ŞAHMERAN HİKÂYESİ YA DA BİR ÖLÜMSÜZ DAHA
Bundan
çok asırlar önce yani Sultan Süleyman peygamberin zamanından sonra Cenabı Hakk,
Adana şehrinde Resulü olarak Daniyal Hazretleri'ni göndermişti. Halkın bir çoğu
bunun peygamberliğine inanmış ve bir çoğu da inanmayarak kafir olmuşlardır.
(...) Daniyel bir gün ilmi
hikmetle (Tanrısal bilgiyle) insan oğlunun kıyamete kadar sağ kalabileceğinin
ilacını araştırmağa başladı. Kendisinin bu hikmete ait bir kitabı vardı. Bu
kitapta insanoğlunun ebedi hayat sürmesine çalışıyordu. Elindeki kitap bin bir
çeşit dertlerin deva ve ilaçlarını göstermekteydi.
Bir
gün kitabını koltuğuna vurarak yola düştü. Niyeti Ceyhan köprüsünü geçip karşı
tarafta otu ve çiçeği bol, çok güzel bir dağa varmaktı. Daha önce o dağa gidip
ecele ilaç olan otu tesbit etmiş olduğu için koparmağa gidiyordu. Ceyhan
köprüsünün üstüne geldiği zaman baktı ki önünde bir piri fani var. Bu ihtiyar,
Cebrail’den başkası değildi. Zira Cenabı Hak, Cebrail’e:
Tez yetiş! Resulüm Daniyal takdirim dışına çıkarak, ecele derman olan otu
koparmağa gidiyor. Yetiş koltuğundaki kitabın ecele derman olan sayfaların
koparıp suya at.
Bunun için Cebrail bir ihtiyar suratına girerek Daniyal'ın karşısına
çıkarak selam verdi.(...) Cebrail;
Ya Daniyal! Bu iş hiç aklımı sarmıyor. Sen bazı varlıklı insanlara bu
ilacı tertip edeceksin ve kıyamete kadar yaşamalarını sağlayacaksın. Ama rızık
ömre göre taksim edilmiştir, ne artar ne de eksilir. Böyle olunca kıyamete
kadar yaşayacak insanlar kimin rızkını yemiş olacaklardır. Sonra hiç düşündün
mü Allah’ın iradesi dışına çıktığını? Bu yaptığın iş, hiç iyi bir şey değildir.
Gel bu sevdadan vaz geç, dedi ve aniden
kanadını çarpıp ölüme çare olan kitabın sayfalarını suya düşürdü. Cebrail
Aleyhisselâm:
Ya Daniyal! Ölüme çare yoktur. Bütün yaratılmış ölümü tadıcıdır. Baki
kalmak ancak yaratıcıya mahsustur. Ben Allah’ın iradesini yerine getirmekle
yükümlüyüm, diyerek gözden
kayboldu.
Daniyal’ın ölüme çare olan kitabın yapraklan Ceyhan suyuna karışarak akıp
gitti. Öyle rivayet ederler ki bu güne kadar ilmi kimya Daniyal’ın arta kalan
kitabından alındığı söylenmektedir.
Diğer
taraftan ecel dermanına çare olan kitabın yaprakları Ceyhan nehriyle giderek
bir arpa tarlasına aktı. Arpa bu sudan içtiği için o günden bu güne kadar daima
şifalı sayılmıştır. Bazı tabibler hastalarına arpa suyu içmesini tavsiye
etmişler ve birçok insanlar bunu bildikleri için arpa ekmeği yemişlerdir. Bu
gün bile arpa ekmeğinin, buğday ekmeğinden daha kuvvetli olduğu tesbit
edilmiştir. Bütün peygamberler arpa ekmeği yemişlerdir."
Görüleceği
üzere (Yunan Mitolojisindeki) Asklepios, [tıp Tanrısı] Daniyal’a dönüşmüş ve
yıldırım motifi Cebrail ile yer değiştirirken sarımsak da arpa olmuş çıkmış.
Tanrı nın iradesine karışmak motifi ise aynı kalmış. Öyküde sadece Asklepios
İslâmî gömlek giymemiştir. Daniyal (Daniel) de İslâmî gömlek giymiştir.
Söylenler dönüp dolaşırken, bu kadar değişiklik olacak artık. Öyküde adı
geçen Daniyal, Lokman Hekim’den başkası değildir.
Süleyman
Çelebi Gazze’yi ziyaretinde, Remle kalesi ziyaret yerleri içinde saydığı
Hazreti Lokman ziyaret yeri için bakalım ne diyor:
"Sudanlı,
esmer renkli bir hekim idi. Cenabı Bâri kendisine hikmet vermiştir. Dağlarda
yetişen ot ve diğer bitkiler ona kendi dilleri ile “Ya Lokman! Ben şu derde
devayım" derlerdi. Hatta ecele dahi derman bulmaya çalışırdı. Mukaddes
toprakların son kısmında, Adana şehri yakınındaki Misis köprüsünden Cihan
(Ceyhan) nehrini geçerken, Cibril kanadı ile elinden kitabını nehre düşürdü.
Lokman sonra seyahate başladı. Said toprağında Asvan şehrinde, Hazreti İdris
mağarası içinde uzun zaman kaldı. Ben bu mağarayı gördüm. Allah'ın hikmeti,
hâlâ mağara içinde zencefil,
tarçın, karanfil, besbase, kebede ve kakule kokusundan insanın
dimağı kokulanır.
Oradan
çıkıp bu Remle’ye gelir ve burada derman bulmaya çalıştığı ecel eline düşüp
cennet tarafına gider. Remle dışında defn olunmuştur.”
Ancak
Adana ve Ceyhan yöresinde yaşadığı var sayılan DANİYAL, "Beni İsrail peygamberlerinden olup, İslâm yazınında adı çokça
geçmez. Taberi'nin anlattığına göre Daniyal, Buht Nasr (Nabukadnezar)
tarafından Kudüs’te alınan esirler arasında idi; hükümdar akıl ve irfanını
takdir ettiği için, O’nu kendisine sır katibi yapmıştır. "
Anlaşılıyor
ki Daniyal Nabukadnezar’a hak dinini kabul ettirmiş ve O da Daniyel’e vezirlik
tevcih etmişti. Daniel’in isteği üzerine İsrail Oğullarının Kudüs’e dönmelerine
izin vermişti. Böylece Daniyal, kenti ve tapınağı yeniden inşa etti.
Bundan
başka Daniyal’ın 1000 yıl önce ölmüş 1000 kişiyi dirikmiş olduğundan söz
edilir. (Ansiklopediye göre bu, XII babın Tevrat yanlış yorumundan ibarettir.)
Aynı
kaynak biri Babil esaretinde bulunmuş genç Daniyal ile diğeri daha eski
zamanlarda Nuh ile İbrahim arasındaki zamanlarda yaşamış Daniyal’dan söz
etmektedir ki, “Dünya saltanatları hakkındaki kehanet bu ikinci Daniyel ile
ilgilendirilmekte, O'nun bir de Kitab alcafr adı altında, kehanete dair, bir
kitap yazmış olduğu bildirilmektedir. Babil adı verilen bir köyün yakınında
Daniyal peygamberin olduğu söylenen bir kuyu vardır; Hıristiyanlar ile
Yahudiler bazı bayramlarda burasım ziyaret ederler. Biruni'nin naklettiği bir
rivayete göre de, Daniyal irfanını ‘Hazineler mağarasından' almıştır; bu mağara
Hz. Adem’in hikmet esrarını saklamış olduğu yerdir. "
Bu
kuyu, yine Babil yakınlarında Harut ve Marut'adlı sihre ve büyüye ve mucizelere
sahip iki meleğin baş aşağı asılı olarak cezalandırıldıkları kuyu (mağara)
olmasın?
Sh: 34-39
Danial
peygamber İslâmî gömlek giyince Lokman Hekime dönüşmesindeki söylencesine
gelirsek eğer görürüz ki; Anadolu’da yaşamış olduğu varsayılan bir Lokman Hekim
var. Yine Adana ve Ceyhan yöresinde yaşamıştır
Az
önce gördüğümüz Daniel peygamberin dönüşerek aldığı İslâmî isimdir. Daniel
adını çıkarıp yerine Lokman adını koyarsanız; öykü aynıdır. Daniel, Lokman olup
çıkmıştır. Ateşi alevli fırın dışında yani!
Sankı
Asklepios'dan söz ediyoruz da, mekân ve zaman Danıel’ın Eski Ahid'deki yerini
görmüştük. Lokmanın da Kur'an’ı Kerim de yeri vardır. Sure 31 “Doğrusu Lokman’a, Allah'a şükret
diye ilim ve anlayış verdik. Kim şükrederse, ancak kendi nefsi için şükreder.
Kim de nimeti inkâr ederse, şüphe yok ki Allah (onun şükrüne) muhtaç
değildir." Bu durumda Lokman bir peygamber ya
da nebi olmaktadır. Ancak halk arasında geçerli olan öyle anlaşılıyor ki,
"salih bir kul' dur. Lokman, hikmet ve hekimliğin piri olarak kabul
edilmiştir İslâm dünyasında. Aynı surede oğluna ahiret konusunda da öğütler
vermektedir.
……….
Öyleyse
peygamber Daniel ya da salih bir kul Lokman.
Adana-Ceyhan
yöresinde nerede yaşamış olabilirler diye düşündük ve Süleyman Çelebi’den
aldığımız haberle, bu yörede çok iyi bilinen Misis ve Nur dağları aklımıza
geldi.
Ceyhan
nehrinin ince, sarı toprak yamaçlar arasında darlaşan bir boğazdan çıktığı
yerde kurulmuştur Misis yerleşim yeri ve de Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin su
yataklarının ortalarında kalan bölümde yer alan dağlık yörenin bitim
noktasında, bu şirin yerleşim yerinin Güneyinde kalmak üzere yaklaşık 780m.’ye
kadar yükselen tepelere de “Nur Dağları” denilmektedir.
Ceyhan
nehri ağzı ve Kara-Taş burnu ile Mersin arasında doğrudan Akdeniz’e ulaşılır.
Yani Çukur Ova’ya. İlçenin kuzey doğusunda Ceyhan nehrinin iki tarafında
genişleyen ve güneyden yeni bir dağ silsilesi ile kapatılmış bulunan iç kısmını
birleştiren geçit yöresinde Yukarı Ova yer almaktadır. Burada adı geçen Nur
dağı, Ceyhan nehrini soldan izlemekte ve güneyde adını ilçeden alan Misis
dağlan ile birleşmektedir. İskenderun körfezi kıyıları boyunca kuzey doğuya
doğru uzanarak Toprak Kale İskenderun demir yolunun geçtiği boğazda Amanus
dağları başlamaktadır. Adana’yı İskenderun’a bağlayan kara yolu ilçenin önünde
Ceyhan nehrinin güneyine geçtiği halde, demir yolu nehri kuzeyden izleyerek 7
km. doğuda Yılanlı Kale ve bir diğer adı da Şahmeran Kalesi denilen yerden önce
bir demir köprü ile güney yakasına atlamaktadır. İşte gizlerin saklı olduğu
yerler buralardır. Öyle ki, Şahmeran Kalesinde bulunan kırmızımsı bir ize
bağlı olarak halk, Şahmeran’ın bu kalede öldüğüne inanmaktadır. Elbette
gizil bilgi gereğince; beden ölür, ruh sağ kalır. Kaleyi ziyaret edenlerin
ürpermeleri boşuna değil yani. Şahmeran oralarda yaşamaktadır hâlâ. Neden
yaşamasın ki o güzelim ölümsüzlük dağlarında!
Yani
ölümsüzlüğün arandığı yerler. Ceyhan nehri geçilecek ve hemen Nur dağında
bulunan ölümsüzlük iksirini taşıyan bitkilerden gerekli olan alınacak. Yetmez,
Şahmeran Kalesine çıkılacak ve de gizli ilimler böylece bir araya getirilecek.
Elbette Hûda işe karışmazsa!
Bu
dağlarda var olan bitki örtüsü hakkında ve özellikle bitkilerden elde edilen
özler yolu ile sağaltma konusunda Hippokrates’e kadar giden söylenler
yaygındır.. Öyle ki, bu dağlar “Bukrat”ın yani Hippokrates’in vatanı kabul
edile gelmiştir.
"Söylenlere göre bu
yörelerde; bu dağların eteklerinde karakuru bir oduncu yaşarmış. Dağdan
derlediği odunları ilçeye indirir, satar ve geçimini sağlarmış. Bir gün evine
dönüş yolunda Yılan Şahmeran'la
karşılaşmış. Yaralıymış Şahmeran. "Ey ölümlü!” diye dile gelmiş Şahmeran.
Şaşkın şaşkın bakan oduncuya; "Beni iyileştir. Ben de elbet sana
iyilikte bulunurum. Ancak sakın beni insanoğluna gösterme" demiş.
Oduncu Şahmeran’ı evine götürmüş. Yememiş, içmemiş, yaralarını sarmış
sarmalamış. İşine gücüne bakamamış. Ama bu arada Şahmeran Oduncuya hangi
bitkinin, hangi çiçeğin, hangi hastalıklara iyi geleceğini iyice belletmiş.
Belletmiş ama, sırrını sona saklamış. Şahmeran iyileştikten sonra da demiş ki; "Ey
oduncu! Bundan sonra söylediğim ilaçlarla insanlara iyilik et, iyilik bul.
Ancak ülkenin iyi kalpli bir padişahı vardır, ne var ki veziri kötü kalplidir.
Padişahı zehirleyecek. O zaman gel beni bul. Ben filan yerde, filan kalede
olacağım. Yeri iyi belle. Beni götür, üç parçaya ayır. Ortadaki parçamdan
kazanda kaynattığın suyu padişaha içirt. Hemen dirilip, iyiliklerine devam
etsin. Diğer kazanda kuyruğumu kaynat, suyunu vezire içirt. O saat
geberecektir. Başımdan akan kanı da topla. O kanla bitkilerden yapacağın ilaç
da ölüleri bile diriltecektir. Kanımdan kale duvarına sür ki; insanlar bunu
bilsin!" demiş kaybolmuş. İşte o günden sonra oduncu, otacı
(utacı-doktor) diye anılır olmuş da Lokman Hekim diye bilinip, insanlara hizmet
etmiş. Ölüleri bile diriltirmiş. İşte kaledeki kan da böyle olmuş."
O
yörelerde yaşayanlardan dinlediğimiz öykü bu. Zülfü Livaneli de bu söylence
üzerine, yanılmıyorsam bir film yapmıştı “Şahmeran” diye.
Ölümsüzlüğü
arayan arayana bu dağlarda. Ölümsüzlerin yaşadığı ve Yunan Pantenonun’nıın;
tanrı Zeus’un yaşadığı Uludağ, yani Bursa bu durumda ve ölümsüzlüğü arayanlara
hiç değilse bir ayna olmamış mıdır?
Serfice Bursa idi. Uludağ da bir Olimpos değil mi!
Üstelik 25. km.de bir de Misi köyü var, şarabı ile ünlüdür. Diyonnios’un
çocukları yaşamaktadır orada. Öyleyse Olimpos (Uludağ) da bir Misis’dir. Yani
Lokmanın, Daniyal’ın ve İskender’in dağıdır ya da yeridir. Benzeme bunu doğal
olarak getirir çünkü.
Makedonlu İskender de ölümsüzlüğü aramaktadır.
Serfıce’ye boşu boşuna “Küçük Bursa!” dememişler.
Sh:39-44
Artemis’in
Orion ile olan aşkını betimleyen kilit bizi nerelere götürdü. Bildiğiniz gibi
sevgilisini "Kutup Yıldızı yapmıştı'.
Yıldızların
bahçesinde yıldız olarak yer almak kaderi sadece Orion’a özgü değildi. Tanrı
Apollon da oğlu hekim tanrı Asklepios’u yıldız bahçesine yerleştirdi Tanrı
Zeus’a inat. Zühre Kadın da “Zühre yıldızı” olmuştu, yani “Venüs.” Harut ve
Marut adlı iki melek ile olan ilişkisi buna neden olmuştu.
Anısı
yaşatılmak istenen sevgililer ve ceza alan günahkârlar gökyüzünde yıldız olup
duruyorlar.
Daniyal
(Daniel) peygamberin kuyusu bu besbelli ki.
İdris
peygamberin şefaat dileği başka nasıl sonuç meydana getirebilir? Son güne kadar
öylece kalacaklar, göksel sırları ayan etmenin bedeli olarak. Aşkına
tutuldukları nedeni ile göğe çıkma sırlarını vermişlerdi Zühre kadına. Yüce
Tanrı da o kadını Zühre yıldızı yapmıştı gökyüzünde (Venüs gezegeni).
Öyleyse
onun da bir duası olmalı ki, has kilit bulup ona bu dua okuna.
Her
kim bu Şahmeran duasın götürse, muradına ere. Yoksulluk görmeye. Bay (zengin)
ola ve eğer dilerse halayık kendine muti ola. Bir kez anın niyetine okuya. Amma
iki kez veya üç kez okumaya. Zira deli ve divane olur; her gece bir yılan
boynuna sarılıp, uyku uyumaz, dünya kendiye dar olur. Amma şöyle ola ki, bir an
ve bir saat eğlenmeye, bir aylık yolda ise gelip şöyle ola kim, yedi gün zeval
ve Zühre eyleye, dostluk ola. Ceharşembe(Çarşamba) gün güneş dolunurken
dostluk, petıcşembe (Perşembe) gün sabahın dostluk öğle vakti üzre, Cuma günü
sabahın zühre ile vakti mabeyninde dostluk." (Dostluk, aşk demek burada.
Sevişmek ya da aşk demek ayıp olduğu düşüncesi ile yerine geçmek üzere bulunan
sözcük.) [Hayat kadınlarının sevgilisi ve korumalarına “dost ya da dost
tutmak” denir. Böylece kavramın içeriği ile aşağılanma engellenilmektedir. Ya
da o koşullarda duyulan istencin ne denli güçlü bit bağ olduğunun
betimlenmesidir. “Dost tutmak” bir anlamda da, “kader bağıdır." Dostla aşk bedavadır ve de “mesai” dışıdır.]
Elinizde
bu dua olursa, artık hangi gün ve hangi saatte aşk yapmanız, kapıya kilidi de
astığınıza göre, yeterince sağlama alınmış demektir. Ne var ki, duayı birden fazla okuyup başınıza iş
açmayın! Ne de olsa, en güçlü afrodizyak bunun yanında hiç kalır! Çünkü
Zühre hatun da işin içinde. Dua aşağıdaki gibidir:
Bismillahirrahmanirrahim;
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Hayy el Kayyum (üç defa, Diri olan, daima yaratan ve yarattıklarının işlerini
tedbirle ele alan canlı Allah)
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Aliyyü’l Hakîm,
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Hakîmü'l Habîr
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Muhsinü’lCelîl
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Semiu'l Alîm
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Vahidü'lAhad
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Rahmarıü’rRahîm
Allah, la ilahe illallah,
hüvel Raufu’rRahîm
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Zahiru’l Batın
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Bedîu'l Müsavvir
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Hannanu'l Mennanü'd Deyyân
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Kahiru’l Kadîr
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Berrü’l Alîm
Allah, la ilahe illallah, hüvel
Kerîm.
Eğer
kilidiniz sağlamsa, duanız yerinde ise; siz de biraz gayret verin artık! Zühre
hatun yanınızdadır demektir!
Konu
açık; Zühre kadının aşkına karşı duramayan cennetin iki baş meleği, birinci
kitapta açıkladığımız gibi son güne kadar kuyuda baş aşağı asılı kalarak ceza
çekmeyi kabul etmişlerdi İdris Peygamberin şefaati ile. İlenmeden açıkça belli
ki, bu işi tam yapmazsanız; yılan boynunuza dolanıyor. Yani Şeytan.
Sh:50-53
Şahmaran ve Hatemtay Hikayesi, İsmail Büyüktaş, Can
Yayınları, 1998 İstanbul, s.13 Hicri 1231 Maarif Celilesi’nin
“müsaadesiyle" basılmış ve yazarının adı verilmeyen taş baskı eserden
tercüme olarak alınmış olduğu bildirilmektedir
"Sandık Hikâyesi ya da
İsfahanlı Tüccar Abdullah'ın Maceraları"
Çağının
manzum bir yapıtıdır. Biz ilk beytini alıyor ve konuyu kısaca özetliyoruz.
"Başlayalım söze
bismillah ile
Dürüşelim ruz u şeb
Allah ile (...)
Ve
Abdullah yola çıkar, tüccardır. Birçok zorlu yolculuklara çıkar ve sıkıntılarla
karşılaşır. Bir gün kendisini:
Bir ağaçtır gördim
gümişdir toprağı
Bir dağı altun
zübürrec yaprağı
Ol ağaç üstinde bir
sandık durır
Anın içi dolu cadulık
durır
dediği
yere gelir. Arkadaşı Halid de yanma gönderilir. Halid; Allah’ın kılıcı olarak
adlandırılan Mekke’deki Uzza denilen putu kırandır. Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin ashabı yol arkadaşlarındandır.”
İlk
kitabımızdaki ağaç kültürü burada karşımıza çıkmaktadır. Konuyu işlediğimiz
için ayrıca detayına girmeyeceğiz. Ağaç motifinin doğum, ölüm ve yeniden yaşama
gelme içeriğine göndermede bulunarak yine bizim ilk kitabımızda ele aldığımız
Lat Menat Uzza, cahiliye döneminin üçlüsüne, Mekke’de tapınılıyor olması
sonucuna ulaşmak durumundayız haklı olarak. Elbette İslâmiyet’ten önceki yaşam
için.
Bu
tarihi gerçek bize eski Mısırlıların; Osiris-Hathor-İsiris üçlüsünü düşündürdü.
“Osiris
efsanesi Laroussa Ansiklopedisine göre; toprağa gömüldükten bir kaç ay sonra
ilkbaharda yeniden canlanan tohum aracılığıyla doğadaki yaşamın değişkenliğini
yansıtır."
Bu
saptama kuşkusuz k, ağaç kültünün gerçekten en doğru betimlenmesidir
diyebiliriz "Kybele Attis söylencesine gelince, Kybele Attis'i çam ağacına
dönüştürdü. ”
İlkbaharda
(Dendrophoroslar) eski Yunanca’dan 'Dendron'; ağaç ve fersin’; taşımak olduğuna
göre, kutsal merasimlerde çam ağacı taşırlardı. Bu çam ağacı; dirilmek üzere
olan Attis’in bedeniydi.
Mısır’da
Osiris; İsiris’in, Anadolu'da Attis; Kybele sayesinde diriliyordu.
Konuda
en başa dönersek; Isiris-Kybele özdeşliğinin Mısır ana tanrıçası Hathor ile
bütünleştiğini ve Kabe’deki Menat putunun da Hathor’un bir avatarı olduğunu
hemen görebiliriz.
Çünkü
Menat, cenaze törenlerinde diriliş simgesi olarak bir gerdanlık takıyor ve buna
“Menat Gerdanlığı” deniliyordu. Tanrıça Hathor da aynı gerdanlığı takıyordu;
çınar ağacını yani dirilişi simgeliyordu”. (Orhan Hançerlioğlu)"
Kim
kimden öncedir diye sorarsanız eğer; tarih, Mısır’dan önce bir Mekke uygarlığından
söz etmiyor. Bu durumda inançların nasıl bir yol izlediğini de görmüş oluruz.
Elbette insanların da. İnsan dolaşmasa inançlar ya da teknikler nasıl dolaşsın?
Güneşin
annesi ve aynı zamanda ölüm tanrıçası Hathor:
"Ölülere
bakan ve aşkı yöneten tanrıça, vefat eden Tutankoman’a kendiliğinden yeniden
doğan bir yaratılmış olmaya yardım edecekti1." Kime? Elbette
"Tanrının oğlu olan Horus'a.’’
Sanki
kimseye yabancı gelmiyor bu söz. Acaba bildiğiniz bir Tanrı’nın oğlu yok mu?
"Roma
devleti dönemi yazan Apuleius (İS. 125180) şöyle övüyor; ‘Rerum, naturae prisca
parens, elementorum origo initialis, orbis totius alma Venüs’ü. Yani doğanın
eski anası, elementlerin ilk kaynağı, bütün dünyayı besleyen Venüsü!.
(Metemorphossis.
IV kitap) Apileius başka bir yerde şu ilginç yorumu yapıyor:’... cujus numen
unicum, multiformi specie, ritu vario, nomine multiuigo, totus veneratur orbis'
Bütün dünya, değişik tapım şekilleriyle, değişik adlarla çok görünümlü olan bu
tek tanrıçaya tapıyor' Metamorphossis XI. Kitap. Yani Apuleius devamla diyor
ki; gerçekte İsis, Venüs, Artemis ve Kybele aynı tannçadır. Bütün bu
tanrıçaların ağaçlarla bağlantısı vardı, ayrıca aşkın ve büyünün
tanrıçalarıydılar. Tanrıça Venüs, Romalılar da aynı nitelikleri taşıyordu. Şair
Horatio’ya göre; (İÖ. 65o8) Venüs: ‘Diva potens Cypro’dur. Yani Kıbrıs'ın
'Sahibi olan tanrıça."
Kıbrıs tanrıçası Yunanlı olunca Afrodit’e dönüşmüş yılan
sevgilisi ile. İslâmlaşınca da Zühre yıldızı oluvermiş bir ceza olarak yıldız
bahçesinde ve de aşkın ve büyünün simgesi olarak yer alıvermiş. Şahmeran duası
şekliyle de bize gizil bilgiler aktarıyor. Yani aşk üstüne!
İnsanlığın
belleği ve kültür yapılanması ne kadar ilginç! Şurası doğru ya da şurası yanlış
demeğe olanak var mı?
“Sandık”
kavramını elbette Eski Ahit içinde görürüz. Sandığın ne olduğunu anlamak için,
isterseniz Kutsal Kitap Tevrat’a bir bakalım:
Çıkış
Bab: 37 “Ve Betsalel sandığı akasya ağacından yaptı; uzunluğu iki buçuk arşın,
ve eni bir buçuk arşın ve yüksekliği bir buçuk arşın idi. Ve onu,, içinden ve
dışından halis altınla kapladı. Ve etrafına altın pervaz yaptı. Ve onun dört
köşesi üzerinde, bir yanda iki halka öbür yanda iki halka olmak üzere, onun
için dört altın halka döktü. Ve akasya ağacından kollar yaptı ve onları altınla
kapladı. Ve sandığı taşımak için kollan sandığın yanlarında olan halkalara
geçirdi. Ve kefaret örtüsünü halis altından yaptı; uzunluğu iki buçuk arşın, ve
eni bir buçuk arşındı. Ve iki altın kerubi yaptı: onları dövmeci işi olarak
kefaret örtüsünün iki ucunda , bir uçta bir kerubi ve öbür uçta bir kerubi
olmak üzere yaptı; kerubileri onun iki ucunda , kefaret örtüsü ile bir parça
olarak yaptı. Ve kerubiler, yüzleri birbirine karşı olmak üzere, kanatlan ile
kefaret örtüsünü örterek, kanatlarını yukarı doğru yaydılar, kerubilerin
*yüzleri kefaret örtüsüne doğru idi."
Böylece
İsrail oğullarının peygamberleri artık on emir ve diğer tanrısal buyrukları,
şeriat gibi, bu sandıktan çıkarıp çıkarıp halkına ne yapacaklarını
öğreteceklerdi. Ve sandıklarını elbette tehlike anında Erden’e ve daha ötelere de
taşıyacaklardı. 5 inci tepeye karşı ellerindeki tek gücüldü o sandık. İsfahan’lı Müslüman da işte o sandığı görmüş
olmalıydı ağaç üzerinde. O sandık olmadan sınavdan nasıl geçsin ve de kendi
Peygamberine nasıl ulaşsın! Elbette O’nun da 5. Tepeyle, yani putlarla bir
kavgası olmalıydı ve yılanlara, akreplere ve azaplara ve ateşlere dayanmak: “Ya Hay -Allah" “Al Hayya =Yılan—" demek
olduğuna göre, hay teşbihinden düşmemeliydi. Peygamberlerin gizil bir yılan
olan asasından neden medet umulmasın! Şahmeran kutsala yapışık ve gizil olarak,
açığa çıkmadan nasılsa bir başka kimlikte görünerek sessizce yoluna devam
edecektir. Şahmeran, bir sandıktır artık.
İsfahanlı
tüccar Abdullah, yoluna devamla “kırk bazirğan” ve de kırk bin altın ile yola
koyulur. “Bahrı Umman” denizini geçerken fırtınaya tutulur gemi ve bir adaya
çıkarlar. Adanın sahibi:
"Malikinin adı
Cumhur Padişah
Sanduğı kendüne
edinmiş tebah.
…..
Otuz arşın boylu bir
ifrit dürir
Kara yüzlü zengi
çirkin it dürir.”
Abdullah
karşılanışını anlattıktan sonra sandık öyküsüne gelir. Ancak yanıtlaması
gereken sorular vardır dini için;
"Evvel ahir
halimi didim ana
Cumhur ider dinini
itgil bana.
Tanrıyı ne dinde
kıtırsın talep
Türk müdür Acem midir
yahud Arab
Dinim İslâm dinidir
yemnim benim
Ben Arabım Mustafa’dır
hem nebim."
Ada
hâkimi Cumhur dinledikten sonra İsfahanlı Abdullah’ı,
O da kendi dinini söyledi:
"Gel benim de
tanrımı sen göresin
Secde kıluban ana
yalvarasın"
Cumhur,
Abdullah’ı kendi mabedine götürür, içeriden “gel!’ diye ses gelir. Cumhur secde
eder. Mabedden ses gelir ki; “Ey Cumhur başını kaldır, kabul ettim!" Ve
Abdullah görür ki, içi cadılık dolu bir sandık ağaç üstünde durmaktadır. Kırk
arkadaşını görür orada ki dinlerini değiştirmişler. Sandik dile gelmiş ve
Cumhura "Bu akılsız
Arab'ın boynunu vurma, buradan götür onu”
der. Abdullah geri döner; “korkma der binleri, dininden dönme, cazu'nun (cadı)
ateşinden korkma!" Abdullah’a hiç zarar vermez ateş.
Abdullah’ın
bu öyküsünde, simgelerin dışında Yahudi peygamberi Daniel’in Babil
hükümdar"ı Nabukadnezar ile olan öyküsünü görüyoruz.
Cumhur
adlı hükümdar; Nabukadnezar ve Abdullah, Daniel peygamberdir. Unutmamak gerekir
ki, Yahudi kavminin önemli bir kısmı Pers topraklarına göçmüş ve tekrar
Filistin’e geri dönmüşlerdir Pers hükümdarları zamanlarında. Tıpkı, Vaftizci
Yahya’nın çocukları Beni Sabii halkı gibi. Kureyşliler de Hz. Muhammed’e
“Sabii" demişlerdi ilk zamanlarda ve bu söz "dönek!’ anlamına
geliyordu Arap dilinde. Elbette Sabii dilinde değil. Ezoterik (gizli] rahipler
ritüelleri ile “Zeburu"n da sahibi olarak gös terilen bu topluluk, dinler
tarihini inceleyen her antropolog ya do tarihçinin en önemli ilgi kaynağı
olmuştur. Çünkü onlar, tarih tek son Gnostiklerdir."
Her
ne kadar burada kısaca işaret ettiysek de Daniel, peygamberlik makamına yüceltilişinde
Kral Nabukadnesar’ın ateşi alevli fırınında yanmayacaktır.
Konumuza
dönersek eğer, görürüz ki Tevrat’a göre; Nabukadnezar krallığı içinde olan
herkesi tellallar çıkartarak Babil’e toplamış ve yaptırdığı altın boğa
heykeline tebasının tapmasını emretmiştir. Bir Daniel ve arkadaşları
uymamışlardır bu kurala. Yüksek yere kurulu alevli fırına atılmışlardır
böylece. Ne var ki; Daniel ve arkadaşları ateşten etkilenmezler ve fırından ilk
girdikleri gibi çıkarlar. Nebukadnezar, Araplara göre Buhten Nasr kimin
Tanrısının daha güçlü olduğunu böylece anlamış ve Daniel’i kendine baş danışman
etmiştir. Bunun sonucunda da Daniel, kraldan aldığı yardım ile Kudüs’ü yeniden
inşa edebilmiştir.
Şu
ölümsüz Daniyal, şu Lokman Hekim, şu İsfahanlı Abdullah... Ne bileyim, belki de
İskender’in Andreas’ı! Bilen var mı?
Ve
bütün bu söylenceler Kral ya da Yakup Peygamber ile başlamış, elbette peygamber
İbrahim’in soyu olarak ve Yakup’un soyundan gelen 12 oğul kavramı ile
Hıristiyanlığa 12 havari olarak ve İslâmiyet’e de 12 imam biçimiyle geçmiş
anlaşılan. Yakup Peygamberin oğullarına devrettiği ve daha önce nasıl imal
edildiğini anlattığımız sandığı da ardılı inanışlara devretmiş olmalılar ki o sandık, hâlâ önümüzde bir şeriat
sandığı olarak durmaktadır.
Dileyen,
Tevrat’a bakarak bu sandık konusunda, dediklerimizin doğruluğunu anlayabilir.
Başka deyişle; bir dini anlamak için, bütün dinlere bakmak gerek.
Sh: 123-127
Osmanlıca’dan
çeviren:
JeanLouis MATTEI
JeanLouis MATTEI
Başlayalım söze
bismillah ile
Dürüşelim *ruz i şeb
Allah ile
Çün tevekkül kıldım uş
ı Sübhanıma
Ol beni var eyleyen
sultanıma
Dil açuban şerh ideyim
bir kelam
Hoş gazavaddır
eşitgil ya imam
Aşk ile dinle bunı ki
muteber
Hoş acayib kıssayi
şirin haber
Söyle buldım bu haberi
ey dede
Konuk olmuş bir kişi
Muhammed’e
Ol konuk anda hikayet
eyledi
Kafir elinden şikayet
eyledi
Ya resul sen dinle
benim halimi
Şerh ideyim sana ben
ahvalimi
Mustafa dir söyle
Abdullah sözinü
Dünya içre kim neler
gördi gözin
Ol konuk dir işit imdi
Mustafa
İsfehandır şehrimiz ey
basafa
Kırk bazirgan
eylemiştik ittifak
Şerimizden çıkuban
kaldık ırak
Kırkımız da didik
andlar içelim
Bahrı umman denizini
giçelim
Ol seferde iki ay yol
yüridük
Bahrı Ummana irince
eridik
Bizde ne bad kaldı vallah ne de beniz
İki aydan sonra
göründi deniz
Gördük anda çok
bazirganlar durur
Irak itmiş cümle
gemiye girir
Biz tevekkül kılarak
ol dem Tanrıya
Her birimiz anda
girdik gemiye
Su yüzünde yüridik biz
mahi Sal
Gemimüzde kalmadı hergiz
mecal
Kişi maldan doymaz
imiş ya resul
Erzakımız kalmadı ey
bul usul
Kırk bin altun ile
girdim gemiye
Gönlimüz muhkem tutub
ol Tanrıya
Gün yedinci ay doğıcak
nagehan
Bir katı yel çıkuban
esdi heman
Bizden artuk bin gemi
vardır ulu
Kamusının içi adem dop
dolu
Kar(a) bulut gelüben
çulladı duman
Yel zu(hu)r idüp
gemiye virmez aman
İki adam birbirini
göremez
Vaveyladan kimse aklın
diremez
Gark oluram çünki
bildim ben işi
Şol kadem ki secdeye
koydım başı
Okudum nna fatana
suresin
Kim Çalab def ide
bundan belasın
Bir zamandan sonra
kaldırdım başım
Ne gemi kalmış ne o
kırk yoldaşım
Çünki gördüm kimden bu
haysiyeti
Anlar içün eyledim çok
firkati
Tanrı’nın emrile ki ya
Mustafa
Bir adaya çıktım ey
kanı vefa
Geldi aklım başıma
durdım örü
İki adam geldi bana
yögirü
Korkuma deyü
çağrılardı bana
Anları gördim dahi
kaldım bana
Yögirüb bunlar katuma
geldiler
Gemiyi çeküb karaya
aldılar
Anlar ider bundadır
Umman başı
Bunda vardır Şah ile
yüz bin kişi
Bu görinenler hem anın
dağıdır
Halkı cümle Müsleman
bağıdır
Malikinin adı Cumhur
Padişah
Sanduğı kendüye
idinmiş tebah
Ol kişilerden aluban
haberin
Gezdim Umman şehrini
bir nica gün
Beş kişiler geldi ol
cem tapuya
Beni alub geldiler bir
kapuya
Kendü özimden becüd
olub yüridim
Şahları yüzin gönimcek
eridim
Otuz arşın boylı bir
ifrit dürir
Kara yüzlü zengi
çirkin it dürir
Kızıl altın tahtı
kurmış oturir
Yedi yüz zengi
tapusunda durır
İki yüz çavuş dahi
sağa sola
Yüz çavuş zerrin çıbık
tutar ele
Sakiler durmış
piyaleler sunur
Meclisinde mitirablar
ney urır
Gördüğüm saat ana
virdim selam
Karşusında bir saat
durdum tamam
Ne kişisin deyüben
halüm sorar
Karşuşında oturub
virdim haber
Evvel ahir halimi
didim ana
Cumhur ider dinini et
gil bana
Tanrıyı ne dinde
kılırsın taleb
Türk müdür Acem midir
yahud Arab
Dinim İslâm dinidir
yemnim benim
Ben Arabım Mustafa’dır
hem nebim
Taptuğum Allah’durır
hiç eşi yok
Yerde gökde hiç anın
yekdaşı yok
Halikidir razikidir
alemin
Vahşi tayri ins ü cinn
i ademin
Cumhur ider kamu sözin
anladım
Ta ki vasf eyle dinini
dinledim
GGel beünüm de
Tanrı’mı sen göresin
Secde kıluban ana
yalvarasın
Sağ yanında ulu kamu
var idi
Durdu Cumhur beni alub
yürüdü
Girdi kapukamu
eşiğinde baş urırdurır
İçerüdenİçeriden gel
deyü bir ün gelürgelir
GördiğiGördeği dem
secdeye kodıkoda başın
Eğildi toprağa koyulan
başın
Avaz geldi ey kulum
Cumhur deyü
Kabul itçim başını
kaldır deyü
Bir ağaç gördim
gümüşedir toprağı
Bıçağı altun zübürrec
yaprağı
Ol ağaç üstinde bir
sandık durır
Anın içi dolu cadılık
durır
Sandık ider ey benim
garip kulum
Secde eylegileyle gil
bana öpgilöp gil elümelim
Ben didim ki
doğrıdoğarı söyle ey lain
Sen bir itsin necis
murdarsın hemin
Kak idi Cumhur dilediğim tavra
Tigi çekdi kim benim
boynım ura
Sanduk ider ya kulum
urma bunu
Bi areb Arab’durır götür şunu
Tez iletgil sen bunu
uçmağıma
Secde kıla çün
görimcek ol bana
Cumhur ol dem beni
alub yüridi
Uçmağa dek benimle gel
didi
Kapusundan uçmak içre
girirem
Ol benim kırk
arkadaşım görirem
Dönmiş anlar
dinlerinden bi güman
Görüb anda cazulıklar
ol zaman
Bunlar içün ağladım
katı katı
Geldi yaktı beni İslâm
firkati
Cumhur ile oradan
döndik yine
İrdik ol saatde sandık
katına
İtdi tez ilet bunı sen
tamuya
Tamuyu görüb beni ol
tanıya
Yine döndük oradan biz
sürürüz
Ta ki bir bölük cemaat
görüriz
Beni görüb cümle
tekbir itdiler
Maceralarım takdir
itdiler
Didiler kim korkma
odından anın
Dinini döndermesin
cazu senin
Odı bize hiç ziyan
eylemedi
Daima yad eyleriz
Muhammedi
Ol senin kırk
arkadaşın neylediler
Kafir olub dinlerin
ter itdiler
Dönüben sanduka geldik
ol zaman
Başladı sandık dahi
küfre heman
Didi Abdullah benim
garip kulum
Secde eylegil bana öb
gel benim
Kalğım yok işitiram
sözini
Hem gözüm yoktur
görürem yüzini
Bu noktadan itibaren bir boşluk var. (Çevirmene göre) Müstenzih 17 metnini yazdıktan sonra bir sayfayı
unuttuğunu farketti fakat hiçbir yere orijinal metni iade edemedi. Bu öğe de
metnin, öz yazarının elinden olmadığını bize düşündürdü. Kaybolan bölümde
Abdullah sandığa Muhammed’den bahsediyordu kuşkusuz. Sandık istedi ki Peygamber
de kendine tapsın ve Tanrı olarak tanısın. Nihayet, Sandık Peygambere
Abdullah’ı göndermeyi düşündü. Nitekim metnimiz şöyle devam ediyor:
Malını siz bana teslim
eylenüz
Bu garibe dir ki iyi
söylenüz
Ta ki virin siz bunun
mallarını
Muhammed’e söyleye
hallerimi
Benim birlüğüm bilüben
gelmez ol?
Rızkımı yer beni Tanrı
bilmez ol?
Ol benim asi kulum
söylesün
Ta ki gördi kamusın
şerh eylesün
Sözimi tutub yanıma
gelsin ol
Tabiinle bana tabi
olsun ol
Gelmez ise göğe bulut
ağdıram
Ustine yılan çıyan
yağdıram
Böyle deyüp ol iki
kapu açar
Üstime misk ile
atırlar saçar
Döndüm oradan saraya
giderim
Can ile Allah adın yad
iderim
Malk i milk cümlesini
getürdüler
Getürüb bana tamamca
virdiler
Çünkü oradan gemiye
girmişem
Süriben ta ki tapuna
gelmişem
Mustafa çün dinledi
konuk sözin
Duruben öbdi anın iki
gözün
Cümle azhab anda hazır
oldılar
Cümlesi anı ziyaret
kıldılar
Çün resül didi ki elçi
salalım
Cumhur’ı İslama davet
kılalım
Mustafa sandık sözin
söyler iken
Eshab ile tanışık
eyler iken
Gökden indi Cebrail
verdi haber
İlçü salun didi ol hayr ül başer
Halid’i Sad’i Zübeyr
ibn Avvam
Bileşince Sadi Vakkas ol hümam
Çıktı Bilal öyle bir
nida kılur
Cümle eshab mescide
gelüb durır
Durdı resul çıkdı
menber üsdine
Okudı hamdı Senai
Dostuna
Didi ey eshablarım siz
biliniz
Allah’ın emrine muti
olınız
Name yazub Halid’i
gönderelim
Cumhur’ı biz dine
davet kılalım
Aldı Osman kağıdı
kalem ele
Name yazdı hoş fasih
kelam ile
Yazdı ey Cumhur Malik
sen bilesin
Küfri koyub dinini
terk kılasın
Tanrı’yı bir bilüben
getür iman
Çün benim peygamberi
ahir zaman
Gönderibdir Hak bana
Kuranını
İzhar edem ben de
İslâm dinini
Elçilikle Halid’i
saldım sana
Varıcağız tabi olasın
bana
Yazdı Osman nameyi
itdi tamam
Suruvirdi Mustafa’ya
vesselam
Çün bıraktılar yediler
içdiler
Hak Teala’ya şüürler
itdiler
Aldı Halid nameyi
durdı gider
Evine vardı ırağını
ider
Yol tarikim göriben
durdılar
Tanrı’ya sığmub yola
girdiler
Biri Halid ve Zübeyr
ibn Avvam
Sadı Vakkas bileşince
ey hümam
Orada bir yüce kale var idi
Ana Sarsar kalesi
dirler idi
Sur diğer kaleye değin
vardılar
Destur alub içeriye
girdiler
El yazma maalesef böylece bitiyor. Varsayabiliriz ki, orijinal
metinde en sonunda Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabları, kötülük
simgesi olan sandığı yok edecekti ve Abdullah’ın kırk arkadaşını kurtaracaktı.
Belki de Cumhur Padişah İslâm dinini kabul edecekti.
Not: Bu söylencenin bir versiyonu; Dr. İsmet Çetin, Türk
Edebiyatında Hz. Ali Cönk nameleri, “Gazavatı Bahrı Umman ve Sunduk” adı ile
Cönkname 5, Kültür Bakanlığı 1997 Ankara yayınında bulunmaktadır.
Sh:269-276
ESRARENGİZ EL YAZMASI 'SANDIK
HİKAYESİ7 SERÜVENİ JEAN LOUİS MATTEİ [Umman krallığında bulunan bir
liman]
Bursa’da
sevgili eşim Nurcan Mattei’nin benim için keşf ettiği bu esrarengiz el yazması,
8 yıldır beni meşgul ediyor. Umman denizine kadar uzanan bir yolculuk, bir
deniz kazası, zenci bir kral, konuşan bir sandık; işte el yazmamızın ana
konusu. Elimizde olan el yazması, çok eski bir orijinalden ve XIX. yüzyıla dayanan
bir kopyadır. Fakat incelediğim metin arkaik bir nitelik taşıyordu ve ilk
tahminlerime göre Bursa tekkelerinden birinde yazılmıştı.
Metin
bence XV. yüzyılın bütün özelliklerine sahipti.
Fakat
el yazmamız iki büyük kusuru da taşıyordu:
Üstünde
tarih yoktu, isim yoktu, yer ve mekân işareti yoktu.
Yaklaşık
200 mısradan sonra birdenbire son buluyordu. Bitirilmemiş bir hali vardı yani.
Metnin devamı bekleniyordu ama nedense öyle bitiveriyordu. Muhtemel son
hakkında sadece tahminlerde bulunabiliyorduk.
Yazıyı
deşifre etmeye başladım. Abdullah isminde İsfahanlı bir tüccarın hikâyesi söz
konusu idi. Ticaret yapmak amacıyla Umman denizinden geçerken kaza geçiriyor ve
Umman’ın başkentine gidip Cumhur adlı zenci bir kralla tanıştırılıyordu. Kral,
Abdullah’ı kendi taptığı puta inanmaya davet ediyordu. Müslümanlıktan çıkmayı
kabul etmeyen Abdullah sonunda salıverilip, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin yanına gönderiliyordu ve bütün bunları Peygambere anlatıyordu. O da
seferberlik ilan edip ashabından bazılarını Cumhurun taptığı Sandığa karşı
gönderiyordu. El yazmamız burada bitiyordu. Gördüğünüz gibi, metin macera türü
bir nitelik taşıyordu ama dini içeriği de yadsınamazdı.
Metni
deşifre ederken, konuşan bu esrarengiz sandık hakkında da araştırmalar yapmaya koyuldum,
Uzun aylar sonunda nihayet makalem hazırdı. Bu arada tabii, konunun uzmanı
birçok kişinin fikirlerini sordum fakat hikâyenin kaynağı hakkında yorum
getiremediler. Makalemi bu haliyle bazı dergilerde yayımlamak istedim. Ancak
edebiyat dergilerinin editörleri yazımın tarihi bir nitelik; tarih dergilerinin
editörleri de edebi bir nitelik taşıdığını ileri sürüyorlardı. Tahmin
edebildiğiniz gibi, tırnak içinde, iki cami arasında kalmış beynamaz kalıyordum
ben.
Lanetlenmiş
bir metinle mi karşı karşıyaydık? Sarfettiğim bütün çabalara rağmen, bana göre
ilginç olan bu makale; hiçbir yerde yayımlanamıyordu. Fakat şunu anlıyordum; el
yazmanın menşei hakkında daha belirgin bilgiler keşfetmem gerekiyordu. Uzun
zaman sonra, antikacı dostum Tankut Sözeri’ye makalemden söz ettim. İlgisini
çekti ve bir fotokopisini istedi. Bu husus, beni araştırmalarıma devam etmeye
teşvik etti.
Ve
bu sefer buldum. Metnimiz, bilinen bir metindi. Cenknamelere bağlanmalıydı.
Gerçek çok uzaklarda değildi; aslında senelerce etrafında dönmüştüm. Bilinen
fakat çok iyi tanınmayan bin metindi "Sandık Hikayesi” veya başka
adlarıyla "Bahrı Umman Cengi” ya da “Gazavatı Bahrı Umman”.
Bursa
şehir kütüphanesinde Prof. Dr. İsmet Çetin’in 1997 de yayımlanan kitabına
ulaşmıştım. Kitabın bir bölümünde Ankara’da Milli Kütüphanede bulunan
elyazmalarından bir alıntı vardı; böylece hikayeyi Tursun Fakih’in yazdığını
keşfediyordum.
Bu
yeni buluş çok önemli idi bana göre; çünkü böylelikle elimizde bulunan
elyazması yeniden Bursa tarihine bağlanıyordu.
Neden?
Çünkü Tursun Fakı (başka kaynaklara göre Dursun Fakih) Osmanlıların
fetihlerinde bulunmuştu, Şeyh Edebali’nin damadı ve Osman Gazi’nin bacanağıydı.
Elyazmamız
tahmin edebildiğimden çok daha eski bir devre dayanıyordu: XIV. Asrın
başlangıcına.
Şu
hususlar beni araştırmaya devam etmeye teşvik ediyordu:
Prof.
Dr. İsmet Çetin, incelediği elyazmasında başlangıcın olmadığını söylüyordu.
Yapılan
alıntıyla kendi metnimizi kıyasladığımızda iki versiyon tam tamına aynı
değildi. Başka bir deyişle el yazmamız bir varyanttı.
Mete
Tuncay'ın söylediği gibi, bir araştırma başka bir araştırmaya, bir buluş başka
bir buluşa yol açıyor; yeni sorular meydana çıkıyor.
Burada
200 mısrayı okumam zor olduğuna göre, elyazmamızın en ilginç parçalarını seçip
ondan sonra bir yorum getirmeye çalışayım.
Metnimiz
şöyle başlıyordu:
Başlayalım
söze bismillah ile
Dürüşelim
(uğraşalım) ruzı şeb (gece gündüz) Allah ile.
Çün
tevekkül kıldım uş (şu) Sübhanıma
Ol
beni var eyledi Sultanıma
Görüldüğü
gibi, bu başlangıç çok mistik bir izlenim bırakıyor. "Dürüşmek” ise, çok
özel bir fiil ve Hz. Üftade tarafından XVI. yüzyılda kullanılacaktı. Bu
hususlar, metnin Bursa tekkelerinden birinde yazıldığını düşünmeme sebep
olmuştu. Fakat hakikat herhalde biraz farklıydı. Ayrıca, takip eden mısralar
daha belirgindi:
Dil
açuban (açıp) şerh ideyim (anlatayım) bir kelam
Hoş
gazavatdır eşitgil (işit) ya imam
Açuban,
eşitgil veya işitgil, Eski Anadolu Türkçesinde bulunan formlar. Metnimiz,
şüphesiz, epeyce eski bir çağa dayanıyordu, fakat ilk incelemelerimde o kadar
eski olduğunu tahmin edemezdim. Gazavat ise Umman gazavatını ima ediyordu. Ne
yazık ki müstensihler eserin orijinal adını aktarmamışlardı.
“İmam”
kelimesine gelince, hemen dikkatimi çekti. Mısralarımız şöyle devam ediyordu:
Aşk ile dinle bunu muteber
Hoş acayib kıssayı şirin haber
Böyle buldum haberi ey dede
Konuk olmuş bir kişi Muhammed’e
Hoş acayib kıssayı şirin haber
Böyle buldum haberi ey dede
Konuk olmuş bir kişi Muhammed’e
Elyazmasının
en ilginç noktalarından birine ulaşmıştık. “Dede” sözcüğü mutlaka bir tekkenin
şeyhini kastediyordu. Sünni mi? Alevi mi? Sünni olduğunu düşündüm. Bu varsayım
doğru olmasına rağmen, beni aranan gerçekten uzaklaştırıyordu; çünkü,
böylelikle Hz. Ali hakkında yazılmış cenknameleri bertaraf ediyordum. Fakat
Prof. Dr. İsmet Çetin’in Hz. Ali Cenknameleri hakkında yazdığı kitabı okuduğum
zaman şunu birdenbire anladım: Söz konusu "imam” veya “dede”, Şeyh
Edebali’nin ta kendisiydi.
Nitekim,
Şeyh Edebali’nin ahi şeyhi olduğunu biliyoruz. Tursun Fakı da aynı
kardeşliktendi. Her ikisi de Karaman kökenliydi. Ayrıca, Şeyh Edebali’nin
dergâhının halen Bilecik’te bulunduğunu hatırlatalım.
Böylelikle,
elyazmamız Bursa’ın fethinden önce, yani büyük bir ihtimalle XIV. yüzyılın ilk
senelerinde yazılmıştı. Bu aşamada yapacağım tek şey vardı; bütün bu verileri
göz önünde bulundurarak, yeni bir makale yazmak.
Görüldüğü
gibi; Tursun Fakı, Bilecik dergâhının dedesi olan kayınpederi Şeyh Edebali’yi,
Muhammed’in konuğu Abdullah’ın hikâyesinden haberdar ediyordu:
Mustafa der söyle Abdullah sözin
Dünya içre kim gördi gözin
Ol konuk der işit imdi Mustafa
İsfahan’dır şehrimiz ey basafa
Kırk bezirgan eylemiştik ittifak
Şehrimizden çıkuban kıldık ırak
Kırkımız da didik andlar içelim
Bahrı Umman denizini geçelim
Dünya içre kim gördi gözin
Ol konuk der işit imdi Mustafa
İsfahan’dır şehrimiz ey basafa
Kırk bezirgan eylemiştik ittifak
Şehrimizden çıkuban kıldık ırak
Kırkımız da didik andlar içelim
Bahrı Umman denizini geçelim
Buradan
sonra Abdullah, bir fırtınada bindikleri geminin nasıl battığını anlatıyordu.
İsfahanlı tüccar Uman başkentinin iki sakini tarafından kurtarılıp Cumhur
Padişahının önüne getiriliyordu. Burası şöyle tasvir ediliyordu:
Otuz arşın boylı bir ifritdürir
Kara yüzü zengi çirkin itdürir
Kızıl altun tahtı kurmış okurır
Yedi yüz zengi tapusunda turır
İki yüz çavuş dahi sağa sola
Yüz çavuş zerrin çıbık tutar ele
Sakiler turmış piyaleler sunar
Meclisinde mutrıplar ney urır
Kara yüzü zengi çirkin itdürir
Kızıl altun tahtı kurmış okurır
Yedi yüz zengi tapusunda turır
İki yüz çavuş dahi sağa sola
Yüz çavuş zerrin çıbık tutar ele
Sakiler turmış piyaleler sunar
Meclisinde mutrıplar ney urır
Şimdi
küçük bir parantez açalım. Prof. Dr. İsmet Çetin’in verdiği metinde şöyle
yazıyor:
Sakiler turmış süciler içilür (süci=şarap)
Karşu mızrabular turur ahenk urur
Karşu mızrabular turur ahenk urur
Elyazmamızda
bolca bulunan bu farkları açıklayamıyoruz. “Sanduk Hikayesi’nin
Ankara’da Milli kütüphanede bulunan iki elyazmasıyla karşılaştırılması yararlı
olabilir. Nitekim aynı şekilde, “zengi çirkin it”, İsmet Çetin’in aktardığı
metinde “bir heybetli it” oluyor,
Her
neyse, elimizdeki metinde Cumhur Padişah dini hakkında Abdullah’ı sorguluyor ve
kendisinin taptığı tanrıyı, yani putu göstermek istiyor. Onu sarayın bir yerine
götürüyor. Sözü burada Abdullah’a bırakalım:
Bir ağaç gördim gümüşdir toprağı
Bıdağı altun zübürrec (zebercet) yaprağı
Bıdağı altun zübürrec (zebercet) yaprağı
Ol ağaç üstünde bir sandıkdurır
Anın içi dolu cadulıkdurır
Anın içi dolu cadulıkdurır
Bir
ağaç neler sembolize edebilir? Tabii ki ağaç hayat sembolüdür. Eski dinlerde
insanlar ağaçlara tapıyorlardı. Bu konuda Orhan Hançerlioğlu şunları söylüyor:
“Ağaç da, su ve toprak gibi, ilk insanlara yaşam döngüsünün (yani ölüp
dirilmenin) simgesi olarak görünmüştü.” İslâmiyetten önce Lat, Menat, Uzza
üçlüsüne tapılırdı Mekke’de. Bu üçlü bir başka üçlüyü düşündürüyor: Eski
Mısırlılardaki Osiris, Hathor, İsis. Öte yandan, “Menat
Gerdanlığı cenaze törenlerinde kullanılan ve diriliş sembolü olan kutsal
gerdanlık, Tanrıça Hathor’un taktığı gerdanlıktır.” Ayrıca,
Tanrıça
Hathor, “Çınar ağacıyla simgeleniyordu” (Orhan
Hançerlioğlu).
Metnimizdeki
esrarengiz ağacın yaprakları zebercettendir. Böylelikle, yeni bir karşılaştırma
yapabiliriz. Tanrıça Hathor, Büyük Laroussa ansiklopedisine göre, “Sina'ya sahiptir, turkuvaz ve zümrüt madenlerini korur”.
Hathor,
Menat, İsis ve Venüs’ün aslında aynı tanrıça olduğunu ekleyelim. Romalılar için
Venüs Kıbrıs’ın sahibesiydi; buradan şu ilginç buluşa ulaştım: Zebercet taşının
öteki adı Kıbrıs elması’dır. Venüs ayrıca, İsis gibi, büyü tanrıçasıdır.
Bu
bilgi, Latin yazarı Apuleius tarafından aktarılıyor. Özetlemek gerekirse, ağaç,
zebercet ve cadılık öğeleri herhalde rastlantı sonucu bir araya gelmiyor.
Fakat
sandık öğesi ni sembolize edebilir?
Bize
göre bir tabutun tasviri olabilir bu. Bu durumda, ağacın hayatı, sandığın da
ölümü temsil etmesi mümkün. Ayrıca gizem sembolüdür. Sandıktan ne çıkabilir
belli değildir. Üstelik antik çağda büyünün pis şeylerle yapıldığına
inanılırdı. Apuleius bir büyü eylemini betimlerken cadı Pamphile’nin küçük bir
sandığı açtıktan sonra bazı kutular çıkardığını yazıyor. Bu kutularda büyüler
için gerekli merhemler vardır.
Sonuç
olarak, ağaçla ilişkili olan sandık bütün dinlerde bulunan Büyük Ana’nın bir
şekli olabilir.
Sevgili
dostum Tankut Sözeri ise, Yahudilerin yasa levhalarını içeren sandığa bir
gönderme olduğunu düşünüyor. Söz konusu sandığın kendisine dokunan kişilere bir
şimşek gibi çarptığı hatırlatalım.
Sandık
neyin sembolü olursa olsun, Abdullah bir gizemle karşı karşıyadır. Cumhur
Padişah’ın putu o sırada Abdullah’a seslenip şunları söylüyor:
Ey benim garib (yabancı) kulum
Secde eylegil bana öpgil elim
Ben didim ki dogri söyle ey lain
Sen bir itsin necis murdarsın hemin
Secde eylegil bana öpgil elim
Ben didim ki dogri söyle ey lain
Sen bir itsin necis murdarsın hemin
Abdullah
sandığa tapmayı kabul etmediği için Cumhur onu vurmak ister; ama sandık engel
olur. Cumhura uçmağını, yani cennetini Abdullah’a göstermeyi tavsiye eder. Öyle
yapar, ama bu saatte cennette Abdullah kırk arkadaşını bulur. İslâm’ı tek edip
Sandık dinine geçmiştir bunlar. Abdullah çok üzülür. Ondan sonra da tamusunu,
yani cehennemini göstermeye gönderir sandık. Orada bulunan insanlar durumlarını
şöyle ifade ederler:
Odı hiç ziyan eylemedi
Daima yad ederiz Muhammed’i
Daima yad ederiz Muhammed’i
Tamamen
rahatlamış olan Abdullah yine Sandığa götürülür, yine ona tapmayı reddeder.
Kinci olmayan Sandık, Abdullah’ı Hz. Muhammed'in nezdinde bir elçi olarak
kullanmayı planlar. Peygamber hakkında şunu söyler:
Benim birliğüm bilüben gelmez ol?
Rızkımı yer beni tanrı bilmez ol?
Sandık ondan sonra tehdit savurur:
Gelmez ise göğe bulut ağdıram
Ustine yılan çığanı yağdıram
Rızkımı yer beni tanrı bilmez ol?
Sandık ondan sonra tehdit savurur:
Gelmez ise göğe bulut ağdıram
Ustine yılan çığanı yağdıram
Hz.
Muhammed ve ashabının rolü burada başlar:
Çün resul didiki elçi salalım
Cumhuru İslâma davet kılalım
Cumhuru İslâma davet kılalım
İlk
önce Halit gönderilir elçi olarak. Halit’in, Mekke’deki Uzza putunu kıran kişi
olduğunu unutmayalım. Zübeyir ve Sa’dı Vakkas da onunla gider.
Elyazmamız
maalesef şöyle bitiveriyor:
Orada
bir yüce kale var idi Ana Sarsar kalesi derler idi Sürdiler kaleye değin
vardılar Destur alub içerüye girdiler
Devamını
yalnız İsmet Çetin’in özetiyle biliyoruz. Macera dolu bu devamda Halit, Üzeyir
ve Sad’ı Vakkas esir düşüyorlar. Hz. Muhammed, daha sonra Hz. Ali’yi ve
Abdullah’ı Ummana gönderiyor. Sandık yeniliyor. Sonuç olarak, Sandık sadece bir
devin sihirbazlığının ürünüdür. Böylece Cumhur:
Ali’nin öginde getürdı iman
Hoş Müslüman oluben kıldı aman
Umman şehrin Cumhura virdi Ali
Hoş Müslüman oluben kıldı aman
Umman şehrin Cumhura virdi Ali
Abdullah’ın
İsfahan’a döndüğünü de ekleyelim.
Gerçeküstü
olaylarla dolu bu hikâyenin kaynağını araştırmak ilginç olur. Prof. Dr. İsmet
Çetin, haklı olarak hikâyenin İran’dan geldiğini düşünüyor. Fakat Tursun Fakı
onu tercüme mi etti, yoksa adapte mi etti? Şimdiye kadar Farsça yazılan böyle
bir eserden haberimiz yok. Kulaktan kulağa taşınan bir hikaye de söz konusu
olabilir.
Ama
kaynağı ne olursa olsun, “Sandık Hikayesi” Anadolu Türkçesinde, yani
Türkçe’de yazılan en eski eserler arasında yer alıyor.
Tursun
Fakı, farkında bile olmadan bizi, Antik Mısır’a kadar götürüyor. Üstelik Tursun
Fakı askere imamlık yapıyordu. Şunu söylemek istiyorum: Bursa kalesi düştüğü
zaman, yani 1326 da, "Sandık Hikayesi’ Osmanlı ordusunca biliniyordu.
Osman Gazi, Orhan Gazi onu okumuştu. Aksini düşünmek mümkün değil. On yıl süren
Bursa kuşatmasının başlangıcında da şüphesiz biliniyordu. Tursun Fakının amacı,
anlaşılan, hikâyeleriyle İslâm çevresinde Osmanlı ordusunun moralini yüksek
tutmaktı. Bursa alınınca, kuşkusuz, Sandık Hikayesi, yani “Bahrı Umman
Gazavatı” şehirde art arda kurulan tekkelerde kopya edilerek çoğaltıldı.
Öyleyse onu Bursa’da keşfetmemiz boşuna değil.
Bu
durumda bu hikayenin istisnai bir yeri vardır. Üslup bakımından da ilginçtir
hikâye; onu “Hz. Ali’nin Cenknameleri” çerçevesinde de incelemek mümkün. Ayrıca
etnografya açısından da ilginç öğeler sergiliyor. Örneğin, bu zenci kralın,
yani Cumhurun tarihte bir modeli var mıdır? Umman’da siyah bir kabilenin
yaşadığını biliyoruz. Cumhur ile aralarında bağ kurabilir miyiz?
Bildirimin
bir yerinde daha önce söylediğim gibi, bir araştırma bir başka araştırmaya yol
açıyor.
*
* *
Sevgili
dostum Mattei’nin açıklamaları elbette birçok yönden aydınlatıcı, yine de
aşağıda belirttiğimiz açıklamaları dikkate alarak konuya yaklaşılması daha
sağlıklı olur diye düşünüyoruz:
Olcay
tarihine göre Osman Gazi okuma yazma bilmiyordu. Tursun Fakih: Osman Gazinin
karnından ağaç çıkmasının Şeyh Edebali tarafından yorumlanmasından sonra “Bize
şükrane ne verirsiniz?" sorusuna Osman Gazinin: "Ben yazu yazma
bilmezem. Sana şükrane olarak bir maşrapamla bir de kılıcım var. Onları
vereyim" dediğini biliyoruz.
Osmanlı’da
ilk düzenli ordu, Orhan Gazi Bursa’yı aldıktan sonra ve Fuat Köprülü ‘Musa Çelebi’nin “işte bu elfi taçtır’’ diyerek
başına taktığı yeniçeri külahını gösterdiğini ve Orhan’ın kardeşi Alaaddin’in
önerisi üzerine kurulduğunu bildirir. Yani Bursa alındığında daha Osmanlı
olmadığı gibi, düzenli bir ordu da yoktu. Kaldı ki, ilk sikkenin Orhan
tarafından hutbe okutularak bastırıldığı da bilinmektedir.
Metinde
geçen aşağıdaki satırlardan açıkça bellidir ki hatırlatılmak istenen olay:
Yahudiler Hz. Muhammed’i Medine’ye davet etmişler, kendi peygamberleri olması
için uğraşmışlardır. Hz. Muhammed de Mekke’yi alınca Yahudileri İslâm’a davet
etmiş ve Yahudiler kabul etmeyince de karşılıklı olarak kılıçlar çekilmiştir.
Günümüze kadar gelen düşmanlığın temeli de budur zaten.
Sandık
Hz. Muhammed’i kendi dinine davet eder:
Benim birliğüm bilüben gelmez ol?
Rızkımı yer beni tanrı bilmez ol?
Sandık ondan sonra tehdit savurur:
Gelmez ise göğe bulut ağdıram
Ustine yılan çığanı yağdıram
Rızkımı yer beni tanrı bilmez ol?
Sandık ondan sonra tehdit savurur:
Gelmez ise göğe bulut ağdıram
Ustine yılan çığanı yağdıram
Hz.
Muhammed ve ashabının rolü burada başlar:
Çün resul didiki elçi salalım
Cumhuru İslâma davet kılalım.
Cumhuru İslâma davet kılalım.
Hz.
Ali Cönkleri içinde geçen bu söylenceyi, konumuzu ilgilendirdiği kadarı ile
değerlendirme amacımız; diğer ayrıntılar üzerinde daha fazla düşünce üretmemize
engeldir.
Sh:276-284
Kaynak: TANKUT SÖZERİ, İnançlarda
Şahmeran, Asa Kitabevi, 2006, Bursa
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar