SAN’AT VE HAYAT
Kabaca bir tasnifi yapılmak istenirse insan
hareketlerinin başlıca dört gayeye çevrilmiş olduğu görülür.
Bunlardan biri, gayesi insanın kendisine kendi
menfaatlerine yönelmiş olan hareketlerdir ki bunları menfaat adı altında
toplayabiliriz.
İkinci tip hareketlerin gayesi kendinden başka
insanlardır. Buna da fazilet, iyilik etme duygusu diyebiliriz.
Üçüncü çeşit hareket, gayesi hakikati bulmak olan
hareketlerdir ki bunları da ilim adı altında toplayabiliriz.
Nihayet dördüncü bir gaye güden hareketlerimiz var.
Güzel sanatların çeşitli kollarını meydana getiren bu hareketleri de gayesi güzeli
bulmak olan hareketler olarak vasıflandırıyoruz.
Hiçbir insan bu dört hareketin herhangi birine yabancı
kalmış değildir. Hepsine karşı az çok bir temayülü vardır. Birinci guruptaki
hareketler doğrudan doğruya kendi şahsını gaye edindiği için, yani günlük menfaatlerin
dışına çıkmadığı için terbiyenin gayesi bunları azami haddine indirmek ve diğer
üç guruptaki hareketleri meydana getiren duyguları geliştirmek olmuştur.
Böylece insan üç ulvî duygu vasıtasıyla, gerçek duygusunun, iyilik duygusunun
ve güzellik duygusunun vasıtasıyla üç ulvî gayeye yahut bir gayenin üç
görünüşüne varmaya çalışmıştır. Mutlak güzel, mutlak iyi ve mutlak doğru.
Hakikati arayanlar âlim, iyiyi arayanlar
velî, güzeli arayanlar ise sanatkâr olmuştur.
Bunların hiçbirine sahip olmayıp sadece günlük
menfaatlerin endişesiyle hareket edenler ise sonsuzluk duygusunu hissetmemiş
olanlardır. İhtimal ki onların bir çoğu tüccar olmaktadır.
Biz bugünkü seminerimizde insanın hiçbir kayda bağlı
olmaksızın güzeli arama ve araştırmasının
tek kelimeyle sanatın, hayat ile olan münasebetleri üzerinde
konuşacağız.
Sanatkârın hayat karşısındaki davranışlarını tetkik
edecek olursak bunların başlıca iki grupta toplanmış olduklarını görürüz.
Sanatkârın hayat karşısındaki davranışları bu iki gruptan birine girmektedir. Hayata
koşmak ve hayattan kaçmak.
Hayata koşan sanatkârların çoğu, hayatın
üstünde bağlanacak değer bulamayan sanatkârlardır. Bununla beraber bunların
arasında da birbirine tamamen zıt görüşlerle hayata bağlananlar vardır.
Izdırapla bağlananlar, zevkle bağlananlar, insanları sevenler ve cemiyete doğru
koşanlar, insanlardan nefret edenler ve kalabalıktan kaçanlar gibi.
Hayata koşanların başında Alman
filozofu ve sanatkârı Nietsche’yi görüyoruz.
Hayatın bütün azap ve ızdıraplarını yüklenerek yaşamayı terennüm eden
Nietzsche, insanı, iradesiyle varlığının üzerinde bir hayat yaşamaya davet
etmektedir. Apollon ve Dıonizos sembolleri, onun hayata karşı olan aşkının
ifadesidir. Birinci rüyayı, ikinci kudret irâdesini temsil etmektedir. Cemiyet
ise insanın hür olarak yaşamasına mâni olmaktadır. Ahlâkın kaideleri ferdi
bağlamaktadır. Bu sebeple insanın kedisinden üstün bir hayat yaşaması için
ahlakın dışına çıkması ve cemiyetten uzaklaşması lazımdır. Böylelikle
Nietzsche’nin (üstün insan) tipi meydana gelir. “Üstün
insanlar cemiyet içinden uzaklaşınız”, diyordu.
Nietzsche, bir immoralist, daha doğrusu bir amoralisttir. Hayata karşı koşuşunu
gösteren en mühim eserlerinden biri de (Zerdüşt Böyle Dedi) isimli kitabıdır.
Bu kitapta insana kalabalıktan uzaklaşmayı, kendi kendisini ızdırapla
yaratmayı, tavsiye eder.
Kendini kendi alevine yakmaya
mecbursun!
Kül haline gelmeden nasıl yenileşeceksin?”
Kül haline gelmeden nasıl yenileşeceksin?”
“Üstün insan, hayatın gayesidir, insan
kirli bir seldir ve kirlenmeden kirli bir seli içine alabilmek için deniz olmak
gerekir. Üstün insan, bu denizdir. Dili ile sizi yalayacak olan yıldırım nedir?
Sizi aşılaması lazım gelen delilik
nerededir?
Üstün insan bu yıldırımdır. Üstün insan bu
cinnettir.”
Nietzsche, nihayet hayatının son senelerinde delirerek
ölmüştür.
**
Yine hayata koşan Fransız sanatkâr ve filozofu Guyau,
hayatın bizden taşıp etrafa yayılmasında ahlâkın ve sanatın idealini buluyordu.
Sanatı bu görüşle gören -estetiğe dair, Muasır
Estetik, Sosoyolojik Nokta-i Nazardan Sanat, Yarının Dinsizliği gibi eserleri dışında-Bir Filozofun Şiirleri
isimli şiir kitabında hayata koşmayı terennüm etmektedir. Fakat bu koşuş
Nietzsche’de olduğu gibi ızdırap ve irade ile yüklü değil, hayatın
tatlılıklarına hayatın güzelliklerine doğru bir koşuştur. Sürür, neşe, saadet,
satıhta kalış, şekiller, renkler, letafet, temaşa zevki... İşte, Guyau’nun
sanatında bulunan unsurlar. Guyauya göre sanat bizim bütün hayatımızın
enginliği ve şiddetidir. Sanatın prensibi, hayatın ta kendisidir. Güzel,
hayatın tam bir surette idrakidir. Dolu ve kuvvetli bir ömür sürmek, esasen
estetik bir şeydir. Sanat teksif edilmiş hayattır. Hayat, sanatın hakiki
gayesidir. Daha kolay, daha şiddetli ve engin bir hayat duygusu olan her yerde
güzellik vardır. Sanat, insanlığın maddi ve manevi bütün mevcudiyetine karışmış
bulunmalıdır.
Asrımızda hayata koşan sanatkârların en müfridi Andre
Gide oldu. Daha evvel Schelegel, Stendhal,
George Sand ve Andre Mauroıs gibi sanatkârlar eski Yunun filozoflarından
Epıcure’ün zevk ahlâkını terennüm ederek yeni bir hedonisme kurmuşlardı. Gide
ise ahlâkın tamamıyla dışına çıkarak Immoralisme’ini kurdu. Esasında Gide’nin
hayatı birbirine zıt iki devre göstermektedir. Birinci devrede Dar Kapı,
Elhac ve Senfoni Pastoral romanlarının müellifidir. Burada Gide’yi mistik
bir sanatkâr olarak görmekteyiz. Bu devrede o, konuşmamızım ikinci kısmında
göreceğimiz hayattan kaçan sanatkârların, hayattan kaçıp sonsuzluğa sığınan
sanatkârların zümresine girer. Fakat Gide nin Afrika seyahatinden sonra herşey
değişir. O bütün zevkleriyle hayatı yaşayan, hayatın üzerine çıkamayan ve
hayata koşan muharrirlerin arasına girmiştir. Fakat buradaki hayata koşuda
da ne Nietzsche gibi ızdırap ve irade, ne de Guyau gibi tabiatı kucaklayan
kalbî bir neşe vardır. Egzotik bir dünyada yaşayan, arzularını tatminden
başka bir şey düşünmeyen, iradesiz bir böcek hayatı... işte onun bütün zevk
felsefesini döktüğü kitabı olan Dünya Nimetleri’nin kahramanı. Orada hayat ne
mazidir ne de istikbal. Bütün mesele anı yaşamak ve bu yaşayışı bütün
hazlarıyla duymaktır. Dünya Nimetler’ inde bütün bedenî iştihalar tebcil
edilmektedir. Corydon isimli kitabında ise cinsi sapıklıkların müdafiidır,
bunun felsefesini yapar.
Onun hayata bu şekilde koşuşu Şark edebiyatında çok
evvelden beri işlenmiştir. El-Maarrî, Ömer Hayyam ve Hafız Şirazî bunların
başında gelmektedir.
Şark edebiyatında hayata karşı
sevgiyi ilk terennüm eden şairler İslâmiyet’e tekaddüm eden senelerde Câhiliye
Devri Araplarında mualleka şairleri olmuştur. Bununla beraber bunlarınki
pastoral [Yun. Kır hayatına, köy
âlemine dair yazılan manzume.]bir şirden fazla bir şey değildir.
Hicretin II. asrında zuhur eden El-Maarrî’de ise maziden
ve âtiden kurtulup ânın içinde yaşamak fikri vardır. Bu fikirleri daha sonra
İran’da Ömer Hayyâm şiirleştirdi. Hayyâm, Şarkın “Gün Bugün Saat Bu Saat”
diyen şairidir. Komprime fikirlerini din ve ahlâkla istihza eden nüktelerini
ihtiva eden Rubâıleri bu bakımdan Gide’den daha kuvvetlidir, denilebilir.
Geçmiş günü beyhude yere yâd etme
Bir gelmeyecek an için de feryâd etme
Geçmiş gelecek masal yalan bunlar hep
Eğlenmene bak ömrünü barbâd etme.
Bir gelmeyecek an için de feryâd etme
Geçmiş gelecek masal yalan bunlar hep
Eğlenmene bak ömrünü barbâd etme.
Madem ki hakikat ve yakin cümlesi
boş
Şek üzre bütün ömr ise geçmez pek hoş
Mey nûş edelim ki bihaber kaldıkça
İster ayık olsun kişi ister sarhoş.
Şek üzre bütün ömr ise geçmez pek hoş
Mey nûş edelim ki bihaber kaldıkça
İster ayık olsun kişi ister sarhoş.
Hayyâm’ın ânı yaşama felsefesi, gerek şark, gerekse Gaip
sanat muhitlerinde müessir olmuştur.
Yine Şark edebiyatının mühim simalarından Hafız Şirâzi
ve asrımızın şairlerinden Hintli Tagor, hayat ve tabiat sevincini terennüm
ettiler. Divan edebiyatında bunun en büyük mümessili Nedim oldu. Nedim Lale
devriyle beraber:
“İç bâde, güzel sev var ise akl-u şuurun,
Dünya var imiş, yâ ki yoğ olmuş ne umurun?"
hikmetinin şairidir. Nedim, yaşayan, yaşadığını tam
ifade edebilen bir sanatkârdır. Bütün hayata koşan sanatkârlar gibi onda da
devrinin din ve ahlâk kaideleri dışına çıkış ve istihza vardır.
Bugün Hayyâm’ın ve Nedim’in muakkibi Yahya Kemal’dir.
Her ne kadar onda
“Yürü hür maviliğin bittiği son
hadde kadar”,
“Gel kurtul o dar varlığının hendesesinden”
“Gel kurtul o dar varlığının hendesesinden”
gibi mısralar varsa da o rubai ve gazellerinin ve diğer
şiirlerinin bir çoğuyla Hayyam’ın ve Nedim’in görüşlerini terennüm etmiştir.
Yalnız bir hususiyeti, ân içinde yaşamış olmakla beraber ruhun ebediyetine ve
devamlılığına da inanmış olmasıdır.
Böylece Avrupa’da ve bizde hayata koşan sanatkârların en
mühimlerini tanımış oluyoruz.
İkinci grup sanatkârlar hayattan kaçan ve başka bir
âleme sığınan sanatkârlardır ki, sanatkârlar arasında büyük bir ekseriyeti
bunlar teşkil eder. Hayatın ve sanatın dışına çıkmak ve tahayyül edilen başka
bir âleme veya sonsuzluklar âlemine kaçmak bu sanatkârların hemen hepsinde
görülür. Bu, realiteden kaçmak, mevcutla tatmin olmamak duygusu insanlığın
felsefede ve güzel sanatların her kolunda asırlardan beri işlediği bir duygu
olmuş ve bu duygunun psikolojik sebepleri araştırılmıştır. Psikolojik izahları
bir tarafa bırakarak bir sanatkâr filozofun Eflatun’un, sanatkârın realiteden
sıyrılmak arzusunu izah eden fikirlerini görelim.
Eflatuna göre içinde yaşadığımız şu gözle görünene
âlemin dışında, varlıkların ideal örnekleriyle dolu başka bir âlem vardır. Bu
ideler âlemidir. Bu dünyanın varlıkları orada ilahi tefekkürün yarattığı ideal
örnekler, ideler halinde mevcuttur, insan ise ruhlar yaratıldığı zaman ezelde
bu ideler âleminde bulunuyordu ve varlıkları ideal şekilleriyle tanımıştı.
İdeler âleminden bu âleme sukut edince buradaki varlıklar ona ideler âlemini
hatırlattı. Fakat buradaki şekiller noksan ve kaba idi.
Şimdi sanatkârın karşısında iki
model bulunmaktadır.
Biri yer yüzündeki, yok olmaya mahkum eşyanın taşıdığı
cevher.
İkincisi şimdi eşyanın şimdi güzel bir hatıra olan ideal
örnekleridir.
Ve sanatkâr bu iki örneği birleştirerek, birinciden uzak
İkinciye daha yakın birincide İkincinin hatırasını yaşatan üçüncü ve orijinal
bir eser meydana getirir ki işte bu sanat eseridir.
Böylece Eflatunun metafizik izahına göre sanatkârın
yaşanılan hayattan kaçıp, kendi yarattıkları sanat âlemine sığınırlar. Sanatkârların
çoğu bunlardan birinci gruba girer. Yani hayattan kaçıp sanatlarına sığınırlar.
Cemiyetin bunaltmalarından kaçan sanatkâr kendisini sanat dünyasına atar ve
aradığı kurtuluşu ve saadeti orada bulur.
Esas'en büyük sanatkârlar, büyük mustaripler değil
midir?
Hayatın maddi ıstırabından azade, daha ahenkli, daha
güzel bir âlemin hayali, insanlarda bu âlemi keşfetmek ve onun unsurlarını bulmak
ihtiyacını doğurmuştur.
Gerçekleşmesi mümkün olmayan ideal bir dünyanın romanını
yazan sanatkârlar pek çoktur. İngiliz şairi Tomas Moore Latince yazdığı Utopıa
isimli kitabında mutasavver bir dünyanın romanını yazmıştı. Bu romandan sonra,
utopıa kelimesi, gerçekleşmesi mümkün olmayan idealler için kullanılmaya
başlandı. Aynı şekilde yine XVI. asırda Fransız muharriri Rabelais Gargantua et
Pantaguel isimli romanında kahramanlarını hayali bir adaya seyahat ettirir.
Bizde, Payami Safa, son romanı olan (Yalnızız)’da bunun bir tecrübesini yaptı
ve kahramanına Simeranya isimli muhayyel bir âlemi tasavvur ettirdi.
Fransız romancısı Balzac da dünyamızda haşin ve
merhametsiz bir istihza vardır. Flaubert,
kendisini geçmiş hayatın içine attı ve Selambo isimli romanı ile tarihin
yaşayışı içine girdi. Aynı şekilde İngiliz muharriri Walter Scott kendisini
yaşadığımız dünyanın içinden sıyırıp mazinin hayatı içine bıraktı.
Baudelaire’in realistik âlemden nefreti küfür ve
iğrençlikle kendini göstermektedir. (Seyahate Davet) isimli şiirinde dünyadan
uzaklaşmak duygusunu şöyle ifade eder:
“Yavrucuğum, kardeşim,
Tahayyül et zevkini
O beldeye gitmenin,
Beraber yaşamanın,
Sana benzeyen yerde,
Kana kana sevmenin,
Sevişerek ölmenin. ”
Geçen asrın şairi Verlaine, şiirleriyle sanki bulunduğu
âlemde yaşamayan bir insandı. Verlaine ve devrinin diğer sembolleri hep
realitenin korkunçluğu içinden sıyrılıp kaçmak istediler. Onların mesleklerini
yine Verlaine’in şu mısraı ifade etmektedir:
“Mai diyarlara gidelim, pembe ışıklar içinde... ”
Bu mısrada reel âlemden kaçıp sükun dolu başka bir
diyara gitmenin hasreti çok güzel ifade edilmiş bulunmaktadır.
İtalyan piyes muharriri Pirendello: “Hayatımdan
kurtulmak için yaşıyorum.” demektedir.
Fransız estetikçisi J. Segond sanatkârda realiteden kaçıp
kendi sanat dünyasına sığınma duygusunu şöyle anlatıyor:
“Estetik hayat, varlıkları rüya içinde tanımaktadır. O
anda uyku bizi sürükler eşya anlatılması imkansız bambaşka bir tarzda görünür.
Rüyamızı, meydana getiren formülünü ele geçiremediğimiz bir his halidir. Bu an
varlığın ulvileştiği andır. Sanat işte bu estetik kainatı, bu eşya ve hayatı
yeniden yaratmak değil, kendi tecrübe ve hissiyatımıza göre ona muadil
olabilecek yeni bir dünya yaratmaktır.”
Bizim Divan edebiyatımızda da bu nevi şiirlere rastlanır.
Fuzuli, maddi dünyayı terk edip, aşk dolu bir alem tasavvur eder:
“Gelin ey ehli hakikat çıkalım dünyadan... ”
XVIII. Asır divan şairi Şeyh Galip’in birçok
şiirlerinde, bu duygu görülür. Bilhassa Hüsnü Aşk’ta Fuzuli’de olduğu gibi
kahramanlarını bir aşk dünyasında yaşatır. Bununla beraber Şeyh Galip daha çok
hayattan kaçıp sanatına değil, sonsuzluğa sığınan sanatkârlar gurubuna girer.
Daha sonraki dönemlerde Servet-i Fununcular, bilhassa
Tevfik Fikret, hayata karşı bezginlik ve bedbinlik ile bakmak ve (Ömr-ü
Muhayye) şiirinde olduğu gibi sakin, herkesten uzak bir dünyaya çekilmek arzusu
duyulur. Aynı devrede Ahmet Haşim, Avrupa’da sembolistlerin yaptığını Türk
şiirine getirdi. Onda bir sanatkârın, samimi olarak, hakir gördüğü dünyadan
uzaklaşmak istemesini, tahayyül ettiği bir âleme doğru koşmasını fakat
ıstırapla bu dünyada kalmaya mahkum oluşunun ifadesini görüyoruz. “O belde”,
“Yollar”, “Şafakta”, “Merdiven”, “Ölmek”,”Yarıyol” gibi şiirlerinde bu
görülür.
Necip Fazıl da eşyanın, realitede olduğundan başka bir
mâna kazandığını, sanatkârın ruh halinin sanatkârdan çıkıp eşyaya girmiş
olduğunu görüyoruz.
Hayattan kaçan sanatkârların diğer bir
kışımı sanat âlemine sığınmakla tatmin bulmuyorlar. Hayatın ötesinde bulunan ve
sanatkâra ebedilik vadeden bir sonsuzluğa sığınıyorlar ki, artık bu, sanatın
son merhalesidir. Hatta beki sanatın da dışında, üstünde birşeydir. Bu
sanatkârlara göre, sanat insanın, sonsuzluğun kudreti karşısındaki aczidir. Bir
sır dünyasına gözlerini açmanın şaşkınlığı ve hayranlığıdır.
Hegel’e göre, “ruhun derinliğinden hürriyet
ihtiyacı fışkırır, hürriyetin herkesin taralından istenmesi hukuku, mülkiyeti,
ceza kanunu doğurur. Hukukun kuvvetli temelleri üzerine ahlaki müesseseler,
aile, cemiyet, devlet yükselir. İlk önce insan doğuştan egoizmi içine kapanmış
bir ferttir. Sonra kendinden çıkarak ve diğer insanlarda kendini görerek,
topluluk, cemiyet, devlet halinde teşekkül etti. Nihayet kendine dönerek
varlığının temelinde sanat idealini yahut güzeli, dinî ideali yahut tanrıyı,
felsefî ideali yahut gerçeği bulur ve üç idealin gerçekleşmesinde özendiği
yüksek istiklale kavuşur.
Eflatun’a ise “İdeal güzel, ezelî ve
ebedîdir. Başlangıcı ve sonu yoktur. Ne büyür ne zeval’ bulur. Değişmez, olduğu
gibi kalır. Mutlaktır. Her münasebetle ve her bakımdan güzeldir. Daima güzel
her yerde ve herkes için güzeldir. Her halitadan, her kirden uzaktır, maddi
değildir. O ne sadece bir mefhum, ne de sadece ferdi bir bilgidir. Fakat ezeli
ve ebedi bir varlıktır.”
Amerikalı şair Poe, “Sanat eseri,' sonsuzluk
dünyasına açılmış bir penceredir.” der.
Alman edebiyatının Aytın Devri’nin [aydın, aydınlık]
sanatkârı Goethe, Faust piyesiyle sonsuzluğu arayan sanatkârdır. İnsanın,
bilinmeyeni, gaibi, büyük hakikati aramak için yaptığı mücadeleleri anlatır.
Faust, bütün insanlığın sembolüdür. Bilinmeyen birçok şeyleri öğrenmiş fakat bu
onu tatmin etmemiştir. O, bu hayatın üstünde bulunan bir şeyin, sonsuzluğun
sırrını bulmak istiyor, şeytanla anlaşıyor. Faust’ta iki ruh var:
Biri toprağa ve bayağı zevklere bağlı ruh, diğeri
sonsuzluğa, ebedi hayata erişmek isteyen ruh.
Şeytan birinci, Faust ikinci ruhu temsil eder. Daima
birbirleriyle mücaele ederler. Faust zaman zaman dünya zevklerine mağlup olur.
Fakat neticede bütün günahlarından sıyrılır, melekler onu göğe yükseltirler.
Yine Alman edebiyatının altın devrinde yetişen diğer bir
sanatkârın, Schiller’in şiirlerinde de sonsuzluk duygusu kuvvetle hissedilir.
Bu sınıfa sokabileceğimiz bir kısım sanatkârlar sonsuzluk arzusunda umdukları
halde daima şüphe içinde kalmışlardır. Shakespeare’nin büyük trajedilerinde
sonsuzluğun kapısına kadar yaklaşmış, fakat içeri girememiş bir insanın
ızdırabı vardır. Otello, Romeo-Juliet, Kral Lir, Hamlet, Makbet gibi
trajedilerinde Shakespeare’nin ruhundaki bu şüphe bütün dramıyla görünür. Onun
(olmak veya olmamak) diye başlayan meşhur tiradı bu şüpheler içinde nasıl
çırpındığını gösterir.
XIII. Asır İtalyan şairi Dante, sanatkârın sonsuzluk
arzusunu gösteren büyük bir beşeri eser meydana getirmiştir: İlahi Komedi.
Bilindiği gibi bu eser cehennem, cennet ve araf olmak üzere üç kısımdan
mürekkeptir. Birinci kısımda Dante, Latin şairi Virgil ile beraber cehennemi
dolaşır. Burada beşeri ıstırapların en korkunçları görülür, ikinci kısım
araftır. Burası tövbe için bir geçittir. Dante buranın denizinde yıkanır.
Üçüncü kısım olan cennette Virgil, Dante’yi terkeder. Bundan sonra imanın
sembolü olan, Dante’nin sevgilisi Beatrice şaire refakat edecektir. Şair
sonsuzluğun kucağına atılır, ilahi tecelli bütün haşmetiyle şaire görünür.
Fakat şair bunu ifade etmekten acizdir.
Sonsuzluk duygusu insanlık hizmetine koşmak arzusu ile
beraber yürür. Dünyanın yetiştirdiği en büyük romancı olan Dostoyevski bunun en
güzel örneklerini vermiştir. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Ölü Bir Evden
Hatıralar gibi romanlarında cemiyetin bütün ıstıraplarını yüklenmiş, insan
ruhunun derinliklerine inebilmiş olan sanatkârı, görürüz. İnsan ruhunun
derinliklerine inip oradan büyük hakikatleri temaşa etmek de sonsuzluk
duygusunun bir başka görünüşüdür. Shakespeare ile Dostoyevski’yi
karşılaştırırsak, burada inanmış ve inanmamış insanların farklarını görürüz.
Shakespeare’in piyesleri çoğu defa hep ölü veya cinayetle biter. Karanlıktır.
Şüphe içindedir. Dostoyevski ise kahramanlarını çamurların içinden alır,
temizler ve bir ideale doğru götürür. Kahramanlar eserlerinin sonunda pırıl
pırıl ışıklı bir istiklale doğru giderler.
Türk edebiyatına gelince... Bizde sonsuzluk duygusunun
en eski ve en kuvvetli ifadesini Yunus Emre’de buluyoruz. Dünyadan kaçıp
kurtulmak isteyiş Yunus’un hemen bütün şiirlerinde görülür. Varlıktan sıyrılmak
arzusuna da tem olarak bir çok mısralarında rastlarız.
“kemdürür yoksullukdan nicelerin varlığı,
Bunca varlık varken gitmez gönül darlığı. ”
Sonsuzluğa yükselmek isteyen sanatkârların hemen
hepsinde görülen merhalelelerden biri de bir yalnızlık duygusuna sahip oluştur.
Mesnevi’nin 17 beyitlik giriş kısmında bu yalnızlığın, herkes tarafından
anlaşılmayışın ıstırabı görülür. İlahi âlemden ayrılışın ızdırabı.
Yunus ile aynı devirde yaşamış olan Mesnevi şairi Mevlana’nın
Mesnevisinde yer yer bu sonsuzluk duygusu görülür. Daha sonra Şeyh Galip de,
kendi varlığına sığamayıp taşmak, sonsuzluğa doğru gitmek isteyen insanın
ifadesi görülür.
“Bir şulesi var ki, şem-i cânın,
Fanusuna sığmaz asumanın. ”
Nihayet yakın zamanın birbirinden farklı iki büyük
şairin de Abdülhak Hamit’in Makberiyle, Mehmet Akif’in Yedinci Safahatı olan
Gölgelerde bu duygu görülür. Akif, Gölgeler’iyle büyük mistikler arasına
karışmıştır.
Bütün bunları toplayacak olursak hayat karşısındaki
durumlarıyla üç gruba mensup sanatkârlar şu karakterleri gösterir:
Hayata koşan sanatkârların büyük
bir hayat neşesi ve yaşama sevinci ile dolu olduğunu görüyoruz. Bunların bir
kısmı iradesizce hayattan zevk almakta, bir kısmı ise ıstırapla hayatı
yüklenmektedir. Fakat hepsi immoralisttir. [ahlaksiz, edepsiz. 2. ahlaka aykiri] Dini ve ahlaki kaidelerin dışına
çıkmak isteyen insanlardır. Çünkü hayat nefse ait duyguların tatminidir. Ahlak
ise bu arzuların gerçekleşmesine mâni olmaktadır.
İkinci grup sanatkârlar hayattan kaçıp kendi sanat
âlemlerine sığınmış olan sanatkârlardır.
Nihayet sanatkâr, sanatında bir adım atarak sonsuzluğun
kapısına varıyor ki, bu, sanatkârın artık büyük meseleler içinde eridiği
devirdir. Yunus da olduğu gibi kendi varlığının derinleklerinde sonsuzluğu
bulur.
'“Beni bende demen ben bende değilim,
Bir ben vardır benden içeri. ”
Yahut yine Yunus Emre’ de, olduğu gibi bütün insanlığı
içine alan bir duyguya sahiptir:'
“Bir çeşmeden akan su,
Acı tatlı olmaya. ”
Yahut büyük hakikat karşısında aciz kalışı onu
dünyasının üzerine çıkarmıştır. Mehmet Akif’te olduğu gibi:
“Bana sor sevgili kari sana ben söyleyeyim,
Ne hüvviyetde şu karşında duran eş’ârım.
Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri,
Ne tasannu bilirim çünkü ne sanatkârım.
Şi’r için gözyaşı derler, onu bilmem yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım.
Ağlarım ağlatamam, hissederim söyliyemem.,
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.
Oku şayet sana bir hisli yürek lâzımsa,
Oku zira onu yazdım iki söz yazdımsa. ”
Yine bu grup sanatkârların müşterek bir karakteri de
yalnızlığın, anlaşılmamış olmanın ısdırabını duymuş olmalarıdır. Bu sebeple
artık insanlar arasından ayrılma arzusunu duyuyorlar ki, işte bu mistisizmin
kapısıdır. Yine Mehmet Akif de:
“Bana dünyada ne yer kaldı emin ol ne de yâr. ”
Yahut Mevlâna’da olduğu gibi:
“Herkes kendisine göre beni dostum olduğunu zannetti.
Fakat hiçbiri içimdeki sırrı anlayamadı. ”
Yahut şu anda ismini hatırlayamadığım bir şairin
kıt’ası:
“Söyleyemem derdimi hem derdim olan âha bile. ”
Nihayet sanatkârlar sonsuzluk âlemini zikretmeğe başlar.
Fakat nasıl zikrediş. Bu, vaktiyle yaşanmış bir hayatın hatırlanışı gibidir.
Burada, Eflatun, Mevlâna, Yunus Emre, Mehmet Akif hep aynı şeyi terennüm
ederler.
“Kendi aslından ayrılmış olan herkes vaktiyle orada
geçirmiş olduğu zamanı hasretle arar” diyor Mevlana.
Aynı şeyi Mehmet Akif:
“Ezelden sunduğun şeklî nigahın mestiyim hâlâ,
Gel ey saki-i bâki, gel elestin yâdı şâd olsun,
Yarım peymâne sun, bir cür’a sun tek aynı meyden
sun"
ifadesiyle söylüyor.
Ve o hasretini duyduğu âleme gitmeğe
hazırlanıyor. Bu, sonsuzluğun davetidir.
“Bir nazarda kalmayalım
Gel dosta gidelim gönül
Hasret ile ölmiyelim,
Gel dosta gidelim gönül.
*
Terk edelim il-ü şâri
Dost için kılalım zari
Ele getirelim yari
Gel dosta gidelim gönül.
*
Biz bu cihandan göçelim
Ol dost eline
uçalım
Arzu havâdan geçelim
Gel dosta gidelim gönül.
*
Kılavuz ol gel sen bana
Görülelim dostun yana
Bakmayalım önden sona,
Gel dosta gidelim gönül.
*
Ölüm haberi gelmeden
Ecel yakamız olmadan,
Azrail hamle kılmadan
Gel dosta gidelim gönül.
*
Gerçek erine varalım
Hakkın haberin soralım,
Yunus Emre ’yi alalım
Gel dosta gidelim gönül. ’
Sh:199-208
Kaynak: Orhan OKAY’A ARMAĞAN, Dergâh Yayınları, Çemberlitaş ,
1997, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar