SANAT ve DİN HAKKINDA
Sanatkârlar ve Mimarlarımız okusa…
MAKALEDEN SEÇİLENLER
Son devrin en ünlü hattatlarından Mustafa Halim Özyazıcı
(1898 — 1964) nın bir sülüs yazısı. (Keşkekçinin keşkeklenmiş keşkek
kefçesi) Hassas görme ve kopya etme yeteneği Türk hattatlarında son
sınırına varmıştır. İyi bir
hattat gördüğü bir yazıyı milimetrenin onda biri kadar hassasiyetle yazabilir.
Yaptığı birden fazla aynı harf de birbirlerinin tıpkısı olur.
Lizbon'daki Gülbenkyan (Gülbenkian) Müzesinin su baskınına
uğraması ve içerdeki doğu sanatlarına ait değerli eserlerin tamiri için 1969
yılında değerli hocam Prof. Emin Barın'ın bulunduğu üç kişilik bir heyet
İspanya’ya çağrılmıştı. Orada uzun süre çamur altında kalan sanat eserlerinden
Osmanlı Çinilerinin hiç etkilenmediği ve kalitesinin de müze çini bölümü
yetkilisi tarafından özellikle açıklandığının burada belirtilmesi konuya
aydınlık getirecektir.
**
Bu konu ile ilgili ilginç bir olaya, Sayın Prof. Emin
Barın'dan edindiğim bilgilerle kısaca değinmek istiyorum. II. Abdülhamit'in
dişçisi ve aynı zamanda ÇİNİ USTASI OLAN ERMENİ bir şahıs, Ayasofya'nın
bahçesindeki türbenin kapısının iki tarafında bulunan çini panoların tamir
görevini üstlenir. Ancak, bir yolunu bulup Fransa'dan bu panonun bir benzerini
yaptırıp gizlice getirtir ve orijinal çini panoyu olduğu gibi Fransa'ya
kaçırarak, yerine sahtelerini koyar. Aradan kısa bir şiire geçince bu sahte
çini panonun renkleri solar. Bugün görüldüğünde kapının iki tarafında aynı
kompozisyon olan çini panolardan Fransa'dan getirilen bu çini panonun renklerinin
solmuş olduğu görülecektir.
*************
Hz. Isa'dan iki bin yıl önce, Hititlerin oluşturduğu yapı
yöntemi daha bugün bile kullanılıyor. Teke yarımadasında, İsa'dan 3000 yıl
öncesinden beri Likyalıların yaşadığını biliyoruz. Onların yapı yapma yöntemi
tahta çatkı yöntemiydi. Tahta direkler birbirlerine çivisiz geçmeyle
tutturuluyorlardı.
Yapıyı ayakta tutan çatkı böylece oluşturulurdu. Çatkı,
depremde sallanır ama yıkılmaz. Deprem bölgesi olan bu yerli için, tutulacak en
iyi yol budur. Likyalıların uyguladığı bu yöntem, bu gün olduğu gibi sürüyor.
Bugünkü ustalar da tahtaları onlar gibi birleştiriyorlar. En küçük ayrıntıları
bile onlar gibi çözüyorlar.
Bundan bir süre önce, Antalya’nın bir dağ köyünde, 17
yaşında bir ustayla tanıştım. Bana
bütün işini anlattı: Tahtayı nasıl kestiğini, neresini nasıl oyduğunu,
birbirlerine nasıl hiç çivi kullanmadan tutturduğunu...
Ona, böyle yapmayı nereden öğrendiğini sordum. Babasından
öğrenmiş. Babası da babasından...
Bu böyle binlerce yıl geriye dayanıyor işte...
Antalya müzesinde sergilenen bir taş var. Bu taş beni her
görüşümde heyecanlandırıyor, üzerine bir melek yontulanan Meleğin kanatları
üzerinde düz bir yere Grekçe adı yazılmış:
Bizim bildiğimiz Cebrail işte...
Anadolu Hıristiyan inancının bu meleğini Müslümanlar da
tanıyor. Yontuyu yaratan sanatçının önceki dönemlerin de bilincinde olduğu
görülüyor.
Cebrail'in elinde yuvarlak bir tabak var.
Tabağın üzerinde eski yazıyla, kabartma olarak "ALLAH" yazılı.
Selçuklu döneminde yazıldığı sanılıyor. Yazıyı yazanlar. kendilerinden önceki
çağda vontulmus olan bu tası kırın atmamışlar. Ocakta yakıp kireç yapmamışlar.
Başka bir inanışın ürünü, 'gavur işi" diye yabancılaşmamışlar. Onu
beğenmişler korumuşlar, üzerine kendi yazılarım da ekleyip kullanmışlar bile...
İşte bu, gerçekten uygar kişilerin hoşgörüsünü,
değerbilirliğini gösterir. Denizli’nin beş — altı kilometre Ötesinde bit AKHAN
var.
Akhan orta büyüklükte bir kervansaray. Selçuklular
yapmışlar.
Selçuklular, Anadolu'da böyle yüzlerce kervansaray yaparak,
gezmeyi, tecimi kolaylaştırmışlar. Akhan’ın Ön yüzünde, karşıdan bakınca
kapısının sol yanında, duvarın içinde bir taş var. Bu taşın üzerine bir baş
işlenmiş: Grek dönemi inançılarında bir simge olan Medusa başı. Selçuklular
onu sevmişler. Ona, yaptıkları duvarın içinde özenle bir yer ayırmışlar.
Çevresine yerleştirecekleri taşları bile ona uyacak biçimde kesmişler. Bütün
çevre taşlar bu Medusa başına göre bakışımlı.
«Böyle bir davranış ne demeye gelir? "İnsan elinin
yarattığı bu güzel taş, hepimizin malıdır" denmiyor mu böylece?
**
Bütün bu söylediklerim, yapım yönetimi ve işin yapısal yönü
açısından açıklamalar. Ama mimarlık yalnızca bunlarla anlaşılamaz. En büyük
kubbeyi yapmış olmak, olsa olsa bir "beceri"dir. Hani bir cambazın
havada üç yerine beş takla atması gibi.,. Oysa mimarlık, insanları şaşırtmak
için değil, onlara yararlı olmak için yapılır. Sinan, yapıtlarıyla, bu
anlayışın dışına hiç çıkmadı.
Mimar Sinan'a dek pek çok Osmanlı mimarı geldi geçti. Her
biri, bir önce yapılana bir taş eklediler. Her konuda olduğu gibi bir sonrakini
doğru anlayabilmek için bir öncekini bilmek gerekir, örneğin Mimar Hayrettin’in
yapıtlarını görürseniz Sinan'ı daha iyi anlarsınız. Bu büyük ustanın Sinan ölçücüsünce
önemli olduğu kesindir. ı
Onun Edirne’deki yapıtı, İkinci Beyazıt Külliyesi, bu Savın
en inandırıcı kanıtıdır, örneğin böyle bu yapıtı gerçekleştiren bir büyük
ustanın ardından, o koşullarda, bir Sinan’ın gelmemesi şaşırtıcı olurdu.
**
Sinan'ın yapıları da halk yapı sanatı yapıtları gibi, içten
dışa davranış yöntemiyle oluşmuştur, önce içte işlev çözümlenmiştir.
Önemli olan kişilerin gereksinimlerini karşılamaktır. Ve
içle dış tam uyuşum içindedir... Onun da biçimleri, halk yapı sanatında olduğu
gibi, işlev için gerekli oylumun, eldeki teknik olanak ve gereçlerle
düzenlenmesi sonucu kendiliklerinden ortaya çıkarlar. Şu biçimde bir yapı
yapayım diye yola çıkmaz. Biçimciliğe hiç düşmez.
Sinan'ın yapılarında, taşıyıcılar, taşınanlar açıkça
görülür. Herşeyi, ağırlık akışlarını apaçık görürsünüz. Bu size güven verir.
Tüm yapıları içtenlik taşır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar