçıların safsatalarına karşı kendisini isyan eder hâlde
bulmuş ve nihaî hakîkati kendi zamanındaki bütün Müslüman sistemleri ve
felsefeleri içerisinde araştırmış, nihayet zihnen, bedenen ve entelektüel
bakımdan uzun bir mücadeleden sonra Tanrı’ya dair şahsî tecrübesi hususunda
hâlis bir felsefî agnostisizm kanaatine varmış ve bunu da sûfî tarikinde
bulmuştur.
Gazalî’nin eseri ve tesiri Prof. Macdonald tarafından klasik bir
pasajda özetlenmiştir:
“İlk olarak, Gazalî insanları, ilâhiyatçıların dogmalar üzerindeki
skolastik çalışmaları yerine, Kur’an ve hadislerle canlı bir temas ile
bunların incelenmesi ve tefsirine yöneltti. Avrupa’da ortaçağ skolastiğinin
boyunduruğu kırıldıktan sonra meydana gelen şeyler, İslâm’da onun liderliği ile
meydana geldi.
İkinci olarak, talim ettiği düşüncelerinde ve ahlâkî yargılarında, o,
korku unsuru üzerinde durmaya başladı. Ona göre rahat ve iyimser vaazların
zamanı değildi, cehennemin dehşeti insanların gözü önünde tutulmalıydı, o
bizzat bunları hissediyordu.
Üçüncü olarak, onun tesiri iledir ki, sufizm İslâm âlimleri indinde sağlam
ve emniyetli bir pozisyona kavuşmuştur.
Dördüncü olarak, o felsefe ve felsefî ilâhiyatı alelâde zekâların
erişebileceği bir şey hâline getirmiştir.
Gazalî’nin eserlerinin bu dört safhası içinde şüphesiz en önemlileri
birinci ve üçüncüdür. O, İslâm’ı tarihî ve temel gerçeklerine geri döndürmek
ve bu sistem içinde hissî bir dinî hayata yer vermek sureti ile İslâm
düşüncesine damgasını basmıştır. O, yeni bir yol açan bir ilim adamı değildi;
fakat kesif şahsiyet sahibi birisiydi ve o bu çok yürünen yolu, halkın ortak
yolu hâline getirdi.”
Gazalî’nin hayatını vakfettiği eser Eş’arî’ninki ile çarpıcı bir benzerlik
gösterir. Her ikisi de Ortodoks düşüncenin dinî düşünürlerin irade ve zekâlarım
cezbeden bir başka düşünce cereyanı ile mücadele hâlinde bulunduğu bir zamanda
bir sentez meydana getirmişlerdir ki, bu sentez öteki hareketin Ortodoks
sistem içinde bir yer sahibi olmasına imkân tanımıştır. El-Eş’arî, eski bir
Mu’tezilî olarak, Ortodoks İslâm'ın teolojisini bir temele oturtmak suretiyle
kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştur. Gazalî der eski bir Eş’arî ilâhiyatçısı
olarak, ilâhiyatı şahsî bir mistik tecrübe temeline oturtarak
müesseseleştirmeye muktedir idi. Zira onun sûfî tarîkini benimsemek suretiyle
mensup olduğu eski ilâhiyat ekolünü terkettiği düşünülmemelidir; daha ziyade
kendi şahsî tecrübesinin temin ettiği kesin bilgi ile ve büyük bir cesaret ve
emniyetle, o zamana kadar farklı ve biibiriyle tezat hâlinde gibi görünen
felsefî, skolastik ve mistik fikir sistemlerini birleştirmişti. Bundan başka,
tıpkı Eş’arîlik’te olduğu gibi, bu yeni fikirler sistemi bir defa benimsenince
Müslüman düşüncesinin mütemmim bir cüzü olarak gelişti ve onun tabiatım
değiştirmeye başladı. Böylece mistiklerin yolu icmaın tasvip mührüyle
mühürlenmiş ve Ortodoks olarak kabul edilmiş oldu ve Müslüman dînî düşüncesinin
tarihi içinde yeni bir sahne açtı ve (Eş’arîlikte de olduğu gibi) bu gelişmenin
mecraı içinde ortaya çıkan bazı istikametler beklenmedik ve şaşırtıcı cinsten
idi.
Nihayet bunun böyle olması sırf sufizm ile Eş’arî ilâhiyatı arasındaki
mantıkî uyuşmazlık değildir. Şarklı mütefekkir her ne kadar bize mantıkî dedüksivon metoduna aşın bir
şekilde güvenme gibi görünen, bir fikri en son neticelerine kadar takip etmeye
temayül ederse de, her biri kabul edilmiş postulatlardan (kaziye) türetilmiş
bu neticeler arasındaki tezatlardan da pek rahatsız olmaz; ve o insan akimagüvenmemek
itiyadı sebebi ile bu neticelerin her birini ancak İlâhi akıl tarafından
tam ma’nâsı ile sentezi yapılabilecek olan mutlak hakikatin veçhelerinden biri
savmakla tatmin olur. Daha da önemlisi şu idi ki; Sünnîlik ve mistisizm farklı yollar takip
etmeye temayül etmişti: Şimdi bunlar her ne kadar birbirine bağlanmış olsa da yollar
farklı olarak kaldı. Bunun ciddi neticeler doğurmak tehlikesi vardı. Ortodoks
düşünce her ne kadar asık suratlı ve skolastik olsa da dâimâ yüksek ahlâkî ve
entelektüel standartlan idame ettirmiş ve eski doktrinin saflığım bozucu
yenilikleri ve kullanış tarzlarını (dînî inançlar ve pratikle ilgili
meselelerde) tasvip etmeyi reddetmişti. Her ne kadar eski Grek diyalektiği
silahını ödünç almışsa da. bu silahı umumiyetle kendi pozisyonunu Grek
fikirlerine karşı müdafaa etmek için kullanmıştı. Fakat bunun, aristokrat
ve inhisarcı bir karakter vererek, Ortodoks düşünceyi, halkın
kalplerinden ve anlayışından oldukça uzaklaştırmak gibi zayıf bir ciheti de
vardı. Sufizm dinî ideallerinin yüksekliğine rağmen, hemen hemen başlangıçtan
itibaren, daha az müşkülpesent idi ve işe yarıyor gibi görünen yabancı fikir ve
tatbîkâtları daha kolay benimsiyordu.
Mistiklerin safları arasında derece derece büyük farklılıklar vardı ki,
bunlar arasında büyük entelektüel muktesebat ve karakter sahibi kimseler olup,
mistisizm bunlara zengin bir ruhî tecrübe ve dinlerinin hakikatlerini daha
kuvvetli bir şekilde kavrama imkânı sunduğu gibi, bunun yanı sıra
tatbîkâtlarının ve postulatlarının İslâmî doktrin ile ne derece uyuştuğuna pek
aldırış etmeyen kimseler de vardı. Daha şimdiden bazı muhitlerde vecd hâline
ulaşma gayreti, iptidâî zikri etkilemiş ve bu ritüel içine dans etme ve üstünü
başım parçalama gibi bazı arızî destekleri ithal etmişti. Sûfî liderleri
popüler din unsurlarının bu nüfuzuna biraz müsamaha etmişlerdir. Belki de Sünnî
düşünce ile daha yakından temas hâlinde olmak sayesinde bizzat sûfî pratiğinin
istikbalde temizleneceğini ve bu şüpheli ilâvelerden kurtulacağını ümit etmiş
olabilirler.
Sünnî düşünce, bu şüpheye yer vermeyecek bir şekilde, tazelenmiş ve kuvvetlenmiş
ve daha popüler bir karakter ve yeni bir cazibe kazanmıştı. Gerçekten de ilk
neticeler ümit verici idi. Gazalî’den sonraki asır boyunca Sünnî düşünce, Batı
Asya ve Kuzey Afrika’nın o zamana kadar çekingen ve uzak duran nüfusunun geniş
bölümünün muhabbetini kazandı. Bilhassa Şiîlik bir düşüş yaşamış ve nüfuzunun
büyük bir kısmını kaybetmiş gibi görünüyor. Birkaç emniyetli dağ bölgesi ve
İran körfezinin kıyılan haricinde bu tesirler, sadece eski asıl Müslüman
topraklarında görülmüyordu; büyük ve bazı yeni sahalarda da (Küçük Asya, Orta
Asya, Hindistan, Endonezya ve Orta Afrika) ki bunlar İslâm hâkimiyetine
katılma prosesi içindeydiler, geniş ve uzun zamandan beri mevcut büyük dinî
farklılıklara rağmen büyük topluluklar İslâm’a katılmaya ikna edildi.
Fakat, hattâ bu kitle hareketlerinde bile öyle hususiyetler vardı ki, daha
müsamahasız ulemâ tarafından hoş görülmüyordu. Gazalî’nin önceden göremediği
şey şu idi (ki bu yüzden de mesul tutulamaz), onun açtığı gedikten popüler dinî
pratikler ve zındıkça entelektüel mefhumlar İslâm’a doluştu ve bunlar yüzünden
onun idealleri bayağılaştırıldı ve İslâm’ın Ortodoks doktrini ciddi şekilde
ihlâl edildi. Zira sufizmin bu kabulü basit bir uzlaşma ile sınırlandırılamazdı;
şimdi bizzat sufizm Ortodoks olmuştu, artık neye cevaz verildiği neye
verilmediğini tayin eden ve popüler pratiklerin İslâm’a nüfuzuna bir mania
teşkil eden eski katı ve muhkem safları muhafaza etmek imkânsızdı. Bu uzlaşma
bir kapitülasyon hâline geldi; sufizm bütün İslâm vücudunu işgal etti ve her ne
kadar skolastik ilâhiyatçıların direnişleri tamamen yok edilmediyse de kırılmış
oldu. Galiba sûfî misyonerlerin başarısı sebebiyledir ki, bu kadar yüksek bir
prestij sahibi olmuş ve bu kadar geniş bir laik destek sağlamışlardır, öyle ki
ilâhiyatçılar için bu popüler dalgayı önleme teşebbüsü hemen hemen imkânsız
bir iş hâline geldi. Bu bilhassa Türk yöneticilerin davranışlarında açık bir
şekilde görülür (meselâ Timur gibi) ki onlar haricen ulemâya saygılı idiler;
fakat aslında sûfî şeyhleri önünde gerçek bir saygı ile diz çöküyorlardı.
Mamafih, meseleler bu hâle gelmeden önce, Ortodoks ulemâ bu meydan okumaya
karşılık vermek istemişti. Eski Yunan nüfuzuna ve sapık mezheplere karşı
eskiden yaptıkları mücadeleler ilâhiyatçılara organize olmanın ve
yükseköğretimi kontrol etmenin değerini öğretmişti. Beşinci asrın ortasına
gelinceye kadar eğitim sistemsiz ve bütünüyle hususî bir öğrenim şeklinde
yürütülmüştü. Cami bir öğretim merkezi hizmeti görüyordu ve kendisini herhangi bir
branşta veya dinî çalışmalarda yetiştiren her ilim adamı bir grup talebenin
etrafında toplandığı bir merkez teşkil ediyordu ki, o bu talebelere, zamanla
bir icazet veya kendisinden öğrendiklerini başkalarına öğretme yetkisi
veriyordu. Sistematik eğitimin başlangıcı Şiîler’e karşı yapılan mücadele
ile ilgili gibi görünüyordu. Beşinci asrın sonlarına doğru İran’da düzenli
mektepler kurmak suretiyle insiyatifi ele geçiren Şiîler’e karşı (Meselâ
el-Ezher, Kahire’de, yeni şehirde, 969’da Fatimî yönetimi tarafından kuruldu) başlayan
ve batıya doğru yayılan bir hareketin neticesi olarak, medreseler veya ilâhiyat
öğretimi yapılan müesseseler kurulmaya başladı ki, bu müesseselerin resmî bir
statüsü, maaşlı hocaları ve bu müesseselerin çoğunda da talebelerin
ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlar da vardı. Sonraki iki üç asır boyunca
doğudaki bütün İslâm topraklarında ve Mısır’da bu medreselerden yüzlercesi
kuruldu ve bu yükseköğretimi gittikçe daha fazla ilâhiyatçıların kontrolü
altına soktu.
Bu müesseselerde, yüksek sınıflar ve bütün tahsil görmüş unsurlar, İslâm’ın
prensipleri, temel doktrinleri ve an’anevî disiplinleri hususunda sağlam
temelli bir bilgi kazandılar ki, bu bilgi her ne kadar nisbeten sınırlı bir
saha içinde kalmışsa da muhtelif sûfî grupları tarafından izhar edilen zıtlaştırıcı
ve hafif meşrep temayülleri önlemeye hizmet ediyordu.
Bu usullerle her ülkede nüfuzlu bir insan zümresi
yaratılmıştır ki, bu insanlara, yarı ihtida etmiş kitleleri derece derece daha
Ortodoks bir anlayışa getirme vazifesi verilmişti. Mamafih, kabul etmeliyiz
ki bu kontrol ekseriya, İslâm’ın geleceği bakımından ciddî neticelere yol açmış
gibi görünmektedir. Orijinalite ve hayatiyet derece
derece ezilip yok edildi; çalışma sahası birkaç tercih edilen mevzuu haricinde
gittikçe daralan ve an’anevî mevzuların kör değneğini beller gibi ezberlenmesi
ve sonu gelmeyen bir şekilde ruhsuz şerhlerle tekrarlanması şeklinde, gittikçe
daralan bir daire içine hapsedildi. İslâm’ın ilâhiyatı, medreselerde
öğretildiği sekli ile ölülerin pençesi içinde idi; öyle ki bu hâl ulemâya
karşı serdedilen ve günümüze kadar da devam eden “taşlaşmış
Ortaçağ ruhu” tenkidine hak verdirecek kadar tesirli oldu.
Her ne kadar bu tenkidin bir
kısmı gerçek ise de, aynı zamanda, bununla ulemâya karşı biraz haksızlık da
yapılmış olmaktadır. Tam
ma’nâsıyla gelişmiş bir ilâhiyat öyle kolayca değiştirilemez veya bir tarafa
bırakılmaz, bırakılamaz da zaten, ta ki bu ilâhiyat cemiyetin ihtiyaçlarını
karşıladığı müddetçe. Olsa olsa cemaatin düşünce formlarındaki değişmeye
paralel olarak yeniden ifade edilebilir. Onüçüncü asırdan ondokuzuncu asra
gelinceye kadar, İslâm cemaatine entelektüel spekülasyonu kamçılayacak yeni
bir düşünce cereyanı nüfuz etmiş değildir. Bunun sebebi kısmen İslâm
cemaatinin bir dereceye kadar bir iç dengeye kavuşmuş olması ve kısmen de Batı
Rönesansı’nın tesirlerinden izole edilmiş olmasıdır. Bunlar, bazen farz
edildiği gibi, tamamen entelektüel atâlet asırları değildi; zira cemaat içinde
sûfî monizmi veya panteizmi ile Ortodoks ilâhiyat arasındaki mücadele canlı
bir mesele olmaya devam etmişti. Ulemânın faaliyet sınırlarını çizen işte bu
meydan okumadır. Bir taraftan popüler din anlayışı teosofınin (felsefî din
anlayışı veya Allah ile doğrudan doğruya irtibat kurmayı amaçlayan dinî sistem)
müfrit formları içinde tohuma kaçarken, ulemânın vazifesi de ocaklık demiri
olup temel İslâmî inançlar hususunda cemaati muhkem tutmak ve onun birliğini muhafaza
etmekti. Onların aksiyonu karanlık çağlarda Hıristiyan kilisesinin
değişikliğe direnmesi ile kıyaslanırsa haksızlık edilmiş olmaz ve “aynı
tavır” diye değerlendirilmeyi de hak etmektedir.
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR, TARİH FELSEFESİ YAZILARI, Şule Yayınları Kasım 2012,
İstanbul, (s. 215-230)
İslâmî Tebliğ’in
mahiyeti ve siyasî neticelerini olarak, bilhassa Sâmî menşeli dinlerde
gördüğümüz ‘tarihî zaman’ anlayışı (veya daha münasip bir ifade ile,
zamanın yaratılış ile başladığı ve eskatolojik-kıyamet / zamanın bir sonu
olduğu şeklindeki inanç) ve bu proses (süreç) içinde insanın rolü,
insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirecek bir ‘Mesih’ veya ‘Mehdi’nin
geleceği, şeklindeki inançların ehemmiyetini gösterebilmek için, Zerdüştî,
Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinden (bunların gelişme tarihleri
hususunda fazla tafsilata gerek duymayan ve kronoloji itibariyle geniş
fasılalar ihtiva eden bir diachronic (tarihi usül) usul ile de olsa) biraz
bahsedecek olursak, diyebiliriz ki;
Malum olduğu üzere, Zerdüştilik’te
kainatı yöneten iki zıt güç vardır: İnsanın vazifesi —iyi bir insansa ve necata
ermek istiyorsa— zulümata karşı Nûrun, yani iyiliğin yanında yer almak ve onun
nihaî hâkimiyetine yardımcı olmaya çalışmaktır. “Zerdüşt,
dinleyicilerini, gerekirse silah kullanarak, yalanı tasdik ve iltizam
edenlerle, yani eski putperest dinler ve diğer bütün kötülük güçleri ile savaşmaya
davet ediyordu. Zerdüşt’ün Ahura Mazda mefhumu mücerred ve ulvîdir:
“O (Tanrı) ibtida böyle
düşündü, ‘Bırak mukaddes varlık sahaları ışıkla dolsun”, o odur ki
hikmeti ile ‘Doğru’yu yarattı... Ben seni düşüncemde öyle idrak ettim ki, ey
Mazda, sen her şeyin evveli (aynı zamanda) âhirisin, sen Müstakim ve İyi
Düşüncenin babasısın (Good Thought)... Ve hayattaki faaliyetler hakkında hüküm
verecek olan Rabb (Lord,
Mevlâ) da sensin.”[9]
Ancak Zerdüşt Dünyanın,
iyilik ve gerçeğin, Ahura Mazda’nın iradesine tabi olarak hüküm sürdüğü bir yer
olduğuna inanmıyordu. Aksine o kâinatı iyilik ve kötülük arasındaki Kozmik
(kainat çapında) bir mücadelenin cereyan ettiği bir saha olarak görüyordu.
Zerdüşt’ün vaazmın pratik gücü, insanları ‘iyiliğin’ ‘dâvâ adamları’ olmaya ve
yan şahsileştirilmiş melek ruhlarının (âlem-i melekûtun) —ki bunlar Mazda
tarafından Yalan’a karşı yaptığı savaşta kendisine yardımcı olsunlar diye
yaratılmışlardır— kendilerine bildirdiği tarzda yaşamaya davet etmesinde idi.”[10]
Zerdüştî akidelerinin
Yahudiliğe ne ölçüde tesir ettiği belli olmamakla beraber, bilhassa meleklere
inanç ve zamanın sonunda, eskatolojik
(Zamanın sona ereceği kıyamet gününün yakın
olduğu inancı) manada, iyiliğin nihai
zaferi kazanacağı şeklindeki inançların doğrudan doğruya tesirlerinden
bahsedilebilir.
Diğer taraftan Yahudi
ve Hıristiyan ananesindeki Mesih ile bunun İslâm’daki karşılığı olan Mehdi
inançları arasındaki benzerlikler de dikkate şâyândır. Malum olduğu üzere
Yahudiler, bir ‘Mesih’in gelerek kendilerini yabancı kavimlerin
hâkimiyetinden kurtaracağına ve eski Yahudiye krallığını yeniden
kuracağına inanırlardı. Mesih kelimesi yağla meshedilmiş, vücudu yağla oğulmuş
manasına gelir ki Yahudiye kralları tahta çıkarken eski Yahudi
geleneklerine göre vücutları yağla oğulduğu için, Yahudi krallığını yeniden
kuracak olan bir ‘müstakbel Yahudi kralı’na bu sıfat izafe edilmiştir.
Hıristiyanlar Yahudi geleneğinin bu Mesih sıfatını Hz. İsa’ya atfetmek sureti
ile Yahudilerin asırlardır beklediği bu kurtarıcının Hz. İsa olduğu inancını
ifade etmektedirler. Esasen Hıristiyan kelimesi de, Mesih kelimesinin
Yunanca’ya tercümesi olan Christos’tan
gelmektedir.[11]
Kur’an-ı Kerim’de
Mehdi’ye dair bir şey bulunmamakla beraber, hadisler vasıtası ile revaç bulan
Mehdi inancı bu bakımdan şâyân-ı dikkattir:
Kıyamet kopmadan önce
bir ‘Mehdi’ gelerek İslâm’ın bütün yeryüzüne şamil nihaî zaferini temin
edecektir. Ve yine dikkate şâyândır ki bu Mehdi, İsâ Mesih olacaktır. Burada bu
inancın Yahudiler ve
Hıristiyanlardan Müslümanlara nasıl intikal ettiği meselesi bizce tali bir
meseledir. Bu hususta mutlaka
doğrudan doğruya bir intikalden bahsetmek de şart değildir. Meselenin asıl
mühim ciheti, iyilik ve kötülük arasındaki mücadele prosesinde, bu inancın insana
atfettiği rol olduğu kanaatindeyiz.
Bütün bu dinlerde
sembolik ifadelerle anlatılan asıl ilâhîyat problemi, insanın hayır ve şer
arasında yapacağı tercih ve bu tercihin neticesi olarak da, tarihe istikâmet
verme, yeryüzünde ‘İlâhî hâkimiyet’in gerçekleşmesine yardımcı olma
mesuliyetidir. Bu St.
Augustin’e ‘Tanrı
Şehri’ (The City of God) kitabını yazdıran bir tarih anlayışıdır ki
esas itibari ile bütün bu zikredilen dinlerde ayni mahiyettedir. Zamanın sona
ermesinden (kıyamet, doomday) önce, İlâhî saltanatın kurulmasına
tercihlerimiz ile yardımcı olmak, her ne kadar bu İlâhî hükümranlık, nihai bir
zaruret olarak, zaten gerçekleşecek ise de...
Menşei tâ eski Zerdüştî
ananelerine kadar çıkarılması mümkün olan işbu zaman anlayışıdır ki, Sâmî
dinlerinde Mesihçi anlayışın teşekkülüne yol açmış ve Müslümanlık’ta dahi
‘Mehdi’ itikadı şeklinde bir aksülamel bulmuştur.
A.J. Toynbee’nin —Gibb
tarafından sert bir tenkide tâbi tutulan tefsirinde— Mehdî inancını,
Yahudilerde olduğu gibi Şia’da dahi, ‘asırlarca devam eden mağlubiyetlerin
aksülameli olarak, tarihî muvaffakiyetin istikbalde belirsiz bir tarihte
gerçekleşeceği şeklinde bir ümid’ olarak değerlendirmesi, aynı inancın
Sünnîler’de dahi mevcut olması vâkıasını izah etmez.[12] Diğer
taraftan, İncillerde İsa’nın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği zata ait
bir sıfat olan ‘Paraclitos’ ifadesi, birçok şekilde tefsir ve tercüme
edilmiş, Müslümanlarca bunun Muhammed yahud Ahmed ismindeki
manayı tazammun ettiği iddia edilmiştir. Aynı iddia Mani dinine mensup olanlar
tarafından iş bu müstakbel kurtarıcının Mani olduğu şeklinde tefsir
edilmişti; tıpkı İsa’nın dahi Yahudilerin asırlardır beklediği Mesih olduğuna
Hıristiyanların inanması gibi.
İlahiyat meselelerinde
meknûz problemlerin biri olarak bu ‘dünyayı kurtarma davasını’, böylece
hülâsâ edip geçtikten sonra; araştırılması ve düşünülmesi gereken bir diğer
probleme işaret etmek istiyorum ki o da şudur:
Bir peygamberin
fikirleri ile içinde yaşadığı kültür muhitinin tesirleri arasında nasıl bir
münasebet vardır?
Ve bu meseleyi
Müslümanlığa tatbik edersek, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin pozisyonunu
nasıl tarif edebiliriz?
Kaynak
Prof.
Dr. ŞAHİN UÇAR Tarih Felsefesi Açısından-İSLÂM’DA MÜLK VE HİLAFET Medine’yi
Yeniden Kurmak, 1996, İstanbul, (s.29-34)
[2]
Oryantasyon; yönlendirme, yön verme, kılavuzluk etme, Fransızca orientation
sözcüğünün Türkçe söylenişi.
Genellikle bir iş terimi olarak kullanılır. İplik üretiminde,
ipliği oluşturan liflerin birçok kez çekilip uzatılarak birbirlerine paralel
hale getirilmesi işlemine de oryantasyon denir.
[3] A.
J. Toynbee
“Civilization on Trial and The World and the West, Meridian Books, 1964, s.
167, 176.
[12] A.J. Tonybee, A Study of History, c. 3, s. 463, New York, 1962. Gibb’in Şia
meselesi hakkında Toynbee’ye yazdığı “note” için aynı eserin. I. cildinde s.
400’e bkz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar