Print Friendly and PDF

SÂMİHA AYVERDİ HANIMEFENDİ



“Azîz Evlâdlar!
Şimdiye kadar her ne söyledimse, hep sizin iyiliğiniz için söyledim. İnşaallah, her iki âlemde de yüzümüzü ak edecek yoldan ayrılmaz, huzurlu ve düzenli insanlar kafilesinden olur, etrafınıza da doğruluğu sirayet ettirirsiniz. Her hususta Allah yardımcınız olsun, nefsiniz şerrinden korusun. Gaflet ve dalâlete düşürmesin. Cenâb-ı Hak, doğruların yardımcısıdır vesselâm...”
Sâmiha Ayverdi

İsmet BİNARK
Muhterem Başkan,
Saygıdeğer Misafirler,
Sâmiha Ayverdi’nin Azîz Dostları,
Konuşmama başlamadan önce, cümlenizi hürmetle selâmlıyorum...
Ve bu anlamlı toplantıyı tertipleyen Altay Vakfının ve Türk Kadınları Kül­tür Demeği’nin değerli başkanlarına ve yönetim kurulu üyelerine şükranlarımı arzediyorum...
Benim konuşmam, Muhterem Başkanın da İfade ettiği gibi, “Sâmiha Ay­verdi’nin Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Gayesi” mevzuunda olacaktır.
Türk milletinin îmân, fikir ve kültür hayatında mühim bir yeri olan, mu­tasavvıf, mütefekkir ve mürebbî âbide şahsiyet Sâmiha Ayverdi, 1905 Ramazanı’nın 'Kadir Gecesine rastlayan 25 Kasım günü İstanbul’da Şehzâdebaşı’nda Kalender Semt’inde Toprak Sokak’ta bir evde dünyada gelmiştir. Anne­si Fatma Meliha Hanım, babası Balkan gâzilerinden Piyade Kaymakamı (Yar­bay) İsmail Hakkı Bey’dir. İsmail Hakkı Bey’in babası, Bolu’dan İstanbul’a ge­lip Harbiye’de tahsilini tamamladıktan sonra, Girit İsyanı’nda, Glrit’e gönderi­len ve orada şehit düşen Zerdebıyık Hasan Bey’dir.
Sâmiha Ayverdi, babasına atfen, dedesinin soy kütüğünün Ramazanoğullarına kadar uzandığını nakleder.[ 'Zerdebıyık Hasan Bey'. Rahmet Kapısı, 113-119. ss.]. Annesi Fatma Meliha Hanım’ın atala­rı. Kanûnî’nin Budin Seferinde şehit olmuş ve oraya defnedilmiş Derviş Gül Babaya kadar uzanır. Ecdâdı İle bilgileri, uzak geçmişini Ortaasya’dan başla­tan Ayverdi. soyu ile İlgili tesbitlerini şöyle özetler: "Ramazanoğullarındanız.
Bir ceddim yeniçeri, bir ceddim Macar ellerinde yatan Gül Baba, büyük babam şehîd, babam gazi. Ecdadımız ölüm dirim macerasını bu topraklarda yaşamış, hayat ve bekâ oyununu bu topraklarda oynamış. Bir Ortaasya dam­gasını taşıyan bize ne düşer, artık onu siz hesap edin, [Millî Kültür Mes'eleleri ve Maârif Dâvâmız, 385. s.]
Sâmiha Ayverdi, bir eserinde: "Çocukluğum, bir Gürcü, Çerkez, Habeş, Zenci ve Arnavut vatandaş çevresi içinde geçti. Çatımızın altındaki bu ayrı ırk ve coğrafyadan gelmiş kimselerin hepsini, Türk olan anam babam gibi, soy­daşım zannederdim. Zira büyüklerimin de onlara karşı olan muamelesinde, ayrılığa delâlet edecek en küçük bir İmâdan dahî eser bulunmazdı."
(Yer Yüzünde Birkaç Adım, 191 -192. ss.) derken, Türk soyundan geldiğini de ifade etmiş olur.
Bir sanatkârı tanıyabilmek ve eserlerini tahlil edebilmek için, onun ço­cukluk yıllarının, aile çevresinin ve şüphesiz yaşadığı devrin bilinmesi bir za­rurettir. Sâmiha Ayverdi, İstanbul Ansiklopedisi tarafından gönderilmiş bir an­kete verdiği cevapta, çocukluk hayatını şöyle anlatır:
"Çocukluk hayatım, dadımın söylediği ninnileri, manâlandırmak endişe­siyle başlayan bir düşünce ve tetkik atmosferine sarılı olarak geçmiştir... Şehzâdebaşı gibi İstanbul'un karakteristik semtlerinden birinde geçen çocuklu­ğum ve babamın dostlarıyla dolup boşalan selâmlığımız, hattâ uşak, aşçı ve mahalle bekçilerinin uğrağı olan koğuş sofaları, bize cömertçe iz bırakıp ge­çen mâzî levhalarındandır. Bahusus ekseri ihtizar halindeki hastalarla, sönmek üzere olan ışıklarda görülen bir son parlayış ve zindelik nevinden, eski İstan­bul hayatı da can çekişen günlerini yaşarken, pek yakın bir akraba konağı, bu son ve âni canlılığın bütün vasıflarını önüme sermiş bulunmakla, bana bol, sa­hih ve hakikî fırsatlar vermekten geri kalmamıştır. [Reşad Ekrem Koçu:'Ayverdi, Sâmiha'. İstanbul Ansiklopedisi, IV. C., 32. fask., İstanbul. 1951, 998-999. ss.]
Ayverdi’nin çocukluğunda derin izler bırakan İbrahim Efendi Konağı’, Şehzâdebaşı'ndadır. İbrahim Efendi Konağı ile İmparatorluğun çöküşü arasın­da bir benzerlik yakalayan Sâmiha Ayverdi, İstanbul kültür ve medeniyetini ve aile muhitini tanıtmak için bu konağı, itibârî bir dünyanın merkezî mekânı ola­rak seçmiştir. Konakta yaşamış veya bu konakla irtibatı olan şahıslar, kimi za­man romanlarının dünyasına yerleştirilmişlerdir. Yazarımız, böyle bir muhitiçinde dünyaya gelmiş, İstanbul’un karakteristik bir semti olan Şehzâdebaşı’ndan İstanbul’u görmüş ve tanımış; anneannesinden şifahî kültürü ve tarih şuûrunu almış; İbrâhim Efendi Konağında Osmanlı Türk’ünün soyluluğunu yaşamış ve İmparatorluk coğrafyasının dağılışını bu konakta müşahâde etmiş­tir.
Değerli edebiyat tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı. Ayverdi, “tabiatındaki in­celeme ve öğrenme heyecanıyla çocukluğundaki konak hayatını içine sindire­rek ve bu hayatın geleneklerinden, usullerinden zevk alarak yetişmiştir. ” der.( Nihad Sâmi Banarlı: ‘Sâmiha Ayverdi.’ Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. II. C., 16. fask., 2. bs. İstan­bul, 1979, 1232-1233. ss.)
Sâmiha Ayverdi, büyükannesinden şu cümlelerle söz etmiştir: "Bü­yükannem hamiyetli, îmânlı, dürüst ve ahlâklı büyük kadındı. Biz torunlarına yaşadığı tarihi yaşattı.’ [Mektuplardan Gelen Ses,48. s]
Yazarımız, çocukluk yıllarında, ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi ile olan yakınlığını da anlatmayı ihmal etmez: "Ağabeyimi çok seviyordum. Onun da beni sevdiği muhakkaktı... çok sonradan anlayacağım gibi, o yalnız beni de­ğil, uzak yakın, kimseyi kıskanmayacak, hased gibi, riyâ gibi, iki yüzlülük gi­bi, iç karartıcı duygulara bîgâne kalmayı bilen asîl ve zengin bir ruhun adamı olacaktı, (Bir Dünyâdan Bir Dünyâya, 22. s.)
Ayverdi, ‘Bir Dünyâdan Bir Dünyâya’ adlı eserinde, bir buçukla oniki yaş arasındaki çocukluk hâtıralarını yaş dilimlerine ayırarak verir. Her dilimin dik­kat, idrâk ediş, yorum, ilgi alanı, arkadaşlıkları ve zevkleri nakledilir. Çocuk­luğu ile ilgili tasavvur ve tahayyül gücünün ilk belirtilerini birbuçuk yaşına ka­dar götürebilen Ayverdi, bu ilk hayallerinin mekânını tesbit etmekte güçlük çekmemiş, zamanı tâyinde çevresindeki büyüklerinin hâtıra ve nakillerinden de faydalanmıştır.
Çocukluk yıllarında teşekkül etmeye başlayan bir bilgi, müşâhade, inti­ba ve duygu birikiminin yazar Sâmiha Ayverdi’ye malzeme olduğunu, kendisi şu cümlelerle ifade eder: "O senelerin sonradan tahlilini yaptığım zaman, ucu­zuna ve kolayına eğlenmeyi reddeden bir küçük dimağın, ileride develope edebilmek üzere, fotoğraf çeker gibi durmadan negatif levhalar tesbit etmiş olduğunu ve asıl zevki bu hafıza mahzenine istifler yapmakta bulmuş oldu­ğunu fark ettim, [a.g.e.. 12. s.]
Sâmiha Ayverdi, "...bir taraftan evlerindeki selâmlık sohbetlerinin küçük müdavimi, diğer taraftan içinde yaşadığı aristokrat çevrenin çok iyi bir göz­lemcisi olarak, son devir imparatorluk coğrafyasının ihtişamlı hayâtını, o devir âdet ve an'anelerini, millî ve dinî terbiyemizin özelliklerini, İçtimaî hayâtımızın inceliklerini müktesebatlarına eklemiş, Osmanlı medeniyetinin her türlü ince­likleriyle yüklü İstanbul’u, tarihimizi, mâzimizi, dilimizi, dinimizi büyük bir aşkla sevmişlerdir, [Aysel Yüksel: Bir Dünyâdan Bir Dünyâya. Kubbealtı Akademi Mecmûası, 22 (2-3) Nisan-Temmuz 1993, 26. s.)
"Onun bilgi, görgü ve kültürünü asıl tamamlayan; şuur altındakileri şu­ur haline getiren ikinci bir nokta 1921 'de bitirdiği Süleymaniye Inâs Nümune Mektebinden sonra, uzun yıllar devam eden ve kendi kendini yetiştiren husu­sî çalışma ve araştırmalarıdır.
16 yaşında iken bir Kaymakamla evlenen ve beş senelik bir evlilikten sonra fikren ve ruhen anlaşamadığı eşinden ayrılan Sâmiha Ayverdi, herhangi bir resmî veya hususî işte çalışmaksızın kendini okumaya vermiştir. Bu yıllar­da o, bir taraftan ağabeyisi Yüksek Mimar Dr. Ekrem Hakkı Ayverdi ve anne­sinin yanında kızını büyütür, zamanını ailesine ve yakınlarına hasrederken, di­ğer taraftan okuma ve araştırmalarına devam etmiştir... Hususî olarak iyi de­recede Fransızca öğrendiğini biliyoruz. Ayrıca eserlerinden Şark ve Garp kla­siklerini tanıdığını anlıyoruz,[Kâzım Yetiş: Sâmiha Ayverdi, Hayatı ve Eserleri. Ankara, 1993, 5-6. ss.]
Değerli edebiyat tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı bu konuda şunları söyler: "Sâmiha Ayverdi... esasen bir kültür yuvası olan konakta âile muhiti içinde kendi kendini yetiştirdi. Fakat Ayverdi'nin asıl ruhî ve manevî gelişmesi Kenan Rifâ’î isimli büyük terbiyeci velinin irşadları ile olmuştur. Millî kaynaklarımıza inmesinde, târih ve edebiyat kültürü edinmesinde ilk anahtarı Kenan Rifâ’î vermiştir. Sistemli bir şekilde târih ve edebiyat kültürüne az zamanda sâhib olan, doğu klasiklerini ve bilhassa Mevlânâ’yı çok iyi bilen yazar, Fransızcadan da Batı klasiklerini okuma ve Fransız kültürünü tanıma imkânını buidu'iu)Sâmiha Ayverdi, kendisi ile yapılan bir mülakatta, evde okuduğunu, kü­çük yaşından beri basit, insana bir derinlik kazandırmayan 'satıh üstü’ kıymet­lerle arasının iyi olmadığını ifade etmiştir.( Ferudun Kandemir: Kıymetli Romancımız Sâmiha Ayverdi diyor ki. Edebiyat Âlemi, 1 (3), Tem­muz 1949, 4. s.)
Ancak, Sâmiha Ayverdi’nin asıl ruhî ve mânevî gelişmesi, şahsiyetinin te­şekkülü, ifade edildiği gibi, son devrin mütefekkir ve mürebbîlerinden Kenan Rifâî’nin irşadları ile olmuştur.
Ayverdi'nin yakınında bulunmuş talebelerinden Aysel Yüksel bunu şöy­le anlatır:
“Seneler birbirini kovalayıp 13 Mart 1927 yılında karar ettiğinde, el öpüp Rahmet Kapısından içeri girerek o büyük velînin rahle-i tedrisine otur­muş, ibâdetleri, yaşayışları, hülâsa her hâlleri ile sâhib-i tertip ve neticede ken­disi de bu kapının içinde bir Rahmet Kapısı olarak kanatlarını fakire'zengine, iyiye kötüye, küçüğe büyüğe, her isteyene açarak aldıklarını sebil sebil dağıt­mışlardır. Tasavvufu bir yaşayış biçimi olarak kabul ettikleri için inandıklarını yaşamış ve bu yaşayış tarzını eserlerine de aksettirmişlerdir... Ömrünü tevhîd içinde geçirmiş, dünyâ hayâtını ukbâ hayâtı içinde, ukbâ hayâtını da dünyâ, hayâtı içinde yaşamış, tasavvufta târihi, milliyeti, vatanı yakalamış, vatan aş­kından, târihin derinliklerinden, İçtimaî meselelerin ağırlığından tasavvufa yol bulmuş, âdetâ eserlerinde bir dünyâdan bir dünyâya ulaşmış, her iki dünyâyı da birleştirmenin sırlı güzelliğini göstermiştir, (Aysel Yüksel: a.g.m., 26-27. ss.)
Sâmiha Ayverdi, ‘Vatan sevgisi îmândandır’ hadîs-i şerifinin gereğini bü­tün hayatı boyunca eksiksiz yerine getirmiştir. O, vatan sevgisi ve hizmeti ile îmânın, birbirinden ayrılmaz, aksine birbirini tamamlıyan bir bütün olduğunu bizzat yaşayarak göstermiştir. Bu âbide şahsiyet, bu bütünü, duygu ve fikir zenginliği ile yüklü şu cümlelerle ifade etmiştir:
"Zaman zaman da işte, karşıma târih çıkar, toprak altındaki cedlerim çı­kar. îmânla sarmaş dolaş olmuş vatanım çıkar.
Zaten toprakla îmânı ayırmak mümkün mü?’(Yer Yüzünde Birkaç Adım, 43.s.)
Sâmiha Ayverdi, bu vatan coğrafyasına seçkin aydınlar yetiştirmiş bir âbide şahsiyet, bir mürebbîdir.
Bugün Sâmiha Ayverdi’den feyz almış, vatan, bayrak, Türklük sevgisine ve tarih şuuruna sahip, millî benliğini kavramış, millî iftiharlarının ve zengin­liklerinin farkında, mâzîsiyle barışmış, îmânlı nesiller yetişmiştir. Türk milleti­nin îmân, fikir ve kültür hayatında bir ‘Ayverdi Mektebi’ vardır. Ve bu mekte­bin de nasiplileri vardır...
Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı Akademisinin kurucu üyesidir. Ayrıca, İstan­bul Fetih Cemiyeti, İstanbul ve Yahyâ Kemal Enstitülerinde faal üyeliklerde bu­lunmuş, Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin kurucu üyeliğini yapmıştır.
Ayverdi, Türk kültür ve fikir hayatına hizmetlerinden dolayı, 1978’de Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı’ ile taltif edilmiş; 1984’de kendisine, Mil­lî Kültür Vakfı tarafından “Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı’ takdim edilmiş, 1985’de ‘Yeryüzünde Birkaç Adım’ isimli eseri münasebetiyle Sâmlha Ayverdi’ye, Türk ilim ve kültür hayatına, bilhassa gençliğin yetişmesine hizmetlerinden dolayı, Boğaziçi Yayınları tarafından ‘Boğaziçi Başarı Ödülü’ verilmiş; 26 Nisan 1986’da Türk Edebiyat Vakfı tarafından ‘Millî sanata hiz­metlerinden ötürü’ bir plâket sunulmuştur.
Yazı hayatının 50 inci yılı dolayısıyla, Aydınlar Ocağı Genel Merkezinde 5 Mart 1988 tarihinde tertiplenen günde kendilerine plâket verilmiştir.
1988 yılında neşredilen ‘Hey Gidi Günler Hey’ isimli eseri üzerine, Tür­kiye Yazarlar Birliği’nce kendilerine ‘Yılın Dil Ödülü’ verilmiştir.
13 Mayıs 1990 tarihinde, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, hizmet­lerinden dolayı, bir şükran beratı ile kendilerine teşekkür ve şükranlarını ifade etmiştir.
1992 yılında, Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği’nce (İLESAM), kendilerine ‘Üstün Hizmet Ödülü’ takdim edilmiştir.
Ayverdi’ye son olarak, kurucu üyeliğini yaptığı Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi tarafından, 28 Şubat 1992 günü ‘Minnet ve şükran­larının ifadesi olan’ bir plâket sunulmuştur.
‘Dost’ kapısının ezel ve ebed nasiplisi Sâmiha Ayverdi, 22 Mart 1993 günü Hakk'ın rahmetine yürümüş, cenâze namazı Ramazan Bayramının ilk günü olan 24 Mart 1993 tarihinde Merkez Efendi Camiinde kılınmış, cami hazîresinde hocasının ayak ucu tarafındaki makber-i mahsusunda toprağa veril­miştir.
Sâmiha Ayverdi, ömrü boyunca inandığı hakikatleri hiç çizgi değiştirme­den yaşamış bir büyük insandır. O, mânâyı maddenin temeline oturtan bir mü­tefekkir, bir mürebbîdir. 0, insanı kâmilin hem tefsîri, hem müfessiridir.
Sâmiha Ayverdi’yi tanıma saâdetine ermiş olanlar, bir îmân makamı hu­zurunda olduklarını idrâk etmiş şanslılardandır. 0, ulvî kaynaktan haber ve­rendir...
Edebiyat tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı, XX. asır Türk edebiyatının kadın roman ve hikâyecileri arasında "Eserleri ile romancılık sahasında olduğu ka­dar, Türk tefekkür hayatında da çok derin izler bırakan kadın yazarımız Sâmi­ha Ayverdi'dir" (Nihad Sâmi Banarlı: a.g.e., 1232.S.) der.
Yazı hayatının ilk yıllarında, 1938-1950 arasında, tasavvuf ve İlâhî aşkı eserlerinde konu olarak ele alan, dâvâsına ve gayesine hizmet etmek için eser veren Sâmiha Ayverdi, derunî dünyasını şekillendirmiş ve şahsiyetini de yoğur­muştur. Bu devrede roman, hikâye ve mensur şiire ağırlık veren sanatkâr, edebî neviler bakımından birliğe doğru yol almış, eserleriyle şahsiyetinin ve dünya görüşünün sentezini de ortaya koymuştur.
Yazı hayatının 1950’li yıllardan sonra başlayan ikinci devresinde, yaza­rımız cemiyet meselelerine yönelmiştir. Ele aldığı konuların odak noktasında artık cemiyet vardır. Bu cemiyetin tarihî, fikrî, mânevî ve derunî tekâmülünün sırlarına erişmek gayreti sanatkârın asıl dâvâsını teşkil etmiştir.
Sâmiha Ayverdi, roman, hikâye, mensur şiir, biyografi, tarih, hâtıra, seyahatnâme, mektup, deneme, sohbet konferans, tebliğ ve makale dallarında eserler vermiş; ayrıca kitle terbiyecisi olarak çeşitli faaliyetlerin içinde yer al­mış bir sanatkâr, bir mütefekkir ve bir mürebbîdir.
Ayverdi’nin 1938 ile, vefatından sonra neşredilen ‘Dile Gelen Taş’ adlı mensur şiir kitabı dahil, basılmış kitap ve broşürlerinin sayısı 45’dir. 1946’dan Mayıs 1999’a kadar vefatından sonra da neşredilmiş mensur şiir, makale, hâ­tıra, tebliğ, mülâkat ve çeşitli türdeki yazılarının sayısı 356; hakkında yurt içinde ve dışında yapılmış tez çalışmaları, hakkında yurt içinde ve dışında ya­yınlanmış makale, kitap ve O’ndan bahseden eser sayısı ise 406’dır. Eserleri hakkında geniş bilgi için, tarafımızdan hazırlanan ‘Sâmiha Ayverdl Bibliyografyası’na bakılmalıdır.( Sâmiha Ayverdi Bibliyografyası. Hazırlayan: İsmet Binark. Neşreden: Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı. İstanbul, 1999, XLVIII + 528 s. 8° resim.; “Kubbealtı Neşriyatı: 69”; “Ayverdi Enstitüsü Neşriyâtı-14”)
Sâmiha Ayverdi’yi kalem ve kelâm dünyası ile tanımak ve Ayverdi Mek­tebi'nden istifade etmek, bu istifadeyi devamlı ve canlı kılmak isteyenler için olduğu kadar, yirminci yüzyıl Türkiye’sine nüfuz etmek isteyenler için de, bu bibliyografyanın daimî bir müracaat eseri olduğunu söyliyebiliriz.
Bu bibliyografya münasebetiyle belirtmek isterim ki:
Sâmiha Ayverdi’nin 1988 yılında neşredilen ‘Hey Gidi Günler Hey’ adlı eserine, yayınlandığı yıl, ‘Yılın Dil Ödülünü veren Türkiye Yazarlar Birliği, bu defa da, bu fakirin hazırlamış olduğu ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfınca neşredilen ‘Sâmiha Ayverdi’ ve ‘Ekrem Hakkı Ayverdi’ bibliyografya­ları münasebetiyle, bendenizi, ‘Kitabiyat’ dalında ‘Yılın Yazarı’ seçmiş bulun­maktadır.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin çok değerli idarecilerine ve seçiciler kurulu­na: Ayverdiier yolunda ve onlar adına bize de hizmet etme bahtiyarlığını bah­şeden Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı müstesna ve mümtaz insan İlhan Ayverdi’ye ve Vakfın mütevelli heyetine bu vesile ile huzurunuzda teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
Ayrıca, ezel ve ebed nasiplileri Ayverdi kardeşlerin ruhâniyetlerine sığı­nır ve himmetlerinin dâim olması niyâzında bulunurum..
Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinde, ‘madde-mânâ ve insan sentezi tez ola­rak tesbit edilirken, mânâya öncelik tanınır, daha sonra bu sentez, fertten ce­miyete, cemiyetten millete, milletten de bütün insanlık âlemine teşmil edilmek tarzında yorumlanabilir.
Değerli yazar ve edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı: "Sâmiha Ayverdi’nin sosyal fikirleri, çağdaş bir İslâm-Türk ruhunun, tasavvufta olgunlaşmış bir hal­de topluma yayılması ülküsü, diye özetlenebilir... Ona göre maddî kalkınma­nın yanı sıra bir de manevî, ruhanî yükseliş vardır ki, çağımızın insanı hem geçmişe bakmak hem de geleceğin ufuklarına yönelmek suretiyle bu yüceliğe erebilir. Bu görüşte kavga yok, düşmanlık yok, kütleleri birbirine düşürmek ve kıskandırmak yok, Tanrı ve barış vardır. Bu görüş, maddeci çözüm yollarına taban tabana zıttır. ”der.( Ahmet Kabaklı: Sâmiha Ayverdi. Türk Edebiyatı, 3. C. İstanbul, 1966, 416. s.)
Sâmiha Ayverdi. Türk toplumundaki dirilişin, Batfnın ilim ve tekniğine vâkıf, millî tarihi ve mâzîsi ile barışık, millî kültürünü bilen, an’anesinin, âdet­lerinin, iftiharlarının, dilinin, dininin, îmânının değer ve zenginliklerine yaslan­mış, ilim ve irfan sahibi Türk insanı eliyle olacağına inanmıştır. Sâmiha Ayverdi’nin sanatkâr cephesini tesbit ederken, edebî şahsiyeti üzerinde dururken, bu gayesi göz önünde bulundurulmalıdır.
Nitekim, kendisiyle yapılan bir mülâkatta, kendisine sorulan: Türk ede­biyatı içinde yeriniz hakkında kısaca malûmat verir misiniz?" sualine, verdiği cevapta: "Ben yer için yazmıyorum, hizmet için yazıyorum. Allah, insanı dün­yaya imtihan için göndermiştir. Eğer bu vatana ve îmâna hizmet ediyorsam, Allah kereminden bana bir yer ihsan eder." demişlerdir. (Yusuf Serdar Çuhadaroğlu: Sâmiha Ayverdi Konuşuyor. (Mülâkat). Tepe Edebiyat Sanat, Fikir ve Kültür Dergisi, 3 (29) Aralık 1993, 8. s.)
Değerli şâir, tiyatro yazarı, fikir ve mâna adamı Necip Fâzıl Kısakürek, Sâmiha Ayverdi için, “Bu kadın muharrirden gözüme çarpan ilk hususilik, onun şahsî muarefe ve sun’î şöhret tertiplerinden hiçbirisine kıymet vermeden, mütevazi bir kütüphane vasıtasiyle yalnız üstüste eser vermesi oldu...Sâmiha Ayverdi’nin bâzı satıriarile temasa gelir gelmez, onda cins istidatlara ait soylu çilenin bütün izlerini gördüm. Açıkgöz ve günübirlik şöhret avcılarının daima kolaya, hafife kaçar, göz alıcı ve alâka çekici âdi hokkabazlıklarına karşılık, onda, derin bir metafizika ihtirası, mâvera humması, eşya ve hâdiselerin dü­ğümünü ruhta ve müessirlerin müessirinde arayan hakikî insan hamlesi, kale­minin dokumalarındaki mihrakı şekillendiriyordu... Sâmiha Ayverdi, maddî eş­yanın bittiği, deri üstü hâdiselerin tükendiği ve zâhir ufuklarının sona erdiği noktaya bitişik âlemin serdengeçti bir meczûbudur." der.( Necip Fâzıl Kısakürek: Bir Kadın Muharrir. Son Telgraf Gazetesi, 21 Haziran 1942.)
Gazeteci yazar Refi' Cevad Ulunay, Ayverdi’nin edebî şahsiyeti ile ilgili olarak şunları yazar: “Sâmiha Ayverdi edebî şahsiyeti hakkında başlı başına ki­tap yazılacak kadar kuvvetli bir varlıktır. Eserlerinde kendisinden başka hiçbir şeyden istiane etmeğe tenezzül etmemiş ve kitaplarını çok temiz bir şark kültürüne dayanarak yazmıştır... Edebî yoksullukların acısını çok derin surette hissettiğimiz zamanda bu büyük kadının eserleri teşneleri teskin eden bir kay­nak gibidir, (Refi’ Cevad Ulunay: Mistik Edebiyatta bir Şaheser: ‘Yolcu Nereye Gidiyorsun? Yeni Sabah Gazete­si, 11 Ocak 1943.)
Devrinin titiz münekkitlerinden olan Ulunay, bir başka yazrrsrna'a Ayverdi’nin sanatını, fikir ve ruh dünyasını şu cümlelerle değerlendirir: "Sâmiha Ayverdi, hikâyelerinde, bize binlerce senelerden beri binlerce büyük dimağların nesirle, şiirle, musikî ile, tabiatle, aşkla, hicranla, elemle terennüm eyledikleri büyük Şark felsefesinin zevahir çalılıklarına gizlenmiş hakikat kaynaklarını arzediyor. Geçmiş ve gelecek Ehl-i aşk’ kafilesi arasında bu değerli Türk kadı­nının bir mevkii olduğuna ve olacağına şüphe etmiyorum... Eserlerin tahlilin­deki ‘tasavvuf ruhunu' kelimenin aslını ‘sofu'luktan gelmedir zannı ile taassu­ba mal eden cahil, beyinsiz ve ahmak budalalara da rastladığımız oldu. Bun­ların fikirlerinde bir ‘intibah husulünü' bile temenni etmek ilim namına bir kü­çüklüktür. Onlar tasavvuf edebiyatının bir takım sembollere bürünen mânası­na nüfuz etmekten âcizdirler, (Refi’ Cevad Ulunay: Bir Mistik Edebiyat Nümunesi. Yeni Sabah Gazetesi, 25 İkinci teşrin 1944.)
Çeşitli gazetelere yazdığı edebiyat tenkitleri ile tanınan yazar Adile Ayda: ‘‘Sâmiha Ayverdi şimdiye kadar, mistik bir düşüncenin ifadesini ihtiva etmele­ri bakımından hususiyet arzeden birçok eserler neşretmiş ve üslûbunun ahen­gi ve pürüzsüzlüğü ile dikkati çekmiş bir muharrirdir." tesbit ve değerlendir­mesini yapar.( Adile Ayda: Kadın Romanları Arasında. Cumhuriyet Gazetesi, 20 Ocak 1950.)
Yazarın, ‘Mesihpaşa İmamı’ adlı eserinin ilk baskısında yer alan ‘Önsöz’de, O’nun dâvâsı ve gayesi ile ilgili olarak şu tesbit ve değerlendirme ya­pılmıştır:
"Sâmiha Ayverdi, kalemini ve sanatını ne gibi bir dâva yolunda kullanı­yor ve yolun neresindedir?
Çünkü bugün artık sanat için sanat telâkkisine uyarak, bir sanatkârı ve onun eserini, içinde doğup geliştiği cemiyetten ve cemiyetin beraberinde taşı­dığı meselelerden tecrid edemeyiz.
Sanat eseri, hayatın muayyen bir parçasının, sanatkârın şuurunda veya gayri meş’urunda yeniden şekillenip ifadesini bulan bir neticedir. Sanatkâr, hayatın akışı içinden seçip çıkardığı ferdî veya İçtimaî bir meseleyi bize kendi sa­nat ve şahsiyet süzgeçinden geçirerek arzeder. Bazısı her eserinde ayrı bir me­selenin üzerine parmağını basar, ayrı dâvaların tercümanı olur. Bazı sanatkâ­rın eseri ise, birbirine bağlı bir bütün teşkil ederler ve aşağı yukarı birbirinin devamı sayılır. Yani muhtelif vaka ve münasebetler içinde sanatkâr, hep aynı âlem görüşünün, hep aynı fikir inşaatının ustalığını yapar.
Sâmiha Ayverdi’nin eserleri ikinci kategoriye girer. Onun teşekkül etmiş bir fikir binası, bir âlem görüşü, bir felsefesi var; o bütün eserlerinde bu âlem görüşünü terennüm etmekte, bu âlem görüşünün dayandığı felsefenin sözcü­lüğünü yapmaktadır. Yarattığı şahıslar başka başka şartlar ve münasebetler içinde, fa kât her zaman aynı merkez etrafında döner. Ve ele aldığı vakalar, bu âlem görüşüne bilerek veya bilmeyerek iştirâk eder veya etmiyen insanların müşterek hayatı neticesinde meydana gelen vakalardır.
Yani Sâmiha Ayverdi, eserlerinde bilerek ve istiyerek muayyen bir hayat felsefesini teşrih ve müdafaa etmektedir. Bu fikir nedir? Bir insanın bütün ha­yatını uğruna harcadığı bir dâvayı, böyle iki üç kelime içinde ifade etmek hem yanlış, hem de haksızlık olur. Ancak şu kadarını söyliyebiliriz: O da her sanat­kâr gibi başını ‘insan ’ meselesi üzerine iğmiştir. Fakat onun, tanıdığımız baş­ka sanatkârlardan bir farkı var: O, bir eline insanın insanla olan münasebetle­rini aldığı gibi, öbür eline de insanın Allah’la olan münasebetleri meselesini al­mıştır.
Şekli görüp, mânayı göremiyen, günlük hayatını müşahhas unsurlar üzerine dayandırmak itiyadında olan insanın dikkat nazarını görünmiyene çek­mek, idrâkimizi sadece şekil münasebetlerinde karar etmekten kurtarıp mâna münasebetlerine götürmek S. Ayverdi’nin eserlerinin müşterek vasfıdır.
O bize diyor ki: İnsan, öyle zannedildiği gibi bu âlemin bir köşesine ge­lişigüzel ve tesadüfen atılmış her hangi bir fanî değildir. Bu âlem terkibi için­de insanın, en büyük irade tarafından plânlı bir surette hazırlanıp, kararlaştı­rılmış bir yeri, bir mevkii vardır ve insan bütün bu âlemi, eseri ve müessiri ile şahsında temsil eden bir varlıktır ve Yaradanla münasebeti inkitaya uğrama­mıştır.
Bir kere insanı kâinat içinde böyle bir yere yerleştirince ve onu köksüz, başı sonu belli olmıyan bir varlık olmaktan kurtarıp Allah'la arasında aşikâr bir biiişiklik kurunca, insanın insanla ve insanın âlemle olan münasebetinde, elin­deki mikyasları değiştirmemiz, yeni nisbetler kurmamız icab ediyor. İlim, ah­lâk, terbiye, din, aşk i Ih... gibi insan meselelerini bu yeni nisbetler içinde ele almak gerektiğine inanan yazıcı, İslâm tasavvufunun modernize edilmiş tarzı­nı bütün eserlerinde müdafaa etmektedir.
Ayverdi, içinde yaşadığı cemiyete bakıyor: Yalnız maddî değil, mânevî buhranları, kıymetlerin çatışmasından hâsıl olan istikrarsızlıklara, kırılan de­ğerlerin yerine yenilerinin yerleşememesinden hâsıl olmuş sarsıntıları, muhte­lif eserlerinde bize haber veriyor, bu sarsıntının sesini duyurmaya çalışıyor. Ve hemen her kitabında, onu İçtimaî bir yarayı cesaretle neşterler görüyoruz.
İşte bunun için herşeyden evvel bir insan olarak, bu neden böyle olu­yor? suallerine cevap ararken, nasıl olmalıdır? sualinin cevabı da onun idrâki­ni zorlamaktadır. S. Ayverdi’nin eserleri bu suallerin ve cevapların onun şah­siyet ve sanatının kalıpları içine dökülmüş terkiplerden ibarettir... O, dâvasına imân eden bir şahsiyettir, hattâ denilebilir ki, sanatını, dâvası yolunda kullanan bir şahsiyettir.(‘Önsöz’. Mesihpaşa İmamı, 3-4. ss.)
Tarihçi, yazar Yılmaz Öztuna: “Sayın Ayverdi, bir büyük dilin bütün haş­metini, bütün güzelliğini sergiliyor. Şüphesiz çok kolaylıkla yazıyor. Çok akı­cı bir üslûp, kitabı bir hamlede okutuyor, "demektedir.! (Yılmaz Öztuna: Hey Gidi Günler Hey. Tercüman Gazetesi, 12 Nisan 1988.)
Prof. Necmettin Hacıeminoğlu’nun Ayverdi hakkındaki tesbit ve değer­lendirmesi ise şöyledir: "Sâmiha Ayverdi, ilhamı zengin, dili mükemmel ve üs­lûbu ziyneti i, velûd bir san 'atkârdır... Sâmiha Ayverdi her eserinde kendini ye­nilemiş ve aşmıştır... 0 tek kelimeyle ‘mazi dâussılasına’ tutulmuş bir gönül hastası gibidir. Bu bakımdan, millî tarih şuûruna sahip, yıkılmış ve kaybedil­miş millî değerlerin ardından göz yaşı döken bütün Türk aydınlarının ruhuna tercüman olur... Sâmiha Ayverdi bugün artık emsali kalmamış diyebileceğimiz bir üslupçudur. Sağlam şahsiyetli ve süslü bir Türkçe ile yazmaktadır... Sâmi ha Ayverdi hin Türkçesi, mermer şadırvanın berrak ve serin suları gibidir. Tat­lı bir şakırtı ile fışkırır, dökülür, akar. Bu gösterişli üslup, onun eserlerinde sunmak istediği fikir ve duyguların asâletine de pek uygundur. (Necmettin Hacıeminoğlu: ‘Önsöz”. Mesih Paşa İmamı. 2. bs. İstanbul, 1974. [s.y.])
Bizim bu konuda neler söyliyebileceklerimize gelince:
Sâmiha Ayverdi’nin üslûbunda Türkçe’nin bin yıllık büyük macerasının izlerini görürüz. O’nun üslûbu tevhidî üslûptur. Telkin ettiği duygu ve düşün­cenin kaynağı ise tarih şuûrudur.. Mâzî bereketleridir... Vatan sevgisi... Bizi biz yapan değerlerdir... Aşktır, îmândır.
Sâmiha Ayverdi’nin, insanları tevhîd anlayışında birleştirmek için inandı­ğı temel fikir, sevgi ve îmândır. Tevhidde birleşmek, Kuran ahlâkı ile ahlâklanmak, O’nun gayesi budur.
Sâmiha Ayverdi’nin tebliğinde, Türk insanı ve Türk devleti, tarih içinde kazandığı şahsiyeti ve devlet-i ebed müddet anlayışı çerçevesi içerisinde yer alır.
“Bütün vatan çocuklarını evlâdım olarak görmek anlayış ve zevkinden Allahım beni mahrum etmesin” diyen bu mübârek anne, Türk’ün millî ve mânevî değerlerine de bir ana şefkati ile eğilmiştir. O’na anne sıfatı ne kadar çok yakışmaktadır. Anne kelimesi, bizim dilimizde ve hayatımızda mübârek bir kavramdır. Anne, yaşadığımız müddetçe aklımızdan hiç çıkmayandır.
Pek çok vatan evlâdının maddesini doğurmayan, ama mânâsını yoğuran Sâmiha Anne, bu vatan evlâtlarını, vatan, bayrak ve Türklük sevgisinin; îmân, ihlâs ve muhabbetin hüküm sürdüğü ve yaşandığı bir kapıda buluşturmuştur. O kapı, ‘Rahmet Kapısı’dır.
Dostları ve yetiştirdikleri, şuûrlaşmış bir îmânın, tavizsiz, olanca güzel­liği ile ve hayata geçirilerek yaşandığını kabiliyetleri ölçüsünde O’nda görmüş­lerdir.
Bugün yetiştirdiği evlâdlarına ve dostlarına düşen, ‘Rahmet Kapısı’na muhabbet ve sâdakatle bağlı, inandıklarını gündelik hayatlarında samimiyetle ve O kapıya yakışan bir şekilde yaşayan insanlar olabilmektir. Bizler için esas olan, sûretle sîretin birbirini tamamlayacak şekilde âhenktar bir bütünlük gös­termesidir.
Bizlerin, vatan, bayrak, Türklük sevgisi ve tarih şuûru kazanmamızda, bizi biz yapan değer ve zenginliklerle şahsiyetimizi ve îmânımızı bütünleme­mizde Sâmiha Anne’nin hepimiz üzerinde asla ödenmeyecek hakkı vardır.
Dolayısıyla, garazsız ve ivazsız bağlılık, vefa Dostadır.. ‘Rahmet Kapı­şmadır... Sâmiha Anneyedir. Bu hiç şüphesiz, ‘Rahmet Kapısfna muhabbet ve sadâkatle bağlı olmanın da imtihanıdır!..
Bu büyük insan, îmân âbidesi diyor ki:
“İnsanlar, rûhen sağlama basacak mânevî kemâle varmadıkça, onlardan her türlü basitlik ve nâbecâ hallerin zuhûru beklenmelidir... Şan, şeref, makam, unvan ile iftihar, parasının gururu ile öğünmek, mânen cüce kalmış ruh züğürtlerine musallat olan bir hastalıktır.. Kullar Allah’dan uzaklaştıkları nisbette insanlıktan da uzaklaşmış olurlar...”
“Hakk’a karşı aczini bilmek büyüklüğünden mahrum olanlar, sı­fatı, unvanı, geçmiş fiilleri ne olursa olsun mânen bir zavallıdır!..”
“ ‘Ben, ben!..’ diyerek gururuna, yalanlarına arka çıkan, zaafları­nın düğümünü çözememiş, kendini görmekten, kendini yaradanı gö­remez olmuş zavallı, gözünü perdeleyen gafletin kendi nefsi olduğu­nu anlayamadıkça, şeytana karargâh olmaktan kurtulamaz.”
Şu gökkubbe altında ebedî geçer akçesi olan îman, ihlâs, in­saf, doğruluk, cömerdlik, hasbilik, feragat, fedakârlık, güzel ahlâk, vatan aşkı, hikmet ve irfan gibi ulvî vasıfları mayalayıp etraflarına ta­şıyanlar yeryüzünün gerçek zenginleridir. Hemen Cenâb-ı Hak cümle­mize, bu üstün sıfatların insanı olmayı nasib etsin...”
Bizler. O’nun ifadesiyle: “Yükselmeyi ve büyüklüğü kendimiz için değil, vatan ve îman dâvâsında yararlı olmak için isteyelim...”
O’nu, fikirleri, eserleri, eserlerindeki kurtuluş ve diriliş sırları, hizmetleri ve örnek yaşayışı ile çok iyi anlamak, şüphesiz bir idrâk, talep ve nasip mese­lesidir.
Sâmiha Annenin “Ezelden ebede izzetlenmiş” diye tarif ve tebcîl et­tiği muhterem Ilhan Ayverdi’nin ifadesiyle: “Yazdığı her kelime için pâyansız minnet ve şükrân...”
Ruhu şâd, himmetleri dâim olsun!...
****

Zeynep ULUANT

İlk defa böyle bir toplantıya konuşmacı olarak katılıyorum. Sürç-i lisân edersem affola. Beni çağırdıkları zaman büyük şeref, aynı zamanda da endişe duydum. Çünkü Sâmiha Ayverdi’yi anlatmak, anlatabilmek, dakikalara sığdır­mak çok zor. Kendisini tanıdığımda on yaşlarındaydım, ailem dolayısıyla tanı­dım. Babam Ergun Göze, henüz bir lise talebesiyken babası, İstanbul’a yaptı­ğı yolculukların birinden dönüşünde eline bir kitap tutuşturmuş. “İnsan ve Şey­tan". Bak demiş “Bu kadın derviş kadın, bunu oku”. Babamın Sâmiha Hanım’la ilk tanışması böyle.. Daha sonra İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ni bitirip avukat­lığa ve yazarlığa, çeşitli derneklerde çalışmaya başladıktan sonra, babam Sâ­miha Hanımla tanışmış. İlk tanışması da kendisini bir konferansa dâvet etmek maksadıyla olmuş. Hemen kabul etmişler, peki demişler, yanlış hatırlamıyor­sam bu Millî Türk Talebe Birliği’nde verilecek bir konferanstır. Gelmişler, elle­rinde müsvette, konferans bittikten sonra da merdivenlerden inerken “biliyor musunuz Ergun bey benim torunlarım var” demişler. Kaderin cilvesi, torunla­rından biriyle evlenmek nâsib oldu çok şükür. Kendisini bu vesileyle daha ya­kından tanımak bahtiyarlığına eriştim. Beni edebiyatçı ve yazar olarak takdim ettiler. Kendimi asla edebiyatçı ve yazar olarak görmüyorum. Bu yolda çok büyükler var. Fakat 1993 senesinde Sâmiha Anneyi kaybettikten sonra büyük bir eziklik hissettim. Âdetâ bir yürek yanığı, bir yürek dağı. Bir kalem eksilmiş ve yerini doldurmak mümkün değil... Kendisi hayatı boyunca bildiklerini, doğ­ru bildiklerini, efendisini, sağlığının en nâmüsâit olduğu anlarda bile nefesi tü­kenene kadar söyledi, anlattı ve malın bir zekâtı varsa dedim, bunların da bir zekâtı var. Bir gün bunları yazmak gerektiğini anladım. Kalemim yettiğince, dilim döndüğünce karalamaya başladım. Hâdise bundan ibârettir, yoksa haki­katen yazarlık bir iddia olur. Sâmiha Anne’nin ilk okuduğum eseri İstanbul Geceleri’ydi. On dört yaşındaydım. O kadar bana tesir etti ki, yaşıtım bir arkada­şım vardı, mevsim yazdı ve çay bahçesine gider otururduk ailemizle. Hızımı alamadım, bak dedim sana bir kitap okuyacağım ve bunu muhakkak başka­larına okumam lâzım. Birkaç seans ona okudum. Daha sonra Sâmiha Anneyi yakından tanıdığımda şöyle bir şey işittim kendisinden: “Zeynepçiğim dedi ben bir kitabı okurum ve eğer bu kitabı beğenirsem asla susmam. Bâzısı bir kitabı okur ve ona sorarım, nasıl kitabı beğendin mi derim. Beğendim der ge­çiştirir. Hayret ederim. Ben eğer bir kitabı beğenirsem tepinirim ve o kitabı ta­nıtmak için elimden ne gelirse yaparım” dedi. O zaman on beş yaşımdaki hâ­dise aklıma geldi, çok sevindim çünkü kendisiyle bu noktada aynen anlaştığı­mı hissettim. Zâten kendisi edepli aksiyon insanı olarak bir aksiyon manzûmesiydi. Bildiğini, gördüğünü aktarmayı her zaman kendisine vâzife bildi. Aramızda çok büyük yaş farkı olduğu gibi çevresindeki insanlarla da bu yaş ve seviye farkı mevcuttu. Asla buna bakmaz, apartmanın merdivenlerine otu­rur, bizimle sohbet eder, bizimle aynı sofrada dertlerimizi dinlerdi. Benim onunla berâber geçirdiğim yaklaşık yirmi senede tesbit ettiğim bâzı konular var. Ana başlıklarla not aldım ve anektodlar hâlinde size aktarmaya çalışaca­ğım.
Aile efrâdına muamelesi; gerek büyüklerine gerek küçüklerine... Büyük­lerine muâmelesi ve bize de devamlı telkin ettiği saygı ve sevgide kusur etme­mek ve karşısındaki son derece zor bir insan da olsa, haksız durumda da ol­sak sesini yükseltmemek. Ve bizi yakınımızdaki büyüklere kan bağı olsun ol­masın devamlı ziyârete, onların sık sık hatırlarını sormaya teşvik etti. Kendisi son derece yoğun olan işlerine rağmen ve sıhhatinin gayri müsâit olmasına rağmen, bunu devamlı yapardı. Torunlarına muâmelesi ise bütün gençlere olan muâmelesine örnek teşkil eder. Zâten torunlarına ve evlâtlarına nasıl mu­habbet besliyorsa, etrafındaki gençlere de aynı şekilde muhabbet besler ve bu­nu gösterirdi. Dolaylı yoldan terbiyeyi esas edinmişti. Örnek olarak, demin mültivizyon gösterisinde kendi dilinden de dinlediğimiz gibi. Meselâ, torunla­rının arkadaşlarını eğer kontrol edecekse, onları eve dâvet ederdi ve onlar kendi başlarına otururlarken, bir beş dakika çıkar kısaca hasbihal ederdi. Ve onları eve yaklaştırmak için büyük fedâkârlıklar yapardı. Meselâ eşim Sinan’ın çok yaramaz bir çocuk olmasına rağmen, dışarıda eğlence aramaması için sa­lona, salondaki masaya, yemek masasına, tenis ağı kurdurmuştu ve masa te­nisi oynamalarına izin vermişti. Bunlar aile içindeki davranışları. Sâmiha Hanım’ın çok bâriz bir özelliği sosyal münâsebetlerine son derece dikkat etmesi ve lohusa tebriğinden başsağlığına, düğün tebriğine kadar hiçbir teferruatı ih­mal etmemesi.
Bir mühim mevzuu da mektuplaşma, Sâmiha Hanım’ın müthiş bir mek­tup trafiği vardı. Bütün bu vücûda getirdiği eserlerin yanında herhalde yazdı­ğı mektuplar toplanırsa onlar da çok büyük bir yekûn tutacaktır. Ve bu mek­tuplaşma konusunda son derece titizdi. Hiçbir mektup katiyen cevaplandırıl­madan geçiştirilemezdi. Hattâ Mehmet Demirci Hocamızın da bahsettiği gibi misyonerlere yazılan mektuplar... İşte eser bu mektuplardan doğdu. Bu mis­yonerlere yazılan mektuplar hakkında bir hâdiseye şâhit oldum. 77 yıllarıydı, o senelerdi. Ziyâretine gittim. Bir hanım daha vardı evlâtlarından. Sâmiha An­ne telaş ve kızgınlıkla geldi, elinde bir mektup vardı, misyonerlerden gelmiş bir mektup. Israr ve inatla mektuplarıyla rahatsız etmeye devam ediyorlardı. “Kızım" dedi, “Al bu mektubu hiç açmadım. Aynen üstündeki adresi yaz, bir zarfa koy ve postala”. Çünkü Sâmiha Hanıma göre orada o işin bitmesi gere­kiyordu. Bundan sonraki mektuplaşmaların artık Sâmiha Annenin sağlığına zararı olacağı gibi, misyonerlerin de küfrünü arttıracak bir noktaya geldiği âşikârdı.
Sâmiha Hanım anne olarak nasıldı?
 Bu mühim bir konu, çünkü kızı Nâdide Uluant’tan zaman zaman onu konuşturmak suretiyle dinlediklerim, Sâmi­ha Hanım’dan da dinlediklerim ve gördüklerim anlatılmadan geçilmeyecek hu­suslar. Zâten fedâkârlık numûnesi bir insan, evlâdına fedâkârlık yapmaması mümkün değil. Kızı Nâdide Uluant henüz ortaokul sıralarındayken başından geçen bir hâdiseyi anlattı. Aktarmakta fayda görüyorum. Kompozisyon dersin­de yazdıklarını annesine göstermiş. Bir edebiyatçı anne, fikir almak İstemiş kı­zı ve Sâmiha Anne çok beğenmiş. Yaklaşık birkaç gün sonra neticeler açıklan­mış, zayıf not aldığını gelip üzülerek kızı annesine söylemiş, sene sonunda da aynı dersten sınıfta kalmış. Sâmiha Anne olmaz böyle şey demiş, mümkün de­ğil ve önce okul idâresine, daha sonra Millî Eğitim Müdürlüğü’ne gitmiş. İtiraz etmiş resmen. Ve imtihan kağıdı çıkarılmış, ya tekrar okunmuş, ya tekrar bir imtihana tâbi tutulmuş, orasını tam hatırlayamayacağım ve Nâdide Hanım ge­çer not alarak o dersten başarıyla geçmiş. Böyle bir hareket tarzı, Sâmiha Hanım’ı yakından tanıyanlar bilirler, onun meşrebine aykırı gibi gözükebilir. Çün­kü bu konularda asla iddiası olmayan ve evlâdını yerli yerine oturtabilen, öv­meyen bir insandır. Yıllar sonra gazetede bir yazı okumuşlar, bir haber. Bu ha­nım, bu edebiyat hocası hanım, evlâtlığını öldürmekten tutuklanmış ve Bakır­köy Akıl Hastahânesi’ne gönderilmiş, hayatını orada tamamlamış. Bu bir ileri görüş, yâni böyle bir hareket ancak böyle bir âkıbetle îzah edilebilir. Demek ki hakikaten itiraz edilecek anormal bir durum varmış ortada. Ayrıca kendisi, kızının ilerleyen yaşlarında da, kızına da çok sevdiği dâmadına da her zaman mânen de maddeten de destek olmuş bir insandı. Bana bir gün dedi ki, “Zeynepciğim ben hissiz miyim acaba? Kızım evlendikten sonra önce İzmit'e on­dan sonra da Amerika’ya gitti fakat hiç üzülmedim, çünkü biliyorum ki onla­rın artık kendi kurdukları bir hayatları vardı. Ve benden çıkmışlardı. Benim ta­pulu malım değillerdi. Kızıyla çok sevdiği dâmadı Cemal Uluant'ın Ameri­ka’dan gelmeleri yaklaşmışken onlara hemen arka sokaklarında bir arsa alır ev yaptırmak üzere. Onlar plânlarını çizip yollarlar ve geldiklerinde evlerini hazır bulurlar. Bu fedâkârlığa daha büyük fedâkârlık eklenir, şöyle ki birgün bana kendisi söylemişti, “evimiz çok yakındı kızımla, fakat hayatlarına gayrî ihtiyârî müdâhil ve şâhit olmamak için, yolumu uzatır, değiştirir, kapısının önünden geçmezdim.” Dâmadı Cemal Uluant’ı çok erken kaybettiği zaman, kızına da torunlarına da ne kadar kol kanat gerdiğini bilmem söylemeye lüzum var mı? Rahmetli, müstesna ve dost İnsan Fethi Gemuhluoğlu, Sâmiha Hanım’ın bir resmini gördüğünde “bulut gibi” demişti. Kendisi gerçekten bir buluttu, fakat rahmeti gözyaşları değil kitaplarıydı. Ben kendisinin ağladığını pek az gör­düm, çünkü hislerini kontrol altına almasını bilen insandı. Son derece kontrol­lüydü. Her yerde sohbet etmez ve herkese hitap etmeyen sözleri her yerde sarf etmezdi. Bir kere ağladığına şâhit oldum, dâmadı Cemal Uluant’tan bahseder­ken onu rüyasında görmüştü ve kendisine “Allah râzı olsun senden, torunları­na çok güzel bakıyorsun” demişti.
Hâfızası çok kuvvetliydi. Dikkati çok kuvvetliydi. Allah vergisi bir hâfızaydı kendisinin de kitaplarında zikrettiği gibi. Henüz kundakta bir bebekken gördüğü bir tanıdığını yetişkin yaşlarda tanıyacak kadar kuvvetli bir hâfızası vardı. Ve bir gün bana “Ben vapurda veya otobüste oturduğum zaman karşım­daki insanı çok rahatsız ederim, çünkü çok dikkatli bakarım” demişti. Ben de “Sizin bu romancı gözünüz herhalde” demiştim. Hakikaten gördüğü bir insa­nı ve hâdiseleri unutmazdı. Ve yeri geldiğinde insanlara aktarmasını da çok iyi bilirdi.
Son derece modern bir görünüm çizen muhafazakâr bir insandı. Ben onu genç kızlığımda görünüm olarak İngiliz leydilerine benzetirdim. Daha sonra yakından tanıdığımda, tam bir Osmanlı Hanımefendisi olduğunu anla­dım. Sâde bir bakımlılığı vardı. Kılığına kıyâfetine son derece dikkat eden in­sandı. Bu modern görünümünün arkasında ibâdetine son derece dikkat eden inanmış bir müslüman vardı. Herkes bunu önce farkedemezdi. Namazlarına ve orucuna, bütün ibâdetlere son derece bağlıydı ve etrafına telkin ettiği de namazların devamlı ve düzenli kılınması ve orucun tutulmasıydı. İlerleyen ya­şıyla birlikte başlayan rahatsızlığıyla, oruç tutamadığı zaman bile çok sevdiği çay îtiyâdını terk ederdi. Mecbur kaldığı zaman yemeğini yer, ilâcını alır, çayı keyif olduğu için katiyyen içmezdi.
Son derece sâkin, mantıklı ve itidalli bu insan, prensiplerine hücum edil­diğinde edepli bir aksiyon insanı olurdu. Zâten bize devamlı telkin ettiği de buydu. Hiç unutmuyorum oturma odasında birgün konuşurken şöyle dedi: “Bana en kötü suçlamalarda bulunabilirler, bir kadın için söylenebile­cek her türlü hakareti edebilirler. Hiç tesir etmez, umurumda değil­dir... Fakat efendime, yoluma, prensiplerime söz söyleyenin gırtlağını sıkarım”. Aynen bu tâbir, gırtlağını sıkmak. Ve bütün hayatı böyle geçti. Mil­letinin ve memleketinin menfaati yolunda yapabileceği her şeyi sonuna kadar yapardı. Televizyonda bir program mı seyretti, gazetede bir yazı mı okudu, mahallesinde sokağında yolunda gitmeyen bir şey mi farketti, hemen reaksi­yon verilir, cevâbî bir yazı yazılır, ilgili mercilere haber gönderilir ve etrafında­ki evlâtlar da buna dâhil olurdu. Hasta yatağında dahi ki ömrünün son se­neleri ciddî hastalıklarla geçmiştir-yazılmayı beklenenleri başkasına yazdırır­dı, katiyen boş durmazdı. Son derece tertipli ve düzenli bir insandı, fakat bu tertip ve düzen aşırı bir titizlikle etrafını rahatsız etmek yoluna asla dökülmez­di. Aristokrat bir aileden gelmesine ve etrafında her zaman aşçıların ve hizmet­çilerin olmasına rağmen sık sık ifade ederdi, bir çorba yapmayı bilemem ve bundan edep ederim, utanıyorum bunu söylemekten ama şartlarım beni bu yola getirdi derdi. Sıhhatinin elverişsiz olması, tabii etrafındakileri Sâmiha An­neyi işlerden uzak tutma yoluna itmişti, fakat o kaçamak da olsa muhakkak etrafını rahatsız etmeden toz alma, tuvalet temizleme, hattâ, odasının yerleri­ni silmeye kadar götürürdü. Bana birgün öyle demişti, çok beli ağrıyordu, “Fa­kat etrafımı rahatsız etmeye hiç hakkım yok, yuvarlana yuvarlana toz beziyle yerleri sildim Zeynepciğim" demişti. Rahatsızlığının arttığı yıllarda ise, yalnız yürümekte müşkülat çektiği sıralarda etrafında kimse olmazsa çağırmaya çe­kinir ve hemen kendi kalkmaya ve işini yapmaya yeltenlrdi. Biraz zor anlar yaşatsa da, bu etrafına güzel örneklerdir. Katiyyen maddeten de manen de yük olmayı sevmeyen insandı. Evinde yaşayan hizmetlilere kadar maddî mânevî borcunu ödeme yoluna gitti. Bir Hayriye Ablamız vardı, kırk yaşlarında Sâmi­ha Anne’nin kapısına ortalığa bakmak üzere gelmiş, onun evin ferdinden bir farkı yoktu. Ona ev alındı. Her ihtiyacı fazlasıyla sağlandığı gibi bir anaymış gibi hürmet edildi. Bir yakınından dinledim, Hayriye Abla çok iyi niyetli ve saf bir insandı ve Sâmiha Anneye bağlılığı sözlerle ifade edilmeyecek kadar faz­laydı, Sâmiha Anne de titiz ve tertipli bir insandı, Hayriye Abla da o derece ra­hattı. Bir gün portakal suyu sıkar ve Sâmiha Anneye verir. Fakat elleri soğan­lıdır ve soğanlı elleriyle sıktığı portakal suyunu takdim etmiştir. Evdeki başka bir evlâdından, Sâmiha Anne rica eder portakal suyunu değiştirmesini. Bu ha­nım da bilmeden Hayriye Ablaya durumu aksettirir, “Soğanlı ellerinle yapmış­sın bak Sâmiha Anne içemedi” der. Bunu duyar Sâmiha Anne ve bunu bana anlatan hanım “Sâmiha Anne’den işittiğim tek azardı der, en büyük azardı”. “Sen nasıl bir insanı incitirsin, niçin bunu farkettirmeden yapmadın? Bu insan bu yaşında bana hizmet etmeye mecbur değil”der.
Tabii anlatılacak çok şey var fakat zaman kısıtlı. Onun için biraz kısalta­rak anlatma yoluna gideceğim. Dil konusundaki hassasiyeti var. Yaşadığı de­virlerin Türkçesinin zenginliği elbette yoktu. Bundan çok büyük azap duyu­yordu. Fakat kendisini gidişâta ayak uydurmaya mecbur hissettiği için de, bâ­zı kitaplarını kendi eliyle sâdeleştirme yoluna gitti. Ömrünün son yıllarında yazdığı makâlelerde daha sâde bir dil kullanma yoluna gitti. Çünkü sanatı sanat için yapmıyordu. Maksadı anlaşılmaktı. Fakat şunu diyebilirim, o dere­ce yazar ve sanatkâr olarak doğmuş bir insandı ki, bu yolda asla bir zorlama­sı yoktu. İçinden geldiği gibi yazıyordu, içinde vardı o mücevher gibi üslûp, nakış gibi işlenmiş üslûp. Âdetâ bir çağlayandan dökülen sular gibi, Allah on­da sanatı ve îmânı birleştirmişti. Hakka ibâdeti birleştirmişti. Herhalde bu va­sıflara, bu iki vasfa hâiz bir edebiyatçı kolayına gelmiş değildir.
Kendisinden dinlediğim bir hâdiseyi anlatmak istiyorum, bu Sâmiha Hanım’ın cesâretine delil bir hâdisedir. Yetmişli yıllarda Karaköy İskelesinde bir grup genç çıkardıkları sol dergiyi satmaktadırlar. Sâmiha Hanım kendilerine yaklaşır, parasını verir gazeteyi alır, sükûnetle denize yürür, yırtar, yırtar ve denize atar. Bunu yapmak her yiğidin harcı değildir. Gençlerden bir kız, biraz edepsizcedir, üzerine yürümek ister, fakat oğlanlar mâni olurlar. Daha önceki senelerde de kendisinin kitaplarını okuyan bir zât, nerede o dişi arslan diyerek gelmiştir. Hakikaten Sâmiha Hanım’ın bir kadın olarak yaptıkları nice erkeğin harcı değildir. Zâten Sâmiha Hanimin bulunduğu noktada da kadın erkek far­kı yoktur. Çünkü O bir mürşid, bir mürebbîdir. Kitaplarını mürşidinin isteği üzerine asla maddî bir menfaat gütmeden yayınlamıştır. İlk kitabını kendi ce­binden parasını vererek bastırmıştır. Ve bastırdığı kitapları da bol miktarda ilgililere yollamıştır. Çünkü maksadı bu fikirlerin yayılmasıdır. Bu konuda da kendisi çok titiz davranmıştır.
Rahmetli ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi ile aralarındaki kızkardeş-ağabey münâsebeti de hakikaten müstesna münâsebetlerdendir. Ekrem Hakkı Bey, Sâmiha Hanım'dan beş yaş büyüktür, fakat mertebece kızkardeşinin ken­disine olan farklılığını bildiği için, Sâmiha sen benim küçüğümsün, ama mânen büyüğümsün diyerek elini öpecek kadar hürmet göstermektedir. Araların­daki muhabbet o derece büyüktür ki, Sâmiha Hanım’ın ağabeyine yazdığı it­haflarda bu çok belli olmaktadır. Üstelik ağabeyinin kıymetli zevcesi İlhan Ay­verdi de müstesna bir insan olmakla bu muhabbeti perçinlemektedir. Müsa­ade ederseniz, Sâmiha Hanım’ın mühim taraflarından biri sayılabilecek bu it­haflardan, başta Ekrem Hakkı Beye yazdıkları olmak üzere, birkaç tane ör­nek vermek istiyorum.
Efendisine ithafı. İnsan ve Şeytan kitabına 1942 yılında yazdığı, “Taşı di­le getiren büyük üstâdıma". Daha sonra ağabeyine yazdıkları, “Sanki bir ka­lemden farkım varmış gibi kendime mâl edip bir de ithaf yazıyorum. Ne ayıp... İki âlemde de güneşiniz batmaz inşallah ağabeyciğim, İlhancığım”. Bir başka ithaf, gene ağabeyine, “Benim canım kardeşim, keşke bu kitapların bir ithafiyelik değil, bir uzun destanlık yeri olsa da, sana dilimle söyleyemediklerimi buracıkta söyleyebilseydim... Ellerini öperim. Allahım iki dünyada da senden râzı olsun.” Gene ağabeyine, “On sene evvel sana bir Batmayan Gün ithaf et­miştim, kaybetmişsin canın sağolsun. Ne iyi ki şu on yılın çığ gibi yuvarlana gelen tahassürlerini, onda gördüğüm şâhâne insanlığı yazmak için bir kitap kabının hacmi müsait değil. Onun için bu kadarla iktifâ edelim.” Evlâtlarından Dinçer Dalkılıç'a yazdığı bir ithaf: "Yalnız Ankara’ya giderken değil, beşikten mezara hep aynı sual: Yolcu Nereye?” Hülya Karpuzcuya, bir küçük bebeğe yazılan bir ithaf, şimdi genç kız oldu. “Oku ve okuduklarını yaşa. Hizmet ve îmân ehli ol. Bu dünya köprüsü bir azim dâr-ı imtihandır. Dilerim ayağın boş­luğa basmaz." Torunu Sinan’a yazdığı bir ithaf: “Sinancığım, Türkiye’nin tek meselesinin maârif olduğunu ancak başlarını katı taşa vurduktan sonra anla­dılar. Ama siz anlayın ve hareket noktanızı ona göre ayarlayın.” Torunu Gülşah’a yazdığı bir ithaf: “Yolun Hak yolu olsun. Her yol tükenir, doğruluk, dü­rüstlük ve insâniyet yolu ebedîdir. Sana ve cümle âleme Allah sırât-ı müstakîm nâsib etsin.” Bu ithafların örneklen çok ve hemen çoğunda da bir mesaj var­dır diyebiliriz.
Sanırım bana verilen süre bitmek üzere, az kalmış. Ben bir iki hususa daha temas etmek istiyorum. Kendisi biraz irfan sahibi olanların, yüz ifadesin­den anlayacağı müstesnâ bir insandı. Bir gün bir gayrimenkul kiralama işi var­dı. Kirâcı geldi, anlaşma yapıldı. Sâmiha Anne senet imzalanmasını teklif etti. Kiracı başını kaldırıp şöyle bir baktı ve “gerek yok yüzün senet” dedi. Sâmiha Anne, yolda düşürdüğü broşuna yaklaşık bir sene sonra, tanıdık bir kuyumcu­nun vitrininde tesadüf etti. Bu, kendisini senelerdir tanıyan bir insandı. Dük­kâna girip keyfiyeti anlattı, yanılmasına imkân yoktu. Onu tanıdığını sanan ku­yumcu itiraz ederek, böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyledi ve kesti­rip attı. Allah bizi ilk örnekteki nasiplilerden olmak şansına eriştirsin inşallah. Böyle örnekleri çoğaltmak tabii mümkün. Edebiyat tenkitçilerinden Selim İle­ri de, Sâmiha Ayverdi’den bir edebiyatçı olarak bahsetmek gerektiğinde, sâde­ce İstanbul Geceleri’ndeki meyhâne tasvirlerini almıştı. Herkes tabii nasibi ka­darını alıyor.
Kendisinin çok derin bir fikir dünyası vardı. Bâzen kendini bile sıkacak, etrafını sıktığı fikrine vardıracak kadar. Bu fikir dünyasına daldığında ve konu­yu dağıttığını hissettiğinde kendine ikazları var, en çok da İstanbul Geceleri'nde rastlanıyor. Bana bu hâdise şunu hatırlattı. Peygamber efendimiz mânâ âlemine daldığı zaman Hz. Ayşe Vâlidemize “Kellimini yâ Hümeyra” derlermiş. Yâni konuş yâ Hümeyra, beni bu âlemden çıkar mânâsına. Ve Hz. Ayşe ken­disiyle konuşmaya başladıktan sonra madde âlemine dönerlermiş. Çünkü bir kuşun iki kanadı gibi madde ve mânâ ve tabii bunu hayatında insanın yerli ye­rine oturtması müşkül ve çok gerekli bir iş. Ben İstanbul Geceleri’nde çok rast­ladığım, bu kendi kendine ikazları çok güzel bulurum, izninizle birkaç örnek vermek istiyorum. Bu Sâmiha Hanım’da aynı zamanda fikir ve sanatın kusur­suz birleşimini de gösterecektir bize. Ancak bu kadar güzel bir üslûpla fikirler ifâde edilebilir.
Bir tane daha. Bunlar kopuk kopuk alınmıştır, İstanbul Gecelerinden. “Sana söylüyorum sana.. Ey kalemine bile hükmü geçmeyen kadın.. Artık sa­yıklamalarına bir çizgi çek ve Boğazın unutulan günlerine, eski zamanına dön. Amma sen ey kadın, bu defa adlarını koyduğun semtlere büsbütün ihânet et­tin. Hani Kadıköy’den, Adalardan söz edecektin? Haydi hizaya gel. Daha faz­la asâyiş bozup sâdece fikir dünyasına kaçma. Bilmem ki ey kadın, sana fikir dünyasının eşiğinden atlaman için hiç mi hiç izin vermemeli. Gene nerelere gittin. Ey kadın gene ne oldu sana? İstanbul Deresi yatağında akıp giden bir çay gibi semtten semte geçip dururken gene kim çapa vurup bu dereyi bir te­fekkür tarlasına çekti? Haydi çabuk onu mecrâsına iâde et ve al kurdeleli lohusanın evine dön. Ey kadın gene daldın.. Seni yeninden yakandan tutup sar­sarak kendine getirmeli? Bizans’ı hiç anma. Asırlık dertleri ise uyut. Sana ken­dini zorla ikrâm etmek isteyen târih kadehine de bir sille vur ki vur ve kırk se­ne evveline, meyhânelere, sarhoşlara, Sandıkburnu’na dön. Evet belki eğri belki doğru amma sen ey fikir kuşu bırak bu eski huyunu. İstiğrak göklerine doğru daha fazla kanat açmadan geriden. Hem çabuk dön ve söz verdiğin gi­bi yalnız İstanbul’un mavi yaşmaklı semâsında, yeşil ferâceli dağlarında, kö­pük köpük dalgalarında, çınarlarında, kubbelerinde, minârelerinde uç.”
Hakikaten bu örnekler Türk Edebiyatı’nın sanırım değişik ve müstesna numuneleridir. Kendisi zengin fikir ve gönül dünyasından-zaman zaman dö­nüşler yapmaya kendini zorlamıştır. Çünkü o ölçü İnsanıdır. Hiçbir şeyde, en güzel olanda bile ölçüyü kaçırmamak gerektiğine inanmaktadır.
O hem İstanbul hem de Rumeli aşığıdır. Çok yakın cedleri Rumeli’den gelmemesine rağmen, henüz çocukken kaybettiğimiz bu topraklara büyük ta­hassür duymaktadır. Öyle ki ağabeyiyle yaptığı Balkan seyahatinde, arabadan dışarı çıkmak kuvvetini kendinde bulamamış ve ağlamıştır. Acıyı da her zaman hissetmiştir kendinde. Ve aynı zamanda bir İstanbullu olarak duyduğu acı da ondan az olmamalıdır; çünkü Çamlıca’da geçirdiği çocukluğu, Şehzâdebaşı’nda geçirdiği çocukluğu, ilerleyen yaşlarda maalesef çok ve menfî tarafta zuhûr eden değişiklikler onu büyük bir tahassüre itmiş olacak ki, İstanbul Geceleri’ni ve Boğaziçi’nde Târih’i yazmak lüzumunu hissetmiştir.
Kendisi almadan veren insandı. Müstesna insanlar kâfilesindendi. Çok şükür güzel evlâtlar yetiştirdi. Büyük bir talebe grubu bıraktı arkasında. Cenâzesi başında muhterem Emin Işık Hoca kendine ‘Vakıf Ana’ demişti. Gerçek­ten bir vakıf insandı. Eğer kendini, birazcık olsun şahsiyetini anlatabildimse ne mutlu, çok teşekkür ediyorum.
************************
“Aşk ve irfan, insan olmanın varacağı son kapı... Lâ’dan, yâni bir hayâl olan mâsivâdan geçip, yalnız Allah var diyebilmek ve diie getirdi­ği bu kelâmı da yaşayışı ile isbat etmek değil mi?..
Varımızı yoğumuzu yağmalayan nefsimiz hırsını kıskıvrak bağlayamadan hür ve âzâd olduğumuzu iddiâ etmek ne kadar gülünç. ”
Bağ Bozumu, 313. s.
“Hakk’a karşı aczini bilmek büyüklüğünden mahrum olanların çıktıkları nefsânî zaaflar zirvesinden tepe aşağı yuvarlanmaları, bir emr-i mukadder değil de ya nedir?"
Ne İdik Ne Olduk, 122. s.
“Yalan, iftira, intikam...
Bunlar ve bunlara benzer mânevi illetler insanoğlunu kemiren, küçük düşüren, rûhen yok yoksul bırakıp sefil hattâ rezil eden, ednâ zaaflar... Tedâvisi ise hem çok kolay, hemde çok güç.
Çok kolay... Tevhid anlayışını kendisine rehber düzene. Çok güç.. Kesrete saplanıp kalmış olana..."
Ne İdik Ne olduk, 141. s.
“..Kâinat bir vahdettir, bir âhenktir. Ancak bu vahdeti muhâfazaya yarıyan şeyler hayırdır. İfnâya mâil olanlar ise şerdir. Düşüncesizlik, adâletsizlik, yalan, gazap ve nefsânî ihtiraslara uymak gibi...’’
Hey Gidi Günler Hey, 149. s.
“Allah nuruna yüreğini açmamış kimse, ilmine, hünerine, san’at ve senetine rağmen yarım bir insandır... Kullar Allah’dan uzaklaştık­ları nisbette insanlıktan da uzaklaşmış olurlar. ’’
Mülakat,Kubbealtı Akademi Mecmûası,Ekim 1998, 6,8. ss.
“İnsan nasıl sevilir? Parasıyla, puluyla sevilmez insan; şanıyla, şe­refiyle, yazdığı kitaplarla, söylediği sözlerle de sevilmez. İnsan ef aliy­le, amelleriyle sevilir.”
Bir Sohbet
Kubbealtı Akademi Mecmûası,Ekim 1998, 160. s.
“Bu cihanda her kul, kendisine verilen vazifeyi işler..."
Mülakat,
Kubbealtı Akademi Mecmûası,Temmuz 1999, 6. s.
“Dünyâya gelmekten maksat, insanoğlu için ne olduğunu düşün­mektir. Bu da bir tefekkür ve tasavvuf ışığında müyesser olur. Yoksa bir makine gibi muayyen işlerin bağından kurtulup bu düşünceye eremedikten sonra bir yaprakla bir insanın hilkat bakımından ne farkı olur? İmam-ı Âzam Hz. kendisine birçok defalar işini bıraktırıp kapı açtırdıktan sonra gören bir Yahudinin: Ya İmam sen mi faziletlisin, yoksa şu yerde yatan köpek mi? suâline kızmadan, telaşlanmadan şu cevâbı vermiştir: Eğer insanlığın mânâsını bulamazsam o benden fa­ziletlidir; zirâ akıl sâhibi olmadığı için teklifle mukayyed değildir. Fa­kat insanlıktan maksut olan neticeyi hâsıl edebilmişsem ben ondan faziletliyim..."
Mülakat,
Kubbealtı Akademi Mecmûası,Temmuz 1999, 7. s.
“Hele o insan, evvelinin bir katre su, âharının da bir leş olduğu­nu düşünse, beşikle mezar arasındaki hayâtını, şerlere, hiyânetlere, çeşitli kötülüklere tahsis edebilir mi?
Hele hayırlar, iyilik, güzellik ve tatlılıkları, bir bilse, bu uğurda fedakârlıktan nasıl baş çevirir?
Bakıyorum da şer işlerin faillerini idare eden mekanizma, cehil­leri ve gafletleri.
Doğruluk ve güzellikten habersiz oldukları için, körlemesine gi­dip, kötülük bataklığına düşüveriyorlar. ”
Mektuplardan Gelen Ses, 41 -42. ss.
“Başkalarına kötülük veya iyilik yaparken, hiç değilse, bunu ken­dimize yaptığımızı ve tutumumuzun faizi ile de karşımıza çıkacağını bir bilebilsek ne olur?’’
Rahmet Kapısı, 35. s.
“Hür doğmuş olan insan, kendini, kendinde gizli ve mevcut olan iç kuvvetlerin emrinden kurtaramadığı, beşerî hassalarına hâkim olup onlara söz geçiremediği müddetçe, ister ilim, ister san at, ister tek­nik veya devlet adamı olsun, ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olma­yan bir sürprizli bombadır ki, bir an iyilik yaparken, ednâ bir tahrikle, kötülük yapmaktan da geri kalmıyacak olan zavallı bir esirdir.
Şu halde dünyayı mâmur eden, kendi kendinin efendisi olmuş bulunan insan olduğu gibi, virân eyleyen de gene maddece hür, mânâ­ca esir olan adamdır. Dünya için en büyük tehlike ise, serseri mayın­lar gibi, çarpacağı yer kestirilemeyen bu kendinden habersiz kalaba­lıklardır. ”
“Bilgi gelmiş tevâzu gitmişse, tekniği ilerlemiş îmânı yaya kal­mışsa, vasıtası çoğalmış gayesi kaybolmuşsa, cemiyetin bu muvazene­si bozulmuş adamdan, faydadan çok zarar beklemesi zarurîdir.
“Mademki kıskançlığın, iftiracılığın, şekavetin, hırsızlığın korkunç bir nefsanî kölelik olduğundan habersizdir, bu bedbaht adam, âlim de olsa, şâir de olsa, hüneriyle, mârifeti ve bilgisi ile cümle âleme parmak ısırtmış bulunsa da zincirleri şakırdayan bir kal’a bendden farksızdır.
Kinlerinin, hasedlerinin, yalanlarının, iftiralarının zebûnu olan insanoğlu, tabiatın, maddesine bahşettiği müşterek hürriyeti, başıboş bırakmak suretiyle kendini bir manevî esaret zincirine vururken, ona hür demeğe nasıl dilimiz varır!
Gerçek, yapıcı ve yaratıcı hürriyet, neyi isteyeceğini, nelerden kaçınması gerektiğini bilmek, arzu, ümid, hayâl, zevk, sürür ve ihti­raslarını, bir muhasebenin insaflı süzgecinden geçirerek; şer ve menfî heveslerin buyruğuna tâbi olmakla elde edilebilir. Yoksa, keyfince gezip eğlenmek, yiyip içmek, servet, mevki, şan ve şöhret sahibi olmak, hür damgasını hak etmeğe yeter vasıflar olamaz. Ancak ve ancak, ihtiras ve hayvanî iştihalarımızın kulluğundan âzâd olacağımız bir mânevî istiklâl beratına sahip olmaklığımızdır ki, bizi yapıcı ve yaratıcı hürriyetin nimet ve imkânlarına kavuşturabilir.
Demek ki hürriyet, beşerî zaaf ve ihtiraslara tâbi ve esir olmak değil, emir ve hâkim olmakla tahakkuk eden bir mânevî imtiyazdır. ”
“VASİYETİNDEN...
İşte siz de, Allahıma hamd ederim, o zenginler kâfilesindensiniz. Değil mi ki helâlinden kazanılmış bir kara mangırı, haramdan gelen çil çil altınlara tercih etmek gınâsına ermiş bulunuyorsunuz, bundan büyük varlık ve dirlik olur mu?
Fakirlik nedir, kimler fakir sayılır? diyecek olursak, kin, kibir, yalan, nefret, intikam, tamah, hased, hisset ve emsâli süflî ve hayvani sıfatların esiri olmuş kimseler, dünya hazînelerine de mâlik olsalar, gene fakir muhtaçdırlar.
Ya, zengin kime denir, zenginlik nedir? de diyecek olursak, şu gökkubbe altının ebedî geçer akçesi olan îmân, ihlâs, insaf, doğruluk, cömerdlik, hasbîlik, feragat, fedakârlık, güzel ahlâk, vatan aşkı, hik­met ve irfan gibi ulvî vasıfları mayalayıp etraflarına taşıyanlar yeryü­zünün gerçek zenginleridir.
Hemen Cenâb-ı Hak cümlemize, bu üstün sıfatların insanı olma­yı nasîb etsin...
Bu niyâz, Hakk ın rızâsına uygun ise, âmin!..”
Sâmiha Ayverdi, 22 Ocak 1983



Kaynak:
Sâmiha Ayverdi’yi Anma Toplantısı, Sâmiha Ayverdi’nin vefâtının 7. yılı münasebetiyle Altay Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı ile Türk Kadınlan Kültür Derneği’nce müştereken tertiplenmiştir. ALTAY KÜLTÜR. SANAT VE EĞİTİM VAKFI YAYINLARI: 2000-1
Atay Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı Bayındır Sokağı. Çınar Apt. Nu: 58/11 KocatepeANKARA



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar